11 Nisan 2016

Hıristiyanlık ve Teslis İnancı-İslâm’a Yakın Olanlar-İsa Aleyhisselâm’ın Beyanlarındaki Gerçek:



Hıristiyanlık ve Teslis İnancı

İsa Aleyhisselâm göğe yükseltildikten sonra Havarîler İsa Aleyhisselâm’ın vasiyeti üzerine dinini yaymaya çalıştılar. İnananlar hayli çoğaldı. Fakat zamanla hıristiyanlar da İsrâiloğulları gibi yoldan çıktılar, tefrikaya düştüler.
Yahudiler İsa Aleyhisselâm hakkında, babasız dünyaya geldiğini bahane ederek zinâ çocuğudur dediler, iftira ettiler. Hıristiyanlardan bir kısmı “İlâh” dediler, bir kısmı “İlâhın oğludur.” fikrine saplandılar. Bir başka fırka da “Üçten biridir.” demişlerdi.
Kur’an-ı kerim’de Allah-u Teâlâ’nın çocuğu olmaktan münezzeh olduğuna dair beyanlar sık sık ifade buyurulmaktadır:
“Allah çocuk edindi dediler. Hâşâ! O yücedir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmişlerdir.” (Bakara: 116)
Allah-u Teâlâ’nın çocuk edindiğini söylemek, O’nun insanlara benzediğini söylemek mânâsına gelir. O halde hiçbir şeyin kendisine benzemediği Zât-ı Ecell-ü A’lâ’nın çocuk edinmesi aslâ düşünülemez. O, başlangıcı ve sonu bulunmayan yegâne yaratıcıdır.
“Elinizde O’nun çocuk edindiğine dair hiçbir delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?” (Yunus: 68)
Allah-u Teâlâ onların ileri sürdükleri iddiâlardan ne kadar uzaktır! Çocuğu olduğunu haber vermediğine veya bu mânâya gelebilecek bir beyan Zât-ı Akdes’inden sâdır olmadığına göre, bu gibi kimseler kuru bir zanna ve kötü bir yalana isnat etmektedirler.
“De ki: Allah’a karşı yalan uyduranlar aslâ iflâh olmazlar.” (Yunus: 69)
Korktuklarından emin, umduklarına nâil olamayacaklar, cennete değil cehenneme sevkedileceklerdir.
“Bak! Nasıl da Allah’a yalan yere iftira ediyorlar. Apaçık bir günah olarak bu yeter!” (Nisâ: 50)
Bundan başka hiçbir günahları olmasa bile, bu iftiraları onların hepsini gölgede bırakan büyük bir günah olur.
“O hiçbir çocuk edinmemiştir. Mülkünde hiçbir ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, mukadderatını tayin etmiştir.” (Furkan: 2)
Her şey bütün mukadderatı ile O’nun kudret eli altındadır. Her şeyin bir sınırı ve ölçüsü vardır ki, kul onu aslâ aşamaz. O’nun kudretine ise sınır ve son yoktur. Bunun içindir ki hiçbir şey, yaratılmış olma sınırını aşıp da O’na ortak olmaya güç yetiremez.
“Yahudiler: ‘Üzeyir Allah’ın oğludur.’ dediler.” (Tevbe: 30)
Bu sapıklıkları ile hıristiyanların: “Mesih Allah’ın oğludur.” sözüne bir kapı açmış oldular.
“Hıristiyanlar da: ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler.” (Tevbe: 30)
Başlangıçta bunu söyleyenler bir kısım hıristiyanlar ise de, sonradan hemen hepsi böyle söylemeye başladılar, hatta böyle söylemeyenleri kâfirlikle itham ettiler.
“Bu, daha önce inkâr edenlerin sözlerine benzeterek geveledikleri sözlerdir.” (Tevbe: 30)
Bunlar ehl-i kitaptan olmakla beraber müşriklere benzerler ve müşrik sayılırlar.
“Allah onları kahretsin! Nasıl da uyduruyorlar?” (Tevbe: 30)
Bu iftiralarından dolayı Allah-u Teâlâ’nın ilâhî gadabına maruz kalmışlardır:
“Rahman çocuk edindi dediler.” (Meryem: 88)
“Andolsun ki siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız.” (Meryem: 89)
“Onlar o Rahman olan Allah’a çocuk iddia ettiler diye, bu sözden dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecekti.” (Meryem: 90-91)
“Halbuki Rahman olan Allah’a çocuk isnat etmek aslâ yakışmaz.” (Meryem: 92)
Onlar yaratma ile üretme arasındaki farkı anlayamadılar. Doğurma ve doğmanın, her şeyden önce bir yaratmaya bağlı olduğunu düşünemediler.
Hıristiyanlar o ilk günahtan kurtulmak için aklı ve nefsi bu teslis inancına feda etmek gerektiğini ve bu fedâkârlığı yapmanın bu imanın şartı ve kurtuluş sebebi olduğunu iddiâ ederler ki, bütün bunlar Allah inancını hafife almaktan başka bir şey değildir. Büyük bir saygısızlıktır ve küfürdür.
Teslis inancı, hıristiyanlığın kaynağından gelen bir inanç değildir. Tahriften kaynaklanan bâtıl inancıdır.
Allah-u Teâlâ hıristiyanları uyarmak, gittikleri yolun yanlışlığını onlara duyurmak için Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Allah’ı bırakıp da, size ne bir zarar ne de bir fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz?” (Mâide: 76)
Hepsi de mahiyetleri itibariyle Allah-u Teâlâ’nın yaratıklarıdır. Hiçbir fayda ve hiçbir zarar verme imkânına sahip değildirler.
“Oysa Allah işitendir, bilendir.” (Mâide: 76)
Kullarının kendisine karşı ibadet ve duâlarını işittiği gibi, kalplerde gizlenen ve saklanan şeyleri de bilir. Dolayısıyla herkese hakettiğini verecektir.
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Dininizde haksız yere taşkınlık yapıp sınırı aşmayın.” (Mâide: 77)
Ey hıristiyanlar! Siz Mesih’in hak olan peygamberliğini geçip de onu ilâhlık mertebesine çıkarmayınız.
Ey yahudiler! Siz de onun peygamberliğini inkâr ederek değerini düşürmeye cüret etmeyiniz.
“Daha önce hem kendileri sapmış, hem de birçoklarını saptırarak doğru yoldan ayrılmış bir topluluğun hevâ ve heveslerine uymayın.” (Mâide: 77)
Burada sapan ve saptıranlardan maksat, yahudi ve hıristiyanların ileri gelenlerinden sapıklıkta çığır açan ve o yolda yürüyenlerdir. Bunlar dinlerinde hakkı hedef edinmemişler, bu sebeple haksız yere aşırı giderek geçmişlerini körü körüne taklit etmişlerdir.
“Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü şey ne kötüdür.” (Mâide: 80)

Bu inançlarının, bu sapıklıklarının vahim neticelerini ahirette elbette göreceklerdir.

İslâm’a Yakın Olanlar

Sevgi bakımından hıristiyanlığın, dinlerin İslâm’a en yakını olduğu Kur’an-ı kerim’de beyan edilmektedir:
“Onların, iman edenlere sevgi bakımından en yakın olanlarını da: ‘Biz hıristiyanız’ diyenleri bulursun.” (Mâide: 82)
Gerçi hıristiyanlar mümin değildir, hatta müminlere düşmanlık bunlarda da vardır. Fakat içlerinde tevbe ile imana gelmek kabiliyetinde olanlar çoktur.
“Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır, onlar büyüklük taslamazlar.” (Mâide: 82)
Onlar ağırbaşlı oldukları için alçak gönüllüdürler ve yahudiler gibi kibirlenmezler.

İsa Aleyhisselâm’ın Beyanlarındaki Gerçek:

Kıyamet gününde Allah-u Teâlâ ile İsa Aleyhisselâm arasında geçecek olan muhavere Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulmaktadır:
“Allah: ‘Ey Meryemoğlu İsa! Sen mi insanlara: ‘Beni ve anamı Allah’tan başka iki ilâh edinin’ dedin?’ demişti.
O şöyle dedi: Hâşâ! Seni tenzih ederim. Hak olmayan sözü söylemek bana yakışmaz.
Eğer demiş olsam, şüphesiz sen onu bilirsin.
Sen benim içimdekini de bilirsin, halbuki ben senin zâtında olanı bilmem.
Şüphesiz ki gaybları bilen ancak sensin.
Ben onlara sadece: ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin!’ diye bana emrettiğini söyledim.” (Mâide: 116-117)
“Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na kulluk edin!” dedim. (Âl-i imran: 51)
“Aralarında bulunduğum müddetçe onlara şâhit idim. Beni aralarından aldığında, artık onlar üzerinde gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeye şâhitsin.
Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz ki sen izzet ve hikmet sahibisin.” (Mâide: 117-118)

Azaplandırırsan, bu senin adaletinin gereğidir. Affedersen, senin engin merhametin tecelli etmiş olur. Şu halde ne azap etmende bir haksızlık, ne bağışlamanda bir isabetsizlik düşünülemez.

Halkı Hakk’a Dâvet-İsa Aleyhisselâm’a Lütuflar



Halkı Hakk’a Dâvet

İsa Aleyhisselâm otuz yaşlarında iken vahiy geldi, peygamberlikle vazifelendirildi. Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini İsrâiloğullarına tebliğ etti.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İsa apaçık delilleri getirdiği zaman demişti ki:
Ben size hikmet getirdim. Bir de ayrılığa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklamak için geldim.” (Zuhruf: 63)
Sizi uyarmaya, ihtilaflarınızı aranızdan kaldırmaya memur oldum.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim Aleyhisselâm’ın gönderildiklerini, onların zürriyetlerinin de nübüvvete nâil olduklarını, daha sonra da diğer peygamberlerin ve İsa Aleyhisselâm’ın gönderilmiş olduklarını beyan buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği ve Kitab’ı da onların soyuna verdik.” (Hadid: 26)
Kendilerine kitap verilen peygamberlerin hepsi Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir.
“Onlardan kimi doğru yoldadır, içlerinden birçoğu da yoldan çıkmışlardır.” (Hadid: 26)
Her asırda Hakk dine uyanlar, hidayet yolunu kabul edenler azınlıkta kalmış; bâtıla uyanlar, dalâleti seçenler ise çoğunluk olmuştur.
“Sonra onların izleri üzerinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik.” (Hadid: 27)
Musa Aleyhisselâm’dan sonraki İsrâiloğulları peygamberleri de bunlara dahildir.
“Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik ve ona İncil’i verdik.” (Hadid: 27)
Allah-u Teâlâ ona, içinde Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğine dair müjde bulunan İncil’i indirmiştir.
“Ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk.” (Hadid: 27)
İsa Aleyhisselâm çok yumuşak kalpli ve merhametli olduğu için, onu takip edenler de aynı şekilde mahlûkata karşı yumuşak ve merhametli davranıyorlardı. Birbirlerini sevmeleri dolayısıyla, bu onlara Allah-u Teâlâ tarafından bir övgüdür.
“Türettikleri ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Ancak Allah’ın rızâsını kazanmak için kendileri türettiler, amma buna da gereği gibi riâyet etmediler.” (Hadid: 27)
Allah-u Teâlâ’nın dininde O’nun emretmediği ruhbanlığı ortaya attılar ve ona göre yaşamaya kendilerini zorladılar. Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak uğruna nefislerine vacip kıldıkları şeyin hakkını da veremediler, hiçbirisi verdikleri sözün icabına uymadılar, böylece dalâlete düştüler.
“Biz de onlardan iman etmiş olanlara mükâfatlarını verdik.” (Hadid: 27)
İsa Aleyhisselâm’ın haber verdiği Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini tasdik eden sâlih kimseleri kat kat sevaplara kavuşturduk.
“İçlerinden çoğu da yoldan çıkmış fâsıktırlar.” (Hadid: 27)
Hıristiyanlardan çoğu da itaat sınırından çıkmışlar, son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini inkâr etmişlerdir.
“Onların izleri üzerine arkalarından Meryem oğlu İsa’yı, ondan önce gelmiş bulunan Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gönderdik.” (Mâide: 46)
Aslında İncil, daha önce gelmiş bulunan Tevrat’ı tasdik edici olarak gelmiş ve bazı küçük değişikliklerin dışında kalan hususlarda Tevrat’ın getirdiği ahkâma dayanmıştır.
“Ve ona, yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önündeki Tevrat’ı tasdik eden İncil’i sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik.” (Mâide: 46)
İncil Tevrat’ı doğrulayıcıdır, onunla çelişen bir kitap olarak indirilmemiştir. Allah-u Teâlâ İncil’i yol gösterici, nurlandırıcı ve öğüt olarak göndermiştir.
Fakat yahudiler inanmadılar, bu dâveti kabul etmediler. İsa Aleyhisselâm’ın karşısında, aslından çıkardıkları Tevrat’ı savunmaya kalktılar.
İsrâiloğulları İsa Aleyhisselâm’ı müşkül durumda bırakmak için, peygamber olduğuna dair mucize istediler. Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü İsa Aleyhisselâm’ın risalet ve nübüvvetini tasdik ve teyid etmek için ona parlak ve üstün mucizeler ihsan buyurmuştur.
İsa Aleyhisselâm kendisini ve peygamberliğini İsrâiloğullarına şöyle takdim etti:
“Ben size Rabbinizden bir mucize ile geldim.” (Âl-i imran: 49)
İşte benim doğruluğumu gösteren mucizeler şunlardır:
“Size çamurdan bir kuş sureti yapar, ona üflerim ve Allah’ın izni ile o hemen kuş oluverir.” (Âl-i imran: 49)
İsa Aleyhisselâm çamura kuş şekli verip ona üfler, Allah’ın izni ile kuş olurdu.
Diğer bir mucizesi ise Âyet-i kerime’de şöyle haber verilmiştir:
“Körü ve alacalıyı iyileştiririm.” (Âl-i imran: 49)
O asırda tıp ilmi hayli ileri idi. Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’a bu hususta mucizeler bahşetmişti. Zira bu hastalıkların tedavisi yoktu.
Meselâ doğuştan kör olan bir kimsenin gözlerini sıvazladığında, Allah’ın izniyle görmeye başlıyordu. Elini “Alaca” hastalığına tutulmuş bir insana sürdüğü zaman, Allah’ın izni ile iyileşiyordu.
Gücü yetenler ona gelirler, gücü yetmeyenlere ise kendisi giderdi.
“Allah’ın izni ile ölüleri diriltirim.” (Âl-i imran: 49)
Ben kendi gücümle değil, Rabbimin dilemesi ve kudretiyle bazı ölüleri diriltirim. Dilediğini dilediği şekilde yaratma kudreti O’nundur.
Seslenmek veya dokunmak suretiyle ölüleri diriltiyordu.
Nitekim yahudilerin gözleri önünde, Allah’ın izni ve iradesi ile dört kişiyi diriltti. Bunların birisi, üç gün önce ölen bir dostu idi. Beraberce mezarın başına gittiler. “Kum biiznillah = Allah’ın izniyle kalk!” buyurduğu zaman, o kadar kalabalığın gözleri önünde, mezarın açıldığı ve üstündeki toprakları silkerek ayağa kalktığı görüldü. Bir diğeri mezara götürülürken İsa Aleyhisselâm’ın Allah-u Teâlâ’ya sığınması ile dirilerek konuşmaya başladı. Üçüncüsü ise bir gün önce ölen bir kimse idi. Bu kişiler, dirildikten sonra bir müddet daha dünyada yaşadılar.
Yahudiler hâlâ tatmin olamamışlardı. Gözleri önünde dirilen bu kişiler için: “Belki de ölmemişlerdi, ihtimal ki kan tutmuştu, senin dirilttiğin ne mâlum?” dediler. Asırlarca önce ölmüş olan bir kimseyi, meselâ Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu Sam’ı diriltmesini söylediler. Allah’ın izni ile onu da diriltti. İsa Aleyhisselâm’ın peygamberliğine şehadet ettikten sonra tekrar öldü. Bunu görenlerin bazıları iman ettiyse de, gözleriyle gördükleri halde çokları: “Bu apaçık bir büyüdür, bu adam sihirbazdır!” diyerek inkârlarında, inatlarında direttiler.
“Ayrıca evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanmışsanız, bunda sizin için bir ibret vardır.
Benden önce gelen Tevrat’ı tasdik etmekle beraber size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmak üzere gönderildim.” (Âl-i imran: 49-50)
Bu ise onların Allah’a ve kendisine itaat ettikleri takdirde yüklerinin hafifletileceği mânâsınadır.
“Size Rabbinizden bir âyet getirdim. O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” (Âl-i imran: 50 - Zuhruf: 63)
Bu da Allah’ın bana verdiği mucizelerdir. Bu mucizeler size bütün söylediklerimin doğruluğuna işaret etmektedir.

“Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na kulluk edin. İşte bu doğru yoldur.” (Âl-i imran: 51) (Bakınız Zuhruf: 64)

İsa Aleyhisselâm’a Lütuflar:

Hıristiyanlar İsa Aleyhisselâm’ın getirmiş olduğu ve ondan önceki bütün peygamberlerin getirdiği tevhid inancından çıkarak, Allah-u Teâlâ’nın dini ile hiçbir alâkası bulunmayan sapıklıklara düşmüşlerdir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadir:
“Allah’ın, peygamberleri toplayıp da: ‘Size ne cevap verildi?’ dediği gün onlar: ‘Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz ki gizlilikleri hakkıyla bilen ancak sensin!’ diyecekler.” (Mâide: 109)
Biz neyi biliyorsak, sen onu bizden daha iyi bilirsin. Ümmetlerimizin içlerinde gizlediklerini, arkamızdan neler yaptıklarını sen bizden daha iyi bilirsin. Her türlü eksiklikten münezzeh olan ancak sensin.
“Allah o zaman şöyle diyecek:
Ey Meryem oğlu Isa! Sana ve annene olan nimetimi hatırla! Seni kudsi ruh ile desteklemiştim. Beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun.” (Mâide: 110)
“Ben Allah’ın kuluyum, bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı.” diyordun. (Meryem: 30)
“Sana Kitab’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim.” (Mâide: 110)
Sana Tevrat ve İncil ile beraber, yazmayı ve faydalı ilim olan hikmeti öğrettim. İlâhî kitapların sırlarını biliyor, mânâlarını çözüyor, gereğini yapıyordun.
“Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyor ve ona üflüyordun, benim iznimle hemen kuş oluyordu. Anadan doğma körü ve alacalıyı benim iznimle iyileştiriyordun. Ölüleri benim iznim ile hayata çıkarıyordun.” (Mâide: 110)
Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’a uluhiyet isnad edenleri reddetmekte, bu harikulade hallerin Zât-ı Akdes’i tarafından olduğunu ve mucize olarak onları kulu ve peygamberi İsa Aleyhisselâm’ın eliyle gösterdiğini açıklamaktadır.

“İsrâiloğullarına apaçık delillerle geldiğin zaman onlardan inkâr edenler: ‘Bu apaçık bir büyüdür’ demişlerdi de ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.” (Mâide: 110)

Hamile Meryem-Mucize Doğum


Hamile Meryem:

Aradan bir süre geçti, hamilelik alâmetleri belirmeye başladı. Bunun üzerine mabedden ayrılarak insanlardan uzak bir yere çekildi.
“Nihayet ona hamile kaldı ve bu sebeple uzak bir yere çekildi.” (Meryem: 22)
Eşi olmadığı halde çocuk doğurmasından dolayı ev halkının kendisini ayıplamalarından korktuğu için, çocuk karnında olduğu halde onlardan ayrılıp uzak bir yere, yalnızlığa çekildi.
“Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevketti.” (Meryem: 23)
Ona doğum yaptıracak bir ebe de yoktu. Çektiği doğum sancısı onu, kenara çekildiği yerde bulunan bir hurmanın dibine gitmek durumunda bıraktı. Ki, doğum anında da ağaca dayansın.
“Dedi ki:
Keşke bundan önce ölmüş olsaydım da unutulup gitseydim!” (Meryem: 23)
Evli bir kadın ilk çocuğunu doğururken sancıdan kıvranır, fakat hiçbir zaman üzgün olmaz.
Bu çocuk sebebiyle mihnete uğrayacağını, büyük bir imtihan geçireceğini, insanların bunu doğruya yormayacaklarını, kendisine inanmayacaklarını bildiği için böyle bir temennide bulunmuştu.
Bir ses ona üzülmemesini, gönlünün rahat olmasını söyledi.
“Onun altından bir ses kendisine şöyle seslendi:
Sakın tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir.” (Meryem: 24)
Diğer bir harika ve lütuf olarak susuz bir sahada küçük bir ırmak akmaya başladı, ondan istifadeye imkân verildi.
“Hurma ağacını kendine doğru silkele, üstüne taze hurma dökülsün.” (Meryem: 25)
Melek ona kuru hurma ağacını silkelemesini emretti ki, arkta akan tatlı su mucizesini gördükten sonra kurumuş hurma ağacına hayat verme hususundaki diğer bir mucizeyi de görsün.
Bu hadise Hazret-i Meryem’in kerameti, İsa Aleyhisselâm’ın da peygamberlik mucizesidir.
“Ye, iç, gözün aydın olsun!” (Meryem: 26)
Seni üzen şeyleri bir tarafa at. Çocuk sebebiyle gönlünü hoş tut. Sen gerçekten tebrike şâyansın.
“Eğer insanlardan birini görecek olursan de ki:
Ben çok esirgeyici Allah’a oruç adadım, artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım.” (Meryem: 26)

Bu ses aynı zamanda ona, evli olmadığı halde hamileliğinden dolayı kendisini suçlayan bir kimse ile karşılaşırsa hiçbir cevap vermemesini: “Ben bugün hiçbir insanla konuşmamaya Allah için söz verdim.” demesini tavsiye ediyordu. Bütün bunlar onun Rabbine karşı derin saygısının bir mükâfatı idi.

Mucize Doğum

Nihayet zaman geldiğinde Hazret-i Meryem doğum yaptı.
Bu mucize doğum hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Hiç şüphe yok ki, İsa’nın babasız dünyaya gelişi de Allah nezdinde Âdem’in durumu gibidir. Allah Âdem’i topraktan yarattı, sonra ona ‘Ol!’ dedi, o da oluverdi.” (Âl-i imran: 59)
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ı yaratmayı murad ettiği zaman nasıl ki ona sadece “Ol!” demiş, o da hemen olmuşsa; İsa Aleyhisselâm’ın yaratılışı da Allah-u Teâlâ’nın iradesine muvafık olarak böyle olmuştur.
“Hak Rabbinden gelendir. Öyleyse şüphecilerden olma!” (Âl-i imran: 60)
Allah-u Teâlâ’nın bütün beyanları birer gerçektir. Bunun dışında bir gerçek yoktur. Her mümin bunu bilir, buna iman eder.
“İşte bu, elbette en doğru haberdir. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Hiç şüphesiz ki Allah Azîz’dir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” (Âl-i imran: 62)
Hiç kimse Ulûhiyetinde ve Rubûbiyetinde O’na ortak olamaz.
“Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz ki Allah fesat çıkaranları bilendir.” (Âl-i imran: 63)
Hazret-i Meryem doğumdan bir müddet sonra çocuğunu alarak kavminin arasına döndü. Bu durum onlara şok bir tesir yaptı. Halk arasında kocası olmayan bir bâkire olarak bilinen Hazret-i Meryem’i, kucağında çocukla aniden karşılarında görünce şaşırdılar. Hakkında kötü düşünceler beslemeye, tahkir etmeye, kınamaya başladılar.
Bu hadise de Kur’an-ı kerim’de veciz bir şekilde beyan buyurulmaktadır:
“Nihayet çocuğu kucağında taşıyarak kavmine getirdi.” (Meryem: 27)
Kavmi kucağında bir çocukla birlikte onu görüverince heyecana kapıldılar. Kızgın kızgın konuşuyorlardı.
“Dediler ki:
Ey Meryem! Hakikaten sen çok tuhaf bir iş yapmışsın.
Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi, annen de iffetsiz değildi.” (Meryem: 27-28)
Anası babası tertemiz olan bir kız, nasıl olur da gayr-i meşru bir evlât sahibi olur? Bu babasız çocuğu nereden buldun?
Hazret-i Meryem onlara cevap vermedi. Çocuğunun telkin ettiği tavsiyeleri yerine getirdi. Kendisiyle konuşmaları ve soru sormaları için beşikteki çocuğu işaret etti.
“Bunun üzerine çocuğu gösterdi.” (Meryem: 29)
Oradakiler hayrete düşerek:
“Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?’ dediler.” (Meryem: 29)
Bunun üzerine İsa Aleyhisselâm bir kudret harikası olarak konuşmaya başladı, fasih bir dille ilk söz olarak Allah’ın kulu olduğunu belirtti.
“Şöyle dedi: Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitap verdi ve beni peygamber yaptı.” (Meryem: 30)
“Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe bana namaz kılmamı, zekât vermemi emretti.” (Meryem: 31)
“Beni anneme hürmetkâr kıldı, baş kaldıran bir bedbaht yapmadı.” (Meryem: 32)
“Doğduğum günde, öleceğim günde, diri olarak kabirden kaldırılacağım günde bana selâm olsun.” (Meryem: 33)
İsa Aleyhisselâm bu sözleri söylediği zaman birkaç günlük bir bebek idi ve yaşıtları gibi normal konuşma zamanı gelinceye kadar bir daha da hiç konuşmamıştır.
İsrâiloğulları Hazret-i Meryem’in zinâ ettiğini sanarak, kendisini taşlayıp öldüreceklerdi. Fakat beşikteki çocuğun konuştuğunu görünce suçsuz olduğuna kanaat getirdiler. Onun iffetli olduğuna inandılar ve serbest bıraktılar.
Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’dan haber vererek, hem onu hem de annesi Hazret-i Meryem’i insanlar için bir mucize, dilediğine güç yetirici olduğuna kesin bir delil kılmıştır:
“Meryemoğlunu ve annesini bir mucize kıldık.” (Müminun: 50)
Çünkü İsa Aleyhisselâm nutfesiz olarak yaratılmış, Allah-u Teâlâ her ikisini de dilediği her şeyi yaratmaya kâdir olduğuna delil kılmıştır.
“Her ikisini de yerleşmeye elverişli, suyu bulunan, yüksek bir yere yerleştirdik.” (Müminun: 50)

Allah-u Teâlâ onları temiz bir yerde, yemyeşil bir toprakta, suyu bol olan bir arazide korumuştur.

Cebrâil Aleyhisselâm’ın Teşrifi




Cebrâil Aleyhisselâm’ın Teşrifi

Hazret-i Meryem Beyt-i Makdis’in hususi bir odasında Zekeriyâ Peygamberin himayesinde büyüyüp gelişmişti. Yanına ondan başka kimse girip çıkmıyordu. Buna rağmen kapısını örtülü bulundururdu. Kendisini ibâdete öyle vermişti ki, o zamanda bir benzeri daha yoktu.
Bu halde iken Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselâm’ı kendisine gönderdi.
Bu hususta Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Resulüm! Kitapta Meryem’i de an. Hani o, âilesinden ayrılarak, doğu yönünde bir yere çekilmişti.” (Meryem: 16)
İnsanlardan uzaklaşarak evinin doğu tarafına çekilir, yalnız başına ibadet ve taat ile meşgul olurdu.
“Sonra onlarla kendi arasına bir perde çekmişti.” (Meryem: 17)
İbadetine bir mâni bulunmaması için tenha bir yer seçmiş, kendisini gizlemek için bir perde asmıştı.
“Derken biz ona ruhumuzu (Cebrâil’i) göndermiştik de, kendisine düzgün bir insan şeklinde görünmüştü.” (Meryem: 17)
Melek şeklinde görünmüş olsaydı, ondan ürker ve sözünü dinlemeye güç getiremezdi.
Onu birden karşısında görüverince ürperdi, kendisine bir kötülük yapmak maksadıyla gelmiş olmasından korktu.
“Meryem: ‘Senden çok esirgeyici olan Allah’a sığınırım. Eğer Allah’tan korkan bir kimse isen (çekil yanımdan!)’ dedi.” (Meryem: 18)
Cebrâil Aleyhisselâm ona, Rabbinin gönderdiği bir elçi olduğunu, geliş hikmetini de kendisine bir çocuk bağışlanmasına vesile olmak olduğunu da açıkladı.
Ve dedi ki:
“Ben yalnızca, sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbinin bir elçisiyim.” (Meryem: 19)
Hazret-i Meryem ise bundan hayrete düşerek açıkça sordu:
“Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?” (Meryem: 20)
Cebrâil Aleyhisselâm Hazret-i Meryem’in korkusunu gidermek ve kalbini rahatlatmak için ona hakikatı anlattı.
“Cebrail: ‘Bu böyledir. Çünkü Rabbin buyurdu ki: Bu bana kolaydır. Biz onu insanlar için bir mucize ve katımızdan da bir rahmet kılacağız. Bu, önceden kararlaştırılmış bir iştir.’ dedi.” (Meryem: 21)
“Öyle de olsa, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona ‘Ol!’ der, o da oluverir.” (Âl-i imran: 47)
Yaratmak istediği şeyi diler ve istediği gibi yaratır. Bir şeyin olmasını istediğinde, o şey gecikmeksizin ve sebebe ihtiyaç duymaksızın meydana gelir. İşte ilâhî takdirde İsa Aleyhisselâm da böyle bir kelime idi.
“Ona Kitab’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek. Onu İsrâiloğullarına bir peygamber yapacak.” (Âl-i imran: 48-49)
İsa Aleyhisselâm İsrâiloğullarının son peygamberidir.
Cebrâil Aleyhisselâm daha sonra elbisesinin yakasından üfledi ve yanından ayrıldı. Hazret-i Meryem o anda İsa Aleyhisselâm’a hamile kaldı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Irzını korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misaldir. Biz ona ruhumuzdan üflemiştik.” (Tahrim: 12)
Üflemek, Kuddüs olan Allah-u Teâlâ’nın emriyle Ruh’ul-kudüs’tendir. Ona İsa Aleyhisselâm Cebrâil Aleyhisselâm’dan bir kelime üfürülür gibi, Allah tarafından üfürülmüştür. Allah-u Teâlâ onu şereflendirmek için ruhu zâtına izafe etmiştir.
“Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etmişti. O bize gönülden itaat edenlerdendi.” (Tahrim: 12)

“Biz ona ruhumuzdan üflemiş, kendisini de oğlunu da âlemler için bir mucize kılmıştık.” (Enbiyâ: 91)

Hazret-i Meryem


Hazret-i Meryem

Zekeriyâ Aleyhisselâm Hazret-i Meryem’in bakımını üzerine aldı ve zevcesine teslim etti. Kısa bir zaman sonra Hanne vefat etmiş, Hazret-i Meryem teyzesinin kucağında büyümüştür. Kendisini idare edecek bir yaşa gelince Zekeriyâ Aleyhisselâm Hazret-i Meryem için mescidin içinde onun kalacağı bir oda yaptırdı. Mihrap denilen bu odaya bir merdivenle çıkılıyor, oraya kendisinden başka kimse girmiyordu.
Hazret-i Meryem orada gece gündüz ibadet ediyor, mâbedin hizmetleri ile ilgili üzerine düşeni yapıyordu. Zekeriyâ Aleyhisselâm’ın gözetimi altında kısa zamanda olgunlaştı, hâl ve takvâda, güzel ahlâkta numune oldu.
Böylece Hanne’nin duâsı hüsn-ü kabul görmüştü:
“Rabbi ona güzel bir kabul ile karşılık verdi, onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriyâ’nın himayesine bıraktı.” (Âl-i imran: 37)
Hazret-i Meryem işte böyle bir ruhaniyetle doğmuş ve böyle bir mihrapta Allah katından hususi nâiliyet ile yetiştirilmişti. Küçük ve kız olmasına, mescide hizmet edebilme gücü olmamasına rağmen onu kabul etti.
Zekeriyâ Aleyhisselâm Hazret-i Meryem’in yanına her girişinde kendisinin getirmediği, o bölgede o mevsimde yetişmeyen çeşit çeşit taze meyveler görürdü.
Bu husus Âyet-i kerime’de şöyle beyan ediliyor:
“Zekeriyâ onun yanına mâbede her girişinde yanında bir rızık bulur ve: ‘Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?’ derdi. O da ‘Allah tarafından!’ derdi. Çünkü Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır.” (Âl-i imran: 37)
Hazret-i Meryem bütün kötülüklerden müberra idi. Gönlünü o derece Allah-u Teâlâ’ya vermişti ki, melekler kendisine hitap etmeye, müjdeler vermeye başlamıştı:
“Melekler demişti ki;
Ey Meryem! Allah seni seçti, tertemiz kıldı ve seni âlemlerin kadınlarına üstün kıldı.” (Âl-i imran: 42)
Ki, babasız asil bir çocuğu dünyaya getirme hususunda Allah’ın kudretinin tecelligâhı olasın. Böyle bir şeref âlemlerde hiçbir kadına nasip olmamıştır.
“Ey Meryem! Rabbine gönülden boyun eğ, secde et, rüku edenlerle birlikte rüku et.” (Âl-i imran: 43)
Rabbi tarafından seçilip yüceltilen bir insanın hiç şüphesiz ki şükran-ı nimette bulunması gerekir. Bu ise O’na karşı kulluğunu yerine getirmesiyle mümkün olur.
“Ey Meryem! Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor.” (Âl-i imran: 45)
Kâinata bakıldığı zaman, gözden gönüle geçip duygu tesiri altında az-çok bir mânâ telkin eden varlıklar birer kelimedirler. İsa Aleyhisselâm da bunlardan biridir. Yaratılışı bilinen âdetin dışındadır. Ona “Ol!” diyecek, o da hemen oluverecek.
“Adı Meryem oğlu İsa Mesih’dir.” (Âl-i imran: 45)
Allah-u Teâlâ müjdelediği çocuğun adını belirlemiş ve ona: “İsa Mesih” demiştir. Müminlerin kendisini bilip andıkları ismi budur. Mesih onun lâkabıdır ki, “Mübarek” mânâsına gelir. Mesih de hakikatte bir Kelime’dir, bu tabirin içinde birçok gizlilikler mevcuttur.
“Dünyada da ahirette de itibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldıklarındandır.” (Âl-i imran: 45)
Onun dünyadaki yüceliği, peygamberliğinin şerefi ve müminlerin kalplerinde kazanacağı mevki, onlardan göreceği büyük saygıdır. Öyle ki dünyada hiçbir hükümdar onun sahip olduğu bu makamı elde edememiştir. Ahiretteki yüceliği ise mukarreblerden, Allah-u Teâlâ’nın kendisine yakın kıldığı kullarındandır. Onun gibi daha nice mukarreb kullar vardır.
“İnsanlarla beşikte iken de yetişkin iken de konuşacak.” (Âl-i imran: 46)
Hem çocukken hem de yetişkin haldeyken tıpkı bir peygamber gibi insanlara hitap edecektir. Şüphesiz ki bu da en büyük mucizelerden birisidir. Onu böyle mükemmel bir insan tanımak lâzımdır.

“Ve sâlihlerden olacak.” (Âl-i imran: 46)

İmran Âilesi (Âl-i imran)


İmran Âilesi (Âl-i imran)

Allah-u Teâlâ tâ Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren gelip geçen muhtelif nesiller arasında, risalet ve nübüvvetle vazifelendireceği kullarını seçmiş, lütfettiği fazilet ve meziyetlerle derecelerini yüceltmiştir.
Hazret-i Meryem’in babası İmran, İsrâiloğullarının ileri gelenlerinden ve âlimlerinden bir kimse idi. Zekeriyâ peygamberle İmran, iki kız kardeşle evli idiler. Karısı Hanne yaşlanmaya başlamış, fakat Zekeriyâ Aleyhisselâm’ın hanımı olan kız kardeşi gibi bir çocuk sahibi olamamıştı. Allah-u Teâlâ’ya sığınarak kendisine bir çocuk bağışlaması için hulûs-u niyetle, huşu içinde niyazda bulundu. Allah-u Teâlâ duâsını kabul etti. Hanne hamile kaldığını hissedince çok sevindi. Bu büyük lütuf karşısında bir şükran ifadesi olarak, doğacak olan çocuğu Beyt-i Makdis’in hizmetine adadı.
Ve şöyle duâ etti:
“Ey Rabbim! Karnımda olanı azatlı bir kul olarak sırf sana (hizmet etmek üzere) adadım, bunu benden kabul buyur. Şüphesiz ki işiten ve bilen ancak sensin.” (Âl-i imran: 35)
O devirde adanarak bağışlanan bir çocuk mescidin hizmetlerini görür, erginlik çağına kadar ara vermeden bu hizmetine devam ederdi. Büluğa erdikten sonra serbest bırakılır; isterse ölünceye kadar orada kalır, dilerse çekip giderdi. Kız çocuğunu adama âdeti hiç yoktu.
Nihayet gün geldi, Hanne adağının kabulünü Allah-u Teâlâ’dan beklerken, ümidinin aksine bir kız çocuğu dünyaya getirdi.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onu doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu bilip dururken: ‘Ey Rabbim! Ben kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu da soyunu da kovulmuş şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum.’ dedi.” (Âl-i imran: 36)
Çocuğunu, gaybları bilen Rabbine emanet etmesinden maksadı, O’ndan korumasını istemesidir.

Allah-u Teâlâ onun bu duâsını kabul buyurmuş, hem kızını, hem de kızından olan torununu şeytanın şer ve desiselerinden emin kılmıştır.

HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂM:

Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar.
SİZDEN KİM ONLARI DOST EDİNİRSE, O ONLARDANDIR.
Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Mâide: 51)
Bunlarla Bu Kadar Dostluk Kurduğuna Göre Meğer Bu da Onlardanmış.
Bunu Âyet-i kerime’den Öğreniyoruz.
Bir müslüman günde beş vakit namazında şöyle duâ eder:
“(Ey Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna eriştir. Gazaba uğramış (yahudilerin) ve sapmış (hıristiyan) olanların yoluna değil.” 
(Fâtiha: 5-6-7)

HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂM:
İsa Aleyhisselâm, Allah-u Teâlâ’nın İsrâiloğullarına gönderdiği ve mucizevî bir şekilde doğmuş bir peygamberidir. Kudsî ruhla desteklenmiştir ve Allah-u Teâlâ’nın bir kelimesidir. Kendisinden önce Musa Aleyhisselâm’a verilen Tevrat’ı tasdik etmekle birlikte, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmek üzere gelmiş, muhataplarını Allah-u Teâlâ’nın kulluğuna yönelmeye teşvik etmiştir. Allah-u Teâlâ’nın mütevazi ve seçkin kullarından birisi ve peygamberidir.
Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’ın gerçek kişiliğini Âyet-i kerime’sinde şöyle beyan buyurmaktadır:
“Meryemoğlu İsa’ya açık mucizeler verdik.” (Bakara: 87 ve 253)
Allah-u Teâlâ onun mucizelerini, onun üstünlüğünün ve derecelerinin farklılığına sebep göstermiştir.
“Ve onu kudsi ruh ile destekledik.” (Bakara: 87 ve 253)
Gerek Âyet-i kerime’lerde, gerekse Hadis-i şerif’lerde; hayat menkıbesi anlatılan ulül-azm peygamberlerden birisi de İsa Aleyhisselâm’dır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:

“İnsanlar arasında Meryem oğlu İsa’ya dünyada ve ahirette en yakın olan benim. Bütün peygamberler kardeştir, bir babanın ayrı kadınlardan doğmuş evlatları gibidir. Dinleri birdir.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 1403)

YAHUDİLİK VE TEVRAT Yahudi Tiyneti-Bekledikleri Halde-Destek Olacak Yerde-Tevrat-TEVRAT’IN TAHRİP VE TAHRİF EDİLMESİNE MİSALLER Tevrattaki Tenakuzlar:


YAHUDİLİK VE TEVRAT
Yahudi Tiyneti:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in âlemlere rahmet olarak gönderildiği yıllarda Arabistan’ın her tarafında yahudi bulunmasına rağmen, Mekke’de hemen hemen hiç yoktu. Mekke devrinde iken müslümanların düşmanı yalnız müşriklerdi. Medine’ye hicret ettikten sonra Medineli yahudilerle müslümanların içindeki münafıklar da bu düşmanlığa katıldılar. Medine’nin yarısı yahudi idi. Resulullah Aleyhisselâm, putperestlerden daha çok yahudilerin hücum ve saldırısına maruz kaldı.
Yahudiler Tevrat’ta geleceği haber verilen son peygamberi sabırsızlıkla bekliyorlardı. Allah-u Teâlâ beklenen bu peygamberi İsmail Aleyhisselâm’ın soyundan Haşimoğulları’ndan seçtiğini görünce, Harun Aleyhisselâm’ın soyundan olması gerektiğini ileri sürerek itiraz ettiler. Risalet ve nübüvvetin kendilerine münhasır olduğunu, peygamberlerin kendi içlerinden çıkacağını iddia ediyorlardı. Beklenen peygamberin geldiğini bildikleri halde inkâra saptılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlardan bir kısmı ona iman etti, kimi de ondan yüz çevirdi. Çılgın bir ateş olarak cehennem yeter!” (Nisâ: 55)
Kudüs’ün yıkılması üzerine Rumlar tarafından tecavüze uğrayan yahudiler, Hicaz bölgesine sığınarak bu bölgenin yerli halkı haline gelmişlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm’ın Medine’ye teşriflerinde; Kaynuka, Nadir ve Kureyza oğullarına mensup üç yahudi kabilesi vardı. Her kabile kendi başına müstakil bir topluluk teşkil ediyordu. İktisâdi yönden Medine’de hakim durumda idiler. Medine etrafında kuvvetli kaleler içinde yaşıyorlardı.
Yahudiler kendi ırk, soy ve kültürleriyle iftihar ederler; Araplara vahşi ve cahil gözüyle bakarlar, onlara hayvanca muamele yapmayı âdeta bir hak sayarlardı. Mallarını çeşitli hile ve bahane ile yemeyi âdet edinmişlerdi. Yahudi din adamları ve ulemâsının bir bölümü falcılık ve bir takım sihir, büyü ile ilgileniyor, Arapları kandırmaya çalışıyorlardı.
Yahudiler maddi refah açısından çok güçlüydüler. Arapların bilmedikleri bazı sanat ve hünerleri biliyorlardı, ticaretin çoğu ellerinde idi. Etraf memleketlerden gıda maddeleri getirirler, oralara hurma götürüp satarlardı. Hayvancılık yaptıkları gibi, dokuma imalatı da yapıyorlardı. Kaynuka oğulları kuyumculuk, demircilik, çanak çömlek imalatında mahir idiler.
Ticarette doğruluk ve dürüstlük ancak kendi ırklarından olanlarla yapıldığı zaman geçerli idi. Kendilerinden olmayanlarla yaptıkları ticaret ve diğer muamelelerde sahtekârlığın her türlüsünü icrâ etmekten çekinmezlerdi.
Kendilerinin Allah’ın has kulu olduklarına, ne yaparlarsa yapsınlar ahirette hiçbir cezaya çarptırılmayacaklarına, cennete sadece kendilerinin gireceklerine kani idiler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Hayır! Allah dilediğini temize çıkarır ve hiç kimse kıl kadar zulme uğratılmaz.” (Nisâ: 49)
En büyük işleri tefecilikti. Borç para verip karşılığında çok yüksek fâiz alırlardı. Fâizler çok yüksek, ödeme şartları çok ağır olduğu için, yahudilerden bir defa borç almış olan Araplar bir daha yakalarını kurtaramazlar, fâiz ödemekten ana parayı ödeme fırsatı bulamazlardı. Arapların yahudilere böylesine bağlanması, onlara karşı kin ve nefretlerini artırmıştı, bu baskıdan bir an evvel kurtulma çarelerini arıyorlardı.

Yahudiler ise maddi menfaatlerini korumak maksadıyla Arapların hiçbir zaman birlik ve beraberlik içinde olmalarını istemiyorlardı. Zira Araplar arasında birlik kurulduğu takdirde, sahip bulundukları verimli topraklardan, bağ ve bahçelerden, mamur beldelerden sürüleceklerini biliyorlardı. Yahudiler ayrıca kendi can ve mal güvenliklerini koruma altına almak için, güçlü olan Arap kabileleri ile ittifak kurup onların himayesine girerlerdi. Böylece güçlü olan bir başka Arap kabilesinin tecavüzlerinden korunmuş olurlardı.

Bekledikleri Halde:
Evs ve Hazreç kabileleri, yahudilerle bazen anlaşır bazen bozuşurlardı. Ne zaman araları açılsa yahudiler “Bir Peygamber gönderilmek üzeredir, gölgesi üzerimize düştü. O gelince biz ona tâbi olacağız, sizin kökünüzü kazıyacağız.” derlerdi. Ayrıca “Ey Allah’ımız! Tevrat’ta özelliklerini yazılı bulduğumuz âhir zaman peygamberi hürmetine bize yardım et!” diye duâ ve istimdat ederlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm Medinelilerle konuşup onları Islâm’a dâvet edince birbirlerine “Vallahi bu size yahudilerin, geleceğini haber verdikleri ve bizi korkuttukları Peygamber olsa gerek! Sakın yahudiler ona tâbi olmakta bizi geçmesinler.” demişlerdi. Çünkü yahudilerin böyle bir beklenti içinde yaşadıklarını biliyorlardı.
Aslında yahudiler Resulullah Aleyhisselâm’ın geleceğini ve vasıflarını “Kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlardı.” Fakat tıynetleri icabı olsa gerek ki “Ne zaman bir Peygamber gelip de gönüllerinin hoşlanmadığı bir şey getirse ona karşı büyüklük tasladılar. Peygamberlerinin kimini yalanladılar, kimini öldürmekten çekinmediler.” Resulullah Aleyhisselâm’ı da çekemeyecekleri tâbii idi. “Bile bile ona düşmanlık edeceklerdi.” Kıskançlık ve hasetlerinden, kin ve düşmanlık etmeye başladılar.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Ellerindeki Tevrat’ı tasdik etmek üzere onlara Allah katından bir kitap gelince, daha önceleri kâfirlere karşı onunla yardım isteyip durdukları halde, tanıdıkları ve bekledikleri kendilerine gelince, bu defa onu inkâr ettiler. İşte bundan dolayı Allah’ın lâneti kâfirlerin üzerinedir.” (Bakara: 89)
Bunun içindir ki bunlar melun oldular.
Medineli müslümanlar yahudilerin bu kadar merakla ve heyecanla bekledikleri Peygamber’i kabul etmek yerine, ona karşı çıkmalarını, onun en azılı düşmanları olmalarını bir türlü anlayamıyorlardı.
Hatta Muaz bin Cebel -radiyallahu anh- gibi bazı müslümanlar yahudilere şöyle dediler:
“Ey yahudiler! Allah’tan korkun ve İslâm’a girin. Bizler müşrik iken siz bir peygamber gönderileceğini bize bildiriyor ve bu vasıfları ile bize onu tanıtıyordunuz.”
Fakat onlar itiraz ettiler. “Bizim kendisinden söz ettiğimiz kişi bu değildir.” dediler. Onun gelmesiyle Arapların üstünlüğünün sona ereceğine ve kendilerinin iktidar ve ikbal sahibi olacaklarına kesinlikle inanan yahudiler sabahtan akşama kadar “Geliyor... Gelmek üzeredir...” gibi laflarla onun geleceğinden sözedip dururlardı. Fakat o gelince bütün bunları unutup insanlıktan çıktılar.“Vakti geldi” dedikleri Peygamber’i “Hayır! Beklediğimiz bu değildir, daha onun vakti gelmedi, bu bizden değildir.” dediler.
Yahudilerin ileri gelenlerinden birinin kızı, diğerinin de yeğeni olan Hazret-i Safiye -radiyallahu anhâ- vâlidemiz şöyle buyurmuştur:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Medine’ye hicret edince babamla amcam onu görmeye gittiler ve kendisiyle uzunca müddet sohbet ettiler. Eve döndüklerinde amcam ‘Bu gerçekten, kitaplarımızdaki haberi verilen peygamber midir?’ dedi. Babam ‘Evet, vallahi o aynı peygamberdir!’ diye cevap verdi. ‘Sen buna inanıyor musun?’ diye sorduğunda ‘Evet!’ dedi. ‘O halde ne yapmalı, niyetin nedir?’ dedi. Babam ‘Yaşadığım müddetçe vallahi ona muhalefet edeceğim.’ dedi.”

Gerçek apaçık meydanda iken, bundan daha çirkin bir kıskançlık olamaz. Çünkü böyle bir inatlaşma ve kıskançlık doğrudan doğruya zât-ı ulûhiyete karşı bir itirazdır.

Destek Olacak Yerde:

Yahudiler bu şerefli Peygamber’i tasdik edip destek olacak yerde inkâr etmek sûretiyle, nefislerini çok kötü bir bedelle satmış oldular:
“Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar! Allah’ın, kullarından dilediğine lütfundan (kitap) indirmesine hased ederek Allah’ın indirdiğini inkâr ettiler ve bu sebeple gazap üstüne gazaba uğradılar. Küfredenlere kahredici bir azap vardır.” (Bakara: 90)
Onların küfre sapmalarının sebebi kıskançlık ve büyüklük taslamak olduğuna göre, hor ve hakir kılınmakla onlara karşılık verilmiş oldu.
Allah-u Teâlâ yahudileri kınamakta ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlara ‘Allah’ın indirdiğine iman edin!’ denilince ‘Biz sadece bize indirilene inanırız.’ derler ve ondan başkasını inkâr ederler.” (Bakara: 91)
İncil gibi, Kur’an-ı kerim gibi ilâhi kitapları tasdik etmezler.
“Halbuki o Kur’an, kendi ellerinde bulunan Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gelen hak Kitap’tır.” (Bakara: 91)
Böyle iken yine de inkâr ederler. Onların Tevrat’a iman ettikleri hakkındaki iddiaları da doğru değildir. Çünkü Allah’ı bilen ve tanıyan, kitabını da kabul eder. O’nun bütün Resul’lerine indirilmiş veya indirilmekte olana da iman eder. İşte Muhammed Aleyhisselâm son peygamberdir ve Tevrat da onun geleceğini müjdelemiştir. Ona indirilen kitap, Tevrat’ta bulunanı tasdik etmektedir. Durum böyle iken onu inkâr ettiler.
Şu kadar var ki, bu onların kötü tavırlarının, yanlış icraatlarının ilki değildir:
“Resulüm! De ki: Şayet siz gerçekten inanmış kimseler idiyseniz, daha önce Allah’ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?” (Bakara: 91)
İmanınızda samimi iseniz onları niçin öldürdünüz? İnandığınız Tevrat bunu yasak kılmamış mıydı? Ecdadınızın bu cinayetlerini doğru bir davranış gördüğünüz için siz de onlar gibi câni hükmünde bulunmaktasınız.
Yahudiler Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna gelirler, bazı şeyler sorarlar, yanından çıktıkları zaman onun sözlerini değiştirerek yaymaya çalışırlardı.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Yahudilerden öyleleri var ki, kelimeleri yerlerinden değiştirirler. ‘İşittik ve isyan ettik’, ‘Dinle, dinlemez olası’ derler. Dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak: ‘Râinâ’ derler. Eğer onlar: ‘İşittik, itaat ettik, dinle, bizi gözet’ deselerdi, kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat inkârları yüzünden Allah onlara lânet etmiştir. Artık pek az inanırlar.”(Nisâ: 46)
Yahudilerin inanç ve ahlâkları ile ilgili olarak, herkesin anlayabileceği bir ifade kullanılarak Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Yahudiler: ‘Allah’ın eli bağlıdır.’ dediler. Böyle dediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın! Lânet olsun onlara! Hayır! Allah’ın iki eli de açıktır, dilediği gibi sarfeder. Andolsun ki Rabbinden sana indirilenler, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü artırır. Biz onların aralarına kıyamet gününe kadar düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş için bir ateş tutuştursalar, Allah onu söndürür. Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar. Şüphesiz ki Allah fesat çıkaranları sevmez.” (Mâide: 64)
Yahudiler beklenen Peygamber’in geldiğini bildikleri halde, onun kadr-ü kıymetini düşürmek için, devamlı olarak karışık sorular sormaktan, kasıtlı bir takım itirazlar ortaya koymaktan geri durmuyorlardı.
Müslümanları dinlerinden soğutmak ve uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar, âyetlerin mânâlarını bozacak şekle sokuyorlar, dilleri sürtmüşçesine kelimeleri yanlış söylüyorlar, bir gün müslümanlığa girip ertesi günü çıkıyorlardı. Gayeleri müslümanlığı küçük düşürmek, müminleri şaşırtmak, kalplere şüphe ve fesat tohumları saçmaktı.

İslâm düşmanlığı o kadar ileri gitmişti ki, ehl-i kitaptan oldukları halde putperestliği müslümanlığa tercih bile ediyorlar, müşriklerin daha doğru yolda olduklarını söylüyorlardı.

Tevrat

Tevrat, Musa Aleyhisselâm vasıtasıyla İsrâiloğulları’na gönderilmiş hak bir kitaptır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu biz yol gösterici ve nurlandırıcı olarak Tevrat’ı indirdik. Kendilerini Allah’a teslim etmiş peygamberler, yahudi olanlara onunla hükmederlerdi. Rabbânîler (Rabbe kul olanlar) ve Ahbar (bilginler) de Allah’ın kitabını korumaları kendilerinden istendiği için onunla (hükmederlerdi). Hepsi de ona (Tevrat’a) şâhit idiler. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun. Âyetlerimi değersiz olan şeylerle değiştirmeyin. Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirlerdir.” buyuruluyor. (Mâide: 44)
Hazret-i Allah’ın Musa Aleyhisselâm vasıtasıyla gönderdiği Tevrat’ın, İsrâiloğulları tarafından değişikliğe uğratıldığı ve tahrif edildiği de Kur’an-ı kerim’de açık ifadelerle beyan edilmektedir.
Âyet-i kerime’de:
“(Ey müminler!) Şimdi siz onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan (hahamlık eden) bir zümre vardı ki, Allah’ın kelâmını (Tevrat’ı) işitirler de iyice anladıkları halde onu bile bile tahrif eder (değiştirirler)di.” buyuruluyor. (Bakara: 75)
Diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Onlar Allah’ı lâyıkıyla bilip takdir edemediler. Çünkü: ‘Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi.’ dediler. De ki: ‘Musa’nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği Tevrat’ı kim indirdi? Siz onu parça parça kâğıtlar haline getirip, işinize geleni açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin de atalarınızın da bilmediği şeyler (Kur’an’da) size öğretilmiştir.’ Resul’üm! Sen ‘Allah!’ de, sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.” buyurulmaktadır. (En’am: 91)
Tevrat Musa Aleyhisselâm zamanında levhalar halinde muhafaza ediliyordu.
Âyet-i kerime’de:
“Biz Musa için levhalarda her şeyden bir öğüt yazdık ve her şeyi uzun uzadıya açıkladık.” buyurulmaktadır. (A’raf: 145)
Daha sonra bu levhalar muhafaza edilememiş ve Yahudi âlimleri tarafından tahrifata uğramıştır. Hatta bu tahrifat o derece ilerlemiş ki, Tevrat’ta peygamber olarak ifade edilenlere, daha sonradan çok çirkin iftiralarda bulunulmuştur.
Tevrat’taki Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile ilgili bölümleri ise değiştirmişler ve bu gerçekleri kibirlerine yedirememişlerdir.
Âyet-i kerime’de:
“Verdikleri kesin sözü bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler ve kendilerine belletilenlerin bir kısmını unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima hâinlik görürsün.” buyurulmaktadır. (Mâide: 13)
Tevrat’ı kendi istekleri doğrultusundaki hükümlerle değiştirdiler. Kitapta yazılı olanlara bağlı kalmayarak kendi hükümlerini icra ettiler. Tevrat’ta olmayan şeyleri ona kattılar, kitabın hükümlerini yerine getirmediler. Bu ise Kur’an-ı kerim’de şu şekilde ifade edilmiştir.
Âyet-i kerime’de:
“Kendilerine tevrat yükletildiği halde, onu taşımayanların (onunla amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir.

Allah’ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür! Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.” buyurulmaktadır. (Cumâ: 5)

PEYGAMBERLERE YAPILAN İFTİRALAR

Yahudiler Tevrat’taki tahribatları sayesinde birçok Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize iftirada bulunmuşlardır.
Bu ifadeler bugünkü muharref Tevrat’ta geçmektedir. Bu hakaret ve iftiraları İslâm tamamıyla reddetmektedir. Çünkü Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz seçilmiş, muhafaza edilmişlerdir. Her hususta doğru sözlüdürler. Aslâ yalan söylemezler. Her türlü itimada haiz olup istikametten ayrılmazlar. Masumdurlar, günah işlemezler. Son derece iffet ve ismet sahibidirler. İnsanların en zekisi ve en akıllılarıdırlar. Kuvvetli bir iradeye sahiptirler. Allah’tan aldıkları emir ve nehiyleri insanlara bildirirler.
Âyet-i kerime’de:
“Onları emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık.” buyuruluyor. (Enbiya: 73)
Onlar en yüksek ahlâka ve vasıflara sahiptirler.
Âyet-i kerime’lerde:
“Onlar bizim katımızda seçilmişlerden ve hayırlılardan idiler.” (Sâd: 47)
“O peygamberler Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği doğru yolu tutup onlara uy, o yoldan yürü.” buyuruluyor. (En’am: 90)
Kur’an-ı kerim’de bu ifadeler varken, muharref Tevrat’tan bir iki örnek arzedelim:
• Muharref Tevrat’ta (Tekvin: 3/22-23) Nuh Aleyhisselâm’a, (Tekvin: 12/14-19) İbrahim Aleyhisselâm’a aynı şekilde iftiralar mevcuttur.
Tevrat’ta Hazret-i Lût Aleyhisselâm hakkında da iftiralar mevcuttur. (Tekvin 19/30-36)
İshak Aleyhisselâm hakkında da (Tekvin 12/10-13, 20/1-3) iftiralar vardır.
• Yakub Aleyhisselâm için de (Tekvin: 35/22) iftira etmişlerdir.
• Hazret-i Harun Aleyhisselâm için ise (Çıkış: 32/1-4)de iftira etmişlerdir.
• Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm için ise (II. Samuel: 11-13/10-12)de iftiralar mevcuttur.
• Süleyman Aleyhisselâm’a da (I. Krallar 11/4)de iftira etmişlerdir.
Ve buna benzer birçok ifade muharref Tevrat’ta mevcuttur.
Allah’ın bu sevgili kullarına isnat edilmek istenen çirkin iftiralar, ancak hak vasfını kaybetmiş bir kitapta bulunabilir.
Zira Allah-u Teâlâ bütün gönderdiği Peygamberleri hakkında:
“Hepsi de sâlihlerdendi.” buyuruyor. (En’am: 85)
Üzerinde böyle değişiklikler yapılan, içinde tenakuzlar, çelişkiler bulunan, akıldışı ve ürkütücü bilgileri ihtiva eden ve Allah elçilerine yakışıksız iftiralardan çekinmeyen bir kitap, insan dimağını tatmin edemez. Hiç şüphe yok ki Tevrat da, Zebur gibi, Allah’tan gelen ilâhi bir kitaptı. Allah’ın peygamberi tarafından tebliğ edilmişti. Fakat başlangıçtaki mahiyetini kaybetmiştir. Tahrif edilmiş ve tanınmayacak kadar değişmiştir. Bu hale gelen bir kitaba Allah kelâmı nazarı ile bakmak mümkün değildir. Çünkü o, insan müdahelesinden ve tahriften kurtulamamıştır.

İsrâiloğullarının Filistin’in dışında çeşitli kavimlerle temasta bulunmaları neticesinde dini telakkilerinde büyük değişiklikler olmuş ve bu yüzden birçok mezhepler meydana çıkmıştır. Yahudilikte sayısız mezhep vardır. Bunların en önemlileri şunlardır: Sadûkîler, Fariziler, Esseniler, Terapötler, Talmudcular ve Karailer.

TEVRAT’IN TAHRİP VE TAHRİF EDİLMESİNE MİSALLER
Tevrattaki Tenakuzlar

“Ve Rabbin sözüne göre, Rabbin kulu Musa orada Moab diyarında öldü. Ve Moab diyarında Beyt-Poer karşısındaki derede onu gömdü, fakat bugüne kadar kimse onun kabrini bilemez.”(Tesniye: 34/5-6)
Allah-u Teâlâ yaşayan Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a böyle hitap etmez. Demek ki tevrat sonradan yazılmıştır.
“Ve İsrâiloğulları, Moab ovasında, otuz gün Musa’ya ağladılar ve Musa için yas ağlama günleri tamam oldu.” (Tesniye: 34/8)
Musa Aleyhisselâm daha hayatta iken İsrâiloğulları onun ölümü için yas tutmuştur. Öte yandan Tekvin (14/14) Hakimler (18/2) cümleleri karşılaştırıldığı vakit bu daha açık görülebilir. Tekvin’de geçen “Dan” bir şehir adıdır ve Musa’dan seksen sene sonra bu ismi almıştır.
İşte bu Yahudiler’in Tevrat’ı sonradan elleriyle yazdıklarını gösterir.
Eski Ahid’deki tahrif unsurlarından biri de içinde bulunan çelişik ifadelerdir.
Tekvin’in ilk babında Allah’ın insanı kendi suretinde erkek ve dişi olarak aynı anda; Tekvin (1/27)de ise önce erkek ve onun kaburga kemiğinden kadını yarattığı ifade ediliyor.
Tufan hadisesi anlatılırken, bir yerde Tufan’ın 40 gün, diğer bölümde 150 gün sürdüğü ifade ediliyor. (Tekvin: 7/4,12,17,24)
Nuh Aleyhisselâm’ın gemisine getirilen hayvanların her cinsinden Tekvin 6. bab da 2, Tekvin (7/9,10,14,16) ise 7 çift alındığı söylenmektedir.
Allah, İsrâiloğullarının sayımı için II. Samuel’de (24/1-6) Davud Aleyhisselâm’ı görevlendirmekte; I Tarihler’de (21/1-7) aynı konunun, şeytanın tahrikiyle olduğu belirtilmektedir.
I. Samuel’de (16/10-13) Hazret-i Davud Aleyhisselâm Yesse’nin sekizinci oğlu olarak gösterilirken, I. Tarihler’de (2/13-15) ise Yesse’nin yedinci oğlu olarak geçmektedir.
II. Samuel’de (6: 23-21) Saul’un kızı Mikail’in hiç çocuğu olmadığı söylenirken, Tekvin’de (2/14, 17) beş oğlundan bahsedilmektedir.
II. Samuel’in 24. bölümünde “vilâyetimizde yedi sene kıtlık” denirken I. Tarihler’in 21. bölümünde “üç sene kıtlık...” denilmektedir.
II. Krallar’ın 8. bölümünde “Ahazya kral olduğu zaman 22 yaşında idi.” denilirken I. Tarihler’in 22. bölümünde “Ahazya kral olduğu zaman 42 yaşında idi.” denilmektedir.
II. Krallar’ın 24. bölümünde “Yehoyakin kral olduğu zaman onsekiz yaşında idi.” derken, II. Tarihler’in 36. bölümünde “Yehoyakin kral olduğu zaman sekiz yaşında idi.” denilmektedir.
II. Samuel’in 5. ve 6. bölümlerinde Davud Aleyhisselâm’ın ilâhî tabutu Filistî’ler muharebesinden sonra, I. Tarihler’in 13. ve 14. bölümlerinde ise Davud Peygamber’in ilâhî tabut’u muharebeden önce taşıdığı belirtilmektedir.
I. Krallar’ın dördüncü bölümünde: “Ve Süleyman’ın cenk arabaları için kırk bin ahır bölüğünde atları vardı. Ve oniki bin atlısı vardı.” denilirken I. Tarihler’in dokuzuncu bölümünde: “Ve atlarla cenk arabaları için Süleyman’ın dört bin ahırı vardı. Ve oniki bin atlısı vardı...” denilmektedir.
I. Krallar’ın beşinci bölümünde: “Süleyman’ın işte çalışan kavmin üzerine hükmeden, işin başında bulunan üçbin üçyüz baş kâhyaları vardı.” denilirken, II. Tarihler’in ikinci bölümünde: “Ve onların üzerinde iş başı olan üçbin altıyüz adam saydı.” deniliyor.
I. Krallar’ın yedinci bölümünde: “Süleyman peygamberin yaptırdığı denizin ikibin bat su aldığı” belirtilirken, II. Tarihler’in dördüncü bölümünde “üç bin bat alır.” denmektedir.
I. Tarihler’in üçüncü bölümünde: “Davud’un çocuğu olarak, Geşur kralı Talmay’ın kızı Maaka’nın oğlu Abşalom” denilirken II. Tarihler’in onbirinci bölümünde ise: “Ve Mahalattan sonra Abşalom’un kızı Maaka’yı aldı ve ona Abiya’yı... doğurdu.” denilmektedir. İkinci Samuel’in ondördüncü bölümünde de; “Ve Abşalom’un üç oğulla bir kızı doğdu ve kızının adı Tamar’dı” deniliyor. Aynı kitapta birbirini tutmayan aykırılıklar mevcuttur.
Yeşu kitabinin onuncu bölümünde: “İsrâiloğulları Kudüs Kralını öldürdüler. Bütün mal ve mülkünü ele geçirdiler.” denirken, aynı kitabın onbeşinci bölümünde ise “İsrâiloğulları Kudüs’e hiçbir zaman taarruz etmediler.” denilmektedir.
II. Tarihler’in üçüncü bölümünde: “Evin önünde olan çardağın uzunluğu evin genişliği kadar, yani yirmi arşın ve yüksekliği de yüzyirmi arşın” diye yazılıdır. I. Krallar’ın 6. bölümünde ise evin yüksekliğinin “otuz arşın” olduğu yazılmaktadır.
II. Tarihler’in yirmisekizinci bölümünde: “İsrâil kralı Ahaz’ın yüzünden Rab Yahuda’yı alçalttı.” deniliyor. Oysa ki, İsrâiloğulları sözü yanlıştır. Çünkü Ahaz İsrâiloğullarının değil Yahuda’nın kralıydı.
Hezekiel kitabının yirmialtıncı bölümünde şöyle yazılıdır: “Bana Rabbin şu sözü geldi. Allah-u Teâlâ Hazretleri buyurdu ki: İyi bil, ben öyle bir kudret sahibiyim ki, Bâbil Padişahı Buhtunnasr’ı bir takım atlarla ve başka binilecek şeylerle, süvari ve piyade askerler ve büyük bir kuvvetle Sur üzerine göndereceğim, senin tarlada çalışan kız ve kadınlarını kılıçtan geçirecekler, seni kuşatacaklar, şehrin etrafına mancınık mevzileri yapacaklar. Sur şehri etrafında bulunan sur ve burçları bu mancınıklarla yıkacaklar, şehrin cadde ve yollarını harap edecekler, içindeki bütün insanları kılıçla öldürecekler, mallarını yağma edecekler, bütün binaları harap ederek, binaların taşlarını, ağaçları suya atacaklardır. Ve bir daha bina yapamayacaksın.”
Buhtunnasr Sur şehrini onüç yıl muhasara etti. Onu elde etmeye çok çalıştı, fakat alamadı. Büyük bir başarısızlıkla geri çekilmeye mecbur oldu. Tarih bunu belgelemiştir. Semavi kitaplar yanlış bilgi vermezler.
Tekvin’in onbeşinci bölümünde; “Ve İbrahim dedi: ‘Ya Rab Yehova, bana ne vereceksin?” ifadesi varken. Çıkış’ın altıncı bölümünde “Ve Tanrı Musa’ya söyleyip dedi: “Ben Rabbim ve İbrahim’e İshak’a ve Yakub’a kadir olan Tanrı olarak göründüm. Fakat Yehova ismimle malum olmadım.” şeklinde geçmektedir.
Tekvin’in otuzikinci bölümünde; “Allah’ı yüzyüze gördüm ve canım sağ kaldı” ifadesi varken. Çıkış’ın otuzüçüncü bölümünde; “Ve (Rab) dedi, yüzümü görmezsin, çünkü insan beni görüp de yaşayamaz.” ifadesi vardır.
İşte Yahudilerin iman ettikleri muharref Tevrat bu ve bunun gibi tutarsızlıklarla doludur. Onlar sırf kibirlerine yediremediklerinden Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e iman etmemişlerdir. Zira onlar Peygamber Efendimiz’in geleceğini ve sıfatlarını biliyorlardı, ancak İsrâiloğullarından gelmesini umuyorlardı. Onu öz çocuklarından daha iyi tanıdıkları halde sırf kendi milletlerinden olmadığı için iman etmemişler, bu kadar tutarsızlığa rağmen dinlerini terketmemişler ve Allah’ın lânetine müstehak olmuşlardır.
Kur’an-ı kerim için ise Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onlar Kur’an’ı gereği gibi düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından indirilseydi, içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı.” buyuruyor. (Nisâ: 82)
Hazret-i Musa’ya gelen ilk vahiylerde böyle çelişkiler yoktu. Bunlar sonradan meydana geldi. Allah sözünde böyle birbirine zıt olan, birbirini çürüten ifadeler bulunmaz.
Allah-u Teâlâ kendi varlığını ve birliğini bilmeleri, kendisine ibadet ve taatta bulunmaları için insanları yaratmıştır.
İnsanların hakikati bulmaları, dünyada güzel bir düzen içinde yaşamaları, ahirette de selâmete ermeleri için fazl-u keremi ile varlığından insanları haberdar etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Biz peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ta ki, bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların Allah’a karşı bahaneleri kalmasın. Allah Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Nisâ: 165)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri insanların dünya ve ahirette saadet ve selâmete ermeleri için onlara kendi içlerinden peygamberler göndermiş, kitaplar salmıştır.
Her peygambere gönderildiği insanlar arasındaki ihtilaf ve ayrılıkları halletmek için bir kitap verildiği Kur’an-ı kerim’de şöyle haber veriliyor:
“İnsanlar bir tek ümmet idi. Bu durumda iken Allah müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanların ayrılığa düştükleri hususlarda aralarında hüküm vermeleri için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi. İndirilen kitapta, gönderilen peygamber ve onun dininde hiç kimse ayrılığa düşmedi. Ancak kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan, ihtirastan ötürü kendilerine kitap verilenler ayrılığa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izni ile inananları, ayrılığa düştükleri gerçeğe eriştirdi. Allah dilediğine doğru yolu gösterir.” (Bakara: 213)
Kendisine müstakil bir kitap verilmeyen peygamberler ise daha önce indirilen ilâhi bir kitaba tâbi olmuşlar ve gönderildikleri milletlere talim ve telkin etmekle vazifelendirilmişlerdir.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ sadece Kur’an-ı kerim’e değil, daha önce indirilen ilâhi kitapların hepsine iman etmeyi emir buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamber’ine, Peygamber’ine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği Kitab’a iman ediniz.” (Nisâ: 136)
Kur’an-ı kerim’de her millete bir peygamber ve her peygambere de bir “Kitap” veya “Suhuf” verildiği bildirilmiş ise de, bütün peygamberlere indirilen kitapların isimleri ayrı ayrı beyan edilmemiştir.
Bu bakımdan Kur’an-ı kerim’de isimleri geçen mukaddes kitapların her birinin Allah Kelâmı olduğuna ayrı ayrı inanmak her müslümana farzdır. Bir insan Allah-u Teâlâ’nın indirdiği ilâhi kitaplara inanmadıkça müslüman olamaz.
Ancak Kur’an-ı kerim’den başka diğer kitapların bir kısmı tamamen kaybolmuş, günümüze kadar gelenler de tahrif edilerek ilâhi kitap özelliğini yitirmiştir. Biz bozulmuş olan bu kitapların Allah’tan gelen ilk şekline inanıyoruz.
Zira;
“Onlar durmadan yalana kulak verirler. Sana gelmeyen bir başka topluluk lehine kulak verip casusluk yaparlar. Kelimeleri yerlerinden tahrif ederek değiştirirler. ‘Bu (değişik şekliyle) size verilirse alın, verilmezse sakının!’ derler.” (Mâide: 41)
Yahudiler Allah’ın kendilerine gönderdiği kitabı tahrif etmiş, kelime ve cümlelerin yerlerini değiştirmiş, manalarını saptırmış, gerçekleri ve bu arada Hazret-i Peygamber’in geleceğini müjdeleyen kısımları örtmüş, bozmuş ve inkâr etmişlerdir.
“Kitabı elleriyle yazıp da, sonra onu az bir pahaya satmak için: ‘Bu Allah katındandır.’ diyenlerin vay haline! Ellerinin yazdıklarından ötürü vay haline onların! Kazandıkları vebalden ötürü vay haline onların!” (Bakara: 79)
“Onlar, ellerinin yapıp öne sürdüğü işlerden dolayı ölümü aslâ istemezler. Allah zâlimleri bilir.” (Bakara: 95)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde müslümanlara karşı ikiyüzlü hareket eden bir kısım yahudiler ile kendi bilgilerini açıklayan diğer bir kısım yahudilerin hallerini bildirmektedir.
“(Yahudi münafıklar) müminlerle karşılaştıkları zaman: ‘Biz de iman ettik.’ derler. Birbirleriyle başbaşa kaldıklarında ise: ‘Allah’ın size açtıklarını, Rabbiniz katında sizin aleyhinizde kullansınlar diye mi onlara söylüyorsunuz? Bunları hiç düşünemiyor musunuz?’ derler.” (Bakara: 76)
Çünkü onlar hem Muhammed Aleyhisselâm’ın peygamber olduğunu kabul ediyorlardı, hem de ona uymuyorlardı.
“Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilmektedir.” (Bakara: 77)
Bu çirkin hareketlerinin cezasını görmeyeceklerini mi sanıyorlar?
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir şeyi gizleyenler ve onu az bir pahaya satanlar var ya, işte onların karınlarına doldurdukları ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, onları temize de çıkarmaz. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.” (Bakara: 174)
Çünkü onlar bile bile gerçeği gizlerler.
“Tevrat indirilmeden önce İsrâil’in (Yakub’un) kendisine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrâiloğullarına helâl idi. De ki: ‘Eğer doğru sözlü iseniz Tevrat’ı getirip okuyun.’
Artık bundan sonra da kim Allah’a yalan uydurup iftirâ ederse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Âl-i imran: 93-94)
Resulullah’ın zamanında da ilk anda kötü maksatlarını belli etmeyecek sözler kullanarak onu tahkir etmek ve kinlerini tatmin eylemek yoluna gitmişlerdir.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlardan teşekkül eden ehl-i kitaba seslenerek, kendilerine Muhammed Aleyhisselâm’ı peygamber olarak gönderdiğini haber veriyor:
“Ey ehl-i kitab! Peygamberlerin ardı arkası kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada size PEYGAMBER’imiz gelmiştir. Gerçekleri size açıklıyor ki, ‘Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi.’ demeyesiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi.
Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Mâide: 19)
Bu Âyet-i kerime mucibince Resulullah Aleyhisselâm geldiği halde inanmayan hiçbir ehl-i kitabın kurtulması mümkün değildir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri onu peygamberlerin arkasının kesildiği bir dönemde; dinlerin değiştirildiği, hak ve hakikatten uzaklaşıldığı, yolların çıkmaza girdiği, putperestlerin çoğaldığı bir devirde gönderdi.
Onun gönderilişindeki nimet, nimetlerin en büyüğüdür.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim Peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse, mutlaka cehennemliklerden olur.” (Müslim)
Bunların hepsi onu duyduğu halde inkâr ettiler, itiraz ettiler. Bunların hepsinin cehennemlik olduğunu bu Hadis-i şerif beyan eder.
Bir de “Onların da dini hak” diyenler var. Hayır!
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imran: 19)
Bir kimse Hazret-i Allah’a ve Resul’üne iman etmedikçe cennete giremez. Bu Âyet-i kerime ve bu Hadis-i şerif mucibince muhakkak onların hepsinin cehennemde olduğunu görürsünüz.
İsa Aleyhisselâm göğe yükselmeden önce bütün insanlara en büyük müjdeyi vererek şöyle söylemişti:
“Ey İsrâiloğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat’ı tasdik edip doğrulayan, benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.” (Saf: 6)

Görülüyor ki, Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini bütün peygamberlere ismiyle cismiyle nasıl tanıtmış ve bildirmiştir. Hiçbir yahudinin bu vebal altından kurtulması mümkün değildir. Çünkü açık bir ferman-ı ilâhiye var. Zira Hazret-i Allah ve Peygamber’i bildirip açıklıyor. Yani ben bilmiyordum, duymadım gibi bir itirazı kabul etmek mümkün değildir.

Peygamberimiz Hazret-i Muhammed 
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in 
Tevrat’ta Haber Verilmesi:


Allah-u Teâlâ tarafından indirilen Tevrat’ın aslı daha sonraları insan sözü ile karıştırılmış olmasına rağmen şu andaki nüshalarda bile Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in geleceğine dâir işaretlere rastlanmaktadır.
“Allah’ın rab senin için aranızdan, kardeşlerinden benim gibi bir peygamber çıkaracak; onu dinleyeceksiniz.” (Tesniye: 18/15)
“Onlar için kardeşleri arasından tam senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım.” (Tesniye: 18/18)
Görülüyor ki bu cümlelerde iki defa “kardeşlerin arasından” ifadesi kullanılıyor ve gelecek peygamberin bunlar arasından çıkacağı bildiriliyor.
“Allah İbrahim’e dedi: “Hacer doğuracak ve evlâdı içinden eli herkesin üstünde olacak ve herkesin eli huşu ile ona açılacak biri çıkacak.” (Tekvin: 16/12)
“Hakk Sübhanehu, ahir zamanda, kendisinin temizleyip seçtiği kulunu gönderecek ve ona Ruh’ül-Emin Hz. Cibril’i yollayıp, din-i ilâhisini ona öğrettirecek. Ve o dahi, Ruh’ül-Emin’in öğrettiği üzere insanlara öğretecek ve insanlar arasında hakla hükmedecektir. O bir nurdur, halkı karanlıklardan çıkaracaktır. Rabb’in bana önceden bildirdiği şeyi ben de size bildiriyorum.” (İşaya: 42-1-4,9)
“Denizden denize malik ve nehirlerden Arz’ın makta’ ve müntehasına malik ola ve kendisine Yemen ve Cezair melikleri hediyeler götüreler... Ve padişahlar ona baş eğeler. Ve her vakit ona salât ve her gün kendisine bereketle dua oluna ve nuru Medine’den parlaya; ve anılışı ebede kadar devam ede... Onun ismi güneşin varlığından önce mevcuddur. Onun adı güneş durdukça yayılacaktır.” (Mezmurlar: 72. bab; 8,10,11,15-17)
“Ey Musa” dedi: “(İsrâiloğullarının) kardeşlerinin oğullarından (İsmail evladından) kendileri için senin gibi bir nebi göndereceğim ve sözümü onun ağzına koyacağım; ve vahyimle konuşacak nebi’nin sözünü kabul etmeyenden intikam alacağım, azap vereceğim.” (Tevrat, Tesniye, bab: 18)
“Musa dedi; Rabbim, Tevrat’ta, insanlar için çıkarılmış, iyiliği emreden, kötülükten nehyeden ve Allah’a inanan ümmetlerin hayırlısı bir ümmet buldum, (Allah’a iman eden ümmetin vasıflarını gördüm) onları benim ümmetim kıl.” (Allah) dedi: “O, Muhammed Ümmeti’dir.” (Tevrat, Eş’ıya Islah: 42)
İslâm ile müşerref olan meşhur musevi bilgini Abdullah bin Selâm -radiyallahu anh-, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizi gördüğü zaman, Tevrat’taki vasıflarını bildiği için, çocuklarını tanıdığı gibi onu tanıdığını söylemiştir. Her şeye rağmen bugünkü tahrif edilmiş şeklinde dahi biz eski ahidde Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin teşriflerine dair haberleri tesbit ediyoruz.
Ayrıca Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin geleceği aşağıda gösterilen bölümlerde de müjdelenmiştir. (Habbuk: 3/3-7; Neşideler Neşidesi: 1/5-6; 2: 7; 3: 5-7, 4: 9, 102; 5: 9, 16; İşaya: 4/1-3; 5: 26-30; 8: 13-17; 9: 6-7; 21-25; 62: 2; Danya: 2/ 31-35, 37-45)
İbn-i Abbas -radiyallahu anh-den rivayet edilen Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

“Benim ismim Kur’an’da Muhammed, İncil’de Ahmed, Tevrat’ta Ühîd’dir.”

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...