06 Kasım 2013

EHL-İ SÜNNET'İN TENKIT ETTİĞİ.TAKİYYE KONUSU


EHL-İ SÜNNET'İN TENKIT ETTİĞİ.
 TAKİYYE KONUSU


        Ehl-i Sünnet'in Şia'ya itirazda bulunup, tenkit ettiği konulardan birisi de takiyye konusudur. Ehl-i Sünnet takiyyenin gerçekte t\lduğunun aksine görünmek olduğunu ileri sürerek bunun bir nevi nifak olduğunu iddia ediyor. Defalarca bahislerimde, bazılarını takiyyenin munafıklık olmadığına dair ikna etmek istedimse de bir fayda vermedi. Hatta bazıları konuyu duyduğunda tiksinmekte bazıları da şaşırarak bunun bir bid'at olduğunu zannetmektedir. Fakat insan insafla inceleme yaptığında, bu inançların hepsinin İslam'da mevcut olduğunu, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviye'den kaynaklandığını görür, hatta kolaylık dini olan Islam şeriatının ancak bu inançla kıvama erişebileceğini anlar.

        Işin şaşılacak yönü, Ehl-i Sünnet'i." kendi inandıkları inançları inkar etmesidir. Oysa kendi kitap, sihah ve müsnetleri mezkur inancı tastik etmektedir. Ehl-i Sünnet'in, takiyye konusundaki inançlarını birlikte okuyalım:

        İbn-i Cerir ve İbn-i Ebi Hatem, el Evfi tarikiyle İbn-i Abbas'tan, Al-i İmran suresinin
                                                   

        "......Ancak onlardan korktuğunuz taktirde...."  ayetinin tefsirinde naklettiği bir hadiste şöyle diyor.(1)

         "Takiyye dil ile olur. Eğer içinizden birisi Allah'a isyan olan bir söz söylemek zorunda bırakılır, o da imanma

---------------------------
1 - Suyuti'nin yazdığı "Ed Durr'ül Mensur"



/-

316 /  DOĞRULARLA BİRLİKTE

kalbinde güveni olduğu halde korkudan o sözü söylerse, bu ona bir zarar yetirmez. Çünkü bu dil ile yapılan bir takiyyedir."

        Yine Hakim'in tahriç edip" doğruladığı ve Beyhaki'nin kendi Sünen'inde, Eta yoluyla İbn-i Abbas'tan ("...Ancak onlardan korktuğunuz takdirde...") ayetinin tefsirinde naklettiği bir hadiste şöyle yer almıştır.

        "Takiyye kalbin iman üzere olduğu halde dil ile (tersini) söylemektir."(1) 

        Abd ibn-i Hamid'in Hasan'dan naklettiği bir hadiste de şöyle denilmiştir.

        "Kıyamet gününe kadar takiyye caizdir."(2)

"Müşrikleri, Ammar ibn-i Yasir'i yakaladıklarında, Hz. Resulullah'a küfredip kendilerinin ilahIarını hayırla anmadan bırakmadılar. Sonra onu bıraktıklarında Hz. Resulullah'ın yanına gelince, Hazret ondan "Sırtında ne var?" diye sordu. Ammar, "Şer, sana bir şeyler söyleyip onların ilahlanm hayırla anmadıkca beni bırakmadalar" diye cevap verdi. Resulullah (s.a.a) ona "Kalbini nasıl buluyorsun?" dedi. Ammar "İmanımdan eminim." cevabını verdi. O zaman Resulullah (s.a.a) "Eğer onlar tekrar seni yakalasalar, sen aynı işi yap" buyurdu. Bu sırada bu ayet nazil oldu:

                                               


------------------------------

1 " Sunen-i Beyhaki ve Müstedrek-i Hakim 
2 - Durr'ü1 Mensur, c2, s.176.


EHL-İ SÜNNET'İN TENKİT ETTİĞi . . i 317

"...Ancak kendisi zorlanır, ama kalbi iman ile mutmain olduğu halde..."

                                                                                                                       Nahl / 106

        İbn-i Sa'd'ın Muhammed ibn-i Sirin'den naklettiği bir hadiste de şöyle yer almıştır.

        "Resulullah Ammar ile görüştüğünde o ağlıyordu. Hazret gözlerini silerek şöyle dedi: "Kafirler seni alıp suya soktular, sen de o sözleri söylemek zorunda kaldm. Eğer onlar tekrar dönerlerse sen o sözleri tekrar söyle."(1)

        Yine İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebi Hatem ve Beyhaki kendi süneninde Ali tarikiyle İbn-i Abbas'tan Nahl süresinin 106. ayetinin tefsirinde şöyle söylediğini nakledi yorlar.

        "Allah-u Teala iman ettikten sonra tekrar kafir olana gazap ettiğini ve onun için büyük bir aza bm olduğunu belirtmektedir. Ama birisi zorlanır ve düşmanından kurtulmak için kalbiyle muhalif olduğu halde diliyle bir şeyler söylemek zorunda kalırsa, onun için bir günah yoktur. Zira Allah-u Teala kullarmı kalben inandığı şeylerden sorumlu tutar."(2)

        Yine İbn-i Ebi Şeyhe, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir ve İbn-i Ebi Hatem'in naklettikleri bir rivayette de Mücahit şöyle diyor:

        "Bu ayet, Mekke ehlinden iman eden bir grup

--- - -- - - - - -- -- - - - - - --- -- ---

1 - İbn-i Sa'd'ın yazdığı Tabakat'ul Kabra adlı kitap 
2 - Sünen-i Beyhaki.



318 i DOĞRULARLA BİRLİKTE

hakkında inmiştir. Onlara Medine'de bulunan bazı sahabeler "Hicret edin; siz hicret edip bize gelmeyinceye kadar biz sizi kendimizden sayamayız" diye yazmışlardı. Onlar da Medineye gitmek üzere çıkınca, Kureyş kafirleri yolda onları yakalayıp işkenceye tabi tutmuş, onlar da istemeyerek kafir olduklarını izhar etmek zorunda kalmışlardl."...Ancak kendisi zorlamr, kalbi imanla güvenli olan..." ayeti de onlar hakkında inmiştir."(1)

        Buhari Sahih'inin 'Halkla geçirn" bölümünde tahriç ettiği bir rivayette Ebi Derda şöyle diyor. 

        "Biz bir çok kavmin yüzlerine gülüyoruz, ama kalbimiz onlara la'net ediyor."(2)

        Yine Halebi Sire'sinde tahriç ettiği bir rivayette şöyle yer almaktadır. 

        "Resulullah Hayber kalesini fethettiğinde Hallac ibn-i Alla~ "Ya Resulellah, benim Mekke'de mahm ve ailem vardır; ben onlara başvurmak istiyorum. Acaba sizin aleyhinize bir şeyler söylemerne izin veriyormusunuz?" dedi. Hazret'de ona istediği şeyi söylemesine izin verdi."(3)

        Yine imam Gazzali'nin "İhyau'l Ülum" kitabında şu cümleler yer almıştır. 

        "Müslümamn kanının dökülmesini önlemek farzdır. Eğer zalim birisi gizlenmiş olan bir müslümanın kanına dökmek istiyorsa bunda (onu kurtarmak için) yalan konuşmak farzdır."

-------------------------------
1 - Durr'ül Mensur, c2, s.l78. 
2 - Sahih-i Buhari, c.7, s.102. 
3 - Sire-i Halebiyye, c.3, s.6l.



EHL-İ SÜNNET'İN TENKİT ETIİĞİ. . . i 319

        Celalettin Suyuti de "El Eşbah-u Ve'n Nezâir" adlı kitabında tahriç ettiği bir rivayette şöyle nakletmektedir.

        "Açlıktan murdar eti yemek ve şaraba lokmayı daldırmak veya mecburen küframiz sözler konuşmak caizdir. Eğer yeryOzünü haram bürür ve helal mal oldukça azalarsa ihtiyacı olduğu kadarıyla haram mallardan almak caizdir."

        Yine Ebubekir Razi "Ahkam'ul Kur'an" adlı kitabında "...Ancak onlardan korkunuz olduğu takdirde..." ayetinin tersirinde tahriç ettiği bir rivayette şöyle demiştir: "Yani, eğer canınazı veya bazı a'zamzı kaybetmekten korkarsanız kalben inanmadığınız halde onların sevdiğini izhar etmekle kendinizi korumanazın bir sakıncası yoktur. Ayetin zahiri de bunu gerektiriyor. ilim ehlinin çoğunluğu da bu görüşü kabullenmektedir. Kutâde'nin de

                                                       
        "Mü'minler Allah'ın yerine kafirleri kendilerine dost edinmesinler" ayetinin tersirinde takiyye zamanı kafir olduğunu izhar etmenin caiz olduğunu söylediği nakledilmiştir." 

        Yine Buhari Sahih'inde Kuteybe ibn-i Said'den, O da Sufyan'dan, O da İbn-i Mukender'den nakletmiştir ki, Urve ibn-i Zübeyr Ayşe'nin kendisine şöyle dediğini söylemiştir.

        "Birgün birisi Hz. Resulullah'tan (görüşmek için) izin

---------------------------
ı - Ahkam'ul Kur'an, c2, s.10.



320 /  DOĞRULARLA BİRLİKTE

istedi, Hazret "Ona izin verin gelsin; o kabilesinin ne kötü çocuğu ve ne kötü mensubudur" dedi. O şahıs Hazret'in yanına gelince, Hazret onunla yumuşak bir dille konuştu. Sonra ben o Hazret'e "Ya Resulullah, bir yandan o sözü söyledin, bir yandan da onunla böyle yumuşak dille konuştun!..." dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

                          
        "Ey Ayşe, Allah katında insanların en kötüsü, kötü konuşmalanndan dolayı insanlann kaçmdığı kimsedir," (1)

        Bu kadar bilgi takiyyenin caiz olduğunu isbatlamak için yeterlidir. Ehl-i Sünnet'in de kıyamete kadar takiyyenin caiz olduğuna inandıklarını gördük. Gazali'nin deyimiyle, bazı yerlerd~ yalan konuşmak aslında farzdır. Veya Ebubekir Razi'nin itiraf ettiği gibi, ilim ehli alimlerin çoğunluğunun görüşü zor durumda küfrü izhar etmenin caiz olduğudur. Buhari'nin deyimiyle de zahirde yüzüne gülüp batında lanet etmek de ashabın sünnetine muhalif değildir. Sire-i Halebiyye yazarının deyimiyle de mal ve can korkusu olduğu zaman Hz. Resulullah'a bir takım şeyler söylemek, Suyuti'nin deyimiyle de halktan korktuğu zaman, Allah'ın emrine karşı gelmeyi gerektiren sözler söylemek caizdir.

O halde Ehl-i Sünnet'in kendilerinin itikat edip, caiz ve

-----------------------------
1 - Sahih-i Buhari. c.7, s.8l.


EHL-İ SÜNNET'İN TENKIT E'ITİĞİ. . .  / 321


hatta farz olduğunu kendi sihah ve müsnetlerinde naklettikleri bir inançtan dolayı Şia'ya itiraz etmek hakları yoktur. Şia'nın bu husustaki inancına Ehl-i Sünnet de inanıyor. Şia yalnızca Emevi ve Abbasi hukumetIerinden gördükleri zulüm' ve baskılardan dolayı buna diğerlerinden daha çok amel etmek zorunda kalmışlardır. O asırlarda birisinin zalim yöneticiler tarafından en kötü bir şekilde öldürülmesi için onun Ehl-i Beyt'e olan sevgsinin bilinmesi yeterliydi. Bu nedenle de onların, Ehl-i Beyt imamlarının emri üzerine takiyye ile amel etmeleri zorunlu idi. İmam Sadık (a.s)'dan nakledilen bir hadiste Hazret şöyle buyuruyor.

                                                      

       "Takiyye benim ve babalarımın dinidir," Yine Hazret şöyle buyurmuştur.

                                              

        "Takiyyesi olmayanan dini de olmaz."

        Takiyye Ehl-i Beyt imamlarının kendilerinden veya dostlarından tehlikeleri defedip, canlarını korumak ve inançlarından dolayı Ammar-ı Yasir'in karşılaştığı işkenceden daha feci şekilde işkenceye tabi tutulan mu'minleri kurtarmak için kullandıkları bir silahtır. Ama böyle bir sorun Ehl-i Sünnet için söz konusu değildi. Zira onlar genellikle baştaki yöneticilerle tam bir uyum içerisinde bulunuyorlardı. Genel anlamıyla, Ehl-i Sünnet mezhebine



322 /  DOĞRULARLA BİRLİKTE

uyduğu içim kimse zalim yöneticiler tarafından sorguya çekilmemiş, tehdit, işkence ve benzeri şeylerden uzak kalmıştır. Buna binaen onların takiyyeyi inkar edip, am el edenlere itirazda bulunmaları garipsenecek bir şey değildir. Dolayısıyla Beni Umeyye ve Beni Abbas hükümdarlarının da Şia'yı bu siperlerinden çıkarmak için onları bu inanç yüzünden horlamaları tabii bir şeydir.

        Fakat Allah-u Tcilil'nın kendisi Kur'anda bunu emretmiş ve takiyyeyi uyulması gereken hüküm olarak açıklamıştır. Sahih-i Buhari'den naklettiğimiz üzere, Hz. Resulullah (s.a.a)'ın kendisi de bununla amel etmiş Ammar'a, kafirler yeniden işkence ettikleri takdirde küfür izharında bulunup hatta kendisine kötü laflar söylemesine izin bile vermiştir. Islam ulemasının da Kur'an ve Sünnet ışığında buna izin verdiklerine göre bu inanç yüzünden, Şia'yı tenkit etmek hiç bir şey ifade etmez.

        Hz. Ali'ye - haşa - la'net etmekten kaçınan, herkesi öldüren Muaviye, (bu hususta Hicr ibn-i Adiyel Kindi ve ashabının kıssası meşhurdur) Yezid, İbn-i Ziyad, Haccac, Abd'ul Melik ibn-i Mervan ve benzeri zalim hükümdarların zamanlarında büyük sahabeler takiyye etmişlerdir. Eğer sahabelerin takiyye ettiğine örnekler verrneğe kalkışsak, ayrı bir kitap oluşturur. Fakat hamdolsun Ehl-i Sünnet'in kendi alimlerinden bu konuda naklettiğimiz deliller konuyu açıklığa kavuşturmak için yeterlidir.

        Burada benimle bir Ehl-i Sünnet alimi arasında geçen bir kıssayı anlatmadan geçemiyeceğim. O alimle uçakta


EHL-İ SÜNNETIN TENKİT ETIİĞİ. . . /  323

görüşmüştük. Her ikimiz de İngiltere'de düzenlenen bir İslami konferansa davetliydik. Uçakta geçen iki saat içerisinde Şia ve Ehl-i Sünnet hususunda sohbet ettik. Bu şahıs İslami vahdetten yana olduğu için kendisinden hoşlanmıştım. Fakat Şia'nın İslami birliği zedeleyen bazı inançlarını artık bırakmaları gerektiğine dair sözü zaruma gitti. Ondan "Örneğin hangi inançları?' diye sordum. Hemen "Örneğin mut'a ve takiyye" diye cevap verdi. Onu her ne kadar mut'anın meşru olan geçici bir evlilik, takiyyenin ise ilahi bir ruhsat olduğu hususunda ikna etmeye çalıştımsa da bir fayda vermedi. O diyordu ki: "Bütün bu sözlerin haktır, ama daha önemli bir maslahata sahip olan İslami birlikten dolayı artık bunları bir kenara bırakmak gerekiyor. Ben İslami birliğin sağlanmasında Allah'ın hükümlerinden bir kısmının terkedilmesinin gerektiğini savunan bu mantığa şaşıp kaldım. Fakat yine de onu hoş karşılayarak "Eğer İslami birlik bununla sağlanabilirse, buna ilk icabet eden ben olurum" dedim.

        Londra hava alanında indik. Ben onun arkasıca gidiyordum. Hava alanındaki polis ondan İngiltere'ye niçin geldiğini sordu. O da tedavi için geldiğini söyledi. Ben de bazı dostları ziyaret etmek için geldiğimi söyledim. Böylece problemsiz geçip çantaların kontrol yerine geldiğimizde yavaşça arkadaşıma 'Takiyye'nin her zaman için yararlı bir hüküm olduğunu gördün mü?" dedim. Arkadaşım "Nasıl?" dedi. "Her ikimizde polise yalan söyledik. Ben arkadaşlarımı görrneğe geldiğimi söylemekle, sen de tedavi için geldiğini



324 i DOĞRULARLA BİRLİKTE

söylemekle yalan konuştuk. Halbuki biz konferans için gelmişiz." dedim. Arkadaşım onun yalan konuştuğunun farkına vardığımı anlayınca, gülerek "İslami konferansıarda nefislerimizin tedavisi yok mu sanki?' dedi. Ben de gülerek , "Dostların ziyareti de var." dedim.

        Yeniden konuya dönüyorum. 'Takiyye Ehl-i Sünnet'in iddia ettiği gibi bir çeşit munafıklık değildir. Aksine, takiyye imamn kendisidir. Zira münafıklık imam izhar edip küfrü gizlemektir. Oysa takiyye, imam gizleyip küfrü veya inanmadığı başka bir inancı dilde izhar etmektir. Bu ikisi arasında çok büyük bir fark vardır. Münafıklık hakkında, Allah-u Tealabuyurmuştur ki:

                           


        "İnananlarla buluştular mı inandık derler. Şeytanlarayla yalnız kaldılar mı şüphe yok ki derler, biz sizinleyiz, biz ancak alay etmedeyiz". Yani zahirde kendini imanlı gösterip batinde küfrü gizlemek nifaktır.

        Ama takiyye hakkında ise şöyle buyuruyor.

                                       

        "Ve Fir'avn'un soyundan (ailesinden) olup imamm gizleyen mü'min birisi söyledi"


EHL-İ SÜNNET'İN TENKİT ETIİĞİ. . . / 325

        Yani zahirde küfrü gösterip imamm gizlemek takiyyedir. Fir'avn'un soyundan olan mu'min kişi imanını gizliyor, halkın huzurunda kendisinin Fir'avun'un dininde olduğunu izhar ediyordu, imanını ise Allah'tan gayri herkesten gizliyordu. Bu nedenle Allah-u Teıilıi onun Allah katında yüce makama sahip olduğunu belirtmek için övgüyle kitabında anmıştır.

        Ey aziz okuyucu, yalan yere yapılan iftiralara artık aldanmamalısın. Şia'nın takiyye konusundaki inançlarını onların kendi dillerinden dinleyelim. Şeyh Muhammed Muzaffer "Akaid'ul İmamiyye" (Şia inançları) adıyla yazdığı kitabında bu konuda şöyle yazıyor.

        "Takiyyenin hükmü, zarar korkusuna göre değişiklik arzetmektedir. Bunun tefsilatı fıkıh kitaplarında kaydedilmiştir. Bilahere takiyye her yerde ve her durumda farz olmaz. Bazen takiyye caiz hükmünü alır, bazen de takiyye etmemek farz olur. Mesela eğer hakkı açıp söylemek dine yardım, İslam'a hizmet etmek ve İslam yolunda cihad sayılırsa, böyle hallerde mal ve cam esirgememek daha layık olur. Bazen takiyye yapmak haram olur. Örneğin, eğer takiyye yapmak muhterem bir nefsin öldürülmesine, batılın revac bulmasına, dinde fesadın çıkmasına, müslümanlara önemli bir zararın dokunmasına sebep olur veya onların dalalete düşüp, zulüm ve tecavüzün yaygınlaşmasına yol açarsa bu takiyye haramdır. Bilahere gerçeği old uğu gi bi anlamak istemeyen bazı Şia düşmanlarının söylediği gibi Şia'ya göre takiyyenin anlamı



326   /  DOĞRULARLA BİRLİKTE

tahrip için gizli bir örgüt oluşturmak demek olmadığı gibi din ve dini hükümleri inanmayanlara açıklanmaması gereken sırlar şekline dönüştürmek de değildir. Bu nasıl olabilir? Oysa ki Şia alimlerinin dini hüküm. fıkıh, inanç ve kelam konulannda yazdıklan kitaplar haddinden fazladır.
 

Gördüğümüz üzere takiyyede herhangi bir nifak, aldatmak, yalan ve hile sözkonusu değildir. Aksine dinin getirdiği bir hükümden ibarettir.

EHL-İ SÜNNET'E GÖRE KAZA VE KADER




 EHL-İ SÜNNET'E GÖRE 
KAZA VE KADER

        Önceleri kaza ve kader konusu benim için çok zor ve anlaşılmaz bir konu idi. Fikrimi rahatlatıp, kalbimi ikna edecek doyurucu ve yeterli bir tefsir bulamıyordum. Bu hususta şaşkınlık içinde kalmıştım. Bir taraftan Ehl-i Sünnet ekolünde insanın tabiatına uygun fiillere yöneltildiğini (her şeye yaratıldığı şey kolay kılınmıştır) ve Allah-u Teala'nın her cenine annesinin karnında iken iki tane meleği gönderdiği ni ve bu meleklerin onun erelini, nzkını, amelini ve şekavet veya saadet ehli olacağını yazdığım(1) öğrenmiştim. mr taraftan da akhm ve vicdanım Allah'ın adil olduğunu ve kullarına zulmetmediğini söylüyordu. Allah nasıl olurda kendisinin yazıp mecbur ettiği fiillerden dolayı onları hesaba çekip azaplandırabilir?

        Diğer müslüman gençler gibi ben de fikri yönden çelişki

-------------

ı - Sahih-i  Müslim, c.8, s.44



234 /  DOĞRULARLA BİRLİKTE

içinde yaşıyordum. Bir taraftan düşünüyordum ki, "Allah-u Teala gerçekten güç sahibi ve cebbar'dır; O'ndan ne yaptığı sorulmaz, onlar (mahlukat) sorguya tutulur."
                                                                                                                             (Enbiya - 23)

yine:

        "O istediğini yapandır."
                                                                                                                              (Buruc - 16) 

        Mahlukatının bir kısmmı cennet için, diğer bir kısmını ise cehennem için yaratmıştır. Öte taraftan diyordum ki: "O kullarına rahman ve rahimdir; bir zerre bile zulmetmez."
                                                                                                                                (Nisa - 40)

                                                         

        "Senin Rabb'in kullara zülmeden değildir"
                                                                                                                               (Fussilet - 46)

Yine:

                                         

        "Allah insanlara hiç zülmetmez; fakat insanların kendi kendilerine zulmederler."
                                                                                                                                 (Yunus/44)


        Hadiste de yer aldığı üzere "O mahlukatma karşı, bir annenin çocuğuna olan sevgisinden daha fazla sevgi besler." (19

        Bazen bu konuyla ilgili Kur'an ayetlerini okurken bile çelişkili anlayışlarla karşı karşıya kalıyordum. Bazen insanın

----------------------------------------

1 - Sahih-i Buhari. c.7. s.75



EHL-İ SÜNNET'E GÖRE KAZA VE KADER /  235

kendi nefsinin yaptıklarından sorumlu olduğunu anlıyordum:

                                          
        "Her kim bir zerre kadar hayır da yapsa onu görecek ve her kim bir zerre kadar şer de yapsa onu görecektir."
                                                                                                                                                                                  Zilzâl / 7-8

        Bazen de insanın belli bir yöne yöneltilmiş olduğunu ve onun hiç bir güç ve kudreti olmadığını ve kendisine bir fayda ve zarar verrneğe veya rızık kazanmağa malik olmadığını anlıyordum:

                                                              
        "Allah dilemedikçe hiç bir şey isteyemezsiniz."
                                                                                                                                                                              (el İnsan / 30)

                                                     

        "Allah istediğini sapıkhğa düşürür ve istediğini hidayet eder."
                                                                                                                                     (Fatir / 8) 

        Yalnızca ben değildim, aksine müslümanların çoğunluğu bu fikri çelişkiyi yaşamaktadırlar. Bu yüzden de ulema ve büyüklerin bir çoğundan kaza ve kader konusunu sorulduğunda, diğerlerini ikna etmeği bırak hatta kendilerini tatmin edecek bir cevapları bile olmadığını görürsün. Bu nedenle de "Bu konuya çok derince dalınmaması gerekir" diyerek geçiştiriyorlar. Bazıları da bu konuda derince bahsetmenin haram olduğuna fetva vermekte ve "Bir müslüman kaza ve kadere (hayrı ve şerriyle) inanıp Allah'ın

....



236 / DOĞRULARLA BİRLİKTE

katından olduğunu kabul etmelidir" derler.

        Onlara "Nasıl olurda Allah-u Teala bir kulunu suç işlerneğe mecbur kıldıktan sonra onu cehenneme atıyor?' diye sorunca da ona tekfire kalkışıp, zındıklık dinden çıkmak vb. şeyleri e suçluyorlar. Bu nedenle de akıllar taşlaşmış artık evlenmenin, boşanmanın hatta zinanın bile alınyazısına (kadere) dayandığına inanılmaya başlanmıştır. Şarap içmek, insan öldürmek de bunlara dahildir. Hatta yemek ve içmek bile önceden takdir edilmiştir. O halde sen ancak Allah'ın sana yazdığı şeyleri yemek te ve içmektesin!

        Alimlerimizden birisine bu husustaki soruları tekrarladıktan sonra dedim ki: "Halbiki Kur'an bütün bu fikirleri yalanlıyor. Hadisler ise Kur'an'a ters düşemez. Allah-u Teala evlenmek konusunda Nisa suresinin 3. ayetinde şöyle buyuruyor.

                                               
        "Siz hoşlandığımz kadınlarla evlenin."

        Bu ayet-i kerime, evlenmek hususundaki karınn insanın kendi elinde olduğunu bildirmektedir. Talak konusunda da Bakara suresinin 229. ayetinde şöyle buyurmuştur.

                                      
        "Boşamak, iki defa olur; ondan sonra ya güzellikle kadını tutmak gerek, ya hoşlukla bırakmak."

EJlL.İ SÜNNETE GÖRE KAZA VE KADER / 2J7

Bu da insanın bu hususta özgür olduğunu gösterir. Zina konusunda ise İsrâ suresinin 32. ayetinde şöyler buyuruyor.

                                        
        "Ve zinaya yaklaşmayın ki o çok ayıp ve kötü bir yoldur." Bu ayet-i kerimede zinanın insanın ihtiyarında olduğunu açıklıyor. Şarap hususunda da Maide suresinin 91 ayetinde şöyle buyuruyor

                           

        "Şeytan 'şarap ve kumar ile aramza düşmanlık ve kin sokmak ve bu vesileyle sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan ahkoymak istiyor; acaba siz kaçınacak mısınız?"

        Bu ayet-i kerimede ihtiyar ve iradenin insanın kendi elinde olduğunu açıklamaktadır. Katl-i nefse gelince, bu konuda En'am suresinin 151. ayetinde Allah-u Teala şöyle buyuruyor.

                                           
       "Allah'ın haram kıldığı nefsi herhangi bir hak (kısas hakkı gibi) olmadıkça öldürmeyin."

         Ve yine Nisia süresinin 93. ayetinde şöyle buyurmuştur.



238 /  DOĞRULARLA BİRLİKTE

EIJL.İ SÜNNET'E GÖRE KAZA VE KADER i 239

                                                 

        "Ve kim bir mü'mini kasten öldürürse cezası cehenneme atılmaktır, ebedi kalır orda ve Allah ona gazeb eder ve rahmetinden uzaklaştınr onu ve ona pek büyük bir azap hazırlamıŞtır da."

        Bu ayetler de öldürmek konusunda insanın muhtar olduğunu gösteriyor. Hatta yemek ve içmek hususunda da bizlere yol göstermiş ve A'raf suresinin 31. ayetinde şöyle buyurmuştur.

                                            

        "Yiyiniz ve içiniz; fakat israf etmeyiniz; o israf edenleri sevmez."

        Bu ayet de insanın ihtiyar sahibi olduğuna delalet ediyor.

        Efendim, dedim bu Kur'an'dan getirdiğimiz deliller karşısında her şeyin Aııah'tan olduğunu, onun insanı belli bir yöne yönelmeye mecbur kıldığını nasıl söyleyebilirsiniz?" Cevab olarak "Kainatta tasarruf edenin sadece Allah-u Team olduğunu "söyleyerek Al-i İmran suresinin 26. ayetini delil olarak zikretti. Bu ayette Allah-u Teala şöyle buyuruyor.

                                 

        "De ki: Ey Allah'ım, (ey) mülkün (hükümetin) sahibi,  mülkü (hükumeti) istediğine verir ve istediğinden de mülkü (hükumeti) alırsın; istediğini aziz kılır, istediğini de zelil kılarsın. Hayır senin elindedir; sen herşeye kadirsin."

        Ben ona cevap olarak dedim ki: "Aramızda Allah'ın meşiyeti konusunda ve Allah-u Teala'nın bir şeyi yapmayı dilediği takdirde insan ve cinlerin ve diğer mahlukların buna karşı koyma imkanı olmadığında bir ihtilaf yoktur, ihtilafımız kulların fiileri konusundadır ki, acaba bu işler kulun kendisinden midir yoksa Allah'tan mı?'

        Benim bu sözü me karşı "Sizin dininiz size benim dinim de banadır cevabını vererek böylece bahsi kapattı.

        Çoğu zamanlar alimlerimizin dayandığı delil işte budur. Hatırladığım üzere ben iki gün sonra onun yanına tekrar dönerek dedim ki: "Sizin itikadınıza göre her şeyi Allah yapmakta olup kulun hiçbir seçme hakkı da yoktur. O halde neden bu sözü hilafet konusunda da söylemiyorsunuz? Yani neden hilafette de, her istediğini yaratan ve her istediğini seçen odur, onların seçme hakkı yoktur, demiyorsunuz ve hilafetin müslümanların seçimiyle gerçekleştiğine inanıyorsunuz?'

        O dedi ki: 'Evet bunu hilafet konusunda da söylüyorum Zira Ebubekir'i, sonra Ömer'i, sonra Osman'ı ve sonra da Ali'yi hilafete seçen Allah-u Teala'dır. Eğer Allah-u Teala Ali'nin ilk halife olmasını irade etseydi, cinler ve insanlar buna engel olamazdı"

Ona dedim ki: "Şimdi çıkmaza girdin". O "Nasıl?' dedi.



240 /  DOĞRULARLA BİRLİKTE


Dedim ki: "Ya Allah-u Teala'nın bir yandan dört Hulefa-i Raşidin'i kendisi seçtiğini, onlardan sonraki dönemler için ise halkın istediklerini seçmeleri için işi onlara bıraktığını söylemelisin ya da Allah-u Teala'nın işi halka bırakmadığını ve Resulullah (s.a.a)ın vefatından kıyamet gününe kadar gelecek olan bütün halifeleri kendisinin seçtiğini söylemelisin. "İkinci görüşü kabul ediyorum" dedi. ve yine bu ayet-i
kerimeyi okudu "Deki: Ey Allah'ım, (ey) mülkün sahibi mülkü istediğine verirsin; istediğinden de mülkü alırsın.."

        Ona "O halde padişahlar ve sultanlar eliyle İslam'da vuku bulan sapıklık ve suçların faili de neuzu billah - Allah-u Teala'dan mıdır? Zira bunları da o halkın idarecisi kılmıştır." dedim. Dedi ki: "Evet, böyledir. Zaten bazı salihler.
                                                 

        "Ve eğer bir beldeyi helak etmek istersek, onların zenginlerine emrederiz......" ayet-i kerimesinin "Emerna" kelimesini, yönetici kılarız anlamına gelen"Emmerna" şeklinde (şeddeyle) okumuşlardır. Yani, "Onlan biz amir (yönetici) kılarız."

        Dedim ki: "O halde Hz. Ali ile Hz. Huseyin'in şehit edilmesi de Allah'ın isteği üzere mi olmuştur?'

        "Evet" dedi "Resulullah'ın Hz. Ali'nin başına ve sakalına işaret ederek buyurduğu şu sözü duymamış mısın?

                                          

EHL-İ SÜNNET'E GÖRE KAZA VE KADER /  241

        "Ey Ali, senin şurana (başına) vurup da şuram (sakalını) kana bulayan kimse sonradan gelenlerin en şekavetlisidir."

        Hz. Huseyin de böyledir. Hz. Resulullah, o hazretin Kerbela'da şehit olacağını biliyordu. Bunu Ümm-ü Seleme'ye de haber vermişti. Hz. Hasan'ın eliyle de iki büyük İslam fırkası arasında sulhun gerçekleşeceğini de biliyordu.

        Her şeyezelden yazılmıştır; insanın bundan kaçacak bir yolu yoktur. Böylece de çıkmaza giren sensin ben değilim."

        Bir süre susup ona baktim. O ise bu sözlerine güvenerek beni delil ile susturduğunu zannediyordu. Ben ise Allah'ın, olacak olayları önceden bilmesi konusuyla yaratıkları mecbur kılmak konusunu birbirine karıştırmaması hususunda onu nasıl ikna edebileceğimi düşünüyordum. Ona yeniden, "O halde eski ve yeni bütün yöneticileri hatta İslam ve müslümanlarla savaşan kimselere bile Allah-u Teala bu makamı vermiştir?" dedim. O "Evet" dedi, 'Bu hususta hiç bir şüphe yoktur."

        Ben "Hatta Fransa'nın Tunus'u, Cezayir'i ülkeleri istila edip sömürmesi de mi Allah'tan idi?' diye sordum

        "Evet" dedi, "va'desi bitince de Fransa bu bölgelerden çıkıp gitti." Ona dedim ki: "Sübhanellah, sen daha önce Ehl-i Sünnet'in Hz. Resulullah'ın vefat ettiğinde hiç kimseyi yerine halife tayin etmediğine ve müslümanları istedikleri kimseyi halife tayin etmeleri hususunda serbest bıraktığına dair görüşünü savunmuyor muydun?

        Evet, önce de bu görüşte idim ve inşaallah bu görüş



242 /  DOĞRULARLA BİRLİKTE


üzerinde de baki kalacağım" dedi. 

        Ona dedim ki: "O halde Allah'ın seçimiyle insanların şurayla seçimi arasında nasıl uyum sağlayabiliyorsun?'

        O "Müslümanların Ebubekir'i seçmesi Allah'ın seçmesi demektir." diye cevab verdi. 

        Dedim ki: "Allah-u Teala Sakife'de onlara Ebubekir'i seçmesi hususunda vahy mi indirmişti?' 

        Dedi ki: "Esteğfirullah, Hz. Muhammed'den sonra artık vahy yoktur. Bu Şia'nın görüşüdür." (Bilindiği üzere şia böyle bir görüşe itikat etmemektedir. Bu bazılarının Şia'ya ettikleri bir iftiradan başka bir şey değildir.)

        Ona dedim ki: "Şia'yı bırakalım bir kenara; beni kendi nezdinde olanla ikna et. Sen Allah'ın Ebubekir'i nasıl halife seçtiğini söylüyorsun?'

        Dedi ki: "Eğer Allah'ın iradesi bunun aksine olsaydı, müslümanların böyle bir şeye gücü yetmezdi. Aslında bütün alem bir araya gelse Allah'ın iradesinin aksine bir işgöremez."

        Evet, görüldüğü gibi böyle bir fikir gerçekten insanın düşüncesini çıkmazlara sokmakta ve insanın tedebbür ve düşünce kabiliyetini köreltmektedir. Bu da insanı Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinde hakkıyla tedebbür etmekten alıkoyar ve insan böyle olunca da artık kendisine bilimsel veya felsefi deliller söylemenin de hiç bir faydasının olmayacağı aşikardır.

        Bu esnada eski bir olayı hatırlarlım:

        "Birgün bir dostumla birlikte çok sayıda ağacın olduğu

EHL-İ SÜNNETE GÖRE KAZA VE KADER i 243

hurmahkların içinde yürüyor, kaza ve kader konusu hakkında sohbet ediyorduk. Bu (ırada yetişmiş bir hurma tanesi ağaçtan yere düştü ve ben onu otların üzerinden alıp yemek kastıyla ağzı ma götürdüm. Dostum "Allah'ın sana yazdığından gayrisini yemiyorsun; bu hurma tanesi senin için yere düştü" dedi. Ona "Madem ki sen bunun bana yazıldığına inanıyorsun, ben onu yemeyeceğim." deyip hurmayı ağzımdan dışarı çıkardım. Dostum "Sübhanellah" dedi: "Eğer bir şey sana yazılmamışsa Allah onu, senin karnından bile dışan çıkarır."

        Ona "O halde yiyeceğim" dedim ve dostuma hurmayı yemek te veya yemernekte muhtar (özgür) olduğumu isbatlamak kastıyla tekrar hurmayı ağzı ma alıp çiğnemeye başladım. Dostum, onu çiğneyip yutuncaya kadar bana bakıyordu. Ben onu yuttuktan sonra "Andolsun Allah'a ki, sana bu yazılmıştı" dedi. (Bunu demekle Allah'ın onu yiyeceğimi takdr ettiğini kastediyordu.) Böylece beni mağlup etti. Zira artık ben onu tekrar karnımdan çıkaramazdım!

        Evet çoklarının savunduğu ve benim de sunni olduğum zaman inandığım kaza ve kader konusundaki inanç bu idi. Bu inançlar sebebiyle insanın çelişkiler içerisinde kalacağı ve fikri buhranlar geçirip tabii olarak hayatında bir donukluk içerisine gireceği doğal bir şeydir. Zira böyle bir insan birşey yapmak istediği zaman, Allah-u Teala'nın durumunu değiştirmesini bekler ve yüklendiği sorumluluktan kaçarak sorumluluğu Allah'ın boyununa atar. Bu durumda eğer zina

 



244 i DOĞRULARLA BİRLİKTE

eden e, hırsızlık yapana ve hatta küçük masum bir kız çocuğunu kaçırıp, tecavüz ettikten sonra öldüren birisine" Neden bunu yaptın?" dediğinde sana "Her şey Allah'an elindedir; Rabb'im böyle taktir etmiştir" cevabını verecektir. Bu olacak bir şey midir? Zira Allah-u Teala'nın insandan kız çocuklarını diridiri topraklar altına gömmesini istemesi sonra da "Hangi suçtan dolayı öldürülmüştür?" diye buyurarak bu işinden dolayı kendisini sorumlu tutması makul bir şey değildir. Ey Rabb'im, şüphesiz ki sen bu gibi şeylerden münezzehesin. Böyle bir inanç sebebiyle dünya bilginleri bizi küçümseyecek ve bu inancı cehalet ve geri kalmışlığımızın başlıca sebebi olarak göreceklerdir.

        Araştırmacılar bu inancın Emevilerin uydurması olduğu neticesine varacaklardır. Zira onlar Allah-u Teala'nın kendilerine mülk verip halka hakim kıldığını iddia ederek halkın muhalefetten kaçınıp itaat etmeleri gerektiğini söylüyor ve onlara muhalefet etmenin Allah'a karşı çıkmak olduğunu ve bunun cezasının ise öldürülmekten başka bir şeyolmadığını ifade ediyorlardı. Bu sözümüzün İslam tarihinden sayısız şahitleri vardır. Mesela, Osman ibn-i Affan'dan hilafetten elçekmesi istendiğinde, bunu redderek şöyle demiştir: "Ben Allah'an bana giydirdiği gömleği çakarmam."(1) Bu sözden anlaşılıyor ki, ona göre hilafet Allah-u Teala'nın kendisine giydirdiği bir elbisedir, Allah'tan gayri hiç bir kimsenin de onun üzerinden çıkarmaya hakkı yoktur. Yani ölünceye kadar o elbise üzerinde kalmalıdır.

- - ---------------

ı - Tarih-i Taberi "Hisar-il Osman" bölümü ve Tarih-i İbn-i Esir.



EHL-İ SÜNNET'E GÖRE KAZA VE KADER / 245

        Yine Muaviye halka şöyle diyordu: Ben sizinle oruç tutasınız ve zekat veresiniz diye savaşmadım; ben sizlere hükmetmek için savaştım. Sizin istememenize rağmen Allah bu makamı bana verdi."

        Görüldügü gibi Muaviye daha ileriye giderek onu halka hükmetmek için müslümanlan öldürmede Allah'ın kendisine yardımcı olduğunu iddia ediyor. Muaviye'nin bu hutbesi çok meşhur bir hutbedir.(1) Hatta halk istemediği halde, oğlu Yezid'i veliaht tayin etmesinin bile Allah-u Teaıli'nın iradesiyle olduğunu iddia etmiştir. Tarihcilerin nakline göre çeşitli İslam bölgelerine yezid'e biat toplamak için mektuplar gönderiyor ve zamanın Medine valisi olan Mervan ibn-i Hakem'e Yazdığı mektupta ise "Allah'ın Yezid'e bey'at etmeği takdir ettiğinden" bahsediyordu.(2>Hz. Huseyin'in şehadetinden sonra Hz. İmam Hüseyin'in oğlu Hz. Zeyn'ul Abidin'i (aleyhimesselam) zincirlerle bağlı bir esir olarak kufe valisi fasık ibn-i Ziyad'ın meclisine getirdiklerinde o mel'un aynı tavırı ve Hz. İmam Zeyn'ul Abidin'e işaretle "Kimdir bu" diye sormuştur. Ona "Bu Hüseyin'in oğlu Ali (Zeyn'ul Abidin)dir" denince "Allah Huseyin'in oğlu Ali'yi öldürmedi mi?" demiştir. (Maksadı Kerbela'da Hz. Huseyin'le birlikte şehit olan Hz. Huseyin'in Ali isimli diğer bir oğludur.) Bu sözü duyan imam Zeyn'ul

---------------------------------
 ı - Mekatil-ut Talibiyyin, s.70 - ibn-i Kesir'in Tarihi, c.8, s.131-Şerh-i ibn-i Ebi'l  Hadid, c.3, s.16
 2 - EL İrnamet-u ve's Siyase, c.1, s.151, Muaviye'nin Yeıid'e biat toplama bölümü.



246 /  DOĞRULARLA BİRLİKTE

EHL-İ SÜNNET'E GÖRE KAZA VE KADER /  247

Abidin'in halası Zeynep o mel'una "Hayır, onu Allah'ın ve Resulü'nün düşmanları öldürdü" cevabını vermiştir. O zaman mel'un ibn-i Ziyad, Hz. Zeyneb'e hitaren "Allah'ın senin ailenin başana getirdiği belayı nasıl buldun'?" diye sormuş. Hz. Zeynep ise "Ben güzellikten başka bir şey görmedinm" Onlar Allah'ın kendilerine şehadeti takdir ettiği bir grup idiler, onlar da savaşıp şehit edildiler. Çok yakında Allah seninle onları bir yerde toplayacak ve o zaman muhakeme edileceksin. O gün bak gör, kim kurtulacaktır. Annen senin yasına otursun ey Mercane'nin oğlu,(1) diye cevap vermiştir.

        Kısacası bu inanç (yani insanın işlerinde mecbur olduğu inancı) Beni Ümeyye ve yardımcılarının uydurması olup Şia dışında bütün İslam ümmetine çeşitli şekillerde sirayet etmiştir.
 

----------------
1-Mekatil'ut Talibiyyin - Maktel'ul Huseyin

ÇANAKKALE SUNUSU RESİMLER




ÇANAKKALE SUNUSU RESİMLER

ATATÜRK'Ü HİÇ BÖYLE GÖRMEDİNİZ



ATATÜRK'Ü HİÇ BÖYLE GÖRMEDİNİZ

INSAN ATATÜRK




INSAN ATATÜRK

SEMAZEN NETTEN SESLİ DİNLETİLER



SEMAZEN NETTEN SESLİ DİNLETİLER

HAZRETİ MEVLANA OKYANUSUNDAN






HAZRETİ MEVLANA OKYANUSUNDAN

RUMELİ'Yİ NASIL KAYBETTİK






RUMELİ'Yİ NASIL KAYBETTİK

OSMANLI VİLAYET SALNAMELERİNDE MUSUL






OSMANLI VİLAYET SALNAMELERİNDE  MUSUL

AĞLAMA DUVARI




AĞLAMA DUVARI

Merkezi Babil şehri olan ve Samî ırkından Keldanîler, Ay’a, Güneş’e ve yıldızlara tapınırdı. Bunları temsil eden çeşitli putlar yapmışlardı. Hazret-i Nuh’un oğlu Sam’ın neslinden gelen ve tek tanrıya inanan yarı göçebe bir kavme mensup Hazret-i İbrahim, kendilerine peygamberliğini tebliğ etmeye başlayınca, O’na inanmadılar ve hayli baskılar neticesi Mısır’a kaçmaya mecbur ettiler. Hazret-i İbrahim bilahare Filistin’e yerleşince, Milâttan Evvel 2300 yıllarından itibaren, kavmi de gelip burada yurt tuttu. Filistinliler bunlara Ürdün nehrinin karşı tarafından geldikleri için İbranî adını verdi. Heb-ru karşı taraf, Hebrunî (İbranî) karşı tarafın adamları manasına gelir.


Kudüs'te Beyt-i Makdis. Altın kubbeli bina Ömer Câmii diye bilinen ve Hazret-i Muhammed'in mi'raca yükseldiği taşın muhafaza edildiği bir binadır. Aynı avlu içinde Mescid-i Aksâ diye bilinen yer bugün câmidir. Bunun bir duvarı Ağlama Duvarı'dır. Hazret-i İsa'nın çarmıha gerilmek istendiği ve göğe yükseldiği lerler de Beyt-i Makdis sınırları içindedir. 

İBRANİLERDEN İSRAİL OĞULLARINA

Hazret-i İbrahim’in iki oğlundan Hazret-i İsmail Mekke’ye yerleşti; diğeri Hazret-i İshak babasının yanında kaldı. Daha babalarının sağlığında Hazret-i İsmail Hicaz ve Yemen, Hazret-i İshak da Şam havâlisine peygamber olarak gönderildi. Hazret-i İshak’ın oğlu Hazret-i Yakub da dedesinin sağlığında Şam ile Kudüs arasındaki Ken’anîlere peygamber olarak gönderildi. Hazret-i Yakub’un diğer ismi İsrail idi. İsrail, Allah’ın kulu manasına gelir. Bunun için, Hazret-i Yakub’un on iki oğlundan çoğalan insanlara, Benî İsrail, yani İsrail oğulları denir. Artık bu adı alan İbrânî cemiyeti, aynı soydan gelen ferdlerden teşekkül etmeye başlamış; bu on iki kabile dışındakiler zamanla yok olmuşlardır.

VA’DEDİLMİŞ TOPRAKLAR

Hazret-i Yakub’un oğullarından Hazret-i Yusuf, başından pek çok macera geçtikten sonra Mısır’da maliye nazırı oldu. Babası ve kardeşlerini Ken’an diyarından, yani Filistin’den Mısır’a getirdi. Böylece o zaman topu topu yetmişiki kişi olan İsrail oğulları, Mısır’a yerleşti. Dört asır burada rahat bir hayat sürdüler. Sonradan büyük bir zulüm ve sıkıntıya uğradılar. Hatta köleliğe düştüler. Onları bu sıkıntılardan kurtaran ve Arz-ı Mev’ud, yani Rab tarafından va’dedilmiş topraklara (Filistin’e) götüren, Hazret-i Musa oldu. Yolda Tur dağında Hazret-i Musa’ya Tevrat ve On Emir indi. Hazret-i Musa, nüfusu iki milyona ulaşan halkıyla Lût Gölünün güneyine kadar geldi. Ken’an ilini uzaktan gördükten sonra vefat etti. Yerine geçen yeğeni Hazret-i Yuşa Kudüs’ü Amâlika kavminden aldı. Amâlika, bugünki Filistinlilerin atalarıdır. O zaman putperest idiler.

BEYT-İ MAKDİS YAPILIYOR

Hazret-i Davud ile oğlu Süleyman, peygamberlikle hükümdarlığı uhdesinde birleştirdi. Milattan Evvel 1020 senesinde, Hazret-i Davud hükümdar oldu. İsrail oğullarının en parlak zamanı başladı. M. E. 973’te vefat edince yerine geçen oğlu Hazret-i Süleyman, babasının hazırlattığı yere Finikeli mimarlara Mescid-i Aksâ adındaki meşhur ve muhteşem mabedi yaptırdı. Buna Beyt-i Makdis de denir. 7 sene süren inşasında çok kıymetli malzeme kullanıldı. Uzaktan bakılınca, bir altın parçası gibi pırıl pırıl parlar, görenleri hayran bırakırdı. İçinde Tevrat, On Emir ve diğer emanetler bulunan Tâbût-ı Sekîne’yi, yani mukaddes sandığı, bu mabedin bir odasına koydurttu.

Hazret-i Süleyman’a kadar İsrail hükümdarları saray nedir bilmezlerdi. Evleri, en adi bir köylü evinden farksızdı. Hazret-i Süleyman Kudüs’ü imar etti. Birçok binalar, saraylar, bahçeler, havuzlar, mabedler yaptırdı. Onun zamanında Kudüs dünyanın en zengin, en güzel şehri idi. Denebilir ki, dünyada şimdiye kadar hiçbir hükümdar, Hazret-i Süleyman gibi muhteşem ve masallara benzeyen bir hayat sürmemiştir.

TALMUD’UN MİRASI: YAHUDİLİK

Daha önce on iki kabileye ayrılmış olan İsrail oğulları, Hazret-i Süleyman’ın vefatından sonra iki devlete bölündüler. On kabile İsrail devletini, diğer ikisi Yahuda devletini kurdu. İsrail devleti M.E. 721’de Asurlular, sonra da Yahuda devleti M.E. 586’da Babilliler tarafından yıkıldı. 587 senesinde Asurlu hükümdarı Buhtunnasar Kudüs’ü yakıp yıktı. Yahudilerin çoğunu öldürdü. Kalanlarını da, Babil’e sürdü. Bu karışıklıkta Tevrat nüshaları ortadan kayboldu. Hazret-i Uzeyr’den başka kimsenin ezberinde değildi. Zamanla birçok yerleri unutuldu, değişikliğe uğradı. Muhtelif kimseler, hatırlarında kalan âyetlerini yazarak, Tevrat isminde çeşitli risaleler meydana geldi.

Yahudi dininin bir de sözlü kaynağı vardır: Talmud. Hazret-i Musa’nın sözleri olduğuna inanılan hususlar, nesilden nesile nakledilerek nihayet Yahuda adlı bir haham tarafından milâdın ikinci asrında kitap haline getirildi. Musevi dinine artık Yahudilik denmesi, bu hahama izafeten olmuştur.

İran hükümdarı Şireveyh, Asurluları yenince, M.E. 539 senesinde Yahudilerin tekrar Kudüs’e dönmelerine izin verdi. Yahudiler, M.E. 520 senesinden sonra Mescid-i Aksâ’yı yeniden tamir ettiler. M.E. 63 yılında Kudüs, Romalı kumandan Pompeus tarafından alındı. Pompeus, Kudüs şehrini ve Süleyman Mabedi de denilen Mescid-i Aksâ’yı ateşe verdi. Böylece Yahudiler, Roma hakimiyetine girdiler. M.E. 20 yılında Romalıların Filistin’deki Yahudi valisi Herodes, mabedi tekrar yaptırdı.

MABED YANIYOR

Yahudiler Roma hakimiyetine baş kaldırdılar. Fakat Milâdın 66. yılında Romalı kumandan Titus, Kudüs’ü tamamen yakıp yıktı. Şehri viraneye çevirdi. Bu arada Beyt-i Makdis de yandı. Sadece Ağlama Duvarı diye bilinen batı duvarı kaldı. Titus’un, katliamından sonra Yahudiler bölük bölük Filistin’i terk ettiler. Romalıların emrinde çalıştırılmak üzere, Mısır’a sevk edildiler. Böylece dünyanın her yerine yayıldılar.

Bizanslılar, Emevîler, Memlükler ve Osmanlılar Beyt-i Makdisten arta kalanı muhafaza ettiler. Mescid-i Aksâ, Müslümanlarca da en mukaddes üçüncü mabed sayılır. Emevî halifesi Abdülmelik, Hazret-i Muhammed’in miraca yükseldiği kayanın üzerine Kubbetü’s-Sahra’yı yaptırdı. Altın kubbesi pırıl pırıl parlayan bu bina, bugün bile Kudüs’ün sembolü sayılır. Mescid-i Aksâ’nın olduğu yere ve Ağlama Duvarının bitişiğine, Emevî halifesi Velid, cami inşa ettirdi. Kanuni Sultan Süleyman Kudüs’e son hâlini verdi. Yahudilerin ha-Kotel ha-Ma’aravi (batı duvarı) adını verdikleri duvara, Hıristiyanlar Ağlama Duvarı dediler. 18 m yüksekliğinde, 485 m uzunluğundadır. Taşlarının 24 sırası toprak üzerinde, 19 sırası yer altındadır. 6 m de yer altında vardır. Bazı taşları 12x1m ebadında ve 100 tondan fazla ağırlıktadır. En üstteki 11 sıra Müslümanlardan; geri kalanı da Hazret-i Süleyman’dan değil, Herodes’ten kalmadır.

Ağlama Duvarı, yüzyıllarca Yahudilerdeki millî ve dinî şuuru ayakta tuttu. Kurtarıcı Mesih inancı da, bu şuurun devamını temin etti. Yahudi inancına göre, “Bu duvar yıkılmayacak ve Rab, mabedin batı duvarını asla terk etmeyecektir!” Bu inanca göre Süleyman Mabedi’ni yeniden inşa edecek olan Kurtarıcı Mesih’tir.

2 BİN YILLIK RÜYA

Kudüs, Müslümanların eline geçtikten sonra Yahudilerin buraya gelip ibadet edebilmelerine müsaade edildi. Bölgede Yahudi nüfusunun artmasından sonra Yahudiler, Ağlama Duvarı önüne sıralar, masalar koymak ve o bölgedeki evleri yıkmak istedilerse de Müslümanlar buna mani oldu. 1929 senesinde Ağlama Duvarı sebebiyle Müslümanlarla Yahudiler arasında hadiseler çıktı. Birleşmiş Milletler Cemiyeti tarafından kurulan bir heyet, duvarın Müslümanların mülkiyetinde olduğuna ve Yahudilerin orada dua edebileceklerine karar verdi. 1967 yılında İsrail Kudüs’ü işgal etti. Yahudiler, Ağlama Duvarı önünde toplanıp 2000 yıllık rüyanın gerçekleşmesini coşkuyla kutladılar. Bugün dünyanın her tarafından gelme Yahudiler, Ağlama Duvarı önünde sallanarak dua eder; Süleyman Mabedi’nin ayakta olduğu günlerin yasını tutarlar.

 

YAS TUTUYORLAR 
Her yıl dünyanın dört bir köşesinden Ağlama Duvarı’nı ziyaret için Kudüs’e akın eden Yahudiler; Süleyman Mabedi’nin ayakta olduğu günlerin yasını tutuyor.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...