21 Mayıs 2014

KADIN VE DEPRASYON PDF E-KİTAP





KADIN VE DEPRASYON PDF E-KİTAP

İZZET DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ ANLATIMLI VİDEOSU





İZZET DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ ANLATIMLI VİDEOSU


İzzet Delili

Hiç mümkün müdür ki, şu âlemin izzet ve celal sahibi olan mutasarrıfı, izzetinin hukukunu çiğneyen ve celalinin haşmetine karşı hürmetsizlik eden edepsizleri tedip etmesin, izzet ve celaline yakışır bir tarzda onları cezalandırmasın? O ceza ve tedip, bu dünyada yok hükmündedir; demek başka yerde bir dar-ı ceza vardır ve olmalıdır.
Bu delilde, Allah’ın “Aziz” ve “Celil” isimlerinden ahirete bir kapı açacağız. İlk önce şu âlemdeki izzet ve celali görelim ve o izzet ve celalden “Aziz” ve “Celil” olan zata ulaşalım. Daha sonra da izzet ve celalin ahireti iktizasına geçelim.
1. BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN İZZET VE CELALİN SAHİBİ KİMDİR?
Allah’ın bir ismi olan Aziz: Allah-u Teâlâ’nın izzet sahibi ve yüceler yücesi olması, Allah’ın mağlup olmayan galip olması ve yarattıklarının O’nun emrine itaat ederek karşı gelememesi manasındadır.
Evet, Allah Aziz’dir. Zira şu kâinata bakıyoruz ve görüyoruz ki: -İmtihan sırrından dolayı- İnsan ve bazı canavarlardan başka,
· Güneş, Ay ve yeryüzünden tutun, ta en küçük mahlukata kadar her şey kemal-i dikkatle vazifesinde çalışıyor.
· Hiç bir mahluk zerre miktar haddinden tecavüz etmiyor.
· Koca güneşler ve yıldızlar intizamı bozamıyor.
· Hiç biri vazifelerinden geri kalamıyor ve O’na itaatsizlik yapamıyor.
· Her şey bir itaat tahtında hareket ediyor.
İşte her şeyin azim bir heybet tahtında umumi bir itaatte bulunması ispat eder ki, büyük bir celal ve izzet sahibinin emriyle hareket ediyorlar ve O’na itaat ediyorlar.
Aziz ve Celil isimlerinin tecellisini fazla uzatmaya gerek görmüyoruz. Kim bu isimleri derinden derine tefekkür etmek isterse o yüksek dağlara, engin denizlere, denizlerdeki fırtınalara, uçsuz bucaksız çöllere, aylara, güneşlere, yıldızlara kulak versin! İşitecektir ki hepsi bir ağızdan “Ya Aziz, Ya Aziz, Ya Aziz” diyerek O’nu tesbih ediyorlar. Zira şu âlemde kendisine büyüklük verilen her bir mahluk, Allah’ın Aziz isminin bir aynasıdır.
Ya da Aziz ve Celil isimlerinin başka bir tecellisini görmek isterse helak olmuş asi kavimlerin kalıntılarına baksın, ya da bakamıyorsa Kur’an’ın lisanıyla dinlesin! Zira helak olan bütün bu kavimlerde de Allah’ın Aziz ismi gözükür.
2. BASAMAK: AZİZ VE CELİL İSİMLERİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Başta demiştik: Hiç mümkün müdür ki, şu âlemin izzet ve celal sahibi olan mutasarrıfı, izzetinin hukukunu çiğneyen ve celalinin haşmetine karşı hürmetsizlik eden edepsizleri edeplendirmesin, izzet ve celaline yakışır bir tarzda onları cezalandırmasın? Hayır, asla olamaz! Zira nihayetsiz celal ve izzet, edepsizlerin tedibini ister.
Hâlbuki şu dünyada o izzet ve celale yakışır bir ceza yoktur. Çünkü ekseriya zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp bu dünyadan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa bakılmıyor değil.
Hem bazen dünyada dahi ceza verir. Geçmiş asırlardaki asi ve inatçı kavimlere gelen azaplar gibi…  İşte bu cezalar gösterir ve ispat eder ki, insan başıboş değildir; bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur.
Acaba hiç mümkün müdür ki, insanın umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi ve ehemmiyetli bir kabiliyeti olsun ve daha sonra:
· Cenab-ı Hakk’ın bu kadar muntazam eserleriyle kendini tanıttırmasına mukabil, insan iman ile O’nu tanımasın,
· Hem rahmetinin bu kadar süslü meyveleriyle kendini sevdirmesine mukabil, insan ibadetle kendini O’na sevdirmesin,
· Hem bu kadar türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini insana göstermesine mukabil, insan şükür ve hamd ile O’na hürmet etmesin ve bu cinayetler cezasız kalsın, insan başıboş bırakılsın, o izzet ve celal sahibi olan Zat-ı Zülcelal bir ceza yeri hazırlamasın? Hâşâ ve kella!
Bu delili şöyle özetleyebiliriz:
1.   Kâinatta gözüken umumi itaat ve asi kavimlere gelen semavi tokatlar, perde arkasındaki bir zatı “Aziz” ve “Celil” isimleriyle bizlere tanıttırır.
2.   İzzet ve celal, edepsizleri edeplendirmek ve asilere ceza vermek ister. İzzetin ve celalin haşmeti ancak bu şekilde muhafaza edilebilir.
3.   Şu dünyada ise her ne kadar bazen zalimlere ve asilere tokatlar gelse de birçok zaman zalim insanlar ve asi kavimler ceza görmeden bu âlemden göçüp gidiyorlar. İşte bu hâl ispat eder ki, başka yerde bir mahkeme-i kübra ve bir ceza yeri olmalıdır. Olmalıdır ki, izzet ve celal haşmetini muhafaza edebilsin.
4.   Demek ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın “Aziz” ve “Celil” isimlerini inkâr etmek ile mümkündür.
5.    “Aziz” ve “Celil” isimlerini inkâr etmek ise gözümüz ile gördüğümüz şu âlemdeki umumi itaati ve asi kavimlere gelen cezaları inkâr etmek ile mümkündür. Zira umumi itaat ve asi kavimlere gelen cezalar inkâr edilemezse “Fiiller failsiz olamaz.” kaidesince, bu itaatin hâkimi ve bu semavi tokatların sahibi olacak zatın varlığı kabul edilecektir. O zatın varlığı kabul edildikten sonra da izzetinin ve celalinin hakkı için ahireti getirmesi gerektiği tasdik edilecektir.
Yani sözün özü: Göz önündeki şu izzeti inkâr edemeyen, ahireti inkâr edemez. Gözüyle gördüğünü inkâr edecek kadar akıldan uzak olana ise zaten diyecek bir sözümüz yoktur!

MERHAMET DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ ANLATIMLI VİDEOSU




MERHAMET DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ ANLATIMLI VİDEOSU
Merhamet Delili 

 Hiç mümkün müdür ki, şu göz önündeki icraatının şehadetiyle, nihayetsiz bir merhametin ve nihayetsiz bir şefkatin sahibi olan şu âlemin Rabbi, kendi merhametine ve şefkatine layık bir tarzda mükâfatta bulunmasın ve has kullarına ihsan etmesin? Burada yok hükmündedir, demek başka yerde bir mükâfat yeri vardır ve olmalıdır. 

Ta ki o rahmet orada hakkıyla tecelli edebilsin. Bu delili iki başlıkta inceleyeceğiz. Birinci başlıkta, gözümüz önündeki şu âlemde küçük bir gezinti yaparak âlemde hükmeden merhameti ve şefkati görecek ve bu merhamet ve şefkatten de “Rahim” olan zatın varlığını ispat edeceğiz. 

İkinci başlıkta ise bu merhamet ve şefkatin ahireti gerektirmesine işaret edeceğiz. 

1. BASAMAK: ŞU ÂLEMDE GÖZÜKEN MERHAMETİN SAHİBİ KİMDİR? 

Rahim: Yarattıklarına merhamet eden, acıyan ve şefkat gösteren manasındadır. Allah Rahim’dir. Rahmetiyle bütün âlemleri kuşatmıştır. 
• Merhametiyle şu âlemi yoktan icat etmiş,
 • Her bir varlığa kendine mahsus bir elbise giydirmiş,
 • Her birini farklı şekillerde terbiye etmiş, 
• Vazifelerini öğretmiş,
 • Hayatını devam ettirebilmesi için lazım olan cihazlarla teçhiz etmiş, 
• Maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarını şefkatle karşılamıştır. Şimdi o rahmet denizinden birkaç damlayı hep beraber görelim! Büyük bir ateş görseniz, bir hortumdan çıkan su ile söndürülüyor. Lakin hortumu tutan eli görmeseniz, ateşi söndürmek fiilini hortumun kendisine verebilir misiniz? Elbette, hayır! Çünkü ateşi söndürmek için failinde hayat, ilim, kudret gibi sıfatların bulunması gerekir. Hayatı olmayan, ateşi bilmeyen, hortumu tutamayan ateşi söndüremez. Hepsinden önemlisi, söndürmek merhametin neticesidir; rahmeti olmayan bu fiile fail olamaz. Ve bütün insanlar bir araya gelse o ateşi bu hortumun kendisinin söndürdüğüne bizi inandıramaz. Acaba yeryüzünün ateşini söndürmek, yaşamak ateşinin hararetini dindirmek için, hortum hükmündeki bulutlardan suyu damla damla kim indiriyor? Elbette, cansız, şuursuz bulutlar bu merhameti ve şefkati hissettiren fiile fail olamaz. O hâlde bulut hortumunu tutan el kim? 

Kur’an bu sorumuza cevap versin:
 “İnsanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan O’dur. Övülmeye layık olan gerçek dost O’dur.” (Şura: 28) 

İşte yağan her bir damla Rahim isminin bir tecellisidir. Ve rahmetin başka tecellileri! Zehirli bir böceğin karnında şifalı ve en tatlı bir balı bizim için pişirmek ve o böceğin eliyle bize ikram etmek, elbette o böceğin işi olamaz. Demek balı yapan böcek değil, Allah’ın rahmetidir. Ve bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçlara en güzel elbiseleri giydirip çiçek ve meyvelerle süslendirip onların elleri hükmünde olan kuru dallarıyla lezzetleri farklı, renkleri farklı, kokuları farklı, şekilleri farklı meyvelerle bizi beslemek, elbette rahmetin bir tecellisidir. Yoksa o kuru ağaçlar bizi tanımaz ve bize merhamet etmez. Ve elsiz bir böceğin eliyle ipek gibi yumuşak bir elbiseyi bize giydirmek rahmetin neticesidir. Yoksa o elsiz böcek yemyeşil dut yaprağını yiyip bembeyaz bir ipeği bizim için çıkartamaz. Ya inek, deve, koyun ve keçi gibi hayvanlara ne demeli! Onlara yemyeşil otu yedirip kan ve fışkıları arasından bembeyaz, besleyici bir sütü çıkarmak ve o hayvanı bir süt fabrikası yapmak, elbette rahmetin işidir. Ve o koca Güneş’i Dünyamıza soba ve lamba yapmak, Ay’ı kandil ve takvim yapıp yıldızlarla semanın yüzünü süslendirmek, elbette rahmetin bir tecellisidir. Şimdi rahmetin insandaki cüzi bir tecellisine bakalım: Acaba gözümüz olmasaydı ne yapardık? Kapkaranlık bir âlem… Ya kulaklarımız olmasaydı? Sessiz bir âlem… Ya dilimiz olmasa ve ona tat alma duygusu verilmeseydi? Konuşmanın ve lezzetin olmadığı bir âlem… Ya burnumuz olmasaydı? Kokunun olmadığı bir âlem… Elbette, böyle bir âlemde yaşamak ne kadar zor olurdu. Acaba el, ayak, parmak gibi maddi; akıl, korku, şefkat ve muhabbet gibi manevi hediyeler olmasaydı ne yapardık? Demek her bir azanın takılışında rahmetin bir tecellisi görünüyor. İnsanları böyle maddi ve manevi aza ve duygularla süsleyen Allah hayvanlara da bu âlemden istifade edebilmeleri için lazım olan cihazları takmıştır. Kuşa kanat takıp uçmayı, balığa yüzgeç verip yüzmeyi öğretmiş ve her canlıya rahmetiyle muamele edip hayatının devamı için gerekli olan vücudu ve azaları vermiş. İşte Allah’ın rahmeti her şeyi böyle kuşatmıştır. Sözün özü: Şu dünyanın gidişatına dikkatle bakılsa görülür ki, en âciz, en zayıftan tut; ta en kuvvetliye kadar her canlıya muhtaç olduğu rızkı veriliyor. Hatta en zayıf ve en âcize en iyi rızık veriliyor. Hiç biri unutulmuyor ve karıştırılmıyor. Her dertliye ummadığı yerden bir derman yetiştiriliyor. Öyle ulvi bir keremle ziyafetler ve ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir rahmet eli, içinde işlediği bedaheten gözüküyor. Şu kâinatta gözüken rahmet ve şefkat ile ilgili onlarca cilt kitap yazılabilir. Bizler, “Arife tarif yeter!” sırrınca meseleyi daha fazla uzatmayarak rahmetin diğer tecellilerini sizlerin tefekkür âlemine havale ediyor ve ikinci basamağa, “Rahmet ve şefkatin ahireti gerektirmesine” geçiyoruz. 

2. BASAMAK: RAHİM İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ 

Sorumuz şu: Nihayetsiz bir merhamet ve hadsiz bir şefkat neyi ister ve neyi gerektirir? Cevap: Nihayetsiz bir merhamet ve şefkat, kendine layık bir tarzda ihsan etmek ve merhamet etmek ister. Hâlbuki bu fâni dünyaya ve bu kısa ömre, bu rahmet ve şefkatin, denizden bir damla gibi, milyonlar cüzünden ancak bir cüzü yerleşir ve tecelli eder. Demek bu Dünya, o hadsiz merhamete mahal olabilecek bir yer değildir. İşte bu da ispat eder ki, o merhamete layık ve o şefkate şayeste bir saadet diyarı olmalıdır ve vardır. Bunu inkâr edebilmek için, gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, göz ile görünen bu rahmetin vücudunu inkâr etmek lazım gelir. Çünkü eğer ahiret gelmezse şu göz önündeki rahmet ve şefkatin hiç bir manası kalmaz. Manası kalmadığı gibi zıddına inkılâp eder. Mesela, akıl rahmetin bir hediyesidir. Ama eğer ahiret gelmeyecek olursa akıl hediye değil, insanın başına bir bela olur. Geçmişin hüzünlerini ve geleceğin korkularını hazır zamanda toplar ve sahibini âdeta bir yılan gibi sokar. Yine insanın kalbindeki merhamet ve şefkat duygusu bir hediyedir. Ancak eğer ahiret gelmez ve ölüm son olursa bu duygu da hediye olmaktan çıkar ve insanın başına bir bela olur. Her vakit sevdiklerini kaybeden ve onları hiçliğe gömen bir insanı, şefkat duygusunun nasıl yakacağını izah etmeye gerek var mıdır? Bunlar gibi bütün nimetler, eğer ahiret gelmezse azaba ve alaya döner. Demek, bu dünyada gözüken rahmet ve şefkatin, zıddına inkılâp etmemesi için ahiretin gelmesi gerekmektedir. Elbette bu rahmetin sahibi olan Zat-ı Zülcemal, rahmetini ve şefkatini zıtlarına inkılâp ettirmeyecek ve bir çiçeği yaratmak kadar kendisine kolay gelen cenneti yaratacaktır. Ayrıca şimdi hayal edin!: Bir biçare yüksekçe bir dağdan yuvarlanmış ve tam uçuruma düşe­cek iken dağın ortasındaki bir ağaca tutunmuş. Şimdi, biz ona bir ip uzatsak ve onu yukarıya doğru çeksek ve tam kurtulacak iken birden ipi bırakarak onu uçuruma düş­meye mahkûm etsek, acaba ona o ana kadar yaptığımız şef­katli muamelenin bir önemi kalır mı? O şefkat, istihza ve alaya dönmez mi? Hem, onu kurtarmaya bizi teşvik eden şefkat hissi, hiç ipi bırakmamıza müsaade eder mi? Elbette ki hayır! İşte bu misal gibi, bizler de Allah-u Teâlâ’nın kudret ipine tutunarak yokluktan varlığa çıktık ve yokluk âlemlerine düşmekten kurtulduk. Evet, Allah-u Teâlâ bize bu vücudu verdi ve bizi bu âleme çıkardı. Bu âlemde de türlü türlü ihsanına bizleri mazhar etti. Eğer ahiret gelmez ve biz ölüm ile yokluğa gidersek bu, mi­saldeki ipin tekrar bırakılması hükmünde olmaz mı? Elbette ki o ilahi merhamet bizleri, tekrar ipin bırakıl­ması manasına gelen yokluk karanlıklarına göndermeyecektir. Zira yokluğa mahkûm edecek olsaydı, bizi yokluktan kurtara­rak bu dünyaya getirmez ve burada böyle şefkatle mua­mele etmezdi. İşte ahiret gelmezse şefkat alaya döner. İdama mahkûm et­tiğimiz bir insanın hücresine her türlü yiyeceklerle dolu bir masa göndersek, bu ona iyilik ve ikram olur muydu? Elbette ki olmazdı! Eğer ahiret gelmezse o mahkûmdan ne farkımız olur? Ve Allah-u Teâlâ şefkat ve merhametini inkâr ettirecek bu olaya hiç müsaade eder mi? Hâşâ ve kella! Yine şu misalin dürbünüyle merhametin ahireti gerektirmesine bakalım: Denizde boğulmakta olan birisini görsek, herhâlde biraz merhametimiz varsa ve yüzmeyi de biliyorsak hemen denize atla­rız ve onu kurtarırız. Şimdi sorumuz şu: Acaba bu kişiyi binler zahmet ile kurtardıktan sonra onu darağacında asar mıyız? Ya da ateşe atıp yakar mıyız? Elbette hayır! Zira mer­hametimiz buna müsaade etmez. Eğer etseydi, zaten onu denizden kurtarmaz ve oracıkta ölüme terk ederdik. İşte onu denizden kur­tarmamız, bizdeki merhameti; bizde ki merhamet de onu asla darağacında asmayacağımızı ve ateşe atmayacağımızı ispat eder. Aynen bunu gibi, Cenab-ı Hak da bizi yokluk denizinden kurtararak bu âleme getirdi. Ve bu âlemde bizi şefkatiyle bir çocuk gibi besledi. Acaba hiç mümkün müdür ki, bu rahmetin sahibi olan Allah-u Teâlâ insanı diriltmemek üzere öldürsün ve ona rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ ve kella! Zira eğer diriltmemek üzere bizleri öldüre­cek kadar merhametsiz olsaydı, zaten bizi yokluktan varlığa çı­karmaz ve bizi böyle nazeninane bir bebek gibi beslemezdi.

 Şimdi bu delili maddeler halinde toplayalım: 
1. Bu âlemde nihayetsiz bir rahmet ve şefkat gözükmektedir. Bu rahmet ve şefkat, sinekten seyyarata kadar her şeyi ve her yeri kuşatmıştır.

 2. Fiiller failsiz olamayacağına göre, bu rahmet ve şefkatin de bir sahibi olmalıdır. Elbette kör kuvvet, şuursuz tabiat, mevhum kanunlar ve hayatsız sebepler bu merhamete ve şefkate fail olamazlar. Bu fiillerin faili ancak ve ancak Rahim ve Kerim olan Cenab-ı Hak olabilir.

 3. Madem Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz bir merhameti vardır, o hâlde ahiret de olmalıdır. Zira nihayetsiz merhamet, kendine layık bir tarzda ihsan etmek ve merhamet etmek ister. Hâlbuki bu fâni dünyaya bu merhamet sığmamakta ve bu rahmet bu âlemde hakkıyla tecelli edememektedir. Demek bu sonsuz rahmetin hakkıyla gözükebileceği baki diyarlar ve baki meskenler lazımdır. Bu baki diyarlar da ancak ahirette ve cennettedir.
 4. Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Rahim olan Allah-u Teâlâ’yı inkâr edebilmek gerekir. Allah’ı ve Allah’ın Rahim ismini inkâr edemeyen, ahireti de inkâr edemez. Zira ispat ettiğimiz gibi, rahmet ve şefkat ahiretin varlığını lüzumlu kılmaktadır. 

5. Allah-u Teâlâ’yı inkâr edemeyen ahireti inkâr edemeyeceği gibi, gözümüz önündeki şu âlemde gözüken rahmet ve şefkati inkâr edemeyen de Allah’ı inkâr edemez. Zira isim müsemmasız ve sıfat mevsufsuz olamaz. Göz önündeki bu rahmet ve şefkat sıfatları, Rahim ve Kerim olan bir zatın varlığını ispat etmektedir. Şuursuz tabiat, kör kuvvet ve serseri tesadüf bu sıfatlara sahip olamayacağına göre, bu sıfatların sahibi Allah-u Teâlâ’dır ve başkası olamaz. 

6. Madem ahireti inkâr etmek, Allah’ı inkâr etmekle mümkün ve madem Allah’ı inkâr etmek de göz önündeki şu merhameti ve şefkati inkâr etmekle mümkün ki, bu da inkâr edilemez. O hâlde diyebiliriz ki ahireti inkâr edebilmek için, göz önündeki şu merhameti inkâr edebilmek gerekir. Aklı başında olan hiç kimse ise bunu yapamaz.

 7. Eğer ahiret gelmezse göz önündeki şu merhamet ve şefkat, zıtlarına, yani merhametsizliğe ve acımasızlığa inkılâp eder ve bütün bu rahmet ve şefkat istihza ve alaya döner. Bu bahsin misallerini daha önce verdiğimizden sözü uzatmıyor ve sadece şu noktaya dikkat çekerek bu delili tamamlıyoruz: Böyle nihayetsiz bir rahmetin ve keremin sahibi olan bir zat, elbette rahmetini merhametsizliğe ve şefkatini acımasızlığa inkılâp ettirmeyecek ve bütün bu tecellilerini alaya ve istihzaya çevirmeyecektir. Bunun da tek yolu ahireti getirmektir. Zaten ileride ispat edileceği gibi, ahireti getirmek ve cenneti yaratmak, O’nun kudretine bir çiçeği yaratmak kadar kolaydır.

SALTANAT DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ ANLATIMLI VİDEOSU



SALTANAT DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ ANLATIMLI VİDEOSU

Saltanat Delili 
 Hiç mümkün müdür ki, bu âlemin sultanı olan Zat-ı Zülcelâl, nihayetsiz kemalini göstermek için bu kâinatı gayet âli gayeler ve yüksek maksatlarla icad etsin ve sonra o gaye ve maksatlara karşı iman ve ibadetle mukabele edenlere bir mükâfatı bulunmasın? Ve o gayelere, red ve tahkirle mukabele edenlere bir cezası olmasın? Bu mükâfat ve ceza burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde bir mükâfat ve ceza yeri vardır ve olmalıdır. Bu delili iki başlıkta inceleyeceğiz. İlk önce, gözümüz önündeki şu kâinatta küçük bir gezinti yapalım ve bu âlemde hükmeden saltanatı görelim. Daha sonra da bu saltanatın sahibi kimdir, onu tanıyalım. 1. BASAMAK: ŞU ÂLEMDE GÖZÜKEN SALTANATIN SAHİBİ KİMDİR? Bilinen yaklaşık 300 milyar galaksi, içlerinde bulunan yaklaşık 300′er milyar yıldızla son derece düzenli bir şekilde varlıklarını sürdürmektedirler. Öyle ki tüm galaksiler, yıldızlar, gezegenler ve uydular hem kendi etraflarında hem de bağlı oldukları sistemlerle birlikte belirli yörüngelerde dönmektedirler. Üstelik evrendeki hız kavramı, dünya ölçüleriyle karşılaştırıldığında akıl almaz boyutlardadır. Milyonlarca ton ağırlığındaki yıldızlar, gezegenler, galaksiler ve galaksi kümeleri uzay içinde müthiş bir süratle hareket ederler. Üzerinde yaşadığımız Dünya saatte 1670 km. hızla kendi ekseni etrafında ve 108.000 km. hızla da Güneş’in etrafında döner. Güneş sisteminin, galaksi merkezi etrafındaki dönüş sürati saatte 720.000 km. iken, Samanyolu galaksisinin uzaydaki hızı saatte 950.000 km.dir. Durmaksızın devam eden hareket öylesine yoğundur ki, Dünya ve Güneş sistemi her sene bir önceki sene bulunduğu yerden 500 milyon kilometre uzakta bulunur. Acaba böyle intizamlı bir hareketin tesadüfen olması hiç mümkün müdür? Düz yoldaki bir arabanın intizamlı hareketi gibi basit bir intizamı dahi, şoförün maharetine bağlamak zorunda olan insan, nasıl olur da kâinattaki şu intizamı tesadüfe ve sebeplere havale edebilir? Evet, kâinat öyle bir saraydır ki, yıldızlar o sarayın kandilleridir. Dünya ise o sarayda sadece küçücük bir odadır. Güneş o odanın lambası ve sobası, Ay ise gece lambasıdır. Dünyamızın lambası olan Güneş, Dünyamızdan 1.300.000 defa daha büyüktür. Bizim galaksimiz olan Samanyolu galaksisinde ise iki yüz milyar ile üç yüz milyar arasında yıldız vardır. Her biri Güneş büyüklüğünde üç yüz milyar yıldızın kapladığı alanı hayal edebilir misiniz? Acaba bu kadar yıldızı birbirine çarptırmadan gezdiren kimdir? Güneş’in merkez sıcaklığı 20.000.000 santigrat derecedir. (Suyun 100 derecede kaynadığı malumdur.) Eğer Güneş’ten toplu iğne ucu kadar bir madde getirebilseydik, 160 km. uzaklıktaki bir maddeyi yakabilirdi. Eğer bütün Dünya odun ve kömür olsaydı, Güneş’in bir günlük ihtiyacını karşılayamazdı. Acaba güneş sobasını söndürmeden yakan kimdir? Güneş’in Dünya’ya uzaklığı 150.000.000 km.dir. Samanyolu galaksimizin çapı ise 100.000 ışık yılıdır. (Işığın saniyedeki hızı 300.000 km.dir.) Eğer saniyede 10.000 km. hızla giden bir rokete binseydik, galaksimizin bir yanından öbür yanına gitmek için 15.800.000.000 yıla ihtiyacımız olacaktı. Bilim adamları 1.400 adet kuyruklu yıldızı tespit etmişlerdir. En kısasının kuyruk uzunluğu 300.000.000 km.dir. Güneşimizin, Dünya’dan 1.300.000 defa daha büyük olduğunu öğrenmiştik. Şimdi dikkat edin! Hayalin dahi tasavvur edemeyeceği bir yıldızdan söz edeceğiz: Betaklus yıldızı! Bu yıldız o kadar büyüktür ki, çapı 250 Güneş büyüklüğündedir. Hacimce Güneş’ten on binlerce defa daha büyüktür. Dilerseniz biraz da Dünyamıza bakalım: Dünyamızda 1.000.000 farklı tür vardır. Her bir türü bir tabura benzetirsek, dünya ordugâhında 1.000.000 tabur ve her bir taburun da hadsiz efradı vardır. Sadece sinek taburunda bir baharda yaratılan fertler, kıyamete kadar yaratılacak bütün insanlardan daha fazladır. Evet, bu dünya öyle bir ordugâhtır ki, bu ordudaki askerlerin milletleri farklı, silahları farklı, elbiseleri farklı, talimatları farklı, suretleri farklı ve erzakları farklıdır. Kâinatta ve dünyada hüküm süren saltanatı anlatmak için ne zaman yeter ne de söz… Şimdi sorumuz şu: Biliyoruz ki, bir köy muhtarsız olmaz, bir şehir valisiz olmaz ve bir memleket sultansız olmaz ve olamaz; acaba hiç mümkün müdür ki, şu kâinatta gözüken muhteşem saltanat sultansız ve meliksiz olsun? Nasıl ki muhteşem bir saray görsek, o sarayın sultansız ve sahipsiz olması mümkün değildir. Biz sultanı görmesek de o saray, varlığı ve ihtişamı ile sultanının varlığına ve ihtişamına delalet eder. Acaba böyle basit bir saray bile maliksiz, sultansız olamazsa; kâinat sarayının sultansız, şu âlem memleketinin padişahsız ve şu mülkün maliksiz ve sahipsiz olması mümkün müdür? Hem intizamla hareket eden muhteşem bir ordu görsek, ama kumandanını görmesek; o ordunun meliksiz, sahipsiz ve başıboş olabileceğine ihtimal verebilir miyiz? Elbette hayır! Çünkü askerlerin terbiyesi, düzenli hareketleri, silahlarının verilmesi, elbiselerinin değiştirilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller ispat eder ki bu ordu bir kumandana ve melike bağlıdır ve onun emriyle hareket ederler. Acaba böyle küçücük bir ordunun bile idaresi, terbiyesi, beslenmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller kumandansız ve meliksiz olmaz ve tesadüfe havale edilemezse şu yeryüzünde yüz binler muhtelif taburlardan oluşan hayvanlar ve bitkiler ordusunun kumandansız ve meliksiz olması mümkün müdür? Hem dediğimiz gibi, bu öyle bir ordudur ki, milletleri farklı, silahları farklı, elbiseleri farklı, talimatları farklı, suretleri farklı ve erzakları farklıdır. İşte böyle bir ordunun meliksiz ve kumandansız olması hiç mümkün müdür? Bu ordunun öyle bir meliki vardır ki, hiç birini unutmaz ve hiçbir işi birbirine karıştırmaz. İşte bu ordu, misalimizdeki ordudan ne kadar büyükse büyüklüğü ve mükemmelliği nispetinde, kumandanları olan Allah’ı, Melik ve Sultan ismiyle bizlere tanıttırır. Bu ordunun sultanı olan Cenab-ı Hakk’ı inkâr etmek, ancak göz önündeki bu saltanatı inkâr etmek ile mümkün olur. Göz önündeki saltanatı inkâr edemeyen, Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Cenab-ı Hakk’ı da inkâr edemez. Demek Cenab-ı Hakk’ın varlığı, göz önündeki şu kâinatın varlığı kadar açıktır ve bedihidir. 2. BASAMAK: SULTAN İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ 1. basamakta kâinattaki saltanatı bir nebze de olsa gördük ve “Fiiller failsiz olamaz.” kaidesini kullanarak göz önündeki saltanattan, bu saltanatın sahibi olan Allah’ın varlığına ve O’nun”Sultan” ismine ulaştık. Bu basamakta ise Allah’ın Sultan isminin ahireti gerektirdiğini ispat edeceğiz. Malumdur ki, en küçük sultanlar bile saltanatlarının izzetini korumak ve haşmetini muhafaza etmek için, kendilerine güzel hizmet edenlere mükâfat ve isyan edenlere ceza verir. Mükâfat ve ceza, saltanatın olmazsa olmazıdır. Hatta bir asi, sultana isyan etse ve: “Sultan beni yakalayamaz, bana ceza veremez, gücü bana yetmez…” dese… Sultan, saltanatının haşmetini korumak için o asiyi yakalamalı ve onu hapse atmalıdır. Eğer memleketinde bir hapis yoksa bile, saltanatının haşmetini muhafaza etmek için o asiye bir hapis yapmalı ve onu yakalayarak o hapse atmalıdır. Ta saltanatının izzeti muhafaza edilsin ve izzet zillete inkılâp etmesin! Madem sultan, saltanatının izzetini korumak için kendisine hizmet edenlere mükâfat ve isyan edenlere ceza vermek zorundadır. O hâlde şimdi soruyoruz: Acaba 1. basamakta varlığını ispat ettiğimiz Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah-u Teâlâ, kendisine hizmet edenlere bu dünyada hakkıyla mükâfat veriyor mu? Ve yine kendisine isyan edenlere bu dünyada hakkıyla ceza veriyor mu? Hayır vermiyor! Ne O’na hizmet edenler bu dünyada hakkıyla mükâfat görüyor ve ne de O’na isyan edenler hak ettikleri cezaya uğruyor. O hâlde şimdi yine soruyoruz: Ezel ve Ebed Sultanı olan Allah-u Teâlâ’nın, saltanatının izzetini ve haşmetini koruması için ne yapması lazım? Elbette, bir mükâfat ve ceza yeri açması ve bu dünyada kendisine hizmet edenlere orada mükâfat ve bu dünyada kendisine isyan edenlere orada ceza vermesi lazım! Bu olmazsa, Cenab-ı Hak -hâşâ- saltanatının izzetini muhafaza etmemiş olur. Zira bir kâfir, küfrünün lisan-ı hâli ile der ki: “Ey Sultan olduğunu bildiren Allah, sen beni yakalayamazsın, beni cezalandıramazsın, beni hapsine atamazsın, sen cehennemi yaratamazsın, senin gücün ahireti yaratmaya yetmez…” Evet, bütün bu sözler ve daha yazmaya cesaret edemediklerimiz, kâfirin lisan-ı hâl ile söylediği ve küfrün neticesi olan sözlerdir. Eğer -faraza- Allah’ın cehennemi yaratmak için hiç bir sebebi olmasaydı bile, sadece kâfirin bu sözlerinden dolayı cehennemi yaratacak ve onu oraya atarak saltanatının izzetini koruyacaktı. Şimdi, birinci delili maddeler hâlinde özetleyerek meseleyi biraz daha iyi kavrayalım: 1. Zerrelerden yıldızlara ve atomlardan galaksilere kadar şu kâinatta muhteşem bir saltanat gözükmekte ve bu saltanat her yerde hükmetmektedir. 2. Bir köyün muhtarsız, bir şehrin valisiz, bir memleketin sultansız ve bir sarayın meliksiz olması mümkün olmadığı gibi; bu kâinatta hükmeden saltanatın da sultansız olması mümkün değildir. Bu sultanı kabul etmemek, ancak göz önündeki şu saltanatı inkâr etmekle mümkündür; göz önündeki saltanatı inkâr etmek ise aklını kaybetmemiş hiçbir kimse için mümkün değildir. 3. Sultanlar, kendilerine hizmet edenlere mükâfat verirler. Bu, saltanatın izzetini muhafaza etmek içindir. Hâlbuki bu âlemin sultanına hizmet edenler bu dünyada hakkıyla mükâfat görmemektedirler. O hâlde bu mükâfatın verileceği başka bir memleket olmalıdır, ta ki saltanatın izzeti muhafaza edilebilsin. 4. Sultanlar, kendilerine isyan edenlere ceza verirler, ta ki saltanatlarının haşmet ve izzetlerini koruyabilsinler. Hâlbuki bu âlemin sultanı olan Allah-u Teâlâ’ya isyan edenler bu dünyada hakkıyla ceza görmemektedirler. O hâlde bu cezanın verileceği başka bir memleket olmalıdır, ta ki saltanatın izzeti ve haşmeti muhafaza edilebilsin. 5. Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Cenab-ı Hakk’ın “Sultan” ismini inkâr edebilmek gerekir. Cenab-ı Hakk’ın “Sultan” ismini inkâr edebilmek için de şu kâinatta gözüken haşmetli saltanatı inkâr edebilmek lazımdır. Demek, kâinatta gözüken haşmetli saltanatı inkâr edemeyen, bu saltanatın sultanı olan zatı inkâr edemez. Ve bu sultanı inkâr edemeyen de ahireti inkâr edemez, zira saltanatın izzeti ancak ahiretin gelmesiyle muhafaza edilebilir. Başta dediğimiz gibi, ahiretin varlığı üç adım ile ispat edilir. Her bir adımı bir zincir halkaya benzettiğimizde, bu üç halka birbirine girmiştir. Birini koparabilmek için, tümünü koparabilmek ve tamamını parçalayabilmek gerekir; tümüne ilişemeyen bir halkaya da ilişemez. Dolayısıyla, gözümüz ile gördüğümüz şu âlemdeki saltanatı inkâr edemeyen, bu saltanatın sultanı olan zatı inkâr edemez, zira saltanat sultansız olamaz. Sultanı inkâr edemeyen de ahireti inkâr edemez, zira ancak ahiretin gelmesiyle bu sultanın izzeti muhafaza olunur. O hâlde diyebiliriz ki: Elbette, gücü her şeye yeten ve koca yıldızları tesbih taneleri gibi çeviren bu sultan, saltanatının izzetini muhafaza etmek için ahireti getirecek ve kendisine güzelce hizmet edenlere mükâfat verecektir. Kendisine isyan ederek âdeta “Sen beni yakalayamazsın, senin gücün bana yetmez!” diyenlere de hak ettikleri cezayı vererek onları haps-i ebedisi olan cehenneme atacaktır. Bu, göz önündeki şu saltanat kadar açıktır ve bedihidir.

AHİRETE İMAN GÖRSEL VE SESLİ ANLATIMLI VİDEOSU




AHİRETE İMAN GÖRSEL VE SESLİ ANLATIMLI VİDEOSU

Ahirete İman 
 Bismillahirrahmanirrahîm
 “Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar kararıp döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde, kıyılmaz mallar bırakıldığında, vahşi hayvanlar bir araya toplandığında, denizler kaynatıldığında, ruhlar bedenlerle birleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kızlara: ‘Hangi günahtan dolayı öldürüldünüz?’ denildiğinde, amel defterleri açıldığında, gök sıyrılıp açıldığında, cehennem kızıştırıldığında ve cennet yaklaştırıldığında herkes (hayır ve şerden) ne getirmiş olduğunu anlar.” (Tekvir 1-14) Kur’an’ın bu ve benzeri ayetlerinin sarahatiyle, bir gün gelecek ve bu âlemin kıyameti koparak başka bir âlemin kapısı açılacaktır. Bu, gözümüz önündeki şu âlemin vücudu kadar katidir. “Ahirete İman” isimli bu eserimizde iman hakikatlerinden biri olan haşir, yani öldükten sonra dirilme ve mahşere çıkma, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilmektedir. Bu eserde anlatılan hakikatler o kadar kuvvetlidir ki en inatçı kâfiri dahi ilzam eder ve susturur. Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dava etse: “Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden sağlam bir surette bina ve tamir edilecektir.” dese… Elbette, onun davasına karşı altı sual terettüp eder. Birincisi: “Niçin tahrip edilecek? Sebep ve gerekçe var mıdır?” Eğer, “Evet, var.” diye ispat edilse bu sefer ikinci soru sorulur. İkincisi: “Bunu tahrip edip tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?” Eğer, “Evet, yapabilir.” diye ispat edilse bu sefer üçüncü soru sorulur. Üçüncüsü: “Bu sarayın veya şehrin tahribi mümkün müdür?” Eğer, “Evet, mümkündür.” diye ispat edilirse bu sefer dördüncü soru sorulur. Dördüncüsü: “Mümkün olan bu tahrip gerçekleşecek ve vukua gelecek midir?” Eğer, “Evet, gerçekleşecektir.” diyerek vukuu ispat edilse iki sual daha ona varid olur ki: Beşinci ve altıncı sualler: “Acaba şu acayip saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tamir edilecek midir?” Eğer, “Evet” denilerek bunlar da ispat edilse o vakit bu meselenin hiçbir cihette hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şüphe ve vesvese girebilsin. İşte, bu temsil gibi: · Dünya sarayının ve şu kâinat şehrinin tahribi ve tamiri için gerekçeler olduğu, · Fail ve ustasının buna muktedir olduğu, · Tahribinin mümkün olduğu ve vaki olacağı, · Ve tamirinin de olası ve vuku bulacağı meseleleri ispat edilirse, artık bu mesele hakkında şüphe ve vesvese edilmez. İşte eserimizde bu altı cihetin her biri, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilecek ve ahiretin varlığı güneş gibi kati gösterilecektir. Eserimizden hakkıyla istifade edebilmeniz için, ilk önce eserde takip ettiğimiz yolu ve metodu bilmeniz gerekir. “Ahirete İman” isimli eserimizde şöyle bir yol takip ettik: Ahiretin varlığına dair delilleri başlıklar ve maddeler hâlinde inceledik. Her bir başlık müstakil olup tek başına ahiretin varlığını ispat etmeye kâfidir. Bütün başlıkların toplamındaki kuvvet ise asla karşı gelinemeyecek kuvvettedir. Her bir delilde iki basamaklı bir yol ve bir tarz takip edilmiştir. 1. Basamak: Bu basamakta, kâinattaki fiillerden ve tecellilerden bahsedilmekte ve daha sonra fiilden faile, isimden müsemmaya, yani ismin sahibine ve sıfattan da mevsufa, yani sıfatın sahibine geçilmektedir. Mesela birinci delilin birinci basamağında kâinatta gözüken saltanattan bahsedilecek ve bu saltanat delil yapılarak Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. İkinci delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken merhametten bahsedilecek ve bu merhamet delil yapılarak Rahim olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Üçüncü delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken izzetten bahsedilecek ve bu izzet delil getirilerek Aziz olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Diğer delillerde de aynı yol takip edilmektedir. Demek 1. Basamakta, kâinatta tecelli eden fiillerden, isimlerden ve sıfatlardan bahsedilecek ve fiilden faile, isimden müsemmaya ve sıfattan da mevsufa geçilecektir. Zira fiiller failsiz, isimler müsemmasız ve sıfatlar mevsufsuz olamaz; bir iğnenin ustasız ve bir harfin kâtipsiz olamayacağı gibi… Demek birinci basamakta aynı zamanda ispat-ı vücud da yapılmaktadır. Yani ahiretin varlığından önce Allah’ın varlığı ispat edilmektedir. 2. Basamak: 1. Basamakta fiil ve tecelli anlatılıp faile ve müsemmaya çıkıldıktan sonra, 2. Basamakta mezkûr ismin ahireti gerektirdiği ve mezkûr sıfatın ahireti iktiza ettiği ispat edilmektedir. Demek bu basamak, ahiretin varlığının ispat edildiği basamaktır. Her bir delilde anlatılan meseleler âdeta üç zincir halkasından oluşmaktadır: 1- Kâinattaki tecelli. 2- Bu tecellide gözüken isimler ve sıfatlar. 3- Bu isimlerin ve sıfatların ahireti gerektirmesi. Bu halkalar birbirine geçmiş olup tamamını koparamayan, bir halkaya ilişemez. Ya da başka bir ifadeyle, bir halkayı koparabilmek için tamamını parçalayabilmek gerekir. Mesele bir bütündür; bütünü çürütemeyen, parçaya ilişemez. Parçaya ilişebilmek için bütün çürütülmelidir. Dolayısıyla diyebiliriz ki: · Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce faili ve müsemmayı yani Allah’ı inkâr edebilmek gerekir. · Allah’ı inkâr edebilmek için de kâinatta gözüken fiilleri ve isimleri inkâr edebilmek gerekir. · Kâinatta gözüken isim ve fiilleri inkâr edebilmek için ise bizzat kâinatın kendisini inkâr edebilmek lazımdır. Bu ise mümkün değildir. · Başka bir ifadeyle, kâinatı inkâr edemeyen, göz önündeki fiilleri inkâr edemez; fiili inkâr edemeyen, faili inkâr edemez; faili inkâr edemeyen de o fiilde gözüken, faile ait ismin ahireti gerektirmesini inkâr edemez. Sözün özü: Her bir başlıkta öyle bir yol takip edilmiştir ki, ahireti inkâr edebilmek için şu göz önündeki âlemi inkâr etmek ve akıldan istifa etmek gerekecektir. İşte bu eserde ahiretin varlığı bu kadar net bir şekilde ispat edilecektir. “Ahirete İman” isimli eserimiz hazırlanırken Bediüzzaman Hazretleri’nin “10. Söz” namıyla maruf “Haşir Risalesi” kaynak eser olarak kullanılmıştır. Eserimizde anlatılan bütün hakikatler, Bediüzzaman Hazretleri’nin mezkûr eserinden iktibas edilmiştir. Bu eserle amacımız: · Ahirete iman hakikati hususunda imanlarımızı taklitten tahkike çıkarmak, · Ahiret hakkında şüphesi olanları şüpheden kurtarmak, · Ahireti inkâr edenlerin imana girmelerine bir vesile olmak, · Ahiret hakkında kâfirler ile mücadeleye girmek zorunda kalanlara bir rehber olmak, · Ve bu vesileler ile Cenab-ı Mevla’nın rızasını kazanmaktır. Tevfik ve inayet Allah’tandır!

ALLAH'IMIN GÜZEL İSİMLERİNDEN EL AZİM GÖRSEL VE SESLİ ANLATIMLI VİDEOSU




ALLAH'IMIN GÜZEL İSİMLERİNDEN 
EL AZİM 
GÖRSEL VE SESLİ ANLATIMLI VİDEOSU

El-Azim, azamet ve büyüklük sahibi manasına gelmektedir. Allah-u Teâlâ Azim’dir. Hem zatında hem isim ve sıfatlarında azamet ve büyüklük sahibidir. Bütün büyükler, O’nun büyüklüğü yanında küçüktür. Büyük bildiğimiz her şey, el-Azim isminin tecellisiyle ve bu isme mazhariyetle o büyüklüğe ulaşmıştır.

Bu ism-i şerifi iki cihetten inceleyeceğiz. Önce Cenab-ı Hakk’ın zatındaki büyüklüğü, sonra da isim ve sıfatlarındaki büyüklüğü tahlil ve tefekkür edeceğiz.

Cenab-ı Hak zatı itibariyle Azim’dir ve büyüklük sahibidir. İnsanlar bu azamet ve büyüklüğü kavramaktan acizdirler. İnsan bir şeyin büyüklüğünü bazen gözü ile görür, bazen aklı ile kavrar, bazen hayali ile ihata eder, bazen de hayal gibi en geniş duygu dahi o büyüklüğü kavramaktan aciz kalır.

Mesela: Bir fili gördüğünüzde, “Bu büyüktür.” dersiniz. Sonra bir dağa baktığınızda, “Bu daha büyüktür.” dersiniz. Sonra bir denize bakarsınız, “Bu dağdan da büyük.” dersiniz. Bu büyüklükleri göz görürken, “Dünya büyüktür.” denildiğinde, bu büyüklüğü göz ihata edemez. Çünkü Dünya, gözün görebileceği büyüklükten daha büyüktür. Bu büyüklüğü insan ancak aklı ve bilimsel verilerle kavrayabilir.

Güneşin Dünya’dan 1.300.000 defa daha büyük olmasını ise, akıl zorla kavramakta ve bir kısım akıllar kavramaktan aciz kalmaktadır. Bu büyüklük, belki de aklın kavrama sınırıdır. Çünkü Dünya’yı 1.300.000 defa büyütmek ve sonra akıl ile bu büyüklüğü görebilmek çok zordur.

Bu büyüklüklerden sonra karşımıza aklın da ihata edemediği, belki hayal ile yetişilebilecek büyüklükler çıkar. Mesela denilir ki, “Samanyolu Galaksisi’nde Güneş gibi 300 milyar yıldız vardır. Samanyolu Galaksisi’nin yarıçapı 100.000 ışık yılıdır…” Böyle büyüklükler karşısında akıl kavramaktaki acizliğini itiraf ederek, vazifeyi hayale havale eder. Hayal bir nebze bu büyüklükleri anlamaya çalışır. O da ancak bir nebze başarır.

Sonra karşımıza hayalin de kavramaktan aciz kaldığı büyükler çıkar. Mesela, Canis Majoris yıldızı… Bu yıldız, 7 Desilyon Dünya büyüklüğündedir. Rakam olarak ifade edecek olursak, bu yıldız içine tam bu kadar Dünya almaktadır: 7.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000 Şimdi, bu kadar Dünya’nın içine sığdığı yıldızın büyüklüğünü hayal edebiliyor musunuz?

Değil aklın kavraması ya da hayalin ihata etmesi, dil bile telaffuzdan aciz kalıyor. İşte bütün bu büyüklerde Cenab-ı Hakk’ın El-Azim ismi tecelli etmiştir. Bu isme karşı bizim vazifemiz ise, bu büyük mahlûkların, el-Azim isminin bir tecellisi olduğunu düşünmek ve bu mahlûklara bakarken “Ya Azim, ya Azim” diyerek Rabbimizi tesbih etmektir.

Bu büyükleri gördükten sonra şimdi sıra geldi Allah’ın zatının büyüklüğüne…

İnsanın, Allah’ın yarattığı mahlûkların büyüklüğünü anlamaktan ve idrakten aciz olduğunu böylece gösterdik. Acaba mahlûkların büyüklüğünü kavramaktan aciz olan insan, o mahlûkları yoktan yaratan zatın yani Allah’ın büyüklüğünü nasıl kavrayacaktır? Elbette ki kavrayamaz ve anlayamaz… Dedik ya, insan daha yıldızların ve galaksilerin büyüklüğünü anlayamıyor. Nerde kaldı, Allah’ın zatının büyüklüğünü anlamak…

O halde, el-Azim isminin Allah’ın zatına bakan cihetinde, insanın bilmesi ve söylemesi gereken söz şudur: Allah Azim’dir. Zatı, her şeyden ve her büyükten daha büyüktür. Zaten bütün büyükleri yaratan da O’dur. Bildiğimiz bütün büyükler, O’nun zatı yanında küçüktürler. Ancak ben bu büyüklüğün mahiyetini anlamaktan, sırrına vakıf olmaktan ve aklımla ihata etmekten acizim. Ben Allah’ın Azim olduğunu, her şeyden daha büyük olduğunu bilirim ve buna iman ederim. Ama zatındaki bu büyüklüğün mahiyetini kavramaktaki acizliğimi kabul etmekle beraber, işin hakikatini Allah’ın ilmine havale ederim. Evet, Allah Azim’dir; lakin aklım, idrakim ve hayalim bu azameti anlamaktan acizdirler. Öyle ya, daha Güneş’in büyüklüğünü anlayamıyorken, güneşleri ve galaksileri bir emir ile yoktan icat eden zatın büyüklüğünü nasıl anlayabilirim! Buna ancak iman eder ve tasdik ederim.

El-Azim isminin Cenab-ı Hakk’ın zatına bakan cihetine bu şekilde noktayı koyalım ve biraz da bu ism-i şerifin, Allah-u Teâlâ’nın isim ve sıfatlarına bakan yönünü düşünüp tefekkür edelim.

Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarında bir sınır yoktur. Mesela, kudretiyle bir çiçeği yarattığı gibi, aynı kolaylıkta baharı da icat eder ve Cennet’i de yaratır. Allah’ın kudretinde zerreler ile yıldızlar birdir. O’nun kudretine kıyasla, “Bu, şundan daha kolaydır.” denilemez. Allah için, bir sineği yaratmakla, öldükten sonra bütün insanları diriltmek aynı kolaylıktadır. İşte bu manasıyla kudret sıfatının bir sınırı yoktur. Allah-u Teâlâ, kudret sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle Azim’dir.

Allah’ın kudreti sınırsız olduğu gibi ilmi de sınırsızdır. Mesela, Allah-u Teâlâ ilmiyle beni bildiği gibi, bütün insanları da bilir, diğer bütün mahlûkatı da bilir. Allah’ın bilmediği hiçbir şey yoktur. O’nun ilmine kıyasla, “Bunu bilmek, şunu bilmekten daha kolaydır.” denilemez. Yine O’nun için, dünden, bugünden ve yarından bahsedilemez. Geçmiş ve gelecek, ezel ve ebed her daim O’nun gözetimindedir. İşte bu manasıyla ilim sıfatının bir sınırı yoktur. Allah ilim sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle Azim’dir.

Allah’ın ilmi sınırsız olduğu gibi görmesi de sınırsızdır. Mesela, Allah-u Teâlâ Basir ismiyle beni gördüğü gibi, bütün insanları da görür, bütün mahlûkatı da görür. Her şey O’nun görüş dairesindedir. Hiçbir mahlûk O’nun görüşünden kaçamaz ve gizlenemez. Karanlık bir gecede, toprağın altındaki karıncanın ayak izini görür ve onu bilir. İşte bu manasıyla Basar sıfatının bir sınırı yoktur. Allah- Teâlâ Basar sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle Azim’dir.

Allah’ın görmesi sınırsız olduğu gibi işitmesi de sınırsızdır. Mesela, Allah-u Teâlâ Semi’ ismiyle beni işittiği gibi, bütün insanları da işitir, kalplerimizin sesini de işitir, bütün mahlûkatı da işitir. Bir ses bir sese; bir iş bir işe mani olmaz. İşte bu manasıyla işitme sıfatının bir sınırı yoktur. Allah- Teâlâ işitme sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle Azim’dir.

Diğer bütün isim ve sıfatları verdiğimiz örneklere kıyas edebilirsiniz. Cenab-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatları sınırsızdır. İşte bu sınırsızlığı ve büyüklüğü ifade eden isim el-Azim ismidir.

Ey azamet ve saltanat sahibi! Ey azametine karşı her şeyin boyun eğdiği! Ey her şeyde azameti görünen! Ey bütün azimlerden daha azim olan! Ey izzetinde Azim, celalinde Azim, kudretinde Azim ve her isim ve sıfatlarında Azim olan! Azametinin hakkı için biz günahkâr kullarını bağışla. Senden başka hiçbir şeyi olmayan ve tek ümidi affın ve rahmetin olan şu kullarına merhamet eyle! İsim ve sıfatların hakkındaki bu çalışmamızı günahlarımıza kefaret eyle. Bizleri kendine kul ve Habibine ümmet eyle. Âmin!


ZAKKUM AĞACI






ZAKKUM AĞACI Şimdi de Rabbimizin başka bir ayet-i kerimesine dikkat kesilelim: Gerçekten zakkum ağacı günahkârların yemeğidir. O, erimiş bakır gibi karınlarda kaynar. Sıcak suyun kaynaması gibidir. Allah meleklere şöyle emreder. “Şunu tutun da Cehennem’in ortasına sürükleyin. Sonra onun başının üstüne kaynar su azabından dökün. Ona şöyle denir! “Tat bakalım azabı! Hani sen kendine göre çok güçlü ve çok üstündün. İşte sizin inkâr edip durduğunuz şey budur.” (Duhan 43-50) Ayet-i kerimede zikri geçen zakkum ağacı, Cenab-ı Hakkın Cehennemde yarattığı ve “lanetli ağaç” diye isimlendirdiği ağaçtır. Cehennem ehli acıktıklarında bu ağaca gelirler ve ondan yerler. O ağaç, onların karınlarında sıcak su gibi kaynar. Cenab-ı Hak zakkum ağacını onların karnında erimiş bakır gibi kaynatır. Zakkum ağacı hakkında Efendimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuşlardır: Şayet zakkum ağacından bir damla dünya denizlerine düşseydi bütün insanların yaşamlarını alt üst ederdi. Peki, ya yiyecekleri zakkum olanların hali nice olur?” (Tirmizî, Cehennem, 4; Hâkim, el-Müstedrek, 2/294) Cehennemde birçok azap çeşidi vardır. Açlık ve susuzluk da bunlardan biridir. Kişi o kadar acıkır ki, açlığın verdiği acı ve elemden kurtulmak için zakkum ağacından yemeye razı olur. Hem de karnında erimiş bakır gibi kaynayacağını bildiği halde… Sonra o kadar susar ki, susuzluğun eleminden kurtulmak için kaynar suyu ve irini içmeye razı olur. Acaba, açlığın ve susuzluğun verdiği acı nasıl bir acıdır ki, kişi zakkum ağacından yemeye ve kaynar sulardan içmeye razı olur, yeter ki açlıktan ve susuzluktan kurtulsun… Bu nasıl bir haldir! Ey nefsim, şimdi sana bazı sorular soracağım, insafla bana cevap ver: Zakkum ağacından yemek ve kaynar sulardan içmek mi daha hayırlıdır? Yoksa cennet taamlarından yiyip cennet ırmaklarından içmek mi daha hayırlıdır? Ey nefsim, Rabbin senden Cennete mukabil hangi zor şeyi istiyor da sen vermekten kaçınıyorsun? İstediği şey o kadar zor mudur? Günde beş vakit namaz kılmak, zenginsen malının kırkta birini zekât olarak vermek, ömürde sadece bir defa hacca gitmek, bunlar zor mudur? Ey nefsim, hem merak ediyorum, dünyadaki hangi lezzet için zakkum ağacından yemeğe ve kaynar sulardan içmeye razı oluyorsun? Hangi zevk için ateşte yanmayı ve zincirlere vurulmayı kabul ediyorsun? Şu kısacık dünyada, kendisi için ateşe razı olacağın hangi zevk vardır? Peki, ey nefsim, Cennete girememe duygusu seni hiç üzmüyor mu? Cennet ehli ile cehennem ehli arasındaki bir kısım konuşmaları Kur’an bize haber veriyor. Evet, Cenab-ı Hak bazen perdeyi kaldırır ve cennet ehliyle cehennem ehli birbirlerini görür ve karşılıklı konuşurlar. Acaba, cehennemden cennete bakmanın elemi nasıldır, bunu hayal edebiliyor musun? Cehennemde yanmak ya da Cennete girememek… Ama bunlardan daha acısı yok mu? Seni yoktan yaratan ve seni nâzenin bir bebek gibi şu âlemde yaşatan Rabbine karşı yaptığın nankörlük seni hiç üzmüyor mu? Hesap günü Rabbine ne diyeceksin? Ey nefsim, Cehennemi bir kenara koyup da sana sorsam, peki kabre nasıl dayanacaksın? Hatta kabir azabını da bir kenara koyalım ve sadece şunu düşünelim: Cenab-ı Hak bizi kabirde diriltse ve hiçbir azap etmese, yani ne üzerimize kabrin duvarları kapansa, ne Münker ve Nekir melekleri soru sorsa, ne de kabrin diğer azap ve sıkıntıları olsa; sadece şunu düşün, kabirde diriltilsek ve öylece bırakılsak, o yalnızlığa, o karanlığa ve o dar mekâna nasıl sabredersin? Kurtlar yuvasına, gurbet evine ve yalnızlık menziline dayanabilir misin? Azap olarak sadece bu bile yetmez miydi? Sen daha kabrin karanlığına sabredemezken, kabri düşündüğünde seni hafakanlar basarken, Cehennem azabına nasıl dayanırsın? Senin cesaretin cehaletinden geliyor; ölümü ve cehennemi düşünmemekten kaynaklanıyor. Ama bil ki, gözünü kapamakla seni bu dünyada durdurmazlar. Bir gün “Haydi dışarı” diyecekler. Gel, dünya sana “haydi dışarı” demeden önce, sen ona “haydi dışarı” de, gönlünden onu çıkar ve kurtul!

Zincirlere vurulanlar




Zincirlere vurulanlar


Zincirlere vurulanlar

Şimdi de bir başka ayet-i kerimeye dikkat kesilelim: Kitabı sol tarafından verilen der ki: “Keşke kitabım verilmeseydi de hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. Keşke bu iş son bulmuş olsaydı. Malım bana hiç fayda vermedi. Saltanatım da benden yok olup gitti.” (Zebanilere şöyle denir): “Onu yakalayın ve bağlayın. Sonra onu cehenneme atın. Sonra da onu, boyu yetmiş arşın olan zincire vu­run. Çünkü o, yüce Allah’a inanmıyordu. Yoksula yedirmeye teşvik etmiyordu. Bu sebeple bugün burada onun için bir dost yoktur. Bir irinden başka yiyecek de yok. Onu günahkârlardan başkası yemez. (Hakka 26-37) Ey nefsim, işittin mi kitabı sol tarafından verilenlerin halini… Onlar nasıl da pişmanlar. Hep “keşke” diyorlar ki, cehennem keşkelerle doludur: “Keşke kitabım bana verilmeseydi, hesabımın da ne olduğunu bilmeseydim.” diyorlar… “Keşke bu iş son bulmuş olsaydı. Yani ölümden sonra bir daha hayat olma­saydı.” diyorlar… Acaba nasıl bir hal ki bu, dünyada en çok nefret ettikleri şey olan ölüm, o gün onlara en sevgili şey oluyor. Onu istiyorlar, onu çağırıyorlar. Bu nasıl bir haldir!.. Ey nefsim! İşittiğin azaba karşı seni kim koruyacak? Saltanatın mı? Evlatların mı? Malın mı, makamın mı? Yoksa bilmediğimiz yardımcıların mı var? Hâlbuki Allah-u Teâlâ: “O gün onların hiçbir dostu olmaz ve malları ve evlatları onlara fayda vermez.” buyuruyor. Rabbinin sözüne itimadın yok mu? Ey nefsim! Rabbimiz, meleklerine: “Tutun onu ve bağlayın. Sonra onu Cehenneme atın. Sonra da onu boyu yetmiş arşın olan zincire vurun.” diye emrettiğinde halin nice olur? İbni Abbas hazretleri bu zincir hakkında şöyle buyurmaktadır: Bu zincir, kişinin arkasından girdirilip ağzından çıkarılır. Sonra çekirgeler çöpe nasıl dizilirse, onlar da öylece dizilirler ki bir daha ayakları üstü kalkamasınlar. (İbn-i Kesir) Ya Rab! Rahmetinin hakkı için, bizi zincirlere vurulmaktan ve Cehenneme atılmaktan muhafaza eyle! Nefislerimizi bizlere itaatkâr eyle! Akıbeti görmeyen kör hissiyatımızın gözünü aç. Bizler senin günahkâr kullarınız, bizleri af ve mağfiret eyle. Âmin…

Cehennem ateşi nasıl bir ateştir?






Cehennem ateşi nasıl bir ateştir?


Şimdi de bir başka ayet-i kerimeye dikkat kesilelim:
“O her şeyi kuşatacak olan Kıyamet’in haberi sana geldi mi? Yüzler var ki, o gün eğilmiş, zillete bürünmüştür. Çalışmış, yorulmuştur. Kızışmış bir ateşe girer. Onlara kızgın bir kaynaktan su verilir. Onlar için kuru bir dikenden başka yiyecek de yoktur. O da ne besler, ne de açlığı giderir. (Gaşiye 1-7)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) cehennem ateşi hakkında şöyle buyurmuşlardır:
“Cehennem ateşi bin yıl yakıldı. Öyle ki kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl daha yakıldı, öyle ki beyazlaştı. Sonra bin yıl daha yakıldı. Şimdi o siyah ve karanlıktır.” (Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Tirmizî, Muvatta)
“Cehennem ateşi katran gibi siyah ve gece gibi karanlıktır.” (Beyhakî)
Peygamberimiz (s.a.v.) Cebrail’den Cehennem ateşini kendisine tarif etmesini istemiş, O da onu şöyle tarif etmiştir: “Allah-u Teâlâ’nın emriyle ateş bin sene yakılıp kıpkızıl hâle getirilmiş, sonra bin sene yakılıp sapsarı hâle getirilmiş, sonra bin sene daha yakılıp simsiyah hâle getirilmiştir. Böylece o şimdi ışıksız, karanlık, çok sıcak ve yakıcı bir ateştir. Onun içinde yanan bir insan yerdekilere gösterilseydi, bunların hepsi onun kötü kokusundan ve korkunç manzarasından bayılıp ölürlerdi.” (İhya-yı Ulum’id-Din)
Şimdi, Ebu Derda hazretleri tarafından rivayet edilen uzunca bir hadis-i şerifi nakledeceğiz. Bu hadis-i şerifin yarısı ayet-i kerimelerden oluşmaktadır.
Cehennem ehline açlık musallat edilir. Bu, içinde bulundukları azaba eşit dereceye ulaşır. Açlığa karşı yardım talep ederler. Onlara besleyici olmayan ve açlığı gidermeyen dikenli bir ot verilir. Onlar tekrar yiyecek isterler. Bu sefer de boğazda tıkanıp kalan bir yiyecek verilir. Bu da boğazlarında takılır kalır, ne ileri geçer, ne de geri gelir. Onlar, dünyada iken bu durumda, bir içecekle, takılan lokmaları kaydırdıklarını hatırlarlar ve bir içecek isterler. Kendilerine, demir kancaları bulunan kaplarda kaynar sular verilir. Bu kaplar, yüzlerine yaklaştırılınca, yüzlerini dağlayıp atar. Su karınlarına girince içlerini param parça eder… Onlar: “Cehennemin bekçilerini çağıralım, belki azabımızı biraz hafifletirler!” derler. Onları çağırırlar. Melekler onlara: “Size peygamberleriniz bu halleri açıklayan haberleri getirmemiş miydi?” derler. Onlar:”Evet getirmişti (ama dinlemedik)” derler. Bunun üzerine Cehennemin bekçileri: “Siz isteyin durun! Ancak kâfirlerin istekleri burada boşadır!” derler… Cehennemlikler bekçilerden ümidi kesince: “(Cehennem zebanilerinin başı olan) Malik’i çağıralım!” derler. (Malik gelince): “Ey Malik (söyle de) Rabbin bizim hakkımızda ölüme hükmetsin!” derler. Malik de onlara: “Hayır! Siz burada ebedî kalıcılarsınız!” diye cevap verir. Hadisin ravilerinden A’meş rahimehullah der ki: “Bana bildirildi ki, cehennemliklerin Malik’e yalvarmaları ile Malik’in onlara verdiği cevap arasında bin yıllık zaman geçecektir… Cehennemlikler bu sefer aralarında: “Rabbinize dua edin, sizin için O’ndan daha hayırlı kimse yoktur!” diyecekler ve şöyle yalvaracaklar: “Ey Rabbimiz, bedbahtlığımız bize galebe çalmıştı, biz gerçekten sapıtmış kimselerdik. Ey Rabbimiz, bizi bundan çıkar. Eğer yine küfre dönersek artık hiç şüphesiz ki zalimlerden oluruz…” Rab Teâlâ onlara şöyle der: “Cehennemin içine yıkılıp gidin! Benimle bir daha konuşmayın!” Resulullah (s.a.v.) devamla dedi ki: “Bu cevap üzerine, cehennem ehli her türlü hayırdan ümitlerini keserler; hıçkırmaya, nedamet etmeye, dövünüp yırtınmaya başlarlar.” (Tirmizi, Cehennem 4)
İşte ey nefsim, günahkârların gireceği ateşin mahiyetini bir nebze de olsa işittin. Yiyecekleri dikenli otu ve boğazlarında kalan ve bir türlü yutulamayan bitkiyi öğrendin. İçecekleri kaynar sudan haberdar oldun. Cehennemden kurtulmak için Cehennemin meleklerine ve Cenab-ı Hakka nasıl yalvardıklarını duydun. Rabbimizin onlara: “Benimle bir daha konuşmayın” hitabını işittin. Ey nefsim, bütün bunlardan sonra hâlâ günah işlemeye devam mı edeceksin? Hâlâ isyanda ısrar mı edeceksin? İşittiğin azaba dayanabilir misin? Bu azabı işitmeye bile dayanamıyorsun, nerede kaldı azabın kendisine dayanmak!.. Bugün ölüm seni yakalasa pişmanlığını tasavvur edebilir misin? Duyduğun ve işittiğin haberler vallahi haktır ve hakikattir. Allah’ın vaadi haktır! Cehennem haktır! Azap haktır! Ateş haktır!.. Gel, tövbe et, gözyaşı dök, af dile ve bir daha günah işlememeye söz ver. Rabbimiz gafurdur ve kerem sahibidir. Günahımızı affeder ve bizi kendine kul kabul eder…

Gökyüzündeki Kırmızı Gül






Gökyüzündeki Kırmızı Gül

Gökyüzündeki Kırmızı Gül

Rahman suresi 37. Ayeti kerimede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.
Gök yarılıp da, erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül olduğu zaman.”(Rahman 37)
Bu ayet-i kerimeyi izaha geçmeden önce ayette geçen bazı kelimeleri tahlil edelim. Öncelikle ayetin başında إِذَا (izen) kelimesi vardır. Bu kelime gelecek zaman zarfı olup şart anlamı taşır. Ayrıca gizli bir fiil olan رَأَيْتَ ‘’ (ra eyte) sen gördün’’ fiilinin mefulü (nesnesi) olur. Yani anlam “sen göreceğin zaman” anlamındadır. İkinci olarak انْشَقَّتِ  (inşekkat) kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime lügatte ‘’yarılmak’’ anlamında kullanılır. اَلدِّهَانُ (eddihan) ise Arapçamızda iki anlamda kullanılır. Birincisi kızgın yağ, ikincisi ise tabaklanıp boyanmış deri (sahtiyan) anlamında kullanılır.
Bu izahlardan sonra şimdi ayet-i kerimeyi yeniden tercüme edelim. Eğer gökyüzü yarılır ise sen gökyüzünü sahtiyan (tabaklanmış ve boyanmış deri) gibi veya kızgın yağa benzer bir gül olarak görürsün. Bu ayeti kerimeyi birçok müfessir kıyametin koptuğu andaki gökyüzünün durumu olarak tefsir etmişlerdir. Çünkü gökyüzünün yarılması onlara kıyameti hatırlatmıştır. Oysa biz şu anda gökyüzünün yarılmasını atmosferin delinerek uzaya gidilmesi olarak anlayabileceğimiz gibi, teleskoplarla da nazarımızın gökyüzünü yarıp öteleri izlemesi olarak ta anlayabiliriz. İşte bu cihette ayetin anlamı ‘’Eğer siz gökyüzünü delerek uzaya çıkmaya güç getirirseniz veya icad ettiğiniz aletlerle gökyüzünü yarıp ötesini izlemeye muvaffak olursanız gül renginde bir sahtiyan veya kızgın yağ göreceksiniz’’ demektir.
Peki “erimiş bir yağ gibi kıpkırmızı bir gül”  ne demektir. Dilerseniz bu konuda bilim adamlarının ve uzay araştırmacılarının görüşlerine yer verelim.
Nebula uzayda bulunan ve geniş alanlara yayılmış olan gazlar, toz, hidrojen, helyum ve diğer iyonize gazlardan oluşan bulutsu yapılara verilen isimdir. Bu gaz püskürmeleri oldukça büyük ve hızlıdır. Daha sonraları bu gazlar yakınlaşarak bir gaz bulutu oluştururlar. Bu gaz bulutunun sıcaklığı 15.000 °C den fazladır.
Gerçekten de günümüzde yapılan uzay araştırmaları sonucunda bilim adamları tıpkı ayette ifade edildiği gibi erimiş bir yağ gibi kıpkırmızı bir gül renginde bir Nebula ile karşılaşmışlardır.
Evet bu Nebula tıpkı bir güle benzediğinden dolayı bilim adamları tarafından Gül şeklini andıran gaz bulutu manasında “Rosette Nebula” olarak isimlendirilmiştir. Rosette Nebula geniş bir toz ve gaz kütlesidir ve Dünya’dan yaklaşık olarak 5,200 ışık yılı uzaklıkta ve çapı yaklaşık 130 ışık yılıdır. Ve görünümü ise tıpkı Kur’an’da belirtildiği gibi erimiş bir yağ gibi kıpkırmızı bir gül şeklindedir.
Günümüzdeki teknolojik gözlem araçları ile ancak ortaya çıkarılabilen bu gerçeğin bilim ve tekniğin olmadığı bir asırda, okuma yazma dahi bilmeyen bir insan tarafından haber verilmesi sizce ne manaya gelmektedir. Evet madem o asırda yaşamış okuma yazma bilmeyen bir insanın böyle bir haber vermesi mümkün değildir. O halde Kur’an Allah’ın ezeli kelamı ve bu haberi bizlere getiren zat da (a.s.m) onun elçisidir. İnandık ve itaat ettik.

KAT MÜLKİYETİNDE YÖNETİM PLANI







KAT MÜLKİYETİNDE YÖNETİM PLANI

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...