28 Kasım 2012

Şeytan, Münafiğin Beyni Gibidir


Şeytan, Münafiğin Beyni Gibidir

  • Müslüman münafığa karşı niçin çok dikkatli olmak zorundadır?

  • Münafıklar niçin iman etmeyen insanlardan daha tehlikelidir?

  • Şeytanın etkisine giren münafıkların sergiledikleri belirgin davranış biçimleri nelerdir?

    Münafıklar, Kuran’da pek çok ayette anlatılan ve müminlerin dikkat etmeleri bildirilen insanlardır. Bu nedenledir ki, kendisine Kuran’ı ve Peygamberimiz (sav)’in sünnetini rehber edinen bir mümin onların özelliklerini iyi bilmek durumundadır. Çünkü Kuran ahlakını yaşayan her mümin topluluğu, mutlaka münafıklarla karşılaşacaktır. 

    Münafıklar Şeytanın Etkisiyle Hareket Ederler

    Müslümanın münafığa karşı çok dikkatli olması gerekir. Çünkü şeytan münafığın beynini ele geçirir, dolayısıyla gerçekte akılsız olmasına rağmen münafık şeytani bir zekaya sahip olur. Münafığın bütün uğraşısı fesat üzerinedir. Daima bozgunculuk çıkarmak ve müminlere sıkıntı vermek ister. Ayette şöyle buyrulur:

    “Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler.” (Bakara Suresi, 12)

    Rabbimiz, “Şuurunda değildirler” ifadesi ile münafıkların şuurlarının kapalı olduğuna dikkat çeker. Şuurun kapanması için beynin şeytanın eline geçmesi gerekir ki bu da enaniyetten olur. Benlik duygusu ve gururları nedeniyle münafıkların akılları tamamen örtülmüştür. İnsan görünümündedirler ama şeytanın kontrolünde hareket eder ve şeytanın etkisiyle konuşurlar. Asla Kuran'ı anlamak ve yaşamak için gerekli olan akla sahip olamazlar. Yüce Allah'ı ve müminleri de bu akıldan yoksun muhakemelerinin içinde değerlendirdikleri için gereği gibi takdir edemezler. Münafıkların bütün çabası kendilerince müminlere zarar vermektir. 

    Dindarlara Benzeyen Görünümleri ve Taklide Dayalı Davranışları ile İnsanları Kandırmaya Çalışırlar

    Münafıklar kalben din ahlakından tamamen uzaktırlar fakat mümin taklidi yaparlar. Din hakkında ve müminlerle ilgili konularda detaylı bilgilere sahiptirler, bu sayede insanları Allah’ın adını kullanarak aldatmaya çalışırlar. Dinle kalben hiçbir bağlantıları olmadığı halde aldatıcı dış görünümleri ve gerçekte gösteriş için yaptıkları ibadetleri ile dindar gibi görünmeye çalışırlar. Oysa Allah münafıkların bütün özelliklerini Kuran’da haber vermiştir. Münafıkların kendilerini ele veren bazı davranışlarını şöyle örneklendirmek mümkündür.

  • Kendilerini gizlemek için müminleri eleştirirler:

    Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında münafıklar hep Peygamberimiz (s.a.v.)’i ve sahabileri kendilerince eleştirerek, daha takva oldukları iddiasıyla ortaya çıkmışlardır. Onun için ayrı bir mescid kurarak insanları kendi mescidlerine davet etmişlerdir. Oysa ayetlerde de belirtildiği gibi, münafıkların kurduğu mescidin amacı, müminlere zarar vermek ve müminlere karşı çıkanlarla işbirliği yapmaktır. Münafıklar, müminleri karaladıkça kendilerini temize çıkaracaklarını sanmış, müminler hakkında attıkları iftiralarla, mümin topluluğundan ayrılmalarını ve onlara düşmanlık beslemelerini kendilerince meşru bir zemine oturtmaya çalışmışlardır.

    Dinden sapmalarına rağmen, açıkça dinsiz bir çatı altında birleşmemiş ve yine sözde Müslüman görünümünü korumaya devam etmişlerdir. Ancak bu çabaları da her zamanki gibi boşa gitmiştir. Ayetlerde münafıkların düştükleri bu durum şöyle haber verilir:

    “(Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına (belli bir) süre tanır. İşte bunlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almışlardır; fakat bu alışverişleri bir yarar sağlamamış; hidayeti de bulmamışlardır.” (Bakara Suresi, 15-16)

  • Müminlere bir imtihan (baskı, iftira, hakaret) geldiğinde Allah’ın bu imtihanı güzellik için yarattığını düşünmezler: 

    Samimiyetle Allah'a teslim olan bir Müslüman, zorluk gibi görünen olaylarda da Allah'ın yarattığı görüntülerin sürekli değişmesini büyük bir ibretle, heyecanla, şükürle, tevekkülle izler. Buna karşın münafıklar için her zaman korku, tedirginlik, sabırsızlık, huzursuzluk vardır. Şeytanın yoğun olarak etkisinde olduklarından dolayı, münafıklar karşılaştıkları zorlukların kader dışında, Allah'ın rahmeti, bilgisi ve planı dışında geliştiğini zannederler. (Allah’ı tenzih ederiz) Halbuki Allah müminler için kusursuz bir kader var etmiştir. Her olay hikmet ve hayır üzerine yaratılmıştır.

  • Sevgiyi yaşamadıkları için müminlerin insanlara yönelik sevgilerini yanlış yorumlarlar: 

    Elçiler ve müminler insanları Allah’ın tecellisi olarak görür ve sevgi duyarlar. Münafıklar fitne çıkarmak için kendilerince bu sevgiyi yanlış yorumlarlar. Örneğin Peygamber Efendimiz (sav)’in evlenmesini, çocukları, torunları ve eşleriyle şakalaşmasını kendi düşük akıllarınca eleştirmişler, Peygamberimiz (sav)’in çarşılarda dolaşmasını herkesle selamlaşıp konuşmasını yadırgamışlardır. Onların sahip olduğu bu çarpık mantık ayette şöyle haber verilir. 

    “Dediler ki: “Bu elçiye ne oluyor ki, yemek yemekte ve pazarlarda dolaşmaktadır? Ona, kendisiyle birlikte uyarıcı olacak bir melek indirilmesi gerekmez miydi?”” (Furkan Suresi, 7)

    Müslümanları Kendilerince Islah Edip Doğru Yola Götüreceklerini İddia Ederler

    Münafıklar, her konuda olduğu gibi, fitne çıkarırken de ikiyüzlü davranırlar. İyi niyetli olduklarını iddia ederler. Gerçekte münafıkların ortaya bir haber yaymaktaki amaçlarında fitne çıkarmak, çevresindeki kişileri şüpheye düşürmek, onların şevklerini kırmak gibi pek çok kötü niyet söz konusudur. 

    Kuran’da, “Kendilerine: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde: “Biz sadece ıslah edicileriz” derler.” (Bakara Suresi, 11) ayetinde haber verildiği gibi münafıklar insanları doğru yola çağırma iddiası ile ortaya çıkarlar. “Ne zaman onlara: “Allah’ın indirdiklerine uyun” denilse, onlar: “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız” derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara Suresi, 170) ayetinde haber verildiği gibi kendi akıllarınca salih müminleri kandırmaya çalışırlar. 

    “Sen sapmışsın, çizgiyi aşmışsın. Bak atalarımız ne demiş; sen ne yapıyorsun. Doğru yola gel, ataların yoluna gel” gibi sözlerle müminleri kendi batıl yollarına çekmeye çalışır ve sözde ıslah ediciler olduklarını iddia ederler. Oysa gerçekte daima gurur peşinde oldukları için asıl amaçları kendilerince müminleri kötüleyerek içlerindeki ezikliği, aşağılık duygusunu yok etmektir. Bu şekilde din ahlakını en iyi yaşayan kişiler oldukları iddiasıyla ortaya çıkar ve kendilerini rahatlatmaya çalışırlar.

    Kuran’a ve Peygamberimiz (sav)’in sünnetlerine uygun olmayan çarpık düşünce yapıları ile hareket eden münafıklar her gittikleri topluluk için büyük bir tehlikedirler. 

    Kuran’ı Anlamaz ve Yanlış Yorumlarlar

    Münafık tıpkı şeytan gibi Kuran’dan uzak durur, sadece Kuran’dan nefsine uygun gelenleri alır ve kendine göre yorumlar. “Onlardan öyleleri vardır ki, dillerini kitaba doğru eğip bükerler, siz onu (bu okur göründüklerini) kitaptan sanasınız diye. Oysa o kitaptan değildir. “Bu Allah Katındandır” derler. Oysa o, Allah Katından değildir. Kendileri de bildikleri halde Allah’a karşı (böyle) yalan söylerler.” (Al-i İmran Suresi, 78) ayetinde Allah münafıkların Kuran’ın anlamını değiştirdiklerine ve Kuran’dan zıt anlamlar çıkardıklarına işaret eder. 

    Ayrıca münafıklar Kuran’ın yeterliliği ile ilgili ayetleri okumak ve uygulamak da hiç istemezler. 

    Müslümanlara Zarar Vermek İçin Çaba Harcarlar

    İman etmedikleri halde kendilerini mümin gibi göstermeye ve bu sayede müminlerin imkanlarından faydalanmaya çalışan münafıklar kendilerince zarar verecek her fırsatı değerlendirirler. Kuran’da Allah’ın,“Zarar vermek, inkarı (pekiştirmek), mü’minlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah’a ve elçisine karşı savaşanı gözlemek için mescid edinenler ve: “Biz iyilikten başka bir şey istemedik” diye yemin edenler (var ya,) Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şahidlik etmektedir.” (Tevbe Suresi, 107) ayetinde haber verdiği gibi münafığın amacı Müslümanlara zarar vermektir. Bu maddi ve manevi her türlü zarar olabilir: 

  • Maddi zarar vererek Müslümanların dağılmalarını isterler:

    “Onlar ki: “Allah’ın Resulü yanında bulunanlara hiçbir infak (harcama)da bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler,” derler. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Ancak münafıklar kavramıyorlar.” (Münafikun Suresi, 7) ayetinde haber verildiği gibi “Allah’ın Resulü yanında bulunanlara hiçbir infak (harcama)da bulunmayın,” diyerek “onların maddi gelir yollarını kesin, bir şekilde maddi imkanlarını durdurmaya çalışın, iftira atın, mahkeme açın, hakaret edin, ne yapıyorlarsa yapsınlar, başarısız olsunlar” fikriyle hareket ederek, Müslümanların dağılmasını, aralarındaki bağın kopmasını ve birbirlerinden uzaklaşmalarını isterler. 

  • İnkarı pekiştirmek için batıla dayanarak ibadetleri zorlaştırırlar: 

    Münafıklar, Müslümanların Kuran’a ve Peygamberimiz (sav)’in sünnetlerine olan bağlılıklarını, İttihad-ı İslam’ın oluşması için gösterdikleri çabayı doğrudan yok etmenin imkansız olduğunu bilirler. Bu nedenle tıpkı şeytanın sinsi planları gibi çok ince oyunlar hazırlarlar. Çünkü doğrudan “inkar edin” dediklerinde Müslümanların buna uymayacaklarını bilirler. Bu nedenle namaz, abdest gibi ibadetleri çok zorlaştırarak tarif ederler. Müslümanları Kuran’da yeri olmayan çok sayıda detaya ve hurafeye boğarak bu yöntemle insanlar arasında inkarı pekiştirmek isterler.

  • Kan bağı veya arkadaşlık gibi yakınlık derecelerini kullanarak Müslümanları birbirlerinden ayırmak isterler:

    “Gerçekten Allah, içinizden alıkoyanları (münafıkları) ve kardeşlerine: ‘Bize gelin’ diyenleri bilir. Bunlar, pek azı dışında zorlu-savaşlara gelmezler” (Ahzab Suresi, 18) ayetinde işaret edildiği gibi kan bağı olan yakınlarını bu yakınlığı bahane ederek kendi yanlarına çağırırlar. Çünkü Müslümanlar arasında çocuğu, anne babası, kardeşi, akrabaları, arkadaşları ya da tanıdıkları varsa bu onlara çok büyük bir ızdırap verir. Bu nedenle kan bağını ya da maddi imkanlarını bahane ederek, Müslümanlara karşı tehlikelerin varlığını, kendilerinin rahat içinde olduklarını Müslümanların ise zorluklarla imtihan olduklarını öne sürerek Müslümanlar arasındaki birliği bozmak isterler.

  • Müslümanlara zarar vermek için ayrı gruplar oluştururlar: 

    Münafıkların asıl hedefleri müminlerin arasını ayırmaktır. Dolayısıyla Müslümanlara karşı olan herhangi bir hareketi organize etmek, teşvik etmek veyahut desteklemekte hiçbir sakınca görmez, bu konuda yoğun çaba gösterirler.

  • Bütün insanların Müslümanlara karşı olduklarını iddia ederler:

    “Onlar, kendilerine insanlar: “Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun” dedikleri halde imanları artanlar ve: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” diyenlerdir.” (Al-i İmran Suresi, 173) ayetinde haber verildiği gibi münafıklar Müslümanlara “Ben pek çok kişiyle konuştum, hepsi size karşı demek ki sizde bir anormallik var, bak bana kimse karşı değil” gibi sözler ile müminleri kendilerince korkutup, dağıtacaklarını zannederler. Oysaki münafık iman etmeyen ve Müslümanlara karşı olan kişilerle beraber olduğu için destek görmektedir. Hatta münafık olarak Müslümanlara karşı mücadele verdiği için inkar edenler tarafından himaye edilirler. 

    İnkar edenler bulundukları dönemin tüm koşullarını münafığın emrine sunarlar. Oysa ayetin devamında dikkat çekildiği gibi iman edenler sadece Allah’tan korkarlar ve kendilerine sadece Allah’ı veli edinirler. Dolayısıyla münafığın her türlü olumsuz gibi görünen girişimi Müslümanların şevkini ve heyecanını arttırır. 

    Münafığın Dili Şeytanın Dili, Zekası Şeytanın Zekasıdır

    “(Geldiklerinde de) Size karşı ‘cimri ve bencildirler.’ Şayet korku gelecek olsa, ölümden dolayı üstüne baygınlık çökmüş kimseler gibi gözleri dönerek sana bakmakta olduklarını görürsün. Korku gidince, hayra karşı oldukça düşkünlük göstererek sizi keskin dilleriyle (eleştirip inciterek) karşılarlar. İşte onlar iman etmemişlerdir; böylece Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bu Allah’a göre pek kolaydır.” (Ahzab Suresi, 19) ayetinde bildirildiği üzere şeytanın etkisinde olduklarından münafıkların bakışlarında bir anormallik vardır. Bu anormal bakış derin iman sahipleri tarafından hemen anlaşılır. Unutulmamalıdır ki bozuk bakışlar münafığın en belirgin alametlerindendir. 

    Münafığın bir diğer özelliği ise müminlerin yanlarından uzaklaştıklarında kendilerini emniyette görüp müminleri keskin dilleriyle eleştirmeye çalışmalarıdır. Allah tıpkı Zatına karşı gelen ve Hz. Adem (as)’ı yarattığı için -Allah’ı tenzih ederiz- başkaldıran şeytan gibi münafıklara böyle bir “keskin dil” özelliği vermiştir. Bu keskin dil aslında şeytanın dilidir. 

    Münafık şeytani bir zekaya sahip olduğu için konuşması, yazması da çok keskindir. Ancak münafıkların bu tür şeytani çabaları müminleri asla etkilemez, hatta imanlarını ve şevklerini arttırır. Böylece Allah münafığın tüm yaptıklarını boşa çıkartır. Normal koşullarda planladıkları tuzaklar, kurdukları düzenler ve Müslümanlara karşı olanlarla yaptıkları işbirliği nedeniyle Müslümanlar üzerinde büyük tahribat meydana getirmeleri gerekirken Allah bütün yaptıklarını boşa çıkarır. Ayetlerde bu gerçek şöyle haber verilir ve Müslümanlar müjdelenir: 

    “Onlar ki inkâr ettiler ve Allah’ın yolundan alıkoydular, (işte Allah da) onların amellerini giderip-boşa çıkarmıştır. İman edip salih amellerde bulunan ve Muhammed’e indirilen (Kur’an)a -ki o Rablerinden bir haktır- iman edenlerin (Allah), kötülüklerini örtüp-bağışlamış, durumlarını düzeltip-ıslah etmiştir.”(Muhammed Suresi, 1-2)

    Sayın Adnan Oktar Anlatıyor: Şeytan Münafığın Beynini Ele Geçirir 

    ADNAN OKTAR: “Müslümanların dikkat edeceği iki şey var. Biri dinsizlik, biri münafık; iki cereyana karşı çok dikkatli olacaklar. Ama münafıkları Bediüzzaman doğrudan düşman olarak belirtiyor. Bak inkarcılar için öyle demiyor. Onlara irşad etmek, anlatmak gerekir ama “münafık doğrudan düşmandır” diyor. Çok alçak mahluklardır. Münafığa karşı çok dikkatli olmak lazım. Çünkü şeytani zekadadır, yani şeytan beynini ele geçirir münafığın. Kendi aklıyla konuşmaz münafık. İnsan görünümündedir ama şeytanın kontrolüne girmiştir. Şeytan da insanı aldatırken dinle aldatır, takva görünümünde aldatır. Buna çok dikkat etmek lazım. 

    Normal dindar görünümünde değil; çok takva, dine titiz görünümünde aldatır... Ama Allah diyor ki, bakın; “onlara süre verilmesini sakın onların lehinde zannetmeyin, Allah canlarının büyük ızdırap içinde çıkması için onlara süre veriyor” diyor. Münafıklara verilen süre özellikle uzatılır, münafığın azgınlığını o daha da artırır. Çünkü münafık bakıyor ki hiçbir şey olmuyor. Müslümanlara bela geliyor, felaket geliyor ama kendine hiçbir şey olmuyor. Halbuki cehenneminin derinliği artıyor. Cehennemin ta ortasındaki yeri ve duyacağı ızdırap, acının gücü artıyor. En sonunda ölümünün debelenmeler içerisinde, perişanlık içerisinde olması için Allah zemin hazırlıyor. Çünkü melekler kafasını gözünü yararak alıyorlar canını, perişan ederek alıyorlar. Münafığın taktiklerinden birisi de budur. Yani kendine bir şey olmamasını delil olarak gösterir. Müslümanlara zarar gelmesini de kendilerince onların aleyhine delil olarak gösterir. Halbuki Müslümanların belayla karşılaşması, zorlukla karşılaşması onların zaten takva olduklarının, doğru yolda olduklarının alametidir, cennet ehli olduklarının alametidir, inşaAllah
  • Gerçek Sevgi ve Saygı


    Gerçek Sevgi ve Saygı

    • Gerçek sevgi nasıl kazanılır?
    • Gerçek sevgi için neden saygı gerekir?

    Sevgi, her insanın isteyeceği, Allah’ın çok büyük bir nimetidir. Ahlakı, kişiliği, inancı, kültürü, yaşam tarzı her ne olursa olsun, her insan çevresindeki insanlarda sevgiyi arar.
    Ancak sevgiyi bu kadar önemli gören insanların yalnızca çok az bir kısmı saygının da, en az sevgi kadar önemli bir duygu olduğunun farkındadır.
    Oysaki sevgi ne kadar güzel bir nimet olursa olsun, saygı olmadan bu duygunun tam anlamıyla ve sürekli olarak yaşanabilmesi mümkün olmaz. Saygı olmadığında sevgi çok ilkel bir düzeyde kalır. Bir insana duyulan sevginin “gerçek sevgi” olabilmesi için, bu kişiye saygı duyulması da şarttır. 

    Ruh Sahibi Olduğu İçin İnsana 
    Derin Sevgi ve Saygı Duyulabilir
    Bir insan hayatında pek çok şeyi sevebilir. Kedilere, köpeklere, çiçeklere, yiyeceklere, evlere, arabalara ve bunlar gibi daha pek çok şeye tutku derecesinde bir ilgi ve sevgi duyabilir. Ama tüm bunlar, bir insana duyulan sevgi derinliğinin ve bu derinliğin insan ruhunda oluşturduğu güzelliğin hazzıyla asla kıyaslanamaz.
    Allah insanı, tüm diğer varlıklardan farklı şekilde, ‘ruh sahibi’ olarak yaratmıştır. Dolayısıyla bir insanın, ruhundaki zenginlik nedeniyle karşı tarafta oluşturacağı etki de aynı şekilde farklıdır. Her insan, ruhunun güzelliği oranında sevgiyi yaşar. Kendisinde ne kadar çok sevilecek ve saygı duyulacak özellik varsa, insanlar onu bu oranda sevip sayarlar. Aynı şekilde o da insanlardaki güzellikleri görüp onlara o oranda sevgi ve saygı duyabilir.
    İşte insan, dünyadaki tüm varlıklara sevgi besleyebilir, ama derin sevgiyi ve bunun getireceği 

    saygıyı ancak ruh sahibi olan insana duyabilir.

    Allah’a Olan Derin Sevgi, Onun Tecellilerine Olan Sevgi ve Saygıyı da Arttırır 
    “İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür...” (Bakara Suresi, 165) ayetinde bazı insanların sevgiyi ararken yanlış bir yola saptıkları ve sevgilerini Allah’a değil, Allah’ın tecellilerine yönelttikleri haber verilir. İşte bu insanların sevgiyi tam yaşayamamalarının temel sebeplerinden biridir. Bu yanılgıya kapılan kişiler, gerçek sevgiyi yaşadıklarını zannederlerken, bir anda aslında aldatıcı, gelip geçici ve sahte bir sevgi anlayışı içinde olduklarını anlarlar. 
    Çözümü din ahlakından uzak yaşayan toplumların batıl yöntemleri içerisinde arayan kimseler, gerçek sevgiyi ve saygıyı yaşayabilmenin sırrına hiçbir zaman için ulaşamazlar. İman edenler için ise tam tersine bir durum söz konusudur: Onlar için samimi sevgiyi en yüksek noktasında doyasıya yaşayabilmenin yolu sonuna kadar açıktır. Çünkü iman sahiplerinin sevgilerinin temelinde Allah’a karşı duydukları kayıtsız şartsız, derin ve teslimiyetli sevgi vardır. İman edenler, dünyada var olan canlı cansız herşeyi yaratanın; tüm insanlara, tüm olaylara hükmedenin yalnızca Rabbimiz olduğunu bilirler. Bu yüzden yaşadıkları her an için, çevrelerindeki tüm nimetler, güzellikler için yalnızca Rabbimiz’e şükreder ve O’na sevgi duyarlar. Allah’ın sonsuz güzel ahlaklı, sonsuz adaletli, sonsuz merhametli ve kullarını sonsuz seven olduğunu bilirler. Allah’a kayıtsız şartsız, kesin bir güven ile güvenirler. Allah ne yaratırsa, bunda gördükleri ya da göremedikleri pek çok hayır ve hikmet olduğuna gönülden iman ederler.
    Müminlerin insanlara olan sevgileri de işte Allah’a olan bu güçlü, samimi ve içten sevgilerinden kaynaklanmaktadır. O insandaki tüm güzellikleri yaratanın yalnızca Allah olduğunu bilerek o kişiyi severler. O kişinin kaderini yaratanın da Yüce Rabbimiz olduğunu bilirler. Bu nedenle onun yaptığı bir hataya, bunu kaderinde yaptığını bilerek, imandan kaynaklanan bir şefkat, merhamet, anlayış ve affedicilik ile yaklaşırlar. Ne iyilik ve güzellikleri, ne de eksiklik ve hataları bu kişinin kendisinden bilmedikleri için, onu Kuran ahlakının gerektirdiği bakış açısıyla değerlendirebilir, Kuran ahlakının kazandırdığı sevgi ve şefkati sürekli olarak gösterebilirler.
    Din ahlakına göre yaşamayan insanların sık sık karşılaştıkları ve “sevginin bitmesi” olarak adlandırdıkları gibi bir durumun, temeli karşılıklı olarak imana dayalı olan bir sevgide yaşanması söz konusu değildir. Mümin, Allah için sevdiği bir kişiyi -o kişi de Allah sevgisinden kaynaklanan bir sevgi anlayışı içerisinde olduğu sürece- dünyada ve ahirette kesintisiz olarak ve sürekli de artan bir sevgiyle sevmeye devam eder. 
    Bu Yüce Rabbimiz’in yalnızca iman edenlere lütfettiği bir nimetidir. Allah, Kendisi’ni çok derin bir saygı ve sevgiyle seven samimi kullarına, hem dünya hayatında hem de ahirette sevginin en güzel ve en mükemmel şeklini yaşatmaktadır. Kuran’da Allah’ın sevgiyi müminlere bir nimet olarak verdiği şöyle haber verilmektedir:
    “İman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, 
    Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır.(Meryem Suresi, 96)
    Kuran’da Müminlere Bildirilen Güzel Ahlak ve Saygı Onların Gerçek Sevgiyi Kazanmalarına da Vesile Olur
    Gerçek sevgide, derin saygı vardır. Sarsılmaz bir sadakat vardır. Ölene kadar sürecek bir sırdaşlık vardır. O kişiye karşı hiçbir şüphe duymayacak kadar kesin bir güven vardır. Bu sevgiyi yaşayan insan, karşısındaki kişiyi, ona zarar verebilecek küçük büyük herşeyden sakınır. Allah rızası için üzerine titrer. Her şartta; en zor anda bile onu koruyup kollamada müthiş titizdir. Allah rızası için, gerektiğinde hiç düşünmeden kendi nefsini ezip, o kişiyi tercih edecek bir kararlılığı vardır.
    Ancak elbette ki bu saygı, insanlar arasına resmiyet ve uzaklık getiren, birbirlerine karşı mesafeli olmalarına neden olan bir saygı şekli değildir. Bu saygıda, kişiler birbirleriyle alabildiğine samimi, yakın ve rahat bir dostluk içindedirler. Ama aynı zamanda da, karşılıklı olarak birbirlerine çok ciddi şekilde değer vermelerinden dolayı, attıkları her adımı, söyledikleri her sözü, gösterdikleri her tavrı düşünerek, ince ince eleyerek, sakınan ve titizlenen bir ahlak içerisindedirler. Dolayısıyla bu saygı anlayışı, insanların sevgideki coşkularını, derinliklerini, yakınlıklarını ve birbirlerine olan güvenlerini artıran bir güzellik şeklindedir.

    Gerçek Sevgi ve Saygı Anlayışının Kazanılmasında
     Tek Ölçü İmandır
    Sevgi. Allah’ın insanlar için yarattığı, nefsin hem dünyada hem ahirette en çok hoşuna gidecek nimetlerden biridir. Sevgiyi arayan ve bunu en güzel şekliyle yaşamak isteyen her insanın, saygının önemini de kavraması gerekir. Saygı olmadan dostluk, arkadaşlık, sırdaşlık, sadakat, güven gibi özelliklerin tam olarak yaşanması mümkün olmaz. Böyle bir sevgi ve saygıyı insanlara kazandırabilecek olan özellik ise, yalnızca ‘iman’dır. Derin Allah sevgisi, Allah korkusu, Kuran ahlakını yaşamadaki kararlılık insanların birbirlerine “gerçek bir sevgi ve saygı” duymalarını sağlar. İman olmadan, insanların birbirlerine gösterecekleri saygı ve sevgi yalnızca fiziksel özelliklerine, maddi imkanlarına ve dünyevi konumlarına bağlı olur. Bunlardan herhangi birindeki eksiklik ise, sevgi ve saygı sanılan duyguların da anında ortadan yok olmasına yol açar. İmandan kaynaklanan sevgi ve saygıda ise, Allah’ın izniyle insanların hayatlarının sonuna kadar sürecek bir nimetin kapısı açılmış olur.
    Allah Kuran’da sevgi nimetini iman edenler için yarattığını şöyle bildirmektedir:
    “İman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır.”(Meryem Suresi, 96)

    Gerçek Sevgi Niçin Saygı Gerektirir?
    Allah korkusundan ve sevgisinden kaynaklanan saygı olmazsa, insan karşısındaki kişiyi ne kadar sevdiğini iddia ederse etsin herhangi bir durum oluştuğunda, kendi nefsini sevdiği kişiye tercih etmekten çekinmez ki bu da gerçek sevginin yaşanmadığını gösterir.
    Böyle bir kişi kendi gururunu ve itibarını korumak için karşısındakini kolaylıkla gözden çıkarabilir. Kendi düşüncelerini, kararlarını, hayata bakış açısını onunkilerden üstte tutabilir. Kendisi ona inanmaktansa, onun kendisine inanmasını bekler. Kendisi o kişinin fikirlerini kabul etmektense, onun kendisinin fikirlerini kabul etmesini ister. Kendisi onu haklı çıkarmaktansa, her zaman mutlaka ve öncelikle kendisine haklılık payı verilmesi gerektiğine inanır. Kendisi sabır, hoşgörü, anlayış ve olgunluk göstermektense, her zaman karşı tarafın kendisine tahammül etmesini ister. Her zaman önce kendi rahatının ve isteklerinin ön planda tutulması beklentisi içinde olur. “Nasıl olsa seviyorum ve bu da biliniyor” gibi bir düşünceye kapılarak, karşı tarafa ne kadar sıkıntı verirse versin, istediği gibi davranmakta hiçbir sakınca görmez. Kısacası, kendisi o kişiye değer verdiğini tüm tavırlarıyla göstermeye çalışmaktansa, bunları karşı taraftan bekler.
    Bu ahlaktaki kimseler, sevgiyi yaşayabilecekleri zemini kendi elleriyle yıpratmış hatta tamamen ortadan kaldırmış olurlar. Bunun sonucunda da insanlar birbirlerine yalnızca tahammül etme gözüyle bakmaya başlar ve zamanla bütün dostlarını kaybederler.

    Din Ahlakı İnsanların Üzerindeki Gelecek Korkusunu Kaldırır


    Din Ahlakı İnsanların Üzerindeki Gelecek Korkusunu Kaldırır


    Gelecek Korkusu Nedir?

    Kader, Allah’ın geçmiş ve gelecek tüm olayları “tek bir an” olarak bilmesidir. Allah için geçmiş, gelecek ve şu an hepsi birdir ve hepsi olup bitmiştir. Ancak insanlarn önemli bir bölümü kaderin bu gerçekliğini anlayamazlar. Bu nedenle gelecek –bir başka deyişle henüz yaşanmamış olaylar- hakkında çeşitli endişe, korku ve kaygılara kapılırlar. Oysa ki gelecek aslında yaşanıp bitmiş olaylardan ibarettir ve değiştirilmesi mümkün değildir. Kimin ne zaman öleceği, hangi hastalıkları geçireceği, kazanacağı ticari başarılar, trafiğe takılarak gecikeceği bir toplantı, kısacası küçük büyük her olay Allah Katında Levh-i Mahfuz isimli bir kitapta yazılıdır. Dolayısıyla insanın yapması gereken Allah’ın yaratmış olduğu kadere kesin bir teslimiyet ve güven duymaktır. Ancak bu özelliğe sahip olan insanlar bu endişelerden arınabilir ve mutlu bir yaşam sürebilirler.

    Gelecek Korkusu Duyulan Konular Nelerdir?

    Müminler dışında hemen hemen bütün insanlar hayatlarının ileriki dönemlerinde kendilerini nelerin beklediğini merak eder, pek çok olumsuz ihtimali de düşünüp, kaygılanırlar. Bu onları ciddi şekilde tasalandırır ve huzursuz eder. Bunun dışında insanların çoğunluğunun yaşadığı günlük endişeler de vardır ki bunları da gelecek korkusuna dahil etmek mümkündür. 

    Küçük yaşlarda bu durum okul ödevlerinden, arkadaşlık ilişkilerinden, sözlüye kalkmak gibi basit sorunlardan ibarettir. Ancak yaşın ilerlemesiyle insanların sorun haline getirip, korkusunu duydukları konular da artar.

    Lise çağlarında kişinin giyeceği kıyafet, yiyeceği yemek, arkadaşlarıyla yaşadığı sorunlar, grup içindeki itibarı, okuldaki başarısı ve aile ilişkileri onun için adeta dünyanın en büyük ve en önemli sorunlarıdır. Bu konulardaki herhangi bir olumsuzluk ruhunda derin etkiler yapar, hatta strese ve bunalıma girmesine sebep olur. Bu sorunlar, kazanılması mutlaka gerekli olan üniversite sınavıyla en üst noktasına ulaşır. Çünkü bu sınav kazanılmadığı takdirde aileye nasıl hesap verileceği, bu durumun akrabalara ve çevreye nasıl açıklanacağı, lisedeki öğretmenlere ve arkadaşlara ne gibi bir bahane söyleneceği, hayatın bundan sonraki kısmında ne yapılacağı gibi kaygılar genç bir insanın manevi olarak oldukça yıpranmasına sebep olur. Bu tür durumlara günümüzde o kadar çok rastlanır ki, üniversite veya kolej sınavlarının sonuçlarının açıklanmasının ardından gazetelerde çıkan intihar haberlerine adeta alışılmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki, bunlar son derece yersiz endişelerdir. İnsan elbette bir sınavda başarı elde etmek, iyi bir eğitim görmek isteyebilir. Ancak elinden geleni yaptığı halde bir başarı kazanamıyorsa bu durumda Allah’a tevekkül edip, Rabbimiz’in kendisine daha güzel bir sonuç vermesi için dua etmesi gerekir. Kişi bunda bir hayır olduğunu bilmeli, belki de onu o okuldaki bazı tehlikelerden, yaşamını olumsuz etkileyebilecek kişilerden veya çevrelerden koruduğunu düşünebilmeli, bu sonuca sevinebilmelidir. Allah’ın her olayda kendisinin bilmediği, hatta hayal dahi edemediği daha birçok hayır yaratmış olabileceğini düşünerek Allah’a teslimiyetin güzelliğini yaşamalıdır. Sonuç olarak insanın dünyada elde ettiği veya etmeye çalıştığı her türlü başarı, kısa bir yaşamın ardından ölümle birlikte anlamını yitirecektir. Geriye kalan ise kişinin Allah’a olan güveni, tevekkülü, imanı olacaktır.

    Ancak bu önemli gerçeklerin farkında olmayan, din ahlakından uzak kişiler için yaşın ilerlemesiyle doğru orantılı olarak geleceğe ilişkin korku ve endişeler de artmaktadır. Bu insanlar geleceğe dair planların dışında, gün içinde yapacakları veya gelecek haftalarda yapmayı planladıkları pek çok detayı da düşünüp, kaygılanır ve hatta strese girerler. İş yerindeki konumları, tatile gidip-gidemeyecekleri, gideceklerse nereye gidecekleri, çocuklarını yurt dışına gönderip gönderemeyecekleri, daha iyi bir eve taşınıp taşınamayacakları, toplantıya zamanında yetişip yetişemeyecekleri gibi sayısız endişeleri vardır.

    Maddi Açıdan Yaşanan Gelecek Korkusu

    Para konuları da din ahlakını yaşamayan insanların akıllarını en çok meşgul eden, onları en çok kaygılandıran konuların başında gelir. Paralarının yetip yetmeyeceği endişesi hem günlük yaşamlarında hem de ileriye dönük planlarında büyük yer tutar. Çünkü hem dünyaya yönelik büyük hırslar içindedirler hem de para biriktirip, harcamak istemezler. Bu da geleceğe yönelik korkulara kapılmalarına neden olur. Bundan dolayı imkanları olsa dahi paralarını hayra harcamaktan kaçınır, insanlara yardım etmezler. Maddi durumu iyi olan da kötü olan da aynı endişeyi duyar ve cimrilik eder. Oysa insanlara rızkı verip, onları besleyen Allah’tır. Allah’a tam anlamıyla güvenmiş olsalar zaten hiçbir sıkıntı çekmezler. Fakat bu güveni yaşamadıkları için böyle bir kolaylıktan da mahrum kalırlar. Allah insanlara verdiği mallarla onları dener ve bu malları Kendi rızası doğrultusunda kullanmalarını ister. Ama geleceğe yönelik cahilce korkular yüzünden çoğu insan bencil bir tutum sergiler. Allah ayette onların bu durumuna şöyle dikkat çekmiştir:

    Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin-hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size Kendisi'nden bağışlama ve bol ihsan (fazl) vaadediyor. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Bakara Suresi, 268)

    Yaşlılık Nedeniyle Yaşanan Gelecek Korkusu

    Bundan başka insanları saran ileriye dönük korkulardan biri de yaşlanmadır. Alınan her türlü tedbire rağmen bedende önüne geçilemez yaşlılık alametlerinin, kırışklıkların, sarkmaların oluşması, saçın dökülmesi, beyazlaması, görme, duyma kusurları gibi yeni yeni hastalıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu ihtimallerin her biri din ahlakından uzak yaşayan bu insanlarda ciddi endişelere sebep olur. Bundan başka herhangi ciddi bir hastalık durumunda çocuklarının kendilerine bakıp bakmayacağının kaygısını duyarlar. Ne şekilde ve nerede öleceklerini düşünüp korkarlar. Yaşlılarda en çok görülen korkulardan biri de eşlerden birinin ölmesi durumunda diğer tarafın tek kalma korkusudur. İki taraf da içten içe, “ya o ölürse, ben nasıl tek başıma yaşarım” diye bir endişe içindedir.

    Allah’ın Yarattığı Kadere Gönülden Teslim Olmak

    Burada sayılanların her biri din ahlakını yaşamayan insanların geleceğe yönelik ciddi kaygı ve korkularıdır. Din yaşanmadığı takdirde bu endişelerin duyulması kaçınılmazdır. Müminler için ise durum daha farklıdır, onlar bu tür korkuların hiçbirini yaşamazlar. Her şeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu bilir, başlarına gelen her şeye hayır gözüyle bakar, Allah’ı dost edindikleri için yardımı da yalnızca Allah’tan beklerler. Ayrıca dünyada korkulacak hiçbir konu olmadığını da bilirler. geleceklerine yönelik konularda Allah’ın en hoşnut olacağı tercihleri yapıp, ellerinden gelen çabayı gösterip, Allah’ın takdir ettiği kadere teslim olurlar. Ayette onların bu bakış açısı şöyle tarif edilir:
    De ki: 
    “Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. 
    O bizim Mevlamızdır. 
    Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.”
     (Tevbe Suresi, 51)


    Din ahlakı samimi olarak yaşandığında insanların üzerinden pek çok dert ve tasa doğal olarak kalkar, herkes huzurlu ve rahat bir yaşam sürer. Kuran ahlakı tüm bu kaygılara çözüm olur. İnsanlar rahatlar, üstlerinden büyük bir yük kalkar. Çünkü bu insanlar karşılarına çıkan her olayın Allah’ın bir imtihanı olduğunu bilir, bunun rahatlığı ile hareket ederler. Bir zorlukla karşılaştıklarında tevekkül ederek ecir kazanacaklarını, bir nimetle karşılaştıklarında da Allah’a şükrederek yine ahiretleri için fayda sağlayacaklarını unutmazlar. İşte bu tatmin bulmuş ruh hali, din ahlakının iman edenlere sağladığı bir ayrıcalıktır. Fakat bu ayrıcalığa sahip olabilmek için her şeyden önce Allah’a kuvvetli bir iman, tam bir güven ve teslimiyet şarttır. Ancak bu özelliklere sahip olan insanlar bu endişelerden arınabilirler. Diğerleri ise yaşadıkları bu tür endişe ve korkularla iman etmemelerinin cezasını daha dünyadayken almaya başlarlar.

    Bütün Sıkıntıların Kesin Çözümü Allah'a Tevekküldür



    Bütün Sıkıntıların Kesin Çözümü Allah'a Tevekküldür

  • Bütün sıkıntıların çözümü nedir?
  • İnsan sıkıntılardan tamamen kurtulabilir mi? 

    Dünyanın dört bir yanında yaşayan milyarlarca insanın her biri farklı hayatlara sahiptir. Pek çoğunun da, kendilerince çeşitli beklentileri ya da sıkıntı olarak adlandırdıkları sorunları vardır. Ve elbetteki her birinin sıkıntısı, istekleri ve beklentileri birbirinden tümüyle farklıdır. 

    Farklı şekillerde ortaya çıksa ve farklılıklar gösterse de sıkıntılı bir ruh haline bürünmek insanların büyük çoğunluğunun içerisine düştüğü ‘hayati bir yanılgı’dır. Konu her ne olursa olsun, insanlar yaşadıkları sorunların çözülmesi, isteklerinin gerçekleşmesi ya da sıkıntılarının son bulması için, ‘mutlaka belirli şartların oluşması gerektiğine’ inanırlar. Ve bu şartlar oluştuğunda da, istedikleri sonuca ‘kesin olarak kavuşacaklarını’ düşünürler. Ancak insan tüm bu sıkıntılarından yalnızca imanının gücü ile tamamen kurtulabilir. 
    Sebeplere Sarılmak Fakat Sonucu Yaratacak Olanın Allah Olduğunu Unutmamak:
    Kuşkusuz ki dünya hayatı, Allah’ın yarattığı adetullah gereği, belirli sebeplere bağlı olarak yaşanmaktadır. Örneğin bir kariyer hedefi olan insanın, bu yönde emek vermesi, çalışması, kendisini geliştirmesi, tecrübe kazanması ya da belirli bir alanda tahsil yapması gerekir. Bu gibi sebeplere sarılmadan, hiçbir çaba harcamadan oturduğu yerde kariyer sahibi olmayı beklemesi, elbetteki sonuç vermeyecektir. Ya da ciddi bir hastalığı olan bir insanın, hiçbir tedavi görmeden, uzmanlara danışmadan, sadece bekleyerek hastalığının geçmesini düşünmesi mantıklı değildir. Mutlaka Allah’ın kendisine verdiği aklı, bilgiyi ve tecrübeyi kullanarak gereken her türlü tedbiri alması gerekir.
    Ancak her insanın, her bir sorunu için aldığı onca tedbirin, peşinden koştuğu onca detayın arasında unutmaması gereken çok önemli bir gerçek vardır: Evet, sebeplere uyulması elbetteki çok hayati derecede önemlidir. Bu, Allah’ın insanlara gösterdiği bir yoldur. Ancak Allah’ın yaratması, asla sebeplere bağlı değildir. Allah dilediği an, dilediği kişi için, dilediği sonucu o anda yaratır. İşte insanın onca karmaşa, telaş ve koşuşturma içerisinde asla gaflete düşmemesi gereken gerçek budur. Sonucu yaratacak olan Allah’tır. Beklentileri, istekleri gerçekleştirecek olan Allah’tır. Sıkıntıları kaldıracak, bunun yerine nimet yaratacak olan da yine yalnızca Allah’tır.

    Tek Güç Sahibi Olan Allah’ı Dost ve Veli Edinmek

    Rabbimiz kullarının sıkıntı duyduğu, zorda kaldığı, mutluluk ve sevinç hissettiği olayları yaratarak onları imtihan eder. Bu nedenle insanın, hayatı boyunca karşılaştığı olayları Yüce Allah’ın yarattığını unutarak, Allah`ın dışındaki varlıklara mal etmesi, onlardan yardım dilemesi ve onlarla paylaşması çok anlamsızdır. Çünkü Allah dışındaki varlıklar da Allah tarafından yaratılmışlardır ve O’nun kontrolü dışında asla hareket edemezler. Kısaca Allah’tan başka her şey ve herkes, sonsuz aciz, sonsuz fakir, sonsuz muhtaç varlıklardır. Bunların kendilerine ait bir güçleri, kabiliyetleri yoktur; öyle ki kendilerine bile yardıma güç yetiremezler. O halde, Allah’tan başka güvenilecek, yardım umulacak, bir şeyler istenecek, beklenecek kimse yoktur. İşte bu nedenle, yalnızca Allah’tan yardım dilemek, sadece O’na güvenmek, sebeplerden, aracılardan, insanlardan yardım ummamak, Allah’ın yarattıklarını Allah’tan bağımsız bir güç, irade ve etki sahibi olarak görmemek gerekir. Çünkü Kuran’da Yüce Allah kullarına “şahdamarından daha yakın olduğunu”(Kaf Suresi, 16), “gizlinin de gizlisini bildiğini” (Taha Suresi, 7) buyurmuştur. İnsanın kendisini Yaratana ve herkesten gizlediği sırlarını dahi bilen Allah’a sığınması Rabbimiz’e samimi bağlılığın önemli bir göstergesidir. 

    Olaylardaki Hikmetleri Düşünmek 

    Dünyadaki imtihan ortamı son derece eksiksiz hazırlanmıştır. Öyle ki karşılaşılan her olay belirli sebeplerle meydana gelir. Her detay, sebep-sonuç ilişkileri içerisinde gerçekleşir ve her olay insan mantığının kavrayabileceği şekilde gelişir. Örneğin, insanların yeryüzü üzerinde durabilmesi yerçekimi kanunuyla açıklanır; yağmurun yağması bulutlar ve rüzgar sayesinde gerçekleşir; ölüm, kaza veya hastalık mutlaka bir sebeple oluşur. Bazı insanlar dünya hayatında karşılaştıkları bu denemeleri hayatın birer gerçeği olarak kabul ederler. “Dediler ki: “(Bütün olup biten,) Bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi “kesintisi olmayan zaman’ (dehrin akışın)dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor.” Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar.” (Casiye Suresi,24) ayetinde bildirildiği gibi, yaşadıkları sıkıntıların yalnızca geçen zamanın sebep olduğu birer sorun olduğu kanısındadırlar. Oysa bu kimseler, Allah’ın dilerse insanı hiç yaşlandırmayacağını, dilerse kendilerine hiçbir zor an yaşatmayacağını, doğal afetleri yaratmayacağını ve başlarına gelen iyi kötü herşeyi Allah’ın belli bir hikmetle yarattığını düşünmezler. İman edenler ise, kötü gibi görünen bir olayı ya da zorluk anını, samimiyetlerini, Allah’a olan bağlılıklarını ve tevekküllerini göstermek için güzel bir fırsat olarak değerlendirirler. Dünyada hem zorluklarla hem de nimetlerle denendiklerini ve karşılaştıkları olayların ardında belki o an anlayamadıkları büyük hikmetler ve önemli mesajlar olabileceğini asla akıllarından çıkarmazlar. 

    Zorluk ve Sıkıntı Ortamlarında 
    Nefsin İsteklerinden Fedakarlık Edip Sabredebilmek:

    Rabbimiz “Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.” (Bakara Suresi, 155) ayetiyle dünya hayatında insanların nimetlerle olduğu kadar, sıkıntı ve zorluk ortamlarıyla da karşılaşabileceklerini bildirmiştir. Bir ayette Allah bu durumun bir hikmetini, “Andolsun, Biz sizden cehd edenlerle (çaba harcayanlarla) sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya çıkarıncaya) kadar, deneyeceğiz ve haberlerinizi sınayacağız (açıklayacağız).” (Muhammed Suresi, 31) sözleriyle haber vermiştir.

    Zorluk ortamları, kişilerin içlerinde yaşadıkları asıl karakterlerinin ortaya çıkmasına neden olur. Bir insanın cesur mu yoksa korkak mı, cömert mi yoksa cimri mi olduğu; insaniyetli, vicdanlı, merhametli mi yoksa düşüncesiz ve bencil bir ahlaka mı sahip olduğu hep zor şartlar altında ortaya çıkar. Tüm hayatını, sahip olduğu herşeyi Allah’a adamış, Rabbimiz’in rızasını kazanabilmek için her türlü fedakarlığı göze almış bir insanın ahlakındaki üstünlük de yine bu şekilde anlaşılır. Her ne zorluk ya da sıkıntıyla karşılaşırsa karşılaşsın, imanın verdiği şevk, azim ve iradeyle büyük bir sabır gösterir. En zor şartlarda bile elinden gelenin, güç yetirebildiğinin en fazlasını yapmaya, içerisinde bulunduğu zor koşullara rağmen başkalarına yardım etmeye çalışır. Allah’ın bu tür şartları insanları denemek için özel olarak yarattığını, insanın refah içerisindeyken olduğu kadar zorluk içerisindeyken de fedakar bir ahlak göstermekle yükümlü olduğunu bilir. Diğer insanların yaşadığı zor şartları hiç düşünmeden kendi sorunlarıyla oyalanmasının Müslüman ahlakıyla bağdaşmayacağının şuurundadır. 

    Sıkıntılardan Kurtulmak İçin 
    Yüce Allah’a Tevekkül Etmek Gerekir 

    Sorunlar, acılar, zorluklar, beklentiler ya da istekler birbirlerinden ne kadar farklı olursa olsun, dünyanın dört bir yanındaki tüm insanların sıkıntılarının çözümü tektir. Çözüm Allah’a yönelmek, Allah’ı çok sevip, Allah’a güvenip, herşeyi Allah’tan istemektedir. Olayların içinde kaybolup bir çıkış yolu aramaktansa, o olaydan dışarı çıkıp, çözüm ve yardımı Allah’tan beklemektedir. Unutmamak gerekir ki; 
  • Allah bir kimseyi severse, onu dilediği herkese sevdirir. 
  • Allah bir kimseye rahmetini, nimetini açarsa; 
    Allah tüm dünyada, tüm insanlarda ona karşı rahmetiyle ve nimetiyle tecelli eder. 
  • Bir insan Allah’ın koruması altında olursa, kimse ona zarar vermeye güç getiremez. 
  • Allah bir kimseye mutluluk, neşe, huzur, bereket verirse, hiçbir şey ya da hiçbir insan, bunları engellemeye güç yetiremez. 
  • Allah bir insanın yolunu açarsa, bir kişiye kolaylık dilerse, hiçbir olay ya da hiçbir insan bu yolu kapayamaz. 

    Dünya üzerinde her nereye gidilirse gidilsin, Allah’tan bağımsız, canlı cansız hiçbir varlık yoktur. Herşey ve herkes Yüce Rabbimiz’e boyun eğmiştir. Her biri, her an Allah’ın emrine uymakta ve Rabbimiz’in buyruğunu yerine getirmektedir. İşte, dünyanın en büyük sorunlarıyla, acılarıyla ya da sıkıntılarıyla yüzleşen bir insanın dahi, bu kesin ve değişmez gerçeği asla unutmaması gerekir. 

    Bir insan bu gerçeği bildiği ve bu gerçeğe inanarak yaşadığı takdirde; sorunlar, konular her ne olursa olsun, gerçek çözümün bilgisinin şuurunda olacaktır. Allah’a teslim olup Allah’ı dost ve vekil edinmekten, Allah’a güvenmekten, Allah’tan yardım istemekten ve Allah’ın en güzelini yaratacağından emin olmak, herşeyin tek ve kesin çözümüdür. Elbetteki insan fiili olarak elinden gelen her yolu deneyecek, tüm sebeplere sarılacak, gücünün yettiği en fazla çabayı harcayacaktır. Ama bunların sadece birer dua mahiyetinde olduğunu asla unutmayacak ve çözümün yalnızca Allah’a yönelmek olduğunu bilecektir. Allah Kuran’da pek çok insanın zaman zaman gaflete düştüğü bu önemli gerçeği kullarına şöyle hatırlatmaktadır: 

    “… Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sarılın, sizin Mevlanız O’dur. İşte, ne güzel mevla ve ne güzel yardımcı.” (Hac Suresi, 78)

    SAYIN ADNAN OKTAR ANLATIYOR:

    “Dünyada Yaşanan Bütün Sıkıntı ve Acıların Kaynağı, KURAN‘dan Uzaklaşılmasıdır”

    ADNAN OKTAR: Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in vefatından sonra, tabiin, tebbe tabiin ve ondan sonraki asırlarda Peygamberimiz (s.a.v) dünyada “Bir zorluk vardır” diyor. Bir de “ahir zaman iyidir” diyor. Yani Hz. Mehdi (a.s) devri bu devir. “Ondan gerisi zorluklarla doludur” diyor. Aynı dediği gibi olmuştur. Bütün sıkıntının kaynağı Kuran’a ilave veya çıkartma yapılmasından kaynaklanıyor. Yani dünyadaki bütün acının, belanın sırrı burada, başka bir şey yok. Kuran’a ilave yapılması ve çıkartma yapılması. Ya hurafe ile ilave yapıyorlar veyahut “bana vahiy geldi” diyerek ilave yapıyorlar. Bu Babilik var mesela onlarda da öyledir. Bahailerde, onlarda da öyledir. “Bana vahiy geldi” diyor Allah’tan, Bahaullah diye bir şahıs var. “Allah’ın meleğini gördüm bana her şeyi anlattı. Yeni bir kitap geldi bana” diyor. Böyle tipler diyeyim yani, zuhur ediyor hepsi kendisine vahiy geldiği ve hepsi kendisine kitap geldiği iddiasıyla ortaya çıkıyor. Bir tane, iki tane, üç tane değil. Özellikle, bu son yüzyıldan son iki yüzyıldan beri bu yoğunlaştı. “Bana vahiy geldi” diyenden geçilmiyor. Önüne gelen peygamberlik ilan ediyor. Ahir zamanda bu peygamberlik ilanlarının çoğalacağı hadislerde var. Böyle sahte mehdiler sahte İsalar kendisine vahiy geldiğini iddia eden sapkınlar. Şimdi onların bir ara listesini getireyim bu sapıkların, önü arkası yok. Veyahut hurafeler. Hurafe de ayrı bir bela, o da ilave. Kuran’a ilave. Halbuki insanlar tam Kuran ahlakına göre yaşamış olsalar çok mutlu olacaklar. Acayip rahat ederler. Bir de Allah dünyanın mutluluğunu onun üzerine bağlamış. Yani hak gelen Hak Kitaba uyulup uyulmaması. Mesela Hz. Musa (a.s.) devrinde de Tevrat’a uymadılar, çok acı çektirdi Allah. Kırk yıl çölde gezdiler. Hz. Musa (a.s.)’nın devrinde de öyle sapkınlar vardı ve onların yaptığı hatalardan halk da etkilendi tabii, çok olumsuz etkilendiler insanlar. Samimi olarak Hz. Musa (a.s.)’a iman eden çok azdı, Kuran ayeti var. Bu yüzyılda şimdi Kuran ahlakına tam tabi olacakları için rahat edecek insanlar. Bunu hep beraber göreceğiz. Yalnız benim anlattıklarımın güzel yönlerinden bir tanesi de ispatlı olması. Benim dediklerimi göreceğiz. Çünkü şimdiye kadar her dediğimi teker teker herkes gördü...(22 Kasım 2010, Adıyaman Asu TV)
  • Yaşamın Tek Bir Amacı Vardır: "Allah'ı Bilmek ve O'na Kulluk Etmek"


    Yaşamın Tek Bir Amacı Vardır: 

    "Allah'ı Bilmek ve O'na Kulluk Etmek"

    İyi bir okuldan mezun olmak, üniversite sınavında istediği bir bölümü kazanmak, iyi bir evlilik, güzel ve sağlıklı çocuklar, çocuklara iyi bir gelecek hazırlamak, bu arada işinde yüksek bir mevkiye gelmek, isabetli yatırımlar yapmak, ev, iyi bir araba ve yazlık almak, kendisinin ve ailesinin iyi giyinmesini, gezmesini sağlamak, kısaca varlık içinde bir hayat yaşamak… Bunlar tabi ki çok makul ve insani isteklerdir... 
    Ancak tüm bunları isterken insanın düşünmesi gereken önemli bir soru vardır:

    Hayatımızın Gayesi Sadece Daha İyi Yaşamak Mıdır?
    "O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı..." (Mülk Suresi, 2) 
    Dünyanın her köşesinde farklı kültür ve ortamlardaki insanların çoğu yalnızca bu idealler doğrultusunda yaşarlar. Oysa ayette de bildirildiği gibi insanın dünyada bulunma amacı bunların hiçbiri değildir. Dahası bu saydıklarımız insanın temel ideali haline getirilecek konular da değildir; bu talepler ancak insanın Rabbimiz’in rızasını kazanabilmesi için birer araç olabilir. Rabbimiz’in akıl, anlayış ve bilinç vererek nimetlendirdiği insanın dünyada bulunma amacının, sadece iyi bir okuldan mezun olmak ya da iyi bir mevkiye gelmek olmadığı açıktır. Tabi ki bunların tamamı Allah'ın bizlere verdiği birer nimettir ve yaşanmasında bir mahsur yoktur. Ama insanın Allah'ı ve ahireti unutarak kendisine yalnızca bunları amaç edinmesi hatalıdır. 
    Allah yaratılışın böyle bir amacının olmadığını Kuran'da şöyle bildirir: 
    “Biz, bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık. Eğer bir 'oyun ve oyalanma' edinmek isteseydik, bunu, Kendi Katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık, böyle yapardık.” (Enbiya Suresi, 16-17)
    Bu düşünceyle basit idealler için yaşamını sürdüren insanlar, dünyayı sadece kendi istek ve tutkularını gerçekleştirebilecekleri bir yer olarak görürler. Bu şekilde kendi nefislerini tatmin etme hırsı ile yaşarlarken yüksek bir kişiliğe, güçlü bir imana ve peygamberlerin taşıdığı üstün ahlaka sahip olma gibi bir arzu duymazlar. Allah'a yakın olma konusunda gerçek anlamda tutkulu bir istek taşımazlar. Bunun sonucunda da davranış ve düşüncelerinde Müslümana has bir olgunluk, itidal ve bunlardan kaynaklanan bir seçkinlik meydana gelmez. Aksine Allah'ın varlığından ve ölümün yakınlığından gafil bir görünüm sergilerler. Allah'ın her an kendilerini görmekte olduğunu ve yaptıklarından haberdar olduğunu unutmuş bir davranış şekli içinde olurlar. Oysa insan bilmelidir ki gözünü nereye çevirse Yüce Allah'ın varlığının delilleriyle karşılaşır. Allah sonsuz kudreti ile, var olan herşeyi ve herkesi yoktan yaratmıştır. Nitekim insanın Allah'ı tanıması ve O’nun sonsuz kudretini takdir edebilmesi için sadece kendi bedenine bakması yeterlidir. Allah insanı, Kuran'da bildirdiği ifadeyle "en güzel surette" yaratmış (Mümin Suresi, 64), kusursuzca işleyen pek çok sistemi bedenine yerleştirmiştir. Rabbimiz’in insanda tecelli eden üstün yaratışının delillerinden bazıları şu şekildedir: 

    İnsan Vücudunda İşleyen Kusursuz Sistemlerden Bazıları:

    Ortalama yetişkin bir insanın günde;

    • 103.689 kere kalbi atar.
    • 23.040 defa nefes alır
    • 750 büyük kasını hareket ettirir.
    • Saatte derisinden 600.000 partikül düşürür.
    • Beyni bir günde 86 milyon bayt bilgiyi kaydedebilir.
    • Kalbi her gün vücudunda 12.000 mil boyunca 8000 galon kan pompalar.
    • Yaklaşık olarak 300 kere vücudundaki tüm kan böbreklerden geçer.
    • Her saniye yaklaşık olarak 8.000.000 (8 milyon) kan hücresi vücudunda ölür ve aynı sayıda kan hücresi oluşur.
    • Vücudunda yaklaşık 5.6 litre kana sahiptir. Bu 5.6 litre kan her dakika tam 3 kere vücudu dolaşır. 
    • Vücudundaki kan tam 19.000 km yol alır. Bu ise Amerika’nın bir kıyısından diğer kıyısı arasındaki uzaklığın 4 katıdır.
    • Yaklaşık 15.000 kere göz kırpar. Her kırpmada 200’den fazla kasını hareket ettirir.

    İdealleri "Sadece Yaşamak" Olan İnsanların Basitliği

    Küçük yaşlarda pek çok ideali olan bazı insanlar, büyüyüp olgunluk yaşına geldiklerinde artık belli hedeflere ulaşmış, genellikle okulunu bitirip bir meslek edinmiş, evlenip çocuk sahibi olmuş, iman etmedikleri için başka beklentileri, arzuları ve hedefleri kalmamış, şevk ve heyecanlarını kaybetmişlerdir. Artık herkes içinde bulunduğu şartlara ve kültüre göre vakit geçirmekte; herkes kendine göre bir uğraşı bularak, kimi bir kafede, kimi alışverişte, kimi televizyon seyrederek vakit öldürmektedir. Bu insanlar için her gün bir önceki günün aynısı olmakta, böylece bu insanların hepsi birer birer ölümü bekler hale gelmektedirler. 

    Böyle bir kişi, sabah gözlerini açtığı zaman, bugünün de diğer günlerden bir farkının olmadığını düşünür. Ne var ki beklenilenin aksine bundan şikayetçi de değildir. Çünkü onun yaşadığı her günün hedefi, sadece önünde yaşayacağı vakti en eğlenceli bir biçimde geçirebilmektir. 

    Bu bakış açısında olan bazı insanların hayattan tek beklentilerinin sadece yaşamak olduğu düşüncesi, sadece yaşlılarda ya da emeklilerde değil, başta da belirttiğimiz gibi toplumun her kesiminde, her yaş grubunda görülebilmektedir. Yaşama amaçları yalnızca “boş vakitlerini sözde daha iyi değerlendirmek” olan bu insanlar, aslında hayatlarından sıkıntı duymaktadırlar. 

    Her şeyden çok çabuk sıkılan, can sıkıntılarını giderebilmek için sürekli yeni uğraşılar ve farklı heyecanlar arayan bu insanlar, eğlence adı altında yaşamlarını rahatlıkla tehlikeye atabilmekte çoğu zaman güvensiz ve riskli ortamlarda huzuru arayabilmektedirler. 

    Kısaca, sabah işe gidip akşam dönmek, televizyon programlarını seyretmek ve yemek yiyip, yatmaktan başka yapacak bir işleri ya da hedefleri olmayan insanlarda da tek amaç yaşamayı umdukları hayatı daha zevkli geçirebilmektir. 

    Ölümü ve ahireti unutarak amaçsızca oyalanan, basitlik olarak nitelendirilebilecek bu kültür içinde yaşayan ve hayattan hiçbir beklentileri kalmayan bu insanların amaçları, "sadece yaşamak"tır. Bunlar hayatlarının amacını vicdanlarında sorgulamayan, ahiretten gafil olan, din ahlakından uzak olarak yaratılış gayelerini düşünmeden yaşayan kimselerdir. Allah'ın rızasını, rahmetini kazanmak, O'nun razı olacağı salih amellerde bulunmak, güzel ahlaklı, vicdanlı insanlarla hayırlarda yarışıp öne geçmek gibi hedefleri olmadığı için kısa ömürlerini rahatlıkla tüketebilmektedirler.

    Çalışan, çalışmayan, genç, yaşlı, fakir, zengin, kadın, erkek ayrımı olmaksızın, yaratılış amacından uzak olan kimi insanlar kendilerine bu basit ideali edinmişlerdir. Dünyadaki şans oyunlarına olan eğilimin, içki, sigara ve uyuşturucu bağımlılığına olan artışın sebebi de budur. 

    Yaratılış amaçlarını gözardı ederek bir ömrü Allah'a kulluktan uzak geçirmiş olan, sadece iyi yaşamayı amaç haline getiren bu insanların, ayette bildirildiği üzere ölümün gelmesiyle birlikte hemen şuurları açılmakta ve yaşadıkları hayattan pişmanlık duymaktadırlar (Fecr Suresi, 24).

    Bizlere karşılık beklemeden hayat veren, can bağışlayan Yüce Rabbimiz sonsuz rahmet sahibidir. Allah Kuran’da tevbe edenlerin tevbesini kabul edeceğini ve Kendi rahmetinden umut kesilmemesini bildirmiştir:

    “(Benden onlara) De ki: "Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Zümer Suresi, 53)

    Vicdanlı ve samimi bir insanın yapması gereken ise, yaratılış amacını düşünmesi ve “De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi, 162) ayetinde bildirildiği üzere tüm yaşamını alemleri yoktan var eden Yüce Rabbimiz’in bildirdiği şekilde geçirmeye çalışmasıdır. 

    Vücudumuzdaki Sistemler Hakkında:


    Gözün kırpılmasını sağlayan kas, vücuttaki en hızlı kastır. Bu kas saniyede gözün 5 kere kırpılmasını sağlar.
    Beyin maksimum ağırlığına 20 yaşında ulaşır ve 30 yaşına kadar her gün 50.000 hücre kaybeder. Bir bebeğin beyni ilk 6 aya kadar nöronlarını tamamlar ve 20 yaşına kadar saniyede 13.000 hücre meydana gelir.
    Bilginin taşınması farklı nöronlarla farklı hızlarda olur. Taşınma 0.5 metre/sn ile 120 metre/sn arasında değişir.
    Beyin her dakika yaklaşık 10-12 defa diyaframlara ve göğüs kafesi kaslarına büzülmelerini söyleyen sinyaller yollar.

    ADAMLIK DİNİNİN ORTAK ÖZELLİKLERİ ALTINCI BÖLÜM


    ADAMLIK DİNİNİN ORTAK ÖZELLİKLERİ

    12- YANCILIK
    Adamlık dininin ortaya çıkardığı insan karakterlerinden biri de yancı karakteridir. Yancıların en belirgin özelliği, aslında zengin olmadıkları halde zengin gibi yaşamaları, satın alacak güçleri olmadığı halde pahalı kıyafetler giymeleri, iyi evlerde oturmaları, aileleri ekonomik olarak zor durumda olduğu halde kendilerinin zengin bir çevrede yaşamalarıdır. Yancılar bu olanaklara, kendilerine hedef seçtikleri bir insanın "sırtından geçinerek" sahip olurlar. Kendilerine dost edindikleri bu insanın parasından, çevresinden, olanaklarından, evinden, arabasından ve sahip olduğu her türlü imkandan faydalanarak hayatlarını sürdürürler. Bunun karşılığında ise yancılığını yaptıkları insanın her türlü ayak işini yapma, onu övme, nefsini tatmin etme, kendisine olan güvenini sağlama gibi görevleri vardır.
    Eğer çevrenize dikkatlice bakarsanız toplum içinde hemen her zengin veya ünlü kişinin yanında bir tane yancıya rastlamanız mümkündür. Aslında her ikisi de aynı tarz giyinmelerine, aynı üslupla konuşmalarına rağmen hangisinin yancı, hangisinin yancılık yapılan kişi olduğunu hemen ayırt edebilirsiniz. Çünkü yancılar genellikle aşağılanan, azarlanan, hizmet eden, karşı tarafı sürekli öven, konuşmalarını tasdikleyen, istekleri yerine getiren, ilgilenen, üstüne düşen kişidir. Diğeri ise övülen, istekleri yerine getirilen, sözleri tasdik edilen ve aşağılayan taraftır.
    Yancının en büyük görevi yanındakini eğlendirmek, neşelendirmek, kendine olan güvenini ayakta tutmaktır. Kendisini çirkin hissettiği zamanlarda onu güzel olduğuna inandırmak, morali bozuk olduğunda dengesini sağlamak, espri yaptığında gülmek, dertlerini dinlemek, ona çözümler üretmek veya kimsenin saygı duymadığı bu insana saygı göstererek onu tatmin etmektir.
    Bu nedenle bu iki kişi günün her saatini beraber geçirirler. Her yere beraber gider, alış verişe beraber çıkar, berbere, eğlence yerlerine birlikte gider, evde beraber oturur hatta geceleri beraber kalırlar. Yancılar alış verişte genellikle yancısı oldukları kişinin kıyafetleri denemesini bekler, giyinmesine yardımcı olur, çantasını tutar, cep telefonundan arayanları onun adına cevaplandırır, notlarını iletir, kıyafetlerin hangisinin yakıştığını söyler ve isteklerinin tümünü yerine getirirler. Kıyafetleri deneyen kişi de kendisine birçok şey aldıktan sonra yancısına da birkaç parça kıyafet alarak ona yaptığı hizmetlerin karşılığını verir. Genelde yemeğe, berbere veya bir eğlence merkezine gidildiğinde zengin olan taraf mutlaka yancısının parasını da öder.
    Yancıların başka bir belirgin özelliği kendi evlerinde değil, genellikle yancılığını yaptıkları kişilerin evinde kalmalarıdır. Bu evin imkanlarından istifade eder, arkadaşının gardırobundaki kıyafetleri kullanır, yemeklerini bu evde yer, bu evin hizmetkarlarını kendisine hizmet ettirir. Ancak bunları yapabilmek için arkadaşının anne babasına sürekli iltifat eder, gönüllerini alır, çok cana yakın davranır. Gerçekten de anne ve baba çocuklarının hatırı ve yalnız kalmaması için bu kişiyi evden biri gibi görmeye başlar ve bu durumu kabullenerek ona bakmaya başlarlar. Bundan da rahatsızlık duymazlar çünkü yancının en yetenekli olduğu konulardan biri insanları "bağlama" özelliğidir. Yancı, çıkarları için her tarza bürünebilen bir kişidir. Halk arasındaki deyimle "herkesin nabzına göre şerbet vermeyi" ve sahtekarlığı iyi bilir. Kim nasıl bir üsluptan hoşlanıyorsa hemen o üslubu kullanır. Kendisine ait bir şahsiyeti yoktur. Haysiyetsiz ve onursuz olduğu için menfaatlerinin yönüne göre hemen şahsiyet değiştirebilir.
    13- OLAY ÇIKARTMAK
    "Adam olmanın" gereklerinden biri de kavgacı bir karaktere sahip olmaktır. Çünkü kavgada yenen taraf olmak adamlık dininde çok önemli bir itibar meselesi olarak kabul edilir. Adamlık dinine göre galip taraf olmak aklın, gücün veya karakterin üstünlüğüne alamettir. Yenilen taraf olmak ise zayıflık alametidir. Bu nedenle insanlar herhangi fiziksel bir kavga ya da tartışma ortamında haksız da olsalar mutlaka üstün gelmek için ellerinden geleni yaparlar. Kavganın bir diğer önemi ise şahsiyet belirtisi olarak kabul edilmesidir. Bir insan eğer hoşuna gitmeyen bir durumda karşısındakine tavır alabiliyorsa adamlık dinine göre bu, onun güçlü bir karaktere sahip olduğunu gösterir. Dolayısıyla dini yaşamayan insanlar arasında sık sık kavga sahnelerine rastlamak mümkündür.
    İnsanların kavgaya en açık olduğu yerlerden biri trafiktir. Dolayısıyla adamlık dininin binlerce detayını görebildiğimiz yerlerden biri de trafiktir. Yolda sadece 10-15 dakikalık bir süre için araba kullansanız bile yüzlerce adamlık dini tavrına rastlayabilirsiniz.
    Örneğin trafikte insanlar genellikle çevrelerini aşağılar ve insanlara değer vermediklerini göstermek için ellerinden geleni yaparlar. Birbirlerine yol vermezler. Hatta eğer arkalarında korna çalan ya da selektör yakan olursa bunu onur meselesi yapar ve altta kalmamak için aceleleri olsa bile özellikle ağır hareket ederler. Çevrelerindeki her araba kullananı eleştirir, sık sık çevrelerine elleriyle işaretler yaparak arabanın içinde bağırırlar. Bir taksiye, dolmuşa veya herhangi birinin arabasına bindiğinizde sıklıkla "ne yapıyorsun kardeşim kör müsün, önüne bak önüne, buradan geçeceksin de boyun mu uzayacak, ne demeye korna çalıyorsun sağır mıyız, kim verdi sana bu ehliyeti, bizim de acelemiz var sadece sen misin acelesi olan "gibi sözler işitir ve bu sözlere uygun yüz mimikleri görürsünüz.
    Trafikte en büyük kavgalar ve dolayısıyla en şiddetli adamlık dini tepkileri de kaza esnalarında görülür. Bir dönemeçte birbirine çarpan iki araba olduğunda genellikle her iki şoförün de suçu birbirine attığını görürsünüz. Trafik polisi olaya müdahale etmediği sürece suçlu olan taraf büyük bir ihtimalle kendi suçunu kabul etmez. Genellikle bu tip kazalarda her iki taraf da öfke gösterilerine başlar. Yüksek sesle bağırarak karşı tarafı sindirmeye çalışır eğer bunda başarılı olamazsa öfkeden deliye dönmüş tavırlar sergilemeye başlar. Bunun karşı tarafa korku vereceğini ve haksızlığını kabul edeceğini düşünür. Eğer bu da yeterli olmazsa galibiyetini ispat edebilmek için kaba kuvvete başvurur ve bu şekilde kendince itibarını kurtarmak ister.
    Genellikle bu tip durumlarda insanların gerçekten kendilerine engel olamadıkları için kavga ettikleri düşünülür. Halbuki bu tip tavırların tümü adamlık dininin gereği olarak ve en ince detayına kadar planlanarak yapılır. Kaza yapan kişilerin, arabalarından inerlerken kullanacakları ses tonundan mimiklerine ve hatta söyleyecekleri sözlere kadar herşey ezberlerindedir. Kaza olur olmaz otomatik olarak, ezberledikleri bu kuralları uygulamaya başlarlar. Böylece dünyanın her yerinde ortak olan bu mimik ve tavırları adamlık dininin bir gereği olarak yerine getirmiş olurlar.
    14- DELİKANLI PSİKOLOJİSİ
    Adamlık dininin erkekleri arasında yaygın olan ortak bir kişilik yapısı vardır: "Delikanlılık".
    Erkeklerde ergenlik çağıyla başlayan ve genellikle orta yaş sınırlarına kadar devam eden delikanlılık ruhu kişinin tavır ve davranışlarını büyük ölçüde etkiler. Temel vasfını "delikanlılık" olarak tanımlayan bu kitlenin ortak tavır ve davranış biçimleri vardır.
    Kendine göre çeşitli prensipleri olan bu kişilik yapısının ileri safhalarında olayın bir felsefe ve ahlak sistemi haline geldiği görülür. Kendine göre doğruları yanlışları ve erdemleri olan bir delikanlı ahlakı vardır. Bu sisteme göre arkadaşının, komşunun, mahallenin kızlarına bakmak büyük ahlaksızlıktır. Fakat tanımadığı birine yapıldığında bu hareket çapkınlık, delikanlılıktır. Yakınlarının, mahallenin kadınlarına ve kızlarına karşı da göstermelik bir koruma ve kollama mantığı vardır. Lafa gelince, doğruluk, dürüstlük ya da kendi tanımlarıyla "harbilik" delikanlılığın değişmez düsturudur, ama yolunu bulur, kalıbına uydurursan her türlü sahtekarlığı yapmak uyanıklık olarak takdir görür.
    Genelde kendini kanıtlama üzerine kurulu bu kültürde gergin, asabi ve saldırgan bir ruh hakimdir. Bunalımlı ve psikopat takılmak, ani çıkışlar, dengesiz hareketler yapmak, her an kavga ya da gerilim çıkarmaya hazır olmak ne kadar delikanlı olunduğunun bir göstergesidir. Dışarıya karşı daha caydırıcı bir görünüm verebilmek, çekinilen birisi olabilmek için kendine aşırı dengesiz bir görünüm vermek de sık başvurulan bir yöntemdir. Tespih, zincir gibi aksesuarlar da delikanlılığın vazgeçilmez parçalarıdır.
    Sohbetleri genellikle maç, kavga ya da cinsellik üzerine yoğunlaşır. Kulaktan dolma bilgilerden, gazete haberlerinden edinilen kırık dökük malzemeyle, siyasi, ekonomik ya da sosyal konularda konuşmak, kendi deyimleriyle "geyik muhabbeti" yapmak makbuldür.
    Kimseyi "takmama", "kafasına göre takılma", asilik gibi ferdi özellikler taşıyan "delikanlı" sosyal ve ideolojik dürtülerini ise "taraftarlık" zihniyetiyle tamamlar. Fanatik bir taraftar psikolojisi vardır. Taraftarlık, futbol takımı, arkadaş grubu, aynı mahallenin, aynı caddenin çocuğu olma, aynı işi yapma gibi çeşitli yapıların herhangi birinde ya da hepsinde kendini gösterir. Taraftarlar arasında birbirini koruma ve kollama da delikanlılık ahlakının bir parçasıdır.
    Yaş ilerledikçe, kişinin sosyal, ekonomik ve kültürel düzeyinde ulaştığı aşama ile orantılı olarak delikanlı karakterinden bir uzaklaşma ve yeni şartların gerektirdiği farklı adamlık dini kişiliklerine doğru bir kayma görülür. Örneğin sosyal seviye olarak fazla ilerleme kaydedememiş, alt kültür düzeyine mensup kişilerde, bilgisizliğin verdiği kompleks ve kimliksizliğin bir sonucu olarak delikanlı karakterini tam bir kimlik olarak benimseme hali oluşur. İşiyle, mesleğiyle, zenginliğiyle, kültürü ve zekasıyla toplum içinde sivrilemeyeceğini, ön plana çıkamayacağını, hava atamayacağını anlayan kişiler de çoğunlukla delikanlılığa dört elle sarılma ihtiyacı hisseder. Hayatının sonuna kadar da bu ruhu taşır. Toplumun büyük kesimi de bu durumda olduğu için delikanlı karakteri çoğunluğun ortak ve geçerli karakter yapısını oluşturur, yadırganmaz, aksine kabul ve destek görür. 
    15- ÇARPIK SAYGI ANLAYIŞI
    Adamlık dininin sahip olduğu saygı anlayışına geçmeden önce, Kuran'da bildirilen saygı anlayışına bakmak gerekir. Kuran'da bildirildiğine göre, bir mümin, öncelikle Allah'a karşı büyük bir saygı içindedir.

    Al-i İmran Suresi'nin, 199. ayetinde, "... Allah'a derin saygı gösterenler olarak inananlar"dan söz edilir. Enbiya Suresi'nin, 90. ayetinde ise Peygamberlerden söz edilirken,"... gerçekten onlar hayırlarda yarışırlardı, umarak ve korkarak Bize dua ederlerdi. Bize derin saygı gösterirlerdi" denir. Müminun Suresi'nde de yine müminler için "Rablerine olan haşyetlerinden dolayı saygıyla korkanlar" (Müminun Suresi, 57) ifadesi kullanılır. Saygı, başka ayetlerde de Allah'a duyulan içli korkunun (haşyet) bir parçası olarak kullanılmaktadır.
    Dolayısıyla müminin sahip olduğu saygı hissinin kaynağı, Allah'a duyduğu saygıdır. Diğer insanlara göstereceği saygı da, bu asıl saygının bir yansımasıdır. Mümin, Allah'a saygı duyduğu için, O'na itaat eden , O'nun rızasını kazanmaya çalışan diğer insanlara, yani tüm müminlere de saygı duyar. (Saygıya layık olmayanlara, yani Allah'a isyan eden , O'nun rızasına aykırı hareket eden, Allah'ı tanımayan inkarcılara ise kalben saygı duymaz.)

    Ancak elbette, adamlık dinindeki saygı anlayışı Kuran'da tarif edilen bu gerçek saygı kavramından tamamen uzaktır. Müminlerdeki saygı, daha önce de belirttiğimiz gibi, temeli Allah'a olan saygıdan kaynaklanan içten ve samimi bir duygudur. Adamlık dininde ise, yüzeysel, belli kalıplara oturtulmuş, tamamen şekilci ve karşılıklı çıkar ilişkilerine dayanan riyakar davranış biçimleri olarak kendisini gösterir.

    Adamlık dinine göre "saygı" göstermek, yerine göre nazik davranmak ve çeşitli ortamlara göre kurallaştırılmış söz ve hareket kalıplarını suni bir tarzda uygulamaktır. Saygı, kişinin toplumda bir yer edinmesine yardımcı olan, ortamına ve kişisine göre şekli, süresi değişen ve katlanılması gerektiğine inanılan bir tavır farklılığı olarak kabul edilir.

    Adamlık dininin yaşam felsefesi ikiyüzlülüğe ve sahtekarlığa dayalı olduğu için, saygı da zorla ve istenmeden gösterilir. Kişi , saygı göstermek zorunda olduğu anlara tahammül eder. Saygı, karakterin bir parçası değildir. Bu yüzden adamlık dininde kişinin en rahat ettiği ortamlar hiç kimseye saygı göstermek zorunda olmadığı ve gerçek karakterini rahatlıkla gösterebildiği ortamlardır. Bu tür ortamlarda kişinin üslubunun bozukluğu, ahlak anlayışının çarpıklığı, kişiler hakkındaki gerçek düşünceleri ve gerçek tavrı ortaya çıkar.

    Saygı anlayışı mekanlara ve ortama göre değişim gösterdiği gibi yaşa göre de değişir. Adamlık dininde kişinin kendine güvendiğini, hiç kimseyi önemsemediğini, dolayısıyla kimseye karşı bir korkusu olmadığını yani şahsiyetinin tam gelişmiş olduğunu ispat etmesi, "rahatlık" adı altında son derece basit ve saygısız davranmasıyla olur. "Rahat" olarak algılanan ortamların kendine has davranış ve konuşma tarzları vardır. Hiç tanımadığı birinin evinde buzdolabını açma, arkadaşına gittiğinde odasını karıştırma, dolabını açıp kıyafetlerini giyme, ayaklarını mümkün olduğunca yükseğe uzatarak, yatar vaziyette oturma, samimiyet adı altında sürekli densizlik yapma, yakın mesafeden bağırarak yüksek sesle konuşma, küfürlü konuşma, bütün esprilerine cinselliği katma bunların en belirginleridir.

    Buraya kadar görüldüğü gibi, adamlık dini, Kuran vasıtasıyla insana verilen ahlaki prensiplerin hemen hepsine ters bir ahlak modeli içermektedir. Bu, kuşkusuz Allah'a hesap verileceğinin unutulduğu ve insanların büyük bir gaflet içinde dünya hayatının geçici süsüne kapıldığı bir toplumda ortaya çıkar. Bu toplum, Kuran'daki deyimle bir "cahiliye" toplumudur, tamamen cahildirler, çünkü bu topluluk Allah'ın varlığından ve ahiretten habersizdir.

    Bu toplumun insanları için dünya hayatı tek kıstastır. Oysa dünya hayatı insana aldanıştan başka bir şey vermez:
    Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, "(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama", bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir "çoğalma-tutkusu"dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azap; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)

    Allah'ı unutmuş olan toplum, kısa sürede dünya hayatını tek kıstas alan cahiliye kültürünü üretir. Bu kültürün içinde, atalardan miras kalan gelenekler, batıl inançlar, çıkar ilişkilerine dayalı sayısız ahlaki kural yer almaktadır. Adamlık dini, söz konusu cahiliye kültürünün adıdır.

    Bu toplum içinde doğan insan ise, söz konusu kültürü uzun bir eğitim süreci içinde benimseyecektir. Bilinç kazanmaya başladığı andan itibaren, önce ailesi, sonra da yakın çevresi tarafından adamlık dininin kültürü ile yoğrulur. Gittikçe kendi şahsi menfaatleri için diğer insanları kullanmayı, "gemisini kurtaran kaptan" olmayı, mal, makam ve mevki hırsını öğrenir. Cahiliye toplumu insanları, ona "adam" olmak için neler yapması gerektiğini birer birer aşılar.

    Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...