26 Nisan 2016

HÂRICÎLIK


HÂRICÎLIK
(HÂRICIYE, HAVÂRIC)
Hz. Ali döneminde ortaya çikan siyasî ve itikadî mezhep. Mezhebe Hârici"lik adinin verIlmesi konusunda çok çesitli yorumlar yapilir. Mezhepler tarihçilerince en çok kabul gören yoruma göre, mezhep üyeleri, ümmetin basindaki hak Imam olan Hz. Ali'ye karsi çikarak itâattan ayrildiklari için Havâric (Hâriciler) olarak anIlmis, mezheblerine de Hâricilik adi verIlmistir. Kendi ifadelerine göre ise, Allah yolunda huruc etmelerinden dolayi hâricîler adini almislardir.

Hâricîler baska adlar ve lâkablarla da anIlmis, taninmislardir. Sözgelimi Hz. Ali'nin ordusundan ayrildiklarinda Ilk toplandiklari yer olan Harûra'nin adina izafetle Harûrîler (Harûrîye); Allah'tan baska kimsenin hüküm verme yetkisine sahip olmadigi gerekçesiyle hakem olayina karsi çiktiklari için el-Muhakkime adiyla anIlmislardir. Kendilerinin ençok hoslanarak kullandiklari isim ise Sürât'tir. 

Satin alici anlamindaki Sârî'nin çogulu olan Sürât'i kendini Allah'a verenler, satanlar anlaminda kullaniyorlardi. Hâricîler iman sorununa yanlis bir usulle yaklasarak bu konuda kimlerin kâfir oldugunu tartistilar. Hakem olayinda hakemlik yapanlari ve taraflarini kafir ilan ettiler. Cemel Vak'asi'na karIsanlari ve taraftarlarini lânetlediler. Adâletsiz hükümdara karsi isyani bütün mü'minlere fari kabul ettiler. Büyük günâhlar isleyen (mürtekîbü'l-kebâir) herkesi kâfir ilân ettiler (el-Bagdâdî, el-Fark beyne'l-Firâk, s. 55).

Hâricîler, Hz. Ali ile Sam valisi Muâviye arasinda yapilan Siffin savasinda, sorunun çözümü için taraflarin birer hakem atamalari üzerine ortaya çiktilar. Onlara göre Allah'tan baska kimsenin herhangi bir konuda hüküm verme yetkisi yoktur. (lâ hukme illâ lillâh). Böyle bir yetkiyi kabul edenler kâfir olurlar. Sorunu hakemler araciligi ile çözmeyi kabul ettigi için Hz. Ali de kâfir olmustur. Kâfir olduguna inandiklari Hz. Ali'den ayrIlmanin farz oldugu düsüncesiyle Hâricîler, gizlice ordudan ayrilarak Harûra'da toplandilar. Bu huruc (çIkis) hareketi ile Islâm tarihindeki Ilk siyasî parçalanma gerçeklesti. Harûra'dan sonra Nehrevân'da üslenen bu grup, Islâm tarihinin en kati, en savasçil partisini olusturdu (Ahmet Emin, Duha'l-Islâm, III, 5).


isin ilginç yani, Kur'ân'i mizraklarinin ucuna takarak Hz. Ali ve ordusunu kitab'in hükmüne çagiranlar, bunu düpedüz yenilgiden kurtulmak amaciyla bir hile olarak yapmisladi ve Ilk basta buna aldanarak savasi durdurmasi ve Isteklerini kabul etmesi için Hz. Ali'yi zorlayanlar, hattâ tehdit edenler, sonradan hurûc edenlerle ayni Insanlardi. Savasi kendileri durdurmus, Hz. Ali adina, onun hiç Istemedigi bir kisiyi hakem atamislar, sonra da bütün bunlardan dolayi Hz. Ali ve ona uyanlari kâfir ilân ederek ayrIlmislardi. 

Bu durum, en bagnaz düsmanlarinca bile teslim edilen dogruluk ve samimiyetleri konusunda süphe uyandirdiktan baska, hareketin kökeninde sadece inanç farkinin yatmadigini da düsündürmektedir.
Mezhepler tarihçileri, Hâricîlerin ortaya çIkisini ünlü hakem olayina baglamakla birlikte baska nedenlerin varligindan ve etkisinden de sözetmektedirler. Bunlarin en önemlileri söyle özetlenebilir:

1. Hâricîlik hareketi, kurra diye bilinen son derece dindar ve bilgili bir kesimin öncülük ettigi bir düsünceyi temsil etmektedir. Bu kesim siyas"i çalkantilardan ve toplumsal dengesizlikten rahatsiz olmakta, Islâm'in Ilk yillarindaki ideal toplumun özlemini duymaktadirlar. 
Hâricîlik hareketi, bu idealist grubun özlemlerini gerçeklestirme girisimidir.

2. Hâricîligin ortaya çikmasindaki önemli bir neden, merkezî yönetime karsi süregelen geleneksel direnis psikolojisidir. Buna, câhiliye döneminin zihin yapisini karakterize eden bireysel bagimsizlik egiliminin de önemli bir etkisi oldugu eklenebilir.

3. Hâricîlik hareketinde, çesitli Arap kabîleleri arasinda eskiden beri süregelen kavmiyet psikolojisi ile babadan ogula geçen savas ruhu da önemli ölçüde kendisini göstermektedir.

4. Hâricîlerin ortaya çikmalarina yol açan nedenlerden biri de, bu kisilerin asiri Sii firkalardan olan Sebeiyye ile olan baglantilaridir. Hz. Osman'in sehid edIlmesiyle sonuçlanan isyan hareketleri sebeiyye tarafindan baslatIlmis ve yürütülmüstü. Hâricîler ve önderleri de bu hareketler içinde yeralmislardi. Hâricîler, Hz. Osman'in sehîd edIlmesi sorumluluguna katiliyorlar, hattâ bununla övünüyorlardi. Haremlerin bir anlasma saglamalari durumunda hiç süphesiz bundan en çok zarar görecekler Hâricîler olacaklardi. bu riedenle Hz. Ali'yi terkederek bu yoldaki muhtemel bir gelismenin etkilerinden kendilerini kurtarmak Istemislerdi.

Hz. Ali'den ayrilarak önce Harûra'da, daha sonra Nehrevân'da toplanan ve Abdullah b. Vehb er-Râsibî el-Ezdî'yi kendilerine halife seçen Hâricîler, kIsa zamanda tam bir terör havasi estirmeye basladilar. Görüslerine katIlmayan, önderlerini halife olarak tanimayan, Ali ve Osman'i kâfir ilân edip lânetlemeyen her müslümani kâfir sayiyor, acimasizca öldürüyorlardi. Baslangiçta sayilari on Iki bin kadardi. Hz. Ali'nin çesitli girisimleri sonucunda büyük bir bölümü isyandan vazgeçerek Ali saflarina katIlmis, geride yalniz dört bin kisi kalmisti. 

Bunlarin bütün uyarilara ragmen eylemlerini sürdürmeleri, Hz. Ali'nin ordusuyla üzerlerine gelmesine neden oldu. Nehrevân'da, Hz. Ali'nin ordusuyla Hâriciler arasinda yapilan savas, güçler arasindaki dengesizlik nedeniyle Hâricîler için tam bir felâketle sonuçlandi. Bazi rivâyetler bu savastan ancak sekiz-on Hâricînin kurtulabildigini belirtir. 

Bu büyük hezimetten sonra hayatta kalabilen Hâricîlerin her birinin baska bir yere kaçtiklari ve çok sayida hâricî kollar olusturduklari söylenir.
Nehrevân bozgunu Hâriciler üzerinde silinmez bir etki birakmis, onlar için Allah yolunda ölmenin, sehâdetin bir simgesi hâline gelmistir. Bu olaydan sonra hâricileri yönlendiren en önemli duygu, intikam duygusu olmus ve bu, bir türlü tatmin edilememistir. 

Hz. Ali bir Hâricî tarafindan sehîd edIlmis; Hâricîler, Emevîler ve Abbasîler döneminde de sayisiz isyan hareketiyle varliklarini sürdürmüslerdir (Taberî, Tarih, VI, 29 vd).
Hâricîlerin büyük çogunlugunu bedevî çöl Araplari olusturuyordu. Yasama sartlari ve biçimleri, çogu yoksul olan bu Insanlari sertlige, siddete ve kabaliga sürüklemisti. Taskin bir ruha, atilgan bir mizaca sahiptiler. Islâm'a samimiyetle inanmislardi ancak ufuklari dar, düsünceleri yüzeyseldi.

 Onlar için hareket her zaman bilgiden önce geliyordu. Bu nedenle inançlarindaki samimiyet onlari bagnazliga, katiliga, hosgörüsüzlüge götürmüstü. Kendilerini bilgi degil, bir din hâline getirdikleri slogan ve heyecanlari yönlendiriyor, muhâlif olma düsüncesi gerçege ulasmalarini engelliyordu. Kur'ân'i çok okuyor, zâhir anlamina sariliyor, kendi anladiklarinin disinda baska bir anlam tanimiyorlardi. Kendilerinin haklilik ve dogrulugundan öylesine emindiler ki, her an ölmeye, kendilerini fedâ etmeye hazirdilar. Hiçbir önemli neden olmadan tehlikelere atIlmaktan sakinmiyorlardi. 

Kendileri gibi düsünmeyen bütün Insanlari kâfir sayiyor, öldürülmeleri gerektigine inaniyor ve bu yolda son derece acimasiz davraniyorlardi. Baslangiçta tek bir slogan (lâ hukme illâ lillâh) etrafinda toplanan Hâricîler, Nehrevân olayindan sonra çesitli kisileri önder taniyarak kollara ayrildilar ve kendilerine özgü kimi inanç ve düsünce Ilkeleri belirlediler. Bu kollar arasinda, ayni kökten geldiklerinden süpheye düsürecek kadar derin görüs ayriliklari görülür. Muhâlif tavirlari ve savasçiliklari bir yana, düsünce ve inanç açisindan paylastiklari görüsler son derece azdir. Mezhepler tarihçilerinden Ka'bî ve Sehristânî'ye göre bütün Hâricîler yalnizca su üç noktada görüs birligi içindedirler.

1. Hz. Ali ve Hz. Osman'i, hakemler Amr b. el-Âs ve Ebû Musa el-Es'arî'yi, Cemel savasina katilan Hz. Âise, Talha ve Zûbeyir'i hakemlerin hükmüne razi olan herkesi kâfir kabul etmek.

2. Büyük günâh isleyen kimseyi cehennemde ebedî olarak kalacak kâfirlerden saymak.

3. Zâlim devlet baskanina karsi isyani farz kabul etmek. Bunlara göre ayrica devtet baskaninin Kureys'ten olmasi gerekli degildir. Hür seçimle isbasina gelmesi sartiyla herkes Imam olabilir. Hattâ zulme saptiginda görevden alinmasi daha kolay olacagi için Imam'in Kureys'ten olmamasi daha iyidir. Seçimle basa geçirilen kisi dogru yoldan saparsa görevden alinmasi, hattâ öldürülmesi farz olur.

Es'arî ve Bagdâdî'ye göre hâricîler yukarida siralanan maddelerden yalnizca birinci ile üçüricüde sözbirligi içindedirler. 0sferâyînî ve Razi'ye göre ise, yalniz birinci ve Ikinci maddede ittifak edebIlmektedirler. Bu bilginlere göre Hâricîler yalniz büyük günâh isleyenleri degil, küçük günâh isleyenleri, hattâ bir hata yapanlari bile kâfir saymaktadirlar.
Muhakkime-i Ulâ da denilen Ilk Hâricîlerden sonra Hâricîlik çok sayida kola ayrildi. Bunlar içinde en önemlileri, kendilerinden de birçok kollara aynlan Ezânka, Necâdât, Sufriyye, Acâride, Ibâdiyye ve Sebibiye'dir.

Ezârika, Ebû Râsid Nâfi b. el-Ezrâk'i Imam taniyan Hâricîlerin olusturdugu koldur. el-Ezrâk, taraftarlariyla birlikte 64/683 yilinda Basra'da isyan etti, Ehvâz'da Basra valisinin kuvvetleriyle savasirken öldürüldü (ö. 65/684). Ezârika'nin görûsleri söyle özetlenebilir: Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Âise, Hz. Talha, Hz. Zübeyir, Hz. Abdullah b. Abbâs ve bunlarla birlikte hareket edenlerin tümü kâfirdir ve cehenemde ebedî kalacaklardir. Savaslarda kendilerine katIlmayarak bir kenarda oturmayi seçenler de kâfirdir. Hem bunlar, hem de kadin ve çocuklarinin öldürülmesi mübahtir. Zinâ suçunun cezasi kirbaçtir, recm uygulamak yanlistir. 

Müsriklerin çocuklari da babalari ile birlikte cehennemde ebedî olarak kalacaklardir. Takiyye hiçbir sekilde câiz degildir. Büyük günâh isleyen kimse Islâm'dan çikmistir. Imam'in emrine itâat, emri Ister hakli, Ister haksiz olsun, farzdir. Imamin emrine karsi gelen kâfir olur ve öldürülmesi gerekir.
Necedât, Necde b. Âmir el-Hanefiyye'yi Imam taniyan Hâricîlik koludur. Necde, Yemâme'de isyan etti. Yemen, Hadramût ve Taif'i istilâ etti. Kendisi ve taraftarlari Haccac tarafindan öldürüldü (ö. 69/688). Necedât'a göre din Iki bölümdür. 

Birincisi, Allah'i, Peygamber'i, müslümanlarin (yani kendilerinin) kanlarinin haram oldugunu ve Allah katindan gelen seylerin tümünü bIlmektir. Bunlari bIlmek farzdir, bIlmemek özür sayIlmaz. Ikincisi ise bu sayilanlarin disinda kalan hususlardir. Insanlar, haram ve helâl olan hususlarda kendilerine delil gösterilene kadar bilgisizliklerinden dolayi mazurdurlar. Kendileriyle anlasma yapilan kisilerin kan ve mallari helâldir. 

Küçük, zararsiz bir yalan söyleyip bu yalaninda israr eden kisi müsriktir. Buna karsilik zinâ eden, içki içen, hirsizlik yapan fakat bu hareketinde israr etmeyen kimse müsrik degildir. Can korkusu varsa takiyye câizdir. Insanlarin basinda bir Imam'in bulunmasi sart degildir.
Sufriyye Ziyâd b. el-Asfar'a uyanlarin olusturduklari koldur. Buna Ziya'diyye de denir. Sufriyye'ye göre kendileriyle birlikte isyan ettikleri halde savasa katIlmayanlar, inançlari kendilerininkine uyuyorsa, tekfir edIlmez. Zinâ eden recmedilir. 

Müsriklerin çocuklari cehennemlik degildir. Takiyye, amelde degil, ancak sözde câizdir. Zinâ, içki ve Iftira gibi dünyada cezayi gerektiren fiilleri isleyenlere kâfir ya da müsrik denilemez. Fakat bu dünyada cezasi olmayan namazi terk gibi büyük günâhlari isleyenler kâfirdir. 

Birisi seytana uymak, digeri putlara tapinmak olmak üzere Iki çesit sirk vardir. Küfür de, birisi nimeti inkâr, digeri Allah'i inkâr olmak üzere Iki çesittir. Berâet de Ikiye ayrilir; birisi, sünnet olan, haddi gerektiren fiilleri isleyenlerden uzaklasmak; digeri de farz olan ve Allah'i inkâr edenlerden uzaklasmak.
Acâride, Abdulkerim b. Acred'e uyanlarin olusturdugu Hâricîlik koludur. Kurucusu hakkinda hemen hiçbir sey bilinmeyen bu kolun baslica görüsleri sunlardir: Yûsuf sûresi Kur'ân'dan degil, yalnizca bir kissadir. Böyle bir ask kissasinin Kur'ân'da yer almasi câiz degildir. Büyük günâh isleyenler dinden çikmislardir. Savasa katIlmayanlar, ayni inanci paylasiyorlarsa düsman sayIlmazlar. 

Acâride kolu, kendi içinde Hazimiyye, Su'aybiyye, Halfiyye, Ma'lûmiyye, Mechuliyye, Saltiyye, Hamziyye ve Sa'lebiyye olmak üzere sekiz kola ayrildi. Sa'lebiyye'den de Ma'bediyye, Ahnesiyye, Seybaniyye, Rûseydiyye, Mukremiyye adlariyla anilan kollar sürdü.
Ibâdiye, Abdullah b. Ibâd tarafindan kurulan Haricilik koludur. Günümüze kadar varligini sürdüren tek Hâricîlik kolu budur. Haliç ülkelerinden Umman sultanligi ve Zengibar'da resmî mezheb durumundadir. Bu kola göre kendi görüslerini paylasmayanlar kâfirdir. Ama bunlarla evlilik iliskisi kurulabilir, miraslari helâldir. 

Bu kimselerle savasildigi zaman ele geçirilen ganimetler helâl, kalanlari haramdir. Muhâliflerin sâhitligi câizdir. Büyük günâh isleyenler mü'min degildirler. Müsriklerin çocuklarini ne olacagim yalniz Allah bilir. 0ntikam amaciyla iskence câizdir. Nifak çikaran kimse müsrik degildir. Ibâdiyye'nin Hafsiyye, Harisiyye ve Beyhesiyye adlariyla anilan üç kolu vardir (bk. E. Ruhi Figlali, Ibadiyenin Dogusu ve Görüsleri, s. 53).

Sebibiyye, Sebib b. Yezid es-Seybâni'ye uyanlarin olusturdugu koldur. Abdulmelik b. Mervan zamaninda huruç eden Sebib, Haccac ve Abdulmelik tarafindan üzerine gönderilen yirmi ayri askerî birligi bozguna ugratti. Sonunda Kûfe'yi basti. Mescide giderek orada bulunanlari öldürdü. Ancak sabahleyin toplanan Haccac'in askerlerince kaçmak zorunda birakildi. 

Sebib, Duceyl (Küçük Dicle) irmagi üzerindeki asma köprüden geçerken, Haccac'in askerlerinin köprüden iplerini kesmesi üzerine irmaga düserek boguldu. Sebib, kisisel Isteklerinin yerine getirIlmemesi üzerine isyan ettigi için düsünce ve inançlari konusunda bilgi yoktur. Fakat kendisinin ve taraftarlarinin Hâricîligin genel inançlarini benimsedigi bilinmektedir.
Hâricîler "Allah'in vahyettigi ile hükmetleyenler kâfirdirler" (el-Mâide, 5/47) âyetini "Lâ hukme illâ lillâh" (Allah'tan baska kimse hükmedici degildir) seklinde formüle ediyorlardi. Akîdelerini de mâsum mü'minleri kiliçlariyla katlederek tatbike geçtiler ve öldürülünceye kadar öldürmeye doymadilar (el-Malatî et-Tenbîh, Nesr. Izzet el-Attar el-Hüseynî, s. 51).


Hâricîler Allah'in sifatlarinda tesbihe karsidirlar. Kur'ân'in mahluk oldugunu, çünkü yalnizca Allah'in Kadîm oldugunu ifade ederler. 0mâmet hakkinda Imamlarin Kureys'ten olmasina karsidirlar. Son derece sert ve acimasiz bir adâlet görüsüne sahiptirler. Emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'lmünker Ilkesini siddet yoluyla müslümanlara tatbik etmislerdir. 

Hâricîler bu görüsleriyle Mu'tezile'ye tesir etmislerdir.
Bazi görüslerinde Kur'ân ve Sünnet'e dayandiklarindan ehl-i sünnet'e uygun görüsleri de vardir. Ancak ehl-i sünnet'le temel de ters düstükleri meseleler de vardir. Allah'in hem dünyada hem âhirette görülemeyecegi, haktan ayrilan Imami azletmek için isyan etme, ehl-i kibleyi tekfir, Islâm'in imandan oldugu, Kur'ân'in yaratIlmis olmasi, Hz. Peygamber'in günahkârlara sefâatini red, büyük günâh isleyenin ebedî cehennemde kalacagi gibi görüsleriyle ehl-i sünnet'e karsi çikmislardir.
Ahmed ÖZALP

Haricîliğin Ortaya Çıkışı ve Haricî Zihniyetin Özellikleri


Haricîliğin Ortaya Çıkışı ve Haricî Zihniyetin Özellikleri

Prof. Dr. H. İbrahim Bulut
Haricîler, İslâm'a inanmış olsalar da dar ufuklu, düşünce fakiri insanlardı... Onlar için hareket her zaman bilgiden, marifetten önce geliyordu.
Haricîlik, İslâm'ın ilk asrında siyasî gayelerle ortaya çıkan, dinî ve siyasî konularda aşırı görüşleri ve faaliyetleriyle tanınan bir fırkadır. Başlangıçta Hz. Ali ile birlikte hareket eden bu grup, Sıffin Savaşı sırasında Kur'ân'ın hakemliği iddiasını desteklemiş; ancak savaş sonrasında gerçekleşen tahkim çözümüne karşı çıkmış, neticede hakemleri ve bunu tasvip edenleri tekfir etmiştir. 

Başlangıçta tamamen siyasî maksatlarla vuku bulan bu hareket, kısa bir zaman sonra kendisini haklı göstermek ve taraftar toplayabilmek için başta "Allah'tan başka hüküm verecek yoktur/ Hüküm Allah'ındır" (bkz. el-En'an 6/ 57; Yusuf 12/ 40, 67) mealindeki âyetleri sloganlaştırarak bunları kendi çıkarlarını destekleyen bir araç olarak kullanmıştır. 

Haricîler, var oldukları her dönemde marjinal bir hareket olmanın ötesine geçememekle birlikte, hemen her asırda farklı isim ve görüntülerle varlıklarını devam ettirebilmişlerdir. Günümüzde de farklı isim yahut görüntüler hâlinde ancak aynı zihniyetle hareket eden benzer marjinal yapılanmalar, pek çok İslâm ülkesinde faaliyetlerine devam etmektedir. Bu makalede Haricîliğin teşekkül süreci ve bu zihniyetin temel özellikleri hakkında kısaca bilgi verilecektir.
Haricîliğin Doğuşu ve Teşekkül Süreci
"Haricî"; "insanlardan, dinden, haktan veya meşru halifeye karşı çıkan ve yönetime isyan ederek ana bünyeden ayrılan" kimselere verilen bir isimdir.
1-Bunlara, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkanlar anlamında "Mârika" da denilmiştir.
2-Mezhep mensupları kendilerini ifade edebilmek için "Allah ve Peygamber'inin rızasını kazanmak uğruna canlarını satanlar" (bk. el-Bakara 2/207; et-Tevbe 9/111) mânâsına gelen "şârî/şurât" sıfatlarını kullanmayı tercih etmiştir. Bununla birlikte onlar, "haricî" ismini, muhaliflerin kullandığı mânâda değil, "Kâfirlerin arasından çıkarak Allah'a ve peygamberine hicret edenler" (en-Nisâ 4/100) mânâsında da kullanmışlardır.
3-Hz. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefatından sonra devletin başına geçecek yöneticinin kim olacağı, nasıl belirleneceği, görev ve sorumluluklarını yerine getirmediğinde meselenin nasıl çözüleceğiyle ilgili olarak Kur'ân'da ve sahih hadîslerde açık ifadeler bulunmadığından bazı problemlerle karşılaşılmıştır. 
İlk halife Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ve halefi Hz. Ömer (radıyallâhu anh), karşılaştıkları siyasî problemlerin çözümünde dönemin şartlarını dikkate alarak İslâm toplumunun birlik ve beraberliğini pekiştirecek, devleti güçlendirecek politikalar izlediler. 

3. Halife Hz. Osman (radıyallâhu anh) dönemi bazı problemlerin gün yüzüne çıktığı bir devir olarak bilinir. Halife, on iki yıllık hilafeti döneminin ilk altı yılında selefleri gibi ülkeyi adaletle yönetmiş; ancak ikinci altı yılında bazı valilerin hatalı icraatları halk arasında infiale sebebiyet vermiş ve valilerin sebep olduğu bu olumsuzluklar doğrudan Hz. Osman'a mal edilmiştir. 
Bunlara ilâveten siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel yapıda meydana gelen değişimler, yönetimden rahatsız olanların sayısını artırmıştır. Nihayetinde -gayrimüslimlerin de katkısıyla- Kûfe, Basra ve Mısır gibi eyaletlerde güç kazanan muhalifler, Medine'ye gelerek halifeyi eleştirmiş, tehdit etmiş ve sonunda şehit etmişlerdir. 

Bu vahim hâdisenin sonrasında Hz. Ali, hilâfet makamına geçmek zorunda kalmış ve Müslümanların birliğini sağlamaya çalışmıştır. Onun önemli ilk icraatı, Hz. Osman döneminde atanan valileri değiştirmek olmuş; ancak Şam valisi Muaviye, Osman'ın ölümünden Ali'yi sorumlu tutarak ona biat etmemiş ve iktidarı Hâşimîlere bırakmayacağını açıklamıştır.
Bu hâdiselerin akabinde Hz. Ali, ümmetin birlik ve beraberliğini sağlamak maksadıyla kendisine itaat etmeleri için Şamlılar üzerine yürüme kararı almış, Sıffin Savaşı'na uzanan elîm hâdiseler bu sürecin neticesi olarak vuku bulmuştur. Böylece Müslümanlar arasında siyasî açıdan bir otorite boşluğu ortaya çıkmıştır. Haricîlerin ortaya çıkışında, bu bunalımlı dönemin ve otorite boşluğunun rolü büyüktür.Haricîliğin ortaya çıkışında sosyal, iktisadî, siyasî, dinî olmak üzere pek çok faktör tesirli olmuştur. 

Doğrusu hiçbir dinî-politik hareket, tek bir sebebin neticesinde oluşmaz ve birdenbire ortaya çıkmaz. Sosyal içerikli akımlar, bir dizi hâdisenin akabinde ve pek çok sebebin tesiriyle uzun bir süreçte oluşur. Nitekim Haricîliğin ortaya çıkmasında da sosyal değişimin ve özellikle şehirleşme sürecinin etkili olduğu görülür. Haricîler, önceleri çölde bedevî bir hayat sürerken, İslâm'ı kabul ettikten sonra, yavaş yavaş yerleşik hayata geçen kabileler arasından çıkmıştır. Onların önemli bir kısmı bu büyük sosyal değişimi hazmedememiştir. 

Çünkü badiyede kabile hayatı ve kabilenin çıkarları her şeyin önünde olduğundan kabile merkezli bir anlayış belirleyicidir. Buna göre kabile mensupları her şartta birbirlerine güvenmeli, destek olmalı ve başkalarına karşı kendi kabilesini savunmalıdır. Bu yüzden onlar, kendilerinden yana olmayanları düşman kabul etmiş; renkleri siyah ve beyazdan ibaret görüp dost-düşman tanımlamasını bu çerçevede yapmışlardır. Bu zihniyetin, zamanla, sadece kendilerini "kurtuluşa eren fırka" olarak tanımlamalarına, kendileriyle birlikte hareket etmeyen diğer Müslümanları düşman (kâfir) olarak görüp her fırsatta onları cezalandırma anlayışına zemin hazırladığı anlaşılmaktadır.
Netice olarak, Hz. Osman'ın şehit edilmesi ile başlayan siyasî hâdiseler ve özellikle Emevî-Hâşimî mücadelesi, hızlı sosyal değişim ve şehirleşmenin getirdiği problemler, fetihlerle birlikte İslâm coğrafyasının genişlemesi ve yeni toplumların İslâm'a girmeleri gibi faktörler "Haricîler" diye isimlendirilen böyle bir grubun ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir.
Haricîliğin tarihi Sıffin Savaşı (36/ 657), hakemlerin kabulü ve bunun neticesinde Hz. Ali'nin ordusundaki bölünmelerle başlatılır.
4-Cemel Savaşı'ndan sonra Kufe'ye giderek ülkeyi buradan yönetmeye başlayan Müminlerin Emiri Hz. Ali, Müslümanların siyasî birliğini sağlamak için Şamlıları bir kere daha kendisine biat etmeye çağırmıştı. Ancak onlar biat çağrısını kabul etmeyince savaş kaçınılmaz hâle gelmişti. 
Nihayetinde Sıffin'de Hz. Ali idaresindeki Irak ordusu ile Şam ordusu karşılaşmış, uzun süren bir mücadelenin sonunda Hz. Ali üstünlüğü ele geçirmişti. Muaviye, Amr b. el-Âs'ın teklifiyle askerlerine yanlarında bulunan Kur'ân sayfalarını havaya kaldırarak Iraklıları Kur'ân'ın hükmüne çağırmalarını emretmiş, Kufelilerden bir kısmı -ki onlara daha sonra "Haricî" denilecektir- bu siyasî hamleye kanarak Hz. Ali'yi tahkime zorlamış, gelişen hâdiseler neticesinde bu zümre Hz. Ali'den ayrılmıştı. 

Bunlar, Ali, Muaviye ve Amr b. el-As başta olmak üzere tahkimi kabul eden bütün Müslümanları da tekfir etmişlerdi.Hz. Ali'den ayrılan bu grup, Müslümanlar arasında terör estirmeye, kendileri gibi düşünmeyenleri öldürmeye başladılar. Hz. Ali, Haricîlerin bu tutumunu çok tehlikeli bulduğundan Muaviye ile mücadeleye devam etmeden önce, Haricî probleminin çözülmesini zorunlu görmüş ve bu doğrultuda Nehrevan ve Nuhayle savaşlarıyla onlara çok ağır bir darbe indirmiştir. Ancak savaştan kurtulan bazı Haricîler, Hz. Ali'ye suikast düzenleyip onu şehit etmiştir (21 Ramazan 40/ 28 Ocak 661). Böylece Haricîler, başlangıçta lider olarak seçtikleri, uğrunda canlarını verdikleri halifeyi, kendi düşüncelerine ve şablonlarına uymadığı gerekçesiyle önce tekfir etmişler, sonra da şehit etmişlerdir.
Emeviler döneminde Hâricî isyanlarının ardı arkası kesilmedi. Bu ayaklanmalar, özellikle Hz. Hasan'ın hilâfeti Muâviye'ye teslim etmesinden sonra daha bir hız kazandı. Onlar, sadece kendilerinin tertip ettikleri isyanlarla yetinmediler, Emevîlere karşı olan diğer isyanlara da destek verdiler. Ancak valilerinin sıkı takibi ve sert tedbirleri sebebiyle söz konusu isyanların önemli bir başarı elde edemediği söylenebilir. Abbasiler dönemi de Haricîler açısından pek parlak değildir. Bazı isyan girişimlerine yönetim yerinde müdahalelerle fırsat vermemiştir. 

Kendi içinde pek çok fırkaya ayrılan Haricîler, ilk iki asırda yok olup gitmiştir. Ancak Basra merkezli İbaziyye grubu kendisini zamana ve zemine uydurarak, aşırı görüşlerini esneterek günümüze kadar yaşamayı başarmıştır. Bu gruba mensup olanlar Kuzey Afrika'da Tâhert'te Rüstemîler Devleti'ni kurarak bir buçuk asır kadar varlıklarını koruyabildiler. Günümüzde Uman Sultanlığı İbaziliğin merkezi kabul edilmektedir. Ayrıca Cezayir'in iç kesimlerinde, özellikle Berberî kabileler arasında ve de Zengibar'da İbaziliğin yaygın olduğu bilinmektedir. 

Ancak burada şunu da ifade etmeliyiz ki, İslâm Mezhepleri Tarihi kaynaklarında İbazilik Haricîliğin bir uzantısı olarak gösterilmekle birlikte, günümüz çağdaş mezhepler tarihi araştırmaları İbazilerin bu iddiayı kabul etmediklerini, kendileri ile Haricîlik arasına mesafe koymaya çalıştıklarını ve her fırsatta erken dönem Hariciliğini eleştirdiklerini ortaya koymaktadır.5 Bu itibarla mezhepler tarihi kaynaklarındaki bu bakış açısının yeniden gözden geçirilmesi, İbazilerin kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa o şekilde kabul edilmesi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır.
Haricî Zihniyeti ve Özellikleri
İslâm tarihi kaynaklarında erken dönem Hâricîleri, ibadete düşkünlükleri, züht, takva ve ihlâsları, fikrî ve dinî taassupları, buna bağlı olarak katılık ve taşkınlıkları, savaşmaktan ve ölümden hiç çekinmemeleri, Kur'ân'ı ezberlemekle ve çok okumakla beraber âyetleri anlamadaki sathilikleri, nassların zahirine sarılmaları gibi özellikleriyle tasvir edilirler. Onları böyle yapan asıl unsur zihniyet dünyalarıdır. Kendilerince doğru kabul ettikleri bir hususu, olabilecek tek doğru kabul eden ve inandıkları şeylere körü körüne bağlı kalan Hâricîler, düşmanlarının hiçbir deliline ikna olmaz; ne kadar açık-seçik ve hakka yakın olursa olsun muhaliflerin görüşlerini benimsemezlerdi. 

Diğer yandan bedevilikten gelmiş olmaları da tartışmalarda çok sert ve katı davranmalarına sebebiyet veriyordu. Bununla birlikte onların ibadetlere çok düşkün oldukları, gündüzleri oruç tuttukları ve geceleri ibadetle geçirdikleri bildirilmektedir. Söz konusu kaynaklarda onların bir taraftan takva ve ihlâs sahibi olduklarına vurgu yapılırken, diğer yandan sapkınlık, çılgınlık, katılık, inançlarına davet etmede taşkınlık, insanları baskı ve zorla kendi görüşlerini kabullenmeye icbar etme gibi aşırılıklara düştükleri ifade edilmektedir. 

Haricî zihniyetini biraz anlamaya çalıştığımızda, onların dünyasının fikrî derinliği olmayan düz bir dünya olduğunu, basit bedevi mantığı ile hareket ettiklerini görürüz. Bu basit çöl hayat tarzının sathî anlayışını dindarlıklarına da yansıttıkları ve dinin inceliklerini anlamakta güçlük çektikleri, bu bağlamda Kur'ân hükümlerini bilen ve anlayan kültürlü insanlar olmadıkları ve Kur'ân'a dâir bilgilerinin çok yüzeysel olduğu görülür.Haricîlerin sahip oldukları bu düz mantığın sadece kendileri dışındaki grupları değerlendirmek üzere kullanılmadığını, aynı şekilde grup içindeki değerlendirmelerin de bu doğrultuda yapıldığını görmekteyiz. 

Nitekim Nafî b. Ezrak, kendisi ile birlikte Emevilere karşı isyan etmeye yanaşmayan Basra Haricîlerini ve liderleri Abdullah b. İbad'ı tekfir etmiştir. Bir haricî olmasına ve bütün ömrünü bu uğurda harcamasına rağmen İbn İbad, liderlerinin dışlamasından ve tekfir etmesinden kurtulamamıştır.Dindeki vukûfiyetsizlikleri ve âyetleri anlamadaki sathilikleri Haricîlerin temel vasıflarındandır. Onların Kur'ân'ı anlamadaki sığlıklarını göstermesi bakımından Hz. Ali'nin Abdullah b. Abbas'ı onlarla görüşmeye gönderirken yaptığı tavsiye anlamlıdır.
Hz. Ali, İbn Abbas'tan, Haricîlerle tartışırken âyetlere nispetle daha müşahhas ve anlaşılır olan Hz. Peygamber'in fiilî sünnetlerinden delil getirmesini istemiştir. Çünkü Kur'ân'daki kelimelerin siyaklarına göre değişen mânâları vardır. Haricîler ise bunu anlamaktan uzak ve kendi doğrularını dine onaylatma mantığıyla hareket eden kimselerdir. Nitekim Hâricî liderlerinden biri olan Necde b. Âmir, "Kim küçük bir günah işler veya küçük bir yalan söyler ve bunda da ısrar ederse, o kimse müşriktir.

 Fakat üzerinde ısrar etmeksizin zina eden, hırsızlık yapan ve içki içen biri, -kendi taraftarlarından biri olmak şartıyla- Müslüman'dır." dediği kaynaklarımızda kayıtlıdır.6 Kaynakların naklettiği benzer hâdiselerden anlaşılacağı üzere, Hâricîler dinî hükümleri Kur'ân ve Sünnet'e bütüncül yaklaşımdan çok parçacı bir yaklaşım içinde vermekte ve aceleci davranmaktadırlar. Bu durum, verdikleri kararlarda yanılmalarına, çelişkiye düşmelerine ve çoğu defa ihtilaf edip bölünmelerine yol açmıştır.

Öte taraftan Haricîler, "İyiliği emretmek ve kötülüklerden alıkoymak" prensibini tatbikte İslâm'ın ruhuna aykırı düşen uygulamalar içinde olmuşlar, İslâm'a davet adı altında Müslümanları katletmeye varan aşırılıklar göstermişlerdir. Onlar, gerçek imanın ancak kendilerinin yaptığı gibi olması gerektiğine inandıklarından, diğer Müslümanların yeniden dine ve imana davet edilmesinin lazım geldiğini, kabul etmedikleri takdirde katledilmelerinin kaçınılmaz olduğunu ileri sürmüşler ve imkân bulduklarında bunu fiiliyata dökmüşlerdir.Haricîlere göre ameller imana dâhildir. 

Diğer bir ifade ile ibadetleri eksik olanın ya da günah işleyen bir kimsenin imanı eksiktir.7 Bu itibarla onlar, ibadetlerini ifa etmeyen ya da günah işleyen bir Müslüman'ın küfre düştüğünü; imandan sonra küfre düşen bir kimsenin de tövbe etmediği takdirde öldürülmesi gerektiğini kabul ederler. Bu sebeple günahkâr Müslümanların katledilmesi onlara göre dinî bir vecibedir. Nitekim Hz. Osman ve Hz. Ali gibi bazı büyük sahabileri bu gerekçe ile katletmişlerdir.
Haricîlerin Şiddeti Meşrulaştırma Yolları
Haricîler, "emir bi'l-ma'ruf" ve "cihad" esaslarına dayanarak İslâm adına şiddet ve terörü temellendirmekte idiler. Aslında "iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak" prensibi İslâm'ın her bir Müslüman'a yüklediği bir görevdir. Kur'ân'da meâlen;"Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah'a inanırsınız." (Al-i İmran 3/110) buyrulmaktadır. 

Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, "Sizden bir kötülüğü gören, onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbi ile buğz etsin, ama bu imanın en zayıfıdır." (Müslim, "İman", 78) buyurmuştur. Müslümanlar bu emir gereği iyiliği tavsiye edecek, kötülüklerden ise sakındıracaktır. Bu genel bir görev olmasına karşın, Hâricî zihniyetinden etkilenen bir kısım cereyanların bu prensibi uygulayış tarzları farklılık göstermektedir."İyiliğin emredilmesi, kötülüğün engellenmesi" prensibinin uygulanmasında Ehl-i Sünnet âlimleri zor kullanmanın caiz olmadığı noktasında hemfikirdir. 

Meselâ Ebû Hanife, bu prensip adına İslâm ümmetinin başında bulunan ve ümmetin birliğini temsil eden devlet başkanına karşı isyan ederek, silâhlı mücadeleye girişen ve böylece cemaatin birliğini tehlikeye sokanların ıslahtan ziyade ifsat ettiklerini belirtmiş ve bu özellikleri sebebiyle Hâricîleri şiddetle eleştirmiştir. Ehl-i Sünnet âlimlerine göre, toplumda yeni haksızlıkların, fitne ve fesadın ortaya çıkmasını önlemek maksadıyla, "yaptırımlı fiilî müdahaleler" sadece resmi kurumlara bırakılmalıdır. 

Fertlerin ve sivil örgütlerin yetkileri ise eğitim, aydınlatma ve uyarma gibi barışçı teşebbüsler ve iyiliğe ortam hazırlamakla sınırlıdır.Haricîlerin "iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak" prensibini uygulamalarına gelince, bu konuda onlar, son derece sert ve acımasızdırlar. Onlar, devlet otoritesine karşı eylemlerinde "lâ hükme illâ lillâh/hüküm yalnız Allah'ındır" mealindeki âyetleri slogan olarak kullanırken; kişilere karşı tutumlarında "iyiliği emretmek kötülükten alıkoymak" prensibini esas almışlardır. Hz. Ali'ye, sonrasında Emevilere ve Abbasilere karşı çıkarken bu sloganı kullanmışlar; isyan ve terör faaliyetlerini bu sloganla meşru göstermeye çalışmışlardır. Kendileri gibi düşünmeyen bazı Müslümanları da "iyiliği emretme" prensibi gereğince katletmişlerdir. Onların bu prensibi uygularken ne denli aşırılığa düştüklerini göstermesi bakımından Hz. Abdullah b. Habbab b. Eret ile hamile hanımını şehit etmeleri hâdisesini örnek olarak göstermek yeterlidir: 

Bir grup Haricî, Basra yakınlarında Abdullah b. Habbab ve kafilesi ile karşılaşmıştı. Hâricîler, Abdullah'a kim olduğunu sorduktan sonra, ona kendisini güvende hissetmesini ve sorularını doğru olarak cevaplamasını istediler. İlk olarak, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki görüşlerini sordular. Abdullah, onları hayırla andı. Hz. Osman'ı sorduklarında ise, onun başlangıçta da sonrasında da haklı olduğunu ifade etti. 

Hz. Ali ile ilgili sorularına ise, "O, Allah'ı sizden çok iyi bilir ve sizden daha dindardır, görüşü de sizden daha isabetlidir." cevabını verdi. Bunun üzerine onlar, İbn Habbab'ın verdiği bu cevaplardan memnun kalmayıp öfkelendiler ve kızarak şöyle dediler: "Sen hevâya uyuyor ve kişileri işleri ile değil, adları ile tanıyorsun. Allah'a yemin ederiz ki, seni acımasız bir şekilde öldüreceğiz." Sonrasında Abdullah'ı ve hamile olan eşini katlettiler.

8-Haricîlerin bu aşırılıkları Hz. Ali'ye ulaşınca hâdiseyi soruşturmak üzere Hâris b. Mürre'yi görevlendirdi. Hâris, oraya varır varmaz, Hâricîler tarafından sorgusuz sualsiz öldürüldü... Bu ve benzeri hâdiseler, Haricî zihniyetinin ne denli tehlikeli olduğunu ve Hz. Ali'nin bunlarla mücadelesinin ne kadar önemli ve mânâlı olduğunu göstermektedir.

Hz. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) seçkin ashabını öldürecek kadar ileri giden Haricî zümreler, bunu kendilerince gaye edindikleri "iyiliği emredip kötülüğü yasaklama" prensibi adına yapıyorlardı. Ancak bu prensibi yerine getirirken büyük bir fitnenin fitilini tutuşturduklarının farkında da değillerdi. Zîrâ onlar, dini gerekçelerle Müslümanların katledilmesinin zeminini oluşturdular ve böylece benzer zihniyette olanlara kapı araladılar. Nitekim günümüzde etkin olan radikal grupların asıl hedeflerinin samimi Müslümanlar olduğu dikkate alındığında Haricî zihniyetinin Müslümanlara karşı şiddet ve terör uygulamasının hiçbir dönemde değişmeyerek hâlen devam ettiğini üzülerek söyleyebiliriz.
Sonuç ve Değerlendirme
Günümüzde İslâm coğrafyasının farklı kesimlerinde isimleri farklı olsa da dinî motifli şiddet hareketlerinin tesirli olduğu görülmektedir. Hiç şüphesiz dinî motifli şiddet hareketlerinin en önemli sebeplerinden biri İlâhî emirleri pratik hayata uygularken ortaya çıkan yorum farkları ve bazen de İlâhî emirlerin maksadının tamamen tersine yapılan yorumlardır. Yorumlardan birini sadece doğru olarak kabul etmek ve bu fikirleri, çevresindeki insanlara zorla kabul ettirme çabası insanları taassuba sürüklemektedir.

 Öte taraftan dinî metinler kendi bütünlüğü ve varlık gayesi dikkate alınmadan, parçacı bir bakış açısıyla ele alındığında ve özellikle bazı art niyetli kimselerin elinde şiddet, terör ve karmaşanın bir gerekçesi olarak sunulabilmektedir. Dinden beklenen yararın tam olarak elde edilebilmesi, öncelikle onun doğru anlaşılmasına bağlıdır. Zîrâ yanlış anlaşılan din; taassup, bağnazlık ve hayatın zorlaştırılması gibi olumsuz sonuçlar doğurarak, hem insanları sıkıntıya sokmakta, hem de onları dinden soğutarak dine zarar vermektedir. Dinin yanlış anlaşılması, zorlaştırılması, din taassubu ve din baskısı gibi, din adına sergilenen olumsuz davranışların dine verdiği zarar, dine karşı mücadelelerin ona verdiği zarardan daha büyüktür. 

Tarih göstermiştir ki insanları dinden soğutmanın en başarılı yolu din baskısı, en başarısız yolu ise dine baskıdır.Sonuç olarak denilebilir ki, Haricî zihniyetinin İslâm tarihinin belli bir döneminde zuhur edip sonradan kaybolup gittiğini söylemek imkânsızdır. Bu zihniyeti ortaya çıkaran benzer şartlar teşekkül ettiği her zaman ve zeminde dinî motifli şiddet hareketlerinin mücessem hâle gelmesi kaçınılmaz olmuştur. Haricî zihniyeti başta olmak üzere, şahsî çıkarlarına ulaşmak için dinî motifli şiddet anlayışını silâh olarak kullanan marjinal gruplara karşı takip edilmesi gereken en sağlam yol, hiç şüphesiz İslâm'ın güzelliklerini; sevgi, barış, kardeşlik ve huzuru temin etmeyi hedefleyen eğitim yoludur.
DİPNOTLAR
1. Toplandıkları yere nisbeten Harûrîler diye de adlandırılmışlardır. Şehristânî, Ebu'l-Feth Muhammed b. Abdulkerim, el-Milel ve'n-nihal, (nşr. Emîr Ali Menha- Ali Hasan Fâ'ur), Beyrut 2008, s.132.
2. Bir rivâyete göre Allah Resulü şöyle buyurmuştur: "Bu adamın soyundan, okun yaydan çıktığı (marika) gibi dinden uzaklaşacak bir topluluk ortaya çıkacaktır." (bk. Buhari, "Mağazî", 61; Müslim, "Zekat", 144, 145.)
3. Bulut, Halil İbrahim, Dünden Bugüne Siyasi-İtikadi İslâm Mezhepleri Tarihi, Ankara 2013, s.137 vd.
4. Geniş bilgi için bkz. Şehristânî, a.g.e., s. 131-160.
5. Bu konuda detaylı bilgi için bk. Orhan Ateş, Günümüz Umman İbadiyyesi, U.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa 2007, tür. yer.
6. Abdülkahir Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, (trc. E.Ruhi Fığlalı), Ankara 1991, s.64.
7. Bkz. Ebû Mutî' Mekhûl b. Fadl en-Nesefî, Kitâbu'r-red alâ ehli'l-bida' ve'l-ehvâi'd-dâlle, (nşr. Seyyit Bahçıvan), Konya 2013, s.149 vd.
8. Bağdâdî, a.g.e., s. 56.

Mardin, Diyarbekir, Urfa, Antep, Siirt ve Hasankehf Araplarının Kökeni ile Tarihi


Mardin, Diyarbekir, 

Urfa, Antep, Siirt 

ve Hasankehf Araplarının Kökeni ile Tarihi

Henüz ismi ve telaffuzu üzerine bile mutabakat sağlanmamış olan Mihellemilerin Mardin ve civar yörelerindeki geçmişi M.S 5. yy’a kadar uzanmasına rağmen, Mihellemi tarihini somut ve yazılı  veriler ışığında etraflıca ortaya koymak şimdiye kadar mümkün olmadı. Bununla birlikte halkçılık karşısında ulusçuluk gücünün gün geçtikçe artan bir ivme ile azalması, Türkiye’de yaşayan halkların geleceğini olduğu kadar tarihî bilincinin gelişmesine de olumlu yönde katkıda bulunmaktadır. Erken cumhuriyet ideolojisinin katı ulusçu tavrından her halk gibi Türkiye Arapları olan Mihellemi halkı da doğal olarak etkilenmiş ve hem kültüler geçmişinden hem de dini geçmişinden koparılmaya çalışılmıştır. Bu makalemizde Mihellemilerin aslı ve kökeni ile ilgili öne sürülen görüşleri irdeledikten sonra Ben-i Bekr İbn-i Vail ve Iyaz bin Ğanem -Iyaz b. Ganem- isimleri üzerinden Mihellemilerin tarihi ile ilgili hakikati ortaya koymaya çalışacağız.
Halkların düşmanı olan ulusçuluk, sadece mensubu olduğu ırkı öne çıkarmakla kalmaz aynı zamanda diğer halkların/ırkların din, kültür ve dilini de baskı altına alıp onu yoketmeye çalışır. Halklarla ilgili yazılı kaynaklar, geçmişleriyle ilgili somut ve kalıcı veriler içerdiği için, ulusçu baskının ilk hedefleri arasında yer alır. Sözlü gelenek, Araplar arasında yaygın olsa da Mihellemilerle ilgili yazılı kaynakların hazine niteliği taşıyacak kadar az olması, bize göre sözlü geleneğin değil cumhuriyetin katı-ulusçu ideolojisinin diğer halkların yazılı eserlerine düşmanca tavır sergileyip onları örtbas etmesinin bir sonucudur. Çünkü Arapların İslam’la teşrif olmalarından sonra vahiy ve ondan türetilen ilimler, sadece sözde durmayacak kadar ulvi bilgiler içerdiği için sağlam bir şekilde korunmaları amacıyla yazıya aktarılmış ve böylece yazılı gelenek Araplar arasında hızla yayılmıştır.
Elbette İslam’dan sonra güçlenen yazılı geleneğe sadece dinî ilimler değil onu anlamada yardımcı olan felsefe, coğrafya, sosyoloji ve tarih gibi teknik alanlar da doğal olarak dahil olmuştur. Örneğin sosyolojinin ilk esaslarını inşa eden İbn-i Haldun, “Mukaddime” ile meşhur olan ve sosyoloji ile umran tarihinin temellerini içeren el-İber adlı eserini yazarken, amacı sadece Kuzey Afrika ve Berberiler’in tarihini anlatmak değil aynı zamanda, sosyoloji ve tarihin “Allah’ın sünnetinde tebeddül ve tahavvül olmaz” ayeti esasınca hareket ettiğini ortaya koymak içindi. Ya da İbn-i Sa’d ve İbn-i Kesîr gibi alimler, Tabakat’ul Kubra ve el-Bidaye ve ve’n-Nihaye adlı meşhur eserlerini, Peygamber’in hayatı ve ilk müslümanların sireti için yazsalar da, eserlerini cihanşümul bir tarih anlayışını ortaya koyarak yapmışlardır. Veya Gazzâlî’nin “Tehafütul Felâsife” (Filozofların Tutarsızlığı) adlı eseri; dini, felsefeye rakip gören filozofların tutarsızlığını, felsefenin vahyi anlamada bir araç olduğunu ve onun düşmanı olamayacağını izah ederek ortaya koymuştur.
Tüm bunların ışığında şunu söyleyebiliriz ki Araplar gibi Türkiye’de onların ince bir dalı olan Mihellemiler de, sadece sözlü değil aynı zamanda yazılı geleneğe sahiptir. Fakat Kürt halkı kadar ciddi bir nüfusları olmamalarının yanında teşkilattan uzak dağınık bir nüfusa sahip oldukları için, cumhuriyet ideolojisinin ulusçuluğu karşısında hem varolan yazılı kaynaklarını koruyamamış hem de cumhuriyetten sonra yeni kaynaklar ortaya koyamamışlardır. Bununla birlikte bazı yazarların cüz’i miktardaki eserlerini saymazsak Mihellemilerle ilgili yazılan yeni kaynaklar ve bilgiler de cumhuriyet ideolojisinin gölgesi altında kalmış ve yanlışlığından çok doğruluğu tartışılan bir bakışın ürünü olmuşlardır. Belki de Mihellemilerle ilgili en doğru kaynak, Mardin ve etrafını kapsamasından dolayı Mardin eşiği olarak bilinen ve doğusu Dicle Nehri ile kuzeyi Diyar-ı Bekr ile sınırlanan Tur Abdin bölgesi hakkındaki tarihi vesikaları içeren Osmanlı arşivlerinde bulunmaktadır. Şimdi tüm bu gerçekleri akılda tutarak ve yanlışlığına bakmadan Mihellemiler hakkında öne sürülen en yaygın -oryantalist- görüşleri sıraladıktan sonra hakikate en yakın görüşü ortaya koymaya çalışalım.
Mihellemilerin tarihi ve kökenleri üzerine -dışardan- öne sürülen görüşleri, dört başlık altında toplamak mümkündür;
1. Mihellemiler Süryani kökenli bir topluluktur. Bu görüşün ana tezine göre Mihellemiler önceden hristiyanken Ben-i Hilal kabilesinin(1) nüfuzu ve etkisi ile İslam’ın yayılmasından sonra müslüman olan süryani bir topluluktur. Buna göre Ben-i Hilal kabilesi Yukarı Mezopotamya bölgesine yerleşmeden önce bölgenin asli halkları; Kürt, Süryani, Yezidi ve Keldani idi. Bu halklar, grup grup bölgeye yerleşen Ben-i Hilal topluluklarını tanımlamak için türkçede “yüz kişinin yöresi, mahali” anlamına gelen arapça  “mahalmiyye” tamlamasını kullanmıştır.
2. Mihellemiler, çoğunluğu Türk olan Türk ve Arap karışımı bir topluluktur. Bu görüşe göre bölgenin Halit Bin Velid komutasındaki ordu ile fethedilmesinden sonra Ümeyyeoğulları’nın sultanı olan Harun Reşid’in oğlu Me’mun tarafından Türk ve Araplardan müteşekkil olarak kurulan ordu Cizre-Mardin yolu boyunca yüz merkeze (karakola) yerleştirilmiştir. Midyat köylerinin çoğunluğu da bu dönemde kurulmuştur(2). Buraya yerleştirilen ordunun yüz bölüğe bölünmüş haline türkçede yüz mahalle anlamına gelen mahalmiyyedenilmiştir. Bu teze göre Mihellemilerin çoğunluğu aslen Türktür ki bunun en somut göstergesi onların türkçe-arapça karışımı bir dil kullanmalarıdır.
3. Mihellemiler, önceden hıristiyanken müslüman olan Arap ve Kürtler’den oluşan melez bir topluluktur. Diyanetin hazırladığıİslam Ansiklopedisi’nde dile getirilen bu görüşe göre, Mihellemiler 1700′den önce hristiyanken  -Arap ve kürtlerden oluşan-Mehallemi aşiretinin Tur Abdin bölgesine sık-sık göç etmesiyle yerleşik bir hayata geçmişlerdir. Buna göre Mihellemiler Arap ve Kürt karışımı muhtelif bir ırktır.(3)
4. Mihellemiler hristiyan-süryani bir toplulukken 1600′lü yıllarda müslüman olup kürtleşmiş bir topluluktur. Özellikle Ermeni diasporasında ve Ermeni-süryani kaynaklarında savunulan bu görüşe göre Tur Abdin bölgesinde (Mardin, Midyat ve civarı) yaşayan hristiyan-süryani nüfusu, Osmanlı’nın baskısı sonucu Hristiyanlığın Yakubi mezhebine mensup olan Patrik İsmail öncülüğünde din değiştirip müslüman olmuş ve kürt-mihellemi begliğini kurmuşlardır. Bu olaydan sonra Patrik İsmail, Şeyh İsmail adını alarak mensubu olduğu halkının liderliğini sürdürmeye devam eder.
Burada ayrı bir madde halinde saymayacağımız 5. bir görüş vardır ki o da yerli oryantalizmin çarpıcı örneği açısından kayda değerdir. Ulusçu Türklerin, Kürtleri “dağ türkü” şeklinde tanımlamalarına benzer olarak sosyalist ideolojiden etkilenen ulusçu ve laik Kürtler de, Arap geçmişiyle tanınan Mihellemileri, Arapların etkisinde kalmış bir Kürt topluluğu olarak gö(ste)rmeye çalışır. Reddedilmeye bile muhtaç olmayan bu görüşün önemi, ulusçuluğun; hangi ırka mensup olursa olsun ona müptela olan toplulukları düşünme ve akletme yeteneğinden ne derece yoksun kıldığıdır.
Elbette Yukarıda dile getirilen görüşlerin hakikate ne kadar uyduğu, söyleyenlerin kimliğiyle yakından ilgilidir. Oryantalizmin en çok da kendini tanımlamaya gerek görmeyen topluluklar üzerinde çalışma sahası bulduğu hatırlanırsa, Mihellemilerin özelde yerli, genelde yabancı oryantalistlerin hedefleri arasında oldukları unutulmayacaktır. Başkalarını tanımlama cüretinde bulunmak, güçlü olmanın ve gücü ifade etmenin bir işareti olsa da kendini tanıtma ve tanımlama gereği duymamak, daha büyük bir güç ve erdeme sahip olmanın bir göstergesi olsa gerek! Eğer Mihellemiler şu ana kadar kendilerini tanıtma ve tanımlama ihtiyacı duymayıp geçmişlerini ortaya koymamışlarsa, bu durumu onların saflığı ya da kültürsüzlüğünde değil müslüman olmalarından dolayı onların kendilerini ırk ve kan üzerinden tanımlayacak kadar bilinçsiz ve cahil olmamalarında aramak gerekir. Bunun yanında Mihellemi topluluklara araştırma açısından keşfedilmemiş hazine gözüyle bakıp, araştırmasına türlü renkli koku ve baharatları serpiştirdikten sonra onları doğunun gizemli toplulukları şeklinde sunmaya çalışan oryantalizmin çıraklarına da Mihellemilerin her insan gibi iki göz, iki kulak, bir ve bir kalbe sahip olan insanlardan müteşekkil olduğunu hatırlattıktan sonra Mihellemilerle “asıl gerçekler”e bakalım.
Yukarda sıralanan görüşlere doğruluğunu araştırmadan itimad edenlere ise bunların yanlışlığını ortaya koyan iki ismi zikretmek gerekecek. Bu iki ismin tarihteki varlığı, somut verilerle ortadan kaldırılmadığı sürece yukarda sayılan görüşler, hakikatle uzaktan yakından bir ilgisi olmayacaktır. Bu isimlerin ilki, Türkiye’de yaşayan ve Mihellemi olarak adlandırılan Araplar’ın dil ve ırk açısından hangi geçmişe mensup olduğunu açıklar, ikincisi ise hangi dine ne zamandan beri mensup olduklarını. Birinci isim; Ben-i Bekr İbn-i Vail (*)  -ya da Bekr bin Vail-, İkinci isim ise İyaz İbn-i Ğanem. Bu isimlerin gerçekliği, yukarıda iddia edilen görüşlerin gerçekliğiyle ters orantılıdır. Yani isimler ne kadar gerçekse sözkonusu görüşler o oranda yalandır. Hakikati ortaya koymak için bu iki isim yeterli olsa da biz Mihellemilerle ilgili sayılan görüşlerin tarihsel açıdan gerçeği nasıl yansıtmadığını tek tek izah etmeye çalışacağız.
Oryantalizm_Mihelmi

            1.Görüş Süryani kökenli olan Mihellemiler’in Ben-i Hilal kabilesinin etki ve nüfuzu ile İslam’ı kabul ettiği ve bundan dolayı mihellemi olduğuydu. Bu görüş kendi içinde bile çelişkidir. Çünkü süryanilik bir ırk değil Yukarı Mezopotamya bölgesinde yaşayan Arapların Hristiyan olanlarına verilen bir addır. Yani bu bölgede yaşayan Hristiyan Araplar, Ben-i Hilal kabilesinden önce de yerli halktı. Ne bu kabile ile araplaşmış ne de bunun etkisiyle İslamı seçmiştir. Ebu Zeyd liderliğindeki Beni Hilal Kabilesi, Berberiler’in şiiliği yasaklaması üzerine Fatımiler tarafından onları cezalandırmak üzere  Kuzey Afrika’ya gönderilen savaşçı bir kabiledir(4). Olaydan anlaşıldığı gibi bu kabile İslam’ın şia mezhebine mensuptur. Buna karşın Mardin ve yöresinde yaşayan Araplar, bu kabilenin etkisi ile müslüman olmuş olsaydı sünniliğin şafii mezhebine değil şiiliğin bir alt mezhebine -İsmaililik ..vb- bağlı olurdu(5). Şurası da bir gerçektir ki; İslam tarihinde siyasi mezheplerin ortaya çıkıp müslümanların hayatında yer etmesinden sonra, bireysel değil toplu olarak sünni bir halkın  şiiliğe ya da şii bir bir halkın sünniliğe geçişi, tarihte kaydedilmiş bir vakıa değildir.
            2.Görüş Mihellemilerin çoğunluğu Türk olan Türk-Arap karışımı melez bir topluluk olduğu ve Memun bin Haru’u Reşid zamanında İslam’ı seçtikleridir. Resmî ideolojinin etkisinde savunulan bu görüşün iddiasına göre bölgede yaşayan Türkler, Orta Asya’dan iş bulmak için gelen Türklerdir. Bu görüşün iddiasına dayandırdığı en önemli delil ise bu bölgede yaşayan Mihellemilerin konuştuğu Arapça dilinin Türkçe kelimeler ihtiva etmesidir.  Bu görüş tarihi bilinçten yoksun olmasının yanında dillerini koru(ya)mayan ve “ığlık ilbeb” demek yerine kapatmaktan türetilmiş “kappıt ilbeb” diyen bazı Mihellemileri kendine delil kılacak kadar yoksul  ve zayıf bir görüştür. Tarih bilgisinden yoksun, çünkü Türkler, Anadolu’ya 10.yy’dan sonra gelmiştir. Bu görüş aynı zamanda yoksuldur, çünkü konuşurken Arapça cümlelerine Türkçe kelimeler eklemek zorunda kalan bazı Mihellemiler, bu topluluğun gençleri arasında yeralır ki bunların da doğumu 1960′tan öncesine gitmez. Buna karşın ortalama 70 yaşın üzerinde olan hiçbir Mihellemi’nin konuşmasında neredeyse değil hiçbir şekilde Türkçe kelimeye rastlanmaz. Konuşma dili bir yana bu gün köy gibi kırsal bölgelerde yaşayan Mihellemilerin kahir ekseriyeti , resmi ideolojinin uzun yıllar süren dayatmasına rağmen köy, belde ve yöre isimlerinin Türkçe’deki karşılığını bilmez.
            3.Görüş Mihellemilerin önceleri hristiyanken, sık-sık Turabdin bölgesine gidip-gelmeleri sonucu 18. yy’dan sonra İslam’ı seçen Arap-Kürt karışımı bir topluluk olduğuydu. Diyanetin İslam Ansiklopedisi’nde dile getirilen bu görüş, dayanağını Barhebraeus tarafından yazılan tarihinde kimin tarafından yazıldığı belli olmayan zeylinden almaktadır. Dayanağına “kimin tarafından yazıldığı belli olmayan” ifadesi ekleyen bir görüş, kendi kendini çürüteceği için buna cevap verme gereği kalmamaktadır. Yine de bu iddianın tarihi vesikalarla uyuşmadığını, çünkü Arapların sözkonusu bölgeye 18. yy civarında değil aşağıda açıklanacağı üzere milattan hemen sonra önce geldiklerini belirtmek gerekir.
            4.Görüş Mihellemiler, süryani-hristiyan bir toplulukken Osmanlı’nın artan baskıları sonucu 1600′lü yıllarda İslam’ı seçmiş bir topluluktur. Yakubi Patrik İsmail’in İslam’ı seçmesiyle kendisine bağlı olan insanların da müslüman olması üzerinden savunulan bu görüş, Patrik İsmail ve etrafındaki insanlar için mümkün olsa da bu durumu Diyar-ı Bekr’i de içine alan koca bölgede yaşayan Mihellemi halkı için indirgemek (!) kıyas ile mantığın, tümevarım ve tümdengelim kurallarına aykırıdır. Yine bu görüş, İslam’ın Osmanlı baskısı sonucunda seçildiğini savunur. Oysa bir çok kavim ve ırkı içinde barındıran imparatorluklar, baskılarını en güçlü oldukları dönemde değil çöküş ve yıkılış sürecine geçtiklerinde gösterir. 1600′lü yıllar Osmanlı’nın en güçlü olup en rahat olduğu dönemdir. Bu tez, kendisini 20. yy başlarındaki Osmanlı için açığa vursaydı, belki dayanağına elle tutulur veriler içerebilecekti. Kaldı ki Yakubi Patrik İsmail, Tur-Abdin’li ruhanilerle yaşadığı sorunlar sonucu müslüman olduğu hristiyanlık gözünden Tur Abdin tarihini ilk kaleme alan Patrik Barsavmo’nun eserinde de geçmektedir(6).
Bu görüşte savunulan diğer bir iddia ise Mihellemilerin geçmişteki dillerinin Süryani ve Arapça olduğu ama müslüman olmalarından sonra Süryaniliğin, Hristiyanlık ve İncil’in dili olmasından dolayı onunla konuşmayı kendi aralarında yasaklayıp sadece Arapça konuşmaya karar vermiş olduklarıdır.  Tarihi gerçekleri birbirine karıştıran bu iddia, Süryaniliği yerine göre bir dil yerine göre ise hristiyanlığın Doğu’daki kolu ya da mezhebi olarak ele almaktadır. Oysa Süryanice günlük hayatta konuşulan bir dil değil bölgede yaşaya-gelen Araplar’ın Hristiyan olan kesiminin çoğunlukla dini literatürde kullandığı Doğu Aramicesi’dir. Günümüzde Mardin ve yöresindeki manastırlarda rahiplerin kendi aralarında ve kendi toplulukları içinde konuştukları dil, Mihellemilerin konuştuğu gibi Arapça’dır
Süryaniliği bir ırk olarak ele aldıktan sonra Mihallemilerin süryani olduğu iddiasını ortaya atanlar,  müslüman olduğu halde süryani olan tek bir mihallemi gösterebilseler, iddialarını ispatlama yolunda ciddi bir adım atabilecekler. Fakat bunu ispatlamak neredeyse imkansızdır çünkü Mardin’de süryani olduğu halde müslüman olan ya da müslüman olduğu halde süryaniyim diyen bir insana rastlamak mümkün değildir
Hristiyan olmalarından dolayı kendilerine Süryani denilen kesim, Arapça’yı kendi anadilleri gibi konuşur çünkü anadilleri Arapça’dır. Dolayısıyla, Mihellemiler Müslüman olduktan sonra Süryanice konuşmayı bırakmamışlardır çünkü müslüman olmadan önce günlük hayatta Arapça dilini zaten kullanıyorlardı, Müslüman olduktan sonra kullanmaya devam ettikleri Arapça gibi. Onların İncil okumayı terketmeleri, herhangi bir dili yasaklamalarından değil İncil’i okumanın dini açıdan artık uygun olmamasından ötürüdür.
Yukarda sayılan ve yanlışlığı dile getirilen tüm bu görüşler, oryantalizm ile ilgili en temel kaideyi hatırlatma açısından kullanışlı ve faydalıdır. Elbette bu esas, oryantalizmden sonra ortaya çıktı yoksa 16. yy’dan önce oryantalizm olmadığı için esasının da bir anlamı yoktur. Oryantalizmin esası şudur; Bir insan ya da topluluk kendini tanımlamadığı sürece, başkalarının tanımına mahkum olur ve başkalarının ürettiği kavramları bir boyunduruk misali üzerinde taşımak zorunda kalır.

 Bekr bin Vail, İyaz İbn-i Ğanem, Mihellemi Hakikatinin Aslı Ya da Aslın Hakikati


Yaklaşık 16 asırdır bölgede yaşayan Mihellemilerin ne zaman müslüman olduklarını dile getirmeden önce, Türkiye’de Mihellemiler olarak adlandırılan Arapların Mardin, Diyar-ı Bekr, Urfa ve Siirt’le birlikte el-Cezire’ye -(Yukarı) Mezopotamya- ne zaman geldiklerinden sözetmek gerekir.
İslam dininin hâkim dili Arapça olmasından ötürü, “Arapça’nın İslam’la birlikte yayıldığı” görüşü, şuuraltında kabul edilen bir yanılsamadır. Bu sebepledir ki Arapça konuşan ama Hristiyan olan topluluklarla ilk karşılaşınca durum garipsenir. Örneğin Endülüs’te yaşayan Araplar, 16.yy’ın başlarından itibaren Haçlılar tarafından kıyımdan geçirilince, o bölgede yaşayan müslüman kalmadığı için Arapçanın da terkedildiği sanılır. Halbuki gerçek, tümü müslüman olan Araplar artık o bölgede yaşamadığı için, orada Arapça konuşan insan kalmadığıdır. Bu yanılsama, yukarıda sıralanan görüşlerin de temelidir. Yani, Mardin ve yöresinde yaşayan insanlar ne zaman müslüman olmuşlarsa o dönemden sonra Türkiye’de Mihellemiler ortaya çıkmıştır görüşü bir sanıdan ibrarettir. Oysa Ben-i Bekr İbn-i Vail liderliğindeki Araplar’ın gölgeye gelişi İslam öncesine uzanır.
Konuyla ilgili bazı tarihi belgeler, Araplar’ın Türkçe’de Mezopotamya olarak bilinen el-Cezire bölgesine Hz. Peygamber’in hatta bir kısmı Hz. isa’nın doğumundan önce geldiklerini göstermektedir. Aşağıdaki haritada görüldüğü gibi  İslam’dan önce Mezopotamya’nın; Diyar-ı Bekr, Diyar-ı Mudar  ve Diyar-ı Rabiaolmak üzere üç bölgeye ayrıldığı konuyla ilgili olan tarihçilerin bildiği bir gerçektir. Bu haritada, Türkiye içinde yeralan kısımlarda Diyar-ı Bekr bölgesi;  günümüzde Diyarbakır ve Silvan olarak bilinen Amid ve Meyyafarikin ile Mardin, Siirt, Hasankeyf, Batman ve civarını, Diyar-ı Mudar bölgesi; Urfa, Harran Ovası, Adıyaman ve Antep’in bir bölümünü, Diyar-ı Rabia bölgesi ise Midyat, Nusaybin, Cizre, Dara mahali ve civarını kapsamaktaydı(7). Hem klasik islam tarihçilerine göre (İbn-i S’ad, Vakıdi, İbn-i Kesir, İbn-i Esir,Taberi) hem de ilk dönem Hristiyan Arap tarihçilerine (İshak Armale, George Ebu’l-Farac..vb) göre , Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in döneminde fetih ordularının büyük bir kısmına komutanlık eden İyaz bin Ğanem tarafından fethedilmeden önce de Ben-i Rabia onun alt dalı olan Ben-i Bekr ve Ben-i Mudar kabileleri bu bölgede yaşamaktaydılar. Diyarbakır olarak bilinen Diyar-ı Bekr bölgesine günümüze kadar adını veren kabilenin lideri Ben-i Bekr İbn-i Vail’e, Ben-i Bekr kabilesine ve kabilenin atalarına göz atmak, Mihellemiler’in tarihine ve Anadolu topraklarına ne zaman geldiklerine dair bir ışık tutacaktır.
Hz. Peygamber’in Hz. İsmail’den sonra bilinen en yaşlı atası olan ve Kuzey Afrika ile Arabistan yarımadasında yaşayan Araplar’a (**) Adnanî ismini veren Adnan, Bir kısım tarihçiye göre Hz. İsmail’in oğlu Kadir’in (Kedar) torunlarındandır(8). İbrahim (a.s) ile Muhammed (a.s) arasında yaklaşık 2500 yıl, İsmail (a.s)’ın torunlarından olan Adnan (M.Ö 122) ile Muhammed (a.s) (M.S 571) arasında ortalama 700 yıl olduğu hatırlanırsa, İsmail (a.s) ile Adnan arasında yaklaşık 1700 yıl olur ki bu zaman diliminden yola çıkarak Adnan’ın, İsmail’in (a.s)  yaklaşık 50. alt neslinden olma torunu olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda Adnanîler’in en önemli ana alt kabileleri olan Rebia ve Muhammed (a.s)’ın dedesi sayılan Mudar arasında alt nesil- üst nesil ilişkisi olmadığına ve Ben-i Mudar M.Ö 20′li yıllarda ortaya çıktığına göre, Ben-i Rabia’nın doğuşu M.Ö 50′li yılları arasına denk gelir. Klasik Arap soybilimcilerine göre Ben-i Rabia’nın en önemli dalları Abdul Kays, ‘Anizzeh,Bekr İbn-i Vail, Tağlib İbn-i Vail, Anz İbn-i Vail ve Nammir İbn-i Kasit’tir (9). Amca çocukları sayılan Ben-i Bekr ve Ben-i Tağlib kabileleri arasında Hz. Peygamber’den önce yaşanan ve tarihçilerin naklettiğine göre 40 (M.S  494-534 yılları arası) yıl süren Be’sus Savaşı’ndan (***) sonra sözkonusu kabileler , M.S 500′lü yıllarda göç etmek üzere Mezopotamya ve Kuzey-Batı Mezopotamya bölgelerine doğru hareket eder. Ben-i Tağlib Irak’ın orta ve alt bölgelerine, Ben-i Bekr ise günümüzde Diyarbakır olarak bilinen bölge ile Mardin çevresine göç eder.
Ben-i Rebia’nın zikredilen kabileleri İslam’dan önce Hristiyanlığa mensuptur. Ben-i Bekr kabilesi, İslamiyetin doğuşundan kısa süre sonra İslam’ı seçerken Ben-i Tağlib kabilesi ne Hz. Peygamber döneminde ne de daha sonra İslam’ı kabul etmiştir. Bunun yanında kabilenin büyük bir kısmı, Hz. Peygamber’in vefatından sonra başlayan Ridde – İslamdan Dönüş- savaşlarına katılmış, bu savaşlarda, İslam’dan dönen kabileleri desteklemiş ve Ben-i Temim kabilesinden Sece bint-i Haris’in peygamberlik iddiasına da katılarak bunun yayılması için mücadele çabalamışlardır (10). Buna karşın Orta Arabistan’ın Neced bölgesinde ikamet edip Ben-i Tağlip ile yapılan 40 yıllık savaştan sonra büyük bir bölümü Fırat’ın yukarı taraflarına (Amid, Mardin, Siirt, Hasankeyf, Batman) göç eden Ben-i Bekr kabilesi ise, İslamiyet’in yayılmasından sonra Hz. Ömer dönemindeki bölgenin fethedilmesiyle birlikte İslam’ı seçmiştir. Müslüman Araplar’a İran’ın fethini kolaylaştıran Zikar Savaşı, 609 yılında Arapların Beni Bekr kabilesinin özellikle Şeyban kolu  ile Sasaniler arasında gerçekleşmiştir. Irak’ın Kufe vilayetinin Zi’kar bölgesinde yaşanan savaşta Arap ve Hristiyan olmalarına rağmen Beni Tağlib ve Nemr bin Kasit kabileleri, Beni Bekr’e karşı Farslılar’ın yanında yeralır. Bedir savaşından bir kaç ay sonra gerçekleşen Zi’kar savaşı, Sasani Hükümdarı Hüsrev Perviz’in Araplar’la arasındaki su seddini kaldırmasından kaynaklanmıştır (11). Arapların ya da Beni Bekr kabilesinin zaferiyle sonuçlanan bu savaş, Farslıların Kadisiye’de yenilmesinde büyük bir rol oynamıştır. Taberi ve diğer siyer kaynaklarında geçen rivayetlere göre Hz. Peygamber, hristiyan olmasına rağmen savaşın, Bekr kabilesinin lehine sonuçlanmasını arzu ederek şöyle dua etmiştir: “Allah’ım Beni Rebia’ya, Beni Şeyban’a  yardım et” savaştan bittikten sonra ise şöyle buyurmuştur: “Bugün Arapların, benim yardımımla -duamla- Farslılar’a karşı galip geldiği gündür” (12)
Ben-i Bekr kabilenin müslüman olmasında sözkonusu bölgeyi fetheden ordunun komutanı İyaz bin Ğanem’in rolü ve fetih esnasında tavırları oldukça büyüktür. İbn-i İshak ve Vakıdî’nin aktarımına göre bu bölgeyi de içine alan el-Cezire’nin (Mezopotamya) fethi, hicrî 19. (M. 640) yılda kan dökülmeden sulh yoluyla (Rasulayn dışında) gerçekleşmiştir. Diyar-ı Bekr, Mardin, Siirt ve Urfa ile civarlarında yaşayan toplulukların yani günümüz Mihellemilerinin İslamlaşmasında Hz. Ömer’den sonra en önemli paya sahip olan İyaz bin Ğanem -Iyad bin Ganem- (581-641)  , özellikle Mihellamiler arasında fazlasıyla hatırlanmayı, tanınmayı ve bilinmeyi hakeden bir kişiliktir.
İbn-i Sa’d'a göre M.581 yılda doğan İyaz, Kureyş kabilesinden olup Abdul Ğanem’in oğludur. Müslüman olduktan sonra ibn-i Abdulğanem şeklinde anılmayı redderek künyesini İyaz ibn-i Ğanem olarak değiştirmiştir. Hz. Peygamber’in yakın etrafındaki ashabındandır. Yine İbn-i Sa’d'a göre Habeşistan’a hicret eden ikinci grupta yer alan sahabilerdendir. Hz. Peygamber’in vefatından  sonra hem Hz. Ebubekir hem de Hz. Ömer döneminde cereyan eden önemli savaşlarda komutanlık etmiştir. Hz. Ebubekir döneminde dinden dönen kabilelerin üzerine giden ordunun komutanlığını üstlenmiş ve Museylemetul Kezzab gibi fitnenin Yemame’de ortadan kaldırılmasında büyük rol oynamıştır(13). Yine İyaz, İslam tarihinin en önemli eşiği sayılan ve Irak ile Şam diyarını Rumlardan -Bizans- alarak Müslüman topraklarına katan Yermük Savaşı’nda da Halit b. Velid birlikte fetih ordusunun komutanları arasında yeralmıştır. Şam ve Mısır bölgelerinin fethinden sonra Hz. Ömer, bu bölgenin emniyetini  sağlama amacıyla Beni-i Rabia ve Ben-i Bekr’in bölgesi olan el-Cezire’nin fethine karar verir. Dönemin bölge valisi olan Ebu Ubeyde bin Cerrah’a Hz. Ömer’in yazdığı mektubun içeriğinde şu ifadeler dikkat çekicidir; “… Sana yazdığım bu mektubu okuduktan sonra Ganem oğlu İyaz’a direktif ver! Askerinin teçhizatını hazırlayarak Diyar-ı Bekr ve Diyar-ı Rebia’ya gönder. Bu bölgelerin, İyaz’ın eliyle fethedilmesi hususunda Allah’tan yardım dilerim …” (14).
Hz. Ömer’in emriyle, Halit bin Velid, Ebu Ubeyde bin Cerrah ve İyaz bin Ğanem komutanlığındaki İslam orduları, el-Cezire’nin fethine Diyar-ı Mudar bölgesinden başladılar. Mektup üzerine İyaz bin Ğanem, askerlerini öncelikle Rakka üzerine sürdü. Rakka’nın fethinden (15) sonra Harran üzerine yürüdü(16). Harran halkının teslim olmasından sonra, Günümüzde Şanlıurfa merkez olarak bilinen Ruha’ya yöneldi. Ruhalılar’ın teslim olmasıyla birlikte ele geçirilen şehir, askeri üs olarak kullanılmaya başlandı. Ardından Sumeysat, Suruç, Ras Keyfa ve Arzul Beyda fethedildi. Bin Ğanem, daha sonra İslam tarihinde Ayn’ul verde olarak bilinen Ras’ul Ayn’e yöneldi. Muhasara uzun zaman almasına rağmen şehir fethedilemedi. Ras’ul Ayn’dan sonra Mardin eşiğindeki Dara’ya yönelen bin Ğanem, ciddi bir direnişle karşılaşmadan şehri fethetti. Buradan Amid (Diyarbakır) üzerine yürüyerek şehri kuşatma altına aldı. Dört ay süren muhasaradan sonra Diyarbakır surlarının bir gece vaktinde aşılması ve kapıların (Mardin Kapı, Dağ Kapı, Rum Kapısı, Su Kapısı) açılmasıyla şehir ele geçirilmiş oldu(17). Amid’in fethinden sonra İyaz, Nasibin’e(Nusaybin) yöneldi. Nusaybin’in alınmasından sonra Tur Abdin bölgesine gelerek Ruha anlaşması çerçevesinde Mardin Kalesi ve civar yöreleri de fethetmesi uzun sürmez. Iyaz bin Ğanem’in fetihleri burada son bulmaz. Mardin’in fethinden sonra sırayla Bitlis, Ahlat, Rakka, Cizre’yi fethedip Humus’a geçtikten sonra H. 20′de (641) Şam’da vefat eder (18). Komutanlğı esnasında muhasar edilip vefat ettikten sonra ele geçirilen tek yer Ras’ul Ayn’dır. Muhammed el-Vakıdi eserinde Ras’ul Ayn’ın fethi üzerine şunu söyler:  ” Diyar-ı Bekr’de kılıç zoruyla alınan tek yer Ra’sü’l-Ayn’dır ” (19). 60 yaşında vefat eden Iyaz Bin Ğanem (r.a), ömrünün 9 senesini savaş meydanlarında geçirir. Yaklaşık olarak bu savaş meydanlarının arası 600 km den fazla idi. İki defa Irak’tan Şam’a, Şam’dan Irak’a gidip geldi. Şam ile Irak arasındaki gidiş gelişleri daha çok; zayıf kalan, kuşatma altında yardım isteyen ve darda kalmış Müslümanları kurtarmaya yönelikti (20). İyâz (r.a.)’ın ailesinin Âmid`de (Diyarbakır) kaldığı, bu şehirdeki Ebû Eyyûb ailesinin onun soyundan geldiği kaynaklarda belirtilmektedir. Örneğin onun neslinden geldiği ifade edilen Şeyh Musa’nın türbesi Dicle İlçesi Tepebaşı (Şeyh Malan) Köyü’nde bulunmaktadır (21).
Iyaz Bin Ğanem’in fethettiği bölgelerde yöre halkı, kendi iradesiyle ya Hristiyan kalmış ya da İslam’ı seçmiştir. Ğanem’in fetih esnasındaki tavrı ve uyguladığı fetih stratejisi karşısında Diyar-ı Bekr, Rebia ve Mudar bölgelerinde yaşayan halkların büyük bir çoğunluğu müslüman olsa da Hristiyan kalan topluluklara din konusunda baskı yapılmamış ama cizye vermeye zorlanmıştır. Hristiyan olmasına rağmen Roma imparatorluğunun basklarından kurtulamayan yöre halkının Fetihler karşısındaki sözleri ve fetih komutanlarına gönderdikleri mektuplar tarihte kaydedilmiştir. Bunların birkaçını zikretmek, o dönemde bölgedeki Hristiyanların Iyaz Bin Ğanem ve İslam fetihlerine bakışını özetleyecektir. Ebu Ubeyde bin Cerrah komutasındaki ordu, Ürdün’ün Fihl bölgesinde konaklarken Hristiyan yöre halkından gönderilen mektuba şu ifadeler vardır: “Ey Müslümanlar, Bizanslılar bizim dinimizden olmakla birlikte sizi onlara tercih ederiz. Çünkü siz bize karşıadaletsizlikten sakınırsınız. Sizin iradeniz onlarınkinden elbette daha iyidir. Onlar bizim mallarımızı aldılar ve evlerimize el koydular “(22)Humus halkının mektubundan :”Siz müslümanların yönetimdeki adaleti bizce elbette Bizans’ın haksızlıklarına karşıtercihe  şayandır” (23)Aslen Suriyeli Hristiyan bir tarihçiden: “Allah bizi Romalıların elinden Araplar vasıtasıyla kurtardı. Romalıların intikam ve zulmünden kurtulmakla oldukça rahata kavuştuk” (24)Antakya Yakubi Patriği Büyük Mihael’in sözlerinden: “Allah İsmailoğullarını göndererek, kilisemizi yıkan ve yağma eden Romalılardan intikam aldı(25).

Sonuç :
Yabancı ve yerli Oryantalizmin iştahlı bakışlarının aksine Türkiye Arapları olan Mihellemiler, gizemli ve keşfedilmemiş bir topluluk değildir. Yine kendi içlerinden değil dışardan kendilerine kabul ettirilmeye çalışılan görüşlerin aksine, Diyar-ı Bekr ve Mardin yöresine 10 ile 20. yy arasında değil İslamiyetten önce 5. yy civarında yerleşmişlerdir. “İslamiyetten önce” ifadesinden amaç Mihellemilerin geçmişini İslam öncesine dayandırmak değil, kendi uydurduğu tanım ve betimlemelerin çerçevesine başka toplulukları sığdırmaya çalışan bakışa bir cevaptır. Yoksa amaç, günlük konuşma dilinde bile  Diyar-ı Bekr’e “Amed” diyen  ve İslamî geçmişinden utanan nasyonal sosyalistlerle kardeş olmak değildir.
Irkının yüceliğini (!) ispat etmek için  geçmişini kadim zamanlara uzatma çabasında olup kendi aralarında kardeş olan Ergenekoncu ve Kawacı’ların aksine Müslüman Mihellemilerin yüceliği, diğer müslüman Türk ve Kürt kardeşleri gibi sadece müslüman olmalarından kaynaklanır. Mihellemiler, Ebu Ubeyde b. Cerrah ve İyaz bin Ğanem komutasındaki İslam ordusunun, ikamet ettikleri toprakları fethettikten sonra 640′lı yıllarda kendi iradeleriyle müslüman olan bir topluluktur. Bu yıllarda sadece Mardin civarında yaşayan Araplar değil, Urfa, Harran, Diyarbakır, Silvan, Adıyaman, Siirt ve  Bitlis de yaşayan Araplar da İslam’ı kabul etmişlerdir. Bu açıdan onlar, Kuzey Mezopotamya (Bu gün Urfa, Adıyaman, Diyarbakır, Siirt, Mardin) bölgesine İslamiyetten sonra gelmemiş olup İslam’ın fetih çağında bu bölgede yaşayan yerleşik bir halktı. Ki İslamiyetten önce Batısı Suriye, kuzeybatısı; Gaziantep, Maraş ve Malatya, doğusu Doğu Anadolu, güneyi ise Irak ile sınırlanan el-Cezire’ye göç eden Arap kabilelerinden sonra Mezopotamya bölgesi “Diyar-ı Bekr”, “Diyar-ı Rabia” ve “Diyar-Mudar” olmak üzere üç tarihi bölgeye ayrılmıştı (26). Yine günümüz Diyarbakır’ı, adını Ben-i Bekr İbn-i Vail’den almış olup o dönemde “Bekr Diyarı” sınırları içinde kalan bir vilayetten ibaret idi. Diyarbakır’ın bugün Sınné (Oyuklu), Kabî (Bağıvar), Ras’ul Ayn(Gözebaşı) …vb gibi geçmişte bir çok yerleşim yerinin yerli halkı Araptı.  Bu anlamdaMardin, Urfa, Siirt, Batman (Hasankeyf) gibi yerlerde yaşayan halkın Araplığı, M.S 500′lü yıllarda bu bölgelere göç eden Mudar ve Bekr kabilesine dayanmaktadır. Diyarbakır’da yaşayan Araplar da aynı şekilde Bekr kabilesinden kalma Araplardır. Benzer şekilde bugün, hem o yörede hem de Siirt, Batman, Bitlis, Mardin ve Muş yöresinde yaşayan kimi insanların geçmişlerine Bekrîlik üzerinden vurgu yapmaları, bir tesadüf ya da uydurmadan ziyade tarihî vesikalara dayanan bir gerçekliktir.
Sonuç olarak Türkiye Arapları olarak bilinen Mihellemiler, ne Araplaşmış Türk ya da Kürt topluluğudur ne de geçmişini gizleyen süryani bir topluluktur. Bu iddiaları dillendiren ve bu tür görüşler üzerinde kafa yorma gereğini duyan varsa, yukarıda belirttiğimiz gibi sadece Ben-i Bekr İbn-i Vail ve İyaz İbn-i Ğanem (Iyad bin Ghanem) isimlerini akıllarında tutmaları yeterlidir. Bu isimler üzerinden yapılacak basit bir araştırma, onları Mihellemilerin hem kültürel hem de dinî geçmişlerine götürecektir.

Dipnotlar:
(1) Ben-i Hilal Kabilesi, Arabistan yarımadasında yeralan ve çoğunlukla Hicaz ve Necd bölgeleridne yaşayan Arap-bedevi kabilelerinin bir konfederasyonu idi. Bazı görüşlere göre Berberi olan Zirid Hanedanlığı’nın, hüküm sürdüğü bölgede şiiliği yasaklaması üzerine Fatımiler’in emriyle Berberiler’i cezalandırmak üzere 11. yy’da Yukarı Mısır’dan Kuzey Afrika’ya gitmişlerdir. Ben-i Hilal, kısa sürede Ziridler’i mağlup etmiş ve komşuları Hammadiler’i de zayıflatmıştır. Bu olay, Kuzey Afrika’nın (Cezayir, Fas, Tunus) hem kültürel (dil, etnisite) hem de dini açıdan müslüman olup araplaşmasında büyük bir rol oynar. Ben-i Hilal kabilesinin lideri Ebu Zeyd Ben-i Hilalî’dir. Destansı biyografik şiirlerin yaygın olduğu Arap literatüründe Ebu Zeyd el-Hilali’nin sireti meşhurdur. Bu biyografide Ebu Zeyd liderliğindeki Ben-i Hilal Kabilesi’nin Necd çöllerinden,
Mısır üzerinden Tunus’a seyahati ve seyahat esnasında uğradığı bölgelerde yaptığı savaş ve fetihler anlatılır.http://en.wikipedia.org/wiki/Al-Sirah_Al-Hilaliyyah

(*) Bekr bin Vail (kabilesi) hakkında Arapça: http://ar.wikipedia.org/wiki/بكر_بن_وائل     İngilizce: http://en.wikipedia.org/wiki/Banu_Bakr
(2) Kendisi de bir Mihellemi olan Cemil İşler’in 1970′de basılan “Midyat Kitabı” adlı eserinde bu iddia savunulmaktadır. Mihellemilerle ilgili ilk Türkçe kitab olması hasebiyle bu iddia, özellikle laik olup dini yaşantısı olmayan mihellmiler arasında yaygınlık kazanmıştır.
(3) İslam Ansiklopedisi, 12. Cilt, Tur Abdin maddesi
(4) Abdulaziz el-Mesudî, Modern History of Yemen
(5) İslam tarihinde siyasi mezheplerin ortaya çıkıp müslümanların hayatında yer etmesinden sonra bireysel değil toplu olarak bir sünni bir halkın  şiiliğe ya da şii bir bir halkın sünniliğe geçişi, tarihte kaydedilmiş bir vakıa değildir. Bunun yanında Mihellemiler fıkıhta sünniliğin Şafii mezhebine mensup olsalar da -İmam Şafii’nin de etkisiyle- ehli beyt ve imamlarına gönülden saygı duyarlar.
(6) Aphram I. Barsoum,The History of Tur Abdin. Thomas Mıgirdiçyan, Diyarbakır Vilayeti Katliamları, Kahire 1919
(7) Ebu İshak İbrahim b. Muhammed el Farisi, El Mesalik ve’l-Memalik, Dar Sader, Beyrut 1927
(**) Araplar, iki ana gruba ayrılır:
1-Arab-ı Bâide: Ad, Semud, Medyen, Âmalika. Hz. İbrahim’den önce yaşamış olup Arapların ilk atalarıdır. Büyük bir kısmı Allah’ın yolladığı azapla yokolmuştur.
2-Arab-ı Bâkiye: Bunlar, soyları devam eden Araplar olup iki kola ayrılırlar:
a) Arab-ı Âribe: Asıl Araplardır. Kahtâniler denilen kabile, bu grubun başında olup vatanı Yemen’dir. Cürhüm ve Ya’rum olmak üzere iki anadala ayrılırlar.
b) Arab-ı Müsta’ribe ya da Arab-ı Mütearribe: Aslı Arap olmayıp sonradan  Araplaşan Araplardır. Hz. İsmail’den türemiş olup İsmailî -ya da İsmailoğulları- denilir . Aslen Aramî olan Hz. İsmail’in soyu, Arab-ı âribe olan Cürhüm kabilesinden bir kadınla evliliğinden türediği için Araplaşmış olup Arab-ı Müstaribe diye anılır.
(8) İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye
(9) El-Bekri, Mu’cem me’a İsti’cem, http://en.wikipedia.org/wiki/Abdul_Qays
(***) Ben-i Bekr ile Beni Tağlib kabileleri arasında yaşanan Besus savaşı hakkında bkz:http://ar.wikipedia.org/wiki/حرب_البسوس
(10) Lecker, M. “Tag̲h̲lib b. Wāʾil.” Encyclopaedia of Islam.http://en.wikipedia.org/wiki/Taghlib_ibn_Wa%27il
(12)  Taberi Tarihi, 1. cilt http://ar.wikipedia.org/wiki/يوم_ذي_قار
(13) Mahmut Şakir, Sahabe Hayatından Tablolar.
(14) İbn-i Esir, el-Kâmil fi’t Tarih
(15) Belazurî, Fütuhü’l-Büldan
(16) İbn-i Esir, el-Kâmil fi’t Tarih
(17) El-Vakidi,Fütuhu’ş-Şam, Fütuhu’l-Cezire ve’l-Habur ve Diyarbekir ve’l-Irak bölümü
(18) İbn-i Hacer- “el-İsabe fi Temyiz es-Sahabe”, en-Numeyri- el-İsti’ab fi  Ma’rifetü’l-Ashab
(19) El-Vakidi, Fütuhu’ş-Şam, s.141
(20) Abdulbaki Bozkurt, El-Cezire (Mezopotamya) Fatihi Iyaz Bin Ganem ve Mardin’in İslamlaşması, Konya,2006
(21) Ali Melek-Abdullah Demir, Dini Değerleri İle Diyarbakır, 2009
(22) T.W. Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi, Çev. Hasan Gündüzler, Akçağ Yay. İstanbul ,1971
(23) Arnold, a.g.e., s.97.
(24) Bernard Lewis, Tarihte Araplar, s.82
(25) İsmail Raci el-Faruki, İslam Kültür Atlası
(26) Ebu İshak, El Mesalik ve’l-Memalik, s.72
Yazıyı PDF formatında indirmek için tıklayınız:Mihalmiler_Uzerine_Oryantalist_Bakislar_ve_Hakikat.pdf

Harita'yı büyütmek için tıklayınız
Beni Rabia, Beni Bekr Bin Vailve Beni Mudar’ın M.S 5. yy’da Mezopotamya’daki Yerleşim Yeri

DiyarRebia_Bekr_Mudar
Mihellemi Soy Agaci
Mihelmilerin Atası sayılan Beni Rabia ile birlikte Hz. Peygamberimiz Muhammed (a.s)’ın Hz. İbrahim’e Uzanan Soy Ağacı

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...