30 Mart 2016

İbrahim Aleyhisselâm’ın Nemrud’u İslâm’a Dâveti:



İbrahim Aleyhisselâm’ın Nemrud’u İslâm’a Dâveti:

İbrahim Aleyhisselâm, ilâhlık dâvâsı güden Nemrud’a giderek Allah’a inanmaya dâvet etti. Fakat Nemrud kabul etmedi, şiddetle reddetti. Rabbi hakkında İbrahim Aleyhisselâm ile münakaşaya girişti.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah kendisine hükümranlık verdi diye, Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni görmedin mi?” (Bakara: 258)
Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği muvakkat bir iktidar Nemrud’u aldatmış, kibirlenip kendisini beğenmesine sebep olmuştur.
Tartışma sırasında “Söyle bakalım, senin Rabbin kim?” diye sorduğunda İbrahim Aleyhisselâm:
“Benim Rabbim diriltir ve öldürür.” diye cevap verdi. (Bakara: 258)
Dünya iktidarına ve uzun süren saltanatına aldanan Nemrud:
“Ben de diriltir ve öldürürüm.” dedi. (Bakara: 258)
Hükümdarlığın kendisine verdiği gururla, Allah-u Teâlâ’nın hayat veren ve öldüren sıfatlarına kendisinin de sahip olduğunu ileri sürdü. Bunun ispatı için de ölümü hak etmiş iki adamı huzuruna getirtti, birisini öldürdü, diğerini tam öldüreceği sırada hayatını bağışladı ve salıverdi. Daha sonra oradakilere dönerek “İşte ben de öldürdüm ve hayat verdim, o halde Rabbiniz benim!” demek küstahlığında bulundu.
İbrahim Aleyhisselâm, kralın “Diriltme” ve “Öldürme”nin mahiyetini idrakten yoksun olduğunu görünce, ona haddini bildirmek için hikmetli bir üslupla:
“Şüphesiz ki Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de onu batıdan getir!” dedi. (Bakara: 258)
Bu delil karşısında kâfir Nemrud şaşırıp kaldı, verecek cevap bulamadı, foyası da büsbütün meydana çıkmış oldu, adamları karşısında küçük düştü.
Âyet-i kerime’de:
“İnkâr eden adam şaşırıp kaldı.” buyuruluyor. (Bakara: 258)
Nemrud’un, başka bir sebep öne sürecek gücü kalmamıştı. Çünkü güneşin, İbrahim Aleyhisselâm’ın “Allah” dediği Rabbinin emrine bağlı olduğunu çok iyi biliyordu. Buna rağmen bu apaçık hakikatı kabul etmedi, kendini beğenme huyundan vazgeçerek Hakk’a yönelmedi.
“Allah zâlim kimseleri hidayete erdirmez.” (Bakara: 258)
Hakk’a karşı gelen mutlaka haksız olur, haksız olan bir kimse ise Hakk’a ulaşamaz. Hidayete olan kabiliyetlerini yitirenler, nurdan çıkarak zulmetlere düşerler. Küfredenlerin âkıbeti budur. Zira Allah-u Teâlâ hakikatı görmekten uzak duran kimseleri doğru yola erdirmez, onları kendi tağutları ile başbaşa bırakır.
Muvakkat bir hükümdarlığa aldanarak Hakk bir dinden yüz çevirenler, rezil bir duruma düşerler. Cehaletleri bütün âleme teşhir edilmiş olur, dünyadan silinir giderler, adları anılmaz olur. Onlara karşı Hakk’ı müdafaa eden, Hakk’ı tasdik ve tebcil eyleyen kimseler ise muvaffakiyetlere nâil olurlar, ebedî saâdet ve selâmete ererler.
Binaenaleyh; bu kadar Âyet-i kerime önlerine sürdüğümüz halde, bunlar da kabul etmiyorlar.

Amma Hazret-i Allah’ın vaad-i sübhani’si haktır. Mutlaka gerçekleşecektir.

İman ile Küfür,



İman ile Küfür,
Ancak Allah-u Teâlâ’nın Koyduğu Hudutlar İle
Ayırt Edilebilir:


Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde Hazret-i Kur’an’ın hakikat ile dalâlet arasında berzah olduğunu beyan ediyor.
“O (Kur’an) elbette (hak ile bâtılı) ayırt edici bir sözdür.” (Tarık: 13)
Allah-u Teâlâ bunu mahlûkun zannına bırakmamıştır. Bir berzah çizmiştir, hudutlarla çevirmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kendisine inanan ve Resul’ünü tasdik eden kullarına; İslâm’ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.” (Bakara: 208)
İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiçbiri birbirinden ayrılmaz.
“İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şânı ne yücedir.” (A’raf: 54)
Mülk O’nundur. O’ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmeye hakkı ve salâhiyeti yoktur. Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz. Emir, yasak, tedbir ve irade, tam tasarruf O’na âittir.
“Hüküm yüceler yücesi Allah’ındır.” (Mümin: 12)
Çünkü O, mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O’nun verdiği hükümler, belirli bir zaman ve asır ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.
“Rabbinin sözü doğruluk bakımından da adalet bakımından da tamamlanmıştır, tam kemâlindedir.
O’nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur.” (En’am: 115)
Tatbikini emir buyurduğu bütün hükümler kemâle ermiş, tamamlanmıştır. Hiçbirisinde noksanlık ve eksiklik tasavvur edilemez, hükmünde yanılması düşünülemez. O’nun haber verdiği her şey gerçeğin tâ kendisidir. O’nun haber verdiği her şey adaletlidir, O’nun dışında hiçbir şey adaletli değildir. O’nun yasakladığı her şey bâtıldır. Hiç kimse O’ndan daha doğru söyleyemez, hiç kimse O’ndan daha âdil hüküm koyamaz. Hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi hikmetle yapar.
O’nun sözlerini değiştirebilecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz.
Söz O’nun sözü, hüküm O’nun hükmü, kitap O’nun kitabıdır.
Binaenaleyh bütün insanlar ve cinler birleşerek bir araya gelseler, kasten bir Âyet-i kerime’yi inkâr etseler hepsi kâfir olurlar. Çünkü mahlûkun hükmü yoktur, O’nun hükmü esastır.

O’nun hükmünü kim bozabilir? O’nun hükmünden kim kurtulabilir?

Tağut’u Reddetmek İslâm’ın Emri, İmanın Şiârıdır:



Tağut’u Reddetmek İslâm’ın Emri, İmanın Şiârıdır:

İslâm’ın hak din olduğu, imanın insanı aydınlığa çıkardığı; küfrün ise sapmışlık olduğu, insanları karanlıklarda bıraktığı apaçık ortadadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır.” buyuruyor. (Bakara: 256)
Onlar ise bu ilâhi hükme karşı geliyor, yahudi ve hıristiyanları dost ve kardeş kabul ediyorlar. Bu küfürdür. Bu Âyet-i kerime’yi inkârdır.
Güneşin varlığına delil, yine güneşin kendisidir.
İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nûr ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle birbirinden ayırt edilir haldedir.
İman nûru ile münevver olan “Hakikat ehli”, iman yolunu seçtiği için dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşacak; küfür karanlığında kalan “Dalâlet ehli” ise dünyada ve ahirette cezasını çekecektir.
Onlar ise iman ile küfrü karıştırmaya, küfrü hoş göstermeye çalışıyorlar ve kendileri küfre daldıkları gibi inananları da küfrün içine daldırmaya çabalıyorlar.
“Kim tağutu inkâr edip de Allah’a inanırsa muhakkak ki o, kopması mümkün olmayan en sağlam bir kulpa sımsıkı sarılmış olur.” (Bakara: 256)
İman, aslâ kopmak bilmeyen sağlam bir kulp gibidir. O kulpa sarılan kişi kurtuluş yolunu aslâ kaybetmez, şaşkınlıklar içinde bocalamaz.
İman ile küfrün bu derece açığa çıkmasından sonra, kendilerine tutunanları küfre kaydıracak olan tağutların, yoldan sapmış imamların çürük kulplarına yapışanlar ise Hakk’tan ve hakikattan uzaklaşırlar, hidayeti dalâlete değişirler, sapmışlık içinde bocalar dururlar.
Tağut; tuğyan kelimesinden gelmektedir. Haddi aşan her şey tağuttur. Şeytan ise bütün haddi aşanların arkasındadır.
“Allah işitendir, bilendir.” (Bakara: 256)
Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Dili ile “Ben de müslümanım.” deyip, içinde inkârı saklayan küfür ehlinin sapmışlıklarından Allah-u Teâlâ habersiz değildir.
Hazret-i Allah’ın dostluğu, yardımı, inayeti iman edip, Hakk yolda yürüyenler ve Hakk’ı savunanların üzerinedir.
“Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan kurtarıp nûra çıkarır.” (Bakara: 257)
Küfrün ve müdafilerinin dostları ise tağuttur. Onlar nûra değil, nâra götürürler.
“İnkâr edip kâfir olanların dostları ise Tağut’tur. Onları nûrdan alıp karanlıklara götürür. İşte onlar cehennemliklerdir, orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara: 257)
İmanın nûr ile ifade edilmesinden daha derin ve şümullü bir tabir bulunamaz. Küfrün ise zulümat ile ifade edilişi de aynıdır. Hakk’ın nûrundan başka bütün yollar hiç şüphe yok ki zulümatın tâ kendisidir.
Allah-u Teâlâ hiçbir müminin kendi yolundan başka yollara gitmesine asla izin vermez.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah ve Peygamber’i bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah’a ve Peygamber’ine baş kaldırıp isyân eden kimse hiç şüphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab: 36)
Resulullah Aleyhisselâm’ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ’nın verdiği hükümdür. Çünkü o, hevâ ve hevesine uyarak konuşmaz.
Bu Âyet-i kerime hususi bir hadise hakkında nâzil olmakla beraber hükmü umumidir. Buradaki emir ve talimat kıyamete kadar geçerlidir.

Hiçbir müslüman fert ve milletin, Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamberi’nin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Müslüman kalmak, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak ölmek isteyen bir kimse mutlaka Allah-u Teâlâ ve Resulü’nün emir ve arzusuna boyun eğmek, “İşittim ve itaat ettim!” demek zorundadır. Boyun eğmeyi kabul etmezse, ne kadar müslüman olduğunu iddiâ etse de boştur. Bu gibi kimseler İslâm dairesinden çıkmış, kalbinde imandan bir eser kalmamıştır.

İbrahim Aleyhisselâm ve Hanif Dini



İbrahim Aleyhisselâm ve Hanif Dini:

Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın dininin yüce hanif dini olduğunu, ona iman etmeyen ve ondan yüz çeviren kimselerin son derece dalâlet içinde olduklarını beyan ettikten sonra, ehl-i kitabın sadece yahudilik ve hıristiyanlığa uymakla doğru yolun bulunabileceği şeklindeki bâtıl iddiâlarını açıklayarak şöyle buyurdu:
“(Yahudi ve hıristiyanlar müslümanlara:) ‘Yahudi ve hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız!’ dediler.” (Bakara: 135)
Yahudiler yahudiliğe, hıristiyanlar hıristiyanlığa dâvet edip durdular.
“De ki: Hayır! Biz hanif olan İbrahim’in dinine uyarız. O müşriklerden değildi.” (Bakara: 135)
Yahudi ve hıristiyanların her birisi şirk üzere olduğu halde, İbrahim Aleyhisselâm’ın dinine uymakta olduklarını ileri sürmektedirler. Halbuki bunlar müslüman da değildir, muvahhid de değildirler. Nasıl olur da doğru yolda olmalarından söz edilebilir?
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanların iddiâlarını yalanlamakta ve onları tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
“Yoksa siz İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarının yahudi veya hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?” (Bakara: 140)
Tevrat ve İncil’in inişinden önce peygamberlik yapmış olan bu zâtların yahudi veya hıristiyan oldukları nasıl iddia olunabilir? Allah-u Teâlâ onların dinlerinin İslâm olduğuna bizzat şahitlik etmiştir.
“De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı?” (Bakara: 140)
Elbette ki Allah, sözü geçen peygamberlerin haberlerini herkesten daha iyi bilir.
“Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha zâlim kim vardır?” (Bakara: 140)
Bu gerçeği değiştirmeye çalışmak, peygamberlerin İslâm dini üzere olduğuna dair Allah-u Teâlâ’nın haber verdiği kesin bilgiyi gizlemek, hiç şüphesiz ki en büyük zulümdür.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlara, onların torunlarından olmalarına rağmen, onlarla aralarında hakiki bir bağ olmadığı gibi, böyle bağ olduğunu iddia etmeye haklarının da olmadığını, iftihar ettikleri geçmişlerinin yolundan ayrılmakla yaptıklarının karşılıklarını göreceklerini Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor:
“Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size âittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.” (Bakara: 134 ve 141)
Âyet-i kerime’lerde geçen “Hanif” kelimesi; Allah-u Teâlâ’nın varlığını, birliğini kabul edip inanan, küfür ve şirkten tertemiz olan, bâtıldan uzak olup Hakk’a samimiyetle yönelik bulunan, teslimiyet gösteren mânâsına gelmektedir. Diğer bütün yolları reddettikten sonra, bir tek belirli yola uymayı tercih edip seçen kişi için de bu kelime kullanılır.
Kur’an-ı kerim’in on yerinde İbrahim Aleyhisselâm’ın milletinden ve hanif olduğundan söz edilir.
İbrahim Aleyhisselâm’ın dinine tâbi olan ancak Muhammed Aleyhisselâm’dır ve ona iman edenlerdir:
“İnsanların İbrahim’e en yakın olanı, ona uyanlar, bu peygamber (Muhammed) ve müminlerdir.” (Âl-i imran: 68)
Yahudi ve hıristiyanlar: “Biz İbrahimin dinine mensubuz.” demeye aslâ sâhib-i salâhiyet değildirler.
“Allah müminlerin dostudur.” (Âl-i imran: 68)
Onlara yardım eder ve onları imanlarından dolayı güzel bir şekilde mükâfatlandırır.
Allah-u Teâlâ bütün insanları İslâm dairesine dâvet etmektedir:
“De ki:
Allah doğruyu söylemiştir. Öyleyse Hakk’a yönelmiş olan İbrahim’in dinine uyunuz. O müşriklerden değildi.” (Âl-i imran: 95)
Gerçek din Allah-u Teâlâ’nın seçmesine bağlıdır. O seçtikten sonra insanların irade gücü yoktur. Kula düşen şey, kendisine bu nimeti lütfettiği için Allah-u Teâlâ’ya şükretmektir.
İbrahim Aleyhisselâm tarafından öğretilen din, gerçek imanın aslıdır. Gerek zürriyeti gerekse beşeriyet hakkında hep iyilik düşünmüş, Hanif dinini yaymaya, insanları dalâletten kurtarmaya çalışmıştır. Sefih kimselerin dışında böyle bir zâta kim mütâbaatta bulunmaz, hürmet göstermez?
Âyet-i kerime’de:
“Nefsini aşağılık yapan (beyinsiz) kimseden başkası İbrahim’in dininden yüz çevirmez.” buyuruluyor. (Bakara: 130)
Allah-u Teâlâ’nın kendisine dost edindiği bir zâtın dinine ittiba eden kimsenin dini elbette ahsen ve muhkem olur. Binaenaleyh böyle bir Allah dostunun dinine uyan kişi de Allah-u Teâlâ’ya dost olmaktan payını almış olacaktır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İşlerinde doğru olarak kendini Allah’a teslim eden ve İbrahim’in Allah’ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden, din bakımından daha güzel kim vardır?” (Nisâ: 125)
Allah-u Teâlâ İbrahim Hâlil’inin kendisine karşı ne kadar teslimiyet gösterdiğini, ibadet ve taat hususunda bütün beşeriyete bir imtisal numunesi olduğunu Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Rabbi ona ‘Teslim ol!’ dediği zaman o ‘Ben âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.” (Bakara: 131)
O bu emri sadece kendisi yerine getirmekle kalmamış, İslâm’ı kendi soyundan gelenlere de tavsiye etmişti:
“İbrahim de bunu kendi oğullarına vasiyet etti.” (Bakara: 132)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri kullarını İbrahim Aleyhisselâm’dan İsa Aleyhisselâm’a ve ondan da dinlerin sonuncusu İslâm’a kadar süre gelen Tevhid inancına davet ediyor ve Âyet-i kerimesin’de şöyle buyuruyor:
“Deyiniz ki: Biz Allah’a iman ettik. Bize indirilene; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilenlere; Musa’ya, İsa’ya ve peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik.
Onları birbirinden ayırt etmeyiz. Biz ancak O’na teslim olanlarız.” (Bakara: 136 - Bakınız; Âl-i imran: 84)
Âyet-i kerime Enbiyâ-i izam hazerâtının seçkinlerini kısmen zikretmiş, diğerlerini özet olarak anmış ve bunlardan hiçbirini ayırt etmeksizin hepsine inanılmasının gerektiğini bildirmiştir.
Âhir zaman peygamberi Muhammed Aleyhisselâm, Tevhid inancı esasına dayanan İbrahim Aleyhisselâm’ın dinine tâbi olmakla vazifeliydi.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Sonra da sana ‘Doğruya yönelen İbrahim’in dinine uy! O müşriklerden değildi.’ diye vahyettik.” (Nahl: 123)
Allah-u Teâlâ’nın Resul’üne tavsiyesi şüphesiz ki ümmetine de tavsiyesi demektir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki:
Şüphesiz ki Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah’ı birleyen İbrahim’in dinine iletti. O müşriklerden değildi.” (En’am: 161)
Müşrik olmadığı gibi, şirkin baş düşmanı idi.
Görülüyor ki bu din-i mübinin temeli, İslâm ümmetinin atası olan İbrahim Aleyhisselâm’a kadar uzamaktadır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O sizi seçmiş, babanız İbrahim’in yolu olan dinde sizin için hiçbir zorluk yüklememiştir.” (Hacc: 78)
İbrahim Aleyhisselâm Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin cedd-i âlâsı ve babası bulunduğundan, ümmetinin de babası sayılır. Bir peygamberin ümmeti, o peygamberin evladı hükmünde olduğu gibi, o peygamber de ümmetinin babasıdır.
Bunun içindir ki İbrahim Aleyhisselâm’a Kur’an-ı kerim’de oldukça geniş yer verilir.
Bu Âyet-i kerime, putlara taptıkları ve Kâbe’yi putlarla doldurdukları halde kendilerinin İbrahim Aleyhisselâm’ın dini üzerinde bulunduklarını iddiâ eden Kureyş müşriklerini tekzip ettiği gibi; dinlerini parça parça yaptıkları halde kendilerini onun dininden sayan, ona sahip çıkmaya, onu kendi saflarında göstermeye yeltenen yahudi ve hıristiyanları da tekzip etmektedir. Zira onlar İbrahim Aleyhisselâm’ın dininden tamamiyle ayrılmışlardır. Muvahhid ve müslüman olmak şöyle dursun, bir kısmı müminleri sapıklığa sürüklemeye çalışmaktadırlar.
Zira yahudi ve hıristiyanlar İslâm’ın en büyük düşmanıdırlar.
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120)

Onlar ise yahudi ve hıristiyanlarla dostluk kurmuş, onları “kardeş” kabul etmişlerdir. Böylece onlardan olmuşlar, küfürlerini alenen ilân etmişlerdir.

İbrahim Aleyhisselâm; ne Yahudi ne de Hıristiyandı, O Bir Müslümandı:


İbrahim Aleyhisselâm; ne Yahudi ne de Hıristiyandı,
O Bir Müslümandı:


İbrahim Aleyhisselâm’ın yahudi veya hıristiyan olduğunu iddiâ eden ehl-i kitap hakkında nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
“Ey ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrat da İncil de ondan sonra indirilmiştir. Siz hiç düşünmez misiniz?” (Âl-i imran: 65)
İbrahim Aleyhisselâm’a dair bu iddialarını ispat edecek Tevrat’ta da İncil’de de hiçbir bilgi yoktur. O, bu kitaplar gönderilmeden çok önce yaşamıştı. Yahudilik ve hıristiyanlık tabirleri, adı geçen bu peygamberlerden çok daha sonraları ortaya çıkmış; yahudilik ancak Musa Aleyhisselâm’dan, hıristiyanlık ise İsa Aleyhisselâm’dan sonra şöhret bulmuştur. Onların bu husustaki münakaşaları hiçbir esasa dayanmamaktadır.
“Hadi siz bildiğiniz olan şey hakkında tartışanlarsınız. Fakat bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz?” (Âl-i imran: 66)
Sizin bu yaptığınız, aptallık ve beyinsizlik değil midir?
“Oysa Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz.” (Âl-i imran: 66)
Artık bu gibi câhilce iddiâlarda bulunmayınız, Allah-u Teâlâ’nın bu husustaki beyanlarını kabul ediniz.
Allah-u Teâlâ onların İbrahim Aleyhisselâm hakkındaki iddialarını yalanlayarak Âyet-i kerime’sinde ulûl-azm peygamberlerden İbrahim Aleyhisselâm’ın “ne hıristiyan ne de yahudi” olduğunu,“Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman” olduğunu haber veriyor:
“İbrahim ne yahudi ne de hıristiyandı. Fakat o Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi.” (Âl-i İmran: 67)
Allah-u Teâlâ böyle buyurduğu halde, onlar yahudi ve hıristiyanları beraberce Urfa’ya dâvet ettiler, birleşme arzusunu kurdular. İman ile küfrü karıştırdılar. Bu Âyet-i kerime’yi inkâr ettiler ve küfürlerini ilân ettiler.
Allah-u Teâlâ dinini bütün dinlerden üstün kılmıştır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile gönderen Allah’tır. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar.” (Tevbe: 33)
İslâm geldikten sonra ne yahudiliğin, ne hıristiyanlığın, ne de diğer dinlerin hükmü kaldı. Hiçbirisi de İslâm’ın karşısında tutunamadı.
O günden itibaren bütün âleme karşı şu hakikat tamamen açıklık kazandı ki; Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Aleyhisselâm Allah’ın peygamberidir.
Muhammed Aleyhisselâm’ın hak peygamber olduğunu kabul etmeyen yahudi ve hıristiyanlar, İbrahim Aleyhisselâm’ı dillerine dolamaktadırlar. Halbuki Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın müşrik olmadığını beyan etmekle; yahudilerin ve hıristiyanların müşrik olduklarına işaret buyurmaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde yahudi ve hıristiyanlar hakkında şöyle ferman buyuruyor:
“Yahudiler: ‘Üzeyir Allah’ın oğludur.’ dediler.” (Tevbe: 30)
Bu sözleri ile hıristiyanların: “Mesih Allah’ın oğludur.” sözüne bir kapı açmış oldular.
“Hıristiyanlar da: ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur.’ dediler.” (Tevbe: 30)
Başlangıçta bunu söyleyenler bir kısım hıristiyanlar ise de, sonradan hemen hepsi böyle söylemeye başladılar, hatta böyle söylemeyenleri kâfirlikle itham ettiler.
Hazret-i Allah’ın ilk elçisi Adem Aleyhisselâm’dan itibaren koyduğu “Tevhid inancı”nı, “Ehadiyet” akidesini bozdular ve kâfir oldular.
“‘Allah Meryem oğlu Mesih’tir.’ diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 17)
O öyle bir Allah’tır ki;
“Doğurmamış, doğurulmamıştır.” (İhlas: 3)
Zira onlar Allah’a oğul isnat etmekle şirk koşmuş, müşrik olmuşlardır.
Bu iftiralarından dolayı Allah-u Teâlâ’nın ilâhi gazabına maruz kalmışlardır.
Allah-u Teâlâ böyle ferman buyuruyorken, yahudi ve hıristiyan dinlerinin mensupları ile ortak zeminde buluşmak ayrı dinlerden insanları birleştirdi demek, bir de onları kardeş ilân etmek bu Âyet-i kerime’leri inkâr etmektir. Bu alenen küfürdür.

Allah-u Teâlâ "Kâfirleri dost edinmeyin."buyurduğu halde, bunların bunca dostluğu küfürde olduklarına en büyük delil değil midir:"
Fetullah Gülen ve Papa
Ehl-i kitap tarafından İslâm’ı ortadan kaldırmak için peşpeşe girişilen tarihi, siyasi ve iktisadi çabaları ve neler harcadıklarını bilen bir kimse, bu Âyet-i kerime’lerin mânâsını yakînen kavramış olur.
“Rahman çocuk edindi dediler.” (Meryem: 88)
Bu, hiçbir delilin desteklemediği bir iddiâdır. Bundan daha ileri derecede bir iddiâ bulunamaz.
Bu bakımdan Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız.” (Meryem: 89)
Ölçülemeyecek kadar kötü bir iş yaptınız, son derece çirkin bir söz söylediniz.
“Onlar o Rahman olan Allah’a çocuk iddia ettiler diye, bu sözden dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecekti.” (Meryem: 90-91)
Kâinat bütünüyle, Allah-u Teâlâ’ya karşı söylenen bu sözlerden dolayı öfkeye kapılıyor. O’nun celâline hürmetlerinden dolayı bu derece şiddetli bir noktaya geliyor. Çünkü bütün bu mevcudat Allah-u Teâlâ’yı tevhid yani birleme, esası üzerine yaratılmışlardır.
“Halbuki Rahman olan Allah’a çocuk isnat etmek aslâ yakışmaz.” (Meryem: 92)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde hıristiyanların İsa Aleyhisselâm hakkındaki bâtıl inançlarını anlatarak şöyle buyurmaktadır:
“‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir.’ diyenler gerçekten kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 72)
Allah-u Teâlâ bu gibi vasıflardan münezzehtir.
“Halbuki Mesih onlara demişti ki:
Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.” (Mâide: 72)
İsa Aleyhisselâm hıristiyanlara karşı delil olması için kendisinin de Allah’ın bir kulu olduğunu ifade etmiş ve bu konuda kendileriyle onlar arasında herhangi bir ayırım gözetmemiştir.
“Kim Allah’a ortak koşarsa, muhakkak ki Allah ona cenneti haram kılar.” (Mâide: 72)
Kim Allah’tan başkasının ilâh olduğuna inanırsa o aslâ cennete giremez. Çünkü cennet bir olan Allah’a inananların yurdudur.
“Varacağı yer ateştir, zâlimlerin yardımcıları yoktur.” (Mâide: 72)
Orada ebedi olarak kalacaklardır. Onlara destek olacak, içinde bulundukları durumdan onları kurtaracak hiçbir kimse yoktur.
Mütebaki Âyet-i kerime’de ise şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun ki: ‘Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür.’ diyenler kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 73)
“Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür.” demek, hem “Üç” kelimesi, hem de “Üçüncü” kelimesi itibariyle olmak üzere iki yönden küfürdür, katıksız şirktir. Bir ilâhtan başka ilâh olmadığı halde üç ilâh farzetmek, bir olan Allah’ın hakkını inkârdır, zulümdür. “Allah üç” demek gibi bir çelişkidir. Onların bu küfrünü hoş görmek küfürde onlara ortak olmaktır. Alenen küfürdür.
“Oysa bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur.” (Mâide: 73)
Başka hiç kimse ulûhiyet sıfatına haiz değildir. Bütün mükevvenâtın Hâlik’ı ancak O’dur. Hiçbir şekilde ortaklığı kabul etmez, ulûhiyette tektir.
“Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkâr edenlere çok acıklı bir azap dokunacaktır.” (Mâide: 73)
Bu gibi sözlerden ve teslis inancından vazgeçmeyenlere Allah-u Teâlâ açıkça küfür damgası vurmuştur. Onlar en şiddetli bir azapla azaba uğrayacaklardır.
Nerede kaldı ki yahudi ve hıristiyanlar müslümanları kendi dinlerine dâvet etmekte ve bunun gayreti içindedirler.

Fetullah Gülen ve Hahambaşı

İşte onların iç durumları!

İKİ HASIM ZÜMRE


İKİ HASIM ZÜMRE
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır. Kim Tağut’u inkâr edip de Allah’a iman ederse muhakkak ki o kopması mümkün olmayan en sağlam bir kulpa sımsıkı sarılmış olur. Allah işitendir, bilendir.”
(Bakara: 256)
“Birbirine hasım iki zümre.”
(Hacc: 19)
“İbrahim ne yahudi ne de hıristiyandı. Fakat o Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi.”
(Âl-i imran: 67)
Bu Âyet-i Kerime’ler Narcıların Sihirlerini Bozdu Attı,
Küfre Kaydıkları Meydanda Kaldı.

İlâh edindikleri adam narcıların kalbine öyle bir küfür tohumu ekti ki küfürde dondu kaldılar.

“İki Hasım Zümre”:
Küfrü hoş gören narcılar, son dört-beş yıldır hıristiyan papa ve papazlarla, yahudi hahamlarla bir yakınlaşmaya girmişler, İslâm ümmetine küfrü hoş göstermeye çalışıyorlar.
O kadar ileri gittiler ki “Kardeşiz” bile dediler.
Oysa Allah-u Teâlâ iman ile küfrü kesin olarak ayırmıştır. “Hem müslüman olayım, hem kâfir olayım” demek olmaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İki hasım zümre.” (Hacc: 19)
Buyurarak iman ile küfrü birbirinden ayırdığı halde, “Biz hasım değiliz, dostuz.” dediler, bu Âyet-i kerime’yi inkâr ettiler ve küfürlerini alenen ilân ettiler.
Yani: “Biz bu hükmü inkâr ettik, kâfir olduk, kâfirlerle beraber olduk.”
Küfrü hoş gören narcılar kendi menfur emellerine Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ı da alet etmek istemişler, onun mübarek ism-i şerif’ini kullanarak bu ulûl-azm peygamberimize iftirada bulunmuşlardır.

Şöyle ki: Geçtiğimiz Nisan ayında Urfa’da tertipledikleri bir toplantıda yahudi ve hıristiyanları da yanlarına alarak “İbrahim Halilullah yıllar sonra, ayrı dinlerden insanları birleştirdi.” demişler, kardeşlikten, diyalogtan, işbirliğinden bahsederek küfrü hoş görmüşler, alenen küfre kaymışlardır.

Bu Hizbullahçıların Yaptığı İslâm Dininde Var mıdır?



Bu Hizbullahçıların Yaptığı
İslâm Dininde Var mıdır?
“Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür.”
(Bakara: 191)
Bu Âyet-i kerime bütün bölücülerin kulağına küpe olsun!

Katl ise;
“Kim bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir.
Allah ona gazap etmiş, lânetlemiş ve büyük bir azap hazırlamıştır.”
(Nisâ: 93)


Haksız yere kasten bir kimseyi öldürmek en büyük suç ve günahlardan sayılır. Bu cinayeti işleyenler dünyada kısasa, ahirette ise cezaya uğrar.
Kur’an-ı kerim’de öldürmenin haram olduğuna dair pek çok Âyet-i kerime vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in insan öldürmenin haram olduğunu belirten pek çok Hadis-i şerif’i mevcuttur.
Binaenaleyh; bunların yaptığı iş, aslâ İslâm dininde yoktur.


“Hizbullahçıyız diyenlerin hakkında ne dersiniz? Bu İslâm’da var mı?” diye soruluyor.
Bunların yaptığı iş, aslâ İslâm dininde yoktur.
İslâm hukukunun bu husustaki görüşünü olduğu gibi arz ve ifade edeceğiz.

İnsan Öldürmenin
Haram Oluşu:
İslâm dini insan hayatını korumuş, cana kıymayı Allah’a inkârdan sonra büyük suçlardan kabul etmiştir.
Kur’an-ı kerim’de öldürmenin haram olduğuna dair pek çok Âyet-i kerime vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in insan öldürmenin haram olduğunu belirten pek çok Hadis-i şerif’i mevcuttur.
Haksız yere kasten bir kimseyi öldürmek en büyük suç ve günahlardan sayılır. Bu cinayeti işleyenler dünyada kısasa, ahirette ise cezaya uğrar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyamet gününde insanlar arasında ilk görülecek dâvâ, kanlarla ilgili olacaktır.” (Buharî, Diyât, 1)
Bu Hadis-i şerif haksız olarak bir insanın hayatına son vermenin en büyük günahların başında geldiğini gösterir.
İslâm hukukuna göre kasten adam öldürmenin cezası kısastır.
Allah-u Teâlâ zulmü kaldırmak ve insanlar arasında eşitliği sağlamak için kısas Âyet-i kerime’lerini indirmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Öldürenler hakkında size kısas farz kılındı.” (Bakara: 178)
Diğer taraftan da cinayet işlemek, katilin hiç çıkmamak üzere ebedî cehennemde kalmasına sebep olur.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, lânetlemiş ve büyük bir azab hazırlamıştır.” (Nisâ: 93)
Cehennemde ebedî kalma cezası, katilin tevbekâr olmamasına âittir. Tevbesinin kabul edilip edilmemesi ise Allah-u Teâlâ’nın iradesine bağlıdır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Mümin haram olan kanı akıtmadıkça, dininin geniş alanında kalır.” buyuruyorlar. (Buhârî)
Bir mümin büyük günahlar işlese de; tevbe eder, kul haklarını öderse, Allah-u Teâlâ’nın affına uğrayabilir ve dininin geniş alanında kalır. Fakat kendisine mümin kardeşinin kanı bulaşan kimse, aff-ı ilâhiden ümitsiz olarak yaşadığından, dini de hayatı da onu sıkar. Huzur içinde yaşayamaz.
Öldürülen insanın velisi, kısas yoluyla katilin öldürülmesini istese bile, bu ceza dünyadaki cezasıdır. Ölenle öldürülen arasındaki diğer hükümler ahirete kalmıştır.
İlâhî mahkemede îlây-ı kelimetullah için öldüren kurtulacak, fakat gayr-i meşru bir maksatla öldüren, öldürdüğü kimsenin de günahını yüklenerek hesap yerinden ayrılacaktır.
Abdullah bin Mes’ud -radiyallahu anh-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Kıyamet günü bir adam bir başkasının elinden tutmuş olarak gelir ve ‘Ey Rabbim! Bu beni öldürdü!’ der.
Aziz ve Celil olan Allah da ‘Onu niye öldürdün?’ diye sorar. Adam ‘İzzet senin için olsun diye öldürdüm!’ der. Allah-u Teâlâ ‘İzzet benim içindir!’ buyurur.
Bir başka adam da bir başkasının elinden tutmuş olarak gelir ve ‘Ey Rabbim! Bu beni öldürdü!’ der.
Aziz ve Celil olan Allah da ‘Onu niye öldürdün?’ diye sorar. Adam ‘İzzet falancanın olsun diye öldürdüm!’ der. Allah-u Teâlâ ‘İzzet falancanın değildir!’ buyurur ve o adam öbürünün günahıyla döner.” (Nesâi. Tahrim 2)
İnsan öldürmenin haram olduğunu belirten daha pek çok Hadis-i şerif mevcuttur.
Büreyde -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Müminin öldürülmesi Allah katında, bütün dünyanın yok olup gitmesinden daha büyüktür.” (Nesâi: Tahrim 1)
Değil suçsuz bir insanı suçsuz olarak öldürmek, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ hutbesi’nde bütün kan dâvâlarını kaldırdığını beyan buyurdu. İlk olarak kaldırdığı kan dâvâsı da kendi yakını idi.
“Ey insanlar!
Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl mukaddes bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, namus ve şerefiniz de öylece mukaddestir. Her türlü tecavüzden korunmuştur.”
“Ashabım!
Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız.”
“Ashabım!
Câhiliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvâsı Abdülmuttalib’in torunu Rebia’nın kan dâvâsıdır.”

Ruhsat ve Fırsat:
Üstelik onların aktif hareketlerini görünce müslüman olmayanlar; “Vay İslâm canlanıyor!” diyerek, hakiki müslüman olanlara olanca şiddetle baskı yapmak istiyorlar.
Bu mülkün sahibi olan Hazret-i Allah ruhsat veriyor, imtihan etmek için.
Ve fakat o kimseye fırsat vermez. Ne münafıklara, ne de kâfirlere.
Ruhsatları bitince canlarını alacak, ruhunu cehenneme atacak, bedenini de yerdeki kurtlara yedirecek, kabir azabını tattırmak için yerlere serecek.
Zira:
“Bu gün mülk kimindir? Tek ve kahhar olan Allah’ındır!” (Mümin: 16)
Hakiki müslümanlara hem Rahim, hem de Rahman olan Hazret-i Allah’ın nâmütenahi ihsan ve ikramlarına nâil olurken, şükürle, zikirle, fikirle hayatlarını idame ettiriyorlar. Yoktan, var edeni, nimetlerle gark edeni, mülkünde yaşatanı, rızıklandıranı tefekkür ediyor, mânevi zevk ve sefâ içinde yaşıyor.
Fakat münafık ve kâfirlere gelince; imtihanlar bitince, ruhsatı çekince, kaynar suya düşünce, su ile cehennem arasında dolaştırılırken, halleri ne olacak?
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
İnsanoğluna ancak çalıştığının karşılığı verilecektir.
“Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur ve çalışması ileride görülecektir.” (Necm: 39-40)
İyisi iyiliğinde, kötüsü kötülüğünde.
Günah ve suç, yalnız öldürene değildir, söz veya fiil ile ortak olana da şâmildir. O da bu ortaklığı derecesinde Allah-u Teâlâ’nın gazabına uğrar. Hatta öldürme esnasında orada bulunan da mesul olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Zulümle birisinin öldürüldüğü yerde sizden kimse durmasın. Çünkü bulunup da müdafaa etmeyene ve bu zulme mâni olmayana lânet yağar.” (Ebu Dâvud)
Kasten öldürmenin cezası Sünnet-i seniyye’de de belirlenmiştir.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Kim mümin bir kimseyi (kasten) öldürürse, katil bu sebeple kısas olunur.” (Ebu Dâvud: 4539)

Kısasın Meşru Oluşu:
Kısasın meşruluğu Kur’an-ı kerim, Sünnet-i seniyye, İcmâ ve akıl ile sabittir.
Allah-u Teâlâ zulmü kaldırmak ve insanlar arasında eşitliği sağlamak için kısas Âyet-i kerime’lerini indirmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Öldürenler hakkında size kısas farz kılındı.” (Bakara: 178)
Bu hitap mümin idarecilere yapılmaktadır. Allah-u Teâlâ devlet başkanına ve onun adına iş gören ve onun makamında bulunan herkese kısas cezasını uygulamayı farz kılmıştır.
Kısas, katil ile maktul arasında eşitliği sağlamak için, katilin de öldürülmesidir. Çünkü ilâhi ahkâma göre katilin maktul karşısında hiç bir imtiyazı yoktur. Her ikisi arasındaki eşitlik, katilin maktule karşı işlediği öldürme fiilinin, aynı şekilde katile de uygulanmasını gerektirir.
“Hüre karşılık hür, köleye karşılık köle, kadına karşılık kadın (öldürülür).” (Bakara: 178)
Öldürülecek olanlar, cinayeti bizzat işleyenlerdir. Her öldürülen kimsenin karşılığında, kendi katili aynı şekilde öldürülür. Öldürülen kim olursa olsun, onun katili veya katilleri, o öldürülenden daha fazla yaşama hakkına sahip değildirler.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür.” (Şûrâ: 40)
Allah-u Teâlâ eşitliğin ve adaletin esası olan kısası müslümanlara farz kıldıktan sonra, sonsuz rahmetinin tabii bir neticesi olarak affa işaret etmiştir. Öldürülen kimsenin yakınları tarafından katil affedilirse, buna da uyulmasının gerektiğini bildirmiştir:
“Bununla beraber (katil) bir kimse kendi lehine (öldürülenin) kardeşi tarafından affedilirse, bundan sonra iyiye uymak ve (öldürülenin velisine) güzelce diyet ödemek gerekir.”(Bakara: 178)
Kısastan vazgeçilip katil affolunduğu takdirde, gerek af ve gerek diyet tesbiti, mârufa uygun olarak yapılır. Vârislerin katili affetmeleri, onları hiç bir surette katile zulmetme hakkını kazandırmaz.
“Bu (uygulama) Rabbinizden size bir kolaylık ve rahmettir.” (Bakara: 178)
Diyetin meşru kılınmasında katil için kolaylık ve hafiflik, maktulün vârisleri için de fayda vardır.
Önceleri Tevrat’ta da yalnız kısas meşru kılınmıştı. Fakat kısasta kul hakkından başka bir de Allah hakkı bulunduğu cihetle Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmetine kısası yazarken, bir hafifletme ve rahmet olarak af ve diyeti de meşru kılmıştır. Bu affı da hak sahibi olan maktulün vârisinin eline vermiştir.
Kısas karşılığında diyet almayı kabul etmek, bir kişinin ölümünden çok hafif olduğu gibi, katilin de hayatını bağışlayarak korumak demektir.
“Buna rağmen her kim ki bundan sonra haddi aşarsa, onun için elem verici bir azap vardır.” (Bakara: 178)
Bu azap dünyada, öldürdüğü kimsenin yerine kısas olma cezasıdır. Ahirette ise cehennem ateşidir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şer’î bir hak olmadan öldürmenin hükmünü beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin.” (İsrâ: 33)
İnsanın en önemli vazifelerinden birisi de hayat gibi bir nimetin idamesine çalışmaktır. Yaşama hakkı mukaddes olduğundan, İslâm dini bu hakkın muhafazası hususunda her türlü tedbiri almıştır.
“Bir kimse zulmen öldürülürse, biz onun velisine bir hak tanımışızdır.” (İsrâ: 33)
Onun vârisi için kat’le kısas uygulama veya ondan diyet alma ya da onu affetme yetkisi vermiştir.
“Ancak bu veli de kısasta ileri gitmesin.” (İsrâ: 33)
Meşru sınırı aşmasın.
Bu ilâhi emir ile katilden başka kimseleri de öldürmek, suçluyu işkence ile öldürmek, cesedini tahrip etmek, diyet aldıktan sonra katili öldürmek... yasaklanmıştır.
“Çünkü o zaten yardıma mazhar olmuştur.” (İsrâ: 33)
Allah-u Teâlâ kısası veya diyeti gerekli kılmakla ona yardım etmiş, hâkimlere de hakkını almasına yardım etmesini emretmiştir.
Kısasın meşru oluşuna dair Sünnet-i seniyye’de de bir çok deliller vardır.
Ebu Şüreyh el-Huzâî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Yakının öldürülmesi veya bir uzvunun kesilmesi musibeti başına gelen (mirasçı durumundaki) kimse şu üç şeyden birini seçmekte serbesttir. Eğer dördüncü bir şey isterse mâni olunuz.
Katili öldürmesi,
Veya onu affetmesi,
Ya da diyet almasıdır.
Kim ki bunlardan birini yaptıktan sonra diğer bir şeye dönüş yaparsa, o kimseye içinde ebedî olarak kalacağı, ibkâ edileceği cehennem ateşi vardır.” (İbn-i Mâce: 2623)
Kişinin kendi kendine intikam almaya cüret etmesi yasaklanmıştır.

Kısastaki Hikmetler:
Allah-u Teâlâ kısasın hikmetini beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Kısasta sizin için hayat vardır.” (Bakara: 179)
Hem Allah’ın hakkı, hem de kulun hakkı olan bu masum yaşama hakkına saldırmak demek, kişinin kendisini de yaşama hakkından mahrum etmek demektir.
Yaşama hakkına saldırı, halkın yaşamasına saldırıdır. Bu ise saldırıdan korunmuş bulunduğu için, bunun ilk eserinin saldırganın kendisinde ortaya çıkması lâzım gelir. Bu bakımdan adam öldürmenin hakkıyla verilecek asıl hükmü, kısas yoluyla katilin kendisini öldürmektir. Çünkü öldüren öldürülmeyi hak etmiştir. Tarafsız olarak ve kararlı bir şekilde düşünüldüğü zaman, adam öldürmenin bundan başka hükmü ve cezası olmaması gerekir.
Kısastaki yok etme, hayatı kaldıran bir vahşeti yok etmektir. Bu ise hayat hakkının yaşaması demektir. Bunun içindir ki dünyada adalet ve eşitliğe kısastan daha büyük bir misal gösterilemez. Yaşama hakkını yok eden bir câninin yaşama hakkı olmadığını kendi gözleriyle görmesi ne büyük bir ibret ve adalet manzarasıdır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” buyurmuşlardır. (Müslim: 2318)
Katillere, cânilere gösterilecek merhamet, işlemiş oldukları suçlara ve kötülüklerin yayılmasına yardım etmektir. Kötülükleri önlemek için caydırıcı cezalar konulması, adaletin tesis edilip korunmasına yöneliktir.
Kısas, hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir. Kısasta hayat bulunması, kısasın insanların birbirlerini öldürmelerine engel olması dolayısıyladır. Çünkü adam öldürmek isteyen kimse, öldürürse ve öldürdüğünde kendisinin de öldürülmeyi hak edeceğini bilirse, akıl gereği olarak öldürmekten vazgeçer. Böylece hem kendisi hem de karşısındaki hayatta kalır.
Bu şekilde öldürmenin önüne geçilmesi, bu ikisinden başka bununla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan insanların hayatlarını da güven altına almış olur. Zira bir cinayet hadisesi, katil ile maktulün yakınları arasında düşmanlığa ve kan dâvâlarına sebep olabilir. Kısas ise zulme uğrayan tarafın intikam hislerini söndüren bir ceza çeşididir. Katil kısasla cezalandırıldığı takdirde araya girecek düşmanlıklar derhal sona erer.
Kısasla öldürmenin tavsiye edilmesi, zâlimce öldürmeleri önlemek içindir.
“Kısasta sizin için hayat vardır.” Âyet-i kerime’si, Kur’an-ı kerim’de belâgatın en yüksek üslubuyla beyan edilmiş, iki zıt kelime olan “Ölüm” ve “Hayat” kendi zıddı olan diğer bir kelimenin yerine geçerek onun mânâsını ifade etmiştir. Birbirine zıt olan iki şeyden birinin varlığı, diğerinin yokluğunu gerektirir. Kısas, hayatı ortadan kaldırdığı için ona zıttır. Bu Âyet-i kerime’de ise kısasın hayatı koruduğuna işaret edilmiştir.
Allah-u Teâlâ kısasın hikmetini beyan ettikten sonra, hitabını umumi olmasına rağmen akıl sahiplerine tahsis etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ey akıl sahipleri! Belki böylece Allah’tan korkarsınız.” (Bakara: 179)
Çünkü kısasla ilgili hükmün sırrını ve hikmetini, insanlık âlemine getirdiği sayısız faydaları anlayabilecek olanlar onlardır.

Kısası Düşüren Sebepler:
a. Caninin kısastan önce, herhangi bir sebepten dolayı ölümü kısası düşürür.
b. Af ile kısas düşer. Hatta kısasın uygulanmasından daha hayırlıdır.
Affetmenin mânâsı, kısasın karşılıksız olarak düşürülmesidir. Diyet karşılığında kısastan vazgeçmek ise affetmek değil, bir sulhtür.

Affetmenin Hükümleri:
a. Katilin affedilmesinin sonucu, bedelsiz olarak kısas düşürüldüğü zaman, affedenin o takdirde sulh ile olmak dışında diyet alma hakkı yoktur.
b. Kan velisi tek bir kişi olup affedecek olursa, katilin kanının koruma altında olması sonucunu verir.
Veliler birden fazla olur, onlardan birisi affedecek olursa katilden kısas düşer. Çünkü kısas parçalanma kabul etmeyen bir bütündür. Affeden kişi eğer diyet karşılığında affetmiş ise, diyetteki payını alır. Bedelsiz olarak affetmiş ise hiç bir şey alamaz.
c. Maktul ölümünden önce katili affedecek olursa, katilden kısas düşer ve ondan sonra maktulün mirasçılarına diyet ödemek icap etmez.

İslâm’da İşkence Yoktur:
Cezası olarak ölüme mahkum edilse bile, işkence ile öldürmeyi dinimiz yasaklamıştır.
Bir insanın gözünü çıkararak, burnunu ve kulağını, kolunu ve bacağını, velhasıl bütün uzuvlarını kopararak cesedini belirsiz hale getirmek suretiyle işkence yapmak, bir kâfire de yapılmış olsa dinimizde yasaklanmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Öldürdüğünüz zaman bile en güzel tarzda öldürün.” (Müslim, Sayd: 57)
Buyurarak ve bunu savaşlarda bizzat uygulatarak insanlık tarihinde benzersiz bir çığır açmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz insan olsun, hayvan olsun, öldürme hususunda en ziyade şefkat ve merhamet duyguları ile hareket ederek, onlara en ölçülü davranacak olanların müminler olduğunu Hadis-i şerif’lerinde beyan buyuruyorlar:
“Öldürme tarzında insanların en ölçülüsü iman sahipleridir.” (Ebu Dâvud: 2666 - İbn-i Mâce: 2681)
Müminler bu ölçülere uyar, haddi aşarak haram edilen tarzlara tevessül etmez.
Halid bin Velid -radiyallahu anh-in oğlu Abdurrahman -radiyallahu anh-in kumandasında bir birlik gazaya çıkmıştı. Düşman tarafında iri yapılı dört kişi yakalayıp getirdiler. Onların derhal öldürülmelerini emretti ve ok atılarak öldürüldüler.
Bu haber Ebu Eyyûb el-Ensârî -radiyallahu anh-e ulaştığında şöyle söyledi:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bu çeşit öldürmeyi yasakladı. Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, (değil insan) bir tavuk bile olsa, onu öldürücü atışlar için hedef kılmayız.”
Onun bu sözü Abdurrahman -radiyallahu anh-e ulaşınca dört köle azad etti. (Ebu Dâvud: 2666)
Adam öldürmelerin çoğalması kıyamet alâmetlerindendir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, insanlara öyle bir zaman gelecek, katil niçin öldürdüğünü, maktül de niçin öldürüldüğünü bilmeyecektir.” (Müslim)
Bugünkü anarşi beyan ediliyor.

MEŞRU SAVUNMA
(NEFSİ MÜDAFAA)
Mahiyeti:
Bir kişi bir başkasının canına, malına veya ırzına saldırıda bulunacak olsa, yahut haksız yere malına veya canına kastetmek üzere saldırsa, yahut ırzına tecavüz için bir kadına hücum etse, saldırıya uğrayanın ve başkasının bu saldırıyı defedebilmek için gerektiği kadarıyla karşılık vermek hakkı vardır.

Meşru Oluşu:
Meşru savunmanın delili Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğudur:
“Size saldırana, onun size saldırdığı gibi siz de saldırın. Allah’tan korkun ve biliniz ki Allah muttakilerle beraberdir.” (Bakara: 194)
Burada takvânın emredilmesi “Benzeriyle saldırıyı defetmek” düsturuna bağlı kalmanın veya daha hafif olanı yapmak suretiyle tedricen savunmayı esas almanın zorunlu olduğunun delilidir.
Sünnet-i seniyye’den delili ise Hadis-i şerif’lerdir.
Muhârik -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e bir kimse gelerek “Yâ Resulellah! Bir adam gelip malımı almaya kalkarsa ne yapayım?” diye sordu. Resulullah Aleyhisselâm “Ona Allah’ı hatırlat!” buyurdu. Adam “Hatırlamazsa?” dedi. Resulullah Aleyhisselâm “Etrafındaki müslümanlardan yardım iste.” buyurdu. Adam “Etrafımda hiç müslüman yoksa?” diye sordu. Resulullah Aleyhisselâm “Öyleyse sultandan yardım iste.” buyurdu. Adam yine “Sultan benden uzaksa!” dediğinde şöyle buyurdu:
“Bir âhiret şehidi oluncaya veya malını koruyuncaya kadar malın için mücadele et.” (Nesâî. Tahrim 21)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e bir kimse gelerek “Yâ Resulellah! Birisi gelip benim malımı almaya kalkarsa, ne buyurursun?” diye sordu. “Ona malını verme!” buyurdu. “Şayet benimle mukatele ederse?” diye sordu. “Sen de onunla mukatele et!” buyurdu. O kimse yine “Ya beni öldürürse!” diye sordu. “O halde şehit gidersin!” buyurdu. “Ya ben onu öldürürsem!” diye sorduğunda ise “O cehennemde olur.” buyurdu. (Müslim: 140)
Başkasını savunmanın câiz oluşuna gelince; bunun temeli ise can olsun, mal olsun saldırılması haram kılınmış şeyleri mutlak olarak müdafaa etmenin gereğidir. Eğer bu hususta yardımlaşma olmayacak olursa, insanların malları da canları da boşu boşuna telef olup gider. Başkaları da böyledir.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Zâlim olsun, mazlum olsun müslüman kardeşlerinize yardım ediniz.” buyurdukları zaman Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm- “Yâ Resulellah! Mazluma yardım edelim güzel de, ya zâlime nasıl yardım edeceğiz?” diye sordular. Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle devam ettiler:
“Zâlimin iki elinin üstünü tutarsınız, kötülük yapmasına meydan bırakmazsınız.” (Buhari. Tecrid-i Sarih: 1088)

Savunmanın Merhaleleri:
Kendisini savunan kimse, mümkün olması halinde en hafif olanından başlar. Eğer saldırıda bulunan kişiyi sözle, insanların yardımını istemek suretiyle defetme imkânı varsa, döverek müdafaaya girişmek haramdır. Eğer elle vurmak suretiyle savunma imkânı varsa kamçı kullanması haram olur. Kamçı ile savmak mümkün ise, sopa kullanması haram olur. Bir organını kesmek suretiyle bu saldırıyâ mâni olmak mümkün ise öldürmek haram olur.
Şayet müdafaa ancak saldırıda bulunanı öldürmekle mümkün olabiliyorsa, savunmada olan kişi öldürme hakkına sahiptir. Çünkü bu savunmanın zaruretleri arasında yer almaktadır. Saldıran silâh çekecek olursa, savunan kişinin onu öldürmesi mubah olur. Çünkü ancak onu öldürmek suretiyle kendisini savunabilir. Zira başkalarının yardımını isteyecek olursa, yardım gelmeden önce saldırgan onu öldürebilir.

Saldırganı Defetmenin Şartları:
1. Saldırının, cezalandırılması öngörülmüş bir suç olması şarttır. Buna göre babanın, kocanın veya öğretmenin terbiye hakkını kullanması, saldırı olarak vasıflandırılmaz. Küçüğün, delinin ve hayvanın saldırısında suç niteliği yoktur.
2. Saldırının gerçekleşmekte olması gerekir, tehdit edilmesi ile olmaz.
3. Saldırıyı başka bir yol ile defetmeye imkân bulunmalıdır. Başka bir yolla saldırıyı defetmek imkânına sahip olan bir kişi bunu yapmayacak olursa, haddi aşan bir kimse demektir.

Nefsi Savunmanın Hükmü:
Canına yahut organlarının herhangi birine kasten hücum edilen bir kimsenin kendini savunması icabeder.
İnsanın şiddetli açlığından, bulduğunu yemek suretiyle kendini koruması vâcip olduğu gibi nefsini savunması da vâciptir.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” buyuruyor. (Bakara: 195)
Saldırıya uğrayan kişinin saldırganı öldürdüğü takdirde gerek medenî ve gerekse cezâî herhangi bir sorumluluğu yoktur. Ne diyet gerekir ne de kısas.
Bizâtihi saldırı fiili, saldırganın kanını helâl kılmaz, ancak yapılan saldırıyı önlemeyi vâcip veya câiz kılar. Yapılan saldırının önlenmesinin istenmesi, saldırganın kanının helâl olmasının sebebidir.

Irzı Savunmanın Hükmü:
Bir fâsık, bir kadına saldırdığı takdirde, imkânı olması hâlinde kadının kendini savunması icabeder. Çünkü kadının böyle birisine imkân vermesi haramdır. Kendisini savunmayı terketmesi ise, saldırgana imkân vermektir. Böyle bir zorlamaya girişen birisini öldürme hakkı da vardır. Eğer öldürmekten başka bir yolla bertaraf etmesi mümkün olmazsa kanı heder olur.
Aynı şekilde bir erkeğin, bir kadına saldırmaya çalışan bir kimseyi gördüğü takdirde saldırganı defetmesi icabeder. Savunması mümkün olursa ve kendisine gelecek bir zarardan korkmuyorsa, öldürecek dahi olsa o saldırganı defetmelidir. Çünkü ırzlar Allah-u Teâlâ’nın yeryüzündeki haramlarıdır. Kişinin bizzat kendi ırzı ile, başkasının ırzı olması arasında bir fark yoktur.
Savunma yapan kişi hiç bir bakımdan sorumlu tutulmaz. Üzerine kısas da yoktur, diyet de yoktur.

DİYETLER
(CİNAYET CEZALARI)
Mahiyeti:
Arapça’da “Ödemek, vermek” mânâsındaki “Vedy” kökünden türeyen diyet; bir şahsın haksız olarak öldürülmesi, sakat bırakılması veya yaralanması durumunda ceza ve kan bedeli olarak ödenen mal veya parayı ifade eder.
Daha açık bir ifade ile belirtmek gerekirse;
Bir öldürme hadisesinde can karşılığı olarak verilen bedele; veya kesilen, yarılan, kırılan, koparılan organlar karşılığında bu işi yapan kimseye veya baba tarafından akrabaları üzerine yüklenen belirli miktardaki tazminata “Diyet” denilmektedir.
Hem ceza, hem de tazminat mânâsı taşıyan diyet, İslâm hukukunun ana konularından birini teşkil eder.

İlâhî Hüküm:
Diyet Kur’an-ı kerim’de ve Hadis-i şerif’lerde mevcuttur ve hükme bağlanmıştır.
Bir Âyet-i kerime’de “Kısas” ın farz kılındığı bildirildikten sonra şöyle buyurulmaktadır:
“Bununla beraber (kâtil) bir kimse kendi lehine (öldürülenin) kardeşi tarafından affedilirse, bundan sonra iyiye uymak ve (öldürülenin velisine) güzelce diyet ödemek gerekir.”(Bakara: 178)
Öldürülenin velisi olan kardeşi tarafından kâtilin cinayeti bağışlanırsa, veliler birden fazla bile olsalar, hüküm onu affeden velinin hükmüne uygun olur ve kısas düşer. Bu hak öldürülenin yakınlarına tanınmıştır. Bunlar ölünün yokluğu ile zaafa düşen ve onun desteğinden mahrum kalan mirasçılardır. Kim birini öldürürse, mirasçılar kâtilin öldürülmesini isteyebilirler. Zira akrabalık duygusu ve yararlılık onları buna sevkeder. Fakat kısasa hükmedecek olan hâkimin, kâtilin öldürülmesine hükmetmemesi, öldürülen kimsenin yakınlarında intikam duygusunun belirmesine, iki taraf arasında daha büyük kavganın çıkmasına ve daha çok kan dökülmesine yol açar.
Kasıtlı olarak işlenen müessir fiillerde kısas cezası gerekir. Mağdurun suçluyu affettiği durumlarda veya kısasın imkânsız olduğu hallerde ise diyet verilir. Bunların çeşitleri, şartları, organlara göre tazminat miktarları ayrı ayrı tesbit edilmiştir.
Fakat bağışlama onlar tarafından gelirse, fitneden emin olunur. Bu durumda hâkim, kâtile ölüm cezası vermekte diretmez. Kısastan vazgeçilip kâtil affolunduğu takdirde, gerek af ve gerekse diyet tesbiti, mârûfa uygun olarak yapılır. Varislerin kâtili affetmeleri, onları hiç bir surette kâtile zulmetme hakkını kazandırmaz.
Bazen öyle olur ki, diyet almak kan sahipleri için öc almaktan daha faydalı olabilir. Üstelik müslüman bir can da kurtulmuş olur.
Bu af eğer diyet verilmek şartı ile anlaşma tarzında bir af ise, kâtilin de bunu kabul edip karşı tarafı oyalamaksızın tayin edilen zamanda güzellikle ödemesi, ödeme şartlarını ihlâl etmemesi gerekir.
“Bu (uygulama) Rabbinizden size bir kolaylık ve rahmettir.” (Bakara: 178)
Diyetin meşru kılınmasında kâtil için kolaylık ve hafiflik, maktulün vârisleri için de fayda vardır. İslâm, öldürme fiilinin cezasında “Adalet” le “Rahmet” i bir araya getirmiştir.
Şöyle ki;
Maktulün vârisleri istedikleri takdirde kısas onlara bir hak olarak verilmiştir. Bu adalettir.
Kısastan vazgeçtiklerinde de diyet almaları meşru kılınmıştır. Bu da rahmettir.
Diyet hükmü, ancak müminlere emredilmiştir. Halbuki yahudilerin şeriatında kısastan başka bir hüküm yoktu.
Kısas karşılığında diyet almayı kabul etmek, bir kişinin ölümünden çok hafif olduğu gibi, kâtilin de hayatını bağışlayarak korumak demektir.
“Buna rağmen her kim ki bundan sonra haddi aşarsa, onun için elem verici bir azap vardır.” (Bakara: 178)
Eğer öldürülenin akrabaları bağışlayıp ‘Diyet” e râzı olduktan sonra, yine kâtili öldürmeye veya intikam almaya kalkışacak olurlarsa haddi aşmış olurlar. Öldüren dünyada kısas edilir, ahirette de onun için şiddetli bir azap vardır.
Kâtil de diyeti tam olarak ödemekten kaçınır veya kötü bir şekilde karşılık verirse, bu da sınırı aşma olarak değerlendirilir.
Bunun içindir ki böyle bir durumda her iki taraf da birbirlerine lütufkâr davranmalıdırlar.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde bir müminin hiç bir şekilde mümin kardeşini öldürme hakkı olmadığını haber vermektedir:
“Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz.” (Nisâ: 92)
İman buna engel olur. Fakat hatadan tamamen sakınmak insanın gücü dahilinde olmadığı için, hata ile bir mümini öldürme durumu müminin de başına gelebilir. Meselâ bir düşmana veya ava atarken kaza olarak bir mümine rastgelirse, bu cinayet bir hatadır. Bu özellikle savaş sırasında pek muhtemeldir.
Her nerede olursa olsun, hükmü de şöyledir:
“Bir mümini yanlışlıkla öldüren kimsenin, bir mümin köleyi azad etmesi ve öldürülenin âilesine teslim edilecek bir diyet ödemesi gerekir.” (Nisâ: 92)
Köle azad etmek Allah-u Teâlâ’nın hakkı olarak bir kefâret, “Diyet” de kul hakkı olarak bir zarar ödemesidir. Bir müminin öldürülmesinde bu şekilde iki hak bulunur. Hayat her şeyden önce Allah-u Teâlâ’nın hakkıdır, hürriyet de bir çeşit hayattır, bu da O’nun hakkıdır. Bir müminin hayatının söndürülmesine karşılık, diğer bir mümine hürriyet bağışlayarak yeni bir hayat kazandırmak; hata ile cinayet işleyen müminin günahını örtmeye vesile olacak en güzel ve en uygun bir kefarettir. Öldürme kasıtlı olsaydı, bu günah kefaret ile örtülemezdi.
Kâtil her ne kadar bir köle azad etmişse de, bununla ancak Allah’ın hakkını ödemiş olmakta, fakat âilenin zararı karşılanmış olmamaktadır. Yanlışlıkla da olsa bu hayat hakkını ondan almış olduğundan; buna karşılık yalnız bir tazminat olmak üzere, öldürülen kimsenin vârislerine bir diyet ödemesi de bir kul hakkıdır. Hata ederek öldüren kimse de bu durumda yardıma lâyıktır. Bunun için baba tarafından akrabası varsa diyete katılması gerekir. Vârislerin bunu affetmeleri de bir yardımlaşmadır.
“Ancak ölünün âilesinin o diyeti bağışlaması müstesnâ. (Nisâ: 92)
Mirasçılar kâtili bağışlar da diyeti düşürürlerse bunu ödemek gerekmez.
“Öldürülen mümin, düşmanınız olan bir topluluktan ise, mümin bir köle azad etmek gerekir.” (Nisâ: 92)
Eğer yanlışlıkla öldürülen mümin, kâfir bir topluluktan ise ve müslümanlarla savaş halinde iseler, bu durumda öldürene sadece kefaret gerekir. O topluluğun diyetten müslümanların aleyhine faydalanmamaları için diyet ödemez. Küfür memleketi, korunma yurdu olmadığından, bir mümin orada oturmayı seçmiş olmakla kendi kanını boş yere heder etmiştir.
“Şayet sizin ile kendileri arasında andlaşma bulunan bir topluluktan ise, âilesine verilecek bir diyet ve mümin bir köle azad etmek gerekir.” (Nisâ: 92)
Yanlışlıkla öldürülen kimse mümin olsun olmasın, zimmîler gibi müslümanlarla aralarında andlaşma bulunan kâfir bir topluluktan ise; arada andlaşma olduğu için öldürene, İslâm memleketinde yanlışlıkla öldürülen herhangi bir müminde olduğu gibi hem diyet hem de kefaret gerekecektir.
“Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay arka arkaya oruç tutması gerekir.
Allah her şeyi bilendir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Nisâ: 92)
İşte hata yoluyla öldürenin edeceği tevbe budur. Eğer azad edecek köle bulamayacak olursa, peşpeşe iki ay oruç tutacaktır. Bu ise Allah-u Teâlâ tarafından verilen bir ruhsat ve kolaylığa dönüştür.
Yanlışlıkla öldürmenin hükümleri bunlardır. Kasten öldürmeye gelince; bunun çirkin bir suç olduğunu ve cezasının çok şiddetli olduğunu açıklamak üzere Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Kim bir mümini kasten öldürürse onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lânetlemiş ve büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisâ: 93)
Çünkü o, çok büyük bir suç işlemiştir. Bu cinayeti işleyenler dünyada kısasa, ahirette ise cezaya uğrar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde öldürülenin diyeti yüz deve olarak, veya altın, gümüş, koyun, sığır, elbise gibi mallardan belirli bir miktar şeklinde takdir etmiştir. Ayrıca, yaralanma ve sakat kalma ile sonuçlanan müessir fiillerin ve organların diyetleri ile ilgili belli ölçüler getirmiş ve uygulamıştır.

Diyetin Miktarı:
Kur’an-ı kerim’de diyetten söz edilmekle birlikte, diyetin miktarı ve ödeme şekliyle ilgili teferruatlı bilgi verilmemektedir. Bu hususta İslâm hukukunun ikinci kaynağı olan Sünnet-i seniyye’ye müracaat etmek gerekir.

a. Öldürmede Diyet:
Kasten adam öldürmede aslî ceza “Kısas”tır. Diyet ancak hak sahibinin kısastan vazgeçmesi veya kısasın herhangi bir sebeple mümkün olmaması durumunda devreye giren ikinci derecedeki bir cezadır. Diyet kısasın bedelidir. Kasta benzer (şibh-i amd) ve hataen öldürmelerde ise diyet aslî ve ilk cezadır. Hata hükmünde olan cinayetler de bu gruba girer.
Kısas isteme hakkı ölünün vârislerine âittir. Bunlar kısas yerine diyet isterlerse veya kısasın şartları bulunmazsa, yahut da suç, öldürme ve yaralama kastı ile işlenmemiş olursa kısas yerine diyet ödenir.
Diyet miktarı Resulullah Aleyhisselâm’dan rivayet edilen Hadis-i şerif’lerde Hulefâ-i Râşidînin söz ve uygulamalarında teferruatlı olarak geçer.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Kim hataen öldürürse diyeti yüz devedir.” (Ebû Dâvud: 4541)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Yüz deve” şeklindeki bu miktarı olduğu gibi korumuştur. Çünkü Araplar o vakitler, deve ile meşgul olan bir millet idiler. Şu kadar var ki, onun getirdiği din sadece Araplar’a değil, bütün milletlere gönderilmişti. Bu sebeple de herkeste deve bulunmadığını bildiğinden, başka mallardan da diyeti takdir buyurdu.
Bazı Hadis-i şerif’lerde diyet miktarı bin dinar altın, onikibin dirhem gümüş, hatta ikiyüz sığır, ikibin koyun, ikiyüz elbise olarak geçer.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- deve fiyatlarının yükselmesi sebebiyle diğer miktarları zikretmiş; her bölge halkının kendi bölgesinde yaygın olandan, meselâ Mısır ve Suriyeliler’in “Altın” dan, Iraklılar’ın “Gümüş” ten diyet vermesini belirtmiştir. Mal kalemlerini sınıf sınıf ayırmıştır ki, diyeti ödemek kolay olsun.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Artık (taraflar) iyiye uymalı.” buyurmaktadır. (Bakara: 178)
Hakkaniyete uymak, karşı tarafı zora sokmaya mânidir.
Resulullah Aleyhisselâm zamanında da diyet, devenin kıymeti esasına göre belirlenmiştir.
Diyetin takdirinde asıl ölçü devedir. Diyetlerin deve cinsinden verilmesi gerektiğinde; yirmibeşi iki yaşında, yirmibeşi üç yaşında, yirmibeşi dört yaşında, yirmibeşi beş yaşında olmak üzere yüz deve verilir.
Bu develer her türlü ayıptan kusurdan uzak olmalıdır.
Diyetin altın ve gümüş üzerinden takdiri, devenin kıymetinin o miktarlar üzerinde olmasından dolayıdır.
Abdullah bin Amr bin Âs -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- köylülerin ödeyeceği (yüz deve) diyet için dörtyüz dinar (altın) veya buna denk gümüş kıymet takdir ederdi. Deve sahiplerinin ödeyeceği bu diyet için de kıymet takdir ederdi.
Develer pahalanınca (deve sahiplerinin ödeyeceği) diyetin bedelini de artırırdı ve develerin fiyatı düşünce diyetin bedelini de eksiltirdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- deve sahiplerinin bu çeşit diyetin kıymetini zamanın râyiç durumuna göre ayarlardı. Böylece bu çeşit diyetin kıymeti Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in hayatta olduğu dönemde dörtyüz dinar (altın) ile sekizyüz dinar (altın) arasındaki meblağlara veya bunun (sekizyüz dinarın) gümüşten dengi olan sekizbin dirheme ulaştı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- sığır sürüsü sahipleri tarafından diyeti sığırdan ödenecek maktulün diyetinin ikiyüz sığır olduğuna ve koyun sürüsü sahipleri tarafından diyeti koyundan ödenecek maktulün diyetinin ikibin koyun olduğuna hükmetti.” (İbn-i Mâce: 2630)
Müctehidler diyette “Deve”, “Altın” ve “Gümüş” kalemlerinin üçünün de birbirine eşit şekilde ana ölçü olduğunu, borcu olan kimsenin bu kalemlerden hangisini öderse borcunu edâ etmiş sayılacağını ifade etmişlerdir. Mağdurun vârisleri diyet borçlusunun üç kalem maldan ödemeyi tercih ettiği kalemi reddetme yetkisine sahip değillerdir. Çünkü bu üç ölçüden biri diyet borcunu ödemede ana esastır ve diyet borcunu ödenmesinde yeterlidir.
Bedeller zamandan zamana asırdan asıra değişebilir. Kıymette bir fazlalık olması zamana uygundur. Paranın alım gücünün düşmesi, ödemenin düşmesini gerektirmez.
Diyette asıl; ödenmesi çok ağır olan, güçlükle ödenebilen, ödemesi için muazzam sıkıntı ve zahmetlere katlanılan büyük bir mal olması ve böylece caydırıcılığın sağlanmasıdır. Zira bu kadar çok malı ödemek zorunda kalması, kâtil için çok büyük bir musibet olacak, sonunu göre göre cinayet işlemeye kalkışmayacaktır.

Nefsi müdafaa maksadıyla meydana gelen öldürmede diyet ve kısas yoktur.
Trafik kazalarında sürücünün kasten bir kimseyi öldürmesi kısası gerektirir.
Kasten olmayıp; sürat tahdidine riayet etmemek, hatalı sollamak, trafik kurallarına uymamak, ehliyetsiz veya uykusuz araba kullanmak, arabanın bakımını yapmadan teknik arızalarını gidermeden yola çıkmak ve benzeri davranış ve hatalarla bir adamın ölümüne sebep olmak diyet gerektirir.

Kadınların Diyeti:
Can bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur. Yani bir kadına karşı bir erkek kısas edilir.
Fakat mal hususunda böyle değildir. Çünkü erkek hem kendisini hem de âilesinin geçimini sağlamak zorunda olduğundan, kadının diyeti erkeğin diyetinin yarısı kadardır.

Diyet Sorumlusu Ve Ödeme:
Diyet bir yönü ile ceza bir yönü ile de tazmin mahiyetinde olduğu için, cinayeti işleyenin cezâî ehliyetinin bulunmaması kısasın uygulanmasına engel ise de diyet yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Bu sebeple kâtilin çocuk, deli, kadın, gayr-i müslim olması diyeti etkilemez.
Diyetin sebebi kâtilin kusuru değil, maktulün hukuken koruma altında olmasıdır. Bundan dolayıdır ki; doktor veya sağlık personelinin yol açtığı ölümler de dahil olmak üzere, sebep olma yoluyla meydana gelen ölümlerde diyet söz konusu olmaktadır.
Kasten adam öldürmede diyetin ceza olmak vasfı ağır basar ve diyeti tek başına kâtil üstlenir. Kendi kazancından elde ettiği menfaati kendisi aldığı gibi günahının cezasını da kendisi çeker.
Ödenecek olan malın yapılan anlaşma gereği ödenmesi gerekmektedir. Yapılan anlaşma verilecek malın peşin verilmesi şartına göre yapılmışsa peşin, daha sonra ödeneceği şeklinde ise daha sonra ödenir.
Hatâen öldürmede keffâret kâtile âittir, diyeti de “Âkile” üstlenirler, bu onların üzerine bir borçtur. Kâtilin âkilesi bu diyet ödemesine suçu işleyen kişi olarak değil, kâtile yardımcı olarak katılmaktadır. Kâtil de âkileden sayılır, diyetten hissesine düştüğü nisbette âkileye dahil olur. Âkileye diyet ödettirilmesi suçluya yardım ve destek niteliği taşır.
Diyet mâli bir tazminattır ve Resulullah Aleyhisselâm ödenecek cezanın dağıtımı olarak diyeti âkilenin ödeyeceğini hükme bağlamıştır.
Bir tam diyet üç senede, senelerin bitiminde olmak üzere üç taksitte ödenir.
Bir diyet ödemeye mahkum kişiler de, hisselerine düşen miktarı her biri üç senede üç taksitle öder.
Bütün mezhepler âkilenin diyeti bir defada peşin ödeme yerine, üç taksit halinde üç yılda ödeyeceği hususunda görüş birliği içindedirler. Zira bu hususta Ashab-ı kiram’ın icmâı vardır.

Âkile:
Âkile, kâtilin baba tarafından olan akrabalarıdır ve kasıt unsuru bulunmayan bir öldürmede veya yaralama hadisesinde suçlu adına diyet ödemeyi üstlenen kimselerdir. Âkilenin bu sorumluğu asıl suçlunun yükünü hafifletme mahiyetinde bir intikaldir. Bunun hikmetinde suç işleme kastı bulunmayan kimsenin bir bakıma mazur olduğu ve dolayısıyla ağır bir cezaya mâruz bırakılmaması gerektiği şeklinde düşünceler bulunmaktadır.
Âkilenin diyet ödemesi teberru yoluyla bir yardımlaşmadır.
Âkilenin İslâm’da hukuki bir meşruluk kazanması Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin tatbikatına dayanır.
Muğîre bin Şu’be -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi vessellem- diyetin kâtilin âkilesi tarafından ödenmesine hükmetti.” (İbn-i Mâce: 2633)
Abdullah bin Amr bin Âs -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- kadının mevcut asabesi (yani baba tarafından erkek akıllı akrabası) nın onun (cinayet işlemesi halinde ödemesi gerekli) diyetini vermelerine ve bunların kadının vereselerinden (belirli hisse sahiplerinden) artan mal dışında onun hiç bir malına mirasçı olmamalarına hükmetti.” (İbn-i Mâce: 2647)
Yani “Asabe” durumundaki akrabalar kâtil erkeğin diyetini üstlendikleri gibi kâtil bir kadının diyetini de yüklenirler. Diyet ödemeyi gerektiren cinayetler ister bir erkek tarafından ister bir kadın tarafından işlensin, bundan dolayı ödenecek diyet bunların asabesine yüklenir. Bu Hadis-i şerif baba ve büyük babanın Âkile adı verilen gruptan sayılmayacağına delildir.
Kısaca ifade etmek gerekirse mirasta “Bi nefsihi asabe” olan bütün asabeler vâcip olan diyeti ödeyecek “Âkile” ye dahildirler.
Âkilenin üzerine diyetin ödenmesinin bir vücubiyet olarak gelmesi için, kendilerine kâtile nesep ilişkilerinin belli olması, ya da “Kâtilin amcası” olmak ya da “Erkek kardeşi” olmak veya buna benzer bir akrabası olmak sebebi ile onun verecek olduğu diyeti üstlenmiş olmaları şarttır. Bunun sebebi, mensup olduğu kabilenin bütün erkek çocuklarının âkileye girmemelerini sağlamaktır.
Diyetin dağılımında üyeler arasında gözetilmesinin yanısıra, her şahsa üç veya dört dirhemden fazla yüklenemeyeceği şeklinde de bir sınırlama getirilmiştir.
Birinci dereceden âkilenin sayısı diyeti ödemeye kâfi gelmezse ikinci dereceden âkileye başvurulur.
Nitekim 1995 yılında Suûdî Arabistandaki âlimler dahi hataya düştüler.
Şöyle ki; ilâhî hükümler ortada iken bilemediler, ilâhî hükümlere göre hareket etmediler, iki Türk şoförünü haksız yere öldürdüler.
Öldürdükleri için Hakikat mecmuasında aşağıdaki yazıyı yazdık, yaptıklarının İslâm dinine göre olmadığını bütün dünyaya duyurmaya çalıştık.
Bunun karşılığı kısastır. Ahiretteki durumlarına gelince, Allah’a kalmış.
Biz size ilâhî hükümleri bildiriyoruz, siz bildiğinizi yapın.

“Aşağıdaki makale Hakikat dergisinin 24. (Eylül-1995 tarihli) sayısında yayınlanmıştır. Önemine binaen tekrar yayınlıyoruz.”

SUÛDÎ ARABİSTAN’DA
HAKSIZ YERE YAPILAN KATLİAM
Suûdî Arabistan’da haksız yere katliamlar yapılmış ve yapılmaktadır. Bu bir cinayettir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Kim bir cana kıymamış ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide: 32)
İnsanın en mühim vazifelerinden birisi de hayat gibi büyük bir nimetin idamesine çalışmaktır. Yaşama hakkı mukaddes olduğundan dinimiz bu hakkın muhafazası hususunda her türlü tedbiri almıştır.
Âyet-i kerime’de:
“Kim bir mü’mini kasden öldürürse, onun cezası içinde devamlı kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, lanetlemiş ve büyük bir azab hazırlamıştır.” buyuruluyor. (Nisâ: 93)
İnsanın Hazret-i Allah katındaki derecesi çok yüksektir. Hazret-i Allah’ı inkardan sonra en büyük günah cana kıymaktır. Bu cinayeti işleyenler dünyada kısasa, ahirette ise cezaya uğrar.
Binaenaleyh, hüküm vermek ancak Allah’a ve Resulü’ne aittir. Mahluk hüküm veremez. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’te olmayan mevzularda müctehidler ictihad etmişlerdir, fakat bu cahillere kalmış değildir. Çünkü bu cahiller hüküm veriyoruz derken, cana kıyıyor, cinayet işliyorlar.
Halbuki Hazret-i Kur’anda ve Hadis-i şerif’te olan bir mevzuda mahlûkun hüküm vermeye izni yoktur, sahib-i salahiyet de değildir. Ve burada uygulanan cezanın İslâm dini ile hiçbir ilgisi yoktur. Zira İslam, sarhoş eden her şeyin içki olduğunu açıklamıştır. Uyuşturucu hükmünde olan esrar, eroin, afyon ve aynı özelliğe sahip haplar ferdin sağlığına zarar verdiği, ahlak ve haysiyetini, aile saadetini zedelediği, aklı kötüye kullandırdığı gerçeğiyle içkiye benzemektedir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Hazretlerimiz de;
“Aklı perdeleyen her şeye içki denir.” buyurmuşlardır.
Şu halde insanın aklını kaybettiren onu mümeyyiz, müdrik asliyetinden çıkartan her şey içki makamındadır ve haramdır. Öyleyse cezası da İslâm’ın içki içenlere verdiği hadd cezası olacaktır.
Hadd: Allah’ın hakkı olarak takdir edilen ceza ile cezalandırmaktır. Yani kulları zarar gördükleri şeylerden alıkoymak, ona engel olmaktır.
İslâm dini aklın muhafazasına çok ehemmiyet vermiştir. Aklı izale edip faaliyetini durdurması yönünden insana çok büyük zararı olan içkiyi ve diğer uyuşturucu maddeleri yasaklamıştır. Çünkü bunlar insanın yalnız aklına ve vücuduna değil; nesline, malına, şeref ve haysiyetine de zarar verir.
Bu hususta Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saadete eresiniz.
Şeytan; içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi zikrullahtan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz bunlardan vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide: 90-91)
Binaenaleyh, insanlar arasındaki ismi ne olursa olsun ve her neden yapılırsa yapılsın, sarhoşluk veren içkilerin azı da çoğu da haramdır.
Bu hususta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in beyanları ise şöyledir:
“Her ne olursa olsun, çoğu sarhoşluk veren şeylerin azından da sakınınız.” (İbn-i Mâce)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Çoğu sarhoşluk veren şeylerin azından da sizi nehyederim.” (Tirmizî)
“Her sarhoşluk veren haramdır.” (Buhâri)
“Her sarhoşluk veren şey şaraptır ve her sarhoşluk veren şey haramdır.” buyurmuşlardır. (Müslim: 2003)
Şu halde uyuşturucu kapsamına giren ürünlerin ve uyuşturucu özelliği bulunan hapların durumu içki içmek gibidir. Bunun içindir ki hepsinin cezası birdir, haddir.
Hadd cezası dövmekten ibarettir ki bu cezada bile adalet prensibine riayet edilir. Ceza uygulanırken yüze, başa ve nazik yerlere tatbik edilmez.
Bunların verdiği hüküm ise kendi zanlarıdır. Zannın ise İslâm ile ilgisi ve yeri yoktur.
Âyet-i kerime’de:
“Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiç bir şey ifade etmez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını tamamen bilmektedir.” buyuruluyor. (Yunus: 36)
Bu meselede ictihad yapmış da değiller. Bilakis ahkama muğayir hareket ediyor, cana kıyıyor, cinayet işliyorlar. Ahkama muğayir olan bütün işler zındıklıktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onların çoğu aklını kullanmazlar.” buyuruyor. (Ankebut: 63)
Ve dikkat ederseniz hadd cezaları içene tatbik edilir. Onlar ise içen için ceza uygulamayıp, satana en ağır cezayı veriyor ve katliam yapıyorlar. Halbuki içki içen biri hakkında, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“O içene vurun.” buyurmuşlardır. (Ebu Davud)
Ferdin din ve dünyasında yaptığı tahribatlar sebebiyle, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“İçkiden uzak durunuz. Çünkü o her kötülüğün anahtarıdır.” buyurmuştur. (Hâkim)
Harama giden yolları kapatma bakımından, dinimiz içki ile ilgili her işi de haram kılmıştır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Allah içkinin kendisini, içeni, sunanı, satıcısını, satın alıcısını, imal edeni, imal ettireni, taşıyanı, taşıttıranı lânetlemiştir.” (Tirmizi)
Eğer bir ceza vermek icabediyorsa evvelâ içenden başlanır, çünkü hadd cezası içene tatbik edilir.
Hüküm böyle iken, bütün bu hükümleri yok edip, kendi arzularına göre suçu yalnız satıcıya yüklemek ve haksız yere mahkum etmek ne büyük cehalettir.
Hakkı değnek, bunlarsa idam ediyorlar.
Haksız yere idam ettikleri için bunlara idam cezası gerekir. Ölenlerin yakınlarının kısas istemeleri veya diyet almaları gerekmektedir.
Hüküm budur. Bu cahiller neye dayandılar da bu fetvâyı verdiler ve İslâm dinini bütün dünyaya kötü bir şekilde teşhir ettiler?
Bu gibi yanlış davranışlarla İslâm dinine büyük tahribat yapıyorlar, İslâm’ı bütün dünyaya küçük düşürüyorlar. İslâm dinini İslâm düşmanlarına öcü gibi gösteriyorlar.
En büyük İslâm düşmanının yapamadığını cehaletleri sebebiyle yaptılar. Bu hareketleri ile İslâm’a meyledip ısınmak isteyenleri de ürkütüyorlar.
Suudi Arabistan’da uzun yıllar kalmış bir arkadaşa bu hap hakkında malumat almak için bir bilgisi olup olmadığını sordum. “Var!” dedi.
Şöyle ki:
“İçki içmek isteyen kimseler içki bulamadığı zaman bu haplarla nefsini tatmin ediyor, onun için bu hapları kullanıyorlar. Ve bu çok içiliyor.
İçki ancak Cidde’de satılıyor, zira orada çok ecnebiler var, onlara almak ve içmek serbest. Polislerin göz yumması ve görmemezlikten gelmesi sebebiyle Araplar da temin ediyorlar ve rahatça içiyorlar. Bu pek tabii bir şey.”
Aslında Araplar orada gizli olarak yaygın bir şekilde şarap da içiyorlar. Yaygın olduğu için bilerek göz yumuyorlar.
Bunlar; bir cezayı tertip ederken evvelâ içene tertip etmeleri gerekiyordu. Çünkü alan olmasa satan satamaz. Adam çok getiriyorsa çok müşterisi var demektir. Öyleyse bu adam bunları zehirlemek maksadıyla değil, para kazanmak maksadıyla getiriyor. Dikkat edilirse getirenler Pakistan, Türkiye, Yemen ve İran gibi müslüman ülkelerdendir. Eğer bunda zehirleme mevzusu varsa içene aittir, satana değil. Ceza içene verilmelidir. Hadd cezaları içenlere aittir. Diğerlerine bir ceza tertip edilmemiş, günahtır, haramdır denilmiş, lanetlenmiştir.
Yemen’den gelen bir adam Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, memleketlerinde içtikleri darıdan yapılan bir içkinin hükmünü sormuş, Resulullah Aleyhisselâm da;
“Sarhoşluk verir mi o?” diye sormuş, adam “Evet!” cevabını verince;
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; “Her sarhoşluk veren şey haramdır. Müskirat içene Tıynetül-habâl sunacağına Allah’ın ahdi vardır.” buyurmuştur.
Ashab-ı kiram:
“Tıynetül-habâl nedir ya Resulellah?” diye sormuşlar.
“Cehennemliklerin teridir, yahut cehennemliklerin usâresidir.” buyurmuşlardır. (Müslim: 2002)
İçki içenler hakkında verilen ceza Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zaman-ı saâdetlerinde ve Hulefa-i râşidin devirlerinde İslâm hukuk ve hükümlerine göre şöyle yapılmıştır:
Şu’be’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Katâde’yi, Enes bin Mâlik’den naklen rivâyet ederken dinledim ki, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’e şarap içmiş bir adam getirmişler de ona iki hurma dalı ile kırk kadar dayak vurdurmuş.
Enes -radiyallahu anh- der ki:
“Bunu Ebu Bekir de yaptı. Ömer halife olunca insanlarla istişare etti de Abdurrahman ‘Haddin en hafifini yani seksen değneği vur!’ dedi. Bunun üzerine Ömer de onu emretti.”(Müslim: 1706)
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-dan şöyle rivayet edilmiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şarap hakkında hurma dalları ve ayakkabıları ile hadd vurdu. Sonra Ebu Bekir kırk değnek hadd vurdu.
Ömer halife olup insanlar verimli yerlere ve köylere sarkınca “Şarabın haddi hususunda ne diyorsunuz?” diye sormuş. Abdurrahman bin Avf “Onu cezâların en hafifi gibi yapman fikrindeyim” demiş.
Enes “Ömer de seksen hadd vurdu.” demiştir.” (Müslim: 1706)
Hadis-i şerif’lerde beyan buyurulduğuna göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Asr-ı saâdetinde ve Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-’in halifelik yıllarında şarap içen kimsenin cezası kırk kadar sopa idi. Bu uygulamaya Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanında bir müddet devam edilmiş, fakat fütuhat genişleyip Şam ve Irak gibi zengin beldeler müslümanların eline geçince halk su boylarına, mahsulü bol topraklara yerleşmiş, bağ ve bahçeler çoğalmış, şarap içenlerin sayısı da artmıştı. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- şarap içenleri ellişer sopa vurmak sureti ile cezalandırmaya başlamış, bunun da tesiri görülmeyince sopa adedini altmışa, nihayet seksene çıkarmıştı.
Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh-’ın içki cezasının şer’î hadlerinin en hafifi gibi verilmesini istemesi, bu hususta henüz kararlaşmış bir dayak sayısı bulunmadığındandır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- bu hususta Ashab-ı kiram’la istişare etmiş, Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh- bu cezanın şerî hududun en hafifi gibi olmasını teklif etmiştir.
Bu beyanlarda görülüyor ki gerek Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zaman-ı saadetlerinde gerekse Hulefâ-i raşid’in devirlerinde duruma göre hadd cezasını 40’dan 50’ye, 50’den 60’a, 60’dan 80’e kadar çıkartmışlardır. O da, vuruşlar orta şiddette mutedil olmalı, vuran kimse elini başından yukarı kaldırmamalıdır.
Görülüyor ki bu cezaların içinde en hafifi seksen sopa vurmaktır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- hamr için uygulanması gereken haddin miktarı hususunda Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm- ile istişarede bulundu. Bu hususta Hazret-i Ali -radiyallahu anh- de fikrini beyan etmiş ve:
“Bir kimse şarap içerse sarhoş olur, sarhoş olunca da saçmalar, saçmalayınca iftirâ eder. İftira edenin cezası da seksen değnektir.” demiştir
Böylece içki cezasının seksen değnek olacağı hususunda Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- zamanında Ashab-ı kiram icmâ etmişlerdir.
Tabiin ile cumhur-u fukaha da aynı yoldan yürümüşlerdir.
Abdullah ibn-i Mes’ud -radiyallahu anh- bu hususta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;
“Bir şeyi müslümanlar iyi görürse o Allah indinde de iyidir.” Hadis-i şerif’ini hatırlatmıştır. (Münâvi)
İlâhi hüküm budur. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz böyle tatbik etmiş. Hulefa-i raşidin’de ashabı ile istişare etmiştir.
Bir de Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Benim sünnetime ve benden sonra hulefâ-i raşidin sünnetine sarılın.” buyurmuştur.
Biz de onların yaptıklarını yapmak mecburiyetindeyiz. Arzumuzu değil.
Netice olarak bu husustaki hüküm şudur:
İçki içmek kesinlikle haramdır. İçene hadd vurmak icabeder, az veya çok içilmesi hükmen müsavidir.
Çünkü Hadis-i şerif’lerde:
“Her ne olursa olsun çoğu sarhoşluk veren şeylerin azından da sakınınız.” buyruluyor. (İbn-i Mâce)
Şarap içen kimse öldürülmez, velev ki tekrar içmiş olsun.
Ahkâm budur, hüküm böyledir. İslam’da arzu yaşamaz. Her meselede fetvâ verirken delil lazımdır. Delil de Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’tir. Delil olarak hangi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’i gösterebilirler? Bunu açıklamak zorundadırlar.
Neye dayanarak bu katliamı yaptılar? Aynı zamanda Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le cevap bekliyoruz. Zira bu mevzuları elçiliklere de gönderiyoruz.
Bu hakimlerin aldıkları kararlar, verdikleri cezalar, uyguladıkları hükümler, haramdır, zulümdür, katliamdır. Zira hırsızın dahi ancak eli kesilir, başı kesilmez. Bu katliama sebep olan hakimlerin şerî cezaları verilmelidir, kısas yerine gelsin.
Hülasa olarak, açıkca hüküm olmayan hususlarda hüküm çıkarma denilen kıyas yapılır. Burada aklı perdelediği, vücuda zarar verdiği için içkiye hükmedilir. İçki içmenin cezası olan hadd uygulanır.
Anlaşılıyor ki Suud hükümeti keyfi tutumunu bırakmalı, İslâm’ın emir ve hükümlerine göre hareket etmelidir. Zira her icraatları İslâm’a mâl edildiğinden İslâm için en büyük zarardır. Hem İslâm’ı küçük düşürüyorlar, hem de müslüman olabilecek nice insanların hidayetine engel oluyorlar. Gerçekten çok büyük vebal altındalar. Hem zulüm ediyor, hem katlediyorlar.
Bir ceza vermek icabediyorsa evvela içenden başlanır. Hadd cezası içene tatbik edilir.
Hüküm vermek ancak Allah’a ve Resulü’ne aittir.
Hazret-i Kur’an’da ve Hadis-i şerif’lerde olan bir mevzuda hüküm vermeye mahlukun hükmü yoktur.
Bir de hapishaneye aldıklarını haksız yere uzun süre tutuyorlar; bu da İslâmi hükümlere ters düşer. Suçu varsa ahkâma göre cezasını versin, suçu yoksa tutmaya hakkı yok. Hem ahkâmı tatbik ediyoruz diyorlar, hem de nefsani hareket ediyorlar.
Mahkemelerde hakimler sekiz yıllık bu mahkeme neticesine katliam kararı veriyorlar. Halbuki böyle bir zaman aşımının sonucu katle karar vermek İslâm hukukuna da aykırıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı.” buyuruyor. (Bakara: 178)
Burada bile bile öldürülenler kastedilmektedir. Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Bilerek öldürmek kısası gerektirir.” buyuruyorlar. (Nasbürrâye c: 4 sh. 327)
Bunlar da bile bile adam öldürüyorlar, cinayet işliyorlar. Bu yüzden kısas gerekmektedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“İçki içeni dövün. Eğer bir daha yaparsa bir daha dövün.” buyurmuşlardır. (İbn-i Mace-Ebu Davud)
Abdullah İbn-i Mesud -radiyallahu anh- “İçki içeni yakalayın, eğer onda içki kokusunu duyuyorsanız onu dövün.” demişlerdir.
Hazret-i Aişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’den rivayet edildiğine göre Mahzum oğullarından bir kadın, bir şey çalmış olduğundan elinin kesilmesi gerekiyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında onun cezadan affı için aracılık edilmesini istediler. Kimse buna cesaret edemedi. Üsame -radiyallahu anh- bunu yapınca buyurdular ki:
“İsrailoğulları ileri gelenlerinden biri çalarsa bırakırlar, zayıf olan biri çalarsa elini keserlerdi. Kızım Fâtıma çalmış olsaydı onun da elini keserdim!” (Buhari. Tecrid-i sarih: 1507)
Sonra da o hırsız kadının elinin kesilmesini emir buyurdu.
Yahudi ve Hıristiyan uleması bir delile isnad etmeksizin bir çok mesele ihdas ederek; dinlerinde haram olan şeye helâl, helâl olan şeye haram demişler, avam tabakası da bunları kabul etmişlerdi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rabbleri olarak kabul ettiler. Oysa kendilerine, bir olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti.
O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Tevbe: 31)
Haram ve helâl ahkâmını beyan etmek, ancak Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun gönderdiği peygambere mahsustur.
Ulemanın kendi zanlarına göre delilsiz olarak din adına dini aslından uzaklaştırmak için ortaya attıkları sapık fikirleri kabul etmek, onları ilâh kabul etmektir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dini kaide kılan ortakları mı var?
Eğer azabı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz ki zâlimlere can yakıcı bir azap vardır.” (Şûrâ: 21)
“Dillerinizin yalan yere vasfettiği şeyler hakkında ‘Bu helâldir, bu haramdır.’ demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar.” (Nahl: 116)
Ve dikkat ederseniz Arabistan’da zenginler, şöhretli kimseler alenen içiyor, fakat hiç bir zengine, bu hususta ceza verilmiyor, hiç bir Arab’ın başı kesilmiyor.
Fakat güya İslâm’ı tatbik ediyorlar, onu da içenlere değil de haksızlık olarak satanlara, gariplere, sahipsiz kimselere tatbik ediyorlar. Bu ise büyük bir zulümdür. Bunların bu durumu eski Yahudi hahamlarının Hıristiyan papazlarının durumuna dönmüştür.
İşte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yaptığı İslâm budur, bunların yaptığı isyan budur. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz İslâm’ı tatbik ediyor, bunlar ise isyanı tatbik ediyorlar.
Hazret-i Aişe -radiyallahu anha- Validemiz’e Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ahlakı sorulduğunda:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in ahlakı Kur’an’dı.” buyurdular. (Müslim)
Onun ahlakı Hazret-i Kur’an’dı, bütün iş ve icraatı Hazret-i Kur’an’a göre idi. Fakat bunlar onun izinden ayrılalı çok olmuş.
Bu size açık açık anlattıklarımız, Allah-u Teâlâ’nın hükümleri Hazret-i Kur’an’dandır ve Resulullah Aleyhisselâm’ın Hadis-i şerif ve beyanlarındandır.
Bu Suudilerin din ve kitapları başka mıdır ki böyle hükmediyorlar? Onlar hangi dine, hangi kitaba göre bu hükmü veriyorlar? Eğer doğru sözlü iseler Hazret-i Kur’an’a göre bu sorumuza cevap vermek zorundalar. Bu iş lâf işi değil, ahkâm işidir.
Halbuki Allah-u Teâlâ her şeyden haberdardır ve Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir.” (Hadid: 4)
İcab ederse bu yazıyı İngilizce’ye çevirip bütün dünyaya yayarım. Çünkü bu İslâm’a büyük bir lekedir.
Bu da “Biz ahkâmca hareket ediyoruz.” dedikleri için bu hakikatları açıyoruz. Yoksa dinden çıkmış, yoldan sapmış bir millet için bu yazı yazılmazdı.
Fakat şunu unutmayın ki Hazret-i Allah zâlimlerden intikam almaya kâdir-i mutlaktır ve sizden er veya geç intikamını alacak.
Onlara sorsan derler ki; “Biz ahkamı tatbik ediyoruz.” Hani ahkam? Sizin yaptığınız hüküm müdür?
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Hüküm, yücelerin yücesi Allah’ındır.” (Mümin: 12)
Allah-u Teâlâ Mâide suresi’nin 44. Âyet-i kerime’sinde hükümleri ile hükmetmeyenlerin kâfir olduklarını haber veriyor:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
Allah-u Teâlâ Mâide suresi’nin 45. Âyet-i kerime’sinde Ahkâm-ı ilâhi ile hareket etmeyenlerin zâlim olduğunu haber vermektedir:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir.” (Mâide: 45)
Allah-u Teâlâ Mâide suresi’nin 47. Âyet-i kerime’sinde Nezd-i ilâhi’sinden indirdiği hükümlerle hükmetmeyenin fâsık olduğunu haber veriyor.
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar fâsıklardır.” (Mâide: 47)
Maksat Türk-Arab düşmanlığı değildir. Bilakis bu yanlışın düzeltilmesidir.
Evet ben Arab’ım. Ama bu mahkemeleri gören ve idam kararını veren Araplardan değilim.
Verdikleri bu karar zulümdür, katliamdır. Yersiz yapılmıştır. Ve bunları Hazret-i Allah’a ve Resulullah’a şikayet ediyorum.
Hülasa-i kelâm;
Bunların icraatları vehhabî dinlerine göredir. İslâm dininde böyle bir hüküm yoktur.

Eğer böyle olmadığını söylüyorlarsa ispat etsinler. İspat ise ancak Hazret-i Kur’an ve Hadis-i şerif’lerdir. Aslâ laf kabul edilmez

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...