25 Mayıs 2018

3. Bölüm: Sevr'in Özlemi: Büyük Kürdistan (1/2)


3. Bölüm: Sevr'in Özlemi:

Büyük Kürdistan (1/2)

1920'de imzalanan ve Atatürk tarafından geçersiz kılınan Sevr Anlaşması, hatırlanacağı gibi Osmanlı'nın varlığından beri, Batı'nın süregelen en büyük özlemlerini resmi olarak Türk milletinin önüne koymuştu. Ortadoğu'yu, Arap Yarımadası'nı, Balkanları ve Afrika'yı kaybetmiş olan Osmanlı'dan batıda Ege kıyıları talep ediliyor, kuzeydoğuda Ermenistan ve güneydoğuda ise Kürdistan için toprak isteniyordu. TBMM tarafından tanınmaması anlaşmayı rafa kaldırsa da Sevr'in Kürdistan özlemi hiçbir zaman sona ermedi. Çünkü bazılarına göre Mezopotamya, kehanetlerin kalbindeki bir merkezdi ve mutlaka idare altına alınmalıydı. 

Mezopotamya bölgesi, bilindiği gibi, Türkiye'nin güneydoğusu, İran'ın güneybatısı, Irak ve Suriye'nin bir bölümünü kapsayan bir bölgedir. Bu bölgenin önemli özelliği ise bölgenin etnik olarak Kürtlerin yaşadığı bir coğrafya olmasıdır. Dolayısıyla geçmişten bu yana bir kısım Evanjelik Hristiyanların ve onların politik kollarının hedefi, bölgenin güçlü devletlerinin –yani Türkiye, İran, Suriye ve Irak'ın– parçalanarak bu bölgede yeni bir Kürt devleti kurulabilmesi olmuştur. Bu devletin iki önemli özelliği olmalıdır: ABD ve Avrupa'nın kayıtsız şartsız müttefiki olmalı, dahası ABD ve Avrupa'nın tüm isteklerini yerine getiren bir piyon devlet olmalıdır. 
Bu piyon devlet, Batı'ya, Ortadoğu topraklarında oldukça stratejik bir alan sağlayacak, üsler kurabilmeleri için mükemmel stratejik coğrafya sunacak ve beklenen Armageddon Savaşı için de ortam, imkan ve mekan oluşturacaktır.
Dolayısıyla Büyük Kürdistan projesi, Sevr'den beri resmi olarak işleyen bir projedir. Kürt nüfusunu barındıran dört ülkeyi hedeflemektedir. İstikrarsızlaştırma planı dahilinde bu hedef, Irak ve Suriye açısından başarıya ulaşmıştır. Irak'ta özerk, Suriye'de ise kantonlardan oluşan bir Kürt yerleşim alanı vardır. Irak'ın her geçen gün daha da karışması Kürt Özerk Yönetimi'nin "bağımsızlık ilan edebiliriz" söylemlerine yol vermiştir. Nitekim Irak anayasası buna müsaittir. Yerel halk oyladığı takdirde, özerk yönetim Irak'tan bağımsız bir devlet olarak ayrılabilir. 
Planın ikinci aşaması olan Suriye Kürtleri açısından da beklenen ilerleme kaydedilmiş görünmektedir. Kanton yönetimlere bölünmüş olan Kürt yönetimi burada sık sık özerklik ilan etmekte, fakat Suriye'deki iç savaş sebebiyle muhatap bulamamanın bir sonucu olarak mevcut sisteme geri dönülmektedir. Fakat bu aşamada dikkat çeken bir husus vardır: Batı ülkelerinin Suriye'deki Kürt bölgesine karşı aşırı hassasiyeti. Bu konu birazdan incelenecektir. 
Hedefin üçüncü ve dördüncü safhası yani İran ve Türkiye ise, daha önce de belirttiğimiz gibi, istikrarlı ülkeler olmaları bakımından önemli bir sorun teşkil ederler. Dolayısıyla ince plan şu günlerde bu iki ülkeyi dize getirmek üzerine devam etmektedir. Burada konumuz olan hedefin Türkiye yönünü ele alırken bahsetmemiz gereken temel unsur PKK'dır. Çünkü Avrupa ve ABD'nin yıllardır terör listesinde bulunan, Marksist, Leninist, komünist PKK, şu anda Türkiye'yi bölmek için Batı'ya yaranmakta; Batı'nın bazı derin güçleri ise yine Türkiye'yi bölmek için PKK'nın maskesini görmezden gelmektedir. Dolayısıyla karşımızda, PKK'nın Batı'yı, Batı'nın ise PKK'yı kullandığı tehlikeli bir ortam vardır.  Batı PKK'yı, PKK ise Batı'yı Kullanıyor


Komünist, Stalinist bölücü terör örgütü PKK, Irak ve İran sınırındaki Kandil Dağlarında konuşlanmışlardır. 
Haince saklanmakta, alçakça pusu kurmaktadırlar. 
PKK'yı, günümüzdeki bazı gazetelerde çıkan yazılardan tanımış olan biri, gerçekte şiddet yanlısı olan bu komünist terör örgütünü kolaylıkla Batı'nın destek vermesi gereken "Kürt savaşçılar" olarak değerlendirecektir. Çünkü uluslararası ana akım medyanın, özellikle son günlerde, PKK'yı takdim edişi bu şekildedir. 
Bunun sebebi çift taraflı bir menfaat alanının doğmuş olmasıdır. Yaklaşık 40 yıldır Türkiye'den Güneydoğu bölgesini koparmaya çalışan komünist PKK ile yaklaşık 100 yıldır bu bölgeyi koparmaya çalışan Batılı derin güçler ortak paydada buluşmuştur.
Batı için en büyük itiraz olan "komünizm" faktörü, PKK'nın girdiği sahte kılıklar altında sinsice gözlerden ırak hale getirilmeye çalışılmıştır. Komünist kahpe teröristler yüzlerine maske geçirmiş ve kimlik mücadelesi veren, haklarını arayan emperyalist Kürt savaşçıları görünümüne bürünmüşlerdir. Bu durum Batı'nın işine gelmiş ve PKK'yı hedeflerini gerçekleştirmek için iyi bir koz olarak görmüşlerdir. Nasıl bir belanın içine girdiklerinin farkına dahi varmadan... 

Bu belayı tarif etmemiz şarttır. Çünkü PKK, Kürt kimliğinin mücadelesini veren kahraman savaşçılar falan değil, emperyalist kılığa bürünen, gerçekte HALEN komünizmi yaymayı hedefleyen, Kürtlük veya Kürtler umurlarında bile olmayan Leninist, eli kanlı bir terör örgütüdür. Bölgede yaşayan Kürtler ile PKK'lı teröristlerin arasındaki ayrımı çok iyi yapmak gerekmektedir. 
PKK ile ittifaka girmeyi düşünen bir kısım Batılıların nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğunu gösterebilmek için PKK'nın emperyalizm maskesini deşifre etmek gerekmektedir. Söz konusu Batılı güçler eğer hala komünizmle mücadeleyi esas alan ideolojilerini koruyorlarsa, şu durumda onlara kötü haber: Kanlı komünistlerle ittifak içindeler!

PKK Neden Kuruldu?

Üniversitelerde bir öğrenci hareketi olarak başlayan ve 1977 döneminde kendilerine Apocular denen PKK hareketi, zaman içinde Kürt Devrimcileri veya Apocular isimlerini bırakarak Ulusal Kurtuluş Ordusu adını almıştır. 
Zaman içinde sol grupların birçoğu bu örgüt ile çeşitli bağlantılar kurmaya başlamıştır. 
Çünkü örgütün temel ideolojisi Marksizm-Leninizm üzerine kuruludur. 
O dönemde söz konusu grubun lideri konumunda olan Abdullah Öcalan'ın şu açıklamaları PKK'nın ilk kuruluş bildirgesi sayılabilir: 


20 Ağustos 1987'de Mardin Dargeçit İlçesi'ne bağlı Bahçe Mezrası'na gelen PKK'lılar Şehmus Arık'ın evini bastı. 
Kalaşnikoflarla katliam yapan PKK'lılar 2'si kadın, 3 çocuğu öldürdü. 
4 aylık Hamza kurşunların hedefi olduğunda beşikte uyuyordu. 
Klasik manada bizler Marksizm ve Leninizm'i araştırıp inceleyeceğiz. 
Bu ideolojilerin kılavuzluğunda dünyanın, Ortadoğu'nun ve Türkiye'nin genel bir tahlilini yapacağız. 
Bu bakış açısına göre Doğu ve Güneydoğu Anadolu 
(Kuzey Kürdistan) sömürge durumundadır. 
Türkiye de sömürgeci devlettir. 
Ayrıca Kürdistan'ın diğer parçaları da İran, Irak ve Suriye'nin sömürgeci idaresi altındadır.




PKK'nın amacını açıklayan diğer bir yazılı belge 1978 yılında yayınlanan Kürdistan Devriminin Yolu (Manisfesto) ile Parti Programı'dır. 
Parti Programı'nda daha doğrusu Öcalan'ın hazırladığı Taslak'ta PKK'nın amacı şöyle özetlenmektedir:
Kürdistan, sömürgeci 4 devlet Türkiye, İran, Irak ve Suriye tarafından dörde bölünmüştür. 
En büyük parça Türkiye Kürdistanı'dır. Burada yarı feodal ilişkiler geçerlidir. 
Devrimde Türkiye Kürdistan'ı önderlik yapacaktır. 
Devrimin niteliği ulusun demokratik devrimidir. 
Asgari hedef, sömürgeciliği yıkarak bağımsız, demokratik ve birleşik bir Kürdistan devleti kurmaktır. 
Azami hedef, Marksist-Leninist ilkelere dayalı bir devlet kurmaktır. 
Devrime öncü güç proletaryadır. 
Devrimde temel güç köylüdür. 
Temel ittifak da işçi-köylü-aydın ittifakıdır.8

Aynı dönemde yayınlanan Tüzük ise programda belirlenen hedefleri gerçekleştirmek için oluşturulacak partinin temel niteliğini açıklamaktadır.
Hem Manifesto, hem Program, hem de Tüzük'te kendisini Marksist-Leninist olarak tanımlayan örgütün tüm ideolojisi "zor ve sömürge" kavramları üzerine inşa edilmiştir.
Buna göre sömürgeci güçlere karşı devrimci şiddet sonuna kadar kullanılmalı ve sömürgeci güçler bu şiddet sonucunda örgütü kabullenmeye zorlanmalıdır.
Burada, Engels'in "Zor Teorisi" esas alınmış ve Marks ve Engels'in proletarya iktidara giderken şiddetin göz ardı edilmemesine dair ifadeleri yol gösterici kabul edilmiştir. 

Abdullah Öcalan da, bu görüşlere sahip çıkarak şiddetin vazgeçilmezliğini ileri sürmüş ve Kürdistan'da Zor'un Rolü isimli kitabında bu görüşlerini açıklamıştır: 

….Biz gerilla savaşıyla hareketli savaşı bir arada uygulayarak düşmanın askeri üstünlüğünü yok etmeye ve onu daha da geriletmeye ve Türkiye'deki devrimin gelişimini hızlandırmaya çalışacağız. Bu trajik denge aşamasında Kürdistan'da devam eden gerilla savaşıyla hareketli savaş eğer Türkiye'de de gelişmiş bir devrimci savaşla desteklenirse ve Türkiye'de büyük kentlerde dahil olmak üzere bir proletarya ve halk ayaklanması gündeme gelirse bu ayaklanma durumu Kürdistan'a kadar genişletilerek, Türkiye ve Kürdistan'da girişilecek halk ayaklanmalarıyla burjuva ordusu dağıtılabilecek, devrimin siyasi üstünlüğü böylece askeri üstünlüğe de dönüştürülerek burjuva iktidarı yıkılıp devrim zafere götürülebilecektir…

"Burjuva"ya karşı "Proletarya diktatörlüğü" isteyen, bunun ancak bir "devrim" ve "terör" yoluyla yapılabileceğini anlatan Öcalan, Marks'ın ideallerini, Lenin'in uygulamalarını tarif etmektedir. 
Lenin, kendi idealindeki devrimi şu şekilde tarif etmiştir: 
Bir burjuvazi devrimi, proletaryanın çıkarları için kesinlikle gereklidir. 
Burjuvazi devrimi ne kadar tamamlanmış, kararlı ve tutarlı olursa, sosyalizm için proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi o kadar emin olacaktır. ... 
Fransızların söylediği gibi işçiler için 'tüfeği bir omuzdan diğerine almak' daha kolay olacaktır. Devrimin sağladığı özgürlük ile burjuvazi devriminin onlara verdiği silahı, burjuvazinin kendisine çevirecekler.




PKK hainliğinin temelinde kahpece pusular kurup gerilla yöntemleri uygulamak vardır. 
PKK'nın kuruluş manifestosundan bugüne kadar uyguladığı yöntem daima komünist gerilla yöntemi olmuştur. 
Felsefesini bu fikirler doğrultusunda belirleyen Öcalan da, Marksist çizgiye gelmesini ve kendisini bu yüzyılın Lenin'i ilan etmesi zihniyetini hiçbir zaman gizlememiştir: 

...Tabii daha sonra tercih Marksizm-Leninizm'e yapılır. 
Sosyalizmin Alfabesi (Leo Huberman) elime aldığım ilk klasiktir. 
Okuduğumda yastığımın altına koydum ve bu iş burada biter dedim. 
Sanırım 1969'da Sosyalizm tercihi kesinleşti.

Lenin 1900'de ne ise ben de 21. yüzyıl sosyalizmini temsil ediyorum, reel sosyalizmle savaşarak, emperyalizmle savaşarak yeni sosyalizmi inşa ediyorum. 

Öcalan, PKK'nın Marksizm-Leninizm geleneği üzerine inşa edildiğini ve bundan sonra da bu ilkeler üzerinde devam edeceğini şu sözlerle ifade etmiştir: 
PKK, Marksizm-Leninizm geleneğine uygun bir gelişme yaşamıştır. 
Bundan sonrası açık ki etle tırnak gibi birbirinden ayrılmayan bu miras üzerine şekillenecektir.

Öcalan, 1 Mayıs 1982 yılında yaptığı konuşmasında ise şunları söylemiştir:
Ama şunu iyi bilmeliyiz ki, Kürdistan tarihi bugün çağa ulaşmak istiyorsa, tamamıyla işçi sınıfı gerçeğine dayanmak zorundadır. 

Ne kadar elverişsiz koşulları yaşarsa yaşasın, işçi sınıfının objektif gücüne ve onun eylem kılavuzu olan bilimine, 
MARKSİZM-LENINİZM'E DAYANMAK ZORUNDADIR VE DİKKAT EDİLİRSE BİZİM VARLIK NEDENİMİZ TÜMÜYLE BU GERÇEK ETRAFINDA OLUŞMUŞTUR. ... 

Eğer o aşiret duvarları, o feodal çitler aşılmasaydı, 
MODERN DÜŞÜNCE, EN DEVRİMCİ DÜŞÜNCE OLAN MARKSİZM-LENINİZM 
kafalarımıza sıçramayacaktı.

Öcalan'ın açık izahları, örgüt Manifestosu, Programı ve Tüzüğünde yer alan bilgilere şöyle bir bakıldığında, PKK'nın nihai amacının, Marksist-Leninist temeller üzerine inşa edilmiş bir Kürdistan oluşturmak olduğu görülecektir. 
Bu bölgeyi içine alan İran, Irak, Suriye ve Türkiye'nin "sömürgeci" devletler olduğu belirtilmekte ve PKK, hedefini meşru kılmak için sömürge yaklaşımını temel almaktadır. 
Örgüt mensupları, kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerini örnek almakta ve bu hareketleri gerçekleştirenleri müttefikleri olarak görmektedir. 
Amaçları, "Sosyalist Kürdistan" adı altında kurulan bir bölge içinde "sınıfsız" bir toplum meydana getirmek, komün sistemini oluşturmaktır; manifestolarında bunun için savaş çağrısı yapılmaktadır. 




Öcalan, PKK'nın Marksist, Leninist bir yapılanma olduğunu kendi sözleriyle dile getirmektedir.
 PKK'nın bu ideolojisinde günümüzde de bir değişiklik yoktur. 




PKK'nın kullandığı ilk bayrak, üzerinde orak çekiç sembolleri taşıyan kızıl komünist bayraktır. 
Parti kongreleri Marks, Lenin ve Stalin posterleri altında yapılmaktadır. 
Bugün takılan emperyalist maske nedeniyle bayrak ve söylemler değiştirilmiştir. 
Fakat gerçekte zihniyet aynıdır. 



Bölücü terör örgütünün komünist bir yapılanma olduğunu anlayabilmek için PKK'nın resmi sitesindeki PKK parti programında geçen Darwinist ve komünist ifadelere de dikkat vermek gerekir:
Toplumsallık insan türünün var olma biçimidir. 
İnsan türünün hayvansı atalarından kopup insanlaşması ile toplumsallaşma düzeyi at başı gider. 
Toplumsal yaşam dışında yalnız birey yaşamı yoktur.
Toplumsal değişim ve gelişmede de, evrensel sistemin dili olan diyalektik ikilemlerin sürekli zenginleşerek veya yoksunlaşarak akışı işler.
Kaynak: http://www.pkkonline.com/tr/index.php?sys=article&artID=200
PKK terör örgütünün lideri Abdullah Öcalan,
90’lı yıllara kadar Leninist, komünist görüşü açıkça savunmuştur.
Nitekim 90’ların öncesinde gerçekleştirilen parti kongrelerinde kızıl komünist bayraklar, Lenin, Marks ve Engels'in posterleri dikkat çekmektedir.
90’lı yılların sonralarında emperyalizme dönüş şeklinde yapılan kimlik değişimi ise tümüyle göz boyayıcıdır.
ABD'nin gözüne girmek için yapılan bu değişiklik, sadece bir devlet kurana kadar ABD'nin desteğini almak içindir.
ABD'nin yardımıyla kurulacak devlet ise tüm dünyaya hakim olmayı amaçlayan bir komünist devlet olacaktır.
ABD ise komünist bir devlet hedefine destek verdiğinin farkında dahi değildir.




PKK'nın bugün kullandığı emperyalist maske, ne acıdır ki hem Batı'yı hem de ülkemizde pek çok kesimi aldatmış gözükmektedir. 
Oysa PKK, ideolojisinden ve hedefinden hiçbir şey yitirmemiştir. 
Hala Türkiye'den toprak alma, sömürgeci olarak gördüğü Türk devletini tümüyle yıkma ve bu topraklar üzerinde komünist bir devlet kurma azmindedir. 
Nitekim PKK, fırsatını bulduğu ilk anda haince saldırılara geri dönmüş, 
komünist ideolojinin gereği olarak kanlı terör eylemlerini başlatmış,
"barış güvercini" 
imajını hemen değiştirerek gerçek yüzünü göstermiştir. 
Batı'nın çok geç olmadan bu oyunun boyutlarını görmesi,  
PKK'nın sadece Türkiye ve Ortadoğu'da değil tüm dünyada nasıl bir kabusa yol açabileceğini hemen anlaması gerekmektedir. 



PKK, emperyalist bir görünüm altına girmiş olsa da, 
kamplarda, mağaralarda gençlere ilk verilen eğitim hala 
Darwinist, Marksist, Leninist eğitimdir. 
Kullanılan yöntem, her fırsatta Marksist propagandaya dayanmaktadır. 
Fakat ülkemizde, PKK'nın ideolojisine yönelik bir çalışma yapılmamakta, sahte Darwinist ve Marksist ideolojiye bilimsel cevap verebilecek bir genç nesil yetiştirilememektedir. 
Çünkü tüm dünyada olduğu gibi Türk okullarında da Darwinist eğitim verilmekte, 
PKK'nın temel ideolojisi eğitim müfredatlarımızda adeta gerçekmiş gibi yer almaktadır. 
Durum böyleyken PKK'yı temelinden çökertecek en önemli unsur olan eğitim seferberliğinin gerçekleşmesi mümkün olamamaktadır. 
PKK ideoloji yoluyla güçlenirken, bunu durduracak bir çalışma yapılmamaktadır. 
PKK militanları, örgüte girdiklerinde ilk iş olarak felsefi ve ideolojik eğitim alırlar.
 PKK'nın temeli bu ideolojik eğitimdir. 
Bu eğitimi aldıktan sonra insanı bir hayvan türü olarak gören, varlığının bir amacı olmadığına ve yaşamak için öldürmek gerektiğine inanan ve çatışmayı şart gören nesiller yetişmeye başlar. 
Bunu yaparken PKK militanları, sadece ideolojileri uğruna var olduklarına inanarak bu uğurda her şeyi yapmaya hazır olurlar. 
Terörü durdurmak için yegane çözüm, Marksizm'in temeli olan Darwinizm'in bir sahtekarlık olduğunun gösterilmesidir. 
Sahte bir dine bağlı olduğunu görünce bir terörist, tüm inancını, 
tüm şevkini ve tüm sahte hedefini kaybetmiş olur. 




Üstte, Güney Afrika Komünist Partisi'nin, komünist bölücü terör örgütü lideri Abdullah Öcalan'a vermiş olduğu ödül görülüyor. 
Komünist Parti lideri Blade Nzimande, söz konusu ödülü verirken Öcalan'ı emperyalizm ve sömürgeciliğe karşı verdiği terörist mücadeleden dolayı övmüş ve onu 
"komünist ve sosyalist hareketin ışığı" olarak tanımlamıştır. 
Buradan da anlaşıldığı gibi komünist hareket, dünyanın her tarafındaki komünistler tarafından destek bulur. 
Ülkemizin güneydoğusundaki hareket de bir komünist hareket olduğu ve komünizmin gereği olarak terörü en azgın biçimiyle uyguladığı için sürekli olarak komünist ülkelerden ve çeşitli komünist birimlerden destek görmektedir ve görecektir. 
Ta ki, komünist dünya devleti hayaline ulaşana kadar.
Bu hedefin en önemli gereklerinden biri kuşkusuz emperyalist güçlerin tümüne karşı koyma arzusudur. 
Bu sebeple Amerika ve Amerika destekçisi Batı'nın tüm uygulamalarına, 
hatta varlıklarına karşı çıkılmıştır. 
Manifesto, 
asıl olarak Amerikan emperyalist zihniyetini yok etme hedefine odaklanılmıştır. 
olayısıyla Marksist PKK, Marksizm'in gereği olarak emperyalizme 
ve dolayısıyla emperyalist odak olarak gördükleri ABD'ye şiddetle karşı çıkmaktadır. 




Marksizm ve Leninizm'in temel yöntemi şiddettir. 
Komünist devletler, komünist uygulamalar, bu amaçla hazırlanmış poster ve tanıtımlar hep şiddete işaret etmektedir. 
PKK da, Türkiye ve Ortadoğu'daki tüm hedeflerine şiddet yoluyla ulaşma azmindedir. 
PKK programının "Kürdistan Devriminin Görevleri" başlıklı bölümünde 
"sömürgeci" olarak tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti'nin sunacağı her türlü çözüm arayışlarını (buna bölgesel özerklik de dahildir) reddetmek gerektiği bildirilmiştir. 
Bu reddedişteki amaç, 
Türkiye Cumhuriyeti'nin mutlaka parçalanması gerektiği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. 




Komünist zihniyet, emperyalist güçlerin tümüne karşı koyma isteği nedeniyle, Amerika ve Amerika destekçisi Batı'nın tüm uygulamalarına, hatta varlıklarına bile karşı çıkar. 
Komünist posterlerde ABD bayrağının hedefte olması bu idealin temsilidir. 
Manifestoda, Komünist Kürdistan'ı inşa edebilmek için,
Türk güvenlik güçlerini kırsal bölgelerden ve Türk-Irak sınırından geri çekilmeye zorlayarak, Türkiye'nin güneydoğusunun bazı bölümlerinde askeri ve politik denetim kurmak hedef olarak belirtilmektedir.
Kurtarılmış bölgeler oluşturulduktan sonra, kentlerde saldırılar ve bölge çapında kargaşa ve ayaklanmalar başlatılacaktır.
PKK'nın mevcut silahlı güçleri konvansiyonel bir orduya dönüştürülecek ve hedef
Türk ordusunu bozguna uğratmak olacaktır.
Bütün bunların sonucunda, Türk ordusunun "Kürdistan" olarak nitelendirilen toprakları terk edeceği beklentisi vardır.




PKK'nın temel hedefi, 
Türkiye topraklarında bir komünist devlet kurarak politik ve askeri güç kazanmak, bölgedeki 
Kürt halkını şiddet yoluyla baskı altına alarak bir prolaterya diktatörlüğü inşa etmektir. 
Bu, bizim iddiamız değil, 
PKK'nın kuruluş manifestosunda geçen nihai hedeftir.
PKK manifestosundaki bu detayları vermemizin amacı, PKK'nın Marksist Leninist bir örgütlenme olarak kurulduğunu gözler önüne sermek ve başta ABD olmak üzere her türlü emperyalist, kapitalist ülke, devlet ve sisteme karşı savaş hedefini gözettiğini belirtmektir. 

PKK, Türkiye'yi ve Kürtleri barındıran civar ülkeleri "yıkarak" bir komünist devlet kurma azmindedir. Kuruluş amacı budur ve bu amaçtan şimdiye kadar hiçbir şekilde vazgeçilmiş değildir. 

Dünya değiştikçe, Ortadoğu'da sınırlar hassaslaştıkça, güç dengeleri değişim gösterdikçe,
PKK yıllar içinde emperyalist bir maske takma zorunluluğu duymuştur. 
Bunun için sebepler çoktur; bu sebepleri sonraki başlıklarda inceleyeceğiz.
Burada özellikle vurgulanması gereken nokta,
PKK'nın kuruluş günlerindeki Marksist görünümü ile bugünkü emperyalist maskesinin pek çok ülke ve fikir adamı için aldatıcı olmasını engellemektir.
PKK, bugünkü sahte görünümü altında, hala, komünist dünya devleti kurma azminde olan Marksist Leninist bir terör örgütüdür. 

PKK'nın Emperyalizm Maskesi

SORU: Saddam’a razı olmayan Batı, niye Türkiye’nin güçlenmesini istesin ki.

ÖCALAN: Fakat bu bir Kürt özerkliği de yaratır. Türkiye’yi de zayıflatır bu, zayıflatmasını bilir.
SORU: Kürt özerkliği aynı zamanda Türkiye’yi de frenler mi demek istiyorsunuz? 

ÖCALAN: Batı yanlısı bir Kürt özerk bölgesi, Batı için Türkiye’yi frenler. 
Arapları frenler, İran’ı frenler. 
Bu açıdan Batı, Kürtlerin özerkliğine sevdalanacak gibime geliyor. 
Bu bölgeyi Türkiye’ye doğru, İran’a doğru yayacaklar. 
Tabii bu, Batı’nın isteğidir. 





PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Rafet Ballı'ya 1991 yılında verdiği röportajda
 sarf ettiği bu sözler, aslında konunun özünü anlamak için yeterlidir. 

Batı'da bir kısım güçler, 
Türkiye'de Kürtlerin özerkliğine sevdalanmıştır. 

Bunun hedefi, tam da Öcalan'ın belirttiği gibi Türkiye'yi, Arapları ve İran'ı frenlemek olacaktır. 
Türkiye'ye ve İran'a yayılmış olan bir Kürt bölgesi tümüyle Batı'daki söz konusu güçlerin isteğidir. 
Çünkü yukarıda detaylı şekilde bahsini ettiğimiz derin güçlerin çıkarları, buna son derece uygun düşmektedir. 
Söz konusu plan aslında Öcalan tarafından 90'lı yılların başlangıcında keşfedilmiştir. 
Bu yıllar, PKK'nın Türkiye toprakları üzerinde ciddi kayıplar verdiği, örgütün büyük oranda kan kaybettiği, taraftarlarını yitirdiği ve yeni katılımlar elde edemediği dönemdir. 
Kendi söylemlerine göre, Marksist ve Leninist bir örgüt olarak yaptıkları eylemler çok büyük oranda kendilerine dönmüş, güçlerini yitirmelerine neden olmuştur. 
Aynı dönem, Körfez Savaşı'nın başladığı ve bu savaşın bir neticesi olarak 36. paralelin kuzeyinde bir güvenli bölgenin inşa edildiği ve Irak Kürtlerinin korumaya alındığı dönemdir.

Kan kaybeden PKK, Batı koalisyon güçlerinin Kürtleri koruma altına almasını ve Irak'ta bir Kürt özerk bölge sinyalinin oluşmasını kendisine baz alarak, dev bir taktiksel değişim politikasına yönelmiştir.

Bu değişim öylesine kapsamlıdır ki, PKK, Leninist özünü hissettirmeyecek şekilde bir maske takmış, emperyalizm kılıfı altına gizlenmiş ve başta ABD olmak üzere tüm Batı'yı en hararetli müttefiki ilan etmiştir.

Öyle ki temel hedefi emperyalizm ve onun başını çeken ABD'yi yok etmek olan PKK, ABD'nin himayesi altına girebilmek için bayrağından söylemlerine kadar her şeyi değiştirmiştir. 

PKK'ya Bir Sığınak: 36. Paralelin Kuzeyi

1991 Körfez Savaşı'nın hemen sonrasında Irak'tan kaçan Kürt mültecilerin sayısı ciddi anlamda yükselince, Irak-Türkiye sınırında bir güvenli bölge oluşturulmuştur. 
Nisan 1991'de, ABD yönetimi Irak'a, Kürtlerin bulunduğu bölge olan 36. paralelin kuzeyinde, karada ve havada faaliyet göstermemesi uyarısında bulunmuştur. 
Bu çerçevede 36. paralelin kuzeyinin Irak uçuşlarına yasaklanması, Birleşik Görev Gücü adındaki uluslararası bir askeri gücün bölgeye yerleştirilmesi ve sonraki gelişmeler, Kuzey Irak'ta fiili bir Kürt yönetiminin oluşmasını beraberinde getirmiştir. 
Temmuz 1991 tarihinde ise Kürtler için oluşturulan güvenlik bölgesinin korunması için aralarında Türkiye, ABD, İngiltere ve Fransız askeri kuvvetlerinin bulunduğu 77 uçak ve helikopter ve 1862 personelden oluşan Çekiç Güç, Türkiye sınırları içinde konuşlandırılmıştır.
 Çekiç Güç'ün buradaki varlığı ile söz konusu Kürt bölgesi özel bir koruma altına alınmıştır. 



1991 Körfez Savaşı'nın hemen sonrasında İncirlik Üssü'nde konuşlandırılmış Çekiç Güç. 
Resimde görevli yabancı askerler görülebiliyor. 
Küçük resim, üssün tepeden görünüşü.
Bu dönem, ciddi kayıplar veren ve kan kaybeden PKK'nın mecburi taktik değişiminin başlangıç dönemidir. 
Güvenli bölge içine alınan ve ABD denetiminde olan 36. paralelin kuzeyi, PKK açısından paha biçilmez bir fırsat olmuştur. 
PKK bu şekilde, barınacak, güçlenecek, hatta eğitilecek bir alan edinmiştir. 
Fakat bu imkanlardan faydalanabilmek için "komünizm karşıtı" olan ABD'nin gözüne girecek bir şeyler yapması gerekmiştir.
 Amerika yandaşı görünümü alması, komünizm adına terör gerçekleştirdiğini unutturması şart olmuştur. Eğer bunu başarabilirse, bir süper gücün desteğini almış olacaktır. 
Ve ne garip bir tevafuktur ABD'de bir kısım birimler, tıpkı kendileri gibi Türkiye üzerinde bir Büyük Kürdistan emeli peşinde koşmaktadır. 
İşte bu sebeplerle PKK, söylemlerini, taktiklerini, bayrağını değiştirmiş; Rus-Çin destekçisiyken bir anda ABD destekçisi olmuş; sahtekarca emperyalist görünüme bürünmüştür. 
Bu durum, aslında PKK gerçeğini gayet iyi bilen Amerikan derin devletinin de işine gelmiş, derin devlet, bu emperyalist maskeye çok inanmak istemiştir. Bölgede Kürt devletinin kurulması için PKK'nın kullanılmasında sakınca görmemiştir. 




PKK, Rus-Çin destekçisiyken bir anda ABD destekçisi olmuş; 
sahtekarca emperyalist görünüme bürünmüştür. 
Öcalan'ın, başından beri emperyalist gördüğü ABD'ye yaranmak için sarf ettiği şu sözler, 
bu maskenin hangi boyutlarda olduğunu gözler önüne sermektedir: 
İslam'ın unutur, inkar edilir kıldığı bu halk, tüm tarikatçı yapılanmalara karşı Armageddon'da ağırlıklı olarak Hristiyanlar ve Musevilerin yanında yer alacaktır.
Taktik bilindiktir: Öcalan, ABD'nin gözüne girecek şekilde İslam'ı eleştirmekte, İslam ile bütünleşmiş olarak yaşayan Kürt halkını inkar etmekte, herhangi bir dine inancı veya saygısı varmış gibi davranarak, Hristiyan ve Musevi inancının destekçisi görünmektedir. 
Hristiyan Evanjeliklerin Mezopotamya'da gerçekleşmesini bekledikleri Armageddon Savaşına kurnazca vurgu yapması ise kuşkusuz oldukça dikkat çekicidir. 
Nitekim bu taktik şu an PKK tarafından uygulanmakta, günümüzde Ortadoğu’da devam eden kanlı çatışmalarda PKK, Batılı devletlerden yardım alarak silahını Müslümanlara yöneltmektedir. 




Çekiç Güç uygulamasının hemen ardından PKK güçlenmiş ve silahlanmış olarak Türkiye toprakları üzerinde terör eylemlerine geri dönmüştür. 
36. paralelin kuzeyinde 20 PKK kampı bir anda belirmiş ve göstermelik taktik değişimleri nedeniyle ABD ve koalisyondan destek almışlardır. 

Bu görüntü son derece göz boyayıcı olmuş, nitekim 36. paralelin kuzeyinin özel bir idareye ayrılmasının hemen ardından aniden 70 PKK kampı ortaya çıkmıştır.
Jay Walker adlı bir araştırmacı, 
PKK kamplarındaki gözlemlerini ‘’Türkiye'de Kürt Ayaklanması’’ adlı yazısında şöyle aktarmıştır: 
“...sınır boyunca 20 PKK eğitim kampı gördüm.
Kamplarda Fransız peynirleri yenmekte, Amerikan kakao ve kahveleri içilmekteydi.’’

PKK, bu dönemde, özellikle ABD'nin büyük bir risk olarak gördüğü İran'a yönelik olarak güçlendirilmiştir.
Çöküş aşamasına geldikleri bir anda söz konusu güvenli bölge, adeta bir PKK özel bölgesi gibi görev yapmış ve bu sayede terör örgütü silahlanmış, eğitilmiş ve kendini toparlanmıştır. 

Bunun sonucu olarak da Çekiç Güç uygulamasının hemen ardından PKK güçlenmiş ve silahlanmış olarak Türkiye toprakları üzerinde terör eylemlerine geri dönmüştür.
Nitekim 90'lı yıllar, PKK'nın Türkiye üzerinde en fazla eylem yaptığı ve en fazla can aldığı dönemdir. 




Kürtler onurumuzdur, gururumuzdur; 
onlar efendilik, dürüstlük, sevgi ve saygının sembolüdürler. 
Komünist hainlerin, 
Kürt kardeşlerimizi bizden ayırmaya güçleri yetmeyecektir. 
Şunu belirtelim, Kürtlerin bir devlet kurmasına itirazımız yoktur.
 Bilindiği gibi Irak'ın kuzeyinde hali hazırda özerk bir Kürt devleti zaten bulunmaktadır ve Türkiye bu devlet ile son derece iyi ilişkiler içindedir. 
Devlet Başkanı Mesud Barzani ve Başbakan Neçirvan Barzani samimi ve dindar iki önemli liderdir. 
Elbette ülkelerin bütünlüğünü korumaları daima isteyeceğimiz bir şeydir fakat özellikle Irak'ın içinde bulunduğu karmaşa ortamının mecburi bir getirisi olarak eğer önümüzdeki günlerde 
Barzani liderliğinin denetiminde Kuzey Irak'ta bağımsız bir Kürdistan kurulursa, buna da desteğimiz elbette olacaktır. 
Fakat bunun için öncelikle o bölgeden de PKK tehdidinin temizlenmesi ve özellikle bu tehdidin Barzani ailesinin üzerinden kalkması gerekmektedir. 
Görülebileceği gibi itirazımız bir Kürt devleti kurulmasında değil, fakat iki önemli noktadadır: 




Türkiye'de bir dönem yaşanmış olan ve kimliklerine, dinlerine, 
inançlarına göre insanlarımızın ezildiği kirli ve puslu dönem artık 
bitmiştir. Geçmişte yaşanan sıkıntıların elbette farkındayız ancak 
artık tüm insanlarımızın bir arada özgürlük, demokrasi ve 
mutluluk içinde yaşama vaktidir. 

Buna engel olmaya kalkan hiçbir güç başarılı olamayacaktır. 

1. Türkiye topraklarına göz dikilmesi 

2. Kürdistan kurma hayalinin PKK ile gerçekleştirilmek istenmesi. 
Türkiye, Kürtleri ile bir bütündür. Bin yıldır bu topraklar üzerinde Kürtler ve Türkler birlikte yaşamışlardır ve kardeştirler. Türkiye'de hiçbir Kürt, kendi anavatanından ayrılmaya niyetli değildir. 
Türkler de Kürtleri bırakmak niyetinde asla değildirler.
 Kürt kardeşlerimiz tedirgin olmamalıdırlar; Türkiye devleti içinde çöreklenmiş ve şu anda yargı önünde olan Ergenekon terör örgütünün mensuplarının geçmişte Kürtlere yönelik ayrımcı ve zulüm dolu bir politika izlemiş oldukları bizim tarafımızdan gayet iyi bilinmektedir. 
İlerleyen bölümlerde bu konuya kapsamlı yer ayrılmış ve Türk hükümetinin ve milletinin bu konuda yapması gerekenler tarif edilmiştir. 

Fakat şu bilinmelidir:
O dönemde Ergenekon terör örgütünün yaptıklarının tüm Türkiye'ye mal edilmesi hatalı olacaktır. Bölünme, başından beri PKK terör örgütünün dillendirdiği bir söylemdir.
Bu terör örgütünün, Kürt milliyetçiliğiyle ise alakası yoktur.
Aksine bu terör örgütü asıl zulmü daima Kürtlere yöneltmiştir.
Dolayısıyla Türkiye'nin güneydoğusunda Türkiye'den ayrılmak isteyen bir Kürt etnik grubu olduğu tümüyle yalandır.
Doğrudur, Kürtler, çoğunlukla Türkiye'nin güneydoğusundadırlar. 
Fakat aynı zamanda Kürtler Türkiye'nin her yerindedirler. 
Yine güneydoğuda da Kürtlerden farklı olarak Zaza, Türkmen, Arap, Süryani, Ermeni nüfuslar yoğunluktadır.
Dolayısıyla Türkiye, her metrekaresinde farklı halkların yaşadığı ve tüm halkların iç içe var olduğu bir bütündür.
Kürt ayrımcılığı şimdiye dek hep Ergenekon ve PKK çetelerinin söylemleriyle gündeme gelmiştir. Irkçılık yapan ruh hastalarının zihinlerinde yer almıştır.
Günlük hayatta hiçbir zaman Kürt-Türk ayrımı diye bir şey yoktur. 
Buna iznimiz de yoktur.
Kürtler Anadolu topraklarının güzel bir süsü; maddi manevi önemli birer değeri; dostluğun, dürüstlüğün, maneviyatın, vefa ve sadakatin mühim birer sembolüdürler.
Kürt kardeşlerimizi bizden ayırmaya kalkan zihniyet, asla ve asla başarılı olamayacak daima hüsranla karşılaşacaktır. 
Dolayısıyla Amerika derin devletinin planladığı Büyük Kürdistan hayalinde, Türkiye olmayacaktır.
Amerika ve onu destekleyen Avrupa ülkelerinin derin devlet yapılanmalarının en büyük hatası, kurguladıkları Kürdistan hayalinin PKK ile gerçekleşeceğine inanmalarıdır.
Bu hatadır çünkü PKK, belki de geçmiştekinden çok daha güçlü olarak Marksist temeller üzerinde varlığını sürdürmektedir.
Emperyalizm maskesi kullanarak yaptığı ise, tarihte tüm ünlü komünistlerin başvurduğu kirli bir taktiktir. 

Dipnotlar
6. Yasin Yaylar, İsrail Amerika ve Evanjelizm, Altınpost yayıncılık, 2012, s. 74
7. Kürşad Berkkan – Cenk Eğilmezbilek, Başkan Öcalan "PKK ile mücadeleden müzakereye", İstanbul, 2013, s. 37
8. Altemur Kılıç, Büyük Kürdistan Büyük İsrail, Buğra Yayınları, İstanbul, s. 181
9. Cemal Temizöz, Siyasallaşan PKK Terörü, Togan Yayınları, Bakırköy, Şubat 2012, s.81
10. A.g.e. s. 82
11. Viladimir İ. Lenin, Toplu Yazıları, cilt 9, Haziran-Kasım 1905
12. Burhan Semiz, PKK ve KCK'nın Din Stratejisi, s. 98
13. Özgür Yaşamla Diyaloglar, s. 201
14. Kürdistan'da Halk Kahramanlığı, s. 78
15. Elif Çalışkan Polat, PKK Terör Örgütüne Dış Destek, Çatı Kitapları, 2013, s. 34
16. Bartu Soral, Paralel Kürdistan Kumpası, s. 65 (Rafet Ballı – Kürt Dosyası) 
17. Burhan Semiz, PKK ve KCK'nın Din Stratejisi, s. 210
18. Cevdet Saral, Terörün Gizli Efendileri, Kripto Yayınları, Ankara, 2012, s. 265
19. A.g.e. s. 266

2. Bölüm: Asırlık Hedef: Ortadoğu'yu Bölme İhtiras


2. Bölüm: Asırlık Hedef

Ortadoğu'yu Bölme İhtiras Osmanlı henüz yıkılmadan Sykes-Picot gibi anlaşmalarla üzerinde planlar kurulan Ortadoğu'nun parçalanma ve güçsüzleşme planları, yıllar boyunca belki de üzerinde en çok konuşulan, istihbarat teşkilatlarının en fazla kafa yordukları konuların başındaydı. Devlet başkanları stratejilerini buna göre belirler, ülkeler tutumlarını buna göre şekillendirirlerdi. Çünkü yukarıda tarif ettiğimiz Evanjelik inanca göre Hz. İsa (as)'ın çıkışının habercisi olarak kabul edilen Armageddon Savaşı bu topraklar üzerinde gerçekleşecekti. 

Bunun altyapısı hazırlanmalı ve bu önemli zuhur için ortam buna göre yönlendirilmeliydi. Evanjeliklerin Amerika'daki siyasi kolunu temsil eden "Yeni Muhafazakarlar"ın (Neocon) bir kısmı, söz konusu Ortadoğu planlarının en büyük şekillendiricisidirler. Takip ettikleri bu politika, kimi zaman yönlendirici olmakta, fakat kimi zaman uluslararası hukuku hiçe sayacak şekle bürünmekte, kimi zaman ise Amerika'nın temel dış politikası ile bile tezat teşkil etmektedir. Buna verilebilecek belki de en etkili örnek Irak Savaşı'dır. 

 

Amerikan başkanlarından Ronald Reagan, Yeni Muhafazakarların bir temsilcisidir ve yaşamı boyunca kıyameti göreceğine inanmıştır. Anti füze savunma sistemine olan ilgisinin de yine kıyamet inancı ile ilgili olduğu iddia edilmiştir. Çünkü Eski Ahit'te geçen Ezekiel 38 ve 39. pasajlara göre kıyamet koptuğu sırada Megiddo Ovası'nda nükleer bir savaş olacaktır. Şiddetli yağmurlarla birlikte kükürt kaynayacak, dağlar düşecek, depremler gerçekleşecektir. Evanjelikler, bunun gerçekleşmesi için bir nükleer patlamanın olması gerektiğine inanmaktadırlar. Dolayısıyla ortamı buna hazırlamak gerektiğini düşünmüşlerdir. Reagan işte bu amaçla Ortadoğu politikasını şekillendirmiş, hatta Libya'nın bombalanmasının gerekliliğini Eski Ahit'ten sözler göstererek açıklamıştır. Buna göre Libya, ahir zamanda İsrailoğulları'na ihanet edecek ülkelerden biridir. Bu nedenle Reagan, Libya'yı peşinen cezalandırmıştır. 3 Yine Yeni Muhafazakarların temsilcilerinden ABD Başkanı George W. Bush da, aynı şekilde kendisinin Allah tarafından görevlendirildiği inancındadır. Nitekim Irak Savaşı sırasında Allah'tan vahiy aldığını iddia etmiş ve kutsal savaş (holy war), şer ekseni (evil axis), haçlı seferleri (crusades), sağduyu (gut instinct) gibi terimleri sıkça kullanmıştır. Bir nükleer füze bahanesiyle girilen Irak yerle bir edilmiş, sadece Iraklılar değil Amerikalılar da çok ciddi kayıplar vermiş ve herhangi bir nükleer bulguya rastlanmaksızın ülke terk edilmiştir. Genel olarak bütün dünyada başarısız olmuş bir Irak Savaşı portresi çizilmiştir. Gerçekte ise, Evanjelik inancın gerekleri tam olarak yapılmış ve bu uğurda aslında kendilerince oldukça başarılı bir operasyon gerçekleştirilmiştir. Tam olması gerektiği gibi Irak parçalara ayrılmış, bir Kürt özerk bölgesi kurulmuş, Saddam gibi bir diktatörün tekelindeki güçlü ülke tümüyle istikrarsız ve terörle iç içe bir cephe halini almıştır.



Sadece Irak değil, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya, hatta Mısır'ın bile bu hale gelmesini tetikleyen unsur, gerekçesiz başlatılan Irak Savaşı'dır. Ortadoğu hiç yoktan bir kan denizine dönüştürülmüş, şiddet sürekli tahrik edilmiştir. 
1- MISIR 
2- YEMEN 
3- LÜBNAN
 4- LİBYA 
5- SURİYE 
Bush, Irak saldırısını Tevrat'ta geçen şu sözlere dayandırmıştır: RAB diyor ki: "İşte Babil'e ve Lev-Kamay'da yaşayanlara karşı yok edici bir rüzgar çıkaracağım. Tahıl savuranları göndereceğim Babil'e, onu savurup ayıklasınlar, ülkesini boşaltsınlar diye. Yıkım günü her yandan saldıracaklar ona. Okçu yayını germesin, zırhını kuşanmasın. Onun gençlerini esirgemeyin! Ordusunu tümüyle yok edin. Kildan ülkesinde ölüler, Babil sokaklarında yaralılar serilecek yere. (Yeremya, 51:1-4) Tevrat'taki bu ifadeler birer kehanet olarak görüldüğünden, dünyanın süper gücü ABD'nin liderliğini eline almış bir Evanjelik olan Bush tarafından uygulamaya konmuştur. Gerçekleşen bu savaş sırasında ortaya çıkan manzaranın tam olarak Evanjeliklerin hedeflerine işaret etmesi, onlar için kıyamete bir adım daha yaklaşmak anlamına gelmektedir. Nitekim, aynı dönemde Irak Kürt bölgesinde, baba Mustafa Barzani'nin vermiş olduğu "Kürt özerk bölgesinin kurulması halinde ABD'nin 51. Eyaleti olmaya hazır olacağız" sözü bugün büyük ölçüde gerçekleşmiş bulunmaktadır.4 Bütün bu olaylar aslında bir bakıma geleceğe de yatırım şeklinde geliştirilmiş ve Irak'ın bu istikrarsız ortamı, pek çok radikal grubun şekillenip güçlenmesine önayak olmuştur. El Kaide en fazla saldırıyı Irak'a yöneltirken, şu an tüm dünyanın hiçbir şekilde çözüm bulamadığı IŞİD Irak'ta doğmuştur. 
Dolayısıyla şu an sadece Irak değil, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya, hatta Mısır'ın bile bu hale gelmesini tetikleyen unsur, gerekçesiz başlatılan Irak Savaşı'dır. Planlandığı gibi bölgeye istikrarsızlık, terör ve bölünme tam anlamıyla gelmiştir.

 

Ortadoğu halkının dramı rastgele oluşmamıştır. Ortadoğu için yüz yıl önce derin güçler tarafından tasarlanmış olan harita ve ortam, bugün fiili olarak uygulamaya konmuştur. Plan dahilinde Ortadoğu'da güçlü ve istikrarlı bir Müslüman ülke bırakmamak vardır. Ortadoğu, mümkün olduğunca güçsüz, iradesiz, amaçsız ve kişiliksiz uydu birimler şeklinde küçük parçalara bölünmeli ve bu şekilde rahat ve kolay kontrol edilebilir hale getirilmelidir. Kontrol edilemediği ya da bir anlaşmazlık olduğu takdirde ise basit bir askeri müdahale ile kolaylıkla yok edilebilir nitelikte olmalıdır. 
Körfez ülkeleri, Amerika'nın denetiminde olduğu ve Armageddon'un beklendiği Kutsal Toprakların dışında kaldığı için bu kapsama girmemektedirler. 
Planın Irak, Suriye ve Mısır kısmı ise şu ana dek 
(kendilerince) başarıyla tamamlanmıştır. 
Geriye kalan iki ülke vardır: 
Türkiye ve İran. 
Bu iki ülkenin bölünüp istikrarsızlaşması ise, kurulacak bir büyük Kürdistan ile mümkün olacaktır. Ortadoğu'ya dikkatli bakın; tüm planlar bu doğrultuda ilerlemektedir. ABD ve Avrupa basınında, Türkiye'nin, Suudi Arabistan'ın, Irak'ın, İran'ın, Suriye'nin, Libya'nın, Lübnan'ın, Yemen'in çeşitli şekillerde bölünmüş haritalarının sıklıkla yayınlanmasının en önemli amacı dünya kamuoyuna bölünmeleri, sözde siyasi bir gereklilik gibi göstererek bunun bilinçaltı zeminini oluşturmaktır. Kazananı olmayan savaşlar bölgeyi istikrarsızlığa sürüklerken, silah endüstrisi de sürekli olarak canlı tutulmakta, stoktaki satılmayan silahlar eritilirken, yeni üretim için de müthiş bir sermaye sağlanmaktadır. Ani krizlerden gelir elde eden bankacılık sektörü de Ortadoğu'daki karışık yapıdan faydalanmaktadır. Dünya Merkez Bankası, bu şekilde ciddi bir finans kaynağına sahip olmaktadır. Bütün bu gelişmeler ışığında değerlendirildiğinde, Ortadoğu'daki manzaranın hiç de rastgele oluşmadığı anlaşılmaktadır. Yüz yıl önce tasarlanmış harita ve ortam, bugün fiili olarak uygulamaya konmuş gibi görünmektedir. Kuşkusuz kabahatin belki de en büyük kısmı, bu planlara bilerek ya da bilmeyerek alt yapı oluşturmuş, bu karışıklığa izin vermiş olan, kendi aralarında ittifak edemedikleri gibi ihtilafı marifet sayan bir kısım Müslümanlardır. Bu konuya da ilerleyen satırlarda değinilecektir.

 

Bir kısım Evanjelikler, Musevi lobisinden aldıkları desteğe önem verirler. Fakat gerçekte, gelecekte bekledikleri kanlı savaşta Musevilerin de büyük bir kısmının katledileceğine inanmaktadırlar. Yeni muhafazakarlar Amerika'da gerek yönetimdeyken, gerekse yönetimde olmadıklarında çeşitli düşünce kuruluşları ve sivil toplum örgütleri yoluyla oldukça etkilidirler. Elbette bunda, bir kısım Musevilerden ve Musevi lobisinden aldıkları destek de önemli yer tutmaktadır. Ancak bu noktada ciddi bir tezat göze çarpar. Daha önce belirttiğimiz gibi bir kısım Evanjelikler, Hz. İsa (as)'ın nuzülü ile Hristiyanlığı seçecek sadece 144 bin Musevi'nin hayatta kalacağına, diğerlerinin ise bu büyük savaşta katledileceğine inanmaktadırlar. Dolayısıyla Evanjeliklerin bir kısmı gerçekte Musevileri yanlış yolda görmekte ve onların katledileceği bir savaş için hazırlık yapmaktadırlar. Buradan hareketle söz konusu Evanjeliklerin Musevilere yaklaşımının gerçek bir ittifak anlamı taşımadığı söylenebilir. Nitekim bunu bazı ünlü Evanjeliklerin kendi ifadelerinde de görmek mümkündür. 
20. yüzyılın ünlü Evanjeliklerinden Jerry Falwell'e, bir konuşması sırasında deccalin kim olduğu sorusu sorulur, cevap ise ilginçtir: 
"Deccal kim olacak? Tabi ki bir Musevi."
5 Billy Graham ise yıllar önce yaptığı bir konuşmasında şu sözleri sarf etmiştir: "O Musevilerden pek çok arkadaşım var. Hepsi de benim etrafımda dolanır ve beni çok severler. Benim İsrail'i sevdiğimi biliyorlar ya. Ama gerçekte ülkeye yaptıkları hakkındaki hislerimi bir bilseler. 
Ve bunu engelleyecek gücüm de yok". Graham, bu sözlerin ortaya çıkmasının ardından, "30 yıl önceki bir görüşme. Ne söylediğimi pek hatırlamıyorum. Ama eğer kimseyi kırdıysam yürekten özür dilerim. Ben yıllarca Yahudiler ve Hristiyanlar arasında köprü kurmak için çalıştım.”6 demek durumunda kalmıştır. Bu sözler, bir kısım Evanjeliklerin Musevileri destekler görünmelerinin sadece kıyametin şartlarından biri olmasından ileri geldiğini göstermektedir. Yani Museviler, bazı Evanjeliklere göre sadece bu hedefin gerçekleşmesi için bir araçtır.  Musevilerden bazıları bunun farkında olmamakla birlikte, bir kısım Museviler, bu hedefi gayet iyi bilmelerine rağmen herhangi bir itiraz getirmemektedirler.  Zira, dünyada Siyonizmin destekçileri azdır ve söz konusu Museviler böyle bir yolla da olsa kendi inançlarının desteklenmesinden memnun gözükmektedirler. Kitabın başında belirttiğimiz önemli bir hususu tekrar hatırlatalım: Elbette Evanjeliklerin de Yeni Muhafazakarların da tümü bu görüşte değildir. Hatta büyük bir çoğunluk Ortadoğu'yu yıkıma sürükleyecek bir savaş ihtirası taşımamakta ve Musevilere ve Müslümanlara husumet hissetmemektedir. 
Hatta aralarında, dinler arası köprü kurmayı hedefleyen, bu konuda ciddi çabalar sarf eden, Müslümanlara ve Musevilere gerçek muhabbet duyan sevgi insanları çoğunluktadır. 

 

Elbette tüm Evanjelikler, Ortadoğu'yu yıkıma sürükleyecek bir savaş ihtirası taşımamaktadırlar. Bu ihtirası taşımakta olanların, Evanjelik inancı yorumlama hatası içinde oldukları açıktır. Bu hata, Ortadoğu'da korkunç senaryolara mal olabilir. 
Amacımız bu hataya dikkat çekmek ve doğruyu göstermektir.
Burada bahsini ettiğimiz savaş beklentisi içindeki Evanjeliklerin de bir yorumlama hatası nedeniyle bu görüşte olduklarını tekrar hatırlatmak gerekmektedir. Amaç bu yanlışlığı ortaya koymak olduğundan, sadece 144 bin Musevi'nin hayatta kalacağı bir savaş senaryosundaki mantık boşlukları da gözler önüne serilmelidir. Şu bir gerçektir ki, böyle bir inanç şekli taşıdıkları sürece söz konusu Evanjeliklerin Musevilerle gerçek birlik ve dostluğu oluşturabilmeleri neredeyse imkansız, 

Museviler için ise bu, oldukça riskli ve şüpheli bir durumdur. Bu bakış açısındaki bir Hristiyan'ın hayatı boyunca bir Musevi'yi gerçek dost olarak görebilme ihtimali yoktur. Durumun farkında olan Museviler de, kendilerine yönelik bir katliam senaryosuna inanan Hristiyanların samimiyetinden ve dostluğundan daima şüphe edeceklerdir. 
Şu şartlar altında iki dinin temsilcileri arasında geçici ittifaklar yalnızca göz boyama anlamına gelecek, gerçek bir ittifakın gerçekleşmesi ise imkansız olacaktır. Oysa dinler arası ittifak, ahir zaman için hayati ve oldukça gerekli bir konudur. Sırf bu sebepten dahi, Evanjelik inancın söz konusu beklentilerinde bazı sorunlar olduğu açıktır. 

 

Yeryüzünde dinlerin birlikteliğini, barışı ve kardeşliği imkansız kılan bir savaş beklentisi, Allah'ın adetullahına ve peygamberlerin gönderiliş amacına tamamen ters düşmektedir. Dolayısıyla bir kısım Evanjeliklerin korkunç savaş beklentisinde bir algılama sorunu olduğu anlaşılabilmektedir. Müslümanlar açısından ise durum çok daha vahimdir. 
Keza, bir kısım Evanjeliklerin beklentilerine göre son savaş, tüm Müslümanların katledilmesi ile sonuçlanacaktır. Bu beklentide olan bir Evanjelik, iyiliğinden ve dürüstlüğünden emin olsa da, sevgi ve saygı da duysa, doğru yolda olduğunu açıkça görerek tüm kalbiyle güvendiği bir insan da olsa, bir Müslümanın mutlaka katledilmesi gerektiğini düşünerek yaşayacaktır. 
Bu durum, söz konusu Hristiyan için de, onunla ittifak ve sevgi düşüncesi içinde olan bir Müslüman için de dehşet vericidir. Bu ifade, Hristiyanlarla Müslümanların arasında hiçbir zaman bir birlik ve tesanüt olamayacağı sonucunu çıkarır ki şu durumda bu dünya, üzerine barış gelmeyecek bir kabus mekanı haline gelecektir. Bu yanlış bakış açısı, kapsamlı bir düşmanlık politikasının fitilini ateşlemek için yeterlidir. Bu düşüncede olan bir Evanjelik Hristiyan'ın dinler arası gerçek bir dostluğu oluşturabilmesi ise imkansızdır. Böyle bir yaşam, Allah'ın istediği bir yaşam olamaz. 
Bir hak dinin, asla böyle bir düşmanlık politikası ve katliam senaryosu sunmayacağı açıktır. Demek ki dini yorumlama konusunda büyük bir hata vardır. Ayrıca dünyaya sevgi ve barış temsilcisi olarak gönderilmiş olan ve biz Müslümanların da peygamberi olan Hz. İsa (as)'ın, dünyanın son döneminde tamamen yaratılış amacının dışında bir katliama yol vermesi akla ve imana aykırı bir durumdur. 
Hz. İsa (as)'ı gereği gibi tanıyan gerçek bir Hristiyan'ın, böyle bir düşünceden şüpheye düşmesi gerekir. Dünya üzerinde sevgi ve barışı imkansız kılan böylesine ürkütücü bir plan ne Allah'ın adetullahına ne de peygamberlerin gönderiliş amaçlarına uygun düşmektedir. Dolayısıyla burada da açık bir yanlış anlaşılma, bir algılama sorunu vardır. 
(Bu konuyla ilgili detaylar için bkz.www.harunyahya.org/tr/Kitaplar/161372/hristiyanlar-hz-isayi-dinlesinler"
Harun Yahya, Hristiyanlar İsa Mesih'i Dinlesinler Kutsal Topraklar Üzerinde Parçalama Planlar Eski Ahit, vaat edilmiş toprakları şu şekilde tarif eder: 
Mısır Irmağı'ndan büyük Fırat Irmağı'na kadar uzanan bu toprakları –Ken, Keniz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını– senin soyuna vereceğim. (Yaratılış 15:18-21) Tevrat'taki söz konusu pasaj, Evanjelikler için Kutsal Topraklar olarak tanımlanır ve Hz. İsa (as)'ın gelişi öncesi bu toprakların mutlaka Museviler tarafından ele geçirilmiş olmasını şart koşar. Nil ve Fırat arasındaki bu topraklar Irak, Suriye, Mısır, Sudan ve Türkiye'yi kısmen, Ürdün, Lübnan ve Kuveyt'in ise tamamını içermektedir. Bir kısım Evanjelikler için bu toprakların ele geçirilmesi büyük önem taşımakta ve son nüzul için önemli bir alamete işaret etmektedir.
Bu haritada Türkiye'yi ilgilendiren kısım ise, Evanjeliklere göre söz konusu Kutsal Toprakların Adana, Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş ve Adıyaman'ı kapsamakta oluşudur. Kimi kaynaklar buna Türkiye'nin Güneydoğusu'nun tümünü dahil ederler. 90 yıllık cumhuriyet dönemi boyunca büyük bir istikrar ve demokrasi ile idare edilmiş ve özellikle son yıllarda ciddi anlamda bir yükseliş kaydetmiş ülkemizde sadece adı geçen bu bölgelerin sürekli olarak istikrarsızlıklar içinde olması bu anlamda düşündürücüdür. 
Açıktır ki, bir kısım kehanetlere dayanarak Ortadoğu'yu parçalama planları içinde Türkiye de vardır ve Güneydoğu bölgesi bu nedenle sürekli bir rahatsızlık içindedir. Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Eski Ahit'te Nil'den Fırat'a kadar olarak tarif edilen Kutsal Topraklar, Museviler için (Doğudan Batıya) Akdeniz'den Ürdün Nehri'ne, (Güneyden Kuzeye) Sina'dan Kuzey Lübnan'da bulunan Hazbani nehrine uzanan kısımdır. Dolayısıyla şu anki İsrail sınırları bu alanı kaplamakta, fakat bu tarif Türkiye topraklarını kapsamamaktadır. 
Ne var ki bir kısım Evanjeliklerin söz konusu Tevrat pasajlarını yorumlama şekli yukarıda belirttiğimiz gibi farklıdır. Aradaki ayrımın en önemli sebeplerinden bir tanesi bir kısım Hristiyanların "Kutsal Topraklar" kavramını sadece Hz. Musa (as)'a değil Hz. İbrahim (as)'a vaat edilen kutsal topraklar olarak genişletmeleridir. 
Oysa Tevrat'ta Kutsal Topraklar ifadesi bu anlamda kullanılmamıştır. Dolayısıyla Museviler, genel olarak, bir kısım Evanjelikler tarafından tarif edilen bu geniş haritayı doğru bulmazlar, bu nedenle de Kutsal Toprakları, mevcut İsrail sınırlarının dışına çıkarak genişletme hedefine sıcak bakmazlar. 



Bir kısım Evanjeliklerle Musevilerin, Kutsal Topraklar anlayışı farklılık gösterir. Museviler şimdiki İsrail topraklarını Tevrat'a uygun bulurken, bir kısım Evanjelikler Türk topraklarının bir kısmını da içine alan geniş bir harita belirlemişlerdir. Türkiye Üzerinde Gizli/Açık Planlar İçinde bulunduğumuz son yıllar, özellikle Arap Baharı sonrasında ortaya çıkan kargaşa ile birlikte "bölünme" teriminin çok fazla zikredildiği yıllardır. 
Öyle ki, saldırı ve kargaşadan kurtulamamış olan Irak, Amerika'nın ardından IŞİD'in işgali ile karşılaşmış ve bugün resmi olarak üçe bölünmüş durumdadır. 2011 yılından beri başlayan iç savaştan kurtulamayan Suriye, şu an temelde 6 ayrı parçaya bölünmüştür. Bu parçalar içinde de parçacıklar vardır. Mısır, ciddi bir istikrarsızlık dönemi yaşamakta, Sina'daki aşiretler tedirgin beklemekte; Libya darbelerle sarsılmakta, Sudan ve Yemen'deki durum ise hiç durulmamaktadır. 
 Bütün bu karışıklıklar içinde dikkatleri çeken iki ülke vardır: İran ve Türkiye. İran, her ne kadar yakın geçmişte nükleer çalışmaları nedeniyle çok uzun zaman boyunca ciddi bir abluka altında kalmış olsa da, bağlı bulunduğu Şangay Paktı'nın bir gözlemci üyesi, Rusya-Çin ekseninin bir müttefiki olması bakımından gücünü kaybetmemiş ve istikrar göstermiştir. 
NATO üyesi ve Batı müttefiki demokratik Türkiye ise, yaklaşık 40 yıllık PKK terörüne rağmen bölünmeyi şiddetle reddetmiş, içinde bulunduğu kaynayan coğrafi şartlara rağmen güçlenmiş, beklenmedik reformlarla 10 yıl içinde önemli bir değişim geçirmiş bir ülkedir. 
Komşularla ilişkiler, İslamileşme ve Batı'dan uzaklaşma gibi eleştiriler alsa da Türkiye, bölge içinde ekonomik, ticari ve demokratik anlamda önemli atılımlar içinde olmuş ve bölgenin karmaşasından çok fazla etkilenmemiştir.



Özellikle Arap Baharı sonrasında Ortadoğu'da en fazla zikredilen kelime "bölünme" olmuştur. Irak ve Suriye, planlara uygun şekilde parçalara bölünürken, halk halen büyük bir perişanlık içinde yaşamaktadır. 
Ortadoğu'nun geri kalanını bölme planları ise halen devam ediyor. Türkiye'deki bu durum işte bu nedenle Ortadoğu üzerinde planları olan çevreleri tedirgin etmekte ve hatta kimileri bu tedirginliği açıkça ifade etmekten çekinmemektedirler. 
Çünkü planda, ülkelerin güçlenmesi değil, güçsüzleşmesi vardır. Ve yine planda, Armageddon Savaşının gerçekleşeceğini düşündükleri Mezopotamya bölgesinde, kendi idarelerinde olan, Arap, Türk ve Fars dünyasından bağımsız, rahat yönetilip üzerinde rahat oyun oynanabilen hayali bir kukla devlet kurulması yer almaktadır: Büyük Kürdistan. İlerleyen satırlarda bu büyük hayalin ne büyük bir yanılgı olduğunun ispatlarını göreceksiniz. 


 

Elbette Ortadoğu'daki bölünmüşlüğün asıl sorumlusu kendi aralarında birlik olamayan Müslümanlardır. Söz konusu Müslümanlar; mezhepler, ırklar, etnik kimlikler bahanesiyle bölünüp parçalanmış, anlaşmazlığa düşmüş haldedirler. Bunun neticesi olarak Ortadoğu'da sürekli kardeş kanı dökülmektedir. 
Şu önemli gerçeğin kitap boyunca çok defa vurgulanması önemlidir: Bu kitapta belirtilen Evanjelik planları gözler önüne sermemizdeki amaç, söz konusu Evanjelikleri veya Yeni Muhafazakarları kötülemek değildir. Bu kişiler batıl da olsa sahip oldukları inançlar doğrultusunda en doğrusunu yaptıkları kanaatinde olabilirler. Allah'ın Kuran'da çok fazla ayette bildirdiği gibi Hristiyanlar ve Museviler, Müslümanlar için dost ve kardeştirler. 
Kuran ile mutabık olan tüm Tevrat ve İncil sözleri Müslümanlar için de geçerlidir ve Müslümanlar, bu iki İbrahimi dine saygı, bu dinlerin mensuplarına ise sevgi ve şefkat göstermekle yükümlüdürler. Dolayısıyla elinizdeki kitabın bir dini, mezhebi veya bir dinin mensuplarını yermek veya kötülemek için yazılmadığının bilinmesi oldukça önemlidir. 
Ayrıca şu bir gerçektir ki, İslam coğrafyası üzerinde her ne plan uygulanıyor olursa olsun, bu topraklarda eğer bir kargaşa çıkıyorsa, bunun asıl sorumlusu o topraklar üzerinde yaşayan ve bir türlü birlik olamayan Müslümanların kendileridir. Ortadoğu'nun içinde bulunduğu bu kargaşa halinin tüm sorumluluğunu başkalarına yüklemek gerçek sorunu anlamamak anlamına gelir. 
Ortadoğu ve tüm diğer Müslüman coğrafyasının asıl sorunu, bölünüp parçalanmış olmaları, mezhepler ve etnik kimlikler bahanesiyle bir araya gelememeleri, birlik olamamalarıdır. Büyük bir çoğunluğunun İslam adı altında sahte bir hurafe dinini benimsemeleri, Kuran'dan uzaklaşmaları ve Allah'ın kendilerine Kuran ile vermiş olduğu mesajı anlayamamalarıdır. Hurafe dininin etkisi ile kendi içinde geri kalmış, kadını değersiz, demokrasiyi gereksiz, sanatı haram bilen paramparça olmuş bir topluluk içinde nefretin büyümesi kuşkusuz ki zor olmamıştır.
 Dolayısıyla kıvılcımlardan kolay etkilenip bir anda kendi coğrafyasının kargaşa ortamına dönüşmesine izin veren Müslüman alemi, kuşkusuz ki bu durumdan en fazla sorumlu olandır. Fakat bir yandan, kitabın başından beri bahsini ettiğimiz Evanjeliklerin, kendi hedefleri ve bu hedef için tespit edilmiş yol ve yöntemlerindeki hatalar, gidişata bakıldığında, Ortadoğu'da çok büyük ve korkunç sonuçlara sebep olabilecektir. 
Burada bahsettiğimiz korkunç sonuç, bütün dünyayı felakete çevirecek Marksist bir sistemin doğup yaygınlaşması ve bütün dünyaya sirayet etmesidir. İşte o zaman, Evanjelikler, kendi beklentilerinin de yerine gelmediğini, dünyanın ise bir yok oluşa doğru gittiğini anlayabileceklerdir. Çok geç olmadan bu konuda uyarılmaları şarttır. 
 Eğer bu konudaki gerçekler gözler önüne serilirse, özellikle yeni muhafazakarlarla, Amerika ve Avrupa ile birlikte daha iyi ve barışçıl bir Ortadoğu inşa etmek çok daha fazla mümkün olabilecektir. İşte bu nedenle, geç olmadan, bu planın nelere mal olacağı gözler önüne serilmelidir. 

 

3. Yasin Yaylar, İsrail Amerika ve Evanjelizm, Altınpost yayıncılık, 2012, s. 60 4. A.g.e. s. 119 5. A.g.e. s. 73

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...