08 Mayıs 2015

KİTAP TANITAN KİTAP (1) BÖLÜM 2


KİTAP TANITAN KİTAP (1)
 BÖLÜM 2
www.derindusunce.org Fikir Platformu
103
Ötekiler için sivil itaatsizlik rehberi (Ümit Kardaş)
Burhan Yüksekkaş
Ülkenin geleceğiyle ilgili kafa yoran, sağduyulu pek çok kişinin aklındaki soru bu: “Demokrasiyi militarizm’den nasıl koruruz? ”
Ümit Kardaş’ın demokrasi, cumhuriyet, yargı, iktidar, ordu, polis, sivil toplum gibi hayatımızı en çok etkileyen kavramlardan bazılarını bozulmalarının kökenleriyle birlikte sorguladığı, “daha az devlet, daha çok toplum” yaklaşımıyla çözüm önerileri oluşturduğu Ötekiler İçin Sivil İtaatsizlik Rehberi‘nde de bu soru esas mesele.
Hukuk devletindeki adaletsizlikler, laik devletteki açmazlar, sosyal devletin perde arkasındaki faşist uygulamaları… Demokrasimiz neden gerçek bir demokrasi değil de suni bir sistem, anlatıyor. İktidar, muhalefet, asker, polis, yargı neden kutuplaşmaları tetikliyor?
Kitapta bana en ilginç gelen cümlelerden biri: “1982 Anayasası Türk milletine bir deli gömleği gibi giydirildi.” Ve tahmin ettiğim gibi de oldu; kitapta 12 Eylül zihniyetinin çürük yanları eleştiriliyor. Sivil itaatsizliği gerektirecek, Türkiye’de de sivil itaatsizliğe sebep olmuş iki konu olan zorunlu askerlik ve 301. madde sorgulanıyor, alternatifler sunuluyor.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
104
Evrensel hukukun yasalarla, yazılı metinlerle değil de insanın insanca yaşaması için gerekli olan ‘ilkelerle’ inşa edilmesi gerekir diyor Ümit Kardaş ve bahsettiği ilkelerden bir kaçını sıralıyor. Ülkemizde yanlış işleyen pek çok sistemin, kanıksanmış olan pek çok adaletsiz tutumun aslında Osmanlı’yı çöküşe götüren süreçte toplum hafızamıza yerleştiğini ve şimdiki demokrasimizin hastalıklarını aslında “Hasta Adam”dan kaptığına da değiniyor.
Uluslararası alanda “bir küresel gücün tek yanlı bir tutumla oluşturduğu ve dayattığı, gayrimeşru ve hesap vermeyen” yeni yönetim düzenini karşısında küresel demokrasinin tesisi için tek yol olan, şiddet tekelini elinde bulunduran ulus-devlet eğer hukuk dışına çıkıp şiddeti halkın arasındaki ‘öteki’lere uygulamaya kalkarsa karşısında durmak için tek yol olan, Mandela’nın, Gandhi’nin, Muhammed Ali’nin yolu sivil itaatsizliği anlatıyor.
Bir arada yaşayabilecek miyiz? Birbirimizi kabul etmeye, hoş görmeye nereden başlamalıyız?
Bu rehber yapmanız gerekenleri maddeler halinde sıralayan bir rehber değil! Çıktıktan bir ay sonra süpermarket raflarına düşecek popüler zayıflama kitaplarından ya da sabun köpüğü siyasi palavralardan değil! Sizi dünyadaki bütün ‘öteki’lerin, hor görülenlerin arasına sokacak yolda bir anahtar. Olaylara tarafsız bakabilmek için mahallemizden, şehrimizden, ülkemizden de çıkıp kendimizi dünyada sürgün etmemiz gerektiğini ortaya koyan bir anahtar. Ve öylesine ezber bozucu bir yapısı var ki, otoriter, darbeci, devlet baba imajının ‘öteki’yi nasıl itaate zorladığına, itaat etmeyenlerin askeri cezaevlerinde, mahkeme salonlarında ”halkı askerlikten soğutma” gerekçesiyle süründürüldüklerine de değiniyor.
Ümit Kardaş 80-81 yıllarında Diyarbakır’da askeri savcılık yapmış, emekli bir albay, askeri yargıç. En çok eleştirdiği konu ise Türkiye’de özellikle yargı alanında görülen asker-sivil çiftbaşlılığı. Bu konudaki eleştirileri emekli askerler arasında da istenmeyen adam yapmış. Çünkü emekli bir asker olan Kardaş, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne en sağlam eleştrileri yapan biri, böylesine de ezber bozan biri. Daha önceki kitapları da askeri yargı ve demokrasi kavramı üzerine, pek çok yerde yazıları yayınlanmış bir isim ve bu son kitabı gerçekten çok dikkat çekici.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
105
Kapital Manga - 1 ve Karl Marx
Burhan Yüksekkaş
Çizgi romana çevirilen klasik eserlerin tüm dünyada yükselişi kısa süre önce Türkiye’yi de etkisi altına aldı. NTV’nin öncülüğünde Machbeth’in çizgi roman halinin Türk okuyucusu tarafından yoğun ilgiyle karşılanması sonraki aylarda Kafka’dan Dava ve Dostoyevski’den Suç ve Ceza’nın raflarda yer almasını sağladı. Yordam Kitap ise dünyada da bir ilki gerçekleştirerek kısa sürede ilgi odağı haline gelen Japonya çıkışlı bir çalışmayı yani Kapital Manga - 1′i Türkiye’de çıkarttı.
Dünyanın önde gelen eleştirmenleri arasında genel kanı bu tür çalışmaların uzun, bilgi verme amaçlı ya da bol betimlemeli klasik eserlere önyargılı davranan çoğunluğu genç bir kitleye eserlerin orijinalleri hakkında fikir verebilmek açısından çok yararlı olduğu yönünde. Kapital Manga’nın da bu amaçla hazırlandığı çok açık.
Pek çok kişinin gözünü korkutan bu devasa eserin okunması günümüz ekonomi, siyaset ve sosyal hayatını anlamak için zaruri aslında. Elbette Kapital boyutları ve yoğun içeriği gibi sebeplerden günümüzde herkesin adını bildiği ama çok az kişinin okuduğu kitaplardan biri, Japon yayınevi East Press de bu duruma çok güzel bir çözüm getirerek Kapitalist sistemin üretim süreçleri hakkında Marx’ın teorik olarak verdiği bilgileri bir öyküye yerleştirerek somutlaştırıyor, böylece bilgi bombardımanı açısından seyreltilen kitap edebi ve görsel özellikleriyle geniş bir kitleye kısa sürede yayılıyor.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
106
Arka kapakta çalışma şöyle özetlenmiş : “Kapital’in özü ve temel kavramları, bir peynir fabrikasındaki üretim süreçleri etrafında gelişen çarpıcı bir öyküyle iç içe anlatılıyor ve böylece genellikle göz korkutan bir eser olarak görülen Kapital çok geniş bir okur kitlesinin ilgi odağı haline geliyor.“
Eğer Kapital’i okuduysanız bu eseri bir çeşit özet, seyreltme olarak görmekte haklısınız, zaten amaç insanlara kapağını açmayı bile gözlerinde büyüttükleri o eserin içinde ne bulacaklarını azıcık da olsa anlatmak. Ancak kitaba başlar başlamaz farkına varacağınız şey Bilimsel Sosyalizm’i teorik olarak okurken kafanızda sistemin belirli araçlarına yerleştirdiğiniz tanımların sizi hiç zorlamayacak somut bir biçimde karşınızda olması. Bu sebeple Kapital Manga, orijinali okumuş olanlara da manga kültürünü sevdirecek bir kitap.
***
Babasıyla yaptığı peyniri civar köylerin pazarlarında satarak zar zor geçinen Robin kitabın ana karakteri. Robin’in derdi, çok masum çok insancıl olsa da bunun için kapitalist sisteme ödemesi gereken bedeller onu yapmak istemediği şeyleri yapmaya zorluyor. Bu anlamda sadece köyün fakir ve hastalıklarla dolu hayatından kopup kazandığı parayla daha iyi standartlarda yaşamak isteyen Robin kendini Marx’ın bahsettiği üretim süreçleri ve işçi-işveren ilişkilerinin ortasında buluyor. Kitap bir anlamda da Robin’in kendi ve sevdiklerini daha iyi yaşatma uğuruna bencilleşmeye başlaması ancak bir taraftan da vicdanıyla olan hesaplaşmalarını anlatarak sistemin iyi ya da kötü niyetli olmayla alakasız bir şekilde bencil, vurdumduymaz davranan güç sahipleri tarafından devam ettirildiğini anlatıyor. Köy köy dolaşan peynir satıcısı Robin’in fırsatını bulduğu anda yükselmeyi, daha çok kazanmayı kabul etmesi ve bunun en kısa yolu olan insan emeğini sömürme yoluna başvurmasını da bu bencillik kavramına bağlayabiliriz. Yükselmek için adım attığı yolda başladığı seviyeden de aşağıya inmekte olduğunu anlayan kahramanın çaresizliği insanı ve emeğini bir mal olarak görmesine ve bu bakış açısının onu daha da çaresiz kılarak işçilerinin daha çok emeğini daha az paraya alabilmek için şiddet de dahil her türlü yola başvurmasına sebep oluyor. Basit bir köylü olan Robin, bir patrona dönüşme sürecinde işçi, emek ve para kavramlarını daha çok sorguluyor, vicdanını dinlemeyi bile bırakıyor ve işçileriyle yatırımcıların arasında kalarak hem kurban hem de suçlu oluyor.
Arka planda genç yatırımcı, Robin’e destek olarak verdiği parayı kurtarmak adına bütün fırsatları deniyor. Vahşi kapitalizmin simgesi olarak öyküde kullanılan Daniel adlı yatırımcı genç adam, yatırımlarını yalnızca daha fazla para kazanmak için yapıyor ve bunu yaparken kesinlikle riske girmiyor ve herkese acımasız davranıyor.
Bütün ailesi çok yoğun çalışan ancak yine de sefaletten kurtulamayan baba, işverenlerin zulmüne daha fazla seyirci kalamayarak köle olmadığını, insanca yaşama arzusunu dile getirmeye çalışıyor.
Oğlunun hırslarına yenik düşmeye başladığını gören baba ona dönüşü olmayan bir yola girdiğini anlatmaya çalışıyor.
***
Sayfa kenarlarında bir veya iki cümlelik tanımlar da öykü karakterlerinin aşama aşama ilerlemelerinde kavramları daha rahat anlamak için okuyucuyu öykünün atmosferinden koparmadan rehberlik ediyor. Öykünün bu kadar ustaca ve kavram kargaşasına yol açmayacak şekilde kurgulanması da kitabın çok fazla kişiye hitap etmesinde önemli bir etken. Çizimler ise gerçekten
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
107
hikayeye ayrı bir güzellik katmış; küçük detaylar hikayenin vermek istediği duyguyu kavramak açısından çok yararlı, manga kültürünün karakteristik özelliği olan konuşmanın olmadığı durumlarda da mimiklerin ayrı ayrı karelerde gösterilmesi okuyucuya Tommiks ya da Zagor’dan farklı bir çizgi roman deneyimi sunuyor .
Kitabı Japonca aslından Türkçeye Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Japon Dili ve Edebiyatı bölümü öğretim üyesi H. Can Erkin çevirmiş.
Birinci cildi 1867′de yayınlanan Kapital’in Almanca aslından çevirisini, iktisat alanındaki iki yetkin çevirmenin, Nail Satlıgan ve Mehmet Selik’in imzasıyla, önümüzdeki aylarda okurlarla buluşturmayı planlayan Yordam Kitap, Kapital Manga’nın 2. cildini ise 4 Ocak 2010′da yayınlayacak. Yayınevi ayrıca, sosyalizmin en yaygın eseri sayılan Komünist Manifesto’yu da İtalyan grafik sanatçısı Rodolfo Mercenaro’nun çizgileriyle önümüzdeki haftalarda okurlara sunacak.
Kapital Manga Cilt: 1
Orjinal isim: Şihon-ron
Karl Marx
Yordam Kitap / Manga Dizisi
192 syf.
2. Hamur,
Ciltsiz
Çeviren: H.Can Erkin
ISBN: 97889944122917
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
108
MOSSAD için çalışmak ister misiniz? - Hile Yolu (Victor Ostrovsky)
Mehmet Yılmaz
Ortadoğu’nun BaşPsikopatı İsrail sizden ufak bir yardım istese kabul eder misiniz?
Çevrenizde böyle bir teklife evet diyebilecek insanlar var mı? Farkında olmadan yardım etme ihtimaliniz hiç mi yok? Asla? O halde rahat uyuyalım, ülkemiz dahilinde siyonistlerin eli kolu bağlı demek ki…
Bir kitaptan bahsetmek istiyordum uzun zamandır, eski MOSSAD ajanı Victor Ostrovsky’nin ağzından bu örgütün çalışma (ve çalışTIRma) yöntemlerini anlatıyor. Kitabın orjinal adı “By Way of Deception“. Türkçe’ye Hile Yolu adıyla çevrilmiş. Orijinal başlık içindeki “deception” (=düş kırıklığı) kelimesi dikkate değer. Birazdan sebebine geleceğim.
Bu tür kitaplara temkinle yaklaşırım, gerçekleri çarpıtma, dezenformasyon amacıyla yazılmış bir çok kitap gördüm. Ama bu kez farklı. Kitabın yayınlanmasını engellemek için İsrail’in giriştiği yasal ve yasadışı eylemlerle katlandığı riskler göz önüne alınırsa içerik gerçekten dikkate değer olabilir diye düşünmüştüm daha okumadan… Okudukça Ostrovsky’nin “içeriden” yazdıklarını hakikaten inandırıcı buldum. Meselâ 1981′de Iraktaki bir nükleer santralin vurulduğu Mivtza Opera (מבצע אופרה ) gibi olaylar o günlerin aktüalitesiyle örtüşüyor.
Fakat bundan çok daha önemli bir kaç nokta var ki üzerinde durmaya değer:
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
109
1) Eski ajan Victor Ostrovsky’nin MOSSAD’dan ayrılma sebebi, 2) Dünyadaki Yahudilerin MOSSAD tarafından sömürülme yöntemleri, 3) Yahudi olmayanların MOSSAD’a hizmet etmesinin sağlanması, 4) Bütün bunların Türkiye’nin çıkarları açısından değerlendirilmesi.
1) Eski ajan Victor Ostrovsky’nin MOSSAD’dan ayrılma sebebi
Ostrovsky önce İsrail ordusuna sonra da gizli servise son derece “romantik” hislerle giriyor. Kutsal Topraklarda kurulan kutsal(!) devlete, ulusuna hizmet edecek, yeryüzünde iyiliğin son kalesi(!) olan bu ülke uğruna gerekirse canını bile feda edecek.
Ancak zamanla uyanıyor Ostrovsky. Bir kere MOSSAD içinde kişisel ve politik çekişmeler var. İkincisi örgüt içinde yükselmiş kimi liderler elemanları “özel işleri için” kullanıyor. Bir anlamda Ergenekonlaşmış bir MOSSAD çıkıyor karşımıza. İsrail’in “yüksek” çıkarlarıyla ilgisi olmayan hatta bazen çelişen operasyonlar yapılıyor.
Ostrovsky bu konuyu gündeme getiren ilk kişi değil. MOSSAD ajanlarının devlet denetiminden uzak işler çevirdikleri, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yaptıkları, kara para akladıkları uzun zamandır biliniyor. Afrika ülkelerinde darbe ya da soykırım olmadan bir kaç gün önce faaliyet gösteren İsrailli ajanların resimleri yayınlanmıştı Fransız gazetelerinde. MOSSAD aslında bütün gizli örgütlerin izlediği yolu izliyor: Güvenlik sebebiyle oluşturulan “resmî denetimsizlik” ve bunun yol açtığı bir tür mafyalaşma, devlet eliyle beslenen bir terör örgütüne dönüşme. Kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan bu “dumanlı hava” içinde gizli örgütler kendi hükümetlerini deviriyor, seçim öncesi askerî operasyonlara zemin hazırlamak için sahte terörist saldırılar düzenliyor, yabancı ülkelerin terör örgütlerine eleman ve silah ödünç veriyorlar…
Bir de MOSSAD’ın özel bir durumu var: CIA ya da eski KGB gibi ağır bürokrasilerin tersine bu örgütte hiyerarşi çok zayıf. Bu bilinen ve istenen bir şey. Örgütün manevra kabiliyeti yüksek, tehlike halinde feda edilmesi gereken ajan sayısı az, …. Ancak bu dağıTık (distributed) örgütlenme herkesin kendi başına iş çevirmesini de kolaylaştırıyor.
İşte Ostrovsky’nin kitabı By Way of Deception (Türkçesi Hile Yolu) bu yozlaşmayı, içten çürümeyi son derecede elle tutulur bir biçimde aktarıyor.
2) Dünyadaki Yahudilerin MOSSAD tarafından sömürülmesi
Yahudiler Siyonist propagandanın etkisiyle kendilerini her an yok edilmesi muhtemel bir topluluk olarak görüyorlar. Bizim ülkemizde de “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” sloganıyla simgeleşen bu “yanlızlık” saplantısı bütün milliyetçi-militarist hareketlerin ortak noktası. Can korkusuyla kendi ırkına, ordusuna ve devletine sarılıyor insanlar. Bu da eleştiriden, çok seslilikten hoşlanmayan güçler için rahat bir çalışma ortamı hazırlıyor.
Ancak İsrail için yine özel bir durum söz konusu. Ülke nüfusu kadar yani 7 milyon Yahudi yaşıyor dünyada. Meselâ Almanya’daki 2-3 milyonluk Türk vatandaşı gibi dünyanın bütün ülkelerinde bir Türk azınlık yaşadığını farz edelim. Türk gizli servisinden bir ajan bazı özel yardımlara ihtiyaç duyabilir zaman zaman: - Kimlik göstermeden kalacak bir otel odası bulmak,
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
110
- İz bırakmadan yüklü miktarda para transfer etmek, - Polis tarafından yakalanmışken serbest bırakılmak, - Hastahaneye gidip dikkat çekmeden kolundaki kurşunu çıkarmak, - Vs.
Böylesi durumlarda Türk asıllı bir otel görevlisi, bir bankacı, bir polis memuru ya da bir hemşire çaktırmadan herşeyi halledebilir. İşte Sayanim (=yardımcılar) dediğimiz örgütlenme böyle çalışıyor. MOSSAD ajanlarını gittikleri her ülkede bir İsrail dostu “vatanseverler listesi” bekliyor.
Tabi böyle bir örgütlenmenin işlemesi için Yahudilerin nispeten bir baskı-korku-suçluluk içinde yaşamaları gerek. Yoksa meselâ bir hemşire “neme lâzım kardeşim, ben bulaşmam böyle işlere, yasalara göre polis çağırmam gerek” diyebilir. Ama bir Yahudi Kanadalı, Fransız ya da Türk vatandaşı oluşunu ikinci plana atıp dinsel aidiyetini öne alıyor. İsrail’in “kutsal çıkarları” uğruna bu riskleri alıyor. Neden? - Batı medyasında birçok yönetici bu davaya gönül vermiş insanlar. Her fırsatta Hitler’in yaptığı katliamları hatırlatacak bir film, belgesel, kitap, resim sergisi vb üretiyorlar. Öyleki meselâ Fransa’da istesem günde 24 saatimi bu konuyla ilgili YENi TV programı, kitap vb okumaya, seyretmeye ayırabilirim. Hatta şu anki cumhurbaşkanı Sarkozy her ilkokul çocuğuna bir katliam kurbanını eşleştirmek ve yıl boyunca çocuğa o olayları yaşatmak suretiyle bu beyin yıkamayı daha da ileri götürmeyi teklif etti. - Filistinli direnişçilerin yaptıkları en ufak bir eylem İsrail’in varlığını ve milyonlarca Yahudinin hayatını tehdit eden bir saldırı gibi gösteriliyor. Bu da İsrail dışında yaşayan Yahudilerin endişesini ve suçluluk (=İsrail’e borçluluk) duygusunu arttırıyor. - Mahmud Ahmedinejad gibi insanlar Filistin’i iç politika malzemesi yapıp “İsrail’i haritadan sileceğiz” dedikçe Siyonistlerin ekmeğine yağ sürülüyor. Ölüp gitmiş bir Hitler, “terbiye edilmiş” bir Almanya yerine kanlı-canlı bir Ahmedinejad ve nükleer füze yapmaya çalışan bir “kaka-pis” İran Siyonist propaganda için çok daha kullanışlı. Bu tür ucuz kahramanlıklar soyut Siyonist korkuları bir anda somutlaştırıyor, yalanlar gerçek(!) oluyor.
3) Yahudi olmayanların MOSSAD’a hizmet etmesinin sağlanması
MOSSAD ajanları çok sık biçimde Müslüman ülkelerde faaliyet göstermek zorundalar. Hem komşuları hem de İsrail’in düşmanları önemli ölçüde bu coğrafya dâhilinde. Sorunsuz biçimde çalışabilmek için MOSSAD operasyonları sıradan günlük işler şeklinde küçük parçalara bölüyor. Bir otelde oda ayırmak, bir kitabın fotokopisini çekmek, araba kiralamak… Tabi bu bölünmüş işlerin içinde bir kısımı yine de silah, bomba vs kullanmayı, gece gizlice bir büroya girmeyi gerektiriyor ama “masum” işleri “ötekilere” yaptırmak çok daha ucuz ve güvenli.
Bir de “gri” işler var. Ne yasal ne de tamamen yasadışı. İşte Ostrovsky’nin kitabında başlıktan itibaren çok iyi işlenmiş en iyi nokta bu: insanın doğası. Nasıl oluyor da Iraklı bir mühendis ülkesindeki nükleer santralin planlarını MOSSAD ajanlarına veriyor meselâ?
İnsan hayatı usul usul akan bir nehir değil. Her zaman iniş çıkışlar, dertler, düş kırıklıkları bir yerlerde bizi bekliyor olabilir. Bir yakınımızın ağir hastalığı, bir boşanma, bir ölüm… Ağır bir borç, terfi etmeyi beklerken torpilli birinin yerimizi kapması… Yurtdışına görev için gönderilenleri de bu tür bir imtihan bekler. Arkadaşlarından ve ailesinden izole olan bir insan normalde olduğundan çok daha kırılgandır.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
111
Tuhaf bir raslantıyla(!) hayatına girebilecek bir “dosta”, beklenmedik yerden gelecek bir paraya ya da kaçamak bir sevgiliye kapıları ardına kadar açılmış olabilir.
İnancı ve özgüveni olan, çevresinden destek gören insanlar bu tür imtihanlardan güçlenerek çıkarlar. Ama bir kez başarmış olmak sonrakiler için bir garanti değildir yine de.
Bu gibi durumlardaki insanları kullanmak için MOSSAD ajanlarının kullandığı ilginç bir öğüt var: “Birini uçurumdan aşağı yuvarlamak mı istiyorsun? Önce onu uçurumun kenarına getirmelisin” .
Tahmin edebileceğiniz gibi örgüt ajanları ihtiyaç duydukları kimselere kendilerini tanıtırken İsrail ile ilgili hiç bir şeyden bahsetmiyorlar. Daha çok profesyonel bir amaçla meselâ Brezilya ile Arjantin arasında yapılacak ticarî bir anlaşmada kullanmak için ufak(!) bir bilgi rica edilebiliyor. Karşılığında da oldukça iyi bir ödeme yapıyorlar. MOSSAD’a (bilmeden) yardım etmek için illâ ki bir nükleer santralde çalışmanız ya da füze sistemlerinde uzman olmanız gerekmiyor. Bazen çok sıradan bir işte çalışanlar bile bu örgütün hedefinde olabilir. İşyerinizde çalışanlarının isimleri, telefonları, görevleri, ev adresleri, hobileri, eşlerinin ve çocuklarının isimleri, okudukları okullar bir MOSSAD operasyonu için gerekli olabilir.
4) Bütün bunların Türkiye’nin çıkarları açısından değerlendirilmesi
Az önce “kırılgan” insan tarifi yaptık ve gerek MOSSAD gerekse başka gizli örgütlerin bu insanlardan istifade edebileceğini anlattık.
Bu “kırılgan” insan grubuna dâhil edilmesi gereken bir kategori daha var aslında ki Türkiye için büyük önem taşıyor: Devlet eliyle ve sistematik bir biçimde haksızlığa uğramış insanlar. Adaletin yerini bulmadığını, kendilerine karşı ayrımcılık yapıldığını düşünen bütün etnik, siyasî ve dinî azınlıklar potansiyel olarak bu gruba girebilir. Elbette birçok insan “ne yapalım, bizim memleketimiz de böyleymiş” diye sineye çekiyordur ama hepimiz insanız.
Bıçak kemiğe dayandığı yerde “madem bu devlet beni hor görüyor ben de ona karşı sadakat duymuyorum” deme noktasına gelmek mümkün.
Meselâ Fransa’da bir terör örgütü için en “verimli topraklar” Paris, Lyon gibi büyük şehirlerin fakir banliyöleridir. Çünkü bu yerlerde polis kanunları daha kolay çiğner. Polisin aleyhine dava açmak ve kazanmak daha zordur. Kimliğini göstermeyen biri özellikle zenci ya da Arap ise gözaltına alınabilir. Karakolda şiddet görebilir. Türkiye ile karşılaştırılabilecek seviyede olmasa da devlet eliyle uygulanan, meşru(!) şiddetin yargı denetiminden kaçabildiği bu yerlerde Fransa devleti zayıftır. Halk ile devletin arası açıktır.
Değerli dostumuz Mustafa Akyol bir yazısında (mealen) “evet, insanın devletini sevmesi gerekir ama o devletin de sevilecek bir tarafı olması gerekmez mi?” diye sormuştu. Adalet konusunda çok sayıda zaafı var ülkemizin. Ve bu zaaflar hergün yeni “kurbanlar” üretiyor. Ya da Rasim Ozan Kütahyalı‘nın dediği gibi “zenciyi zenciye kırdırma metodu” halk ile devletin arasını açıyor.
İsmet İnönü zamanında uygulanan Varlık Vergisi ile Hristiyan ve Yahudilerin mallarına el konulması, Dersim olayları, 6-7 Eylül’de yeniden hedef seçilen Hristiyan ve Yahudilerin öldürülmesi, talan edilen ev ve işyerleri, Madımak Katliamında hedef seçilen Alevîler, Güneydoğu’da OHAL yoluyla yaşamak dahil bütün hakları çiğnenen Kürtler…
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
112
Dediğimiz gibi hepimiz insanız ve sabrımızın bir sınırı var. Devletiniz sizi sürekli hedef gösterirse, potansiyel düşman, işbirlikçi olarak görürse? Diliniz, ibadetiniz yasaklanırsa? Tutuklanan yakınlarınız kaybolursa? Çocuklarınıza ülkenin resmî dini okulda zorla öğretilirse? Sizin cemaatinize karşı işlenen faili meçhul(!) suçlar cezasız kalırsa? “Ermeni dölü” diye fişlenirseniz? Bir genel kurmay başkanı çıkıp “Ne mutlu Türk’üm demeyenler bizim düşmanımızdır” derse, oy verdiğiniz siyasi parti bir belediye kazanınca bakanlar “bunlar da Ermenistan sınırına dayandı” diye homurdanırsa…
Bu demek değil ki bütün “azınlıklar” potansiyel birer MOSSAD ajanıdır. Ama Türkiye’nin aleyhine faaliyet gösterecek her örgüt “içeriden” olan, dili, kültürü bilen ve sisteme karşı hınç ile dolu insanlara ihtiyaç duyacaktır eylem yapmak için.
Elbette önce vicdanî sebeplerle savunuyorum ki Türkiye kimse kimseye “azınlık” muamelesi yapmamalıdır. Ama buna ek olarak: 1) Adaleti zayıflatan bir yasayı değiştirMEYEN her milletvekili, 2) Yasalara uymayan her polis ya da asker, 3) Bunlara seyirci kalan her savcı, hâkim, gazeteci ve sıradan vatandaş
Bilmeyerek de olsa MOSSAD ve benzeri örgütlere zemin hazırlamış olmaz mı?
İşte Ostrovsky’nin kitabı By Way of Deception (Türkçesi Hile Yolu) bunları düşündürüyor insana. MOSSAD’ın ne tür insanlarla çalışmayı tercih ettiğini ve onları nasıl “baştan çıkardığını” görünce korkuldukları kadar güçlü olmadıklarını idrak ediyor insan. Gerek bu örgüt gerekse türlü komplo teorilerine konu olan masonlar, illüminati ve adını bile bilmediğimiz diğer oluşumlar üç şeyden istifade ederek güçleniyorlar: a) Devletlerin adaletsiz uygulamalarından, b) Cemiyetlerin ahlâkî zayıflıklarından ve dayanışma eksikliğinden, c) Bu ilk iki faktörün uçurum kenarına ittiği kırılgan insanlardan.
Kitapta Ostrovsky’nin açıkça belirttiği gibi kendisiyle, devletiyle bir kavgası olmayan, elindekini yeterli bulan, düzgün aile yaşantısı içindeki bir insan MOSSAD’ın işine kesinlikle yaramayacak bir insandır. Bu son paragraftan çıkartabileceğimiz bir altın kural varsa şudur: Bu tür “dengeli” insanların yaşadığı adil bir devletin toprakları MOSSAD’in nefes alamayacağı bir iklimdir.
MOSSAD’dan kurtulabilecek miyiz bir gün?
İnsan var oldukça zayıflıkları da var olacak elbette. Gerek MOSSAD gerekse başka yapılar bu zayıflıkları kullanmanın yeni yollarını icad edecekler şüphesiz.
Gelin görün ki Hz. Mevlânâ “Kur’an’ı açıklamak için yazdım” dediği Mesnevî adlı eserinde şöyle söylüyor:
“Ey insan, başkalarından gördüğün zulümler, kötülükler, senin kendi kötü huyunun onlardan aksetmesidir, görünmesidir. Senin varlığın, iki yüzlülüğün, zalimliğin, gafletin onlara aksetmiştir. O sensin, sen kendini yaralıyorsun; lânet ipliğini, kendine, kendin dokuyorsun.” (Cilt I, beyitler 1318-1320)
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
113
MOSSAD’ı veya siyonizmin saldırganlığını kendiliğinden oluşmuş bir dış düşman gibi görebiliriz. Ya da kötülük = iyiliğin ve adaletin eksikliği diyerek bakabiliriz olaylara. Bir fotoğrafın negatifi, bir heykelin kalıbı gibi… Müslümanların takvadan uzaklaştıkları anların, ihmallerin ve zulümlerin cisimleştiği, ete, kemiğe büründüğü, bombaya işgale dönüştüğü bir hâl olarak da görebiliriz bu “şeytanî” gücü. Eleştiriyi bu şekilde kendimize çevirdiğimiz zaman çözümü de kendimiz üretebiliriz.(Bkz. Müslümanların iç hastalıkları)
Bu bakımdan özeleştiri yapmayı İsrail ya da Yahudi düşmanlığına göre çok daha verimli buluyorum. Rızık kapısı dükkânına “Yahudiler, Ermeniler ve köpekler giremez” tabelası asanların gaflet içinde MOSSAD’a hizmet ettiğini düşündüm ve Yahudilere yönelik nefretin Müslümanlar için bir afyon olduğunu savunageldim hep. Müslümanın afyonu: Yahudi nefreti - Bölüm I Müslümanın afyonu: Yahudi nefreti - Bölüm II Müslümanın afyonu: Yahudi nefreti - Bölüm III Müslümanın afyonu: Yahudi nefreti - Bölüm IV Müslümanın afyonu: Yahudi nefreti - Bölüm V
Çünkü bu özeleştiriler yapılmadığı müddetçe her çağda yeni MOSSADlar, yeni neoconlar, yeni psikopat devletler türeyecektir. (Bkz. Amerika Tedavi Edilebilir mi?) Meselâ 11ci asırda İslâm coğrafyasını hallaç pamuğu gibi atan Haçlı seferleri ve Moğol saldırıları Siyonistlerin işi değildi. Filistin’den kat kat büyük bir bölgede asırlarca Müslüman kanı döken bu iki gücün bu yıkımı yapabilmesini mümkün kılan zemin neydi? İsrail’in Yahudi olması da bu bağlamda değerlendirilmelidir kanımca.
Bir insan MOSSAD’a karşı kafa tutabilir mi?
Devletin adil olması gerektiğini anladık ama sıradan bir insan MOSSAD’a karşı kafa tutabilir mi? Bence bu mümkün. Öncelikle insanlar içlerindeki korkunun farkında olmalılar. Yani bir Cuma namazı çıkışı İsrail ve ABD bayrağı yakan Türkler, Pakistanlılar ya da İranlılar bunu cesaretlerinden mi yapıyorlar yoksa korkudan mı? Bush’un samanla doldurulmuş bir kuklasını yakan Mısırlılar, Ürdünlüler düşman belledikleri şeyin kendisine saldıramadıkları için bir maketine saldırıyorlar. Burada pagan bir davranış gözlüyoruz. Tıpkı ALLAH’ı unutanların O’nun yerine paraya, mevkiye yani putlara tapması gibi Cihad yapacak cesareti olmayan korkakların düşman yerine bir tür negatif puta saldırması.
Müslümanlar içlerindeki bu korkuyu yenmeliler bence. Yani sadece MOSSAD değil genel olarak bütün komplo teorilerini kasdediyorum. Neden? Farz edelim ki İslâm karşıtı komplo teorilerinin HEPSİ gerçek olsun. Üzerine de bilmediğimiz BİN komplo daha ekleyelim.
Kur’an’ın verdiği yanıt bellidir. “Onlar tuzak kurdular. ALLAH da tuzak kurdu. ALLAH tuzak kuranların en hayırlısıdır.” ( Âl-î Imrân 54) (Aynı konuda : Enfâl 30, Yûnus 21, Nahl 127, Târık 15-16)
Benim bunlardan anladığım, Müslüman hayatını komplo teorilerine göre düzenleyemez. Komplo korkusu ALLAH korkusunun önüne geçip Müslümanı O’nun yolundan ayırmamalı.
Şu halde ümmetin tuzakları ne olabilir MOSSAD benzeri hilelerin yaşayamacağı bir iklim oluşturmak için?
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
114
Sadece Türkiye Yahudilerini değil ulus-devletin tektipleştirici havanında dövülmüş, mağdur edilmiş herkesi kucaklayacak bir söylem oluşturmak, Bu söylemi önce günlük hayata sonra toplumsal ve siyasî projelere yansıtmak, Kürtlük, Alevilik, Hıristiyanlık ya da “safkan” Türklük üzerinden siyaset yapanların bilerek ya da bilmeyerek MOSSAD’a hizmet ettiğini görmek, onları oysuz bırakarak hak ettikleri yanıtı vermek.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
115
Ahiret Kitabı - Gazâlî Hazretleri
Mehmet Yılmaz
Yahya Kemal’in « Ankara’nın en çok nesini seviyorsunuz ?» sorusuna cevaben “İstanbul’a dönüşünü” demesi gibi Hayat’ta en çok merak ettiğim şey Ölüm, Aslî Vatan’a dönüş, Gurbet’in bitişi.
“Suyun içerisine taş attığımızda su yüzeyinde genişleyen dairelerin oluştuğunu görürüz. Aynı taş suyun derinlerine indikçe daha geniş daireler oluşturur, taşın ulaştığı derinlik arttıkça dairelerin çapı da artar. Attığımız ilk taşa bakarak daire oluşumu devam ederken attığımız ikinci taşın oluşturduğu dairelerin de ilk taşla oluşan daireler gibi olması gerekMEmektedir. Çünkü ilk taş atıldığında su sakindir. Ancak ikinci taş atıldığında hareketlidir. Taşın hareketli suyu şekillendirmesiyle sakin suyu hareketlendirmesi aynı değildir. Etkileyen diğer faktörlere bağlı olarak sebepler aynı olduğu halde sonuçlar aynı olmayabilir….” (Ahiret Kitabı, Hz. Gazâlî)
Geçenlerde bir dostum soruyor: “Öleceğimize inanıyor muyuz sence?” . Çocukluğumun ağızda eriyen aspirinlerini hatırladım. Üzerlerinde “Aspirin, çocuklar için” yazardı. Ama bazen ağzımızın kuruluğundan olacak, pembe aspirin damağa yapışıp kalır, bir türlü yutamazdık. Ahiret’e dair “bilgilerimiz” de çocuk aspirini gibi dudak ve dişlerimizden çok fazla gerilere gitmiyor sanki. Kalbe inmiyor bir türlü. “Her nefis ölümü tadacak” şeklindeki yüce buyruk kolay yutulur bir lokma değil. “Sana Margarin, özen gösteren anneler için” yada “Coca Cola, Hayat bu işte!” gibi bir sloganı yutmaya benzemiyor.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
116
“…Ölüm düşüncesi ve insanda uyandırdığı korku hazmedilmesi kolay olmayan bir his. Zira ölüm korkusu köpek ya da örümcek korkusuna benzemiyor. Kaçıp kurtulabileceğiniz bir düşman yok ortada. Bir başka deyişle bilimsel bir tehdit değil söz konusu olan. Haliyle önlenmesi, kaçılması mümkün değil.
İnsanlar ölümlüdür,
Sokrat insandır.
Demek ki Sokrat ölümlüdür.
Ama bu Sokrat için söylenmiş. Sokrat bilir mi annemin sütlaçının tadını? Dibi yanmış tencerenin nasıl koktuğunu? Benim gibi Boğaz’da çay içti mi O? Ya Bebek’te yediğim sarımsaklı köfteleri? Galatasaray’ın şampiyon olduğu sene sokaklarda bağırdı mı benim gibi Sokrat?
Kendi hayat hikâyemizin başrol oyuncusu olduğumuzdan figüranların ölmesine şaşırmayız pek fazla. İnsanlar ölür. Herkes ölür. Ama ben herkes değilim ki! Ben başkayım!…” (Bkz. Ne yani? Ben de mi?)
Bugün bir bardak soğuk su gibi bir gecede içilen ve nice pembe aspirinleri yuttran bir kitaptan kısaca bahsetmek istiyorum. Bir mezarlık ziyaretinden bile daha faydalı! İşleri, projeleri hep yarım kalmışların doldurdukları o mezarlıkları sessizce, sakince, tefekkür içinde ziyaret etmekten…
Yazının başında tırnak içinde aktardığım Hikmet dolu sözler Gazâlî Hazretleri’nin Ahiret Kitabı‘ndan (sf. 120). Türkçesi Ayhan Ak. Kitabın iç sayfalarından öğreniyoruz ki Ayhan Bey Samsunlu, Marmara İlahiyat mezunu ve İslâm Hukuku üzerine doktora yapıyormuş. Kitabın tercümesi o kadar güzel yapılmış ki asıl metni okuyormuş gibi oluyorsunuz. ALLAH Ayhan Bey’den razı olsun.
Son zamanlarda İslâm dünyasındaki önemli fikir eserlerinin çok iyi tercümeleri yayınlanıyor. “Yeni Başlayanlar İçin Mesnevî ” yazısında eski tercümelerden (aslında kendi cehaletimden) şikayet etmiştim biraz. Çok şükür Ahiret kitabını basan İlke Yayıncılık yanında Kayıhan, Vadi, Litera, Sufi, Kaknüs, Furkan gibi bir çok yayınevi böyle güzel hizmetlere imza atıyorlar. Yeri geldikçe diğer kitaplardan da bahsedeceğim. Türkçe’ye bu güzel eserleri kazandıran bütün gayretkeş tercümanları dua ile, muhabbet ile selamlıyorum. Hizmet edenleriniz çok olsun.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
117
Çözümün Şafağında Kürt Sorunu
Mustafa Akyol
Özgür Yayıncılık, araştırmacı Enver Sezgin’in benimle yaptığı uzun bir söyleşiye dayanan “Çözümün Şafağı’nda Kürt Sorunu” isimli bir kitap yayınladı. Kitapçılarda bulabilirsiniz.
Enver Sezgin’in kaleme aldığı önsözde kitabın esprisi şöyle özetleniyor:
“Mustafa Akyol kendi deyimiyle, ‘Üniversite yıllarına kadar Kürt sorunu ile karşılaşmamış’tır. Boğaziçi Üniversitesi’nde okuduğu bir kitapla birlikte, bu sorunu tanımaya başlar. Konuya ilgisi artar. Master tezini ‘Kürt sorunu’ üzerine yapar. Okulu bitirdikten sonra, Kürt sorununu ele alan bir kitap yazmaya karar verir. 2003 yılında yazmaya girişir. Ve iki yıl zarfında da bitirir. 2006 yılında, Kürt Sorunu Üzerine Yeniden Düşünmek adlı kitabı yayımlanır.
Türkiye’de Kürt sorunu üzerine uzun yıllardır düşünen, yazan ve bu yolda bedel ödeyen, cezaevinde yatan çok değerli fikir insanları vardır. Bu insanlar bugün de bu cabalarını sürdürüyor. Kabul edilecektir ki, Mustafa Akyol’un Kürt Meselesindeki varlığı çok eskilere dayanmaz. Türkiye’deki tartışmaları göz önüne aldığımızda, genç biridir. Mustafa Akyol’u tercih etmemizin en önemli nedenlerinden biri de genç olmasıdır. Daha doğrusu, çok genç yaşlarda bu konudaki düşüncelerini yazıya dökmesidir. Geldiği yer ve şu anda durduğu yer de bir başka faktördür.
Bu kitap, çözüm için en geçerli önerileri sunduğu iddiasında değildir. Burada daha çok, günlük hayattan yola çıkarak yaşadığımız problemler ele alınıyor. Elbette Kürt sorununun değişik alanları ile ilgili önerileri de bulabilirsiniz. Bunları benimseyenler de olacaktır. Kızanlar da çıkacaktır, kimbilir. Ama söylediğim gibi, o geniş özgürlük alanında rahatça konuşabilmektir bütün mesele. Buna küçük bir katkıda bulunabileceksek ne mutlu bize.”
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
118
Lâ, Nazan Bekiroğlu
Suzan Başarslan
Lâ, Nazan Bekiroğlu’nun son eseri. Öyle hemen okunuverecek bir anlatı değil karşınızdaki. Romandan çok mesneviye yakın, nesirden çok nazıma, düzyazıdan çok şiire… bu yüzden her bir kelimeyi yudum yudum içmeniz gerekiyor. Adım adım ilerleyebiliyor ama koşamıyorsunuz. Adem’in hikâyesini okurken, Adem’de kendinizi okuyorsunuz. Adem her “Rabbim” dediğinde, siz de “Rabbim” diyorsunuz. Kelimeler Adem’in kelimeleri değil, sizin kelimeleriniz. Bir nev’i dejalu yaşıyorsunuz, kelimeleri daha önceden okumuş olduğunuz hissine kapılıyorsunuz. İsyana muktedir olanın, hatasının ardından baş eğişinin kıymetini anlıyorsunuz. Kıymetli olan, başkaldıracak güce muktedirken, itaat’i tercih etmek… bu tercihi seviyorsunuz. Hatanın büyük ya da küçük olmasının değil, “hata” olmasının, hata işleyebilecek yaratılışta ve hatayı anlayabilecek kavrayışta olmanın “adım” olduğunu anlıyorsunuz. Her şey adım. Adem’in adımlarında insanlığın adımlarını fark ediyorsunuz. Adım adım ilk adımları takip ediyorsunuz: İlk ses, ilk kelime, ilk cümle, ilk yalnızlık duygusu, ilk erkek, ilk kadın, ilk aşk, ilk günah, ilk gaflet, ilk tevbe, ilk affediliş, ilk affediş, ilk gözyaşı, ilk tebessüm, ilk dokunuş, ilk yalan, ilk kayıp, ilk sürgün, ilk hata, ilk kırılış, ilk hüzün, ilk susayış, ilk acıkış, ilk sefa, ilk cefa, ilk yara, ilk tadış, ilk uyku, ilk rüya, ilk hastalık, ilk nimet, ilk ekmek, ilk kan, ilk sevişme, ilk kan, ilk anne, ilk bebek, ilk baba, ilk öpüş, ilk hırs, ilk kin, ilk edep, ilk edepsizlik, ilk dikbaşlılık, ilk kendini beğenme, ilk kibir, ilk ahde vefasızlık, ilk kurban, ilk terk ediş, ilk cinayet, ilk mezar, Azrail’in ilk görevi, bir oğlun babadan evvel ilk ölüşü, bir
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
119
annenin evladını ilk defa yitirişi, ilk ölüm acısı, ilk vicdan azabı, bir kardeşin diğerini ilk kez öldürüşü… ve ilginçtir, hem ilkken hem de son olan ilk şey: cennette işlenen ilk/son günah. Neden Lâ? Lâ, teslimiyetin ve isyanın ilk kelimesi çünkü. Lâ’da kalırsa isyana, tamamlanırsa (…ilahe illallah) teslimiyete işaret çünkü. Yazara göre, “Adem, İLLÂ’ya giden yolda bir LÂ hecesidir. İsyan tecrübesi onun ilk halidir. Adem, cümlenin daha başında LÂ diyecek, reddedecek özgürlüğe sahip olduğu halde illallah’a varmasıyla yaratılmışların en güzelidir, mümkünler alemindeki o en esrarlı heceyle, kendiliğinden değil bile isteyedir. LÂ, hiçlik mertebesi, öyleyse sonsuzluk ekidir.” (S:8) İlk kadını, bir kadının anlatması beklenirken, çekimser kalmış yazar, Meryem’in hikayesini dillendirmeMEyi tercih etmiş, aslında Meryem’in hikayesinin ağır yükünü omuzlamamış, Adem’le insanlığı anlatırken, Meryem’i kadın ve ana olarak şahsa indirgememiş, GENELLEMEMİŞ, ona bir kadınlık ya da annelik rolleri üzerinden bakmayı tercih etmemiş. Bunu da okuyucusuna bildirmiş: “Bu kalem, Havva kalbinin bu hikayedeki gerçeğini çekmez. Bu yüzden bu hikayeye Havva’nın halleri sığmadı, sadece rüyaları kaldı.” (S:287) Bu, yazılanların hikaye olduğunu, aynı zamanda yazıl(a)mayan bir hikaye de olduğunun da göstergesi aynı zamanda. Hikayeci olarak söz alırken, geleneksel anlatının anlatıcı ustaları gibi olayları anlatmış, anlattığını da gizlememiş. Bu noktada gelenekle moderni birleştirmiş, tıpkı düzyazıyla şiiri birleştirdiği gibi: “şu cümle yazıcının hiçbir öyküsünde değişmez: Hesabı, bütün masumlar gibi, Hesap Gününün Sahibine havale etti.”(s:339) Burada ve diğer yerlerde de (bu kitabın en acı sayfaları bunlar… s:321) karşımıza çıkan anlatıcı kişi/yazar, tam da bu noktalarda modern anlatıdan geleneksel anlatıya kayıp, olaylar hakkında yorumlarda bulunarak anlatısına karşı nesnelliğini yitirmiş. Oysa tavır, okuyucunun tam da yazarın/anlatıcının o tepkiyi verdiği noktada, kendi tepkisini verebilmesi için -olumlu/olumsuz- anlatıcı kişinin duygu ve düşünceleriyle müdahalesinin “olmaması” olmalıydı. Yazar, anlatıcı kişi olarak okuyucusuyla sohbet ederken, bu hikayeyi yazma amacının “kıssa üzerinde düşünme niyeti” olduğunu vurgular. Buna da referans olarak, Kur’an’da anlatılan hikayelere değinir: “Her şeyin doğrusunu söyleyen Kitap, manayı verir suret üzerinde durmaz. Esası verir ayrıntıda oyalanmaz. Kıssa anlatır ama maksadı hikaye anlatmak değildir. Esası desteklediği nisbette kıssa muteberdir.” Bir nev’i surete takılı kalır, ayrıntıya dalar, kıssa anlatır ama sebebi, bir niyete dayanır. Düşünmek ve ötesinde de düşündürmek. Yoksa ayrıntılar ya da sureti tartışmayacaktır okur, öyledir ya da değildir, kurgu dünyasıdır ve gerçeğin yakınında ya da ötesindedir ama kendi gerçekliğinde amaç, düşünmek’tir. Kıssamızdan bize düşen hisse, düşünmektir. Üslup, yazarın bugüne kadarki en iyi üslubu. Kelimelerle öyle bir evren kurmuş ki okurken hayran oluyorsunuz. Bekiroğlu’nun cümlelerini bilen okurlar, onun normal cümle yapısını kırdığını, devrik, secili bir üslubu tercih ettiğini bilirler. Bu yapı, üslubunun özelliğidir ve bu üslup, en çok da bu son anlatıda belirginleşmiş hatta ustalaşmıştır. Rüyalar, sesler, ağaçlar, çiçekler… cümle tabiat betimlemelerle karşınızda iken; sadece bir hikaye anlatılır görünürken alttan alta insan psikolojisine tek bir hikayeden yola çıkarak ışık tutan(Adem’de ademin hikayesi); kah bir kuşun dilinden, kah bir ağacın duygusundan, kah bir atın rüyasından, kah toprağın acısından… başlayarak kainatla bütünleşen bir eseri binlerce kelimeyle vücuda getirme ve kelime ve kavramlara alışılmadık cümle dizisiyle yolculuk etme şansını buluyorsunuz. Ancak, Bir Rüyanın Tabiri adlı bölümde yazar, adım adım ilerleyen, acele etmeyen, lirik, şiirsel üslubunu kaybederek hikemi(nasihat etme) üsluba yaklaşmış ve eser boyunca kelimelerle büyülediği okuyucusunu, bu büyünün dışına taşımış. Öyle göze batar bir tarzda ki bu bölüm, anlatıcı kişi inandıklarını/doğrularını bu kadar doğrudan vermeseydi de -fazlasıyla emir cümleleriyle keskinlik taşıyan bir bölüm- sezdirseydi çok daha güzel olurdu. Postmodern romanın sorunlarından biri, romanda hiçbir sınır olmamasıdır ve türler arasında geçiş yapabilmesidir ki bu da aynı zamanda onun sonunu hazırlar. “Ortaya çıkan şey roman mıdır?” sorusu ile yüzleşmemiz gerekir ve çoğu yazar bu durumu bu tarzdaki esere roman değil de “anlatı” diyerek çözümler. Bekiroğlu, şekil üzerinde bilgi verirken, “romanla mesnevi arasına düşmüş bir kalemle hikaye ettim” der. Aslında, tam da bu noktada Bekiroğlu’nun eseri de roman değil, anlatıdır.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
120
Romandır dersek tartışma kaçınılmaz olur ve eseri gereksiz yere hırpalarız. Bu anlatı hırpalanmayacak kadar uzun bir yolun adımlarından izler taşıyor. Adem’den başlıyor yolculuk, hayır, öncesinden ve gelip gözlerimize değiyor, aklımıza sesleniyor, her türlü duygumuzu hatırlatıyor, kalbimize dokunuyor. Lâ, içimizde olanı yeniden hatırlatıyor, unuttuğumuzu sandığımızı ya da az hatırladığımızı düşünerek kah telaşlanıp kah umursamaz olduğumuzu. Lâ, Bekiroğlu’nun en güzel anlatısı. İnsan doğasına çırılçıplak bakışın satır satır örülüşü kelimelerle. Bir roman gibi değil, kelime kelime okunacak bir şiir. Bu, kusuru aslında Bekiroğlu’nun, ama aynı zamanda üslubunun da başarısı. Doğası gereği mesnevi, doğası gereği roman, ama kelimeleriyle pür şiir, pür kelime, pür insan. Eğer kelimeler üzerine gece-gündüz çalışmadıysa yazar, bu kelimeler bir hediye olarak sunulmuş olmalı kendisine. (Hatta bu romandaki kullanılan kelimelerin bir çalışması yapılmalı ve kullanılan kelime sayısı ve türü ortaya konmalı.) Ayrıntılar, ayrıntıların sıkmayan, tersine yeniden oku beni diyen çekiciliği. Herbir varlığın kendisini gösterişi ve isim buluşu. İsmiyle varlığını ispatlaması. Ağaçların dahi hikayeleriyle anlatıya girişi ve zenginleşen/varsıllaşan hikaye/varlık dünyası, hikayenin/insanın dünyası. Lâ, okurken, “Beni oku” diyen bir anlatı. Kenara bıraktığınızda, sizi çağıran ve beni tamamla diyen… Lâ, bir hatırlatışın kitabı. Geriye onu (LÂ) tamamlamak kalıyor. Bu da Lâ’da takılı kalmayanın, devamını getirebilenin nasibi.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
121
Huzursuz Bacak (Mustafa Kutlu)
Suzan Başarslan
Modern anlatının Yunus’udur Mustafa Kutlu. Ne kadar da sade, kolay söylenmiş ifadeler, ne kadar kolay okunuyor dediğiniz anda okuduğunuz cümlenin anlamını düşündüğünüzde, okuduğunuzun sadece göründüğü kadar olmadığını anlıyorsunuz. Kutlu, hikâyelerini daim eylül ayında -eylül’ün doğurgan çocuğudur o- ve daim içimizdeki küçük, sıradan, göze çarpmayan insan üzerinden anlatır. Sokakta yanımızdan geçen biridir anlattığı. Bu noktada Hüseyin Su’yla paralellik gösterir/vardır işlediği konu olarak. Oysa ondan, Su’nun hikâyelerinde karşımıza çıkan lirizmle ve zaman olgusunu kullanış biçimiyle ayrılmaktadır. Kutlu’nun hikâyelerinde gerçeklik tüm çıplaklığıyla verilir ve Su’da, zamanın durduğu hissini veren an -mekân ve zaman geçmişe hapsolmuş bugünü anlatır- Kutlu’da devinim kazanmaktadır. Huzursuz Bacak’ın Kutlu hikâyeciliğinden ayrılan ilk yönü eylül değil ağustos ayında ilk baskısını vermiş olması. Biraz daha beklense -çok değil bir ay belki daha az- eylül ayında basılacakken; Huzursuz Bacak, Kutlu geleneğinin dışına çıkarak farklı bir zamanda okuyucusuyla buluşuyor. Diğer bir yönse eserin fikri yönünün ağır basması ve muhafazakâr geleneğin eleştirisi olma özelliği taşıyor olması. Bu sefer
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
122
anlattığı bireyde/bireyle kendini sorgulayan bir kesim, bu kesimin hatalarının tespiti ve bunun sadece bu kesimle sınırlı kalmayarak genel bir sistem sorgulamasına dönüşmüş olması. Ömer Faruk’tan başlayan yolculuk önce bir kesimin geçmişinin ve bugününün sorgulamasını içerirken, sistemin içindeki bireyin sorunlarını nasıl çözebileceği sorusuna bir cevap aramakta ve bunu Türkiye gerçekliğini ortaya koyarak yapmaktadır. Eserin ilk bölümü “Siz bu hikâyeyi daha önce okumuştunuz” adını taşıyarak anlatının metinlerarası bir gönderme yaptığını ifade ediyor ve bizi Kutlu’nun “Sır’daki “Satılık Huzur” (1990) hikâyesinin ilk bir buçuk sayfasıyla, daha doğrusu, bu hikâyenin kahramanına benzer birinin yıllar sonra memleketine dönmesiyle…”*1+ başlayan hikâyesine yönlendiriyor. Anlatının metinlerarası göndermelerinden bir diğeri de -ki bu çok orijinal aynı zamanda hoş bir buluş- kendi kurgusunun gerçekliğinde -Huzursuz Bacak- kurgu dışındaki gerçekliğine ait ismini ve başka bir hikâyesini -Mustafa Kutlu’nun İp adlı hikâyesini Ömer Faruk’un okuması ve okunan eserin aynen aktarımı- ve okunan bu hikâyeden yola çıkarak “Edebiyat ne işe yarar?” sorusunu okunan bu hikâye ile açıklamaya çalışmış olmasıdır. (s.109-113) Buradan yola çıkarak yazarın Ömer Faruk aracılığıyla bu soruya, en azından okuyanı rahatsız eden, kimin ipine sarıldığımızı hissettiren, bir ipucu veren, adım attıran ve atılan adımın aklen olmasa bile kalben doğru olup olmadığını sorgulatan bir özelliği olması gerektiği fikrine sahip olduğu ortaya çıkmaktadır. Anlatı Ömer Faruk’un yurt dışından dönüşüyle başlar ama aslında asıl anlatı duvar metaforuyla başlar. “Biz eskiden duvarlarla konuşurduk. Duvarlar anlatırdı memlekette olup bitenleri. Güç kavgası onların üzerinden yapılırdı. Onların rengi yansırdı insanların yüzlerine. Duvarları yıkmışlar… Tarihin sonu.” (s.7) Duvarlar bir dönem siyasetin, fikirlerin taşıyıcılık görevini üstlenen birer sembolken, Ömer Faruk’un gözlerinden; bu duvarların yıkıldığını, yıkılmayan duvarların üzerindeyse konser afişleri, yerli ve yabancı arabalar, piyangolar, mankenler…e ait resimler, yazılar olduğunu göstererek, tamamen değişen memleketi, zihniyeti, bir dönemin sonunun geldiğinin ifadesini duvarlar üzerinden vererek anlatıyı eski-yeni çatışması üzerine oturtur. Anlatının leitmotif’i “Ne yapmak lazım?” sorusu. Aslında bu leitmotif, arayışın ve arayan bireyin sorgulamasının göstergesi ve anlatının ismiyle de bağlantılı. Anlatıda Ömer Faruk, “Bu huzursuz bacak bana ülkemin hatırası oldu. Ne zaman bir olumsuz durumla, bir düş kırıklığı, dramatik bir hal, bir zulüm, bir soygun, bir haksızlık, bir yanlışlık görsem bacak tıklıyor.”(S.38) derken, huzursuz bacak memlekete dair olumsuz bir durumun göstergesi olarak ülkesinin sorunlarına ilgisiz kalamayan, sorumluluk sahibi bireyi/aydını işaret ediyor. Ömer Faruk’un tespitleri ve ne yapılması gerektiği konusunda cevapları olmasına ve istikbali kurmak için ülkesine dönmesine rağmen, sonunda bir kitap yazmaya karar vererek doğaya dönmesi anlatının paradoksu aslında. Kanaat ekonomisi adlı kitap yazsa dahi bunun benimsenmeyeceği, benimsense de uygulanmayacağı, rafta çürümeye bırakılarak unutulmaya mahkum bir kitap yazmanın anlamını sorgulayıp tüm bu negatif düşünceleri egale ederek, sonunda denize de atacak olsa kitabı yazma kararıyla bacaktaki tıklamasını durduran ve kendi çözümünü üreten Ömer Faruk sadece sistemden kaçarak baba yadigarı çiftlikte saklanmayı tercih eder. Tüm devinimin içinde, edilgen bir yolun tercih edilmesi ve kaçış fikri, edilgen aydın geleneğimizin hâlâ devam ettiğinin göstergesidir. Tanzimat ikinci dönemle başlayan sistemle uyuşamadığı için uzak yerlere/toprağa/tabiata kaçma tem’i -özellikle Servet-i Fünûn’da- Eve Dönen Adam tem’iyle bütünleşen Kutlu karakterlerinin içinde Ömer Faruk’u farklı bir noktaya taşımakta. Aslında Kapıları Açmak ve Ya Tahammül Ya sefer adlı hikâyelerinde Eve Dönen Adam’ın yüceltilmesi ile karşılaşırken bu hikâyede eve dönen adamdan beklentilerin sorgulanması ve çözümün aranırken sonucun doğaya
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
123
yönelme olarak sunulması -Dürbünlü Çiçek’te de vardır bu tem- ama bu edilgenliğin ortaya çıkarttığı kaçış tem’i, aydın kimliğine ait bir sorgulamayı da içeriyor. Sistemde öğütülmemek için Babil Kulesini inşa eden aydın profili. Anlatıda, üniversite-gençlik hareketleri, askerlik-olgunluk, İstanbul(aile, mimari, günlük hayat…), muhafazakârlık nedir?, dindarlık-muhafazakârlık ilişkisi, Türk muhafazakârlığı, rektörler, ikinci el mağazalar -ikinci el mağazalar üzerinden postmodernizm sorgulaması ve kitsch hayatın eleştirisi-, siyaset ve ilişkileri, sahte rakı, marka-imza farkı üzerinden sanatkârlık ve hegemonik mistifikasyon, ekonomi, gündelikçiler, Türk esnafı, modern ülkelerle Türkiye’nin farkları, edebiyat, vatan nedir, mimari meseleler ve gökdelenlerin anlamı…sorgulanmış ve aslında tüm bu sorgulamalarda değişen hayatımızın, eskinin yerini alan değerlerin, fikirlerin, hayat tarzının… sorgulaması eleştirel bakış açısıyla hatta yer yer ironik bir üslupla gerçekleştirilmiş. Özellikle Direk Ali’nin kahvesinin bara çevrilmesiyle yaşanan zihniyet değişimi eserde önemli bir noktayı vurguluyor. İçinde fikri sohbetlerin yapıldığı kahvenin değişimi ve geriye eskiden hiçbir şey kalmayışıyla eski-yeni çatışmasında eski/ideal olanın yitip gittiği, yeni/taklit olanın eskinin yerine konduğu ifade edilmektedir. Eskiye ait olandan/kahveden geriye sadece çerçevesi tozlanmış bir fotoğrafın kalması, geleceği kurmak için ülkesine dönen Ömer Faruk’un geçmişin artık solgun bir anı/eşya olduğunu anlaması ve üzerine inşa edebileceği bir geçmiş/birikim olmadığının göstergesi olarak modernitenin neden olduğu kopuşu ifade etmektedir. Hayata dair anekdotlarla dolu olan hikâyenin en etkileyici kısımlarından biri ise “Bu Manzara Bizi Aşar” adlı bölümde yer alan inşaat çukurunda çalışan ihtiyar usta ve genç yardımcısının yaşadıkları beklenmedik hadisedir. Her şeyin birdenbire olduğu, kasırganın başlayıp hemen bittiği ama tabelanın koparak genç yardımcının başına düşerek onu bayılttığı sahne ve oradaki ifadeler: “Bir küçük kasırga, yerinden kopan tabela… İşte hayat… Ama ne?” Okuyucusuna hayatın beklenmedik gelişmelerini hatırlatan yazar, okuyucusunu düşünmeye davet ederek okuyucuyu da aktif bir hâle getiriyor ve düşünüyorsunuz. Hayat nedir? Tıpkı İp hikâyesinde Ömer Faruk’un dediği gibi rahatsız oluyor ve sorgulamaya başlıyorsunuz ve yazar bu noktada edebiyat ne işe yarar sorusuna verdiği cevabın karşılığını almış ve bir edebiyat eserinden beklediğini gerçekleştirmiş oluyor. Anlatının biçim özelliklerine baktığımızda, bakış açısının kahraman anlatıcı bakış açısı (ben anlatım) olduğunu ve yaşananları, Ömer Faruk’un kendi ağzından anlattığını görüyoruz. Anlatının anlatım açısı ve sunuş biçiminde, içe bakış yöntemi (iç monolog ve yaşanmakta olanı aktarım), tasvir ve montaj tekniği kullanılmıştır. “Yola koyulduk. Kavaklar, tozlu yapraklarıyla yeni dikilmiş çınar ağaçları, akasyalar, zakkumlar yol kenarında esas duruşa geçmişlerdi. Önümüzden yanımızdan geçen araçlar, ağaçlarla birlikte beni sessizce selâmlıyorlardı sanki. Bir daha ‘vay canına’… Böyle bir karşılama törenini mümkünü yok hayal edemezdim. Bunlar benim yıllar önce bırakıp gittiğim ağaçlar, yollar ve şöförler değildi…” (S. 6-7) (İç monolog-tasvir) “Dünya bir gündür, o da bugündür. Çarşambalı Deli Remzi.” (Montaj) Anlatıda; şiir, şarkı, hikâye, halk deyişleri… gibi çeşitli türler bir arada kullanılmıştır. “Ooooo… Sen yana ben yana İkimizin resmini Çıkarsınlar yan yana” (s.14) (Şarkı) “Babalar paltolardır; gri, yeşil, lacivert / Her pederin pederi kendi yüreğine dert”*2+ (s.50) (Şiir) “İP Adam koltuğa oturmuş, urgan kalınlığındaki ipi büyük bir şevkle çekiyor, çekiyor, az sonra ucunu yakalayacağını (bulacağını sanıyordu. İpin ucu pencereden sarkmış, kim bilir nerelere uzanmıştı. Kaç
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
124
saattir çekiyordu ipi, yorulmuştu, ama gevşemiyordu, çekmeye devam ediyordu; nasıl olsa ucu geçecekti eline. İşte o zaman!…” (S.109-113) (Hikâye) “Men tâ senin yanında hasretem sana” (s.118) (şiirden bir dize)*3+ Harabat ehlini hor görme şakir / Hazineye malik viraneler var” (s. 56)*4+ (menkıbeye gönderme) Davul dengi dengine (s.31), “Madem öyle, işte böyle”… (s.58.) (halk söyleyişleri.) Huzursuz Bacak, olanı olduğu gibi anlatan, anlatırken zorlanmayan, zorlamayan, devingen bir anlatı… sıradan görünenin/insanın, sıradan/bildik ifadelerle anlatımının sıra dışı etkisi. Hikâye yazmak roman yazmaktan zordur, azla çoğu anlatmak yetenek işidir ve Kutlu bu noktada, başarılı bir “hikâyeci”. Okuyucusuna herhangi bir şeyi, çok iyi bildiği bir şeyi, acaba bir sayfa sonra ne olacak merakını hiç kaybettirmeden anlatıyor. Anlatılanı dinliyor gibi okuyor, sorguluyor, kendinizce cevaplar veriyor, pasif değil aktif bir okuyucu olarak okur-eser arasında organik bir bağ kuruyor ve kimi yerde tebessüm ederken kimi yerde oturup düşünüyorsunuz. Mustafa Kutlu işte bu noktada çok şanslı bir yazar. *1+ Ayhan Demir, “Mustafa Kutlu’dan Huzursuz Bacak” *2+ Hüsrev Hatemi, Postnişin adlı şiirden. http://siir.ozgurask.com/siir.asp?id=5948 [3] Rabia Hatun
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
125
Paşaların Hesaplaşması (Kazım Karabekir)
Yazar: Hakan Cez
Kitap genel anlamada Mustafa Kemal’in “Nutuk”ta yazdıklarına cevap niteliğinde. Olaylar birinci ağızdan, şimdiye kadar ihmal edilen, yakın tarihimizde hak ettiği ilgiyi görememiş, hatta Atatürk zamanında Cumhuriyet yönetiminden uzaklaştırılmış, sınıf arkadaşı İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Meclis Başkanlığı’na getirilerek iade-i itibar yapılmış Kazım Karabekir Paşa tarafından telgraf notları ve olayların tanıkları şahit gösterilerek anlatılıyor. Kitapta büyük başarı kazanılan doğu seferi sonrası TBMM’nin ilk siyasi başarısı olarak kabul edilen Gümrü Antlaşması, Milli Mücadele ve Kongreler döneminde, Kazım Karabekir Paşa’nın Mustafa Kemal’e yardımlarından, Mustafa Kemal ile onu yakalaması üzere İstanbul Hükümeti tarafından gönderilen Fevzi Çakmak Paşa arasındaki birbirlerinin hayatlarına son verecek noktaya gelen gerginlik ve bu gerginliğin giderilmesinde Kazım Karabekir Paşa’nın etkileri, Doğu cephesinden Batı cephesine sevk edilen silahlar gibi yakın tarihimizde bir çoğumuzun bilmediği, bir çoğumuzun bilmesinin istenmediği olaylara farklı bir perspektiften ışık tutuluyor.
Milli Mücadele’nin ancak silahla kazanabileceğine inanan Kazım Karabekir Paşa anılarında:
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
126
“İstiklal Harbini yapmak, Kurtuluş için silah kullanmak fikrini ilk olarak ortaya atan bendim. Bu savaşın -daha sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından da benimsenerek- siyasi ve askeri esas planlarını ben hazırladım. Bunu, ilk önce 29.11.1918′de İstanbul’da, Zeyrek’te, Süleymaniye Camii’ne bakan ağabeyimin evinin bahçesinde İsmet Bey’e (İnönü) açtım ve onunla tartıştık.”
Kurtuluş mücadelesinin mal edilmeye çalışıldığı gibi belirli bir “zümre” tarafından değil yurdun tamamı tarafından verildiğini ve Kazım Karabekir Paşa’nın da en az Mustafa Kemal ve İsmet İnönü kadar bu mücadelede etkili olduğunu göstermek adına “Hattı müdafaa yoktur, sattı müdafaa vardır.” cümlesinin aslında büyük taarruzdan evvel Kazım Karabekir Paşa tarafından Mustafa Kemal’e 25 Ağustos 1921 tarihinde aşağıda özetleyeceğim telgrafta önerdiği görülüyor (Sayfa: 153):
“Başkumandan Mustafa Kemal Hazretlerine
Cereyan eden meydan muharebesinde düşmanın inhizama (bozguna) uğratılacağı ümidimiz pek ziyadedir. 21 Ağustos tarihli maruzatın Ankara batısında ciddi muharebe verilmemesi değil, bilakis herhangi bir hat veya mevkiin “müdafaa-i mutlakasıyla (mutlak savunma)” meşgul olmayarak, serbest düşünce ile ahvale nazaran Eskışla ve daha güneyinden Sinanlı mıntıkasından düşmanın sağ kanadına bir taarruzla sarsmak imkanı görülüyorsa da duruma hakim olan değerli arkadaşlarımız elbette daha iyi takdir buyururlar…”
Yukarda anlatılanlar Büyük Taarruzda harfiyen uygulanmış ancak resmi tarihte bu konuda Kazım Karabekir Paşa en ufak bir atıfta dahi bulunulmamıştır.
Kitap, Milli Mücadele dönemini daha farklı bir açıdan bakmakla kalmıyor o dönemin bilinmeyen noktalarının aydınlanmasına da katkı sağlıyor.Kurtuluş Mücadelesi’nde Mustafa Kemal Paşa’nın da elbette olumlu bir çok davranışından da bahsediliyor. Ancak şunu da bilmek gerekir ki kimin itibarı yıpranırsa yıpransın “Yanlış tarihle yaşanamaz.”
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
127
Medyasenfoni (Fatma K. Barbarasoğlu)
*Yazan: Asım Öz - Umran dergisinin Kasım 2008 sayısında yayınlandı.+ BİR ROMAN KİŞİSİ OLARAK NAZİRE
Edebiyat kuramlarından hareketle bir romanı kendi yapısına uygun eleştirel yöntemle (ve edebiyat bilgileriyle) incelemek mümkündür. Öte yandan bu kuramlardan herhangi birine takılıp kalmamak da gerekir. Çünkü sanat ve edebiyatın tek bir açıklama tarzına sığmayacak kadar zengin ve karmaşık bir yönü vardır. Bu yüzden romana yaklaşım yöntemini bilinçli olarak biraz eklektik tutmak kaçınılmazdır. Her esere aynı (tek) yöntemle yaklaşmaktansa, her eserin ortaya attığı sorulara en iyi uyan yöntemlerle yaklaşmak tercih edilmelidir. Bir yanda, çok ”deklare” olmayan bir biçimde içinde yaşanan zamanın ruhundan hareket etmek var; öte yandan I.A. Richards sonrası gelişen esere yakından bakma disiplini var. Gene Wayne Booth sonrası roman eleştirisinin vazgeçilmez avadanlığı haline gelen ”anlatıcı”nın yerini, biçimini vb. tespit etmek var.
Medya eleştirisi
İnsan ömrü kısa da olsa yaşanan bir yığın süreç var ve her süreçten bir sürü hikâye çıkıyor. Ağırlıklı olarak öykü ve deneme yazılarıyla tanıdığımız Fatma K. Barbarasoğlu tanık olduğu, maruz kaldığı, düşündüğü, kurduğu, hayal ettiği bir sürü şeyi tanımlamak ve ifade etme zorunluluğunu bu kez medya zamanını merkeze alarak ifade etmeyi denemiş. Anlatmak istediklerine roman formu daha
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
128
denk düştüğünden romanı tercih etmiş. Bunu yaparken de doğrudan yani evelemeden gevelemeden medya zamanına çakılı kalmış insanın dramını; bütün o saklanan gizlenen ama aslında en açıkta duran şeyleri doğrudan anlatmaya yönelik bir anlatımla gerçekleştirmiş.
Medyasenfoni(2008) Fatma K. Barbarosoğlu’nun üçüncü romanı. Her biri rüştünü ispatlamış, sahihliğini kanıtlamış, sahiciliğini göstermiş öykü, roman ve deneme kitaplarından sonra, gelen üçüncü roman yazarın seçtiği dil, kurgusal yenilik ve yaratılan romana ait dünya ile, son derece yenilikçi ve başarılı bir metindir. Bu yargının nedenleri, ayrıntılı gerekçeleri ve romanın dilsel kurgusu ve içeriği belki daha uzun bir incelemeyi gerektiriyor. Romanın ismi çarpıcı.Çarpıcı bir manşetin gazete okurlarının dikkatini çekmesi gibi. Okuyucu kitabın sayfalarını çevirir, beğenebileceğini düşünüyorsa alır, yoksa rafa geri koyar. Çarpıcı isimler dikkat çekiyor, her yazar kitabının dikkat çekmesini, okunmasını ister. Bunda yadırganacak bir şey yok. Kitap isimleri bence tek başına romanı açıklamaya yetmez ama kitabı okuyucunun eline aldırır. Yine aynı şekilde kitabın içindeki görsel unsurlar, kapaktaki resim ve kullanılan renklerde anlatıyı çerçeveleyen bir yapıda. Bence kapak, kitabı çok iyi anlatıyor.
Edebiyat akımları açısından Medyasenfoni nasıl tanımlanabilir? Romancı yaşadığı çağın tanığı olmalı, derler. Böyle bir endişe yazarın kendisinde olmasa bile, yaşadığı dönemden etkilenmemek olanaksız. Yaşadığı dönemden çok önceleri de yazsa romancı, yaşadığı dönemin etkisiyle yazar. Romanımızda bunun örnekleri çok var. Barbarosoğlu’nun Uzak Ülke: Fatma Aliye’si için bu söylenebilir.
Kitabın en önemli özelliklerinden biri, gerçek anlamda bir sır perdesi aralayıcısı olması. Daha ilk sayfalarından itibaren kadınların, kadın yazarların erkekler tarafından nasıl algılandığını görüyoruz romanda. Kadın köşe yazarlarının dünyası Ayda, Zeynep Fişekçi üzerinden anlatılıyor. Erkeklerin ağzından da anlatılsa yazarın feminizme mesafeli oluşunu çıkarmak mümkün. Kadın yazarların bir proje dâhilinde gazete köşelerine yerleştirildiğini bunun da kadın yazarlardan ziyade kadınsı yazarlar üzerinden yürütüldüğü işlenir(s. 9)Türlük tartışmalarından Ermeni meselesine, Hrant Dink’in öldürülmesinden organ mafyasına, TV. Dizilerinden internet yazarlığına değin içinde yaşadığımız zamanın bütün medya sorunları romanın evrenine dahil edilmiş. AGB ölçümleri, reyting uğruna yapılan şaklabanlıklar kadar; sokaklarda sünepe sünepe dolaşan sorular prensinin anlamsız sorularla izleyiciyi oyamla teknikleri, zeka seviyesi düşük programlar, Kanal19′un entel sunucusu Selim Seçkin medyatik tipler de romanın ana izleğine katkı yaparlar.Medyasenfoni gücün medyasının her şeyi halk için yaptığını iddia ederek toplumsal değerleri dumura uğratmak için giriştiği davranış kodu değiştirme süreçleri ve bunların akıbetine değin medya-güç-toplum üçgenini çözme sürecine anlatı düzleminde katkı yapıyor. Kitap, medyanın hayatımızın bütün alanlarına nüfuz edişini ortaya koyduğu kadar medya eleştirisinin nasıl yapılması gerektiği konusunda da bir şahders (Cours magistral) niteliğinde. Her ne kadar esas olarak olaylar ve kişiler kurgusal olsa da ‘Medya aslında bir kandırma/reyting/propaganda aracıdır’ tezini, hem mikro hem de makro düzeyde kanıtlamayı başarıyor. Medyanın hangi haberi nasıl, neden kamuoyuna iletip iletmediği ya da uzun vadeli planlamalarla bir haberi nasıl oluşturduğu konusunu sorgulayacak anıştırmalar da kilitli kaldığımız medya zamanının ipliğini pazara çıkarmak bakımından hayli önemli(s. 38) Roman yaşadıklarımızı, yaşayıp da anlatamadıklarımızı, hissedip de söyleyemediklerimizi değişik biçemler ve bir gerilim içinde bize yeniden duyumsatır. Örneğin İslamcılığın medyadaki temsiliyet biçimlerini yani “İslamcılık eşittir hata“(s. 67)söylemini anlamak bakımından da ilginç çıkarsamalar yapılabilir romanın dünyasından.
Konuyu Yakalayan Bir Dil
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
129
Bir anlatıda içerik kadar biçim de önemlidir. Bazı romanlar, anlatılar estetik kaygılarla; bazıları da ideolojik kaygılarla okunmaz hâle geliyor. Barbarosoğlu’nun Medyasenfoni adlı romanı bir gerçeklik’i, abartısız bir estetik biçimi / biçemi, bir ‘telkin’i yakalıyor, bir ‘telkin’ düzeyini tutturuyor. Pek çoğumuzun yakından tanıdığı bir dünya seriliyor roman evreni olarak Medyasenfoni’de önümüze. Medyasenfoni için düşündüğüm şey onun baştan başa eleştirel bir roman oluşudur. Çok açılı/mlı bir bakışla medyayı didik didik eden bir yaklaşımla karşılaşıyoruz. Medya zamanında oradan oraya sarkaç salınımıyla gidip gelen bireyler, toplumsal değişimi ele veren birer gösterge romanda. Her türlü ilişki sarmalına açık yozlaşmışlıklar, ikiyüzlülükler… Öte yandan bu roman Mehmet Eroğlu’nun müthiş bir medya ve zenginlik eleştirisini kurgusal metinle okura aktardığı Kusma Kulübü ve Gamze Reisoğlu’nun Yalnızlığınla Kal adlı romanlarıyla tematiksel anlamda benzerlik taşıyor. Ama medyaya dönük eleştirilerin sertliği bakımından Medyasenfoni Kusma Kulübü‘ne yakın duruyor. Romanın neredeyse bir senaryo tekniğine dayandığı, bu teknikle yoğrulduğu görülüyor. Nitekim Medyasenfoni ‘den, çok güzel bir film öyküsü çıkabilir bana göre. Hatta bir dönem filmi de yapılabilir. Yalın, düz, neredeyse sıradan anlatımlarla örülen; küçük ipuçlarıyla, söylenip geçilivermiş izlenimi veren; yerli yerinde ayrıntılarla bezenen roman, asıl bu yanlarıyla ayağa kalkıyor. Bu anlatılanların ardından bir toplumsal değişim, bütün yönsemeleriyle, büyütülmüş olarak önümüze getiriliyor. Ama büyütme sırasında çizgiselleştirmeye kaptırmıyor kendisini yazar.
Medya zamanı içinde kendine ve çevresine yabancılaşan insan denen canlının trajik hikâyelerini anlatmak denilebilir romanın ana düşüncesi olarak. Bu araç, gazetesi, televizyonu, interneti de dâhil olmak üzere toplumsal ve kişisel hayata olumlu ya da olumsuz çok büyük etkiler yapıyor, çok daha fazlasını da yapacak. İnsan orada dudakları uçurtan şeyler görüyor. Yine de günümüzde medyayı bir cümleyle tanımlamak istersek, kişiliklerinden arındırılmış, içinde mutlaka insanın olduğu anlatı eylemlerinin sergilendiği yazılı, görsel ürünlerdir. Romanın dili, günlük dildir. Öncü metinler için bile aynı yargıyı söylemek olasıdır. Tabi bu yargıda karşı metin, ya da karşılaştırma yaptığımız metin şiirdir. Romanın günlük dil ile oluşturulan bir metin olmasına karşın, şiirin dili, en genel söyleyişle üst dildir. Metne “nesnel” roman diyebiliriz. Bu nesnellik, metin iç kurgusunu ifade için kullanıldı elbet. Belki somut roman da diyebilirdik. Ekleme yerleri belli edilmeden örülmüş bir yaşam mozayiği. Romanda yer alan kimi anlatımları argo olarak tanımlamak haksızlık olur. Tiplerin davranışlarını açıklayabilecek birtakım anlatımlar var. Ama dikkat edildiğinde okuyucuyu anlatım bakımından argo kullanmaya özendirecek bir anlatımın olmadığı görülür. Kurgu içinde zorunlu olarak yer alan bu bölümlerle okur kendi istediği biçimde ilgilenebilir. Türkçeyi iyi kullanan Barbarosoğlu anlatısını alttan alta şiirsel göndermelerle de pekiştiriyor.
Anlayış Cehenneminde Bir Kahraman
Barbarasoğlu’nun bu romanı zamanımızın eleştirel gerçekliğini sunması bakımından iz bırakan bir romandır. Öyle kolay kolay aşılacağını da sanmıyorum. Romandaki kurgu, yaratılan atmosfer, zamanın kullanımı, anlatımın güzelliği yazınsal bir yapıt olarak oldukça etkileyici. Bu romanda yer alan Nazire, canlı bir kişilik ve sahici bir tiptir anlatı evreninde. Kuşkusuz başka örnekler de bulunabilir ve vardır, bu da benim öznel seçimim. Roman kahramanları, öykülerini, peşleri sıra gezdiren kişiler hep. Birbirine bağlı, iç içe öykülerden oluşan bir roman olduğunu belirtebiliriz Medyasenfoni‘yi.
Yukarıda romanın ana temasının medya ilişkileri üzerine kurulmuş olduğunu belirttik. Medyatik ilişkilerin yanı sıra Müslümanların medyada temsil ediliş biçimi de anlatılıyor romanda. Romanı sürükleyen unsur olarak öne çıkan boyutlardan biri tesettürlü şaire Nazire’nin ölümü. Nazire roman sanatının kurallarına uygun biçimde yaşayan ve bu yönüyle gerçeklik kazanan bir tip olmasına rağmen bir ölü kahraman olarak romanda yer alabilmiştir. Nazire’yi yaratan da anlatan da aynı kimse
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
130
olduğuna göre niye Nazire’yi ölü bir tip olarak yazmaya yönelmiştir anlatıcı? Barabarosoğlu romanın tesettürlü kahramanın neden bir ölü, olduğunu şöyle açıklıyor: “Bunun cevabı uzun. Ama en kısa olarak şöyle cevaplayabilirim: Türkiye’de giderek erkeklerin pek çoğu ve Kemalist kadınlar sadece “dindar ölü” kadınları takdir edip beğeniyor.(Ah benim ananem böyle miydi?)Ben başörtülünün ölü olanının severim anlayışı hakim. Nitekim romanın ateist kahramanı Neşe de Nazire’nin ancak ölümünden sonra, onun en iyi arkadaşı olduğunu anlıyor.” (Öz;2008)
Romancı ve roman kişiler konusunda başarılı bir örnektir Medyasenfoni. Medyasenfoni‘yi okurken E. M. Forster’ın, Roman Sanatı‘nda yer alan roman kişileri hakkındaki şu düşüncelerini hatırlamak gerekiyor: “Roman günlük yaşamda geçerliği bulunmayan, kendine özgü kuralları olan bir sanat yapıtıdır; romandaki kişiler işte bu kurallara uygun biçimde yaşadıkları zaman gerçeklik kazanırlar.(. . . ) Roman yazarı bir kişi hakkında her şeyi biliyorsa, o kişi gerçektir. Yazar bildiklerinin hepsini bize anlatmak istemeyebilir; bildiklerinin çoğunu, hatta herkesin açıkça görebileceği şeyleri bile gizleyebilir. Ancak söz konusu kişi hakkında her şeyi açıklamamış da olsa, romancı bizde her şeyin açıklanabileceği yolunda bir duygu uyandıracaktır. Bu duygu ise günlük yaşamda hiçbir zaman edinmeyeceğimiz bir gerçeklik izlenimi yaratır. “(Forster; 2001;102-103)Bu bakımdan toplumcu gerçekçi romanlarda yada muhacir romanlarda gördüğümüz türden klişe roman kişiliklerinden uzak; roman sanatının kurallarına göre, romancının oluşturduğu anlatı atmosferinin gerçekliğine göre yaşayan bundan dolayı da gerçeklik kazanan bir tip olarak karşımıza çıkar Nazire.
Nazire ilk olarak 41. sayfada giriyor romana. Bu giriş aslında Nazire’nin anlatıdaki yolculuğu hakkında da ipucu verir. Romanda yer alan tiplerden ‘hiçbir olaydan iz taşımayan Günizi’ onu hatırlamak istemez, unutmayı tercih eder. Oysa silik bir tip değildir Nazire. Üniversitede başörtüsü yasakları başladığında öğrenciler Nazire’nin başkanlığında Ankara’ya başbakan Bülent Ulusu ile konuşmaya giderler. Üniversitede başörtülü öğrencilerin gerek öğretim üyelerince gerekse bazı öğrenci arkadaşlarınca nasıl algılandığını somutlaştırır. Saygı duyuyoruz ama ile başlayan ve muhatabını otoriter saygısı ile ezen ve onların birikimini gördükçe her an ‘epistemolojik bir kopuş’ yaşayarak başlarını açacakları beklentisini her zaman yedekte tutan kibirli bir bakıştır bu. Nazire’nin söz konusu bu otoriter anlayış karşısındaki tavrı romana şöyle yansır: “Herkes üstüne geliyordu. Fakültenin koyduğu yasaklara felsefe koridoru sırt çevirmişti. Bütün hocalar Nazire’ye “anllllllaaayyyyyıııışşşş” gösteriyordu. “Keşke” demişti “bu tuhaf ‘anlayış’ yerine karşı çıksalar. Türkoloji’nin onca sağcı muhafazakâr hocaları başörtülüleri dersten kovarken. Benim felsefe koridorunda elimi kolumu sallamam ağrıma gidiyor. Karşı çıksalar daha kolay katlanmak Sana saygı duyuyorum, diye başlayan cümleler iliklerimi donduruyor. Bunun ne kadar kötü olduğunu sen hiç bilemezsin Neşe!”(s. 48) Medyanın sansasyonel dünyasının Nazire’nin ölümümü intihar olarak sunuşu aslında varoluşu ile sahiciliğini ortaya koyan roman kahramanına arkadaşının(Neşe) ihanet edişini de ortaya koyan bir durumdur. Nazire Neşe’yi kendine benzeyen yanlarıyla -hemşehrilik gibi- onu kendine yakın bulur. Ama o bu yakınlığa ihanet eder. Anlatı ilerledikçe Neşe’nin içinde bu ihanetten dolayı hep bir sızı oluşur, Erdemlerle, yüceliklerle dolu olan bir kişilik olarak Nazire’yi intihar etti diye sunan medya aslında onu tanımadığını da ortaya koymuş olur. Barbarasoğlu’nun diğer roman kişilerini ne kadar başarı ile anlattığı hususunda bir şey diyemem. Ama Nazire’yi başarıyla canlandırır/hatırlatır. Onu anlatırken ortaya koyduğu serinkanlılık onu yakından tanımasından kaynaklanır. Neşe’yi ise vicdani sorgulamalar içinde çıkış ararken görürüz. Anlatıcı Neşe’nin kişiliğinde Nazire’nin ölümünün kefaretini ödetmek ister gibidir. Bunu yaparken insan olmanın bütün karmaşıklığını da gösterir anlatıcı.
Romancılara sıklıkla sorulan sorulardan biri roman kişilerinin gerçek yaşamla ilişkileridir. Romancıların her biri bu sorulara farklı yanıtlar verirler. Örneğin Halide Edip Adıvar, “Eserlerinizdeki kahramanlar hakiki midir, hayali midir?” sorusunu, “Hem hakikidir hem de hayalidir. Çünkü ekserisi bir tanenin
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
131
değil, birkaç insanın yakından tetkikinden vücut bulmuştur, “diye yanıtlıyor. Roman tiplerinin ve kişilerinin oluşturulması yazınsal yaratıcılık, düş gücü ve buluş yetisi gerektirir. Yazar bu noktada yakından tanıdığı bir gazetecinin, bir dedektifin, bir yöneticinin, bir öğrencinin yazınsal fotoğrafını oluştururken onun toplumsal ve eğitsel özeliklerine, alışkanlıklarına, tavır, hareket, inanç ve konuşma biçimlerinin en özgün örneklerini sergileyerek ortaya koyduğunda bir tip oluşturmuş olur. Barbarasoğlu’nun ölü roman kahramanı Nazire hem doğup büyüdüğü çevre(Uşak/Ege) hem okuduğu okul(İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) açısından yazarın yaşamıyla ilişki kurulabilecek hakiki bir tiptir. Öte yandan onun gündelik davranış pratikleri, tavır hareket ve konuşma biçimi seksenli yıllarda okuyan başörtülü öğrencilerin kişiliğini birebir yansıtan, özetleyen, toplayan özellikleri nedeniyle başarılı bir tip olduğunu söyleyebiliriz. Nazire oldukça kültürlü, alçakgönüllü, kolay kolay sinirlenmeyen, mahremiyet noktasındaki duyarlıkları kendinden sonraki kimi başörtülülerden farklı olan bir tip.Yazar/anlatıcı bu yüzden sık sık onun öğrencilik yıllarına döner, bu günle karşılaştırmalar yaparak bu günün eleştirisini Nazire üzerinden derinleştirir: “Dün minübüsteydim. Dört tane kız vardı. Başı kapalı. Arka arkaya oturmuşlardı. İkisi öne ikisi arkaya. Önden arkaya dörtlü olarak sohbet ediyorlardı. Yediklerini içtiklerini ulu orta anlatıyorlardı. Patates kızartalım. Şöyle acılı acılı menemen yapalım.Biber de kızartalım. Birbirlerinş dalgaya alıyorlar, lahana da kızartalım. Bir şamata bir gırgır. Yolcular umurlarında değil. Derken kulağıma bir ara iç çamaşır muhabbeti geldi. O noktada başım dönmeye başladı. Hayır, ne söyleyeceğimi bilmiyorsunuz. Geçmişe gittim. Yıllar önce bir arakdaşım-adı Nazire’ydi, hayata karşı en yoğun Nazire’mizdi o bizim-bana darılmıştı. Neden biliyor musunuz? Ben ona belediye otobüsünün içinde sesime mukayyet olamadan ‘iç tülbentin görünüyor’demiştim. Nasıl söylersin böyle bir şey dedi. Ya duyan olduysa. İç çamaşır der gibi iç tülbent. . . “(s. 55-56) Yani düzayak bir kahraman değildir Nazire. Barbarasoğlu, usta bir yazar olarak yapıtına sindirdiği bu iki farklı bakışla, yani gerçeklik ve dönemsellikle doğrusu romanı tam bir anlatıya dönüştürmüş bana göre. Bu başarı yazarın zengin yaşam deneyimleri ve gözlemlerinden bağımsız olarak ele alınamaz.
Bakhtin ”Edebiyat teorisinden dil felsefesine seçme yazılar” alt başlığıyla ve Karnavaldan Romana adıyla yayımlanan seçme yazılarında ”Romanın bir tür olarak incelenmesinin kendine özgü güçlükleri vardır,” der. Medyasenfoni bir roman olarak daha farklı bakış açıları ile okunabilir ama tartıştığı, anlattığı konular bakımından bir çağı, bir dönemi ve o dönemin insanlarını Türkiye özelinde anlatan, evrenseli yakalamaya çalışan bir roman. Çünkü medya zamanı gerçekliğini derin, esaslı, duyarlı ve eleştirel bir biçimde yansıtır.
BARBAROSOĞLU, Fatma K(2008) Medyasenfoni, Timaş Yayınları, İstanbul
ÖZ Hale Kaplan (2008) “Medyasenfoni’nin gizli kahramanı zaman” Fatma K. Barbarosoğlu İle Söyleşi Yeni Şafak Kitap(10 Eylül 2008)
FORSTER E. M,(2001) Roman Sanatı çev. Ünal Aytür, Adam Yayıncılık, İstanbul
BAKHTİN, Mikhail(2001) Karnavaldan Romana derleyen ve önsöz: Sibel Irzık, İngilizceden çev: Cem Soydemir, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
132
Uzak Ülke ve Fatma Karabıyık Barbarosoğlu
Editörden
Sunuş : Bir süre önce Kemalistlerin son tesellisinden bahsetmiştik “Kemalistin Yeni Afyonu : AliyeFobi ” adlı yazımızda. Değerli yazarımız Nurhayat (Kızılkan) sayesinde Fatma Aliye Hanım hakkında detaylı bir çalışma yapmış olan Uzak Ülke kitabının yazarı Fatma Karabıyık Barbarosoğlu ile tanıştık. Sitemizi çok sevdi, özellikle de “Her Türk Yazar Doğar” sloganını.
Gelecek günlerde yazılarından örnekler yayınlayacağımız Fatma Hanım’ın Radikal Cumartesi ekinde yayınlanan röportajını beğenilerinize sunuyoruz. Röportajın sonunda yazmış olduğu kitapların küçük kapak resimlerini bulacaksınız. Bunlara tıklayarak daha detaylı bilgi alabilirsiniz.
MY
Fatma Aliye, Türk kültür tarihinde niçin önemli bir yer tutuyor?
1-George Ohhet’in Volante adlı eserini Fransızca’dan Osmanlıca’ye çevirerek “bir hanım” imzasıyla yayınladığında Osmanlı Edebi kamusu bir kadının bu kadar iyi Fransızca bilemeyeceğini hadi Fransızca öğrendi bu kadar iyi bir şekilde Osmanlıca’ya aktaramayacağını tartışmıştı.Fatma Aliye Hanım’ın ilk tercümesinde kimliğini kadın olarak ortaya koyması çok önemlidir.Neden önemlidir.Batıda biliyorsunz
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
133
ilk eserlerini kadınlar müstear erkek isimleri ile vermişlerdi.George Eliot mesale.Ya da Bronte kardeşler gibi müphem isimler ile imzalamışlardı eserlerini.Fatma Aliye Hanım müstear ismi kadınlığına yaptığı vurguyu ortaya koyuyor.Bu dönemi için çok önemlidir.Ve Fatma Aliye Hanım’ın saygın şahsiyeti Osmanlı edebi kamusuna yazar kadınların batıya nazaran daha kolay katılmalarını sağlamıştır diye düşünüyorum.Yani Fatma Aliye Hanım şu an eli kalem tutan bütün kadınların da büyükannesidir.Sadece Türkiye için değil, bütün Ortadoğu’da yazar kadınlar kendilerine rol model olarak Fatma Aliye hanımı almışlardı o dönemde.
2. İlk kadın romancı olmanın dışında başka hangi ilklere imza attı?
Fatma Aliye Hanım ilk kadın romancımız.Esasında Zehra Toksa Zafer Hanım’ın Aşk-ı Vatan romanıyla ilk kadın romancı olduğunu söyler.Fakat Zafer hanım edebi kamuda özne olmamıştır.Fatma Aliye Hanım yazdıkları üzerinden kabul görüp takdir edilen,yabancı gazetecilerin,diplomatların kendisiyle görüşmek istediği bir kadın idi.Tabi o dönemde bu görüşmelerin yapılabilmesi için Padişahın izin vermiş olması gerekiyordu.Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı olması hasebiyle Sultan Abdülhamit bu konuda irade çıkarmıştır.
Fatma Aliye Türk -Yunan Harbi sırasında şehit yakınları ve gaziler için Cemiyet-i İmdadiye derneğini kurarak özellikle kadınları yardım faliyetlerine çekmiştir.Kendisi aynı zamanda Hilal-i Ahmer’in ilk kadın üyesidir.
Değerli tarihçimiz Prof.Dr.İlber Ortaylı ve yazdıkları ile devirler arasına gümüş köprüler kurmuş olan Selim İleri banknotlara resminin konulması üzerine o kadar da önemli olmadığını söylediler.Ben o kanaatte değilim.Kadın karakterlerin romanlarda sağlıklı tipler olması bakımından Fatma Aliye çok önemli bir romancıdır.Çünkü dönemin erkek yazarlarının bu konuda kafası çok karışıktır.Müslüman kadın karakterler ziyadesiyle naylondur.Hatta Tanpnar bu naylon karakterle ilgili olarak her akşam aynı sofraya oturdukları annelerini ve kızkardeşlerini de mi tanımıyorlardı sorusunu sorar.Nurdan Gürbilek’in ifadesiyle Tanzimat romanında kadınlar ölümcül ve kurban karekterlerdir.İlk defa Fatma Aliye Hanım’ın romanında kadınlar ayakları yere basan,ne istediğini bilen ve bu isteklerini elde edebilmek için olağanüstü mücadele eden kahramanlar olarak edebiyat sahnesine çıkmışlardır.
- Peki neden tanınmıyor?Bir Halide Edip ile mukayese edildiğinde Fatma Aliye isminin neredeyse hiç bilinmediğini söylemek yanlış olmasa gerek?
-Yazdığı romanların hepsi harf inkılabından önce.Bu unutuluş eserlerini Osmanlıca yazmış bütün yazarların başında olan bir unutuluş.Diğer taraftan pederi Ahmet Cevdet Paşa’nın Mithat Paşa ile olan zıtlaşmasının faturası Fatma Aliye Hanım’a da kesiliyor.Böylece İttihat Terakki döneminde başlayan itibar kaybı Cumhuriyet döneminde harf ınkılabıyla tescilleniyor.Yoksa bazılarının idda ettiğei gibi Fatma Aliye Hanım cumhuriyet karşıtı bir hanım değil.Mesela Atatürk’ün eşi Latife hanım’a mektup yazmıştır.
3. Tartışmalı bir kişilik olmasının nedeni ne? Bu noktada Fatma Aliye’nin ailesinden biraz bahsedebilir miyiz?
Fatma Aliye Hanım ünlü tarihçi Ahmet Cevdet Paşa’nın büyük kızı.Oğlu Ali Sedat için Cevdet Paşa konakta bir kimya labratuvarı kurduracak kadar pozitivist bir eğitim olmasını sağlıyor.Sedat bey ünlü bir mantıkçı.Özelikle Salih Zeki ile yapmış oldukları tartışmalar meşhur.Bu gün modern mantığın
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
134
geldiği nokta Salih Zeki’nin değil Ali Sedat bey’in tezlerinin doğru olduğunu gösteriyor.Fakat Ali Sedat bey çok genç yaşta ölüyor.Ahmet Cevdet Paşa’nın ölümünden sonra sadece birkaç yıl yaşıyor.Enteresandır Fatma Aliye Hanım’ın yazarlığına pederi Ahmet Cevdet Paşa ve eşi Faik Bey destek olurken Ali Sedat bey karşı çıkıyor.
Fatma Aliye Hanım’ın kendinden birkaç yaş küçük kız kardeşi Emine Semiye Hanım da bir yazar.Osmanlı’nın ilk feminist yazarı ve ailenin diğer fertlerinin tersine ittihat Terakki ile sıkı ilişkileri var.Hatta onun İttihat Terakki ajanı olduğu da söyleniyor.
Fatma Aliye Hanım’ın annesi Adviye hanım okuma bilen fakat yazma bilmeyen bir hanım.Bu o dönem için ileri bir durum.Fakat Ahmet Cevdet Paşa zevcesinin yazma bilmesini de çok istiyor ve onun için hoca tutuyor.Nitekim uzun seyahatlerinde eşinin kendi el yazısıyla yazmış olduğu satırları görünce yüzüne sürecek kadar etkilendiğini yazıyor mektuplarında.
-Peki Fatma Aliye Hanım neden tartışmalı bir kişilik?
Tartışmalı bir kişilik olduğunu söylemek çok mümkün değil.Yanlış bilgiler var ortalıkta.Tartışmalı kimliten ziyade şu soruyu sormalıyız muhafazakar bir yazar olan Fatma Aliye Hanım’ın unutulmasına bunca yıl İslamcılar nasıl razı olmuştur.Razı olma sebepleri kızının tanassur edişi diye düşünüyorum.Küçük kızı İsmet 1926 yılında evden kaçmış çok sonra rahibe olduğu ortaya çıkmıştır.Hayatının sonuna kadar kızının bulmaya çalışıyor Fatma Aliye Hanım.Fransa’ya gidiyor.Dedektifler tutuluyor.Ahmet Cevdet Paşa’dan kalan mülkler bu yolda harcanıyor neredeyse.İslamcılar Fatma Aliye Hanım’ın unutulmasından hayır ummuşlardı herhalde diye düşünüyorum.Böylece Ahmet Cevdet Paşa’nın torunun Katolik rahibe olduğu bilgisi de gizli kalmış olacaktı.
4. Onun kadın hakları savunuculuğuyla ilgili neler söylenebilir?
Romanlarındaki kadın karakterler onu ne kadar ele verir?
Birincil kadın karakterler daima güçlü kadınlardır.Eninde sonunda ekonomik özgürlüklerini kazanırlar.Muhadarat’ın Fazılası,Udi’nin Bedia’sı,Refet’in Refet’i böyle kahramanlardır.Diğer taraftan romanlarında baskın bir baba motifi vardır.Onu muhafazakar yapan temel motiflerden birisi baba hiyerarşisine mutlak iteatidir.Mezar taşında bile sadece “babasının kızı” olması dikkat çekicidir.Mezar taşında kendini tanımlayan en önemli ibare tarihçi Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı olduğudur.Romancılığı ya da felsefeciliği değildir.Yazdığı dört romanda -ki ben Ahmet Mithat Efendi ile ortak kaleme almış oldukları Hayal ve Hakikat’in roman olarak değerlendirilmemesi gerektiği kanaatindeyim-Refet’in dışında kahramanlar annesizdir.Kendisi de zaten konağın Harem bölümüne değil Selamlık’a aittir.
Fatma Aliye hanım kadınların okumasını,cemiyet içinde söz sahibi olmasını ve ekonomik bağımlılık yüzünden kocalarının esiri olmaması gerektiğini savunmuştur.
5. Fatma Aliye son tahlilde muhafazakâr bir kadın mıydı, yüzü Batı’ya dönük biri mi; gelenekçi miydi, ilerici mi; Cumhuriyetçi miydi, Osmanlıcı mı?.. Bunları bu kadar net çizgilerle ayırmak mümkün mü; o dönemde ve hâlâ?
Fatma Aliye muhafazakar bir kadındır.Ama onun muhafazakarlığı yüzünün batıya dönük olmasına asla engel değildir.Tıpkı Pederi Ahmet Cevdet Paşa gibi .Küçük yaşlardan itibaren engin bir tutku ile
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
135
Fransızca öğrenmişti.Ama Arapça ve Farsça’yı da çok iyi biliyordu.Eğitim gören her kadının eninde sonunda muhakkak modern olacağı için o da dönemi için fazlasıyla öncü ve modern bir kadındı.Ama dinin koymuş olduğu hiyerarşiye asla karşı çıkmayan tutumu ile geleneklere bağlı ve muhafazakardı.Din ile çatışmayan her türlü modernliği benimsemeye ve savunmaya yatkın bir zihniyet dünyası olduğunu söylemek mümkün.
6. Ailesindeki kadınlarla, mesela kız kardeşi Emine Semiye ile ilişkileri nasıldır? Dört kızından İsmet Hanım’ın hikâyesi daha çok biliniyor, ya diğerleri ve onlarla bir anne olarak ilişkisi?..
Emine Semiye ile ilişkileri Emine Semiye Hanım’ın İttihat Terakki ile yakın bir ilişki içinde olmasından dolayı biraz mesafeli olmalı. Elimizdeki mektup bize bunu söylüyor.Ama daha sonra Fatma Aliye Hanım’ın eşi Faik Bey’in ölümünden sonra yazdığı bir taziye mektubu var.Mektup ne kadar gerçeği ele verir bilinmez ama bu mektupta aradaki mesafenin biraz azaldığını görmek mümkün.İki kardeşin karakteri çok farklı.Emine Semiye’nin kadın karakterleri ile Fatma Aliye’nin kadın karakterlerinin anne ve babaya olan mesafeleri bize önemli ip uçları sunar diye düşünüyorum.Ama böyle bir çalışmadan haberdar değilim.
Fatma Aliye Hanım’ın dört kızı var.Büyük kızı Hatice Ada’daki evin balkonundan düşüyor.Beyni hasar görüyor.Mazhar Osman’ın hastası oluyor.İkinci kızı Ayşe edebiyat öğretmenine aşık olup, kaçıyor.Aile onu afetmiyor.Üçüncü kızı Nimet Selen -ki kendisi tiyatrocu Suna Selen’in annesidir- annesi ölünceye kadar evlenmiyor.Annesiyle yıllarca kardeşi İsmet’in izini sürüyor.Dördüncü kızı İsmet evden kaçıyor.Kendisinden uzun süre haber alınamıyor.Çok sonra Katolik rahibe olduğu ortaya çıkıyor.
7. Sizi Fatma Aliye’ye çeken neydi? Ne kadar uğraştınız böyle bir çalışmayı tamamlamak için ve bütün bu sürede sizi en fazla şaşırtan bilgi ne oldu?
Ben Fatma Aliye Hanım’ı doktora tezimi yazarken buldum.Ama bir yanlışı düzeltmeliyim.Doktora tezim ya da bitirme tezim değil kendisi.Moda ve zihniyet çalıştım.Osmanlı toplumunda giyim kuşam çalışırken kadıların birbirini alafranga ve alaturka diye tanımlamaları üzerine düşündüm. Bize kalan hayatların daima Alafranga kadınların hayatları olduğunu gördüm.Özne olan kadınlar alafranga kadınlardı.Alaturka diye tabir edilen kadınlar toplu resmin içinde silik birer iz gibiydiler.Nisvan-ı İslam’da Fatma Aliye hanım kadınların yerine göre alaturka da alafranga da giyebileceğini iddia ediyordu.İlk temasım böyle başladı.Sonra arkası geldi.Bütün bu süre içinde beni en fazla şaşırtan bütün meşhur ailelerin evden kaçan kızları oldu.Namık Kemal’in torunu Selma Ekrem de mesela şapkasını özgürce giyebilmek için kılık kıyafet inkılabı yapılmadan birkaç yıl önce Amerika’ya kaçmıştı.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
136
Deliliğe Methiye : İçi Dışıyla Batının Kültür Dünyası (Nermi Uygur)
Özlem Yağız
Batılı insanının üç karakteristik özelliği olduğu söylenir. Nermi Uygur Avrupa’da yaşarken gözlemlediği batı insanının tüm hayatını, yaşam felsefesini, sevinçlerini, korkularını bu özelliklerin etkisi altında şekillendirdiğini anlatır İçi Dışıyla Batının Kültür Dünyası isimli kitabında: Birey, akıl ve bu dünya.
Aydınlanma felsefesinin insanoğluna en büyük vaatlerindendir akılcılık ve bireyi ön plana çıkaran seküler bir dünya. Ancak yine modernizmin eleştirisini yapan düşünürlere göre modern dünya en başta bireye ihanet etmiştir. Akıl, bireysel akıl olmaktan çıkmış, bireyi kendi içinde eritip yok eden bir kolektif akla dönüşmüştür. Kültür ise bireyi yok etme sürecinde dış dünyanın içimize saldığı bizi yarı insan yarı robottan ibaret bir cyborga çeviren dış ajandır.” Adorno ve Horkheimer’a göre, Kültür Endüstrisi çağında düzen, bedenleri serbest bırakır ve ruhlara saldırır. Artık düzen “benim gibi düşün ya da yok ol” demek yerine “benim gibi düşünmemekte serbestsin. Yaşamını ve tüm sana ait olanları da koruyabilirsin. Ancak o andan itibaren aramızda bir yabancısın” demektedir. Modern özne, modernliğin öznesi olduğu için modern değildir; modernliğin ürettiği özne olduğu için moderndir.”(Besim Dellaloğlu)
Yabancı yani toplumca kabul görmeyen tasvip edilmeyen kişi. Anormal derecede normal insanların oluşturduğu bir dünyada bir nevi a-normal. Düzenin dışında davranan kişi modern dünyada Kafka’nın Gregor Samsa’ sıdır. Yani meşhur kitabı dönüşümdeki bir sabah kendini yatakta dev çirkin bir böcek olarak bulan karakter. Gregor Samsa kendisini bir sabah yatağında dev bir böcek olarak bulduğu andan itibaren artık ailesinin yüz karası, tüm çekilen sıkıntıların sebebidir. İçinde bulunduğu aile onun dilini anlayamamakta o ise o ailenin içinde yaşaması için gerekli yiyeceği bir türlü bulamamaktadır. Samsa bir böcek olarak yaşayabilir ama kendi odasında gözlerden ırak ve istenmediğinin bilincinde olarak.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
137
Bizim gibi modernleşme sürecini tam olarak tamamlayamamış toplumlarda ise işler biraz daha karışıktır. Düzen kimi zaman bize sen benim gibi düşünmüyorsan var olabilirsin ama yabancısın der. Kimi zaman eğer benim gibi değilsen var olman mümkün değil ya böyle olacaksın ya da artık içimizde olamazsın der. Bazen de benim gibi değilsen olabileceğin yerler vardır olamayacağın yerler vardır dır bize sözü. Birinci durumda kişinin yaşadığı derin bir bunaltı ve yalnızlık duygusudur. Bu yalnızlığa mahkûmiyet kararını kimi zaman modern toplum verir kimi zaman geleneksel. Bizden değilsen burada olamazsın dediği yerde kişiyi bekleyen güvercin tedirginliğidir. Eğer böyle olmakta ısrar ediyorsan olabileceğin yerler vardır olamayacağın yerler vardır cevabını alanları ise bekleyen mahrumiyet ve kırılan bir onurdur.
Topluma uyan örnek kişiyi bekleyen iltifatlara mazhar olamaz aykırı kişi. O ağızların tadını kaçırandır çoğu zaman. Tüm ecinnilerin aynı peştemali giyerek çarşambadır çarşamba çığırtılarıyla aynı yönde döndüğü dev bir hamamda bir kenarda ama bugün perşembe diyen şaşkındır. O hamamın cinlerine uymayı red eden a-normaldir. Derhal normalleştirilmesi gerekir dolayısı ile. Bak senin yaşıtların günde 500 soru çözüyor sen ise odanda oturmuş saatlerce resim yapıyorsun denilen ya da bak komşunun kızına balkon yıkıyor, camları siliyor nasıl da gayretli seninse tek yaptığın sabahtan akşama roman okumak diye çatılan çocuktur. Diğer kadınlar envai çeşit yemekler yapıp akşama kocasını şıkır şıkır karşılar, en şen şakrak halleri ile sabah programlarındaki iç gıcıklayıcı konulardan bahsederken, suratında ekşimiş yoğurt gibi bir ifade ile birinci sayfa, üçüncü sayfa haberleri, falanca köşe yazarının analizleri ile iç sıkan kadındır belki de. Her gün aynı saatte kalkan, dakikasında işine varan, hiç hatasız kaşeleri basan, risksiz, tehlikesiz, sürprizsiz, sorumluluk bilinciyle dolu, iyi bir koca, iyi bir baba, iyi bir evlat olmayı ret edip Everest’e tırmanmayı ya da bir barış gönüllüsü olmayı kafasına takmış çatlaktır. Bütün bir eğitim hayatı boyunca bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak uğrunda ölen varsa vatandır diye şiirler okutulduğu halde vicdani retçi olucam diye tutturan densizdir. Gül gibi mesleği varken başını açmayı ret ettiği için eve kapanmış sabahtan akşama kadar altın yaprakları elinde ufalayıp tezhip yapan deli bozuktur. Gürültülü göbek atma ayinlerine tahammül edemediği için en yakın akrabalarının bile düğününe gitmeyen gıcık kadın. Tüm televizyonlar ve radyolar kendisine kapatıldığı halde ben türkülerimi ana dilimde söyleyeceğim diyen haddini bilmez şarkıcıdır. Cumhuriyetin bekçisi, rejimin bekçisi, vatanın bekçisi şunun bunun bekçisi olacakken ben sadece bir gencim hayatımı bildiğim, hayal ettiğim gibi yaşamak istiyorum, neyin bekçisi olmak istiyorsanız buyurun siz olun diye baş kaldırmış zibididir. Kendi iki günlük lokmasının olmadığına bakmadan evdeki bir paket bulgurunu ikiye bölüp depremzedelere yardıma yollayan mantıksız komşu. Ne giyinmesi gerektiği gibi giyinen, ne konuşması gerektiği gibi konuşan, ne düşünmesi gerektiği gibi düşünen, ne eğlenmesi gerektiği gibi eğlenen, ne yaşaması gerektiği gibi yaşayan, ne de ölmesi gerektiği gibi ölen çılgın.
Tez zamanda tedavi edilmesi, olmuyorsa tecrit edilmesi daha da sakıncalıysa yok edilmesi gereken sistem hatası.
Sürü içerisinde sistemleşememiş bir birey. Anormal derecede normal insanların kurduğu çok gaddar ve sıkıcı bir dünyada bir a-normal.
Steril ve homojen hayat tarzımıza baş kaldırmış tehditkar bir deli.
Bizlere sıradanlığımızı hatırlatan bir oyunbozan.
Kısacası bir yudum hava.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
138
Liberalizmin Felsefi Temelleri, Liberalizm ve Etik (Francsco Vergara)
www.cafrande.org sitesinin izniyle, Francsco Vergara’nın Liberalizmin Felsefi Temelleri -Liberalizm ve Etik- kitabının tanıtımı
Yazar: Ali Timuçin
Liberalizm günümüzde belki en çok tartışılan düşünce akımlarından biridir. Liberalizmin günümüzde geldiği noktanın daha iyi anlaşılabilmesi için bu düşünce akımının tarih boyunca geçirdiği evrelerin ele alınması yararlı olacaktır ve böylece günümüzde bu düşüncenin ulaştığı yer daha iyi ortaya çıkar. Francsco Vergara’nın Liberalizmin Felsefi Temelleri çalışması bu bağlamda bir boşluğu giderecek gibi görünmektedir.
İlgili çalışma liberalizmin çeşitli evrelerini okuyucuya verirken, ayrıştırmalı yöntem kullanmıştır. Çalışmanın sıkıntılı yanı da bu noktadadır. Böylece çeşitli liberal düşünceler arasındaki tarihsel bağlar çok fazla dikkate alınmamış, değişik liberal bakış açıları büyük ölçüde birbirinden kopuk biçimde ortaya konmuş, böylece birbirinden ayrı liberal düşüncelerin birbirlerini etkileme derecesi alt düzeyde görülmüştür. Ancak yine de okuyucu temel liberal düşünceleri, dayandıkları ilkeleriyle beraber bu çalışmada topluca bulabilecektir.
Yazar kitabın amacını dile getirirken başlıca iki soru sorar ve kitabın amacının liberallerin bu soruları ele alış tarzını vermek olduğunu belirtir. Bu sorular şunlardır: “Bireye ve girişimlere tanınan özgürlüğün genişliği ne kadar olmalıdır? Devlete hangi rol uygun düşer?” (s. 10). İlk soruyla bağlantılı olarak Vergara özellikle Locke, Pufendorf gibi düşünürlerin köleliği yasallaştırıcı görüşleri nedeniyle bu düşünürleri özgürlüğün karşısında gösterir. Oysa 17. yüzyıl henüz köle gücüne dayalı üretim kalıplarının tam olarak kalkmadığı ve egemen uyruk ilişkisinin olduğu bir yüzyıldır. Oysa ücretli emeğe
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
139
dayalı iktisadi yapı ve yurttaşlık fikri sonraki yüzyılda gelişecektir. Bu nedenle 17. yüzyıl düşünürlerinin kendi dönemlerinin koşullarının getirdiği bakış açılarının dışına çıkmaları zordur. Yazar böylece pre-liberal olarak adlandırdığı 17. yüzyıl düşünürlerini 18. yüzyılın düşünürlerinden ayrı bir yere koyar ve sonraki dönemlere etkilerinden sınırlı biçimde söz eder.
Yazar 18. yüzyıl sonrası liberal düşünceyi üç ayrı akım altında verir. Kitapta ele alınan ilk akım yararcılıktır. Bu bağlamda bu akımla ilgili olarak Hume ve Bentham’ın ilkesi toplumun ulaşabileceği en büyük mutluluktur. Yani genelde halkın mutluluğu bu yazarlar tarafından temel ilke olarak alınır. Mill içinse bu öğreti “eylemlerin mutluluğu artırma amacı gütmeleri ölçüsünde iyi olduklarını, tersini hedef almaları ölçüsünde ise kötü olduklarını savunur” (s. 69). Sözünü ettiğimiz gibi bu düşüncenin kökeninde de 17. yüzyıl düşüncesi vardı. Locke benzer biçimde toplam insanlığın mutluluğunu arttıracak biçimde eylemde bulunulmasına izin verilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu anlamda mülkiyetin güvenli kullanımı ve edinimi, sağlıklı bir ticaret ortamı yaratılması için gerekli koşulların desteklenmesini ister. Yine bir başka örneği alırsak, Locke’la aynı tarihte doğan bir başka sermaye kesimi düşünürü Richard Cumberland ahlak anlayışını oluştururken temel ilkesinin insanlığın mutluluğu ve genel iyinin korunması olduğunu belirtmiştir. Temelde onun Locke gibi doğa yasasına dayandırdığı ahlak anlayışı sağlıklı bir ticaret ortamı ve mülkiyet düzeni yaratma amacı taşır. Çalışmada yararcı düşünürler üzerindeki dile getirdiğimiz benzer etkiler dikkate alınmamıştır. Yine de yazarın belirttiği gibi yararcı düşünürler liberalizmin öncü düşünürlerinden daha geniş bir özgürlük alanı düşünmüşlerdir. Ama bu durum yine dönemin kendi koşulları içerisinde değerlendirilmesi gereken bir durumdur.
Ayrıca yazar Hume’un görüşlerine dayanarak yararcılıkta olağanüstü durumlarda özel yararın kamu yararına feda edilebileceğini belirtir. Kıtlık durumunda birtakım ambarlardaki malların kullanılması buna örnek olarak gösterilebilir. Benzer bir görüşü Locke da Yönetim Üzerine İki İnceleme’de söyler. Locke kentte çıkan bir yangının önlenmesi için birilerinin evlerinin yıkılması gerektiği örneğini verir. Çalışmada bu bağların görülmemesi tarihsel bağları izleyen bir yöntem kullanılmamasıyla ilgilidir. İkinci olarak ele alınan, doğal hukuku yani insanın eylemlerinin siyasi kararları da içerecek biçimde doğaya uygunluğunu esas alan liberal düşünce biçimidir. Yazar doğal hukuk bağlamında özellikle Condorcet ve Turgot’nun görüşlerine yer verir. Yapıtta doğal hukuk şöyle tanımlanır: “Doğal hukuk, toplumun düzenli ve huzurlu bir halde varolabilmesi için insanların saygı göstermeleri gereken haklar ve görevler bütünüdür” (s. 129). Yine çalışmada bu konu üzerinde yalnızca Pufendorf’un etkisine kısmen değinilmiştir. Ancak bu düşüncenin kökleri liberal düşünce açısından Pufendorf ve Locke’dan önceye, Grotius’a kadar gitmektedir.
Vergara, doğal hakları insan hakları öğretisiyle birlikte inceler. Bu bağlamda 1789 İnsan Hakları Bildirgesi temel hakları şöyle belirler: “Bu haklar, özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnme haklarıdır” (s. 130). 1793′de Condorcet ve Paine azıcık ayrı bir liste verirler. Condorcet der ki: “İnsanın doğal hakları *...+ özgürlük, eşitlik, güvenlik, mülkiyet, toplumsal korunma ve baskıya karşı direnme haklarıdır” (s. 132). Saydığımız 17. yüzyıl düşünürleri benzer hakları doğal hukuk çerçevesinde dile getirmişlerdir. Bunun dışında Locke, açıkça zorba yöneticiye karşı zor kullanarak direnme hakkını savunmuştur. Çalışmada bu bilgilerin dikkate alınmadığı görülmektedir. Bununla birlikte yazarın yararcılık ve insan hakları öğretisi arasında yaptığı şu ayrım önemlidir: “İnsan hakları öğretisinde ‘başkalarına zarar veren’ eylemler kısaca yasaktırlar; yararcı öğretide ise ‘başkaları üzerinde sonuçlar doğuran ve onların sıkıntı çekmelerine yol açabilecek’ eylemler sistemli biçimde yasak değildirler; toplumun yetki alanına girerler; sınırlanmaksızın serbest bırakılmalarına, bir düzenlemeye bağlanmalarına ya da yasaklanmalarına (yararlılıklarını göz önüne alarak) toplum karar vermelidir” (s. 139). Yine de doğal hukukçular olsun yararcılar olsun devletin müdahalesine tümüyle
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
140
karşı çıkmazlar. Vergara bu konuda Condorcet’den şu alıntıyı yapar: “Devletin toplumun genel yararı için düzenlemesi, yönetmesi ya da denetlemesi gereken çalışmalar, kurum ve kuruluşlar vardır. Bunlar, gerek tarımın, sanayinin ve ticaretin gelişmesi için; gerekse de doğanın kaçınılmaz zararlarını ya da beklenmedik kazaların buna eklediği zararları önlemek, hafifletmek için gerekli olan ama kişisel iradelerin ve bireysel çıkarların yarışmasının hemen yerine getiremeyeceği işlerin eksiklerini giderirler” (s. 143-144). Ancak adil olanı öncelikle dikkate alan doğal hukukçuların, yalnızca rekabetin sağlanamadığı durumlarda değil, hayırseverlikle ilgili konularda da devletin eğitimde hak eşitliğini sağlaması gerektiğini dile getirişi çalışmada verilir. Ayrıca yararcılık açısından da devletin müdahalesi hoş görülebilir. Yazar yanlış bilinenin aksine bu bağlamda örneğin adaleti değil, yararı temel ilke olarak alan A. Smith’in de kimi durumlarda devlet müdahalesinden yana olduğunu belirtir.
Vergara’nın üçüncü olarak utra-liberaller adıyla ele aldığı düşünürler, 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl düşüncesinde yer alan kişilerdir (Frédéric Bastiat, Herbert Spencer, Feiedrich Hayek, Milton Friedman vb.). Ultra liberallere göre bireyin ve toplumun çıkarı uyuştuğundan ve toplum devletin müdahalesi olmadığı zaman doğal uyumunu bulacağından devlet adalet düzeneğini işletmek dışında karışmamalıdır. Yazar haklı olarak ultra-liberallerin klasik liberallerden ayrı olarak temel ölçütü özgürlük olarak ortaya koyduğunu söylüyor. Ancak yazarın anlatımından bu liberallerin daha çok duruma ve koşullara göre karar alınmasını istedikleri ortaya çıkıyor. Bu bağlamda yazar ultra-liberalleri öbür liberallerden şöyle ayırır: “Ultra-liberalleri klasik liberallerden ayıran ilk özellik, onların aynı anda birçok üstün etik ölçütle hareket etmeleri, bir sorundan diğerine geçtiklerinde ölçütler arasında açık bir hiyerarşi kurmaksızın ölçüt değiştirmeleridir. Onlarda her şey, her durumda, retorik açıdan en ikna edici görünen gerekçeyi seçiyorlarmış gibi gelişir; ultra-liberaller söz konusu gerekçenin yararla mı yoksa doğal hukukla mı ilgili olduğunu bilme kaygısı taşımazlar” (s. 175). Örneğin Hayek herkesten aynı vergi mi alınmalı yoksa zenginden yüksek oranda mı vergi alınmalı konusunda ilkinden yana seçimini kullanır. Burada yarar değil eşitlik ilkesine bağlanır. Ama ultra-liberallerin paralı eğitimi savunurken eşitlik ilkesini temel almayacağı ortadadır. Yazar belirtmese de ulta-liberallerin klasik liberallerden ayrı olarak retoriği kullanan eski çağın sofistlerine benzedikleri açıktır.
Vergara’nın Liberalizmin Felsefi Temelleri adlı çalışması adından anlaşılacağı üzere, daha çok liberalizmdeki çeşitli düşünce biçimlerinin felsefi temellerini daha çok özgürlük ve devlet müdahalesi üzerinden inceliyor. Bu anlamda yazar liberalizmin iktisadi yönünü yoğun olarak ortaya koymasa da, ele aldığı örnekleri iktisat alanından seçerek çalışmasına bu anlamda da belli bir zenginlik katıyor. Ayrıca Vergara, yöntemi gereği liberalizmin tarihsel bağlarını yeterince ortaya koymamakla birlikte olabildiğince yansız tutumuyla okuyucuya liberalizmle ilgili bir genel fikir veriyor.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
141
Yeraltından Notlar (Dostoyevski)
Suzan Başarslan
”İnsan kendi kendisine karşı tümüyle içten olabilir mi?… Heine öz yaşam öyküsü yazmanın hemen hemen olanaksız olduğunu, insanın kendisinden söz ederken birtakım yalanlar katabileceğini söyler. Heine’ye göre Rousseau ‘İtiraflar’ adlı kitabında mutlaka yalan üstüne yalan kıvırmış, üstelik bunları gururu sebebiyle bilerek, isteyerek yapmıştır. Ben de Heine’nin haklı olduğuna inanıyorum. İnsan gerçekten de bazen yalnızca gururu nedeniyle kendisini cinayete kadar uzanabilecek yalanlara bulaştırabilir. Bunun ne biçim bir gurur olduğunu da çok iyi anlıyorum. Ama Heine, itirafını topluma, başkalarına sunan bir kimseden söz ediyordu. Oysa ben yazdıklarımı yalnız kendim içim yazıyorum.”(s.55) der Yeraltından Notlar’da Dostoyevski. Hilmi Yavuz Üç Anlatı adlı eserinin birinci anlatısı olan Taormina adlı bölümünde Dostoyevski’nin bu cümlelerini tırnak içinde ama isim vermeden aktarır (metinlerarasılıktır ve bu, dikkatli, zeki okuyucuya bir göndermedir) şöyle der: “Böyle dedim -ve bir gün, nescafeme süt koymayı unutarak, romanıma başladım.” 1 Otobiyografik roman yazacağından bahseder okuyucuya, kendi otobiyografisinin artık roman olacağını ve otobiyografi kabul edilmeyeceğini düşündüğü için. Bu baştan, eserime yalan katacağım ve anlattıklarımın hepsine inanmayın, demenin diğer yoludur ya da otobiyografinin bir yeniden yaratma, kurgu olduğunu söylemenin değişik biçimi. Bu noktada akla gelen soru şudur, Dostoyevski’nin okuyucusuna aktardıklarından ne kadarı gerçektir? Örneğin romandaki kahramanın kendisine iki yıl önce çarpan
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
142
subaydan intikam alabilmek için mektupla onu düelloya çağırması ama mektubu göndermemesi, yolda ona çarparak onurunu, gururunu kurtarmak için planlar yapması, hangi mesafeden ne miktarda çarpacağını düşünerek geceleri uykusuz kalması… ya da Simonov’un evinde karşılaştığı eski okul arkadaşlarına kendisini zorla istenmediği bir yemeğe davet ettirmesi ve orada kavga çıkarmaya çalışması ya da randevu evinde tanıştığı ve -kırılan gururunun acısını çıkartığı- Lisa?…gerçek midir? Genç Dostoyevski bunları yaşadı mı ve kırk yaşında olanı, olanın ne kadarını aktardı ya da ne kadarına yalan kattı, cevabını bilmemizse mümkün değil. Aslında bu metin geçmişe bakışla hatırat/anı, okuyucuyla içten samimi konuşma ve tartışmalarla sohbet, içindeki olaylarla otobiyografik bir roman birlikteliğinde kompleks bir anlatı özelliği taşımakta. Bu noktada anlatı, birçoklarının dediği gibi sadece bir kurgu/fiction ve kahramanı da bir kurgu-karakter; ya da André Malraux: “Her roman aslında bir otobiyografidir.”dediği gibi, gerçeğe biraz daha yaklaşan ya da gerçeği değiştiren bir otobiyografik roman mıdır sorusunun cevabı nedir? Dostoyevski’e göre cevap şöyledir:
”Bu notlar da bunların yazarı da besbelli hayal ürünüdür. Bununla birlikte, toplumumuzun durumunu, yapısını göz önüne alacak olursak, bu notların yazarı gibi kişilerin aramızda bulunmasının yalnızca mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu kabul ederiz. Benim bütün istediğim, pek yakın bir zaman öncesinin tiplerinden birini herkesin gözü önüne daha açık olarak sermektir. Bu tip, henüz tükenmemiş bir kuşağın temsilcisidir.”2 ve başka yerde de şunu: “…aklı başında ve namuslu bir adamın sözünü etmekten en çok hoşlanacağı konunun ne olduğunu bilir misiniz? Cevabı, kişinin bizzat kendisidir… şimdi ben de size kendimden bahsedeceğim…”(s.12)
Tam kırk yaşında yazmıştır Dostoyevski Yeraltından Notlar’ı.3 Roman kahramanın/kendisinin, kırk yaşın olgunluğundan genç kahramana bakışıdır aslında bu eser. Kırk yaşın yazar için sorgulama dönemi olması ve geçmişine bakışını tamamen değiştirmesidir bu eserin ortaya çıkış nedeni. Dostoyevski anlatısında, “tüm güzel ve yararlı şeyler kırk yaşımda bana önemli ölçüde sıkıntı verdi ama bu kırk yaşındayken oldu.”(s.31)der ve kahramanının gençlik halinin kritiğine başlar bu sözden sonra.
Yer altı, kendine ait bir alan, bir gizil köşe, dünyayı izlediği gözetleme kulesidir ama bir fildişi kule değildir. “Vardığım sonuca göre, en iyisi hiçbir şey yapmamak! Her şeyden iyisi, bir köşeye çekilip seyirci kalmak. Onun için yaşasın yer altı!”dese de anlatının kahramanı, engel olamaz arzularına ve bir şey yapmadan duramaz, yazar ve yazdıklarını kendine ait odanın dışına, yer altını yer üstüne taşır. Daha fazlasını ister, yazmak değildir sadece istediği, herkesten, çevresinden daha iyidir, üstündür, zekidir ve istediği yerde değildir, geçim telaşı ona istediklerini yapma fırsatı vermez. Kendine ait odası vardır ama o oda kiralıktır. Kızgındır bu yüzden ona hak ettiği değeri ve saygıyı göstermeyen çevresine ve yer altı; sevgiden çok nefret, mutluluktan çok hüzün, acı doludur. Gençliğinin tüm hayalleri, hüzünleri, istekleri, hezeyanları, sorgulamaları, gitgelleri, küstahlık ve pişmanlıkları… hepsi onun gizli kalmış tarafından yer üstüne, kağıda, okurun gözüne sunulurlar -çünkü daha görkemlidirler kağıdın üstünde- tam da okuyucusuyla sohbet eder havasında ama aslında kendisine tam bir iç döküş, günah çıkartma havasında. Kendi soruları kadar okuyucunun kendisine soracağı sorulara da cevap verir. Küstahtır yeri geldiğinde, kimi yerde ise bir örümcekten daha değersiz ve var olma, varlığını ispatlama derdindedir. İkinci bölümün başına şöyle başlar Dostoyevski ve bu ifadeler ilerde Kafka’yı etkileyecek ve onun Değişim adlı (Gregor Samsa’yı anlatan) romanının esin kaynağı olacaktır:
”Değerli okurlarım, şu an siz dinlenmek isteseniz de istemeseniz de ben sizlere bir şey bile olamadığımı anlatmak istiyorum. Tüm içtenliğim ve ciddiliğimle söyleyeyim, böcek olmayı bile şiddetle istedim. Ama ne yazık ki buna bile ulaşamadım.”(s.13) “Oysa orada bana bir böcek kadar bile değer vermediler.”(S. 66) “Ben, herkesten daha akıllı ve daha soylu, daha kültürlü olan ben;
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
143
başkalarının karşısında ezilip büzülmekten, onların horlamaları karşısında yıkıla yıkıla, zararlı iğrenç bir böcek durumuna düşmüştüm ve bunu düşündükçe eriyor, kahroluyordum.”(s. 70)
Kendisini böyle önemserken, içine düştüğü durumlarla baş edemeyen ve kendisini istenmeyen, hor görülen, düzeyinin altında muamele edilen bir insan olarak görmek, aslında insan olarak görememek ve bir böcekten aşağı olduğunu vehmederek her şeyden ve özellikle kendisinden nefret etmek. Aslında subay Nevskiy’le yaşadığı aslında yaşamadığı ama yaşamayı çok istediği olayda bu duygunun sebebi bellidir. “Bu subaya karşı sokakta bile eşitmişiz gibi davranamadığım için kendimi yiyip bitiriyorum.”(s.70)derken, hiyerarşinin ezdiği bir egonun eşitsizliğe duyduğu hıncı dile getirir.
Aşk anlayışını tembellik ve boşluk duygusuna bağlar kahraman. “İnanır mısınız? İki kez de böyle aşık olmayı denedim ve bu yüzden olmadık acılar da çektim. Kalbimin bir köşesinde bu acıya inanmamazlık ve hem de bu acıyla alay etmek yeşerirken, yine de acı çekmeyi sürdürdüm. Üstelik sırılsıklam bir aşık gibi kıskanıyor ve kendimi kaybediyordum. Bunun tek sebebi can sıkıntısıydı. Maalesef bu bir can sıkıntısı… Tembelliğin ve bir şey yapmamanın verdiği can sıkıntısı beni eziyordu. Bunun sonucu da haylazlığa yöneliyordum. Zaten bu haylazlık, bilincin doğal ürünü olan tembellikten başka nedir ki?” (s.28)
Kahramanın kendisini akıllı ve zeki kabul etmesinin sebebi ise bir hayli ilginçtir: “Değerli okurlarım, belki de benim kendimi akıllı ve zeki sanmamın tek sebebi hayatım boyunca başladığım bir işi bitirmemiş olmamdır. Ben de herkes gibi geveze, boşboğaz, can sıkıcı birisi olayım ne çıkar! Her akıllı ve zeki insanın önce geveze olması, elbette havanda su dövmesi alnına yazılmışsa elden bir şey gelebilir mi?”(s.29)
Ve birçok yazarın da değindiği 19.yy. aydınının psikolojisi, değerleri ve var olma edimlerinin keskin eleştirisi. Kitap boyunca adı olmayan ama aydın olarak betimlenen karakterin kendisini de aynı sınıfa sokarak yaptığı değerlendirmelerden bazıları şunlar:
”Değerli okuyucularım, and içerim ki, her şeyi tam anlamıyla algılamak bir hastalıktır. İnsanın günlük yaşamı için çok daha yalın bir anlama gücünün, şu kadersiz on dokuzuncu yüzyıl aydınının payına düşen anlayış gücünün yarısı, hatta dörtte biri bile yeterlidir. Hele bu insanlar yeryüzünün en duyarsız, en fırsatçı kentlerinden biri olan Petersburg’ta oturmak gibi bir felakete de uğramışlarsa daha azı bile yeter.”(s.13)
”Değerli okuyucularım, sizlerden özür dilerim, diş ağrısıyla iç içe yaşayan şu on dokuzuncu yüzyıl aydınının sızlanmalarına, inlemelerine, hastalığının ikinci, üçüncü, dördüncü gününde bir kulak verin. Artık onların inlemesi, ilk gündeki gibi, yalnızca diş ağrısından ileri gelen, kaba bir köylünün inlemesinden oldukça farklı olduğunu söyleyebilirim. Topraktan ve halkın özünden sıyrılıp uygarlıktan, Avrupa kültüründen bir şeyler kapmış bir insana yakışır biçimdeki inlemelerdir. İnlemesi gitgide çirkinleşerek, sonunda pis bir hırçınlığa dönüşür… Yanlarında çırpınıp durduğu ailesinin, yakınlarının ona hiç inanmadığını, usanç içinde bu kişinin şımarık ve yapmacıklı durumundan uzak kalarak acısını daha doğal ve yalın bir şekilde sürdürdüğünü düşündüklerini çok iyi bilmektedir. Bu algılama ve rezilliğini böyle duyumsaması, bu işten aldığı zevkin belki de en yüksek noktasıdır…”(s.24)ve ekler okuyucusuna “bu hazzın tüm içtenliğine inebilmeniz için daha gelişmeniz, üstün bir kavrama gücüne ulaşmanız gerekiyor.(s.24) Siz bunu anlamıyor ve gülüyorsunuz. Ama öyle mi? Sevindim. Şüphesiz ki şakalarımın zevksiz, karışık ve berbat olduğunun bilincindeyim. Ayrıca güvenim de yok. Ama bu benim kendime karşı saygı duymadığım için böyle. Neyse! Tam anlamıyla anlama gücüne sahip bir insan hiç kendine saygı duyabilir mi?…”(s.25)
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
144
”Çağımızın bütün aydınlarınınki gibi bende de hastalıklı bir zihin gelişimi vardı. Bu aydınların tümü de birbirinden mıymıntı, bir sürünün koyunları gibi birbirinin aynıdır. Belki de dairemizde emek verenlerin içinde yalnız ben aydın olduğum için, kendini ürkek, köle ruhlu duyumsayan tek kişi de bendim. Yalnız duyumsamak olsa yine iyi, ben gerçekten köle ruhlunun, korkağın alçağın biriyim. Çağımızda aklı başında olan her insan korkaktır, köle ruhludur ve ne yazık ki böyle olmak zorundadır.”(s.61)
”Bizler hayata olan alışkanlığı kaybettiğimiz, topallaya topallaya yürüdüğümüz için, yazdıklarım etkili olacak. Bizim hayata karşı duyduğumuz yabancılaşma, canlı hayattan tiksinecek, onun ismini bile duymak istemeyecek derecededir. Üstelik bu canlı yaşamı, bir iş gibi, bir görev gibi kabul ediyoruz ve onu kitaptan öğrenmeyi daha üstün olarak tutuyoruz.”(s.158)
Kalıplara, duvarlara karşı çıkar kahraman ve özgür düşünceye önem verir:”Sözün gelişi, sana maymundan geldiğimizi kanıtlamışlarsa, bu gerçeği yüzünü buruşturmadan kabul edeceksin. Gövdendeki tek bir yağ damlasının senin için yüz binlerce hemcinsininkinden değerli olması gerektiği; erdem, sorumluluk, safsata, boş inanç denen şeylerin hep bu sonuca göre çözümlendiği kanıtlanırsa yine olduğu gibi kabul edeceksin, çünkü matematiğin ‘iki kere iki dört eder’ kesin sonucu vardır bunlarda. Hele bir karşı durmaya kalkın; ‘Aman efendim, nasıl karşı çıkarsınız? Bu, iki kere ikinin dört etmesi kadar açıktır! Doğa size danışmaz, onun sizin isteklerinizle, yasalarının hoşunuza gidip gitmediğiyle işi yoktur. Doğayı olduğu gibi, bütün sonuçlarıyla kabul etmek zorundasınız. Duvar duvardır vb. vb.’ diye bağırırlar. Aman tanrım, herhangi bir sebepten ötürü doğa yasaları ile iki kere ikinin dört ettiği hoşuma gitmiyorsa, bana ne bu yasalardan, bana ne aritmetikten? Duvarı delmeye gücüm yetmiyorsa, ‘ille deleceğim’ diye yırtınmam elbette; ama önümde yıkmaya gücümün yetmediği bir taş duvar bulunmasına da razı olamam.”(s.20-21)
Ve kahramanın, yazma ve yazdıklarını okutma isteğinin kendince açıklamaları:
”Ama bütün bunları yayınlatarak, ayrıca sizlere okutacağımı düşünüyorsanız eğer, aklınıza şaşarım doğrusu. Sonra sizlere ‘Sayın baylar, değerli okuyucularım!’diye niçin hitap ettiğimi de bilmiyorum. Yazmaya başlamak istediğim itiraflar ne yayımlanabilir ne de başkaları tarafından okunabilir. Ya da şöyle söyleyebilirim, ben kendimde bunu yapacak cesareti bulamıyorum, ayrıca buna gerek de duymuyorum. Yalnız içimde şaşılacak bir istek var, bu isteğe boyun eğmeye karar verdim.”(s.54-55)
”Oysa ben yazdıklarımı yalnız kendim için yazıyorum. Okuyucularıma niçin mi sesleniyorum? Bunun daha kolay olduğunu düşündüğüm için böyle yazıyorum.”(s.55)
”Bu yazıları yazmamdaki asıl hedefim nedir? Yazmamın sebebi okuyucular değilse, anılarımı kağıda dökmemin bir anlamı var mı? Beynimde de tutabilirdim. Kağıt üzerinde görkemli duruyor. Öylece etkisi artmış olarak kendi kişiliğim hakkında daha ciddi olarak karar verebileceğim ve anlatımımın keskinliği de artacak, belki de içimdekileri kağıda dökmekle rahatlayacağım… anı yazmak da bir çeşit iş değil midir? Çalışmanın insanı iyi ve namuslu yapacağını söylerler. İyi, hiç olmazsa bu da bir şans.”(s.56-57)
”Notlar’ımı burada bitirsem mi? Zaten bunları yazmakla da yanlışlık yaptım, diye düşünüyorum. Bunları yazarken de utançla dolmaktan kendimi kurtaramıyordum. Belki de benimkisi, edebi bir yapıt yazmak değil de suçlarımın bedelini ödemek oldu…(s.158) Fakat bu çelişkiler içindeki hastanın Notlar’ı burada bitmiyor. O dayanamadığı için yazmayı sürdürmüştü. Fakat zannediyorum ki biz burada bir yolunu bulup durmalıyız artık…”(s.160)
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
145
Dostoyevski, Yeraltından Notlar’da bir anti-karakter yaratır ve kendi ifadesiyle, bir kahramanın karşıtı ne varsa, özellikle bir araya getirir. Bu kahramana; 19.yy. aydınını, aşkı, sistemlerin vaat ettiği iyileşme ve kötülüğün ortadan kalkacağı… gibi söylemleri, uygarlık nedir’i, akıl-istek ayrımını, insanlık tarihini, irade nedir’i, insanın yapmak-yıkmak eğilimini, insanın arayışını, öz yaşam öyküsünün yazılıp yazılamayacağını, yazma isteğini, kendine olan nefretini, duygularındaki tutarsızlıkları, Rus-Alman ve Fransız romantiklerinin ayrımını, okuduğu kitapların kişiliğine etkisini, hiyerarşinin bireyde yol açtığı ezik egoyu, hayallerini ve hayallerindeki olmak istediği kahraman karakterini, çocukluk ve gençlik anılarının içindeki sevgisizliği ve nefreti körüklediğini, evlilik hakkındaki görüşlerini, kadın, aile, kadın bedeninin aşkla yükseleceğini ve satılık kadın bedeninin kadını nasıl aşağıladığını ve bu kadınların insanlar tarafından nasıl kullanıldığını, insan nedir’i sorgulatır ve tüm bu sorgulamalarda zıtlıklarla dolu olan ve hayata karşı yabancılaşma yaşayan asosyal bireyi, özellikle de aydın -hatta daha özelde Rus aydını- üzerinden ele alır. Orhan Pamuk, Yeraltından Notlar için anlatının arka kapağında şu tespitlerde bulunur: “Bugün insan anlayışımızda, kendi kokumuz, pisliğimiz, yenilgilerimiz ve acılarımızı sahiplenip sevebilmek ve aşağılanmanın zevklerinde bir mantık olduğunu kabul etmek varsa bu görüşün başlangıcı Yeraltından Notlar’dadır. Modern edebiyatta pek çok yeniliğin, Dostoyevski’nin Avrupa düşüncesine yatkınlığıyla ona duyduğu öfke, Avrupalı olmak ile Avrupa’ya karşı çıkmak arasında hissettiği kahredici gerginlikten çıktığını hatırlatmak gene de rahatlatıcı… Bir yandan Rusya’da işlerin Batılılaşma ile yürütülebileceğini bilmesi, öte yandan da Batılılaşmacı, materyalist ve mağrur Rus aydınlarına duyduğu öfke, ya da Dostoyevski’nin bilgisi ile öfkesi arasındaki gerginlik Yeraltından Notlar’ın tuhaflığı, değişikliği ve özgünlüğünü çıkardı ortaya.”
Hayatına baktığımızda, gençken liberal özgürlükçüdür Dostoyevski. Sibirya sürgünü, sara hastalığı ile o, sürgün dönüşünde geleneklerine bağlı, dini ve kiliseyi el üstünde tutan, sağcı hatta ulusalcı bir kimliğin sahibidir. Genç Dostoyevski, kırk yaşından fazla yaşamak bence ayıp bir şeydir derken hem de, 100 yaşına dek yaşamış ve dünya edebiyatına Suç ve Ceza, Kumarbaz, Ebedi Koca, Budala, Ecinniler, Delikanlı, Karamozov Kardeşler, Ölüler Evinden Anılar, Beyaz Geceler… gibi başyapıtlar kazandırmıştır. Tüm bu yapıtlar için ne söylenebilir? Hermann Hesse, bir denemesinde Dostoyevski için: “Dostoyevski, ancak kendimizi berbat hissettiğimizde, acı çekebilme sınırımızın sonuna varmışsak ve yaşamı bütünüyle alev alev yanan bir yara diye algılıyorsak, eğer artık yalnızca çaresizliği soluyorsak ve umutsuzluğun bin bir ölümünü yaşamışsak, işte ancak o zaman okumamız gereken bir yazardır. Ancak o zaman, yani acıdan yapayalnız kalmış, felce uğramış olarak yaşama baktığımızda, o vahşi ve güzel acımasızlığı içersinde yaşamı artık anlayamaz olduğumuzda ve ondan hiçbir şey istemediğimizde, evet, ancak o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açığız demektir. Böyle bir durumda artık birer izleyici olmaktan, yalnızca okuduklarımızın tadına varıp onları değerlendirmekle yetinen kişiler olmaktan çıkmış, Dostoyevski’nin eserlerindeki o zavallı ve yoksul kardeşlerin arasına katılmışız demektir; o zaman biz de onların acılarını çekeriz, onlarla birlikte, soluk bile almaksızın, yaşamın anaforuna, ölümün sonrasız öğüten değişmenine bakışlarımızı dikip kalırız. Ve yine ancak o zaman Dostoyevski’nin müziğine, bizi teselli etmek için söylediklerine, sevgisine kulak veririz; ancak o zaman onun korkutucu, çoğu kez cehennemden farksız dünyasının anlamını kavrarız.”4 der, aslında bu sözler, Dostoyevski’nin roman dünyasının özeti gibidir ve Dostoyevski okuyucusu iseniz onun kahramanlarından birinin bir özelliği mutlaka sizi size anlatıyordur hem de hiç taviz vermeden ve ölçülü olmak kaygısına düşüp de gerçeği gizlemeden, çarpıtmadan.
Yazarın, “…sizlerin yarı yolda bıraktığınız şeyleri, sonuna kadar götürdüm yalnızca. Ayrıca siz korkaklığınıza ölçülü davranmak adını veriyor ve böylece kendinizi aldatıyor ve avutuyorsunuz.”(s.159) dediği gibi, kendini kandırmaktan çok kendini çözmek isteyen okuyucunun yazarıdır Dostoyevski ve her okurun bir yer altı vardır yer üstüne çıkmayı bekleyen…
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
146
*1+ Hilmi Yavuz, Üç Anlatı, Can Yayınları, İstanbul, 1995, s.45.
*2+ Dostoyevski, ”Yeraltından Notlar”, İletişim Yay., İst. 2004, s., 15, (Çev. Mehmet Özgül)
*3+ Dostoyevsky, Yeraltından Notlar, Akvaryum Yayınevi, İstanbul, 2005.(Çev.Zeynep Güleç)
*4+ Ethem Baran, Kafka’nın Böceğinden Yer Altından Notlar’a, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi,Şubat 2003, Yıl 3, Sayı 36.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
147
Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu (Şerif Mardin)
Ömer Oduncuoğlu
Türk modernleşme sürecinin en önemli halkalarından bir tanesi, hiç şüphesiz ‘Yeni Osmanlılar’ hareketidir. Maalesef ülkemizde hem kendi dönemlerindeki reformistleri, hem de sonraki nesilleri derinden etkilemiş olan bu oluşum hakkında geniş kapsamlı araştırmalar yok denecek kadar az. Bu nedenle pek çok kimse hâlâ Yeni Osmanlıları Jön Türkler ile karıştırabilmekte ve aralarındaki temel farklılıkları gözden kaçırabilmekte. Prof. Dr. Şerif Mardin’in Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu adlı kitabı, bu bilgi eksikliğini kapatmaya aday nitelikteki birkaç eserden bir tanesi. Bu çalışmada Yeni Osmanlılar denince ilk akla gelen Nâmık Kemal, Ziyâ Paşa, Şinâsi, Mehmed, Reşad ve Nûri Beyler, Ebüzziyâ Tevfik, Agâh Efendi ve ünlü Çırağan Sarayı Baskını kahramanı Ali Suâvi gibi pek çok renkli sîma hakkında oldukça geniş bilgilere ve ilgi çekici ayrıntılara rastlıyoruz. Kitap özellikle Türk modernleşmesinin temel mantığını anlayabilme ve bu sayede günümüzün kalıplaşmış sosyal problemlerine bir yorum getirebilme çabasındaki okuyuculara hitap ediyor. Böyle bir uğraşı içerisindeki bir okuyucu için Yeni Osmanlılar ile ilgili en önemli nokta, hiç şüphesiz bu kişilerin zihniyet yapıları ve derin etkiler yaratan düşünceleri. Nitekim Şerif Mardin, eserinde Yeni Osmanlılar hakkında karşılaştırmalı analizler yapıyor ve bu ihtiyacı giderme noktasında önemli bir adım atıyor. Böylece vatan, hürriyet, meşrutiyet, aydınlanma gibi konularda Yeni Osmanlı aydınlarının bakış açıları, aralarındaki benzerlikler ve ayrışmalar da gözler önüne seriliyor. Tüm bunların yanı sıra ünlü sosyolog, okuyucunun zihninde tarihsel anlamda bir kopukluk
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
148
yaratmamaya da özel bir önem veriyor. Bu nedenle kitabın ilerleyen bölümlerinde ilk modernleşme hareketlerinin başladığı III. Selim dönemine kadar geri dönerek, bu devreyle Yeni Osmanlıların ortaya çıktığı zaman dilimi arasındaki tarihsel - sosyolojik çerçeveyi tamamlıyor. Bu sayede okuyucu, II. Abdülhamit’in Kanûn-i Esâsi’yi askıya aldığı 1878 yılına kadarki modernleşme süreci hakkında kayda değer ve kesintisiz bir algılayışa sahip olabiliyor. Böylece elimizde, Jön Türklerin ön plana çıktığı yıllara kadar geçen modernleşme serüveninin öz bir anlatımını sunan değerli bir eser bulunmuş oluyor. Bu noktada belki de tek eksiklik, kitabın burada sona ermesi ve Jön Türklere hemen hemen hiç değinilmemesi. Maalesef Şerif Mardin’in bu yapıtının ardından gelen tamamlayıcı nitelikteki çalışması Jön Türklerin Siyasi Fikirleri de, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu kadar doyurucu olmaktan uzak. Sonuç olarak, Türk modernleşme tarihindeki evrimleşmeyi çözebilmek ve cumhuriyet kadrolarının zihniyetini anlayabilmek, ancak Yeni Osmanlılardan Jön Türklere, oradan da cumhuriyet kadrolarına uzanan uzun soluklu bir süreci irdeleyebilmekle mümkün olabilir. Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, böyle bir irdeleme için ideal başlangıç noktalarından bir tanesi.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
149
Terör ne zaman duracak? Giap ve Clausewitz
Mehmet Yılmaz
22 Aralık 1944′te genç bir Vietnamlı komünist Vo Nguyen Giap partisi tarafından bağımsızlık hareketinin askerî kolunun başına atandı : 31 erkek, 3 kadın, 2 tabanca, bir kaç tüfek ve bir makinalı tüfek.
Sadece 10 yıl sonra, 7 mayıs 1954′te Giap’ın ordusu 55 bin savaşçısıyla Fransız ordusunu çekilmeye zorlayan kalıcı bir zafer elde etmişti : 5400 ölü, 10 bin esir. Bu esirlerin 1749′u subaydı: Bir general, 16 albay, … Bu yıkıcı mağlubiyet Fransa’nın Vietnam’daki askerî varlığının sonuydu. Arkasından gelen Amerikan işgali de aynı biçimde bir hezimetle sonuçlanacaktı.
Acaba Fransız ve Amerikalı subaylar 1ci ve 2ci Dünya savaşlarının nizamî harp taktiklerini uygularken Vietnamlı Giap onları gayrı nizamî harp taktikleriyle nasıl yendi? Sineğin aslanı yendiği bu mücadeleden Türkiye nasıl bir ders çıkarabilir?
Her iki harp türü üzerine teorilerini Vom Kriege (Savaş üzerine) adlı eserinde sunan Prusyalı Carl von Clausewitz sadece bir teorisyen değil aynı zamanda bir askerdi de. Teorilerini sunduğu gerilla taktiklerini Marxist Giap’a göre çok daha “millî” bir çerçevede uygulama imkânı da bulmuştu 1800′lerde.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
150
Carl von Clausewitz’in gayrı nizamî harp hakkındaki sözleri 19cu yüzyıldan bu yana hiç eskimedi. Özellikle de Türkiye’nin en büyük sorunu olan terörle mücadele konusuna ışık tutması bakımından:
“Gerilla buhar gibidir, ne kadar çok yüzeye temas ederse o kadar etkili olur. Düzenli ordu ne kadar geniş bir alana yayılırsa halkın ayaklanması orduyu o derecede taciz eder. Gerilla için için yanan bir yakıt gibi bitmeyen bir gerginlik oluşturur ve hedefini yavaş yavaş tüketir. Yanma tamamlanıp da alerler görünmeye başladığında düznli ordu ya geri çekilecektir ya da o topraklar onun mezarı oalcaktır”
Bu yazıya vesile olan kitap kendisi de bir Marxist olan T. Derbent’in Fransızca olarak basılan Giap ve Clausewitz adlı eseri. Komünist Giap üzerine yazılmış bir çok eser var tabi, özellikle de ingilizce. Ancak Derbent’in kitabı Clausewitz’in “küçük savaş” (isp. Guerilla = Savaşçık) kavramını kullanarak Vietnam’ın bağımsızlık mücadelesine bakması açısından ilginç.
“PKK… Ters giden nedir?” adlı yazıda gerek Marxist ayaklanmaların teorilerini sunan Mao, Che gibi isimlerden gerekse düzenli ordu tarafında savaşan David Galula gibi subaylardan alıntılar yapmış ve referanslar vermiştik.
Terör, asimetrik savaş, gerilla, isyan ve isyan bastırma üzerine yüzlerce kitap yayınlandı son yıllarda. Ne var ki ABD ordusunun terörle mücadele/isyan bastırma el kitabının son baskısı hâlâ yukarıda ve “PKK… Ters giden nedir?” makalesinde andığımız bir avuç esere yoğun olarak referans veriyor.
Sitemizde daha önce de gerilla savaşı ve daha özel olarak PKK ile mücadele konularına giren yazılar yayınlamıştık. Terörü stratejik, ahlâkî, dinî, psikolojik açılardan değerlendiren bu yazılardan işte bir kaçı:
Güneydoğu’da ölüm ve Medya Dili
Bu ülkenin çocukları cephane midir?
Terörist evlatlarımız ve Anzak leşlerimiz(!)
Vatanın bütünlüğü silahla mı korunur?
PKK’lıları affetmek
Ax! Welate min - Ah! vatanım
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
151
Demokrasiler intihar edebilir mi?
Mehmet Yılmaz
Sunuş: Devlet dediğimiz “aygıt” neticede insanlar arası şiddeti engellemek için var. Özgürlükler ancak devletin sağladığı güven ortamında doyasıya yaşanabiliyor. Ama devlet korumakla mükellef olduğu özgürlükleri korumak için insanları baskı altına almak isterse ne olur? Ya da demokratik yollarla özgürlük düşmanı bir parti seçilirse? Veya demokratik bir rejim “düşman” kabul ettiği bir siyasî partiyi kapatırsa?
Özgürlüğü korumak için özgürlükleri sınırlandırmak… Bütün demokrasilerin karşı karşıya olduğu bir paradoks bu. Tek bir doğru cevap bulmak oldukça zor görünüyor. Ülkelerin hukuksal olgunlukları, tarihleri ve hissettikleri tehditler kantarın topuzunun nereye konacağını belirliyor. Ve bu duruş o ülkenin özgürlükçü ya da totaliter bir ülke olmasını doğrudan etkiliyor.
AKP ve DTP hakkında açılan kapatma davaları aslında hukuk ve demokrasi üzerine önemli bir tartışma başlattı. Türkiye’nin rejim muhafızlarının cömertçe kullandıkları “meşru” bir güçtü söz konusu olan: Parti Kapatma! İnsanların oylarıyla meşruluk kazanmış bir parti sınırsız özgürlüğe sahip midir? Meselâ demokrasi düşmanı olan ya da teröre açıkça destek veren bir partiyi özgürlük adına meclise kabul edebilir miyiz? Peki kapatılması halinde seçmenlerine nasıl bir mesaj vermiş olacağız? Demokrasi ile kurumsallaşan diyalog devlet eliyle yok edilirse tarafların şiddete başvurmaları resmen meşrulaşmış olmayacak mı? Bütün bu sorulara cevap aramak için değerli araştırmacı Dr. Ekrem Ali AKARTÜRK’ün yazdığı bir kitaptan bahsetmek istiyorum. AVRUPA HUKUKUNA UYUM SÜRECİ AÇISINDAN TÜRK HUKUKUNDA SİYASAL PARTİ YASAKLARI. Uzun süren titiz bir çalışmanın ürünü olan kitabın Prof. Dr. Necmi YÜZBAŞIOĞLU tarafından yazılan önsözü ve içindekiler bu bağlantıdan okunabilir. Eser hem Türkiye’deki hem de Avrupa’daki parti yasaklarından bahsetmesi açısından oldukça zengin bir içeriğe sahip. Ancak kanımca en önemli özelliği hukuka
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
152
felsefî açıdan yaklaşan bölümleri. Hukuku ve mahkemeleri her sorunu çözen sihirli bir değnek gibi kabul etmek yerine varoluş sebebini ve temel amaçlarını hatırlatan, rejimleri ve bireyleri sorumluluklarının karşısına koyan bir yaklaşım. DTP davasının, AKP konusundaki gerekçeli kararın ve yeni anayasanın tartışıldığı şu günlerde konuya ışık tutması umuduyla kitabın sonuç bölümünü beğenilerinize sunuyorum. MY
İki yanı keskin bıçak: demokrasilerde parti kapatılablir mi?
Yazar: Dr. Ekrem Ali AKARTÜRK
Siyasal partilerin çoğulcu demokratik rejim içinde çok özgün bir yere sahip olması ve demokratik işleyişte olmazsa olmaz bir unsur niteliğini taşıması; partilerle demokratik rejimler arasında sıkı bir bağın bulunduğuna işaret ediyor. Gerçekten de, günümüzde, çok partili siyasal yaşamın bulunmadığı hiçbir rejim demokratik rejim olarak kabul edilmemektedir. Dolayısıyla, demokratik siyasal çoğulculuğun minumum standartını, serbestçe kurulup faaliyet gösterebilen partiler oluşturmaktadır. Bu nedenle, demokratik siyasal kültürün gelişip yaygınlaşması ile modern partilerin doğuşu ve demokratik işleyişteki artan rolü arasında senkronize bir ilişki bulunmaktadır. Öncelikle, siyasal bir olgu olarak, 19. yüzyıl başlarında ortaya çıkan partiler, liberal bireyciliğin de etkisiyle uzunca bir süre hukuksal tanıma görmemişler ve varlıklarını siyasal bir olgu olarak sürdürmüşlerdir. Ancak, I. ve II. Dünya Savaşları arasında Almanya ve İtalya’da ortaya çıkan totaliter partilerin, demokratik usullerden de yararlanarak iktidara gelmeleri ve demokratik düzeni baskı ve şiddet yoluyla yıkarak demokrasiye son vermeleri karşısında; demokratik rejime tehdide yönelen partilerin, hukuksal düzenlemeler yoluyla kontrol altına alınması ihtiyacı doğmuş ve yapılan hukuksal düzenlemelerle hem demokratik rejimin partilere karşı korunması; hem de partilerin hukuksal güvenceyle donatılması yoluna gidilmiştir.
Demokratik rejimin kendi varlığını, onu tehdit eden ideolojik yapılanmalara karşı koruması, militan demokrasi anlayışını biçimlendirirken; bu anlayış beraberinde bir dizi yeni sorunlar; soru işaretleri de yaratmıştır. Her şeyden önce, temel bir hak olarak kabul edilen parti özgürlüğünün ve ifade özgürlüğünün ya da genel anlamda siyasal faaliyet özgürlüğünün sınırlanmasında hangi ölçüt esas alınacaktır? Söz konusu hak ve özgürlüklerin kullanımının sınırlanması ile demokratik rejimin korunması arasındaki bıçak sırtı hassas denge nasıl kurulacaktır? Dahası, militan demokrasi anlayışı ile ortaya çıkan ve özünde siyasal olguların bulunduğu bu sorunların çözümünde hukuk nereye kadar anahtar bir rol oynayabilir?
Demokratik çoğulculukla parti yasaklama rejimi arasında gerilimli bir ilişkinin bulunduğu yadsınamaz. Bu gerilimli ilişki, aşırı parti yasaklarının bulunduğu, demokratik siyasal kültürün henüz yeterince yerleşmediği ülkelerde kendini daha şiddetli hissettirebilmektedir. Siyasal düşünce ve faaliyet özgürlüğünün örgütlü kullanım mekânı olan siyasal partiler, çoğulcu demokrasinin ilke ve gerekleri ile çatışmadıkları sürece, demokratik işleyişin en işlevsel mekanizması olarak varlıklarını sürdürebilmelidirler. Ancak, bu aşamada, çoğulcu demokrasinin ilke ve gereklerinin somutlaştırılması ve sınırının iyi saptanması önem kazanıyor. Demokrasi kavramı, belli bir içerik ve nitelikten yoksun usuli yöntemler biçiminde mi algılanmalıdır; yoksa aynı zamanda onun belli değer ve ilkeleri içeren bir niteliğe de sahip olması gerekir mi?Konu, Türkiye açısından da büyük önem taşımaktadır.
Gerçekten de, Türk Hukukunda siyasal partilerin yasaklanması rejimi, öteden beri, Türkiye’nin kendine özgü koşulları ile çoğulcu demokrasinin evrensel ilkeleri açısından yoğun olarak tartışılmaya devam ediyor. Uygulamada ise, 26 siyasal parti hakkında Anayasa Mahkemesi tarafından kapatma
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
153
kararı verilmiştir. Avrupa Konseyi’ne üye devletler kapsamında, kapatılan siyasal parti sayısı açısından Türkiye, büyük bir farkla ilk sırada yer alıyor. AB’ye tam üyeliği hedefleyen Türkiye’nin, parti yasaklama rejimini, Avrupa Hukuku ölçütleri ile uyumlu hale getirmesi ve bu yönde oluşan demokrasi açığını gidermesi; Birliğe üye olabilmek açısından da büyük önem taşıyor. Gerçekten de, 10-11 Aralık 1999 tarihli Helsinki Zirvesi ile birlikte AB’ye aday ülke konumuna gelen Türkiye, 3 Ekim 2005 tarihinden itibaren AB ile katılım müzakereleri sürecine girmiştir. Dolayısıyla, Türk Hukuku, parti yasaklama rejimi alanında da gerek İHAM kararlarını; gerek Avrupa Konseyi nezdinde oluşturulan Venedik Komisyonu ilkelerini ve gerekse AB’ye üyelik koşullarını belirleyen “Kopenhag Siyasal Kriterleri”ni göz önünde bulundurarak; Avrupa Ortak Siyasal Partiler Hukuku ile bütünleşmenin gerektirdiği adımları atmak durumundadır. Şu ana kadar, bu yönde gerçekleştirilen ilerlemeler kayda değerdir. Özellikle, 1995 yılından itibaren parti yasaklama nedenlerinin Anayasada sayılanlarla sınırlanması ve parti tüzel kişiliğine ve mensuplarına görece daha orantılı yaptırımların uygulanması; İHAS gibi uluslararası sözleşmelerin iç hukuka üstün sayılması, hatta İHAM kararlarının yargılamanın yenilenmesi nedeni olarak kabul edilmesi bu alanda atılmış kayda değer adımlardandır. Bununla birlikte, halen gerek mevzuatımızdan gerekse uygulamadan kaynaklanan eksikliklerin bulunduğu kabul edilmelidir. Şu ana kadar, ortaya konan sorunların ve tartışılan çözüm önerilerinin ışığında, ülkemizdeki siyasal parti yasaklama rejiminin Avrupa standartlarına uyumu konusunda bir sonuç değerlendirmesi yapmak gerekirse şunlar söylenebilir:
- Türkiye’de, uzun bir geçmişe dayanan demokrasi geleneği ve bunun yarattığı gelişmiş bir demokratik siyasal kültür henüz yeterince oluşmamıştır. 1923-1945 yılları arasında yaşanan tek parti deneyiminden sonra çok partili siyasal yaşama geçilmesi; siyasal çoğulculuk yönünde atılmış çok önemli bir adımdır. Ancak, o dönemde yürürlükte bulunan 1924 Anayasası’nın, iktidar -muhalefet ilişkilerini sağlıklı bir dengeye oturtacak düzenlemelerden yoksun olması ve uygulanan seçim sisteminin de etkisiyle, hedeflenen çoğulcu siyasal yapı gerçekleştirilememiş ve iktidar çoğunluğunun baskıcı yöntemlerinin yol açtığı siyasal gelişmeler, 27 Mayıs 1960 İhtilali ile sonuçlanmıştır. Böylece, çok partili siyasal yaşamın ilk 15 yıllık dönemi, hem bizzat partilerin de demokratik rejim için tehlike ve tehdit unsuru oluşturabileceğini; hem de özellikle muhalefet partilerinin siyasal iktidara karşı anayasal düzeyde korunması gereğini ortaya koymuştur.Weimar Anayasası’nda olduğu gibi, 1924 Anayasası’nda da siyasal partilere yer verilmemiş olması ve bu eksikliğin demokratik parlamenter sisteme olumsuz yansımaları, ayrıca, partilerin anayasal statü kazanması yönünde Avrupa’da yaşanan anayasal gelişmeler; 1961 Anayasası’nda siyasal partilere yer verilmesi zorunluluğunu doğurmuştur. Bu nedenle, 1961 Anayasası, iktidar ve muhalefet partileri arasında demokratik parlamenter sistemin gereklerine uygun sağlıklı bir denge kurmaya özen göstererek; hem kuruluş ve faaliyet özgürlüğü açısından partileri anayasal güvenceyle donatmış; hem de demokratik rejimi koruma aracı olarak parti yasaklama rejimini devreye sokmuştur.1982 Anayasası’nda ise, partilere anayasal güvence tanınmakla birlikte, 1961 Anayasası’na oranla yasaklar örgüsü genişletilmiş; devletin korunması, demokratik rejimin korunmasının önüne geçmiştir. Bu açıdan, 1961 Anayasası’nda militan demokrasi anlayışı egemen iken; 1982 Anayasası’nda militan devlet anlayışı baskındır. Her iki Anayasa arasındaki bu fark, parti kapatma pratiğine de yansımıştır. Gerçekten de, 1961 Anayasası döneminde beş siyasal parti Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılırken; 1982 Anayasası döneminde bu sayı beş kat artmıştır. Bu artışta, Anayasa’daki parti kapatma nedenlerine yenilerini ekleyen ve geçici 15. madde engeli nedeniyle 3.10.2001 tarihine kadar Anayasa’ya uygunluk denetiminin dışında tutulan 2820 sayılı SPY’nin de önemli bir payı bulunmaktadır. Tabi buna parti kapatma davalarına bakmakla görevli Anayasa Mahkemesi’nin özgürlük lehine yorum (indubio pro libertate) yerine pozitivist ve statükocu yorum tarzını benimsemesi de eklenmelidir.Buna karşın, AB üyeliği hedefi doğrultusunda 1982 Anayasası’nda yapılan 1995 ve 2001 Anayasa değişiklikleri parti yasaklarını kısmen de olsa çoğulcu demokrasinin standartlarına yaklaştırmıştır. Ne var ki, 1982 Anayasası parti yasakları konusunda da
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
154
halen 12 Eylül Rejiminin izlerini taşımaktadır. 2820 sayılı SPY ise, 4445 sayılı uyum Yasası ile değişikliğe uğramasına karşın demokratik standartlar açısından yürürlükteki Anayasa’nın da gerisindedir. Bu Yasa mutlaka sadeleştirilmeli ve anayasal dayanağı olmayan parti yasakları ayıklanmalıdır. Parti kapatma davalarına ilişkin olarak, AYM ile İHAM arasındaki yaklaşım farklılıklarının giderilmesi herşeyden önce Anayasa’nın 68. ve 69. maddelerindeki parti yasaklarının Avrupa ölçütleri ile uyumlu hale getirilmesine bağlıdır. Parti yasaklama rejimine ilişkin Avrupa ölçütlerini ise, İHAM kararlarından ve Venedik Komisyonu’nun geliştiriği ilkelerden çıkarmak mümkündür:
-Demokratik bir toplumda parti kapatma en son çare olarak başvurulması gereken radikal ve istisnai bir önlem olmalıdır. Anayasal düzenin barışçıl ve hukuka uygun yöntemlerle değiştirilmesinin savunulması ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir.
-Parti kapatma yaptırımının uygulanması; bir partinin ancak, şiddeti savunması, teşvik etmesi; yıkıcı ve terörist faaliyetleri desteklemesi durumunda haklı görülebilir. Bu çerçevede ırkçılık, yabancı düşmanlığı, cihada çağrı şiddet savunusunun görünümleri olarak değerlendirilmektedir. Ancak, şiddet kullanımının savunulması, kapatma yaptırımının uygulanması için yeterli değildir. Aynı zamanda, kapatılması istenen partinin anayasal düzen ve bireysel özgürlükler için gerçek bir tehdit veya tehlike oluşturması gerekir.
-Tehdit veya tehlikenin, kapatma yaptırımına başvurmadan daha hafif ve orantılı yaptırımlarla ortadan kaldırılıp kaldırılamayacağı değerlendirilmelidir. Bu açıdan, tehdidin derecesi ile orantılı yaptırım modellerinin geliştirilmesi gerekir. Her ne kadar, Anayasamızda, “devlet yardımından yoksun bırakma”gibi kapatma dışında bir yaptırım türünün öngörülmüş olması bu alanda atılmış olumlu bir adım olarak değerlendirilse bile, söz konusu yaptırım ile kapatma yaptırımı arasında önemli bir uçurum bulunmaktadır. Bu uçurumun giderilmesi için orantılı yaptırım modellerinin çeşitlendirilmesi ve kapatma ile kapatma dışı yaptırım nedenlerinin birbirinden ayrılması gerekir.
-Partinin eylemleriyle test edilmedikçe, tüzük ve programa dayalı kapatma yaptırımı uygulanmamalı; bu tür aykırılıkların kapatma nedeni olabilmesi AYM tarafından verilecek ihtar kararına uyulmaması koşuluna bağlanmalıdır.
-Partinin, kendi üyelerinin söz ve eylemlerinden sorumlu tutulabilmesi için; bu üyelerin davranışlarının parti programının, partinin siyasal amaçlarının bir sonucu olması ya da bu yasa dışı davranışların parti tarafından desteklendiğine ilişkin kanıtların bulunması gerekir. Eğer parti ile üyenin davranışları arasında böyle bir bağlantı kurulamıyorsa; bu durumda sorumluluk bireysel olarak parti üyesinin yargılanması ile sınırlı tutulmalıdır.
-Parti yasaklama rejimi özü itibarıyla özgürlükçü demokratik düzenin korunması amacına hizmet etmelidir. Aksi takdirde, doğrudan devletin mevcut anayasal yapısının korunması ve bu yapının değişmez değerler sistemi olarak kabul edilmesi demokratik siyasal çoğulculukla bağdaşmaz. Ayrıca kabul etmek gerekir ki, özgürlükçü demokratik rejimin korunmasında hukuk sınırlı bir işleve sahiptir. Demokratik rejimin en temel güvencesi, hak ve özgürlüklerinin bilincinde olan demokratik toplum modelidir.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
155
Düz Dünyadan Kaçış Yok
Mustafa Akyol
New York Times gazetesinin ünlü köşe yazarı Thomas Friedman’ın “Dünya Düz” (The World is Flat) adlı kitabını bir köşeye not edin. Mümkünse okuyun veya özetlerine göz atın. Çünkü 21. yüzyılda dünyanın nasıl bir yer olacağına ve bunun bizleri nasıl etkileyeceğine dair isabetli bir sezgiye sahip olmak için, Friedman’ın sözünü ettiği olguyu anlamak, dünyanın giderek “düzleştiğini” kavramak şart.
Friedman’a göre dünyanın düzleşmesi, farklı kültürlerin birbirine bağlanmasını ifade ediyor. Dünyanın “düz” olmadığı çağların - yani 90′lı yıllar öncesindeki tüm tarihin - özelliği, dünyadaki farklı kültürlerin coğrafi engeller ve siyasi sınırlarla birbirlerinden büyük ölçüde izole edilmiş olmaları. Denizler, okyanuslar, vadiler, dağlar veya dikenli tellerle ayrılan toplumların her biri kendine ait bir kültür ve yaşam biçimi geliştiriyor.
Ama 20. yüzyılın sonlarında gelen bir devrim, tüm bu coğrafi engelleri bir anda kaldıyor. Devrimin adı, kişisel bilgisayar. Internetle birbirine bağlanan bilgisayarlar, yüzmilyonlarca insanın birbirine anında ulaşmasını sağlıyor. Hindistan’ın dağında yaşayan bir genç, sabah uyandığında New York’ta yayınlanan gazeteyi okuyabiliyor veya üye olduğu internet grubundaki Slav, Arap, Çinli ve Latin arkadaşlarıyla yazışıp-tartışabiliyor.
Kuşkusuz insanlığın büyük bir bölümü bu teknolojik devrimin henüz içinde değil. Ama “bilgisayarlılaştırılanların” sayısı ve oranı giderek artıyor. “Düzleşme” yayılıyor. Zihinsel Sınırlar Kalkıyor
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
156
Bunun en büyük sonucu, insanlar arasındaki zihinsel sınırların giderek kalkıyor olması. Düz dünyaya adım atan insanlar, kendilerini yetiştirmiş olan toplumların sunduğu kültür ve değerlerden daha farklı bir evrenle karşılaşıyorlar. Internet üzerinde tüm felsefeler, ideolojiler, inançlar, inançsızlıklar serbestçe dolaşıyor. Hindistan’ın dağındaki genç, internet olmasa hayat boyu haberdar bile olmayacağı bir fikre, bir “tıklama” ile ulaşıyor.
Bu açılımın kapalı toplumları ve kapalı rejimleri çözülmeye zorlayacağına kuşku yok. “Düz dünya”nın insanları “biz bize benzeriz” söylemlerine inanacak, “kendilerine rağmen, kendileri için” yönetilecek pasif kitleler oluşturmuyor çünkü. Hepsi aktif ve düşünen birer “birey”.
Dünyanın düzleşme süreci, geleneksel kültürler içinse hem bir tehdit, hem de - eğer değerlendirebilirlerse - bir fırsat. Tehdit, çünkü artık geleneksel kültürleri geleneksel yöntemlerle korumak zorlaşıyor. Çocuğunuza sadece bir dizi “doğru” öğretmeniz yetmiyor; iki gün sonra internete girecek ve o doğruların sorgulandığı kaynaklarla karşılaşacak çünkü. Sonra da belki başka doğrulara inanacak veya “kültürel relativizm”de karar kılıp “doğru yoktur, farklı zanlar vardır” diyecek. “Dur şuna bir de ben bakayım” dediğinizde belki de sizin de kafanız karışacak. “Tehdit”, burada…
Fırsat ise, düz dünyanın getirdiği yayılma özgürlüğünde. Eskiden coğrafi engeller ve sınırlar yüzünden belirli bir alana sıkışan kültürler ve fikirler, artık dünyanın her noktasına kolayca ulaşabiliyor. Friedman buna “lokal olanın globalleşmesi” diyor. Lokal olanı globalleştirmek için artık Ertuğrul gemisini Japonya’ya göndermeniz gerekmiyor; klavyeyi iyi kullanabilmeniz yeterli. Google’da Serbest Rekabet
Denebilir ki, tehditlerin ve fırsatların aynı anda bir arada bulunduğu bu “düz dünya”, düşünceler kültürler, ve hatta dinler arasında bir “serbest rekabet” alanı. Bu rekabet alanında işlerin nasıl gittiğini görmek için, çok basit bir “araştırma” yaptım. Google, biliyorsunuz, internetin en güçlü ve en popüler arama motoru. Google’ın bir de dünyadaki internet sitelerini içeriklerine göre kataloglayan “Directory”si var. Buraya girdim ve “religion” (din) bölümüne göz attım. Gördüm ki Hıristiyanlıkla ilgili internet sitelerinin sayısı 93 bin 285. Yahudilik’le ilgili 2834 site var. İslam’la ilgili site sayısı ise sadece 2477. (Dünyadaki Yahudi nüfusunun Müslüman nüfusunun yüzde 1 veya 2’si kadar olduğunu unutmayın.) Bu, İslam dünyası adına bir çarpıcı geri kalmışlık tablosu.
Kuşkusuz mesele site üretmekten ibaret değil. Önemli olan, modern dünyayı anlayan, doğrularını ve yanlışlarını kavrayan, dinin özü ile onun etrafında inşa edilmiş insani yapıları birbirinden ayrıştırabilen ve sonra da çağın gerek duyduğu yeni yapıları üretebilen bir perspektif geliştirmek.
Müslümanlar “düz dünya”da bunu başarabilecekler mi? Başarmaları için ne yapmaları gerek? “Düz dünya” Türkiye için ne ifade ediyor? Bu soruları sonraki yazılara bırakıyorum. Ama şimdilik şunu bir kenara yazın: Düz dünya giderek yayılıyor ve bundan geriye dönüş yok. Gelecek vizyonunu bunu görerek inşa etmek gerekiyor.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
157
A’mâk-ı Hayâl (Filibeli Ahmet Hilmi)
T.Suat Demren
A’mâk-ı Hayâl’ i okudunuz mu?
Filibeli Ahmet Hilmi ‘nin muhteşem bir eseridir. Bir felsefî hikayeler dizisi diyebileceğimiz A’mâk-ı Hayâl, iyi bir eğitim görmüş, düşünen, arayan, gerçeğe susamış bir genç olan Raci adlı roman kahramanının şahsında bir mürîdin ’seyr-i sülûk’unu anlatır. Raci, Aynalı Dede lakablı, meczup görünümüne karşın kemal ve irfan sahibi bir rehberin manevi terbiyesi altında, gönül aleminin derinliklerine yaptığı yolculuklar neticesinde, alemde Allah’tan başka bir varlık olmadığını, bu alemin Allah’ın sıfatlarının tecellisi olduğunu anlar. (Tasavvufun bir yorumu) İnsan alemin özü, özeti, meyvasıdır. Alemin yaratılış amacıdır, Rabbinin halifesidir. Alemdeki her varlık, Allah’ın bir adının, bir sıfatının tezahürü iken, varlıkların sonu olan insan, Allah’ın tüm sıfatlarının tecellisine mazhardır.
Filibeli Ahmet Hilmi kitabın(1) girişinde “birkaç söz” başlığı altında şunları yazar:
Bu kitabı, gerçeği arama kaygısı taşıyan yürekler, hayatın sonuyla ilgili konuları seven insanlar zevkle okuyabilirler. Bir asırdır bu memleket ve millet çok Raci’ler yetiştirdi ve daha birçokları yetişecektir.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
158
Okuyucularımıza sunduğumuz bu hikayeler -hikaye mi acaba?!- ilgi görecek olursa kendimizi mutlu sayarız. Çünkü bu hikayeye gösterilecek ilgi ciddi konulara ilişkin birer eğilimin bulunduğunu gösterir ki bu, değerli okuyucularımız için hiçte yadsınacak bir durum değildir. Bu büyük millette gerçeğin arayışı endişesiyle dolu binlerce duyarlı yüreğin mevcut olduğunu dost düşman herkes görmüştür.
Filibeli’nin bu temennileri boşa çıkmamış, A’mâk-ı Hayâl büyük ilgi görmüş defalarca baskı yapmış, halen de aynı ilgiyi görmeye devam etmektedir. (Sadeleştirilip kuşa döndürülmüş hali tabii..)
Raci, 4 yıl süren arayış, şüphe devrinden sonra iyice yorgun düşer. Bu dönemde sıkıntılarını dindirici etkisi nedeniyle kendisini eğlenceye vermiştir. Bu eğlencelerin geçici hazlarından sonra yine aynı aklî işkencelere maruz kalmakta ve kuşku denen canavar bütün benliğini, aklını, kalbini kavurmaktadır.
Yine bu eğlencelerden birinde, güzel bir bahar günü arkadaşlarıyla pikniğe gider. Gittikleri yerde başka insanlarda vardır. Güzel bir yer bulmak umuduyla dolaşırken iki hırpanî kılıklı adamın bulunduğu bir yeri beğenirler. Ve adamların 3-5 metre yanına malzemelerini koyarak, dinlenmeye çekilirler. Raci tesadüfen bu pejmürde adamların yanına düşmüştür. Adamlar aralarında konuşmakta, Raci de dinlemektedir.
Raci’nin anlatımıyla devam edelim(2):
“*…+ Ellili yaşlarında görünen biri konuşuyor, daha genç olan dinliyor, bazen soru soruyordu. Konuşmalarından, önce deli olduklarına hükmettim. Gerçekten deliydiler. Ama delilerin meczup denilen türlerinden. İşin tuhaf tarafı, bu iki pejmurdenin delice konuştukları konular, beni oldum olası meşgul eden şeylerdi. Yaşlı olan genç deliye (gerçekte yalnız Allah’ın varlığının mevcut olduğundan bahisle/ TSD) şöyle diyordu:
*…+ Zaten hiç ile hep, birin ta kendisi, bir şeydirler! Ama cahil kalabalıklar bir şeyi iki farklı adla anıyorlar!…”
Diğer konularda benzer şeylerdi. İyice şaşırmıştım. İster istemez söze karıştım “Tuhaf! Varla yok hiç bir olur mu? Örneğin ben şimdi varım, yarın yok olacağım. Bu ikisi arasında fark yok mu?” dedim. Deli başını çevirdi. Kahkayı bastı :
“Vay! Sen varsın ha?! Acaba var mısın?”
Bu önemli soruyu kendi kendime çok sormuştum. Bu soru yüzeysel bir bakışla anlamsız hatta alay konusu olarak görülebilir. Ama öyle değildir. Eğer varsam, neden yok olacağım? Yok olmayacaksam, ruhum baki mi kalacak? *..+ Ve daha cevabını bulamadığım bir çok soru. Deli ekledi :
Ama ben varım. Çünkü hiçim ve yokum. Vücudum mutlaktır. Yok olma sınırlıdır. Mutlak olan vücuttur. Mevcuttur.”
Bundan sonra sustu. Hiçbir soruma cevap alamadım. Sonunda ısrarlı sorularımdan rahatsız oldu. Arkadaşına :
“Haydi gidelim, bu hayvan bizi zevkimizden alıkoydu.” dedi.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
159
Kalkıp gittiler. Ne tuhaf! Perişan görünümlü bir deli, mükemmel tahsil görmüş bir insana hayvan diyebiliyordu!”
Daha sonra Raci bu düşüncelerle daha da tuhaflaşır. Süreki aynı soruları kendine sormakta aklen delinin ne demek istediğini bir türlü anlayamamaktadır. Piknikten sonraki ikinci günde kahvehane yolunda, her zaman geçtiği bir mezarlığın önünden geçerken, mezarlığın kapısının açık olduğunu görür. Mezarlığın içinde bir kulübe vardır. Terk edilmiş sandığı kulübenin kapısını açtığında içeriden eski püskü elbiseler giymiş birisi çıkar.
Elli yaşlarında olduğunu tahmin ettiği adamın başında yeşil bir takke vardır ki kırk elli ayna parçası yapıştılarak süslenmiştir. Birçok kumaş parçaları yamanarak yapılmış ve gökkuşağını andıran yırtık cübbesine de ayna teneke türünden şeyler dikilmiş, yapıştırılmıştır. Bu görüntüye gülmemek ele değildir. Ama bakışlarında o kadar hoş bir yumuşaklık ve alçak gönüllülük, çehresinde o kadar hüzünlü bir donukluk vardır ki Raci gülmediği gibi kendisine doğru bir adım atar.
Yine Raci’nin ağzından devam edelim :
“Kıyafetiyle tam bir tezat oluşturan bir ciddiyet içinde yavaş ve ahenkli bir sesle:
-”Safa geldiniz nurum, buyrunuz” dedi ve kulubesinden çıkardığı bir hasır parçasını yere serdi. Oturdum. Sırtımı kulübeye dayamıştım. Ön tarafımızda on beş kadar iri taşlı ve güzel sülüs yazılı mezarlar, sağ ve sol yanımızda sık dikilmiş ağaçlar bulunuyordu. Kulübenin sahibi bir kere daha içeri girdi, mangal işini gören bir çömlek getirdi. Bir daha girdi, eski bir cezve, iki fincan, bir ibrik, bir tütün tabakası, birkaç teneke kutu çıkardı. Kuru ot ve çerçöple yaktığı ateşe cezveyi sürdü. Tekrar :
“Safa geldiniz nurum! Nasılsınız, iyi misiniz?” dedi.
“Allah’a hamdolsun” dedim.
Adamın ciddiyetiyle kıyafeti arasındaki arasındaki tezat beni şaşırtmıştı. Tekrar söze başlayarak:
“Adınız nedir?” dedi.
“Ahmet Raci.”
“Ahmet Raci mi? -gülerek- “Beşeriyetin adını ellerinden almışsın nurum! İnsan türü o kadar çaresiz, zayıf ve muhtaçtır ki hayatını ricayla sürdürür. Raci demek, insan demektir.” dedi. Bu mükemmel sözler üzerine şaşkınlığım bir kat daha arttı. Merakla sordum:
“Sizin adınız nedir?”
“Benim adım çoktur, her yerde bir ad ve lakapla anılırım. Burada üzerimdeki aynalardan dolayı “Aynalı Dede” namıyla tanınırım. Ama istersen Adem Baba de.”
Bir süre düşündükten sonra kendimi daha fazla tutamayarak şöyle dedim:
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
160
“Azizim, kemal sahibi bir kimse olduğunuz ortada. Böyleyken kemalinizi bu garip kıyafetin altında gizlemenizin nedenini anlayamıyorum.”
“Cevabı çok basitir.” -Kahveyi pişirip fincanımı doldurduktan sonra konuşmasını sürdürdü-:
“Herkes süse meraklıdır. Birçoğu büyük paralar harcayarak türlü türlü elbiseler diktirir. Ben de bu tür elbiseden hoşlanırım.”
Aldığım cevap, akla uygun değildi. Kafamda tarttığımda akılcı olmadığını görerek kendi düşüncemi söyledim. Bana şu cevabı verdi:
“Açıklamamı akılcı bulmuyorsunuz. halbuki bence akla uygundur. Elli yaşında bir adamın tanesini on, bazen yirmi kuruşa alıp boynuna taktığı ve adına boyun bağı dediği bir yuları akla uygun gördüğünüz halde külahıma taktığım ayna parçaları neden akla uygun olmasın? Tut ki her ikisi de insan münasebetsizliğini, deliliğini göstersin! Bu durumda bile benim deliliğim daha akla uygun ve daha mantıklıdır”
Birdenbire aklıma daha parlak bir fikir geldi. Deli kılığına girmiş bir bilge olma ihtimali bulunan Aynalı Dede ile ciddi konular hakkında konuşmak isteyerek:
“Sultanım, siz bu viranede gömülü bir hazinesiniz, bense bilgeliği arayan avareyim. Sizden yararlanmama izin verir misiniz? Lütfen elinizi verin, öpmek istiyorum.”
“El öpmek?!” -şaşırarak-: “Niçin? İstersen konuşalım. Ama sözden ne çıkar! Şimdiye kadar kimbilir kaç hayvan yükü kitap okudun, ne anladın? Hiç değil mi? İnsanların bilgileri nedir? Arzularını gidermek ve zanatlarını geliştirmek için edindikleri birşeydir. Peki Hakk ve hakikate ilişkin ne bilirler? Hiç! Akli denklemlerle Hakk’ın varlığını bulmak mümkündür. Ama bilmek, anlamak mümkün mü? Ne konuşalım! Harf dizisiyle bilgeliğin aslına ulaşılabilir mi?”
O an garip bir duyguya kapıldım. Koca bir medeniyetin, insanlığın binlerce yıllık birikiminin eseri olan bilgileri hor gören bu garip kılıklı delinin sözlerindeki büyüklük, ben de bir aşağılık kompleksine yol açmıştı. Çok alçalmış, çok küçülmüştüm. Ağzımı bile açmadan, yardım ve acıma uman bakışlarımı ona diktim…”
Bundan sonra Raci’nin Aynalı Dede’nin refakatindeki ’seyr-i süluk’u anlatılıyor. Yani kitap asıl buradan sonra başlıyor. Tasavvufun bütün öğelerini çeşitli dinlerin anlatılarıyla süsleyerek anlatan Filibeli Ahmet Hilmi, Raci’ye Aynalı Dede’nin ve ‘ney’in refakatinde; yokluk tepesi, ışıkla karanlığın savaşı, körler ülkesinde mor şeytanlarla ilgili tartışma, anka kuşunun sırtında evrende yolculuk, Kaf dağını arayış, azamet denizinde doğup, fındık kabuğunda kaybolan tecelli şelalesi, ebedi muamma ve nur dağında marifet ile konuşma, Hürmüz’le Ehrime’nin mücadelesi, aşk aynasının sorusu, kambur felekle kör talihin nasip dağıtması, ulular meclisi gibi olağanüstü hallere şahadetle; aklın kavrayamadığı, sembollerin ardındaki, tüm varlığı yaratan sonsuz gerçeği keşfettiriyor.
Hakikati arayanlara ne mutlu!…
***
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
161
Zevk-i dünyaya firîb olmadılar ehl-i kemal/Bildiler hasılı hep zıll u huve’l-lu’b u hayal
Zevke teşbihi cihanın hele rüyaya misal/Damen-i aşkı tutup buldu kamu kurb-u visal..
Aynalı Dede
(1) A’mak-ı Hayâl - Yeditepe Yayınları. İst.2.Baskı. S.17
(2) A’mak-ı Hayâl - Yeditepe Yayınları. İst.2.Baskı. S.25-31
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
162
Türk Korkusu
Mehmet Yılmaz
« Bu kanlı hayvanı, çarmıha gerilmiş İsa’nın düşmanı olan acımasız ejderhayı görmüyorsunuz belki de? Elbette şu kâfir Türklerden bahsediyorum. Önce Şark’ı yerle bir ettiler ve iğrenç kokan nefesleriyle sayısız Hıristiyanı zehirlediler. Şimdi İtalya’ya yaklaşıyorlar ve bir harabeye çevirmek istedikleri Roma kilisesine saldırıyorlar. »
Bu satırlar 16cı ve 17ci yüzyıllarda gerçek bir best-seller olan ve hemen bütün Avrupa dillerine çevrilen bir kitaptan, « Türklerin gelenekleri ve gizli kötülükleri » adlı hatırattan. Aslı Latince olan kitabın yazarı Macaristanlı Georges 1526’da Osmanlıların eline esir düşüyor ve 13 yıllık esareti sırasında önce Müslüman oluyor ardından da Bektaşi . Macaristanlı Georges’un verdiği teknik bilgiler o kadar ayrıntılı ve bugünkü bilgilere o kadar yakın ki söylediklerinde samimi olduğunu düşünüyor birçok tarihçi.
Bizim Kur’an’dan daha doğrusu Kehf ve Enbiya surelerinden tanıdığımız Yecüc ve Mecüc (Batı dillerinde Gog ve Magog) Avrupa’daki inanışa göre dünyanın en doğu ucunda (bazılarına göre Kafkasya’da) yaşayan insan yiyen korkunç yaratıklar. Bronz bir kapıyla kapatılmış duvarların arkasına hapsedilmiş köpek başlı canavarlar söz konusu kimi rivayetlere göre. Ahiret günü bu kapılar açılacak ve Kıyamet’in ilk ateşlerini işte bu yaratıklar yeryüzüne taşıyacaklar.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
163
Savaş meydanı İşte Osmanlıların durdurulamaz ilerleyişi Türklerin bu Gog ve Magoglardan olduğu inancını yayıyor 1400’lü yıllarda. Gerçekten de 1444’te Varna, 1448’de Kosovo savaşları , ardından da 1453’te İstanbul’un fethi Avrupalıları öylesine korkutuyor ki böyle büyük yenilgilerin ancak Tanrı tarafından kendilerine verilmiş bir ceza olabileceğini düşünüyorlar.
Peki ama 500 yıl öncesinde kalmış askeri yenilgiler nasıl oluyor da bugün hayatta olan Avrupalıların ortak hafızasında bir Türk korkusunu böyle diri tutabiliyor? Osmanlı ne ilk ne de son ordu Avrupa’yı korkutan. Hun ve Viking akınları, Arapların İspanya’yı almaları ve bugünkü Fransa’nın içlerine, Poitier’ye kadar gelmeleri, İngilizlerle yapılan Yüz Yıl Savaşları, 100 milyon insanın ölümüne yol açan II. Dünya Savaşı … Bütün bunlar Türk korkusunun yerine başka bir korkuyu koymaya yetmedi. Neden?
Bir ipucu 1461’de Papa II. Pius’un Fatih Sultan Mehmet’e yazdığı mektupta bulunabilir:
“Kusursuz bir Hıristiyan olmak için Türk’ün neyi eksik? Oruç tutuyorsunuz, sadaka veriyorsunuz, hacca gidiyorsunuz, verdiğiniz sözü tutuyorsunuz. Merhametli ve misafirperversiniz. Bütün farkımız bir kaç damla su”.
Fatih’i Hıristiyanlığa davet eden bu mektupta “bir kaç damla su” elbette vaftiz suyunu kastediyordu. Osmanlıların diğer yabancı ordulara bakarak önemli bir farkı vardı : Avrupalıyı “Avrupalı” yapan ne varsa “Türk” o alanların hemen hepsinde Avrupalı’dan üstündü. Dönemin bir çok tarihçisi Istanbul’a Roma Rediviva (Dirilmiş Roma – Dünyanın yeni başkenti) demiyorlar mıydı?
Avrupalının en gurur duyduğu savaşçısı Frank şövalyeleriydi. Gelin görün ki Haçlı savaşlarından sonra yaygın deyim “nullus homo naturaliter debet esse miles nisi Franci et Turci” oldu. (Franklar ve Türkler dışında kimse şövalye olduğunu söylemesin)
Barış zamanı
Sanatı, kültürü, mimarîsi ile de Doğu Batı’yı kıskandırıyordu. Hamamları, kahvesi, nargilesi, zengin mutfağıyla Osmanlı ne Vikinglere ne de diğer yağmacılara benziyordu.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
164
Özetle Türk’ün üstünlüğü savaş meydanıyla sınırlı kalmıyordu. Meselâ devlet organizasyonunda Türk Avrupalıyı kendine hayran bırakıyordu. 16cı yüzyılda İstanbul’da görev yapan bir büyükelçi yazdığı mektupta şöyle diyor:
“Türklerin ülkesiyle bizim ülkemizi karşılaştırdığım zaman korkudan titriyorum. Onlarda cemiyette yükselmek için bilgi, beceri ve çalışkanlık yeterli. Bizde ise soyluluk şart. Bunun için Türkler giriştikleri her işte başarılı oluyorlar.”
Toplumsal yapı ve ahlakî konularda Avrupalıların algısını Macaristanlı Georges’dan dinleyelim :
“İstisnasız gittiğim her yerde, bütün Türk ülkesinde kadınların ahlakı ve erdemi bizimkilerin çok üzerinde. Kıyafetleri sade, bedenleri örtülü. Ev dışındaki davranışları asla yabancı bir erkeğin dikkatini çekecek şekilde değil… *Daha sonra kendi ülkesindeki kadınlara hitaben+ Ah kadın, sineni, bacaklarını açıkta bıraktığın, yabancı erkeklerin bakışlarını çektiğin hatta zina yaptığın zaman evlilik bağına sadık kaldığını mı zannediyorsun? Ya bütün bunlara göz yuman kocan?”
Kadın-erkek ilişkilerindeki farkların şaşırttığı tek kişi Macaristanlı Georges değil elbette. Suriye’li bir prens olan Usama ibni Munkid hayretle şunları aktarıyor günlüğünde :
“*Haçlılardan+ bir karı-koca görüyorsunuz dolaşıyorlar, kadın başka bir adamla sohbete dalıyor, kocası uslu uslu tek başına yola devam ediyor.”
Türk bilmecesi Katolik Ispanya ve Portekiz’in Müslüman ve Yahudi vatandaşlarına Engizisyon yoluyla eziyet ettiği hatta soykırım yaptığı yıllarda Osmanlı Yahudi ve Hıristiyan tebasına devlet yönetimi de dahil olmak üzere önemli sorumluluklar ve yükselme imkânı tanıdı.
Hıristiyan olup da Osmanlıya büyük sadakat gösteren Sırp, Ermeni, Gürcü hatta Venedikliler Avrupa için hep çözülmesi imkânsız bir bilmece oldular. Bilgi ve becerilerine uygun saygı ve refahı Hıristiyan toprağında bulamayan Hıristiyanların Müslüman bir sultan’ın emrine böyle gönüllü girmeleri Kilisenin
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
165
siyasî doktrinleri için tam bir yıkım demekti. Avrupalı kendini ideolojik düzlemde de alt eden Türk’e karşı asırlarca ezik kaldı.
Bin yıl boyunca Avrupa adına girişilen askerî, dinî, ekonomik, siyasî her türlü proje Türk engeline çarptı. “Türk” avrupalının en sabit ve en yenilmez rakibi oldu, diğerleri gibi düşmanı değil. Kılıç Aslan’ın 1096’da Birinci Haçlı ordusuna verdirdiği kayıplardan Napoleon’un 1798’de Mısır’daki Akka yenilgisine hatta 1915 Çanakkale savaşına kadar Türk ülkesi Avrupalı için başarısızlığın adresi oldu hep. Amerika kıtasının “keşfinin” büyük heyecan uyandırdığı yıllarda bile Türkler hakkında yazılan ve adına Turcica denen eserler Amerika hakkında yazılanların iki misli kadardı. (Michel Jolivet – CNRS, 2002) Bu yönüyle Avrupalı kimliğinin oluşmasına büyük katkısı oldu. Avrupalı kimliğinin sınırlarını çizen bir “öteki” oldu Türk. Avrupalı olmak demek Türk olMAmak, Türk’ün tersi olmaktı.
İşte bugün “Türkler Avrupalı değil” söyleminin arkasında yatan bilinçaltındaki gerçek bu kanaatimizce. İnsan hakları, ekonomi, tarih veya başka alanlardaki bahaneler öne sürülerek gizlenmeye çalışılan, Avrupalı’nın korkusu, öcüsü, “ötekisi” olan Türk aslında onun kimliğinin de ayrılmaz bir parçası. Bu bağlamda Türkiye’nin AB üyeliği insanlık tarihinin en büyük psikanalitik laboratuarını oluşturuyor.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
166
Osmanlı’yı Yıkan Cephe - Filistin
Tuncay Yılmazer
Tuncay Yılmazer Gelibolu’yu Anlamak
Yenilgileri yazmak zordur bizler için… “Tarihimizin şeref levhaları” arasında kalan o karanlık günleri eşelemek, acı gerçeklerle, göz göre göre yapılan hatalarla yüz yüze gelmek, çoğu zaman hazmı zor, tadı acı mı acı, üstelik yan etkisi çok fazla bir ilacı almaya benzer. Genellikle tarihimizdeki başarısızlıkların nedenlerinin incelenmesi akademik, dar çerçeveli tartışmaların konusudur. Bu arada sürekli tekrar edilen, düşünmeyi dumura uğratan sloganlar da söylenir durur. “Araplar bizi arkadan vurdu” ya da “Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık!” vs. gibi… Üstü örtülen , nedenleri anlaşılmayan, araştırılmayan her yenilgi o ülkenin geleceğine ait bir kapıyı örter aslında… Askeri ya da siyasi bir başarısızlıktan iyi ders alındığı, nesillere iyi anlatıldığı takdirde çok daha fazla ders çıkarılabilir. Batı literatüründe askeri ve siyasi başarısızlıklarla ilgili çalışmalar çok daha dikkat çeker. Örneğin Çanakkale Savaşı ile ilgili yabancıların (daha doğrusu kaybedenlerin !) eserleri bizimkiyle karşılaştırıldığında bir hayli fazladır.
İçinde bulunduğumuz dönem sanki bu anlayış değişiyor gibi… Tarihe artan ilgi “niçin” sorularını da beraberinde getirdikçe birbiri ardına nitelikli araştırmalar, saklı kalmış anılar birer birer ortaya çıkıyor.
“Tarihin Sarıkamış Duruşması” adlı çalışmasından tanıdığımız Dr. Ramazan Balcı’nın “Osmanlı’yı Yıkan Cephe - Filistin” (Nesil Yayınları-2006) adlı kitabı da yakın tarihimizin acı gerçeklerinden birisine ışık tutuyor, Osmanlı Devleti’nin sadece Filistin’den değil tarih sahnesinden fiilen çekilmesine yol açan bir yenilginin perdelerini aralıyor.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
167
Dr. Balcı çalışmasında öncelikle Osmanlı Devletinin savaşa girmesi ve cihad ilanından sonra Suriye ve Filistindeki “sancak-ı şerif’in” açıldığı günleri anlatıyor. “Mısır Akınına koşup giden birlikler arasında Osmanlı coğrafyasını temsil eden bütün unsurlar vardı. Arnavut bölüğü, Kürt taburları, Urban müfrezesi, Arap alayları, Ermeni birliği, Mevlevî taburları, Kadiri bölükleri, Çerkes gönüllüleri, Dürzi takımları ve Anadolunun askerliği peygamber ocağı sayan ulu gönüllü Mehmetçikleri hep aynı sevdaya gönül vermişlerdi. Sancak hepsinin gözünde birlik demekti, düzen demekti. Onun dalgalandığı yerde namusları emniyetteydi, hukukları korunurdu”.(s. 24) Kanal Harekâtı tamamen Almanların isteği doğrultusunda planlanmış, İngilizleri Süveyş kanalı üzerinden vurmayı amaçlayan bir seferdi. Ocak 1915′de Sina çölünde yaklaşık 350 kilometrelik mesafeyi boydan boya geçen 30.000 kişilik Osmanlı Ordusunun kavurucu sıcağa ve her türlü imkansızlıklara rağmen gerçekleştirdiği destansı yürüyüş, kitapta çok çarpıcı şekilde anlatılıyor. Balcı’ya göre Süveyş Kanalının öbür yakasındaki İngiliz mevzilerine Şubat 1915′de yapılan ve ağır kayıplarla sonuçlanan Kanal Harekâtının halka ve askerlere anlatılış şekliyle ordu komutanlarının planları arasında farklılıklar var. Özellikle harpten sonra yayınlanan anılar; harekâtın Mısır’ı ele geçirmekten çok, İngilizlere Süveyş kanalı boyunca güvende olmadıklarını hissettirmek için yapıldığını ortaya koymuş, Kanal Harekâtı Çanakkale savunmasının bir dereceye kadar tamamlanmasına imkan sağlamıştı. (s. 55)
Balcı çalışmasında aynı zamanda, günümüzde de çok tartışılan bir konuyu gündeme getirerek yıllardır tekrarlanan, hiç sorgulanmadan kabul edilen bir olgu olarak kabul ettiği Arap isyanını irdeliyor. İngilizlerin özellikle Bedevi Arap kabileleri, ya da Mekke Emiri Şerif Hüseyin gibi sempatizanları üzerinden ayrılıkçı hareketleri körüklediğini belirten Balcı, İttihat-Terakki politikalarının Araplar üzerindeki olumsuz etkilerini İngilizlerin her fırsatta kullandığını belirtiyor. Buna en çarpıcı örnek de, iktidarı elinde tutan İttihat Terakki Partisinin Enver Paşa ve Talât Paşa ile birlikte triumvirasından biri olan bölgedeki 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın birçok Arap aydınını ihtilal hazırlığı içerisinde olmakla suçlayarak divan-ı harbe verip sonrasında 6 Mayıs 1916′da Şam’da idam ettirmesi. Gerçekten de söz konusu idamlar Türk-Arap ilişkilerinde ciddi bir kırılmaya yol açmıştı. Özellikle Cemal Paşa’nın Bab-ı Ali’den gelen tepkilere ve isnad edilen belgelerin tartışmalı olmasına rağmen (-ki bu belgeler tamamen savaş öncesine aitti ve ileri sürülen suçlamalar 1913 başlarında ilan edilen genel affın kapsamına giriyordu) bu idamları gerçekleştirmesi her kesimden tepki çekmişti.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen başta Filistin olmak üzere hiçbir Arap vilayetinde toplu isyan görülmemişti. İngilizler “Arap İsyanı” adı verilen çapulcu hareketini Şerif Hüseyin ve etrafına toplanan bedevilerle yönettiler. Ağustos 1918′de İngilizlerin Filistin cephesindeki son büyük harekata başlamalarının hemen öncesinde Arap isyancıların son gücü topu topu 8000 kişilik 2 tümenden ibaretti. Oysa sadece Filistin bölgesinde 1 milyona yakın Arap nüfus yaşıyordu. Balcı’ya göre bu rakamlar “Arap isyanı” adı verilen olayın siyasi nedenlerle büyütüldüğünün açık bir göstergesiydi.
Cephane eksikliği, susuzluk, iaşe tedarikindeki birçok aksaklık ve teknik imkansızlıklara rağmen Gazze-Telşeria-Birüssebi hattında bulunan Osmanlı Ordusunun Gazze Muharebelerindeki başarıları her türlü övgüye değerdi. Ancak bölgedeki dengeler, İngiliz General Admound Allenby’nin 28 Haziran 1917′de başa gelmesinden sonra değişecektir. Batı cephesindeki başarılarıyla göz dolduran Sir Allenby, İngiliz Başbakanı Lloyd George’a, Filistin’e karşı düzenlenecek büyük bir harekâtla Kudüs şehrini miladi yılbaşında hediye olarak sunmak istediğini açıklayacaktı. (s.117)
İngilizlerin böyle bir harekata çok iyi hazırlandıkları anlaşılıyor. Allenby ulaşım, su ve gizlilik olarak belirlediği 3 sorunu en kısa zamanda halletme yoluna gitmiş, demiryolu hatlarını uzatmış, aldatma amaçlı boş askeri kışlalar inşa ettirmiş, çok sayıda su kuyusu kazdırmış, özellikle Yahudi kökenli casuslardan büyük ölçüde yararlanmıştı. Buna karşılık Osmanlı Ordusu komuta kademesinde özellikle
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
168
Cemal Paşa ile Alman General Falkenhayn arasında yaşanan anlaşmazlıklar kaçınılmaz sonu beraberinde getirecekti. Allenby’nin ordusu söz verdiği gibi Noel’den önce muzaffer bir edayla Kudüs’e girmiştir. (9 Aralık 1917) Kudüs’ün düşmesi Osmanlı Devleti için kaçınılmaz sonun başlangıcıydı.
Filistin’in elde kalan kısmını savunmak için kurulan Yıldırım Orduları Komutanlığı’na General Liman Sanders’in atanması çok fazla bir şeyi değiştirmeyecekti. Çanakkale Savaşını kazanmış Osmanlı 5. Ordusu’nun komutanı olan Liman Paşa bir kere daha hatalı savunma stratejisiyle gündeme gelecek, Filistin’in geride kalan üçte birini düz bir cephe hattıyla savunması felaketle sonuçlanacaktı. Sorun sadece hatalı plan değildi elbette. Balcı’ya göre gece gündüzlü devam eden çarpışmalarda çok yıpranmış, doğru dürüst bakım yapılmamış, her türlü ikmal olanaklarından yoksun bırakılan kıtaların elverişsiz arazi şartlarında zaman zaman yeterli topçu desteğinden de mahrum bir durumda çok üstün düşmana karşı taarruzlara sevkedilmesi bir çok yerde ağır kayıplara yol açmıştı. Öyle ki kağıt üzerinde ordu adıyla anılan birlikler neredeyse tümen mevcuduna inmiştir. Türk birliklerinin bu şekilde cömertçe harcanması, savaşın sonunu etkileyecekti. ( s. 175)
Ramazan Balcı’nın bu saptaması aslında Birinci Dünya Savaşı’nın geneline uygulanabilir. Müttefik kabul edilen bir ülkenin komutanlarına emanet edilen bu ülkenin evlatları Çanakkale’den Galiçya’ya, Sarıkamış’tan Filistin’e bir çok cephedeki hatalı taktiklerin, planların kurbanı olmamışlar mıydı?
“Osmanlı’yı Yıkan Cephe - Filistin” kitabı; okurken sizleri kâh duygulandıracak, kâh rahatsız edecek bir kitap. Ancak yaklaşık 400 yıl adaletle, tüm milletlerin haklarına saygılı bir şekilde yöneten idarenin (ve iradenin) bu şekilde ortadan kalkmasından sonra Ortadoğu’nun 90 yıldır iflah olmadığını bilmek, hüznünüzü ve rahatsızlığınızı daha da artıracak.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
169

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...