Hıristiyanlık Dini Ve Hıristiyanlar:
Fethullah Gülen’in Hıristiyan Ortodosklar’ın lideri konumunda
bulunan Patrik Bartholomeos’a kucak açıp küfrü hoş görmesiyle küfrün müdafileri
şöyle demeye başladılar: “Onlar da Hazret-i Allah’a iman ediyorlar.”
Amma... amması var. Çünkü müşrik olarak yaşıyorlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onların çoğu Allah’a iman etmişler, fakat müşrik olarak
yaşarlar.” (Yusuf: 106)
Bunun da sebebi İsâ Aleyhisselâm’ı Rabb ve Allah’ın oğlu
ittihaz etmeleridir.
Allah-u Teâlâ hıristiyanların Allah’ı bırakıp İsâ
Aleyhisselâm’a tapacak kadar onun hakkında aşırı tazimde bulunmak suretiyle
düştükleri sapıklıkları anlatarak şöyle buyurur:
“Ey Ehl-i kitap! Dininizde taşkınlık etmeyin.” (Nisâ:
171)
İsâ Aleyhisselâm’ın ilâh olduğunu iddia etmek suretiyle onu
küçültmeyin, itidalden ayrılmayın.
“Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin.” (Nisâ: 171)
Onu ancak yüksek sıfatlarıyla, güzel isimleri ile nitelendirin.
O’na bir eş ve bir çocuk veya buna benzer zâtına yakışmayan şeyleri nisbet
etmeyin.
“Meryem oğlu İsâ Mesih Allah’ın peygamberidir.” (Nisâ:
171)
O sadece Allah-u Teâlâ’nın peygamberlerinden bir peygamberdir,
sizin iddia ettiğiniz gibi Allah’ın oğlu değildir.
“Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir.” (Nisâ: 171)
Onun taraf-ı izzetinden tecelli eden bir emirdir. “Ol!”
emr-i şerifiyle var olmuştur.
“Ve O’ndan bir ruhtur.” (Nisâ: 171)
Kendisinin yaratmasıyla meydana gelen bir ruhtur. Onun
“Kün” emri ile bir mucize olarak vücuda getirdiği için kendisine bir
şeref olmak üzere “Kelimetullah” denilmiştir. Bu ruhun Allah-u Teâlâ’ya
izafe edilmesi şerefini yükseltmek içindir. Allah-u Teâlâ onunla birçok ölü
kalplere hayat vermiştir.
Şu halde;
“Allah’a ve O’nun peygamberlerine inanın.” (Nisâ:
171)
Allah’ı Allah, Peygamber’i Peygamber tanıyın. Ne inkâr ederek
tefrite düşün, ne de uluhiyet derecesine yükselterek ifrata varın.
“(Allah) üçtür demeyin.” (Nisâ: 171)
Ne “İlâhlar üçtür: Allah, Mesih, Meryem’dir.” diye açık bir
şirk ile, ne de “Allah üçtür: Baba, oğlu, Ruhü-l kuds üç esas, üç şahıs olarak
tek esastır.” gibi yorumlu şirk ile “Üç İlâh” anlayışına sapmayınız.
“Sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin.” (Nisâ:
171)
Teslis’i bırakın, böyle yanlış bir düşünceden vazgeçin, bu
sizin yararınıza olacaktır.
“Allah ancak bir tek ilâhtır.” (Nisâ: 171)
Hiçbir şekilde ortaklığı kabul etmez, zatında her türlü
çoğalmadan uzak ve ilâhlıkta tektir. Sizin iddia ettiğiniz gibi üçün üçüncüsü
değildir.
“O, çocuk sahibi olmaktan münezzehtir.” (Nisâ: 171)
Çocuk sahibi olmaktan tenzih edilir.
“Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur.” (Nisâ:
171)
Halk O’nun, mülk O’nun, hükümranlık ve tasarruf O’nundur. O’nun
mülkü nasıl O’ndan bir parça olabilir!
“Vekil olarak Allah yeter.” (Nisâ: 171)
Bütün bunları yaratmak ve düzenlemekte hiçbir kimseyi vekil
tutmaya ihtiyacı yoktur. Yarattıklarının işlerini onların faydaları için en
güzel düzenleyen O’dur. O herşeyin yerini tutar, hiçbir şey O’nun yerini tutamaz
ve O’na istinat etmeden duramaz.
Hıristiyanlar “Mesih nasıl kul olur?” derler.
Halbuki:
“Mesih de, Allah’a yaklaştırılmış mukarreb melekler de,
Allah’a kul olmaktan asla çekinmezler.” (Nisâ: 172)
Bunu kendileri için büyük bir şeref telakki ederler.
“Kim O’na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa, bilsin ki
O, hepsini huzuruna toplayacaktır.” (Nisâ: 172)
Allah-u Teâlâ’ya ibadetten geri durdukları ve O’na karşı
büyüklendikleri için onları cezalandıracaktır.
Diğer taraftan Allah-u Teâlâ İsâ Aleyhisselâm’ın gerçek
kişiliğini Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Meryem oğlu İsâ’ya açık mucizeler verdik ve kudsi ruh ile
destekledik.” (Bakara: 253)
Allah-u Teâlâ İsâ Aleyhisselâm’ın peygamberliğini ve faziletini
ortaya koyan açık delilleri, İncil’i, İncil’deki öğütleri ve etkileyici ikazları
ifade eden âyetleri; ayrıca beşikte iken konuşma, ölüleri diriltme, anadan doğma
gözü kör olanları iyileştirme ve gaybtan haber verme gibi engin mucizeler
vermişti.
İsâ Aleyhisselâm annesine nisbet edilerek ismi açıktan
söyleniyor. Ki bunlarda ‘İlâh’ ve ‘Allah’ın oğlu’ diyen Hıristiyanların
iftiralarına açık bir ret vardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İsâ apaçık delilleri getirdiği zaman demişti ki:
Ben size hikmet getirdim. Bir de ayrılığa düştüğünüz şeylerin
bir kısmını size açıklamak için geldim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
Şüphesiz ki Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na
kulluk edin, doğru yol budur.” (Zuhruf: 63-64)
O halde İsâ Aleyhisselâm diğer peygamberlerin tebliğ ettiği
dinin dışında herhangi bir din getirmemişti. Buna rağmen onun tebliğ ettiği ve
tevhid dininin bir devamı olan hıristiyanlık onun göğe yükseltilmesinden sonra
teslis akidesini içine almıştır.
Küfre Rıza Küfürdür:
Allah-u Teâlâ ehl-i kitabın tümüne İslâm dinine girmelerini
tavsiye edip, bu davete uyanlara vaadini açıkladıktan sonra, hıristiyanların
bâtıl inanışlarını beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
“Allah Meryem oğlu Mesih’tir diyenler, andolsun ki kâfir
olmuşlardır.” (Mâide: 17)
Fethullah Gülen ise Hazret-i Allah’ın kâfir diye nitelendirdiği
insanlara hoşgörü adı altında kucak açmıştır.
Bundan daha büyük bir inkâr düşünülebilir mi?
Halbuki Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kelâm-ı kadim’inde
müminlerle kâfirleri ayırmıştır:
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Müminler kardeştirler.” (Hucurat: 10) buyuruyor.
İlâhi hüküm bu. Hal böyle olunca bir müminin kâfirleri ve
münafıkları dost edinmesi yasaklanmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost
edinmeyin! Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?”
(Nisâ: 144)
Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak
emrettikten sonra, bu emr-i şerife uymayanların ise Allah’ın dostluğunu
kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
“Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler.
Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imran: 28)
İşte narcıların durumu budur.
Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın Şahsiyeti:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde İsâ Aleyhisselâm’ın
yaratılmış bir insan olduğunu, diğer varlıklar gibi geçici bir hayata sahip
bulunduğunu beyan buyurmaktadır:
“De ki: Eğer Allah Meryem oğlu Mesih’i, anasını ve
yeryüzünde bulunan insanların hepsini yok etmeyi dilerse, Allah’a kim bir şey
yapabilecektir.” (Mâide: 17)
Çünkü her şey O’nun kahrının ve saltanatının altında
bulunmaktadır. O halde O’nun kudretine ve dilemesine kim engel olabilir?
Nitekim Hazret-i Meryem’i dünya hayatından mahrum bırakmıştır.
Hazret-i Mesih de bir insandır, o da Allah-u Teâlâ’nın koruması olmasa bir
dakika bile yaşayamaz.
“Göklerin, yerin ve ikisinin arasında ne varsa hepsinin
hükümranlığı Allah’ındır.” (Mâide: 17)
Bütün varlıklar üzerinde varetme, ve yoketme, yaşatma ve
öldürme hakkı Allah-u Teâlâ’nındır. Dilediğini hayatta bırakır, dilediğini yok
eder. Şüphe yok ki Hazret-i Mesih de bunların içinde ve Allah-u Teâlâ’nın hükmü
altındadır. Bunun böyle olduğunu hıristiyanların da bilmesi gerekir.
“Dilediğini yaratır.” (Mâide: 17)
Dilerse bir erkekten dişi yaratmak sureti ile çeşitlendirir,
nitekim Âdem Aleyhisselâm’dan Hazret-i Havva’yı böyle yaratmıştır. Dilerse İsâ
Aleyhisselâm’ı yarattığı gibi bir dişiden erkek yaratmak suretiyle
çeşitlendirir. Dilerse hem erkek, hem dişiden yaratır ki diğer insanları da
böyle yaratmış ve yaratmaktadır. Aynı halde dilerse diride ölüm yaratır, dilerse
ölüde hayat yaratır. Dilerse çok yaratır, dilerse nadir ve benzersiz yaratır.
Dilerse hiçbir mahluk hizmetinde kullanmadan yaratır, dilerse diğer bir mahluku
aracı yaparak yaratır ki, işte İsâ Aleyhisselâm’ın eliyle kuş yaratması, ölüleri
diriltmesi de bu kabildendir.
İsâ Aleyhisselâm bunları yaparken Allah’a karşı gelmiş, ve
kendi ilâhlığını göstermiş değil ancak Allah’ın iradesini yerine getirmiş ve
ancak O’nun ilâhlığını ispat etmiştir. Yoksa Allah-u Teâlâ dilemeseydi İsâ
Aleyhisselâm bunların hiçbirini yapamazdı. İşte Allah-u Teâlâ bu şekilde her
dilediğini dilediği gibi yaratır.
“Allah’ın kudreti herşeye yeter.” (Mâide: 17)
O’nun kudreti hiçbir şekilde kayıda ve sınırlamaya bağlı
değildir.
Şu halde “Allah Meryem oğlu Mesih’tir” diyenlerin kâfir
olduklarında şüphe yoktur.
Bunlarla dostluk kuran narcıların da durumlarını siz düşünün,
vicdanınıza danışıp karar verin.
•
İsâ Aleyhisselâm Hıristiyanlara karşı delil olması için
kendisinin de Allah’ın bir kulu olduğunu ifade etmiş ve bu konuda kendileriyle
onlar arasında herhangi bir ayırım gözetmemiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan
Allah’a kulluk edin.
Kim Allah’a ortak koşarsa, muhakkak ki Allah ona cenneti haram
kılar. Varacağı yer ateştir, zâlimlerin yardımcıları yoktur.” (Mâide:
72)
Kim Allah’tan başkasının ilâh olduğuna inanırsa o asla cennete
giremez. Çünkü cennet bir olan Allah’a inananların yurdudur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun ki: ‘Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür.’ diyenler de
kâfir olmuşlardır. Oysa tek bir ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer bu dediklerinden
vazgeçmezlerse elbette onlardan inkâr edenlere çok acıklı bir azap
dokunacaktır.” (Mâide: 73)
“Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür.” demek, hem “Üç” kelimesi, hem
de “Üçüncü” kelimesi itibariyle olmak üzere iki yönden küfürdür, katıksız
şirktir. Bir ilâhtan başka ilâh olmadığı halde üç ilâh farzetmek, bir olan
Allah’ın hakkını inkârdır, zulümdür. “Allah üç” demek, gibi bir çelişkidir.
Hıristiyanlar kendi dinlerini İsâ Aleyhisselâm’ın getirmiş
olduğu ve ondan önceki bütün peygamberlerin getirdiği tevhid inancından
çıkararak, Allah-u Teâlâ’nın dini ile hiçbir alakası bulunmayan sapıklıklara
düşmüşlerdir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Allah’ın, peygamberleri toplayıp da ‘Size ne cevap
verildi?’ dediği gün onlar ‘Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz ki gizlilikleri
hakkıyla bilen ancak sensin!’ diyecekler.” (Mâide: 109)
Biz neyi biliyorsak, sen onu bizden daha iyi bilirsin.
Ümmetlerimizin içlerinde gizlediklerini, arkamızda neler yaptıklarını sen bizden
daha iyi bilirsin. Her türlü eksiklikten münezzeh olan ancak sensin.
“Allah o zaman şöyle diyecek:
Ey Meryem oğlu İsâ! Sana ve annene olan nimetimi hatırla! Seni
kudsi ruh ile desteklemiştim.” (Mâide: 110)
Sana bu vasıta ile, lazım gelen şeyleri öğretmiş, dinin
hakikatlerini telkin etmiş, seni her yönden takviye etmiştim.
“Beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla
konuşuyordun.” (Mâide: 110)
Çocuk iken mucize olmak üzere;
“Ben Allah’ın kuluyum, bana kitap verdi ve beni peygamber
yaptı.” diyordun. (Meryem: 30)
Yetişkin iken de insanlara Allah’ın dinini tebliğ etmek için
onlarla konuşuyordun.
“Sana Kitab’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i
öğretmiştim.” (Mâide: 110)
Sana Tevrat ve İncil ile beraber, yazmayı ve faydalı ilim olan
hikmeti öğrettim.
“Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyor ve ona
üflüyordun, benim iznimle hemen kuş oluyordu.” (Mâide: 110)
Bütün bunlar benim iznimle ve takdirimle meydana geliyordu.
“Anadan doğma körü ve alacalıyı benim iznimle
iyileştiriyordun.” (Mâide: 110)
Görmeyen körlere, şifa bulmaz alacalılara benim emrim ve
dilemem ile şifa veriyordun.
“Ölüleri benim iznim ile hayata çıkarıyordun.” (Mâide:
110)
Benim emrim ve dilemem ile ölüleri diriltiyordun.
Allah-u Teâlâ İsâ Aleyhisselâm’a uluhiyet isnad edenleri
reddetmekte, bu harikulade hallerin Zat-ı Akdes’i tarafından olduğunu ve mucize
olarak onları kulu ve peygamberi İsâ Aleyhisselâm’ın eliyle gösterdiğini
açıklamaktadır.
“İsrailoğullarına apaçık delillerle geldiğin zaman onlardan
inkâr edenler ‘Bu apaçık bir büyüdür’ demişlerdi de ben onların sana zarar
vermelerini önlemiştim.” (Mâide: 110)
Böylelikle onlar mucizeyi büyü olarak değerlendirmiş,
Peygamber’i de büyücülükle nitelendirmişlerdi. Fakat onlar maksatlarına
eremediler.
Yahudi Tıyneti:
İsrailoğulları Romalıların esareti altında zillet içinde
yaşıyorlardı. İsâ Aleyhisselâm elinden o kadar parlak mucizeleri gördükleri
halde, davetine icabet etmediler. Çünkü kurtarıcı bir Mesih bekliyorlardı. Bu
Mesih’in çok mücadeleci bir kişi olacağına ve diğer milletlerin esaretinden
kurtararak Yahudileri dünyaya hakim kılacağına inanıyorlardı. İsâ Aleyhisselâm’ı
çok yumuşak ve merhametli gördükleri için, onun Mesih olduğuna inanmadıkları
gibi, davetine kulak vermekten insanları alıkoymaya çalıştılar. Fakat
başvurdukları her teşebbüs neticesiz kaldı. İman etmek şöyle dursun, Yahya
Aleyhisselâm gibi İsâ Aleyhisselâm’ı da öldürmeye karar verdiler.
İçlerinden birini inanmış gibi göstererek havarilerin arasına
soktular. Toplandıkları yeri ve zamanı öğrenip baskın yapacaklardı.
Fakat Allah-u Teâlâ:
“Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır.” (Fâtır: 43)
Âyet-i kerime’si mucibince, kendi kurdukları tuzağa kendilerini
düşürdü, planlarını boşa çıkardı.
Daha sonra Allah-u Teâlâ İsâ Aleyhisselâm’ı öldürmek için tuzak
kuranlar hakkında bilgi vererek şöyle buyurdu:
“(Yahudiler gizlice) tuzak kurdular. Allah da onların
tuzaklarına karşılık verdi. Allah tuzak kuranlara karşılık vermekte en güçlü
olandır.” (Âl-i imran: 54)
Onlardan daha sağlam tuzak kurar, onları kendi kazdıkları
kuyuya düşürür. Cezaya çarpılanın nereden geldiğini bilemeyeceği bir şekilde
ceza vermeye en çok muktedir olandır.
Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü İsâ Aleyhisselâm’a vahiyle durumu
haber verdi, tuzak hazırlayanların bu tuzaklarını nasıl başarısızlığa
uğrattığını açıkladı.
“O vakit Allah şöyle buyurdu: Ey İsâ! Ben seni eceline
yetireceğim ve seni nezdime yükselteceğim.” (Âl-i imran: 55)
Allah-u Teâlâ bu beyanı ile İsâ Aleyhisselâm’ı Yahudiler’in
elinden kurtaracağını ve kendisine hiçbir eziyet edilmeden, sağ salim göklere
kaldıracağını müjdelemektedir.
“Seni inkâr edenlerden tertemiz ayıracağım.” (Âl-i
imran: 55)
Artık onlarla bir ilgin kalmayacak, onlar sana
bulaşamayacaklar.
“Sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin
üstünde tutacağım.” (Âl-i imran: 55)
Bu müjde müslümanlara aittir. Çünkü İsâ Aleyhisselâm’a hem de
diğer bütün peygamberlere gerçek mânâda tâbi olanlar Muhammed Aleyhisselâm’ın
ümmetidir.
“Sonra da dönüşünüz bana olacak.” (Âl-i imran: 55)
İnananların da inkâr edenlerin de gidecekleri yer kıyamet
gününde Allah-u Teâlâ’nın mahkeme-i kübrasıdır.
“İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda
ben hükmedeceğim.” (Âl-i imran: 55)
İhtilaflarda kimlerin haklı, kimlerin haksız olduğu o gün
apaçık tecelli edecek. Mümin ve muvahhid olanlar ebedi olarak mükafata
erecekler, münkir ve müşrik olanlar da ebedi azaplarla cezalanacaklar.
“İnkâr edip kâfir olanları, dünyada da âhirette de şiddetli
bir azaba çarptıracağım. Onların hiç yardımcıları da olmayacak.” (Âl-i
imran: 56)
Onlardan herhangi birini ilâhi azaptan kurtaracak bir fert de
bulunmayacak.
Semâya Yükseliş:
Allah-u Teâlâ İsâ Aleyhisselâm’ı, İdris Aleyhisselâm gibi göğe
kaldırdı, onlara ruhsat vermedi. Casus olarak gönderdikleri münafığı İsâ
Aleyhisselâm zannederek yakaladılar ve astılar.
Göklerdeki ve yerdeki gizlilikleri bilen, olanları ve
olacakları bilen Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kesin bir ifade ile şöyle
buyuruyor:
“Bir de inkâr etmelerinden, Meryem’in üzerine büyük bir
iftira atmalarından ve ‘Allah’ın Resul’ü Meryem oğlu İsâ Mesih’i öldürdük!’
demelerinden ötürü...” (Nisâ 156-157)
Allah-u Teâlâ âlemlerdeki bütün kadınlara üstün kıldığı halde
Hazret-i Meryem’i fahişelikle suçlamaları sebebiyle büyük bir iftirada
bulundukları için kalpleri mühürlendi. Ayrıca İsâ Aleyhisselâm’ı öldürdüklerini
iddiâ ettikleri için aşırı şekilde yüzsüzlük ettiler.
Allah-u Teâlâ İsâ Aleyhisselâm’ın öldürülmesini ya da
asılmasını şu Âyet-i kerime’si ile reddetmiştir:
“Halbuki onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara, benzer
gösterildi.” (Nisâ: 157)
Ona benzeyen birisini öldürdüler ve astılar.
“Onun hakkında anlaşmazlığa düştüler.” (Nisâ: 157)
Bir kısmı öldürülen şahsın İsâ olduğunu, bir kısmı da onun İsâ
değil bir başkası olduğunu iddia ettiler. “Bu öldürülen İsâ ise, arkadaşımız
nerede? Eğer bu arkadaşımız ise İsâ nerede?” dediler. Bir kişinin öldürüldüğünde
ittifak ettiler, fakat öldürülenin kim olduğu hususunda ihtilafa düştüler.
“Bu hususta bir bilgileri yoktur, sadece zanna
uyuyorlar.” (Nisâ: 157)
Bu mesele hakkında bir çok farklı inanca sahip olmaları,
onların bu hususta kesin bir bilgiye sahip olmadıklarını gösterir.
“Kesin olarak onu öldürmediler.” (Nisâ: 157)
Şu halde öldürme cinayeti ile övünmeleri de yalandır.
“Bilakis Allah onu kendi katına yükseltti.” (Nisâ:
158)
İsâ Aleyhisselâm’ı onların şerrinden kurtardı, cesedi ve ruhu
ile birlikte diri olarak göğe kaldırdı.
“Allah güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ:
158)
İsâ Aleyhisselâm’ın Beyanlarındaki Gerçek:
Kıyamet gününde Allah-u Teâlâ ile İsâ Aleyhisselâm arasında
geçecek olan muhavere Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulmaktadır:
“Allah ‘Ey Meryem oğlu İsâ! Sen mi insanlara ‘Beni ve anamı
Allah’tan başka iki ilâh edinin’ dedin?’ demişti.” (Mâide: 116)
Şüphe yok ki bu kınamanın asıl hedefi İsâ Aleyhisselâm değil,
onu ilâh edinen teslis inanışı sahipleridir.
Allah-u Teâlâ İsâ Aleyhisselâm’ın böyle bir şey söylemediğini
bildiği halde bu soruyu sorması hıristiyanlara hakikatı bildirmek içindir.
“O şöyle dedi: Hâşâ! Seni tenzih ederim. Hak olmayan sözü
söylemek bana yakışmaz.” (Mâide: 116)
Ben bir mahluk olduğum halde nasıl uluhiyet iddiasında
bulunabilirim? Söylemeye hakkım olmayan sözü söylemek bana yakışmaz.
“Eğer demiş olsam, şüphesiz sen onu bilirsin.” (Mâide:
116)
Çünkü sana hiçbir şey gizli kalmaz.
“Sen benim içimdekini de bilirsin halbuki ben senin zatında
olanı bilmem.” (Mâide: 116)
Senin ilmin olmuşları ve olacakları kuşatır. Sen benim
bildiğimi de kendi zatına ait bilgiyi de bilirsin.
“Gaybları bilen ancak sensin.” (Mâide: 116)
Hiçbir kimse senin bildirmediğin şeyleri bilip idrak
edemez.
“Ben onlara sadece ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a
kulluk edin!’ diye bana emrettiğini söyledim.” (Mâide: 117)
Bana ne emrettiysen onlara sadece onu söyledim. Onları tevhide
ve kulluğa davet ettim.
“Aralarında bulunduğum müddetçe onlara şahid idim. Beni
aralarından aldığında, artık onlar üzerinde gözetleyici yalnız sen oldun. Sen
her şeye şahidsin.” (Mâide: 117)
Aralarında bulunduğum sürece durumlarına bakar, kendilerine
ilâhi emirleri bildirir, emirlerine muhalefetten sakındırmaya çalışırdım. Beni
semaya kaldırarak kendine çekince yaptıklarının gözetleyicisi sen oldun. Senden
hiçbir şey gizli kalmaz.
“Eğer onlara azab edersen, şüphe yok ki onlar senin
kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz ki sen izzet ve hikmet
sahibisin.” (Mâide: 118)
Şu halde ne azab etmende bir haksızlık, ne bağışlamanda bir
isabetsizlik düşünülemez. Ne istersen yaparsın. Ne hükmüne karışılabilir, ne de
hikmetine itiraz edilebilir. Her korkunun kaynağı sen, her ümidin mercii yine
sensin.
Hıristiyanlara Uyarılar:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Hıristiyanları vicdanları ile
başbaşa bırakarak, hakikatı araştırmakla aydınlatılmaları için şöyle
buyurmaktadır:
“Meryem oğlu Mesih ancak bir peygamberdir.” (Mâide:
75)
İlâh değildir. Ancak Allah-u Teâlâ’nın delil ve fermanı ile
gönderdiği bir elçi, bir tebliğci, bir peygamberdir.
Allah-u Teâlâ özel olarak bazı peygamberlere mucizeler verdiği
gibi, ona da doğruluğunu göstermek için apaçık bazı mucizeler vermiştir. Eğer
Allah-u Teâlâ İsâ Aleyhisselâm vasıtası ile ölüleri diriltti ise, şüphesiz ki
Musa Aleyhisselâm vasıtasıyla asaya can verdi ve asa sürünen bir yılan oldu. Bu
ötekinden daha hayret vericidir. Eğer İsâ babasız yaraltıldıysa, şüphesiz Âdem
Âleyhisselâm hem anasız hem babasız yaratılmıştır. Bu daha şaşırtıcıdır.
Bunların hepsi Allah katındandır. Musa ve İsâ Aleyhisselâm’lar ancak Allah-u
Teâlâ’nın yaratıcı kudretinin tecelli yerleri ve vasıtalarıdır.
İsâ Aleyhisselâm ilk olarak gelmiş bir peygamber de
değildir:
“Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir.”
(Mâide: 75)
O da diğer peygamberler gibi bir insandır.
“Annesi de sıddîka bir kadındı.” (Mâide: 75)
Doğruluk ve sadakatten ayrılmayan, Allah’ı ve peygamberlerini
tasdik eden ve onlara inanan, özünde sözünde, işinde son derece doğru bir
hanımdır.
“Her ikisi de yemek yerlerdi.” (Mâide: 75)
Böylelikle onların kendilerine yakıştırılan uluhiyet
niteliklerinden uzak oldukları ifade edilmektedir. Çünkü yemek yiyerek gıdalanma
ihtiyacını duyan bir varlığın ilâh olduğu nasıl düşünülür! Herhangi bir ihtiyaç
ile muhtaç olanlara ilâh demek “muhtaç değil” demektir, bu ise çelişkidir.
“Bak! Onlara delilleri nasıl açıklıyoruz?” (Mâide:
75)
İsâ Aleyhisselâm’ın da, annesinin de birer beşer olduğunu
belirten delilleri nasıl gösteriyoruz?
“Sonra da bak ki, nasıl yüz çeviriyorlar?” (Mâide:
75)
Bu gerçek gündüzün ortasındaki güneşten daha açık olmasına
rağmen görmek istemiyorlar.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle
buyurmaktadır:
“İnkâr edip kâfir olanları, dünyada da ahirette de şiddetli
bir azaba çarptıracağım. Onların hiç yardımcıları da olmayacak.” (Âl-i
imran: 56)
Onlardan herhangi birini ilâhi azaptan kurtaracak bir fert de
bulunmayacak.
Daha sonra Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanların iftiralarını
anlatarak Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Yahudi ve Hıristiyanlar ‘Biz Allah’ın oğulları ve
sevgilileriyiz.’ dediler.” (Mâide: 18)
Kendilerinin başka insanlara benzemediklerini, diğer insanlara
karşı Allah katında böyle bir seçkinlikleri olduğunu iddia ettiler ve gurur ile
Allah-u Teâlâ’dan korkmaz oldular.
“De ki: O halde neden Allah günahlarınız sebebiyle size azab
ediyor?” (Mâide: 18)
Halbuki Allah-u Teâlâ onları dünyada bile zaman zaman azaplara
uğratıyor. Nice öldürülmelere ve esaretlere maruz kalıyorlar. İddia ettikleri
gibi Allah’ın oğulları ve dostları iseler inkâr ve iftiralarına karşılık onlara
niçin cehennem ateşini hazırladı?
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde
şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyamet günü bir nidâcı ‘Her ümmet dünyada neye tapmışsa
onun arkasına takılsın.’ diye ilân edecek. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ’dan başka
şeylere, putlara ve heykellere tapmış olanlardan hiçbiri kalmayacak, hepsi
cehenneme düşecekler.
Nihayet yalnız Allah’a tapan iyi ve kötülerle ehl-i kitab’ın
bakiyyeleri kalacak ve evvelâ yahudiler çağırılarak kendilerine ‘Siz dünyada
neye ibadet ederdiniz?’ diye sorulacak. ‘Biz Allah’ın oğlu Üzeyr’e tapardık.’
diyecekler.
Kendilerine:
‘Yalan söylediniz! Allah’ın hiç bir zevcesi ve çocuğu yoktur.
Şimdi siz ne istiyorsunuz?’ denilecek.
Yahudiler ‘Susadık Yâ Rabbi, bize su ver!’ diyecekler. Bunun
üzerine kendilerine işaretle ‘Suya buyurmaz mısınız?’ denilecek ve yahudiler
cehenneme o serap gibi (alev dalgaları) birbirini târumar eden ateşe
haşrolunarak oraya düşecekler.
Sonra Hıristiyanlar çağrılarak kendilerine ‘Siz dünyada neye
ibadet ederdiniz?’ diye sorulacak. ‘Biz Allah’ın oğlu Mesih’e tapardık.’
diyecekler.
Onlara da:
‘Yalan söylediniz! Allah hiçbir zevce ve çocuk edinmemiştir.
Şimdi siz ne istiyorsunuz?’ denilecek.
Hıristiyanlar da ‘Susadık Yâ Rabbi, bize su ver!’ diyecekler.
Bunun üzerine kendilerine işaretle ‘Suya buyurmaz mısınız?’ denilecek ve
hıristiyanlar ateşe haşrolunarak oraya düşecekler.” (Müslim: 183)
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Hayır! Siz de O’nun yarattıklarından bir beşersiniz.”
(Mâide: 18)
Allah-u Teâlâ’nın yarattığı ve O’nun iradesine mahkum bulunmak
bakımından diğerlerinden hiçbir farkınız yoktur. Bütün kulları hakkında hüküm
verecek olan Allah-u Teâlâ’dır.
“O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder.” (Mâide:
18)
Tevbe edenlerin günahlarını örttüğü gibi, Allah-u Teâlâ’ya
ortak koşan, yaratılanı Yaratan yerine koyanlar için de bu azab muhakkaktır.
“Göklerin, yerin ve ikisinin arasında ne varsa hepsinin
hükümranlığı Allah’ındır.” (Mâide: 18)
Varlıklardan hiçbirinin Allah-u Teâlâ’ya kulluktan başka bir
şekilde bağlılık iddia etmeye hakkı yoktur. Hepsi O’nun mülkü ve melekutu,
kudret ve azameti altında bulunmaktadır.
“Dönüş de O’nadır.” (Mâide: 18)
Ahirette yalnız O’nun huzuruna gidilecektir. İnananlara bol
sevaplar ve mükafatlar verecektir, dilediği günahkârları da layık oldukları
cezalara kavuşturacaktır.
İslâm’a Dâvet:
Allah-u Teâlâ bundan sonra son peygamber Muhammed
Aleyhisselâm’a iman etmeye davet ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle
buyurmaktadır:
“Ey Ehl-i kitap! Peygamberlerin ardı arkası kesildiği sırada
size peygamberimiz gelmiştir. Gerçekleri size açıklıyor.” (Mâide: 19)
Beşeriyet âleminde yeniden bir risalet nuru tecelli etmeye
başladı. Gizlediğiniz, hakkında ihtilafa düştüğünüz şeyleri size açıklıyor.
Bütün bunlar uzun bir süre peygamberler ve vahiy kesildikten
sonra gönderilen Muhammed Aleyhisselâm tarafından açıklanıyor ki;
“Bize bir müjdeleyeci ve uyarıcı gelmedi demeyesiniz.”
(Mâide: 19)
Hayır, artık siz mazur değilsiniz. Böyle bir delil ileri
sürmenize imkan kalmamıştır.
“İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi.” (Mâide: 19)
O Peygamber ki inananları müjdeleyici, inkâr edenleri de
uyarıcı olarak gelmiştir.
“Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Mâide: 19)
Nitekim kudretinin, kemalinin bir nümunesi de Muhammed
Aleyhisselâm’ı peygamber olarak göndermesidir.
Ey yahudi ve hıristiyanlar!
Siz bugün de Allah’ın huzurunda bulunduğunuzu düşününüz.
Elinizi vicdanınıza koyup bir düşünürseniz “O peygamber henüz bize gelmedi.”
diyemezsiniz. Fetret devrinde kalanlar gibi bir mazeret göstermeye de
kalkışamazsınız.
Size bütün hakikatları açıklayan bir peygamber gönderdim. Siz
bunu duydunuz ve bildiniz. Şimdi ne yüzle itiraz ediyorsunuz? Siz ilâhî hükmü
arkaya attınız, nefsinizin arzusunu ilâh edindiniz. Kendi azabınızı kendi eliniz
ve kendi isteğinizle bile bile hazırlamış oldunuz.
Bu Âyet-i kerime mucibince Resulullah Aleyhisselâm geldiği
halde inanmayan hiçbir ehl-i kitabın kurtulması mümkün değildir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri onu peygamberlerin arkasının
kesildiği bir dönemde; dinlerin değiştirildiği, Hakk ve hakikatten
uzaklaşıldığı, yolların çıkmaza girdiği, putperestlerin çoğaldığı bir devirde
gönderdi.
Onun gönderilişindeki nimet, nimetlerin en büyüğüdür.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; bu
ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim
getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.”
(Müslim)
Bunların hepsi onu duyduğu halde inkâr etti, itiraz etti.
Bunların hepsinin cehennemlik olduğunu bu Hadis-i şerif beyan eder.
Bir de “Onların da dini hak.” diyenler var. Hayır! Aslâ
doğru değildir!
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imran: 19)
Bir kimse Hazret-i Allah’a ve Muhammed Aleyhisselâm’a iman
etmedikçe cennete giremez. Bu Âyet-i kerime ve bu Hadis-i şerif’e dikkat
ederseniz, muhakkak ki onların hepsinin cehennemde olduğunu görürsünüz.
•
Hıristiyanlar Kur’an-ı kerim’e inanmazlar, peygamberimiz
Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmezler. Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde
şöyle buyurur:
“Gerçekten size Allah’tan bir nûr ve apaçık bir kitap
geldi.” (Mâide: 15)
“Nûr” Muhammed Aleyhisselâm’dır. Zira ancak onun
vasıtası ile hidayete erişilir.
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’a itaatı kendisine
yapılacak itaatla birlikte emretti. Ona yapılan itaatı kendisine yapılan itaat
gibi saydı:
“Peygamber’e itaat eden muhakkak ki Allah’a itaat etmiş
olur.” (Nisâ: 80)
“Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse
ondan sakının.” (Haşr: 7)
Hadis-i şerif’te ise:
“Sünnet-i seniyye’me tâbi olmayan benden değildir.”
(Münâvi)
Hıristiyanlar ise itaat etmek, tâbi olmak şöyle dursun, son
peygamber Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a iman dahi etmemektedirler.
“Kitap” ise Kur’an-ı kerim’dir. Şimdiye kadar gizli
kalmış nice hakikatleri beyan buyurup durmaktadır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Bu Kur’an insanlara açık bir tebliğdir. Bununla hem
uyarılsınlar, hem Allah’ın bir ilâh olduğunu bilsinler hem de akıl sahipleri
öğüt alsınlar.” (İbrahim: 52)
“İndirdiğimiz bu Kur’an feyz kaynağı, mübarek bir kitaptır.
Ona uyun, emirlerine bağlanın ve Allah’tan korkun. Tâ ki merhamet
olunasınız.” (En’am: 155)
Kitabımız Kur’an-ı kerim’in o zamandan bu zamana kadar hiç bir
kelimesi, hiç bir harfi, hiç bir noktası bile değişmemiştir. Cenâb-ı Hakk onu
muhafaza edeceğini ferman buyurmaktadır:
“Bir zikir olan Kur’an’ı biz indirdik ve onun koruyucusu da
elbette biziz.” (Hicr: 9)
Muharref İncil:
Hıristiyanlar İsâ Aleyhisselâm’a indirilen İncil’i tahrif
etmişlerdir.
Hıristiyanlar’ın ellerinde beyanları birbiriyle çelişen
tutarsızlıklar olan, farklı farklı dört tane İncilleri vardır. Bu dört İncil’in
beyanları ayrı ayrı olduğuna göre bunların hepsi yalandır. Yani hiçbiri, İsâ
Aleyhisselâm’a indirilen İncil’in aslı değildir. Madem ki bunlar ayrı ayrıdır,
aralarında pek çok çelişki vardır, hangisine iman edilecek? Rahipler, papazlar
kendi arzularına hevâ ve heveslerine göre yazmışlardır. Hıristiyanlar da bunlara
uymuş ve bunları ilâh edinmişlerdir.
Narcıların durumunun da rahiplerini ilâh edinen
hıristiyanlarınki gibi olduğunda hiç şüphe yoktur.
•
İsâ Aleyhisselâm’a “Allah’ın oğlu” demekle yetinmeyip,
daha da ileri giden “Meryem oğlu Mesih rabdir.” diye tutturan,
hahamlarını, rahiplerini rabler edinen ehl-i kitabın bu durumları Âyet-i kerime
ile ortaya konulmaktadır:
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem
oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa kendilerine, bir olan Allah’a
ibadet etmeleri emredilmişti.
Allah’tan başka hiç bir ilâh yoktur. O, onların ortak
koştukları şeylerden münezzehtir.” (Tevbe: 31)
Bu emri dinlemediler, azdılar ve saptılar, şirke düştüler.
Halbuki İsâ Aleyhisselâm’ın dili ile kendilerine şöyle
seslenilmişti:
“Ey İsrailoğulları! Benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan
Allah’a kulluk edin.
Kim Allah’a ortak koşarsa, muhakkak ki Allah ona cenneti haram
kılar. Varacağı yer ateştir, zâlimlerin yardımcıları yoktur.” (Mâide:
72)
Tevbe sûre-i şerif’inin 31. Âyet-i kerime’sinin mânâsını bizzat
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisi açıklamıştır.
Şöyle ki:
Daha önceleri hıristiyan olan Adiy bin Hâtim, boynunda gümüşten
bir haç olduğu halde, İslâm hakkında bilgi edinmek niyetiyle Medine’ye gelmişti.
Şüphelerini gidermek için Resulullah Aleyhisselâm’a bazı sorular sordu. “Bu
âyet bizi âlimlerimizi, rahiplerimizi rabler edinmekle suçluyor. Halbuki biz
onları kendimize rabler edinmeyiz. Bunun mânâsı nedir?” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm; “Onlar helâli haram kıldılar,
haramı helâl kıldılar. Siz bunu öylece kabul etmiyor muydunuz?” diye sorunca
Adiy “Evet böyledir.” diye tasdik etti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz:
“İşte bu sizin onları rabler edinmenizdir.” (İbn-i
Kesir)
Dolayısı ile bu Hadis-i şerif, Allah-u Teâlâ’nın Kitab’ını
kenara iterek, haramı helâl, helâli haram yapanların nefislerini ilâh ve rab
ittihaz ettiklerini, onlara uyup peşinden gidenlerin de onları rabler
edindiklerini göstermiş olmaktadır. Allah’a inandık deseler bile, bu
iddiâlarının inandırıcı olmadığı ortadadır.
Bu ilâhlara tapmayın; çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz ilâh diye tabir ediyor. Helâli helâl, haramı haram bilin.
Yoksa yoldan çıkarsınız.
İslâm’ın İzzeti:
İslâm dini kıyamete kadar payidar olacaktır, Allah-u Teâlâ
dinine yardımını değişik tezahürlerle sürdürecektir:
“Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler.
Halbuki kâfirler istemese de, Allah nûrunu tamamlayacaktır.” (Saf: 8)
O zaman tamamladığı gibi bu gün de nûrunu tamamlayacak ve onu
kıyamete kadar muhafaza edecektir.
“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini
hidayet ve hak din ile gönderen Allah’tır. İsterse müşrikler
hoşlanmasınlar.” (Tevbe: 33)
Yahudiler ve hıristiyanlar bu gelecek peygamberin kendi
içlerinden gelmesini ve arzu ettikleri biçim ve şekilde olmasını istemişlerdi.
Fakat bu istekleri Allah-u Teâlâ’nın katında hükümsüzdür. Ancak Allah-u Teâlâ
hükmünü yürütür. Peygamber’ini hidayet ve hak ile gönderen Hazret-i Allah’tır.
Binaenaleyh her türlü bâtıl fikir hükümsüzdür.
İslâm dininin diğer dinlerden üstün olması sadece Asr-ı
saâdet’e mahsus olmayıp, kıyamete kadar bu hüküm bâkidir.
Hâlen de hak dini bütün dinlere üstündür ve bütün dinlere
hâkimdir.
İslâm dini nazil olduğu zaman nasıl taptaze idiyse, kıyamete
kadar da bu tazeliğini ve ciddiliğini muhafaza edecektir. O Allah’ın dinidir ve
dimdik ayakta kalacaktır. Kur’an-ı kerim’in bir harfi bile değişmez, bir tek
Âyet-i kerime’si inkâr edilmez.
Bir tek Âyet-i kerime’sini inkâr eden veya değiştirmek isteyen
kim olursa olsun alenen kâfir olur. Onun kâfir olduğunu buradan tanırsınız. Zira
ilâhi hükmü değiştirmek ve bozmak istediği için bu hale düşmüş ve kâfir
olmuştur.
Bu gibilerin bütün gayesi İslâm’ın, Kur’an’ın aslını bozmak,
halkı sapıtıp, şaşırtmaktır.
Kardeşlik Dini, İslâm:
İslâm dini kardeşlik dinidir. Allah-u Teâlâ Âyet-i
kerime’sinde:
“Müminler kardeştirler.” buyuruyor. (Hucurat: 10)
Bu birlik ve kardeşlik nerede tahakkuk eder?
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise:
“İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız. Kötülük ve düşmanlık
üzerine yardımlaşmayınız.” buyuruyor. (Mâide: 2)
Bu yardımlaşma, bu birlik ve takvâ emrolunduğuna göre, bu
nerede tahakkuk eder? “Âmentü” de tahakkuk eder, imanda, İslâm’da tahakkuk
eder.
Müslüman olmanın ilk şartı iman etmektir. İman etmek için de
önce Kelime-i şehâdet getirmelidir:
“Şüphesiz şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur,
yine şehâdet ederim ki Muhammed Aleyhisselâm Allah’ın kulu ve
peygamberidir.”
İşte İslâm dinine göre iman; şehâdet kelimesinde ifade edilen,
Hazret-i Allah’a ve Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmekle başlar, imanın
altı esası olan;
1- Allah’a
2- Meleklerine
3- Kitaplarına
4- Peygamberlerine
5- Ahiret gününe
6- Kaza ve kadere kesin olarak inanmakla tam ifadesini
bulur.
Bu esasların içinde olanlar “Müminler kardeştirler.”
Âyet-i kerime’si mucibince kardeştirler. İyilikte birleşmişlerdir, yardımlaşma
va takvâ üzerindedirler.
Şâyet bu şartlardan birisi dahi inkâr edilse “Amentü” nün
şartları inkâr edilmiş olur. “Amentü” yü inkâr eden kimse, dinden de İslâm
kardeşliği hudutlarından da çıkmış olur. Onun imanla İslâm’la hiç bir ilgisi
yoktur, küfre kaymıştır.
Kelime-i şehâdet’i kalp ile tasdik edip dil ile de söyleyen bir
kimse, bu kapıdan müslümanlık dairesine girmiş olur.
Müslüman olan bir kimsenin “Namaz, oruç, zekât, hacc” gibi
İslâm’ın esaslarına uyması lâzımdır. Bunlar ilâhî birer emirdir. Bunlara riayet
etmekle Hazret-i Allah’a kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- ine
ümmetlik etmiş olur. Yapmazsa âsi olur, fâsık olur, İslâm dâiresinden
çıkmaz.
Bir de şu var ki “Amentü”ye inanmakla beraber bu ilâhi
emirlerden birisini bile inkâr etse veya itiraz etse yine dinden çıkmış olur.
Ancak, inkâr veya itiraz etmediği takdirde İslâm’ın geniş hudutları dahilinde
bulunur.
Allah-u Teâlâ bizi hudutlarla çevirmiştir. Âyet-i kerime’sinde
buyurur ki:
“Allah’a tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç
tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye
çalışanlar ve Allah’ın hududunu koruyanlar... İşte bu müminleri müjdele!”
(Tevbe: 112)
Nasıl ki her memleketin bir sınırı, her kanunun bir hududu
varsa, bu da Allah-u Teâlâ’nın çizdiği bir huduttur. Bu huduttan çıkıp inkâr
eden İslâm dâiresinden çıkmış olur.
Onların dediği olsaydı Allah-u Teâlâ’nın; melekler ve
peygamberler göndermesine, kitaplar salmasına lüzum kalmazdı.
İman ve İslâm:
Hıristiyanlar namaz kılmaz, hacca gitmez, her türlü haramı
irtikab eder. Hiçbir emr-i ilâhiyi yapmazlar, nehyettiklerinden kaçınmazlar.
Oysa Allah-u Teâlâ İslâm dininde kimlerin kardeş olduklarını
beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:
“Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse
dinde sizin kardeşinizdir. Bilen kimseler için âyetleri böyle uzun uzadıya
açıklıyoruz.” (Tevbe: 11)
Bir Hadis-i şerif’te ise Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Sünnet-i seniyye’me tâbi olmayan benden değildir.”
(Münâvi)
Diğer taraftan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İman iki kısımdır. Yarısı sabırda yarısı şükürdedir.”
(C. Sağir)
Buradaki sabır, Hazret-i Allah’ın nehyettiği şeylerden içtinab
etmek; şükür ise ne ki emrettiyse seve seve yapmaktır. Yapmak başka, seve seve
yapmak başka. Meselâ zekât, seve seve veriliyorsa kabulüne delâlettir. Bir
vazifedir, mecburiyettir diye veriliyorsa, sadece farz yerine gelir. Namaz da
diğer ibadetler de böyledir. O aşk yoksa asıl ruha inilmemiş olur. Hakiki sabır
ve şükür buradan başlıyor. Diyelim ki hem sabrettik hem şükrettik, böylece iman
husule geldi. İmanın husule gelmesi bu kadar ince bir konu iken hıristiyanları
“Onlar da Allah’a iman ediyorlar.” diye kucaklamak ne büyük
dalâlettir.
Bu sefer önümüze ikinci bir Hadis-i şerif çıkıyor:
“İman üryândır, libâsı takvâ, ziyneti hayâ, semeresi
ilimdir.” buyuruyorlar. (Beyhakî)
İman meydanda yanan bir kandil gibidir, bir rüzgâr gelir onu
söndürür, karanlıkta kalırız. Bir fanus geçirilirse söndürülemez. Bu şişe
takvâdır. Haram-helâl üzerinde durmamız, imanı zedeleyici her türlü şüpheli
noktalardan kaçınmamız bizi takvâ şişesinin içine atar.
Takvâyı da hayâ muhafaza eder.
Bir Hadis-i şerif’te buyuruluyor ki:
“Hayâ ile iman mütelâzımdır, birbirinden ayrılmaz. Yâni biri
gidince öteki de kalmaz.” (C. Sağir)
Bir başka Hadis-i şerif’te de:
“Hayânın azlığı küfür alâmetidir.” buyuruluyor.
(Münavi)
Demek ki biz hayâdan yoksun olmakla küfre kaydığımızı da
bilmiyoruz. Çünkü hayâ ile iman yekdiğerinden ayrılmıyor, biri giderse öteki de
kalmıyor. Bunu bilmediğimizden imanımızı da tehlikeye düşürüyoruz. O halde bu
cehâlete düşmemek ve bunların hakikatını bilebilmek için ilme de ihtiyaç
var.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz:
“Her şeyin bir yolu vardır, cennetin yolu ise ilimdir.”
buyuruyor. (C. Sağir)
İlim olmasaydı, hayâyı gidermekle imanı da giderdiğimizi
bilemezdik. İlim takvâyı da hayâyı da bize bildiriyor ve onun usulüyle hakikata
varmış oluyoruz. Şu halde biz ilimle hakikatı çözeceğiz, zanla değil. Zanla amel
eden dalâlettedir.
Şüküre gelince;
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütufkârdır. Fakat
insanların çoğu şükretmezler.” (Mümin: 61)
Bir düşün! Hayatın boyunca bu hususlara bir defacık tefekkür
edip şükrettin mi?
Beyan buyurulduğu üzere iman mevzuu bu kadar hassas iken
hıristiyanlar tüm hükm-ü ilâhiyi yapmazlar.
Hıristiyanlar fâiz de alırlar. Oysa ki fâiz İslâm dininde
şiddetle yasaklanmıştır:
“Eğer fâizden vazgeçmezseniz bunun Allah ve Resulü’ne
açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 279)
İslâm fâizi yasaklarken, hıristiyanlar fâizin önderliğini
yapmaktadırlar. Üstelik bütün emr-i ilâhiye de karşıdırlar. Ve fakat narcılar
hâlâ bunları dost kabul etmekte ve “Onlar da Allah’a iman ediyorlar.”
sözleriyle de halkı kandırmaya çalışmaktadırlar. Halbuki hıristiyanlar İslâm
dini’ne tamamen karşı ve İslâm’ın en büyük düşmanlarındandırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de
hıristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120)
Ağır Bir Misak:
Kur’an-ı Azîmüşan’da beyan buyurulduğuna göre, her peygamber
kendisinden önceki peygamberi tasdik etmekle mükellef olduğu gibi; en son
gelecek olan Hâtem-ül enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm’ı da haber vermek ve tasdik
etmekle mükellef tutulmuşlardı.
Allah-u Teâlâ gönderdiği bütün peygamberlerine Muhammed
Aleyhisselâm’dan bahsetmiş ve onun sıfatlarını anlatmıştır. Eğer onun zaman-ı
saâdetine erişirlerse, mutlaka ona iman edip dinine yardım edeceklerine dair
kesin söz aldı. Onlar da Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğini idrak ederlerse
hemen iman edip dinine yardım etmelerine dair onlardan söz aldılar.
Âyet-i kerime:
“Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı. ‘Celâlim
hakkı için, size kitap ve hikmet verdim. Sizde olan o kitap ve hikmeti tasdik
edip doğrulayan bir peygamber gelecek. Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka
ona yardımda bulunacaksınız. Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu ağır ahdimi üzerinize
aldınız mı?’ demişti. Onlar da ‘Kabul ettik.’ demişlerdi. Allah da ‘O halde
şahid olun, ben de sizinle beraber şahid olanlardanım.’ buyurmuştu.” (Âl-i
imran: 81)
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’ı yalnız İsâ Aleyhisselâm’a
değil, göndereceği bütün peygamberlere tanıtmıştı.
Âyet-i kerime’de geçen yardımdan maksat; bütün peygamberlerin
ümmetlerine onu tavsiye etmesi, o peygamberin Allah-u Teâlâ’nın Habib’i ve
Halil’i olduğunu anlatmalarıdır, fazilet ve meziyetini duyurmalarıdır.
Bu beyân-ı ilâhîden görülüyor ki, Allah-u Teâlâ böyle
emrediyor.
Hıristiyanlar İsâ Aleyhisselâm’a inandıklarını iddia ettikleri
halde ona dahi itaat etmiyorlar, karşı geliyorlar.
İsâ Aleyhisselâm’ın Müjdesi:
Hazret-i İsâ Aleyhisselâm göğe yükselmeden önce bütün insanlara
en büyük müjdeyi vererek kendisinden sonra Ahmed isminde bir peygamber
geleceğini ve ona uymalarını emretmişti:
“Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat’ı
tasdik edip doğrulayan, benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir
Peygamber’i müjdeleyen Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.” (Saf:
6)
İsrailoğulları peygamberlerinin sonuncusu olan İsâ
Aleyhisselâm; kendi zamanına kadar gelen dini hayatı tazelemiş, kendisinden
sonra gelecek olan Ahmed-i muhtar’ı açıkça ismiyle duyurmuş, fikir ve kanaatları
son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’a meylettirmiştir.
İsâ Aleyhisselâm’ın Tevrat’ı tasdik etmesi, haber verme
itibariyledir. Zira Tevrat’ta hem İsâ Aleyhisselâm’a hem de son peygamber
Muhammed Aleyhisselâm’a dair haberler vardı. Bu sebepledir ki İsâ Aleyhisselâm,
Ahmed Aleyhisselâm’ın gelmesinin yakın olduğunu müjdelemek suretiyle bu
husustaki haberlerin doğru olduğunu ispatlamıştır.
Ahmed; Allah-u Teâlâ’nın en çok methini yapan kişi mânâsına
geldiği gibi, en çok methedilen veya kullar arasından en çok övülen kişi
mânâsına da gelir.
Tevrat’ta İsâ Aleyhisselâm’ın gönderilmesine dair verilen
müjde, onun gelişiyle gerçekleşmiş oldu. Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğine
dair Tevrat’ın verdiği müjdeyi İsâ Aleyhisselâm tasdik ederek onun geleceğini
müjdelemiş ve onun öncüsü olduğunu belirtmişti. Bu İsâ Aleyhisselâm’ın
peygamberlik vazifelerinden birisi idi.
Bir taraftan ümmetinden iman edenlere ilâhî hükümleri tebliğ
ederken, diğer taraftan da böyle bir peygamberin geleceğini tembih ve tebşir
etmekti.
Hıristiyanlar ise biz İsâ Aleyhisselâm’a iman ettik diye
oyalandılar. Oysa İsâ Aleyhisselâm, ahirzaman peygamberine uymalarını
emretmişti. Fakat onu da inkâr ettiler. Biz İsâ Aleyhisselâm’a iman ettik
iddialarına rağmen ona itaat dahi etmiyorlar.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle
buyurmaktadır:
“Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce İsâ’ya muhakkak
iman edecektir.
Kıyamet gününde de o onlara şahit olacaktır.” (Nisâ:
159)
Her hıristiyan İsâ Aleyhisselâm’a iman ederek ölecek. İman
edecekler amma, imanları makbul olmayacak. Çünkü zamanın peygamberi o değil.
Ancak Resulullah Aleyhisselâm’a yapılan iman makbuldür.
İsâ Aleyhisselâm’ın onların aleyhine şahitlik yapması:
“Ben size Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğini, onun fazilet
ve meziyetini bildirmedim mi? Ona iman etmenizi size işaret etmedim mi?”
şeklindedir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
“Muhammedin nefsi yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim
ki, eğer bu ümmetten bir yahudi veya hıristiyan beni işitir de sonra benimle
gönderilene iman etmeden ölürse, mutlaka cehennemlik olur.” (Müslim:
153)
Çünkü Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat etmek gerekiyordu. İsâ
Aleyhisselâm’ın da emrine itaat etmek gerekiyordu. Fakat onlar Allah-u Teâlâ’nın
emrine ve hükmüne razı olmadılar, bunun için de küfre düşmüş oldular.
Bu Hadis-i şerif, Resulullah Aleyhisselâm’ın gönderilmesiyle
bütün dinlerin neshedildiğine delildir. Hadis-i şerif’in hükmü yalnız Resulullah
Aleyhisselâm’ın zamanında yaşayanlar için geçerli olmayıp, kıyamete kadar her
devir insanlarına şamildir. Çünkü ikinci bir peygamber gelmeyecek, başka bir
kitap inmeyecek.
İslâm Bütün Peygamberlerin Dinidir:
Gerek Musa Aleyhisselâm’ın ve gerekse İsâ Aleyhisselâm’ın
getirdiği din aslında İslâm dini idi. Nitekim Kur’an-ı kerim’in bildirdiğine
göre Musa Aleyhisselâm kavmine:
“Ey kavmim! Eğer siz gerçekten Allah’a inanıyorsanız ve O’na
teslim olmuş Müslümanlar iseniz, O’na güvenin.” buyurmuştu. (Yunus: 84)
Havarilerin de İsâ Aleyhisselâm’a şöyle dedikleri Kur’an-ı
kerim’de ifade edilmiştir:
“Biziz Allah’ın yardımcıları, Allah’a inandık. Sen de Ey
İsâ! Şahid ol ki biz müslümanlarız.” (Âl-i imran: 52)
Gerek İsâ Aleyhisselâm gerek Havariler İslâm’ı kabul etmiş
iken, size ne oluyor ki küfürde inat ediyorsunuz, kendi arzunuzla cehenneme
gidiyorsunuz?
Ehl-i kitaptan iman edenler hakkında nazil olan bir Âyet-i
kerime’de ise şöyle buyurulmaktadır:
“Kur’an onlara okunduğu zaman ‘Ona iman ettik, doğrusu o
Rabbimizden gelen hakikattır. Esasen biz bundan önce de müslümanlığı kabul etmiş
kimselerdik.’ dediler.” (Kasas: 53)
İşte gerçek inananlar böyle inandılar, iman ettiler ve
kurtuldular. Fakat siz bu dalâletten nasıl kurtulacaksınız?
Allah katında ne hıristiyanlık ne de yahudilik makbul değildir.
Ancak İslâm dini makbuldur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde ulul-azm peygamberlerden
İbrahim Aleyhisselâm’ın ne hıristiyan ne yahudi olduğunu, Allah’ı bir tanıyan
bir müslüman olduğunu haber veriyor:
“İbrahim ne yahudi ne de hıristiyandı. Fakat o Allah’ı bir
tanıyan dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden değildi.” (Âl-i imran: 67)
Çünkü yahudilik Musa Aleyhisselâm’ın şeriatından tahrif edilmiş
bir dindir. Hıristiyanlık da İsâ Aleyhisselâm’ın şeriatından tahrif edilmiş bir
dindir. Fakat o bütün bâtıl dinlerden uzak, hak dine mensup dosdoğru bir
müslümandı. Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın müşrik olmadığını beyan
etmekle; yahudilerin ve hıristiyanların müşrik olduklarına işaret
buyurmaktadır.
Ben de sizi Allah-u Teâlâ’nın kelamı ile davet ediyorum. İman
eden kurtulur, etmeyenin kendi aleyhinedir.
İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem
Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde
en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Hazret-i Musâ Aleyhisselâm’a
indirilen İslâm, Hazret-i Nuh Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha geniş ve
daha mükemmeldi. Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’a gönderilen İslâm, Hazret-i Musa
Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Muhammed
Aleyhisselâm’a gelince de kemâlini buldu ve son şeklini aldı.
Artık İslâm’dan başka kıyamete kadar yeni bir din ve peygamber
gelmeyecektir.
Allah-u Teâlâ son dini ve son peygamberini İslâm’ı tamamlayıcı
olarak göndermiş, dinini tamamlamış;
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imran: 19)
Fermanı ile mühürlemiştir.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“Yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” buyuruyor.
(A’raf: 54)
O’nun hükmü karşısında mahlukun hiç hükmü yoktur. Binaenaleyh
narcılar her nekadar din kursalar da hükümsüzdür. Şüphesiz bu da Hazret-i Allah
ve Resulullah’a iman edenler içindir.
•
Narcılar işe nasıl başladı? Temiz, nezih ve saf müslümanları ne
şekilde soydular?
İlk evvelâ topladıkları talebelerine namaz kıldırıyorlardı,
teheccüd namazına kaldırıyorlardı, ilk çıkışları böyle idi. Lâkin bu çok
sürmedi. İslâm’ın ön safında görünerek halkı avladılar. Sonra lüzumlu olan
maddeyi elde edince ve etraflarında kalabalıkları görünce, kendilerinde bir güç
gördüler ve dinlerini ilân ettiler, ilâh kesildiler.
Halkı yemeğe dâvet ederlerdi. Yemekli toplantılar
düzenlerlerdi. Balığı tutmak için olta attıkları gibi, gelenleri oltaya
takarlardı. Cazgırlar: “Şu kadar şu verdi, şu kadar şu verdi!” diyerek
oradaki halkı utandırırlar, paralarını alırlardı. Halkı mahçup etmek suretiyle
senet imzalatırlardı ve bu senetleri ödemeyenleri icrâ ile tahsil ederlerdi,
halka bu kadar zulmederlerdi.
Bu yolmalar, soymalar sofra eşkiyalığı değil midir?
Yanında parası olmayana senet imzalattırırlar, bu senetleri
günü gelince ödeyemeyenler icraya verilir, evini, arabasını ve arsasını dahi
elinden alırlardı. Hiçbir şeyini bırakmazlardı. Yani halkı kaz yerine
koyarlardı. Bütün bunların hepsi dünyaya âlet etmek suretiyle oluyordu. Bütün bu
sapıtıcı imamlar bu şekilde yapıyordu.
Oysa Allah-u Teâlâ:
“Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru
yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si ile onların doğru olmadığını bildirdiği halde,
halk onların doğru yolda olmadığını bilemedi. Onları müslüman zannetti ve yardım
etti.
Haram lokma midelerine girince, hemen refahtan daha çok para
toplamak yoluna girdiler. Refah’tan görerek onlar da sürekli para toplamaya
başladılar, para toplamada onu da çok geçtiler ve bu husustaki Âyet-i
kerime’leri tamamen inkâr ettiler. O kadar para topladılar ki, nihayet arzu
ettikleri noktaya gelince paralarını muhafaza edemez oldular ve koyacak yer
bulamadılar. Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği haramlardan birisi fâiz olduğu
halde onlar banka kurdular.
“Ey iman edenler! Allah’tan sakınınız. Eğer imanınızda
gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi
terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu
bilin.” (Bakara: 278-279)
Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya
Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler.
Bu nur çıkınca, iç yüzlerini açığa vurunca bunların soygunları
bitti. Bu para toplama hırsı onları İslâm dininden rahatça çıkardı. Böylece
kendilerine tâbi olanları, o masum yavruların hepsini küfrün kucağına
attılar.
Bu da yetmiyormuş gibi imanlı talebeleri yavaş yavaş küfre
meylettirdiler. Papazlarla anlaştılar, papazları resmen hazret olarak kabul
ettiler. “Küfrü hoş görün!” diye milyonlarca müslümanı küfre kaydırdılar.
Nitekim papaya yazdığı mektup ve muhtevası gazetelerde neşredildi.
Alenen Hazret-i Allah’a karşı geldi ve küfrü hoş gördü,
hoşgürüyü ilân etti ve bütün müslümanları kâfir olmaya dâvet etti.
Ona tâbi olanlar ona uydular, papazlarını hazret olarak kabul
ettiler ve onlara tâbi oldular, böylece hepsi birden küfre kaydılar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Müminleri bırakıp kâfirleri dost
edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?”
(Nisâ: 144)
Bunların vasıfları daha önce “Nurcu” iken, bu hallerinden ötürü
“Nurcu” isimlerini “Narcı” olarak vasıflandırdık. Bu ismi onlara biz verdik ve
artık “Narcı” olarak tanınıyorlar. Nurculuk Said-i Nursî Hazretlerinde ve onun
yolunda olanlarda kaldı.
Çünkü bunlar papazlarını hazret kabul ettikleri için, bunlara
nurcu demek, İslâm’a büyük bir zillet getirir.
Allah-u Teâlâ mümine izzet, kâfire ise zillet vermiştir. Bu
zillete düşenlere izzet vermek, İslâm’ın izzetini yok etmek demektir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.”
buyuruyor. (Mâide: 51)
Küfrü hoş görmeyi, her yerde küfrün soluklanmasını ilân edince,
hepsi de kabul ettiler. Onu ilâh olarak kabul edenler böylece küfre kaymış oldu
ve küfür içinde donup kaldılar.
Şimdi soruyorum! Hanginiz küfrü reddetti, çirkin gördü, kabul
etmediğini ilân etti? Duydunuz mu hiç?
Müslümanların küfrü çirkin ve iğrenç görüp ikrah ettiklerini ve
kabul etmediklerini görünce; din-i İslâm’ı yıkmak ve müslümanlara zarar vermek
ve küfre kaydırmak için solcularla birleştiler, onlarla bir oldular. Öyle olmadı
mı?
Bütün insanlara küfrü hoş göstermeye çalıştılar. Böylece ilk
çığırı bunlar açmış oldu.
Öyle ki;
Küfre dâvet ettiler. Küfre girmeyenlere zulmetmek için
solcularla birleştiler, solcuların tarafına geçtiler ve müslümanlara çok büyük
eziyet ettiler. Amma en büyük zararı yine kendileri gördüler. Çünkü Fethullah
Gülen ve diğerleri hiçbir zaman bu solcuların zamanına kadar düşmemişti ve rezil
olmamıştı.
Oysa Allah-u Teâlâ Vâkıa Sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“Sağın adamları, ne uğurludur onlar!”
Solun adamları ne uğursuzdur onlar!
Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar, işte onlar (Allah’a
en çok) yaklaştırılmış olanlardır.” (Vakıa: 8-11)
Bunlar bunu bilerek sola kaydılar ve Allah-u Teâlâ’ya hasım
kesildiler.
Biz demiyor muyduk? Dikkatli olun, bu sapıtıcı imamlar
deccalden daha tehlikelidir.
Her fırsatta sizi ikaz ediyorduk. Fakat siz onları müslüman
zannediyordunuz, bütün gücünüzle onları destekliyordunuz ve yardım ediyordunuz.
Din-i İslâm’ı yıksınlar diye mi bunu yapıyordunuz?
“Fâsıka ikram eden kimse İslâmiyetin yıkılmasına yardım
etmiş olur.” (Münâvî)
Hadis-i şerif’ini kaç defa önünüze koymuştuk.
Allah-u Teâlâ’nın kendi yolundan çıkanları belirttiği:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru
yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’sini kaç defa önünüze sunmuştuk. Doğrularla
eğrileri bu Âyet-i kerime ayırmıyor muydu?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“SİZİN İÇİN DECCAL’DEN DAHA ÇOK DECCAL OLMAYANLARDAN
KORKARIM.
- Onlar kimlerdir?
SAPTIRICI İMAMLARDIR.” (Ahmed bin Hanbel)
Deccalden niçin daha beter?
Şöyleki; Deccal doğrudan doğruya Allah’lık dâvâsı ile çıkacak.
İman-ı kâmil olanlar hiçbir zaman onun tuzağına düşmez. Ve fakat bunlar öyle bir
sûrete büründülerki İslâm gibi görünüp sûret-i Hakk’tan göründüler.
İşte deccal bunu yapamaz. Deccalden beter oluşları, sûret-i
haktan görünüşlerinden oldu. Böylece bir çok müslümanları hem imanlarından
soydular aldılar, hem dünyalarını hem âhiretlerini yok ettiler.
Nitekim onların sapıtması ile yoldan sapanlar âhirette
cehenneme düştükleri zaman bu sapıtıcılara şöyle söyleyecekleri Âyet-i kerime’de
haber verilmektedir:
“Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz.”
(Saffat: 28)
Firavun, âhirette avanesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu
sapıtıcı imamlar da küfre kaydırdığı kimselerin hepsinin cehennemde
öncüleridir.
Bunların bu azgınlığı Allah-u Teâlâ’nın gazabına vesile oldu.
Onlara en büyük darbeyi solculardan verdi. Gördünüz mü? Daha dünyada iken
onlarla birleşmenin cezasını gördüler. Âhirette de onlarla beraber olacaklarını
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmuyor mu?
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla
beraber çağıracağız.” (İsrâ: 71)
Resulullah Efendimiz muhabbetle bir topluluğun arasına iltihak
eden kişinin onlardan sayılacağını, mahşerde de onlarla haşrolacağını Hadis-i
şerif’lerinde arzetmiyor mu?
“Kişi sevdiği ile haşrolunur.” (K. Hafâ)
“Kim bir topluluğun arasına girerse onlardan olur.” (Ebu
Dâvud)
İşte onlarla beraber olmanın mükâfatı! Onlar bunu daha dünyada
iken tattılar.
•
Nitekim bunlar hakkında Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar
dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş
gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma
kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle
buyurur:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar,
yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir
musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar
şaşakalacaklardır.’” (Tirmizî)