17 Nisan 2014

DERİN DÜNYA DEVLETİ





DERİN DÜNYA DEVLETİ 
Atilla Akar

- İKTİBAS -

DERİN DÜNYA DEVLETİNİN FELSEFELERİ
DÜNYA HÂKİMİYETİ! (..) 
NİÇİN GLOBAL KOMPLO? 
DEMOKRASİ KARŞITLIĞI
SEÇKİNCİLİK ÇAĞLARIN YENİ SEZAR’I! 
POST-MODERN FAŞİZM!  
GLOBAL TOPLUM MÜHENDİSLERİ 
TERSİNDEN KOMÜNİST ÜTOPYA! 
TEMEL HEDEF: TEKLEŞTİRME VE ASİMİLASYON
TEK DİL 
TEK KÜLTÜR
TEK ORDU
TEK PARA
TEK HUKUK
TEK TARİH
TEK DİN
DERİN DÜNYACILAR

Pek çok kişi, ülkelerini kendi hükümetlerinin yönettiğini sanır. Böyle sanmaları da normaldir. Onlar gündelik hayatın hırgürü içinde daha ötesiyle pek ilgilenmezler. Dört-beş yıl­da bir sandığa gider ve kendi temsilcileri olduğuna inandıkları par­tilere veya onların adaylarına oy verirler. Onların politikayla ilgi­leri, bir dahaki seçime kadar ara sıra kahve sohbetlerinde yahut fi­yat artışlarına kızdıkları zaman yaptıkları birkaç homurdanmadan ibarettir. Onun ötesini sezseler bile neler döndüğünün farkına var­mazlar. Taksitlerini ödeyebildikleri, kuaförde saçlarını yaptırabil­dikleri, son model bir elbise, araba yahut en yeni mutfak robotunu alabildikleri sürece mesele yoktur. Tuttukları takımın o sezonki başa­rısı veya yaptığı transferler hayatlarında daha çok yer işgal eder.
Aslında birçok ‘aydın’ın durumu da ‘sıradan insanlar’dan pek farklı değildir. Onlar kendilerini ‘herhangi biri’gibi hissetmezler fa­kat öyledirler. Onlar her konuda mangalda kül bırakmazlar fakat ‘Global Dünya Hükümeti Komplosu’ndan söz ettiğinizde irkilerek bir “yok canım, o kadar da olmaz!” çekerler. Kafaları basmadığından değil, sadece öyle düşünmeye alıştıkları yahut bazı durumlarda öyle düşünmek işlerine çok daha uygun geldiği için. Daha da komiği, onlar fevkalade ‘globalist’tirler; her konuda ‘global düşünürler’ ama‘global komplo’ söz konusu olduğunda nedense ufukları bir anda da­ralmaktadır!
Oysa millî hükümetler, henüz tam tasfiye olmasalar bile gidi­şatın o yönde olduğuna dair kuvvetli belirtiler var. Durum öyle gös­teriyor ki ‘bir güç odağı’, adım adım dünyada merkezî iktidarın or­ganlarını oluşturmaktadır. Dahası, kimi yorumlara göre 1000 yıldır, kimi yorumlara göre de geçen yüzyılın başından itibaren belli bir yapının bu yönde adım adım uygulayageldiği bir planla karşı karşıyayız. Dünyada estirilen ‘globalleşme rüzgârı’na baktığımızda bu­nun sadece sürecin getirdiği ekonomik-teknolojik bir zorlama ol­mayıp, aslında belli mihrakların siyasî tercihinin bir ürünü olduğu­nu görmek mümkündür. Emperyalizm geçen yüzyılın başlarında sis­temin ekonomik altyapısını hazırlarken günümüzde ise ‘globalizm’ makyajıyla siyasî üstyapısını tamamlamaya çalışmaktadır.
Çoğu aydın için globalleşme, tarihin kaçınılmaz bir devresi, sü­recin tabiî bir sonucu olarak algılanmaktadır. Onlara göre globalleşme; ekonominin sınırları aştığı, haberleşmenin global çapta yaygın­laştığı bir dünyanın gitmekte olduğu yöndür. Bu anlamda, onlar için globalleşme; arkasında hiçbir siyasî tercihin olmadığı, tama­men kendiliğinden, ekonomik bir olaydır. Onların göremediği, söz konusu sürecin bir irade tarafından zorlanması, planlı ve adım adım güncelleştirilmesidir. Böyle düşünenlere göre, sürece karşı koyanlar adeta ilkel bir ulusçuluk duygusuyla hareket etmekte, modası geç­miş ulus-devletleri savunmaktadırlar. Oysa bu düşüncedekiler, ne olduğunu bile bilmedikleri içi boş bir ‘evrenselcilik’ çığırtkanlığı ya­pıyorlar ancak veremedikleri bir cevap vardır:
Peki bütün bunlar güzel de globalleşmenin arkasındaki siyasi irade nedir?
Dünya tari­hinde bugüne kadar arkasında bir ‘irade’nin olmadığı en küçük ola­ya dahi rastlayamayacağımıza göre buradaki irade kimdir?
İş buraya gelince kıvırtmalar, kaçak güreşmeler başlamaktadır. Çünkü bu so­ruyu sormak bile cevabı kendi içinde taşıyacaktır.
Daha da açık konuşursak; insanlık, başlangıçta çok çekirdek hâlde olan ama giderek tüm dünyayı saran organize bir elitler gru­bunun komplosuyla karşı karşıyadır. Tüm dünya hükümetleri ve milletleri, kendilerine karşı tertiplenmiş son derece hesaplı, uzun va­deye yayılmış bir darbe girişiminin tehdidi altındadır. Kendisini le­gal kabuklar altında gizleyen finansal-siyasî-teknolojik-askerî elit­lerden oluşan bir çekirdek yapı, tüm dünyayı hedeflediği bir ‘birlik’ çatısı altına sürüklemeye devam etmektedir. Dünyanın tüm devlet­lerinin, kanunî hükümet ve yapılarının örgütlenilmesi düşünüldü­ğünde, bir tür ‘Global Susurluk Çetesi’ olgusuyla karşı karşıya bu­lunduklarını sezeriz.
Peki, bu çekirdek yapının ‘global darbe’ girişiminin ardında kim veya hangi güçler var?
Yoksa bütün bunlar bizim ‘paranoyak’ zihin­lerimizin icat ettiği vehimler mi?
Olayların ve olguların gelişimine baktığımızda, bunun ‘vehim’ ürünü değil tam tersine çok ciddi, müşahhas işaretleri olan bir durum olduğunu görebiliriz. Söz konusu çe­kirdek güç; uzun süredir kendi kadrolaşmasını yaygınlaştırıp, uluslar-üstü bir irade oluşturarak ‘millî hükümetler’e nüfuz ediyor, onların hâkimiyetlerini felç ederek, teslim almaya veya kendilerine katıl­maya zorluyor. Üstelik bunu, milyonlarca insanın fizikî, ekonomik, kültürel yıkımı üzerine kuruyor. Kendilerini ‘dünyanın seçilmiş efendileri’ sayan ‘gizli doktrin’ sahibi, ellerinde büyük bir malî güç bulunan kesimler, dünyanın geleceğinde ‘global imparatorluk’larının bayrağının dalgalandığını daha şimdiden görüyorlar!
Bazıları olaya bizim gibi bakanları küçümseyip, dudak büküyor. En ilgilisi bile “ilginç bir fantezi ama o kadar”da kalıyor. Bunları şu şekilde sınıflamak mümkün:
Birinci sırayı; konuya karşı bilgisiz ve ilgisiz ama siyaset teorilerini gelişigüzel bilen, kalıplaşmış yaklaşım­ları tekrarlayıp duranlar oluşturuyor. Onların, tarihte ve politikada komploların yeri olduğunu kabul et­seler bile, bu derece büyük ve global bir komplonun olabileceğine akılları basmıyor. Onlar bu konudaki yetersizliklerini, kafalarının basmamasını hayli basmakalıp bir sözle ifade etmeye bayılıyorlar:
- Komplo teorilerine pek itibar etmem!
“Bu konuda doğru düzgün fikrim yok” deme cesaretine sahip olmadıkları için, komplo yorumlarını küçümseyerek kendi cahilliklerini örtmektedirler.
İkinci grubu ise ‘derin dünyanın ideolojik ajanları’ diyebileceği­miz, azınlık ama etkili bir aydınlar grubu oluşturuyor. Bunlar çıkar­ları yahut bağları gereği ‘anti-komplocu’ düşüncelerin bayraktarlığı­nı üstlenmiş bulunuyorlar. Bunların bir kısmı, global seviyede derin dünya devletinin uzantısı ‘think-tank’ kuruluşu üyelerinden yahut işbirlikçi aydın kadrolardan oluşuyor. Onlar, kurulan tezgâhı unutturabilmek için neredeyse‘komplo’ sözcüğünü bile sözlüklerden sil­mek istiyorlar.
Bu gruplardan başka bir de üçüncü grup var. Bu gruptakiler, or­tada tuhaf bir durumun olduğunu sezdikleri hâlde, alıştıkları düşün­ce kalıplarını kırmakta zorlanıyorlar. Bu gruptakilerin açmazı, teorik-ideolojik değil, sadece yerleşik kanaatleriyle hesaplaşma cesare­tinden mahrumluktur. Olaylar karşısında bir tür tutucu kimlik sergi­lemektedirler. Konuya böyle yaklaşanların en büyük korkusu, çev­relerince ‘komplocu düşünmekle’ suçlanma ihtimalidir. Sürüye uya­rak sürü dışında kalmanın tehlikelerinden kurtulmaktadırlar!
Bazıları da söz konusu global derin devlet faaliyetlerini normal sivil lobi faaliyetleri gibi görmektedir. Onlara göre bu örgütlenmeler gizli yapılar değil, sadece kapalı kapılar ardında dünyanın gidişatı üzerine fikir üreten‘önemli kimseler’dir. Bunların oluşturdukları ör­gütler ise son derece normaldir. Bunlar olup bitenlere kesinlikle si­yasî bir faaliyet gözüyle bakamıyorlar. Yine onlara göre bazı ‘yetkili ve etkili kişiler’ bir araya gelmiş, kapalı kapılar ardında sadece nor­mal meseleleri konuşuyorlar. Başka bir art niyet aramak ise ‘komplo fobisi’ üretmek oluyor. Bu gibilere karşı ABD’li muhalif aydın Mic­hael Parenti‘nin verdiği nefis cevabı hatırlatmakla yetineceğim:
- «Komplo fobisinden yakınanlar, “Gerçekten birtakım insanların bir odaya kapanıp gizli planlar yaptığını mı düşünüyorsunuz?” deme­ye pek meraklıdırlar. Bazı sebeplerle, görünüm, komplo iddiasında olanları iddialarından vazgeçirecek kadar saçma farz edilebilir. İyi ama iktidar sahipleri de başka nerede bir araya gelir ki?
Park kanepe­lerinde veya atlıkarıncılarda mı?
Hayır! Onlar da odalarda buluşur.
Şirket yönetim kurulu odalarında, Pentagon komuta odalarında, Bohemian Grove’da, en iyi restoranların, eğlence-dinlenme merkez­lerinin, otellerin, malikânelerin seçkin yemek salonlarında, Beyaz Saray’ın, NASA’nın, CIA’nın konferans salonlarında...
Ve evet… Adını “planlama”, “strateji oluşturma” koysalar da, komplo kurarlar, entrikalar hazırlarlar. Bunu da kamuoyunun bilmemesi için her tür­lü çabayı göstererek büyük bir gizlilik içinde yaparlar. Hiç kimse, siyaset-şirket elitleri ve onların kiralık uzmanları gibi baş başa verip ustaca plan yapamaz.»
Komploların hayal ürünü olmayıp, çoktandır görmezlikten geldiğimiz bir gerçeklik olduğunun ipuçlarını sergile­meye çalışmalıyız. Böyle düşünmemiz için yeterince delilin ortada olduğunu söylüyoruz. Tarihe dönüp baktığımızda müşahhas emarelerin yeterince ortaya serili olduğunu biliyoruz. Aslında dünya olaylarına baktığımızda ‘global çete’nin işlediği suçların parmak izleri her yer­de mevcut ama bunu bolca teorik-entelektüel laf arasında görmez­den geliyor, bir anlamda onların değirmenine su taşıyoruz. (...)
Türk okuyucusunun ‘Derin Dünya Devleti’nden hâlen bihaber yahut içi doldurulmamış şekilde haberdar olduğunu biliyoruz. Bu anlamda söz konusu çalışma, türünün belki ilk değil ama derli toplu bir bilgi kaynağı da olacaktır. Gerçi Türkiye’de son dönemde bu ko­nudaki yayınlarda olağanüstü bir patlama yaşanmakta, Türk okuru da Batı’da çoktan tartışma gündemine gelmiş ‘global komplo’dan ve onun organizasyonlarından haberdar olmaktadır.
Türk okuru da artık bu gibi yapıların müşahhas ifadesi olan oluşum­ları daha yakından tanıma imkânına kavuşacak. ‘Global Olim­pos un Tanrılar Meclisi’nde kimlerin oturduğu, çok sözü edilen ‘Ye­ni Dünya Düzeni’nin kimlerin ürünü olduğu, globalleşmenin arka­sındaki güç odakları, Amerikan 1 dolarının üzerinde sembolize edilen piramit ve gözün gerçekte ne anlama geldiği daha net ortaya çıka­caktır. Bütün bu yapıları yerli yerine oturtmadan, bugün dünyayı kimlerin, nerelere sürüklemek istediği anlaşılamaz. Bu tip yapıların sadece kökenlerini, inanışları­nı, üyelerini anlatmıyor; aynı zamanda bu güçlerin hedeflerinin ne olduğunu da tartışma alanına getiriyor. Ortada ‘Para Tanrısı’na ta­pan, ‘Güç Oyununun Sezarları’ vardı. 
Stratejileri ise‘KAOSTAN DÜ­ZEN’ doğurmaktır. Bunlar, ‘Yeni Dünya Düzeni’ hedefi altında ‘Çağla­rın Global Führeri’ni çıkarmak için harekete geçmişlerdi. Nihaî hedefleri arasında demokrasinin -ki, onu da kendileri çıkarmıştı- sonu vardı. Süreç, tüm milletlerin, konsantre ‘seçkinler oligarşisi’ne tâbi olduğu, bir tür ‘global tiranlık’ yahut‘global post-modern fa­şizm’ olarak tanımlayabileceğimiz bir yapıya doğru gitmekteydi. Global kuşatma tehdidinin asıl ekseni buydu!
Bu yapıların en tepe noktasında bulunan kişilerin sadece siyasî/ekonomik değil, aynı zamanda kültürel, ırkçı, dinî he­defler vardır. Bu yüzden onları doymak bilmez ‘sömü­rücüler’ yahut sadece ekonomik güç peşinde koşan tipik kapitalist-emperyalistler olarak gören yaklaşımlar fena halde yanılmaktadır. Öyle görünüyor ki onlar, bütün bunların ötesinde ve daha fazla bir şey istemektedirler. Ekonomik güçleri bile nihaî amaçlarını gerçek­leştirme yolunda sadece bir araçtır. Yoksa bütün dünyanın zengin­liklerini ellerine geçirseler bile hayatın bir sonu olduğunu ve ‘kefe­nin cebi olmadığını’ onlar da biliyorlar. Eğer olay bu kadarla sınırlı kalsaydı, devasa malikânelerinde tatlı bir hayat sürmeyi tercih eder­lerdi. Bu yüzden onların ‘idealleri’ bütün rakamlardan, kâr-zarar eğ­rilerinden daha ötede görünüyor. Bu kesimler ‘İlahî bir plan’ın mu­hafızları, ‘seçilmiş vazifelileri’ olduklarına inanıyorlar.

Kendilerini, dünyaya çekidüzen verecek ve bir tür ‘yeni çağ’ı inşâ edecek misyonerler olarak görüyorlar. Bu yüzden bütün varlıklarını bu ideale adamış ve bu uğurda her şeyi yapmaya hazır hissediyorlar. Aynı sebeple, bu insanlara sadece ekonomik veya siyasî güce susa­mış bir avuç dev kapitalist olarak bakılamaz. Bu kişileri‘hiçbir ide­ali olmayan çılgınlar’ olarak görmek; onları tanımamak, böylesi bir oluşuma niçin destek verdiklerini anlamamıza yarayacak ruhî mo­tivasyonu bilmemek demektir. Onlar, kendilerini, belki ancak eski pagan kültürlerde bulabileceğimiz ‘iyinin ve kötünün ötesinde’ bir yerde görüyorlar. Onlara göre, sadece yapılması gerekenler ve görev­ler var. Buna kalben inandıklarından hiç kuşkum yok ve bütün problem de burada başlıyor zaten!
Aynı sebeple, sadece emeğimizi, mallarımızı, sahip olduğumuz kaynakları değil, daha ürkütücü bir şey istiyorlar:
Ruhumuzu!

Yoksa ‘seçkin’ olmak, kendini ‘aptal’dan, ‘sıradan’dan ayıran bir bakış pe­kâlâ bana da cazip gelebilirdi ama onlar bunu, kutsal kitaplardaki ‘LUCİFER’E (ŞEYTANIN DİĞER ADI) atfedilen bir şekilde kavrıyorlar. 

Yine teolojik kavramlardan hareket edersek ‘ışık ve karanlığın savaşı’nda karanlık tarafa düşüyorlar. Onlar, klasik aristokrasinin yıkımı üzeri­ne kurulmuş modern dünyanın ‘Karanlıklar Prensi’dirler. 
Onlar, kendi yeni-aristokrasilerine bir global tiranlık oluşturmak İçin uğraşan bir şebekenin, güç histerisine kapılmış ‘Modern Sezarları’dır.

Bu yüzden, dünyadaki derin yapıların tarihinden başlamak gerekir. Bu anlamda bütün EZOTERİZM türlerinin as­lında siyasî örgütlenmeler olduğunu ortaya koyduk. 
Tarihin hiçbir döneminde siyasetten bağımsız bir EZOTERİZM olmamıştır; siyasetle hep iç içe ve kendi dönemlerinin ‘partileri’ gibi davranmışlardır. Bu yapı­ların ‘Templiyerler’den -hatta daha öncesinden- başlayarak günümü­ze uzanan bağlantılarını, ideolojik arka planlarını ve hâkim ritüellerini bulmak lâzımdır.

Bu yüzden EZOTERİK-HERMETİK yapıları inceleyince, anlaşılacaktır ki insanoğlu, aslında binlerce yıldır bir giz­li örgütler savaşının tam ortasında kalmıştır. Dünyada binlerce yıldır söz sahibi olmaya çalışan örgütler var. Ancak o günlerde dar bölge veya en fazla kıta coğrafyalarına sıkışan komplo çabası, bugün ken­dine global bir zemin oluşturmuştur. Bugün artık komplolar ve bu yön­deki siyasî oluşumlar çok daha büyük bir amacı hedeflemektedir: 

DÜNYA HÂKİMİYETİ! (..)
Hiç şüphesiz milyonlarca in­san, görünenle yetinmenin rahatlığı ve güveni içinde yaşayabilir. Ben hiçbir zaman böyle biri olmadım ve olamam da. O hâlde dün­yanın geldiği noktada “GÖRÜNENİN ÖTESİNDE NE VAR?” sorusunu sor­mam ve bu soruya bir cevap bulmam gerekiyordu. Elinizdeki kitap sayesinde cevapların bir kısmını bulduğumu zannediyorum. Buna rağmen kitapta bilim yaptığımı iddia edecek değilim. Hatta alışa­geldiğimiz ‘pozitif bilim’ kalıplarının dışında birçok yorum, hüküm ve sübjektif müşahedenin bulunduğunu da söylemek durumundayım ama adına ‘gerçek’ dediğimiz şey, bir o kadar bizim ‘bakma biçimi’mizle ilgili bir şey değil mi zaten?

Ben kendi baktığım noktadan bunları görüyorum. Dahası hepi­miz bize dayatılmış bir bakma biçiminin yanılsamalarını şu veya bu biçimde yaşıyoruz. Bunun zor olduğunu bilmekle birlikte, herkesin kendi ‘bakma biçimini’ geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde tek tek her fert, yönlendirmeli, sanal, çarpıtmalı bakma biçimlerinin ağına takılmış olacaktır. Dünyadaki ajansların, yayın organlarının, kısaca medyanın da önemli ölçüde bu ağın bir parça­sı olduğunu düşünüyorum. Bu merkezde asıl savaş, ne kıtalar arası ba­listik füzelerle ne dev uçak gemileriyle, ne modern tanklarla, ne de diğer askerî araçlarla yürüyor. Asıl savaş; beyinlerimizin teslim alın­ması, beyinlerimizin her gün yeniden belirli bir görme biçimine uy­gun olarak yeniden kurgulanması esnasında veriliyor.

Tam bu noktada, hemen herkes, havada bir ‘sistem’ kavramı tutturmuş gidiyor. Elbette bir ‘sistem’ var ve onu her gün iliklerimize kadar hissediyoruz ama sistemin arkasında kimler var, onun kurumlan, iş­leyiş sürecindeki yapıları nasıl?

Nedense bu sorunun cevabı biraz ha­vada kalıyor gibi. Oysa her sistem gibi bu sistemin de arkasında be­lirli güçler var ve bunlar ete-kemiğe büründürülmeye muhtaç görünüyorlar. Bu anlamda sistemin de sistemi var. Önemli olan, görünen ‘sistem’in arkasında hangi görünmeyen ‘sistem’in var olduğu sorusu­dur. Elinizdeki kitap, bu soruya verilmiş kısmi bir cevaptır sadece…

NİÇİN GLOBAL KOMPLO?
Bunca zamandır insanlığa çektirilen acılar, katlanılan zorluklar, milyonlarca ölü, yıkılan yuvalar, insanı çatlatırcasına süren sabır, harcanamayacak kadar paraya sahip olma açgözlülüğü, kendini her­kesten üstün görme kibri, ölçüsüz bir güç hırsı, bu uğurda gizli ka­paklı süren hayatlar ve saklanan kimlikler niçindir?
Neden bir avuç insan, tüm dünyayı ele geçirmek için yüzyıllardır süren bir planı, kuşaktan kuşağa aktarmaktadır?
Tüm dünyayı ele geçirmeye çalışan bir komplo neye dayanarak tertiplenmektedir? Hepimiz adım adım nereye sürüklenmek isteniyoruz?
Global komplocuların ‘gizli gün­demi’ nelerden oluşuyor?
Bu soruların cevabına geçmeden önce bir konuyu hatırlatmakta yarar var: Komplolar her zaman vardılar ve insanlık tarihi kadar es­kidirler. İlkel kabilelerden tutun, ilkçağların basit site devletlerine ve günümüzün daha karmaşık devlet yapılarına kadar komplolar, hep politik iktidarın bir parçası ve metodu olmuştur. Aynı şekilde komplolar, ülkeler arası savaşlarda da tesirli bir metod olarak kul­lanılmıştır. Devletler bu amaçla özel birimler kurarak özel eleman­lar istihdam etmişlerdir. Böylelikle kendi içlerinde veya dışa karşı darbeler, suikastlar tertiplemişler, muhtelif askerî, siyasî, ekonomik ve psikolojik entrikaları, operasyonları gündeme getirmişlerdir. Bu anlamda tarih, özellikle de siyasî tarih, aynı zamanda komplolar ta­rihidir. Kimileri yok saymaya çalışsa da, adına tarih dediğimiz şey, ay­nı zamanda irili ufaklı bir dizi komplonun yan ürünüdür.
Ne var ki günümüz komplolarını ve komplocularını klasik ben­zerlerinden ayıran çok temel bir özellik vardır: Artık komplolar bir ülke veya devletle sınırlı olmayıp global satrancın bir parçasıdır. Kendilerine ABD gibi ülkeleri bir tür ‘merkez üs’ yahut ‘koza ülke’ olarak seçseler bile, gerçekte oraya karşı da bir aidiyet hisleri yoktur ve kelimenin tam anlamıyla ABD’yi de kullanmaktadırlar. Son tah­lilde ABD’yi de tasfiye etmeyi planladıklarım söyleyebiliriz. ABD, onlar için şu ân sadece bir karargâh, bir uçak gemisi gibidir. Global komplo hızarı harekete geçmiştir ve dişlileri arasına aldığı her ülke­yi yıkıma uğratarak ilerlemektedir.

Düne kadar bölge yahut en fazla kıta coğrafyalarına sıkışan komplo çabası, bugün kendine global bir zemin oluşturmuştur. Bunu onlara sağlayan, dünyanın geldiği safhadır. Artık dünyamız ulaşım ve haberleşme teknolojileri sayesinde küçülmüştür. Aynı şekilde geçen yüzyılın başından beri ekonomik faaliyetler ve şirketler, çokuluslu bir safhaya gelmişlerdir. Ayrıca birçok alanda yine aynı güçlerin denetlediği uluslararası örgütler doğmuştur. Bütün bunlar, global komplo için maddî altyapı oluşturmaktadır. Bu yüzden günümüzde komplolar ve komplocular çok daha büyük bir amacı hedeflemek­tedir: Dünya hâkimiyeti! Aynı sebeple dünya komplocuları, kendi­lerini hedeflerine hiç bu kadar yakın hissetmemişlerdir. Amaçlarını realize edebilmek için az bir mesafe kaldığını onlar da bilmektedir.

Nitekim söz konusu ‘derin yapı’, bu amaçla dünya çapında ör­gütlenmiş, uluslarüstü bir tavır sergilemektedir. Kendi nihaî hedef­lerine uygun ekonomik, sosyal, siyasî, dinî ve kültürel altyapıları oluşturmaktadır. Bunu yavaş yavaş, gizli ve planlı bir şekilde günde­me getirmektedirler. Bir ‘dünya partisi’ şeklinde örgütlenmişlerdir ve siyasî bir programları vardır.
Peki o hâlde bu programın karakte­ristik özellikleri nedir?

DEMOKRASİ KARŞITLIĞI
Söz konusu yapı, demokrasinin ömrünü doldurduğuna, artık in­san toplumlarının demokrasiyle yönetilemeyeceğine inanmaktadır. İşin garibi tarihî bir kategori olan demokrasiyi de yine kendileri geliştirmişler, bir dönem savunmuşlar ve şimdi işlerine gelmediği noktada onu reddetmektedirler. Onlara göre toplumlar demokrasiyle yönetilmenin faziletine kavuşamamıştır. Bir tür neoplatoncu yö­netim arzulamaktadırlar. Sıradan insan, demokrasinin gerektirdiği katılım özelliklerinden yoksundur. Cahildir ve doğru düzgün karar veremez. Kitleler, dünyanın problemlerinin çözülmesine ayak bağı olmakta ve yaptıkları yanlış tercihlerle insanlığın ilerlemesinin önü­nü tıkamaktadırlar. Demokrasi, ancak sınırlı sayıda eğitimli insan arasında uygulanabilir. Bunun için insanlık, akıbetini, yeni bir seç­kinler sınıfının ellerine terk etmelidir. (...) Üstelik bu sistem artık ‘global ölçekte’ tasarlanmalıdır. Tabiî ki bu yeni re­jime yön verecek olanlar da uzun süredir kendini buna hazırlayan dünya elitleridir. O dünya elitleri ki bir ‘Mesih/Kral’ın öncülüğün­de yeni bir ‘global kraliyet’ projesini hayata geçirmek istemektedir.

SEÇKİNCİLİK
Birinci anlayışa bağlı olarak ‘derin dünya komplosu’nun mimar­ları en katı mânâda elitisttir. Onlara göre yönetim ancak elitlerin elinde olursa başarılı bir sonuç alınabilir. Eski aristokrasinin yıkımı üzerine kurulmuş ‘yeni dünya’ya bu kez kendilerinden oluşacak ‘yeni bir aristokrasi’ teklif etmektedirler. Bu aristokrasinin üyeleri;dev sana­yi ve finans şirketlerinin üst seviye yöneticilerinden, askerî ve istih­barat örgütünün ileri gelenlerinden oluşacaktır. Tabiî en tepede, kontrol noktasında bir avuç ‘seçilmiş’ ailenin fertlerinin bulunması kaydıyla! Bu ailelerin bir kısmı zaten ortaklıklar, karşılıklı kız alıp-vermeler ve ırkî-dinî bağlarla birbirine bağlıdır.Bunlar eliyle yeni bir tür ‘kandaşlık aristokrasisi’ oluşturulmuştur. Aynı zamanda bütün ‘derin dünya’yapılarının başlatıcısı organizatörü olma konumun­dadırlar. Onlar kendilerini ‘saklı seçilmişler’ olarak görmekte ve dünyanın kaderini ellerinde tuttuklarına inanmaktadırlar. Bunun bir lütufla kendilerine verilmiş ‘ilahî bir görev’ olduğu veh­mine kapılmaktadırlar.

Ancak sözü geçen elitizm, tıpkı diğer konularda olduğu gibi ‘glo­bal’ bir elitizm türüdür. Bu elitler belli ülkelerin pasaportunu taşısalar da aslında ‘uluslarüstü’ bir yapıdadırlar. Onlar, dünün derebeyle­ri gibi sınırlı bir alanda hâkimiyetle yetinmemektedirler. Kendileri­ne tüm dünyayı hedef olarak seçmişlerdir. Diğer dünya elitleriyle iş­birliği ve ortak organizasyonlar içindedirler. Uzun vadeli hedefleri arasında tüm dünyanın elitler eliyle tek merkezden yönetildiği yeni bir global siyasî düzen vardır. Bu elitler son derece gizli global örgüt­lerin üyeleri olup, birbirleriyle özel bir haberleşme ağına da sahiptirler. Özellikle son yüzyıl içinde gösterdikleri çabalarla dünya çapında önemli mevziler elde etmişlerdir.

ÇAĞLARIN YENİ SEZAR’I!
Hiç şüphesiz, tasarlanan böyle bir ‘Yeni Dünya Düzeni’nin bir de ‘lider’e ihtiyacı olacaktır. O ‘lider’ veya onun soy zincirinden birile­ri, şu ânda güvenlik içinde bir yerlerde bekletilmektedir. ‘Vakti gel­diğinde’ piyasaya‘dünyanın kurtarıcısı’ olarak sürülecektir. Bu lider, bir tür çağların ‘yeni Sezar’ı veya ‘Mesih Deccal’ı olarak gündeme getirilecektir. Muhtemelen çıkarılan bir dünya kaosu sonrası insan­lığa ‘kurtarıcı’ olarak sunulacaktır.TASARIMIN MANEVÎ ALTYAPISI ESKİ MİTOLOJİLERE, ESKİ DİNÎ METİNLERE VE BAZI EZOTERİK ŞİFRELEME SİSTEMLE­RİNE DAYANDIRILMAKTADIR.
‘Yeni Mesih Projesi’, alabildiğine seküler ama bir o kadar da din­î olacaktır. Dünyevî ve ruhanî otoriteyi şahsında birleştiren yeni ‘global kral’ olarak fonksiyon görecektir. Bu sistemde diğer bütün milletler birer ‘köle’ ve ‘parya’ seviyesine inecek, yenidünya çarkının dişlileri olarak sınırlanacaklardır.

POST-MODERN FAŞİZM!
Söz konusu ‘GLOBAL FÜHRER’in insanlığa önereceği sistem bir tür ‘post-modern faşizm’ olacaktır. Dünkü faşizm türleri sadece belli bir ırkı veya milleti üstün, diğerlerini aşağı görürken onların yeni post-modern faşizmlerinde kendi kastlarına mensup olmayan tüm insanlar milliyetlerine bakılmaksızın otomatik olarak ‘aşağı ırk’ statüsüne gi­receklerdir.
Tüm dünyanın tek elden, merkezî olarak yönetilmesinin planlan­dığı bu sistemde belki göstermelik bir parlamento da bulunabilir. Eski Roma Parlamentosu gibi buraya sadece asiller/seçkinler üye olabilir ve bir‘Sezar’ın maiyetinde faaliyet icra edebilir. Böylesi bir durumda dünyanın ‘başkenti’ de değişecektir. Artık ne ruhanî merkez Roma ka­lacak ne de dünyevi merkezler New York. Londra, Paris, (İstanbul) ve Tokyo.Projenin aslî hedefine uygun olarak ruhanî ve dünyevî otoriteyi bünyesinde birleştirmiş olarak dünyanın başkenti, Kudüs‘e taşınacaktır. (İstanbul’dan da bahsedenler var). Tabiî bunun için yeni bir dinler savaşı ve yeni soykırımlar yapılması gerekecektir. Öyle görünüyor ki kutsal metinlerde ‘Armagedon’ diye geçen savaş yaşanmadan ‘kötülüğün örgütleyicileri’ amaçlarını başaramayacaklardır. Buna ciddi olarak inanan ve kehanetleri hızlandır­mak için elinden geleni yapmaya hazır bir zümre mevcuttur. [1]

GLOBAL TOPLUM MÜHENDİSLERİ
‘Yeni Dünya Düzeni’, onu inşâ edecek toplum mühendislerine ihti­yaç duyacaktır. Bunlar dünyadaki tüm üretimi, nüfus artışını, sağlık politikalarını, çevre kaynaklarını tek elden global bir planlamayla halletmeyi tasarlamaktadırlar. Bu ise şu anlama gelmektedir:
Kimin üretimden ne kadar pay alacağına, kimin sağlık hizmetinden ya­rarlanacağına, bir başka deyişle kimin ölüp kimin kalacağına, ki­min tabiî kaynaklardan ne kadar yararlanıp yararlanmayacağına, kimin çevresinin ne kadar kirlenip kirlenmeyeceğine, kimin cahil kalıp kalmayacağına vb, ‘dünyanın iyiliğini isteyen’ globalist elitler karar verecektir.
Onlar insanlığı çoktan sınıflamışlardır bile. Darwin’in ‘tabiî ayıklanma’sını insan topluluklarına uygulayıp tembel, kafası çalış­mayan, üretmeyen, ‘medenîleşmemiş’ milletleri, uzun vadede yeryüzün­den silmeyi planlamaktadırlar. Ne var ki bunu klasik faşizmde oldu­ğu gibi insanları bir seferde gaz odalarına, toplama kamplarına tıka­rak yahut kitle imhası ve katliam yoluyla değil, sürece yayarak ‘da­ha uygun ve insancıl’yöntemlerle yapacaklardır! Onlar ‘dünyanın ihtiyaçları’nı (siz kendi ihtiyaçlarını anlayın!) şimdiden milyonlar­ca dolarlık araştırma bütçeleri ve vakıfları aracılığıyla saptamışlar­dır bile. Hatta bazı ırkları muhtelif tıbbî metodlar veya nüfus planlamasıyla tedricen yok etmeyi veya iyice azınlığa düşürmeyi bi­le planlayabilirler. Global ölçekte bazı kısırlaştırma projeleri uygu­layabilirler. Global bir jenosit (soykırım) yaşanabilir. Zaten hâliha­zırdaki dünya kaynaklarının mevcut dünya nüfusuna yetmeyeceği­ni düşünmektedirler. Onların idealindeki dünyanın nüfusu 1.5-2 milyar sınırında dondurulmalıdır.
Ama ‘global düzenleyiciler’in asıl rolleri, siyasette hissedilecek­tir. Oluşturdukları ve oluşturacakları yeni global kurumlar vasıtasıy­la önce ulus-devlet yapılarını kıracaklar, sonra sözümona ‘gönüllü katılım’ masalıyla millî iradeleri daha üst ‘uluslarüstü iradelere’ devrettirip kontrolü adım adım ele geçireceklerdir. [2] Aynı zamanda işbirlikçi mahallî kadrolarla oluşturacakları yeni siyasî ze­minlerde iradesi kalmamış ‘millî’ yönetimlerin başına kendi ‘me­mur’larını atayacaklar ve muhtemel tepkileri de ‘insanlığın arkaik çağla­rından kalan geri, ilkel, milliyetçi, şoven tepkiler’ olarak bastıracak­lardır. Bu yapıya direniş gösteren her kişi, grup ya da muhalefeti, muhtelif komplolarla suikastlarla yok edecekler veya akıl almaz yöntemlerle sindireceklerdir.
Aynı zamanda süreç içinde hukuku uluslararası hâle getirip, uluslarüstü mahkemeler kurarak kendi işlerine gelmeyen yönetim, kişi ve muhalifleri çeşitli gerekçelerle yargılayacaklar ve cezalara çarptıracaklardır. Daha şimdiden bunun tartışmaları yapılmakta­dır. Muhalifler, sisteme uygunluk göstermeyenler, ‘anarşistler’, ra­dikaller, teknolojinin getirdiği modern imkânlardan yararlanıp izle­meye alınacak, deri altlarına yerleştirilecek‘chip’lerle sürekli takip edilecek, geliştirilmiş kamera sistemleriyle gözetim altında olacak­lar ve dünya bir ‘global hapishane’ye dönecektir. (...)

TERSİNDEN KOMÜNİST ÜTOPYA!
Aslında ‘yeni dünya düzeni’ komplocularını komünist ütopyacılara benzetebiliriz. ‘Yeni dünya düzenciler’in birçok amacı, Karl Marks’ın komünist fikirleriyle uyuşuyor gibidir. Örneğin, YDD’ciler de sınırların kalktığı bir dünya istemektedirler, komünistler de. YDD’ciler de komünistler de millî devletlere karşıdır.  (...) Bu anlamda her ikisi de ‘enternasyonalist’tir. Her iki akım da ‘insanlığın âlemşümul kardeşliği’ndenbahsetmekte­dir. YDD’ciler de komünistler de var olan dinî inanışları dışla­maktadırlar. Bu akımların gelecek tasarımında, mevcut dinlere yer yoktur.
Ne var ki bu benzerlikler zahirî ve aldatıcıdır. Komünist ütopya­nın, nihaî amacı içinde sınırların kalktığı bir dünya istediği doğru­dur, ancak buna paralel olarak bu dünya ‘devletsiz ve sınıfsız’ olacak­tır. Komünistlerin gelecek tasarımı herkesin dünya nimetlerinden ‘ihtiyacına göre’ yararlandığı bir tasarımdır. (...)
Oysa YDD’ciler sınırların ortadan kalkmasından; daha devasa, daha global bir devlet yapısını anlamaktadırlar, insanlığın bugüne kadar görmediği ‘uluslar-üstü’ bir devlet olacaktır bu. Tüm devlet yetkilerinin dünya çapında merkezî bir organizasyona (hükümete) bağlanacağı bir yapıdır söz konusu olan. Dolayısıyla komünistle­rin tersine, bekledikleri, ‘devletsiz bir dünya’ değil, tam tersine olağanüstü, global ölçekte, ‘tek dünya devleti’dir; bu devlete yön veren güçler de dünyada 500 kadar büyük şirketin başkanı, bir avuç ‘saklı seçilmiş’ ve derin yapıların diğer sadık adamları olacaktır. Hepsini toplasanız dünya çapında 10.000 kişiyi geçmezler. Karşıla­rında ise milyarlar vardır. İnanılmaz ölçekte, global, konsantre bir elitler hükümetidir bu. (...)

Komünistler dine temelden karşıyken YDD’ciler var olan dinlere karşıdırlar. 
YENİ DÜNYA DÜZENCİLER,BİRAZ ESKİ MİTOLOJİLERDEN, BİRAZ DA ESKİ VE YENİ AHİT’İN YENİDEN YORUMLANMASINA DAYALI ‘ÂLEMŞÜMUL BİR İNSANLIK DİNİ’ TEKLİF ETMEKTEDİRLER. 
Dine karşı oluşları, dine yönelik cid­di bir eleştiriden çok, tıpkı millî kimlik olayında olduğu gibi, mev­cut dinlerin yerine yeni bir ‘din’ ikame etme projesindendir. (...)

TEMEL HEDEF: TEKLEŞTİRME VE ASİMİLASYON
Mevcut komplocu yapının temel hedefi, “tek devlet, tek bayrak, tek millet”tir. Buna alt başlıklar olarak ‘Tek dil, tek kültür, tek ordu, tek pa­ra, tek hukuk, tek tarih, tek din’i de ekleyebiliriz. Sürecin adım adım bu yönde zorlandığı açıktır.
Tek devletten kasıt, tüm dünya çapında merkezî bir hükümettir. Yasa­ma, yürütme ve yargı yetkilerinin dünya çapında tek elde toplandığı bu global yapıyla dünya, merkezî olarak yönetilecektir. Bu merkezî yapının verdiği tüm kararlar, dünya çapında bağlayıcı olacaktır. Global seçkinler böylelikle hiçbir millî direniş odağıyla karşılaşmadan dünya çapında at oynatabileceklerdir.
Millî devletler ve millî iradeler ortadan kalkacağı için millî bay­raklar da olmayacaktır. 
Onların yerine, muhtemelen ÜZERİNDE KÖKENİ EZOTERİK-OKÜLT ÖRGÜTLERE DAYANAN SEMBOLLER OLAN BİR BAYRAK dünyanın resmi bayrağı olarak kabul edilecektir. Bu bayrak ‘gizli kardeşliğin’ simgelerini barındıracaktır. Zaten Birleşmiş Milletler’i de, gelecekte hükümetlerin ye­rini alacak bir dünya parlamentosu şeklinde tasarlamışlardı ama şimdi o da nihaî amaca göre reorganize edilecektir.

Böylesi bir dünyada milletler de yavaş yavaş ortadan kalkacaktır. Millet ve milliyetçilik gibi kavramlar da küçümsenen, insanlığın geçmiş çağlarına ait birer hatıra seviyesine indirgenecektir. Milletlerin asimilasyonuna hız verilecek, hele de kendi kültür ve yönetimleri olmasına asla izin verilmeyecektir. Tüm dünya ‘âlemşümul kardeşlik’ adı altında yekpare hâle getirilecektir.
Bütün bu sürecin kaçınılmaz alt başlıkları ise şunlar olacaktır:

TEK DİL
Dil, sadece konuşma ve anlaşma aracımız değildir. Aynı zaman­da kendi orijinal kimliğimizin bir parçası, kendimizi ifade etmenin ve düşünme biçimimizin bir dışavurumudur. Eğer siz milletlere başka bir dili empoze ederseniz, aynı zamanda onun zihniyetini de değiştirmeye başlarsınız. Böylelikle o milletin mensupları, istese de istemese de, sizin gibi düşünmeye başlar. Millî kimlik ve dirençlerin parçalanması için öncelikle konuştuğu dili yok etmelisiniz. Bu yüzden YDD’cilerin uzak hedefleri arasında bu konu da vardır.

TEK KÜLTÜR
Bugün dünyada pek çok millet, bir kültürel kaos içine girmiş­tir. Daha ziyade ABD’nin belirlediği kültür ve yaşama tarzı her topluma şu veya bu ölçüde sinmiştir. Yeme-içme kültürümüzden gün­delik alışkanlıklarımıza, aile hayatımıza vb varıncaya kadar her şey âdeta kopyalanma suretiyle var oluş tarzımıza hükmetmektedir. Böy­lelikle ister istemez her millet ‘başkaları’ gibi yaşamaya özendirilmekte yahut zorlanmaktadır. Dahası bu kalıplara uymayan her kültür, YDD’ciler tarafından ‘geri’ ve ‘ilkel olarak tanımlanmaktadır. İleri­de planladıkları global dünya iktidarlarını gerçekleştirirlerse, dünya ça­pında yaygın, stabilize edilmiş ‘tek kültür’le yaşayacağız demektir. (...)

TEK ORDU
Böylesi global bir devlet için global bir ordu gerekecektir. An­cak ortada savaşılacak rakip devletler kalmayacağı için, bu kez sözkonusu ordu, hâlen kala­bilmiş mahallî kıpırdanışlara, mevcut yapıya karşı öfke duyan her milletten isyancı ve muhalif harekete karşı kullanılacaktır. Veya son kalan ve durumun farkına varan devletlerin ordularına yönelik bir fonksiyon gö­recektir. Bunun altyapısı NATO örgütlenmesi olarak zaten 50′li yıl­larda atılmıştır. O dönem komünizme (‘kızıl kuvvetler’e) karşı örgüt­lenen NATO, Sovyet Bloku’nun dağılmasından sonra, şimdi de İs­lâm’a (‘yeşil kuvvetler’e) ve millî direnç gösteren devletlere karşı sa­vaş ordusuna dönüşecektir. Bu ordunun tek fonksiyonu, tam bir baskı cihazı olmasıdır. Belki polis-ordu karışımı bir güç oluşturmaya doğru gidilecek ve olağanüstü teknik imkânlarla donatılmış bu ordu, muhalif unsurları yok etmenin kolluk kuvvetlerine dönüşecektir. Dünyayı yönetmek için global bir ordu-polis gücü gerekecektir ve tüm dünya milletleri bu yeni konsept doğrultusunda ‘potansiyel düşman’ kabul edilecektir.

TEK PARA
I900′lü yıllardan itibaren mevcut yapı, dünyayı global bir ekonomiye geçirmek için olağanüstü gayret göstermektedir. Adına ‘emperyalizm’ denen şey, aslında tümüyle mevcut derin organizasyo­nun şuurlu bir çabasından başka bir şey değildir. Ancak geçen süre içinde görmüşlerdir ki, bu süreci tamamlayabilmeleri için sadece eko­nomik entegrasyon ve çabalar yetmemektedir. Bu anlamda an’anevî, ekonomik bazlı emperyalizm teorileri, yeni durumu kavramaya ve açıklamaya yetmemektedir.
Asıl mesele siyasîdir ve en büyük handikapları; millî pazarlar, koru­macı gümrük duvarları, kanunlar, sermayenin serbest dolaşımının önünde engel yaratabilecek her türlü uygulama, alışkanlık ve tabiî ki millî para sistemi ve millî merkez bankalarıdır. Yine kendi dene­timlerinde oluşturdukları IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar da millî ekonomileri çökertmede bir yere kadar yetmektedir. Bu yüzden asıl hedef, ülkeleri önce belli birlikler, sonra da federasyonlar çatısı al­tında toplayıp, ekonomik idareyi de dünya çapında tek elden yönet­mektir. Söz konusu olanı gerçekleştirebilmek için de, dünyadaki bütün para arzı ve denetimini tek elden yönetmeye ihtiyaç vardır. Ancak bu sayede kesin olarak dünya ekonomisini tam denetimleri altına alabileceklerini bilmektedirler. Bu sebebple, uzak olmayan bir gelecekte dünyayı tek para ve tek merkez bankasına geçmeye zorlayacaklardır. (Avrupa Topluluğu çoktan Euro’ya geçü bile.) Böylelikle hem millî ekonomileri yok etme operasyonunun son halkası da tamamlanacak, hem de bugüne kadar hükümranlık sembolü olan millî paralar tarihe ka­rışacaktır. Böylelikle, dünya çapında nereye ne kadar para arz edecek­lerini, nerede ekonomik kriz çıkarabileceklerini tam olarak kontrol al­tına alabileceklerdir. Bütün bunlar ise bir avuç bankerin denetiminde olacaktır. (Bugün bile Amerikan federal rezerv sistemi birkaç banke­rin elindedir. ABD hükümetinin fiilen para basma yetkisi yoktur. Söz konusu yetki, birkaç bankerlik kuruluşuna devredilmiştir. Aynı şekil­de dünyadaki para akışına bugün de birkaç ‘uluslararası banker’ yön vermektedir.) Tek para birimi, aynı zamanda, kendi hâkimiyetlerinin bir sembolü de olacaktır. 
İHTİMAL Kİ BU PARANIN DA ÜZERİNDE ‘ULU GÖZ VE PİRAMİT’ GİBİ ASIL İDEOLOJİLERİNİ SEMBOLİZE EDEN BİRTAKIM EZOTERİK SEMBOL­LER OLACAKTIR.

TEK HUKUK
Böylesi bir yapı, dünya çapında geçerli tek hukuk oluşturmadan hedefine ulaşamaz. Onun için yasama ve yürütme yetkisini al­ma hedefinin yanı sıra, ‘global hukuk normları’ adı altında yargı yetkisini de eline almaya çalışacaktır. İkinci Dünya Savaşı’nın çok özel şartlarından doğan ‘Nürnberg Mahkemeleri’nden bu yana gi­derek gelişen süreç, bütün milletleri bağlayacak uluslarüstü bir ‘dünya mahkemesi’ne kalmıştır. Ayrıca yine, kurallarını kendilerinin belirle­yeceği ve dünya üzerinde yaşayan herkesi bağlayıcı kanunlar gündeme gelecektir. Böylelikle kendileriyle çelişen liderleri ve ‘istenmeyen’, ‘te­rörist’, ‘savaş suçlusu’ kişileri, (örnek: Mahkemenin hiçbir hukukî altyapısı olmadığı hâlde Miloşeviç yargılanmakta yahut Saddam Hüseyin, Üsame bin Ladin gibi isimler gıyaben ‘yargısız infaz’a kurban gitmektedirler) mahkeme huzurunda yargılayıp cezalandıra­bileceklerdir.
Böylesi ‘global bir idare’nin hedefi tüm dünyada dizginleri ele almak olduğuna göre, yargı yetkisini sürecin dışında tutamazlar. O yüzden bunu, önce ‘insan hakları’nın âlemşümûllüğü üzerine oturtulmuş bir söyleme yedirip, ardından yine ‘global tehdit’ değerlendirmeleri çerçeve­sinde bu ‘hakları’ budayarak, sonunda zamana yayılmış olarak global diktatörlüğün tüm üstyapısını tamamlayacaklardır.

TEK TARİH
Tüm devletler zaten kendi resmî tarihlerini yazıyorlar. Mev­cut tarih üzerinde işlerine geldiği gibi oynama yapabiliyorlar; kahra­manlar korkak, korkaklar kahraman, hainler vatansever, vatansever­ler hain olabiliyor!Ancak global yönetim, tüm dünyanın tarihini ye­niden yazacaktır. Çünkü böylesi bir yönetimin, insan hafızasını da ye­niden düzenlemesi gerekiyor. Tarihte kendilerinin aleyhine olabilecek tüm verileri ayıklayacaklardır. Bu, yeni bir uydurma tarih yazımı ola­caktır. Üstelik artık bağımsız araştırma ve araştırmacı imkanları da kalmayacağı için (birçok bilgi ancak arşivlerde ve özel izinle ‘güveni­lir’ kişilerce girilebilir bilgiler statüsünde olacaktır), marjinal seviyede bile kalsa alternatif tarih yazımı imkânı kalmayacaktır. DÜNYANIN TA­RİHİ; SIFIRDAN EFSANELERE, MİTOLOJİLERE GÖRE TÜMÜYLE YE­NİDEN KURGULANACAKTIR. Bu tarihte seçkinler ön plana alınırken, ‘Spartaküs’lere, isyanlara, milletini savunmuş liderlere vb yer olmaya­caktır. Olsa bile onlar, teferruata girmeden, sadece kötülenmek için anılacaktır. Gerçekte olanları hatırlayan son kuşak da kaybolduğu ân, artık yazılanlara itiraz edebilecek kimse kalmayacaktır.
Sonuçta ortaya tümüyle sanal, uydurma bir tarih yazımı çıkacaktır. Böylelikle insanlık, tarihe dönüp baktığında bütün olan bitenlere kar­şı koyabileceği hiçbir dayanak, hiçbir ilham kaynağı ve moral sebep bu­lamayacaktır. Onların istediği de budur.

TEK DİN
Yeni global düzen, yeni bir inanç sistemi gerektirmektedir. Bu­nun için var olan dinlerin yerine yeni bir dinikame edilmeye çalışıla­caktır. [3] Bu dinin ana bileşenleri; teolojik olarak Eski ve Yeni Ahit’in bir ‘sentezi’ne dayandırılmakla birlikte, PAGAN esintiler de taşıyacak­tır. Bu din, tıpkı ortaçağdaki reform çabası ve ardından doğan Pro­testanlığın kapitalizme ideolojik zemin sağlaması gibi, ‘Yeni Dünya Düzeni’ne inanç planında destek sağlayacak şekilde formatlanacaktır. Şurası muhakkak ki eğer geniş kitlelerin inanç biçimleri, yaşama alış­kanlıkları ve ‘zihniyet’leri bir sistemle uyuşmuyorsa, o sistemin ku­rumlaşması mümkün değildir. (Meselâ inancınızfaizi onaylamıyor­sa kapitalizmi geliştiremezsiniz.) Bu sebeple, yeni inanış; adı ne olursa olsun (‘Alan Çağ İnanışı’, ‘Kova Çağı Bilgeliği’, ‘Âlemşümul Kardeş­lik Dini’, ‘Moonculuk’ vb gibi), sonuçta bu projeyi gerçekleştirmek is­teyen güçlerin dünya projeleriyle uyumlu olacaktır.

DERİN DÜNYACILAR
Bütün bu unsurlar yani ‘Yeni Dünya Düzeni’nin sacayakları oluşmadan nihaî amaçlarına varamazlar. Bunu kendileri de biliyorlar ve ellerindeki tüm imkânı seferber edip, sürece bu yönde yükleniyorlar. Dünya artık kritik bir dönemeçte görünüyor. Ya bu gü­cün sinsi planlarına teslim olup yeryüzünün hür milletleri ve fert­leri olarak gönül ve akıl rızamızla insanlık ailesinin bir unsuru olma­ya devam edeceğiz veyahut da kendi irademiz dışında, ruhî ve fizikî olarak teslim alınmış, eski dünyanın köleleri gibi bir duruma düşeceğiz.

KAYNAK
Atilla Akar, Derin Dünya Devleti, Timaş Yayınları, İstanbul 2003, s. 13-22, 275-298. Vurgular bize âid.


1  Armagedon, Tel Aviv’in 55 mil kuzeyindeki bir bölgedir. ‘Mediggo’ diye geçer, inanışa göre ‘Son Savaş’ burada olacaktır. İlginçtir; bu kavram, Müs­lüman ülkelerde yaşayan insanlara uzak bir kavram olsa da, Yahudi-Hıristi­yan kültürü içindeki ülkelere hiç yabancı değildir. Hatta kilit bir kavram niteliğindedir. Bugün başta ABD olmak üzere birçok tarikat, Armagedon’un gerçekleşmesi beklentisi içindedir. Hatta daha da ötesi, bu kehane­tin gerçekleşmesini hızlandırmak için bazı çılgınca eylemleri göze alan ta­rikatlar bile vardır. ABD’de Protestan-Evanjelikler bu inanışta başı çek­mektedirler. Onlara göre “Tanrının kıyameti gerçekleştirmesine yardımcı olmak” gerekmektedir! Onlar Tevrat ve İncil’de geçen bazı kehanetleri gerçekleştirmek için çaba sarf etmektedirler. Daha ayrıntılı bilgi için bakı­nız: Grace Halles, Tanrıyı Kıyamete Zorlamak, Trc: Mus­tafa Acar-Hüsnü Özmen, Kim Yayınları, Ankara 2002. (...)
Aynı şekilde, İsrail ve dünyanın dört bir yanındaki bazı fanatik Yahudiler de buna inanmaktadır. Onlara göre de Armagedon Savaşı, lsrailoğulları’na vaat edilen ‘Dünya Krallığı’ için yapılan son savaş olacaktır. İstailoğulları bu savaştan zaferle çıkacaklardır. Daha da ilginci, kimi yorumculara göre bu son savaş biz Türklerle yapılacaktır. Mine G. Kırıkkanat, bir yazısında bu ilginç psikolojiyi şöyle anlatıyor:
“Taksi şoförümüz, halim selim, aklı başında bir adama benziyordu. Arkadaşım indikten sonra sordu: ‘Hangi dili konuşuyor­dunuz?’ Türkçe cevabını alınca:
‘Ah’ dedi. ‘Dünyanın sonunu hazırlayan millettensiniz!’
Dünyada deli çok. İçimden sessiz bir lahavle çektim. Laf ol­sun torba dolsun diye otomatik bir:
‘Öyle mi?’ hayreti ünledim. ‘Nasıl hazırlıyormuşuz dünyanın sonunu.’ Adam tatlı bir masal anlatıyormuşçasına:
‘Türkiye içten içe çürüyecek ve parçalanma tehlikesiyle kar­şılaşacak. Ordularımız, Ortadoğu’da savaşmak zorunda kalacak. Tüm dünya orduları ARMAGEDON’da toplanacak ve başlayan büyük savaş dünyanın sonu olacak! Daniel’in kehanetinden haberiniz yok mu?
Dolayısıyla bu inanış sadece birkaç kaçığın varsayımı değil yaygın bir inanıştır.”
Mine G. Kırıkkanat, “Daniel’in Kehaneti”, Radikal, 27 Eylül 2002.
2  Avrupa Birliği projesi, bu güçlerin bir eseridir. Uzun vadede dünyayı 3 fed­eral bölgeye bölmeyi planlamaktadırlar. Böylelikle tüm dünyada tek elden bir yönetimin organları mümkün hâle gelecektir
3  Daha şimdiden ‘reform’, ‘dinler arası diyalog’, ‘dinlerin özüne dönme’, ‘din­lerin aşkın birliği’ vb gibi çeşitli adlarla bu çaba başlamış görünüyor. Sözüm ona dinler arasında var olan anlaşmazlıkları gidermek, dinler arasın­da barış ve hoşgörü havasını hâkim kılmak adı altında, söz konusu arayışa daha şimdiden zemin oluşturulmaktadır. Öyle görünüyor ki, alttan alta körük­lenen bu çabanın sonucu, süreç içinde daha itikadî noktalara çekilecektir. Burada söz konusu olan, kadîm dinlerin önyargı, bağnazlık, cehalet dolu yaklaşımlarının temizlenmesi değildir. Dinlere karşı böylesi bir yeniden ele alış, içine sızmış yanlışların ayıklanması yararlı bile olabilirdi. Ancak bura­da kastedilen, Yeni Dünya Düzeni’ne yeni bir din giydirilmesi çabasıdır.

Kaynak: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 3, Mayıs-Temmuz 2012, s. 232-246.

İMAM-I AZAM EBU HANİFE HAZRETLERİ BÖLÜM 32


İMAM-I AZAM EBU HANİFE HAZRETLERİ BÖLÜM 32

93- Mezhebin Küfe'de Kurulup Oradan Her Tarafa Întîşarı

Hanefiyye mezhebi Kûfe'de doğdu. Ebû Hanîfe'nm ders hal­kasında teessüs etti. Sonra mezhebin üstadının vefatı üzerine ule­ma onu Bağdad'da öğrenip Öğretmeğe devam ettiler. Bundan son­ra mezheb îslâm diyarının birçok taraflarına yayıldı. Irak, Suriye, Mısır, Anadolu, Maverâünnehir Hanefiyye mezhebini kabul etti. Sonra bu hududları da aşarak Hind ve Çin Müslümanlarının yegâ­ne mezhebi oldu. Bugüne kadar o uzak diyarlarda tele mezhep ha­linde kalmıştır. Hind ve Çin Müslümanları ibâdetlerinde ve aile nizamlarında Hanefiyye mezhebine uymaktadırlar.


94- Ebü Yusuf Başkadı Olunca, Mezhebin Nüfuz Kazanıp Kuvvetlenmesi


Ebû Hanîfe'nin birinci talebesi îmam Ebû Yusuf, Harun Reşid'in Kadısı olunca, Hanefiyye mezhebi resmî bir mevki' kazandı ve bu onun intişarını daha da sür'atlendirdi. 170 senesinde Ebû Yusuf Bağdad'da Kadıîkuzat = Başkadı olunca devletin her ta­rafında Hanefiyye mezhebi büyük nüfuz kazandı. Ebû Yusuf'un em--ri olmadıkça bir kadı tâyin olunmuyordu. Aksâ-yı Şark'tan, Şimalî Afrika'ya varıncaya kadar, îslâm diyarının hiç bir yerinde Ebû Yu­suf'tan işaret ve emir almadıkça, hiç bir kadı o makama getiril-miyordu. Onun ise ietihad ve fetvada kendi yolunu beğenmiş almış olanları, kendi arkadaşlarını o makamlara getirmesi tabiî bir şey­di. Bu ise, hüküm istinbatmda Ebû Hanîfe'nin çığın demekti. Böy­lelikle Irak fukahâsmm re'yleri îslâm diyarının her tarafında umum arasında yayılmış oldu. Yalnız Endülüs bundan müstesna­dır. Çünkü Endülüs'de ayni sebeple Mâlikî mezhebi yerleşmiştir, îbn-i Hazm şöyle diyor : «İki mezhep bidâyet-i emirde riyaset ve nüfuz sayesinde yayılmıştır. Şarkta Hanefî, Endülüs'te Mâlikî mezhepleri.»

Abbasîlerin idaresi altında bulunan her yerde Hanefiyye mez­hebi diğer mezhebîerden çok yayılmıştır. Abbasîlerin kuvvetli oldukları zaman, mezheb daha kuvvetlenmiş, onlar zaafa uğrayınca o da zayıflamıştır. Irak ve civarında Abbasîler kuvvetli İdi. Daha doğ­ru bir tâbirle Şark'ta onların kuvvetinin karşısına duracak yoktu, idarî nüfuzları zayıflayınca dînî nüfuz onun yerini tutardı. Her iki halde de Hanefiyye mezhebi durumdan istifade ederdi. Bunun için Abbasîler bunu daima takviye ederlerdi. Bağdad ahalisi de Hane­fiyye mezhebine tamâmiyle temayül ederler, mezhebe yardımda halifeleri takviye eylerlerdi. Şafiî mezhebi Bağdad'da intişara baş­layınca Hanefiyye mezhebine asla galebe çalamadı. Hanefiyye mez-hebî daima galip durumda kaldı. Ebû Hanid îsfirayinî bir defa Ab­basî Halifelerinden Kadir Billâh'a nüfuz ederek Ahmed Bâzerî Şa­fiî'ye Kadı tâyin ettirdi. Bütün Bağdad ayaklandı. İki tarafa ay­rıldılar, aralarında fitne koptu ve bu hal yatışmadı. Halife eşrafı ve Kadıları davet edip, bir toplantı yapmak zorunda kaldı ve şöy­le bir ferman okudu:

tsfirayinî suret-i haktan Emîl'ül-Mü'minîne nasihat eder gö­rünerek ona hıyanette bulunmuştur. Onun kötü niyeti anlaşılmış olduğundan Emir'ül-Mü'minîn, Bâzerî'yi azletmiştir. Yine selefleri gibi Hanefiyye ulemâsını bu makamlara getirecek, onlardan lâzım gelen inayet ve himayesini esirgemiyecektir.» Böylece Hanefiyye yine eski şeref ve itibarını kazanmışlardır.

Selcukîler, Âli Büveyh gibi Şarktaki îslâm Devletleri de Ab­basî Halifelerine uyarak Hanefiyye mezhebini takviye ediyorlardı. Çünkü onların dînî kültürleri bu mezhebe göre idi.


95- Ulemanın Mezhebi Neşîr Hususunda Gayretleri


Halifeler kadılarını Hanefiyye müctehidlerinden seçmeleri se­bebiyle başlangıçta Hanefiyye mezhebinin nasıl nüfuz kazandığına böylece işaret etmiş oluyoruz. Fakat Hanefiyye mezhebi kuvvetini yalnız resmî makamlardan olan bir mezhep değildi. Hanefiyye ule­ması canlı bir ilim hareketi gösteriyordu. Mezhebi neşir için çalı­şıyorlardı. Diğer mezheb uleması ile aralarında münazaralar cere­yan ederdi. Ebû Hanîfe'nüı açtığı metin ve mâkul yolda yürüdüler. Mezhebi halka sevdirdiler. Kendi diyarlarmdaki ulemaya göre kâh kuvvetli, kâh zayıf olan bu ilim hareketi sayesindedir ki, Ha­nefiyye mezhebi, devletin ona yardımı azaldıktan sonra hep ayni kuvvette devam etti, ulemanın bu canlı hareketi sayesinde bir çok, ülkelere yayıldı. Ulemânın canlı faaliyet göstermedikleri yerlerde mezheb kuvvetlenemedi. Garbdan başlıyarak Şarka doğru mezhe­bin yerleştiği bâzı memleketleri zikredelim.



96 - Mezhebin Şimalî Afrika'da Yayılması


Şimalî Afrika'da Trablus, Tunus, Cezayir'de baştan Hanefiyye mezhebi o kadar çok yayılmış değildi. Oralarda Ehl-i Hadîs fuka-hâsının mezhebi üstün tutulurdu. Escd'ül-Fırât b. Sinan oraların kadılık makamına geçince, vaziyet değişti. Bu, Fırat, İmam Mâ-lik'in ve Ebû Hanıfe'nin ashabından ders okumuştu. Fakat Irak fukahâsına meyli daha fazla idi. Bu mezheb hoşuna gitmişti. Af­rika kadılığını işgal edince Hanefiyye mezhebini neşre çalıştı. Ve mezheb orada sür'atle yayıldı. îbn-i Ferhûn diyor ki: «Hanefî Mez­hebi Afrika'da 400 senesine kadar çok meydana çıktı, sür'atle ge­lişti. Ondan sonra durdu, bu mezheb eskiden Mağrİbe ve Endü­lüs'e de biraz girmişti.»

Makdisî, Ahsen'üt-Takâsîm'de: Sicilya halkı Hanefîdiıier; di­yor ve şunu naklediyor. Mağrib ahâlisinden bâzısına: Ebû Hanîfe'­nin mezhebi size nasıl geldi? diye sormuş, onlar da şöyle demişler: Vehb b. Vehb[1] İmam Mâlik nezdinde fıkıh ve ilim tahsil ederek memlekete dönüp geldi. Esed b. Abdullah da onun bu ilmine gıpta etti. O da Mâlik'ten okumak üzere Medine'ye gitti. Mâlik hastalan­mıştı, ondan ders alma imkânım bulamadı. Medine'de uzun müd­det kaldı. Mâlik ona: — Sen git, Vehb'den ders al, ben ilmimi ona tevdi ettim, ne bilgim varsa ona verdim. Böyle buralara gelmeğe, seyahata katlanmağa bile lüzum yok dedi. Bu sözler Esed'in gücü­ne gitti. Mâlik gibi başka bir âlim bulunmaz mı? diye sordu. Ona-«Kufe'de Muhammed b. Hasan nâmında bir genç var, Ebû Hanî­fe'nin talebesindendir» dediler.

Esed Kûfe'ye gitti. İmam Muhammed'den ders almağa başla­dı. Muhammed onda keskin bir zekâ doymak bilmeyen bir ilim me­rakı gördüğünden, başka hiç bir kimseye göstermediği itina ve dik­kati ona gösterdi. İlimde kemâl derecesine erdiğini, alacağını aldı­ğını gördükten sonra ona müsâade etti, Esed Mâğribe don-dü. Mağribe geldiğinde ders okutmağa başladı. Etrafım gençler sardı. Gördükleri ilmî incelemeler onları hayran bırakıyor, duyduk­ları mes'eleleri pek beğeniyorlardı. Esed öyle mes'eleler öğrenmiş­ti ki, bunları Vehb b. Vehb'in kulağı duymuş değildi. Esed'in şöh­reti duyuldu, nice talebeler yetiştirdi. Böylece Ebû Hanîfe'nin (Al­lah ona rahmet etsin) mezhebi Mağrib'de yayılmış oldu.

Makdisî diyor ki: Bu mezheb Endülüs'de neden yayılmadı, di­ye sordum.

Dediler ki: — Endülüs'de de buradakinden az değildi. Fakat günün birinde sultanın huzurunda iki taraf münazara yaptılar. Sultan münakaşanın uzadığını görünce sordu: .

— Ebû Hanîfe nerelidir?

— Kûfe'iidir, dediler.

— Peki, Mâlik nerelidir?

— Medine'Iidir, dediler.

Bunun üzerine sultan:

— Hicret yurdu olan Medine'nin imamı bize kâfidir, dedi. Ebû Hanîfe taraftarlarını dışarı çıkardı:

— «İşlerimde iki mezheb olmasını sevmem, dedi»

Bu haber gösteriyor ki, Hanefî mezhebini Mağrib'de neşreden Esed b. Fırat'tır. Bu mezheb Endüİüs'de de intişar etmiştir. Fakat Endülüs'de uzun zaman durmamıştır. 400 senesinden sonra Mağ-rib de sönmeğe yüz tutmuş, nihayet orada da nâmı nişanı kalma­mıştır.

Hanefiyye mezhebinin Mısır'da yayılmasına gelince; Mehdî zamanında İsmail b. Elyesâ' Kûfî, Mısır kadısı olunca mezheb Mı­sır'da tanınmağa başlamıştır. O da Ebû Hanîfe gibi vakfın lüzu­muna kail değildi. Bu ise Mısır fukahâsının hoşuna gitmedi. Onun için Mısır'ın fakıhı Leys b. Sa'd kadıya giderek:

— Sana rnuhâsım olarak geldim, dedi.

— Ne hususta, deyince :

— Müslümanların vakıflarını hükümsüz bırakman hususunda, diye söze başladı ve devamla : Hz. Peygamber, Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Zübeyr ve onlardan sonra gelenler hep vakıf yapmış­lardır, dedi, Sonra bu mes'eleyi Halife Mehdî'ye yazarak kadıdan şikâyet etti. Bizim gözümüzün önünde ResûluIIah'ın Sünnetine tu­zak kuran bir adamı bize kadı yaptın... dedi. Mehdî de kadıyı az­letti.

Abbasîlerin saltanatı kuvvetlen dikçe Mısır'da Hanefî Mezhebi de kuvvetlLidi. Fakat her ne hal ise Şark ülkelerinde olduğu gibi Mısır'da halk kitlesi arasında o kadar yayılmadı. Mısır'da halk arasında Şafiî Mezhebi devam etti. Çünkü Şafiî Mısır'da idi. Diğer taraftan imam Mâlik'in İbn-i Vehb, îbn-i Hakem gibi talebeleri Mısır'da olduğundan Mâlikî mezhebi de hayli yayıldı. Onun için

Mısır'da Hanefî kadısının yanında Şafiî ve Mâliki mezhebleri ka­dıları da bulunurdu. Kadılık bu üç mezheb arasında müşterek idi.

Fâtimîler Mısır'ı işgal edinceye kadar hal böyle devam etti. Fâtimîler Mısır'ı alınca Şia'nın Ismâiliyye mezhebini resmî mezheb ilân ettiler. Kadılar onlardan olurdu. Fakat bu, diğer dört mez­hebe son veremedi. Halk ibâdetlerinde kendi mezheblerine göre hareket ederlerdi. Devlet buna ekseriya göz yumardı, hattâ onlar çok defalar camilerde cemaatle teravih namazı kılmağa müsaade ederlerdi. Diğer mezheb sâliklerine düşman gözüyle bakmazlardı Yalnız Hanefî mezhebini kabul edenlere müsamaha göstermezler, Hanefîlere meydan vermezlerdi. Diğer mezheb erbabına karşı böy­le bir şiddet göstermediler. Hattâ bâzı devirlerde Mâliki ve Şafiî mezhebinden kadıları tâyin ettiler. Dört kadı bulunurdu: Biri îs-mâilî, diğeri îmâmî olmak üzere iki Şîa kadısı ile, biri Şafiî diğeri Mâlİkî olmak üzere diğer iki kadı tâyin olunurdu.

Fâtimîlerin Hanefî mezhebine düşmanlığının sebebine gelince: O Abbasi devletinin mezhebi İdi. Onun için dört mezhebden ona düşmanlık yaptılar. Mısır'da kuvvetini devletten alıyordu. Halbuki Fâtimîlerîe Abbasîler arasında düşmanlık vardı, siyasî sebeple bu mezhebe de karşı geldiler.

Mısır'da, Eyyûhî Devleti kurutunca Şafiî ve Mâliki mezhebleri yine eski nüfuzlarını kazandılar. Bu iki mezheb ulemasına tedrisat için medreseler yaptılar. Çünkü Salâhaddin Eyyûbî kendisi Şafiî idi. Halk ise, daha çok Mâliki mezhebinde idi. Onun için bu iki mezhebe de Önem verdiler. Fakat Suriye'de Nureddin Şehid mev­kie geçince iş değişti. Nureddin Hanefi idi. Onun Ebû Hanîfe'nin nâkibma dair bir kitabı bile vardır. Hanefî Mezhebi Suriye'de ya­yıldı, Suriye'den de Mısır'a yayıldı. Hem bu defa halk kitlesinin arasına girdi. Abbasîler devrinde olduğu gibi yalnız Hükümette, resmî makaralarda kalmadı.

Halktan Hanefî mezhebini kabul edenler çoğalınca, Salâhaddin de Abbasîlerle olan münasebetlerini sağlamlaştırmak istediğinden Kahire'de Hanefîlef için Suyûfiyye medresesini inşâ etti. Bundan sonra Hanefî mezhebi kuvvetlenmeğe ve halk arasında yayılmağa başladı.

Necmeddin Eyüp Sâlihiye Medresesini kurunca dört mezhebe göre dersler tertip etti. Kölemen Devleti zamanında bu nevi med­reseler çoğaldı. Her iki devlet zamanında kadılık dört mezhebe ait­ti, içlerinden birisi Hanefî idî.

Mısır Osmanlı Türkleri idaresine geçtikten sonra Kadılık Ha­nefî Mezhebi üzere oldu. îlim tahsil edenler Hanefî fıkhı öğrenmeğe rağbet ettiler, Böylelikle nüfuzu arttı. Abbasîler zamanında oldu­ğu gibi yine Hükümetin resmî mezhebi oldu. Fetvalar ve hüküm­ler ona göre verilmeğe başladı.


97- Mezhebin Suriye'de Yayılması


Suriye ve civarına gelince orada da Hanefî mezhebinin yerleş­tiğini görüyoruz. Mısır'a ve Suriye'ye hükmeden hükümdarlar, Ha­nefî Mezhebini Mısır'da olduğu gibi Suriye'de de gözden düşürmek istediler, fakat Mısır'da olduğu gibi bir netice alamadılar. Çünkü mezhep halk kitlesi arasında yayılmıştı. Yalnız Hükümet makam­larına münhasır değildi.


98- Irak, Türkîye, Horasan, Türkistan, Mâverâünnehir Ve Diğer Ülkelerde İntişarı [2]


Şark ülkeleri, Irak, Horasan, Sicîstan, Türkistan, Mâverâünne-hir, (Kafkas, Anadolu, Balkanlar) ve sair İslâm ülkelerinde Müs­lümanların ekserisi Hanefî mezhebindedirler. Şâfiîler daha azdır. Şâfiîler bâzı yerlerde galip gelmek istemişlerdir. Camilerde, Üme­râ meclislerinde, umumî toplantılarda İki mezhep arasında müna­zaralar yapılmıştır. Fıkıh ve münazara edebiyatı bu mübahaseler-den çok istifade etmiş, bu ilim hareketi bir canlılık ruhu yarat­mıştır. Yalnız arada taassup ruhu da uyanmış, ilmî dirayeti olma­yan, söz söylemesini bilmiyen âcizler birbirlerine dil uzatmışlar­dır. Ondan sonra da bu mezhep taassubu fıkhın duraklamasına ve hattâ donup kalmasına sebep olmuştur.

Kafkas, Azerbeycan, Tebriz, Türkistan, Afganistan, Türkiye, Balkanlar'da Hanefî mezhebi yayılmıştır. Hattâ bidayette İran'da Hanefî mezhebi sâlikleri çoktu. Sonra Şia mezhebi galebe çaldı.

Hindistan'da yegâne mezheb Hanefî mezhebidir, diyebiliriz. Şâfiîler gayet azdır, sayıları bir milyonu aşmaz. Kalan hepsi Hane­fî'dir. Sayısı kırk milyonu aşan Çin Müslümanlarının da ekserisi Hanefîdir.

îşte böylece Hanefî mezhebi Şarkta ve Garbda yayılmıştır. O mezhebi alanlar, ona girenler çoktur. Eğer tahrîc kapısı açılsa ule­mâ onun kavaidinden bu muhitlerin hepsine yarayışlı hükümler çı­karabilirler. 

Allahu Teâlâ en iyi bilendir.
--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ahmet Timur Paşu burada diyor ki: Vehb b. Vehb'in İmam Ma-lik'den okuduğunu kimse söylememiştir. Ondan okuyan. Abdullah b. Vehb'-dir. O ise Mağribe gitmedi. Mısır'da idi. Esed b. Abdullah'ın doğrusu da, Ebû Abdullah olacak, Ebû Abdullah Esed b. Fırat şeklinde tashih olunur.

[2] Dört Mezhebden en çok münteşir olan Hanefî Mezhebidir. Irak'-dan başliyarak İslâm ülkelerinin dört bir tarafına ayilmıştır. Irak, Suriyef Rumeli, Balkanlar, Kırım, Kafkasya - Türkistan - Turan - Efganistan -Horasan, Çin .Kirman, Bülücistan, Sind - Hind - Yemen, Habeş, Mısır, Trablus, Garb, Tunus, Cenubî Afrika gibi tslâm diyanndaki Müslümanla­rın ekserisi Hanefîdirler. (600) milyonu bulan Müslümanların takriben 3/5 ü Hanefîdir.

Tunus'ta Kral ailesi Hanefîdir .Osmanlı Devletinde resmî mezheb Ha­nefî idi. Onun için Mecelleye yalnız Hanefiyye ahkâmı alınmıştır. Şafiî mezhebi: Hicaz, Yemen, Mısır'da ve kısmen de Hin,d, Horasan ve Turan'da yayılmıştı . Endonezya da şâfiîdir. Mâliki mezhebi: Magrib ülkelerinde ve kısmen Hicaz'da intişar etmiş­tir. Hanbeli mezhebi, Hicaz'da ve kısmen Irak'da münteşirdir.

Haneflyye mezhebinin İntişarını daha ziyade siyasî sebeplerle İzah pek muvafık olmasa gerek. Bu mezhep akıl ve mantık kuvvetiyle çok iyi ge­lişmiş, her şeye ışık tutmuştur. Usul-ü fıkıh ulemasının çoğu Hanefîdlrler. Bunlar meseleleri gayet cazip bir tarzda işlemişler, karşılarındakilere: Mâ­nalar size râm oldu, mazmunlar size verildi, dedirtmişlerdir. Bu sebepledir ki, bir çokları bu mezhebin hayrat» ve meclûbu omuşlardır. Şûra esasına dayanan bu mezhep aklın ve mantığın işıgiyle kendine yol açmıştır.

(Mütercim)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...