O sırada, pazuları pehlivan pazularına benzeyen, biri yirmi/ diğeri on beş-on altı yaşlarında iki genç diğer tezgâhlarda bir şeylerle uğraşıyorlardı. Bana
kahve getirmeye giden sekiz on yaşlarındaki tombul çocuk da talaş ve yongaları birbirinden ayırıp çuvallara dolduruyordu.
Ben bir taraftan kahvemi içiyor, diğer taraftan da:
-Maşallah! Allah bağışlasın! Bunlar senin oğulların öyle mi? diyordum.
Hamdun Ağa, onlarla iftihar edermişcesine:
-Evet. Üçü de oğlum. En büyükleri yirmi yaşında. Şehrin çok mahir ve çalışkan marangozlarından biri. Benim bilmediğim süsleme, kabartma ve
oymacılığı da bilir. Kendi kendine öğrendi. Yakında bu işte Yahudilerden daha ileri bir konuma gelecek. Ona gündelik olarak, bir mecidiye veriyorum, dedi.
-Ya! Öyle mi? Peki, gündeliğini kimden alıyor?
-Kimden alacak, benden. Oğlum olmasaydı dükkânda bir usta çalıştırmayacak mıydım? İşi bilen bir ustaya günde bir mecidiye vermeyecek miydim?
Dışarıdan adam alacağıma kendi oğullarımı çalıştırıyorum.
Ben hayretle:
-Bir baba oğluna yevmiye verir mi?
-Elbette verir. Bir çocuk çalışması karşılığında babasından gündelik almazsa ne işi öğrenir, ne de iş çıkarır. Yaptığı işi baştan savma yapar. Çünkü,
babasının kendisini çalıştığı için beslediği gibi bir düşünceye kapılır ve ahlâksız olur. Hâlbuki emeğinin karşılığını aldığı takdirde para kazanmanın ne demek
olduğunu ve paranın değerini öğrenir, işte bu yüzden onlara yevmiye veriyorum. Ortanca oğlum on kuruş alıyor. Ancak üç gün sonra, Cumartesi günü
haftalığını on beş kuruşa çıkaracağım. Zira artık mahir bir usta oldu. Küçük oğlum, benim rahmetli ustamdan aldığım yevmiye kadar, yani yirmi para alıyor.
Çalışkan ve girişimci bir çocuk. Bu gidişle ağabeylerine üstünlük sağlayacak gibi görünüyor. Aslında hakkı bir kuruş. Fakat acele ve dikkatsizlikten, iki
defadır elini kesiyor. Bu yüzden yevmiyesini artırmıyorum. Eğer bir daha aynı hatayı yapmazsa ona bir kuruş vereceğim. Ben dikkatsiz insanları sevmem.
-Öyleyse ev giderlerini ortak karşılıyorsunuz?
-Aa! Hiç öyle şey olur mu? Oğlumun olmadığını farzet. O zaman ev giderlerine kalfa ve çıraklarım ortak mı olacak. Yahut şöyle düşün. Birçok ailede
olduğu gibi, evlâtlarım para kazanamayacak durumda olsaydı, ev giderlerine nasıl ortak olacaklardı. Onlar kazandıklarını biriktiriyorlar. Büyük oğlumun
kendine ait bir sermayesi var. Biraz' daha para biriktirirse, benim sermayem kadar sermayesi olacak. Ona dükkân açacağım. Ya da işe ortak edeceğim.
Sonra da evlendireceğim. Torun sahibi olacağım ve evimiz şenlenecek. Sonra da sıra diğerlerine gelecek.
-Ağam! Öyleyse sen hayli zengin bir adamsın.
Hamdun Ağa çocuklarına dönerek;
-Kollarınızı kaldırın, dedi.
Bunun üzerine onlar kollarını havaya kaldırdılar. Bana şöyle dedi:
-Aynalı Baba! Bu sekiz kol, en büyük zenginlik değil mi? (Sonra çocuklarına dönerek) Haydi evlâtlarım! İşinize bakın. (Tekrar bana dönerek) Büyük
oğlum için gerekli hazırlıkları ya-palı çok oldu. Ortancanınkini de tamamlamak üzereyim. Baba! Biliyor musun ben yirmi yaşında evlendim. O zamanlar yedi
kuruş yevmiye alıyordum. Bir sene sonra büyük oğlum dünyaya geldi. Bunun üzerine, rahmetli ustam Hacı Murtaza günlüğümü on beş kuruşa çıkardı. Bana
her konuda yardımcı oldu. O günden itibaren bir buçuk kuruş oğlum için, üç kuruş hasta olup çalışamayacağım zamanlar için, on para bayramlarda fakirlere
vermek için, on para sadaka vermek için, üç kuruş sermaye biriktirmek için, iki kuruş ev kirası ve diğer harcamalar için para ayırmaya başladım. Kalan beş
kuruş da bize bol bol yetiyordu. Bu düzenli hayat karşısında şaşırmıştım:
-Demek ki, ustan Murtaza iyi bir adammış.
Marangozun gözlerinden yaş geldi:
-Allah rahmet eylesin! Her şeyimi ona borçluyum.
-Allah saadetini artırsın! Allah karına ve çocuklarına sıhhat ve uzun ömür ihsan eylesin!
Hayır duam marangozu çok memnun etti. Başta küçük çocuk olmak üzere, bütün oğulları elimi öptü. Bu mutlu aile beni o kadar memnun etti ki,
sevinçten gözlerimden yaş geldi. Marangoza:
-Bana nasıl hayat sürdüğünüzü anlatır mısınız? Dedim.
-Her gün sabah erkenden kalkarız. Yüzümüzü soğuk su ile yıkar, birer kahve içeriz. Biraz sohbet ederiz. Sonra, karanın erkenden ateşe koymuş olduğu
çorbamızı içeriz. Kalkar dükkâna geliriz. İçimizden biri evin ihtiyaçlarını alıp, eve götürür. Herkese o gün yapması gereken işi söylerim. Onlar da çalışmaya
başlarlar. Öğleye doğru karnımız acıkınca küçük oğlum eve gidip, yemeğimizi getirir. Bir güzel karnımızı doyururuz. Sonra yanımızdaki kahveden bir kahve
isterim ve oradaki gazeteyi alırım. Büyük oğlum gazeteye bir göz gezdirir ve önemli şeyleri bana söyler.
-Vay! Evlâtlarının okuması da var ha?
-Evet, okuma yazma bilirler.
-Demek onları mektebe de gönderdin?
-Hayır! Mahalle mektebine giden çocuk hem bir sürü zaman kaybediyor, hem ahlâksız oluyor, hem de hiçbir şey öğrenmiyor. Bu yüzden ben fakir bir
hoca buldum. Bu hoca her sabah dükkâna gelir, bir iki metelik karşılığında onlara yarım saat ders verirdi. Böylece çocuklarım bir sene içerisinde Kuran ve
gazete okumayı öğrendi. Yazmayı da yeter derecede öğrendiler. Daha sonra hocanın tavsiye ettiği kitapları aldım. Çocuklarım öğle tatillerinde ve geceleri
bu kitapları okudular. Gelelim nasıl yaşadığımıza. Öğle tatili bir buçuk saat. Bu sürede gazete okumak zorunlu değil, isteyen bir saat uyuyabilir. Akşamleyin
alaturka saate göre on buçukta dükkânı kapatıyoruz. Gördüğün gibi ben kahve tiryakisiyim. Hepimiz günde beşer fincan kahve içeriz. Akşamları şehrin
uygun yerlerinde küçük bir gezinti yaparız. Kış gecelerinde komşular bize gelir. Ha! Bizim hanımı komşu kadınlar çok sever. Çünkü o dedikodu etmez. Her
cuma, karım ve çocuklarımla kıra gider, eğleniriz. Günler böylece geçip gider. Allah'a şükürler olsun ki, bizim eve hastalık girmez. Şimdiye dek ben iki, karım
da üç defa hasta oldu. Çünkü düzenli bir hayatımız var. Yeme ve yatma vakitlerine önem veririz. Abur cubur yemeyiz. Kısacası; Allah'a bin kere hamd olsun,
hepimiz çok mutluyuz.
Bir Kahvede Yaşananlar
(... ) senesinde, Filistin'in (... ) şehrinde bulunuyordum. Sıcak bir günün akşamında, biraz hava almak için (.... ) mevkiine doğru yürümeye başladım.
Zeytinlikler arasından geçerek oraya ulaştım. Buradaki kahvelerin hemen hemen hepsi benim gibi sıcaktan bunalan insanlarla doluydu.
Her nedense insanlar, zararsız delileri çok seviyordu. Bu yüzden kahvedekilerin bazısı beni kahve ve nargile içmeye davet ediyordu. Fakat ben,
peşinden koşuldukça nazlanan orospular gibi onlara naz yapıyor, kafama göre takılıyordum.
Büyük bir kahvenin önünden geçerken bir garson koşarak yanıma geldi. Sebebini bilmiyorum ama garsonluk, Rumlara özgü bir sanattır. Suriye ve
Filistin'de her işi yerliler yapar fakat kahve ve gazino garsonlan Rum'dur. Bu garsonun da Rum olduğu şivesinden anlaşılıyordu. Garson Arapça karışımı bir
Türkçe ile:
-Aynalı Baba! İstemek seni beyler. Buyur, dedi.
-Hangi beyler?
-Ben bilmiyor onlar kim. İşte onlar oturmak var ağacın altında.
Yürümekten yorulmuştum. Beyleri eğlendirmek, daha doğrusu biraz dinlenmek ve gönlümü eğlendirmek için bu davete icabet ettim.
Üzerimdeki aynalar ve yabancı oluşum nedeniyle halk arasında tanınıyordum. Ben de şehrin ileri gelenlerinin ve memurlarının hemen hemen hepsini
tanıyordum. Köşedeki beyler; yazı işleri müdürü, demiryolları sorumlusu, okul müdürü, bayındırlık baş mühendisi ve üç lise öğretmeniydi. Beni görünce
ayağa kalkıp alaylı bir şekilde:
-Vay, hemşerimiz Aynalı Sultan! Vay, Aynalı Baba! Hacı Aynalı, buyur! diye seslendiler.
Ben de rolüme uygun cevaplar verip, bir sandalyeye oturdum. Garson yanımıza gelince Yazı İşleri Müdürü:
-Hazret-i Aynalı! Ne içersin? diye sordu.
Nargile istedim. Garson nargileyi getirdikten sonra istediğim başka birşey olup olmadığını sordu.
-Beyler ne içerse, bana da ondan getir, dedim.
Garson:
-Beyler vermut içiyor. Siz de mi ondan!., deyince ben: -Evet, palamut istiyorum, dedim.
Bunun üzerine yanımdaki beyler ve etraftaki masalardaki Türkçe bilen insanlar büyük bir kahkaha kopardılar. Türkçe bilmeyenler de bu kahkahanın
sebebini öğrenince kahkahalar arttı.
Beni bilenler bilmeyenlere anlatıyordu. Daha doğrusu "tuhaf ve zararsız bir deli" diyorlardı.
Orada bulunan Frenkli kadınların en çok dikkatini çeken şey üzerimdeki aynalar ve üçünü bir onluğa aldığım horoz şekerleriydi.
Vermudu içtim. Karşı masada oturan, hâl ve hareketlerinden İngiliz veya Amerikalı olduğu anlaşılan sevimli bir kız bana dondurma ısmarladı. Ben de
sarığımdaki şekerlerden birini garson aracılığıyla ona gönderdim. Bu davranışım etraftakilerin çok poşuna gitmişti. Kahvede bulunan yüzü aşkın kişi
tarafından alkışlandım. Madamlar bana pasta, börek gibi şeyler göndermekte âdeta birbirleriyle yarışıyordu, ikram edilen ilk şeyler karşılığında sarığımdaki
şekerleri verdim. Fakat aşırı derecede ikram gördüğümden diğerlerine verecek şeker kalmamıştı. Bunun üzerine ayağa kalkıp horoz gibi öttüm. Ve şöyle
dedim:
-Baylar ve bayanlar! Burada bu kadar ikram göreceğimi bilseydim bir küfe dolusu horoz şekeri alırdım. Maalesef şu an horozlarım bitmiş bulunuyor, işte
bu yüzden, ikramda bulunup da karşılığında bir şey alamayanlara ve bundan sonra ikramda bulunacaklara, küçük de olsa bir karşılık vermek için horoz gibi
öttüm. Şimdi bir defa daha ötüyorum. Üzülerek söylüyorum ki, nasibiniz bu!
Bu sözlerim hemen başka dillere tercüme edildi. Ve, kahkahalar gökyüzüne çıktı. Neşeli bir hava yayılmıştı etrafa. Herkes Deli Aynalı'nın yaptığı
deliliklere gülüyordu. Ben ise onların ahmaklığına gülüyordum. O sırada âmâ bir kadın kahveye girdi. Mini mini bir kız tarafından yürütülüyordu bu zavallı.
Yürüyüşünden ömründe hiç dilenmemiş olduğu anlaşılıyordu. Belli ki kısa zaman önce sefaletin kucağına düşmüştü. Sırtında pahalı bir kumaştan yapılmış
fakat eski bir elbise vardı. Ayrıca hâl ve hareketleri asil bir insan olduğunu ortaya koyuyordu. Büyük bir ihtimalle bir zamanlar neşe içinde dondurma yediği
bu yere dilenci olarak gelmesi çok ağrına gitmişti. Dizleri tutmuyor, sanki yere mıhlanmış gibi duruyordu.
İleri doğru bir adım daha atma cesaretini gösteremeyen bu zavallı kadının perişan hâli bana acayip dokundu. Deli rolünü unutarak, daha doğrusu
başka bir rol takınarak ayağa kalktım. Sarığımdan çıkardığım külahı keşkül yapıp, Türkçe, Arapça , Fransızca ve Almanca:
-Baylar, bayanlar! Bu zavallı kadına yardım edin! dedim.
Herkes şaşkın bir hâlde, kuruşluk, çeyreklik gibi paralar veriyordu. Masaları bir bir dolaşıp, durumu izah ediyordum. Konuşmalarım etkisini göstermişti.
Çok kısa bir zamanda birkaç yüz kuruş toplamıştım. Onları kadıncağıza verdim.
Bu olaydan sonra, orada bulunanlar alaylı tavırlarını bırakarak bana hürmet göstermeye başladılar. Fakat bu bana göre değildi. Kahveyi terkedip,
kafama göre dolaşmaya karar verdim. Ancak öyle ısrar ettiler ki, sonunda bu kararımdan vazgeçip yemeğe kalmaya razı oldum. "Hatıra defterimde bir de
böyle bir anı bulunsun" dedim kendi kendime.
Yanımda oturan okul müdürü, yemek esnasında kulağıma doğru eğilerek şöyle dedi:
-Azizim! Bu pejmürde ve komik kıyafet altında iyi öğrenim görmüş, kâmil ve cömert bir insan bulunduğunu görmemek için kör olmak lâzım. Zavallı
kadının o perişan hâlini görüp de ayağa kalktığınızda, bu komik giysinize rağmen, yüzünüzdeki temizlik, asillik hatta etkileyicilik hepimizi büyüledi. Birkaç
dakika içinde birkaç yüz kuruş sadaka toplamak için bir insanın, sadaka verenlerin ruhuna nüfuz etmesi gerekir. Bunu siz başardınız. Azizim! Siz, insanlığa
hizmet etmeyi bırakıp da niçin böyle bir yaşantı seçtiniz?
Genç müdürün hâl ve hareketlerinde, haddinden fazla saflık ve hürmet vardı. Cevaben:
-Azizim! Bu soruyu bana başka biri sorsaydı, delice bir cevapla onu geçiştirirdim. Fakat sizin hareketlerinizde saflık ve samimiyet görüyorum. Bu
yüzden gerçeği söyleyeceğim. Ben, insanlardan fazlaca kötülük görmüş birisiyim. Fakat onlara kötülük etmeyi hiç düşünmedim ve böyle yaşamayı yeğledim.
Sözlerimi iyi düşün! Bunun sana çok faydası dokunacak, dedim.
Sonra herkesle vedalaşarak, oradan ayrıldım.
Gençlik iksiri
Suriye'nin (....) şehrinde (....) adında asil bir adam vardı. Cömert ve oldukça müsrif olduğundan bin sene yetecek bir serveti eritmiş, her şeye rağmen
elinde normalin üstünde bir servet kalmıştı. Zevk ve eğlenceye düşkün olduğu için bedeni yıpranmış olan bu adam, o ana kadar hiç evlenmediği hâlde,
altmış yaşından sonra evlenmeye kalkmıştı. Acaba niçin?... Hayatının son demlerinde aile mutluluğunu tatmak, öldükten sonra kendisini hayırla yâd edecek
evlâtlar yetiştirmek için mi evlenmişti? Bu uzak bir ihtimal. Zira bilindiği üzere "Yaş altmış, iş bitmiş" diye bir söz vardır.
Altı ay önce memleketin her tarafında müthiş bir facia duyuldu. Zamanın zenginlerinden olan acayip bir kişi, iyi bir terbiye almadığı için ailesine karşı
vazifesini iyi yapamamış, bunun neticesinde oğlu uçuk kaçık bir çapkın, kızı da tam bir orospu olmuştu. Henüz 13 yaşında olmasına rağmen her önüne
gelenle sevişmeye başlamıştı. Sonunda, bütün aşıklarından daha çok sevdiği (....) isimli, yakışıklı fakat fakir bir gence bütün varlığını teslim etmişti.
Şer'an ve aklen telâfisi mümkün olan bu olayı kızın babası duymuş ama, kibirli ve paracı biri olduğu için kızını bu fakir delikanlıya vermemişti. Bu
yüzden halk arasında türlü dedikodular yayılmış ve rezaletler çıkmıştı. Bir gün fakir delikanlı birdenbire ortalıktan kaybolmuştu. Bir hafta sonra cesedi boş
arsalardan birindeki bir kuyunun dibinde bulunmuştu. Kimileri kasten öldürülüp, kuyuya atıldığını, kimileri aşk yüzünden intihar ettiğini söylüyordu. Adet yerini
bulsun diye polis olaya el koydu. Arabistan'da olduğu gibi burada da olay hasır alttı edildi. Çünkü olay zenginlerle alâkalıydı.
Olayın üstünden dört beş ay geçtikten sonra, bu yosmayı, (....) Bey'e nikâhlamaya karar verdiler. Bu işte, her iki tarafın da sözde çıkarı vardı. Kızın
babası böyle asil, hiç kimsenin dil uzatmaya cesaret edemediği bir beye kızını vererek, geçmişi unutturmak ve adamın mal varlığına konmak istiyordu.
Çünkü kızın babası, on üç-on beş yaşlarındaki bir kızın, ihtiyar bir kimse için öldürücü bir zehir etkisi yapacağını gayet iyi biliyordu. (...) Bey ise yeniden eski
ihtişamlı günlerine dönmek ve cimriliği dışarıdan pek anlaşılmayan kayınpederinin servetinden yararlanmak istiyordu. Fakat bu işten kayınpederin kârlı
çıkacağı ortadaydı. Bu işten damat zararlı çıkacaktı. Zira bu yosmanın, damadın başını çok sayıda boynuzlarla süsleyeceği aşikârdı.
O günlerde fatiha makamında tıraş olduğum (...) semtindeki berberin dükkanına uğramıştım. Berber, görünce:
-Hoş geldin Aynalı Baba! dedi.
Beni oldukça samimî bir şekilde karşıladı. Sandalyeye oturduktan sonra usta ile konuşmaya başladım. Usta, tüm meslektaşları gibi müşterilerinin ve
komşularının işleriyle yakından ilgilenen geveze bir adamdı. Dedi ki:
-Duydun mu Aynalı Baba? Bey'in nişanlısı onu görmek istemiş. Bey ikindiden sonra buraya gelecek. Peki niçin gelecek?.. "Sana ne" diyeceksin....
Bugün işim çok. Beyin saçını sakalını boyayacağım. Yüzüne ve kulaklarına ibrişim tutacağım. Sodalı ve şaplı su ile yüzünü yıkayacağım. Aynalı Baba!
Sodalı ve şaplı su işinden iyi anlarım. Eğer istersen senin de yüzündeki kırışıklıkları gidereyim. Alimallah, yüzünü asker trompetine döndürürüm. Yüzünde
buruşukluk namına hiçbir şey kalmaz. Özellikle suyun içindeki soda, yüzünü melek yüzü gibi parlatır. Anladım istemiyorsun. Başını sallayıp durma, bir
tarafını kestireceksin. Damat tuvaleti elinde bastona, kızın penceresinin altından geçecek. Senden sır çıkmaz. Yanımdaki aktar da damat için şeytan
pisliğinden kuvvet macunu hazırlıyor. Anlarsın ya! Herifte barut yok. Şeytan pisliği çok etkili bir şeymiş. İhtiyarladığım zaman ben de kullanmayı
düşünüyorum. Nasıl yapıldığını öğrendim. Ha, Aynalı Baba! Sen hiç şeytan pisliğinden yapılan ilâç yuttun mu? Kokusu biraz kötüymüş. Neyse... Baba! Bu
işe sen ne diyorsun? Bizim damat yetmişine merdiven dayamış durumda. On beş yaşındaki bir afetle evlenmek ne demek? Bence, insan yetmişi bulduktan
sonra değil, şeytan boku, kaz boku bile yutsa bir işe yaramaz. Damat kısa sürede nalları dikeceğe benziyor. Mezarcı mezarı iki-üç arşın derin kazmalı. Eğer
birkaç hafta içerisinde ölmez de on ay dayanırsa kırk arşın kazmalı.
-Usta! Her şeyi anladım da bu kadar derin kazmaya ne gerek var?
-Ne gerek var olur mu? Mutlaka derin kazılması lâzım. Damadın boynuzları dışarıda mı kalsın yani. Eğer bir sene yaşarsa Ezher Camii'nin minareleri
kadar boynuzlarının olacağından eminim. Sen kızı bir bilsen, fırlamanın teki.
Tıraş bitmişti. Geveze berberle vedalaşıp eve döndüm. Daha önce de söylemiştim, bey iyi bir adamdı. Baltayı hep kendine vururdu. Birkaç yüz bin
liraya yakın bir paranın büyük bir kısmını fakirlere vermiş, takdir edilmesi gereken bir adamdı. Bu adamcağız bana karşı da çok iyi davranır, gönlümü alırdı.
Yapacağı evliliğin sonucunda ortaya çıkacak rezaletlere dayanamayıp, feci bir şekilde hayata veda edeceği kesindi.
Kendisine yardımcı olmaya karar verdim. Çarşıya gidip kurşunî bir boya satın aldım ve eve getirdim. Şehrin kenarındaki bahçelerde gezinmek çok
hoşuma gidiyordu. Gezinti esnasında sahipsiz, ihtiyar bir eşek gördüm. Peşine düştüm. Bir hayli dolaştıktan sonra, su dolu bir hendeğin kenarında eşeği
yakaladım. Hemen boynuna bir ip geçirdim ve çekmeye başladım.
Uzun zamandır filozofluk taslayan, hayatın boş bir şey olduğunu düşünen bu eşekoğlu eşek, boynuna esaret yularının geçtiğini hissedince biraz
huysuzluk yapmış, hür olduğunu iddia edip hukukunu korumaya kalkmıştı. Gençliğini hatırlayarak ayak diremiş, yürümemeye inat etmişse de, ihtiyar bir eşek
olduğu için karşı koyamayacağını anlayıp, işi filozofluğa dökmüş, cılız bacaklarını ağırbaşlı bir tavırla atarak arkamdan gelmeye başlamıştı. Zor durumlarda
teslim olmanın zarurî olduğunu gösterircesine yürüyordu.
Bir eşekle döndüğümü gören mahallenin haylaz çocuklan beni karşılamak için muhteşem bir tören hazırlamışlardı.
-Aynalı Baba odun satacak, diye bağırmaktaydılar.
Eve yaklaştığımda, peşimden gelen çocukların sayısı elliyi aşmıştı. Ayrıca arkamda, en ufak olayı bile tiyatro seyreder gibi seyreden bir sürü ahmak
vardı. (.....) Bey'in konağının önünden geçerken, insanların şamatası Bey'in ilgisini çekmiş olmalı ki pencereden bize bakıyordu. Meydana varınca eşeği bir
taşa bağlayıp, eve koştum. Evden su ve sabun alıp meydana döndüm. Önce eş eği bir güzel yıkadım. Bey, olup biteni pencereden seyrediyordu. Yıkama işi
bitince eşeği iyice kuruladım. Sonra cebimdeki kocaman şapı çıkarıp, eşeğe sürmeye başladım. Sonra kulak ve ayaklarında, bakımsızlıktan uzamış olan
kılları temizledim. Seyircilerin sayısı gittikçe artıyordu. Eşeği kurşunî boyayla boyamaya başladım. İşim yarım saatte bitmişti. Vernikli boyayı yiyen eşek
Venedik aynası gibi parlıyordu.
O sırada Beyefendi'nin baş kâhyası gelip beni eve davet etti. Ben zaten bunu bekliyordum. Beyefendi'nin keyfi yerindeydi. Beni görünce:
-Aynalı Baba! Ne yapıyorsun? Gerçi senin yaptığın işlerde normallik aranmaz ama bu ne iş? Bu eşek kimin? Niçin onu boyadın?
-Beyefendi! Bu hayvancağız yirmi dört yaşındadır. Bu yaş insanda 60-70 yaşına tekabül eder. Onu gezerken buldum. Benim bir de beş yaşında dişi bir
eşeğim var. Onları çiftleştirmeyi düşünüyorum. Ee, artık dünya değişti. Zamanenin her şeyinde başkalık var. Dişi eşek cilveli. Gördüğün gibi bu zavallı
eşeğin tüyleri dökülmüş, kemikleri ortaya çıkmış, geri kalan tüyleri de sararıp solmuş. Yaşadığım tecrübeler sonucunda buna hiçbir genç dişi eşeğin ilgi
duymayacağını gayet iyi biliyorum. Bugün vernikli boyayla boyadım. Bir buçuk yaşındaki sıpa gibi parladı. Yarın at-tardan, şeytan bokundan yapılan macun
alıp yemine karıştıracağım. Böylece at gibi kişnemeye başlayacak. Boyamadan önce şaplı ve sodalı su ile bir kez yıkadım. Bir kere daha yıkayıp, biraz da
su içirdim mi her yanı davul gibi gerilecek, şişman görünecek. Böylece dişi eşeğin şehvetli bakışlarını üzerine çekmeyi başaracak.
-Aynalı Sultan! Kusura bakma ama senin bu yaptığın akıllı işi değil.
-Efendim! Niçin böyle konuşuyorsun? Benim eşeğe yaptığım şeyi birçok ihtiyar insan kendine yapıyor.
Eşekte akıl olmadığı için hemencecik boyaya aldanır ve kendini teslim eder. Halbuki akıl sahibi olan insanların dişisi bu gibi şeylere aldanmaz. Bu şekilde hareket edenler dişileri değil, kendilerini kandırırlar. Dolayısıyla insanların benden daha akıllı olduğu söylenemez. Gelelim gençlik iksirine. Malum
olduğu üzere, insan ömrü muhtelif dönemlere ayrılır. Gençlikte bu iksir çok işe yarar. Fakat yaşı kırk-elliyi bulmuş bir ihtiyara verilen gençlik iksiri onun ömrü-
nü kısaltır. Anî bir ölüme sürükler onu. Bu bir gerçektir. Hâl böyleyken birçok ihtiyar gençlik iksiri kullanıyor. Öyleyse benim eşeğimin de gençlik iksiri
kullanmasında şaşılacak bir durum olmasa gerek. Bununla beraber, ben bu işi yapmış bulundum. Genç eşek, bu ihtiyar eşeği uzaktan görüp, belki süsüne
aldanacak ve yanına gelecek. Fakat birbirlerine yaklaştıklarında ihtiyar eşeğin foyasının ortaya çıkacağı aşikâr. Peki, sonra ne olacak? Dişi eşek bu zavallıyı
bırakıp kaçacak, kendine uygun, genç bir erkek arayacak, öyle değil mi? Bu zavallı eşek de, eşek olmasına rağmen, ömrünün son demlerini en büyük
belaya düşüp, kıskançlıktan kıvranarak geçirecek.
Ben konuştukça, Bey'in yüzü renkten renge giriyordu. Düşünceli bir şekilde zili çalıp, uşağı çağırdı.
-Çabuk bize iki kahve yap. Aynalı Baba ile içeceğiz, dedi.
Kahveler geldi. Kahvelerimizi içtik. O sırada Beyefendi konsülden kâğıt ve kalem alarak birşeyler yazmaya başladı. İşini bitirince elimden tutarak:
-Aynalı Baba! Uyguladığın tedavi biraz kırıcı ve acı oldu. Fakat tamamıyla beni etkiledi. Beni bir batağa düşmekten kurtardın. Deli değil, veli olduğunu
ispat ettin. Ver elini öpeyim. Yaş itibariyle senin baban yerindeysem de bunun pek önemi yok. Al şu kâğıdı oku, dedi.
Kâğıdı üzüntü içinde aldım. Beyefendi, sıhhatle ilgili bahaneler ileri sürerek, gerçekleştirmeyi düşündüğü evlilikten vazgeçmek zorunda kaldığını kızın
babasına bildiriyordu. Ayağa kalktım. Beyefendi, kapısının her zaman açık olduğunu söyleyerek, beni uğurladı.
Beyefendi'nin sık sık ziyaretine gidiyordum. Altı yedi ay onunla çok güzel ve faydalı sohbetler ettik. Böylece onun olgun bir insan olduğunu anladım.
Kısa bir süre sonra hastalandı. Son sözleri şöyleydi: "Azizim Aynalı! Beni büyük bir rezaletten kurtardığın için sağol! Hem dünyamı, hem de ahiretimi sana
borçluyum. Eğer sen olmasaydın, ardımda bırakacağım servet aşağılık bir mahlûkun eğlencesine âlet olacak, ben de kabir azabından kurtulamayacaktım.
Senin sayende bir insanın, kendine özgü ailesinin yanısıra, adına insanlık ailesi denen büyük bir ailesinin daha olduğunu öğrendim. Bunun için çok
bahtiyarım. Kimsem olmadığı için, tüm servetimle bir yetimhane yapılmasını vasiyet ediyorum. Artık huzur içinde ölebilirim."
Beyefendinin vasiyeti yerine getirildi. Bıraktığı servetle büyük bir yetimhane yapıldı. Orada yaşayan yetimler her cuma onun kabrini ziyarete gidip,
ruhuna Fatihalar okuyordu.
Allah rahmet eylesin!