02 Nisan 2016

II. VATİKAN KONSİLİ VE HOŞGÖRÜ-DİYALOG TOPLANTILARI



II. VATİKAN KONSİLİ VE HOŞGÖRÜ-DİYALOG TOPLANTILARI

4-5 yıldır memleketimizde hoşgörü ve diyalog toplantıları ll. Vatikan Konsili’nde alınan kararların bulunduğu “Kilisenin Hıristiyanlık Dışındaki Dinlerle Münasebetlerine Dair Beyanname” çerçevesinde yapılan çalışmaların neticesidir.
Nitekim 1965’te sona eren Vatikan Konsili ile Papalık, tarihinde ilk defa olarak Müslümanlarla diyalog kurmaktan bahsetmektedir.
Papa Vl. Paul’e kadar müslümanlar aleyhine beddua eden, müslüman memleketleri sömürgeleştirmeleri için Batılı hıristiyan devletleri teşvik eden, müslümanları hıristiyanlaştırmak için hem şiddeti hem de misyonerliği kullanan Papalık ll. Konsülden sonra niçin diyalogtan bahsetmeye başladı?
Diyalog çağrısının yapıldığı yıllar gözden geçirildiğinde görülecektir ki, Hıristiyan Batı’nın siyasi hakimiyeti, ezici teknolojik üstünlüğü ve yıllarca süren misyonerlik faaliyetlerine rağmen 1955-60 ve müteakip senelerde Fas, Tunus, Libya, Fildişi Sahili, Gine, Kamerun, Malaya, Mali, Moritanya, Nijer, Nijerya, Orta Afrika, Senegal, Cezayir ve buna mümasil müslüman ülkeler kanlı mücadeleler neticesinde istiklallerini elde etmiş bulunuyorlardı.
Özellikle 1954-62 yılları arasında Fransa’ya karşı özgürlük hareketine girişen Cezayirli müslümanlar 1 milyon insanı kaybetme pahasına istiklallerini kurtarmışlardı.
Nitekim M. Rodinson (Bilan, s.216) İslam-Hıristiyan yaklaşma teşebbüslerinin “Cezayir harbi sırasında siyasi tercihler arka planı üzerine kurulduğunu” yazar.
Müslümanların istiklal teşebbüslerinin yoğunlaştığı sıralarda Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle’ün müsteşrik Vincent Monteil’e yazdığı mektupta geçen “...Görülüyor ki her şey İslam alemine bağlıdır ve meselelerin meselesi İslamiyet’in kaderidir.” cümlesi Batı siyasi liderlerinin müslümanlarla diyaloğa verdikleri ehemmiyetin bir delilidir.
Tarih hıristiyanların acımasız soykırımları ile doludur. Endülüs’te o kadar çok müslümanı katlettiler ki bugün o beldelerde o nesilden bir tek müslüman dahi yaşamıyor.
Müslümanlar ve Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm hakkında da pek çok iftiralar savuran kilisenin tesiri ile yetişen Avrupalıların birçok meselede özellikle müslüman milletimiz hakkındaki önyargı ve çifte standartlı tavrının temelinde kilise öğretileri vardır.
Binaenaleyh güç kullanma ve soykırım yöntemleri ile müslüman memleketleri istila edemeyeceğini anlayan hıristiyanlar misyonerlik faaliyetleri için yeni bir kisve bulmak zorunda kalmışlardır. ll. Konsil’in ürünü olan ve Papalıkça yayınlanan “Hıristiyanlarla Müslümanlar Arasında Kurulacak Diyalog İçin Yönlendirmeler” isimli kitap incelendiğinde görülecektir ki maksat hıristiyanlara müslümanlara yeni yaklaşım tarzını öğretmektir.
Hermann Stieglecker’in şu sözleri bunun ispatıdır:
“Şimdiye kadar hıristiyanlar, İslâm’a hücum etmek yahut ona karşı kendilerini savunmak için kılıç çektiler. Çoktan beri kılıcı kınına koyduk ve müslümanları, Hıristiyanlığı sevdirmeye yönelmiş bir dini sevdirme gayreti sergiledik; fakat bu kılıcı ve kını imha etmek gerekir ve bizim, Hıristiyanlığı anlatma gayretlerimiz de tamamen gözden geçirilmelidir. Önce Efendimiz (Hz. İsa)’nın bize bıraktığı silah olan sevgiye dönmeliyiz. Müslümanların kalplerine ulaşabilmemiz ancak bununla mümkün olacaktır. Şu halde İslâm dininin inançlarını derinlemesine bilmek ve müslümanın dinî psikolojisini kavramakla işe başlamak gerekir.”
ll. Konsil’in yayınladığı metinde ısrarla ve itina ile İslam kelimesi yerine Müslümanlar tabiri kullanılmıştır. Bundan da anlaşılmaktadır ki, İslâm dinine hiçbir hoşgörü beslemedikleri halde müslümanlara yaklaşarak hıristiyanlığı aşılamak ve yaymak gayesi gütmektedirler.

Fethullah Gülen’in Papa’ya “dinlerarası diyalog için papalık konseyi misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz” demesi 4-5 yıldır yapılan küfrün hoşgörülmesi toplantılarının kime hizmet ettiğini alenen göstermeye yeter ve artar bile...
Katolik kilisesinin bu taktik değişikliğine rağmen Ortodoks kiliselerinin himayesindeki Sırpların Bosna ve Kosova’da, Rusların Çeçenistan’da uyguladığı soykırım göstermektedir ki Ortodoks kilisesi hıristiyanlığı yaymak için klasik taktiğini uygulamaya devam etmektedir.
Ortodoksların Katolik ve yahudilerle diyalog toplantılarını desteklemesinde iyi niyet aranmasına sebep teşkil edebilecek hiçbir olay mevcut değildir.
Vatikan’ın, dinlerarası diyaloğu gündeme getirmesinin üç sebebi vardır:
1- Katolik kilisesinin dışa açılmasını, yeni yapılanmalara ayak uydurmasını sağlamak.
2- Hıristiyan kiliseleri arasındaki husumeti gidermek ve yeni bir işbirliği içine girmek.
3- Haçlı seferlerinin ve misyoner faaliyetlerinin hafızalardan silinmeyen kötü izlerini yumuşatmak ve hıristiyanlığı dünya insanına daha sevimli göstermek.
Binaenaleyh, hıristiyanların, haçlı seferleri ve misyonerlik faaliyetleri denemelerinden sonra, diyalog metodunu gündeme getirmeleri şüphelidir. Yine hıristiyanlık faaliyetlerine devam ettikleri malûmdur.
II. Vatikan konsilinde ele alınan bazı konular bu şüpheleri haklı çıkarmaktadır.
Matta incilinde ifade edilen ve hıristiyan misyonerliğinin felsefesini oluşturan (28/18-20) “Bütün insanları hıristiyan yapıncaya kadar kilisenin görevinin devam edeceği” görüşü esas alınmıştır.
Hıristiyan olmayan insanlara karşı sıcak, sempatik, daha hoşgörülü ve sevgi ile yaklaşılmasına dair alınan prensip kararı bu faaliyetin misyonerlik boyutudur.
Hıristiyan olmayanlarla münasebet Sekretaryası’nda görev alan ruhaniler eski uzman misyonerlerden seçilmiştir.
İslâm’dan uzaklaşmış müslümanları diyalog ve sempati yoluyla kolayca hıristiyanlaştırmaya çalışmaktadırlar.
Diğer taraftan istiklal mücadelesi yapan müslümanları dünyaya kötü göstermek ve karalamak için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Hülâsa olarak; hıristiyan alemi müslüman memleketlerin üzerinde oynadıkları oyunlarla bu memleketlerin geri kalması, terakki etmemesi hatta anarşi ve terör ile parçalanması için her yolu denemişler, ülkemizde de dinimizi ve vatanımızı parçalamak isteyen bölücü ve yıkıcı faaliyetlere yıllar yılı destek vermişlerdir.
Özellikle Güneydoğu Anadolumuzda büyük bir misyonerlik faaliyeti yürütmekte, Kürtçe ve Türkçe incil dağıtmaktadırlar.

Diyalog toplantılarının tebliğ olduğunu söyleyip küfrü hoş göstermeye çalışıyorlardı. Ama görün ki ne tebliğ yapmışlar, ne de yapacaklar.

Hıristiyanlığı kabul etmeleri için o yörede yaşayan vatandaşlarımıza büyük maddi imkanlar sunan hıristiyan devletlerinin gizli gayesi belli iken, bu misyonerlerin daha rahat çalışması için zemin hazırlamak, aziz vatanımızı kafire peşkeş çekmek değil de nedir?
Hıristiyan ve yahudilerin manevi ve temsili değer atfettikleri Harran, Tarsus gibi İslâm beldelerine bu papaz ve hahamları çağırmak onların gizli emellerine alet olmanın ta kendisidir.
Kafirlerin harp ile yapamadığını, bu perde arkasından yapmaya çalışıyorlar.
Bu millet hilenizi sezecek ve bu güzel vatanı başınıza dar getirecektir.
Âyet-i kerime’de:
“Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” buyuruluyor. (Mâide: 51)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin duâsı Kur’an-ı kerim’de şöyle geçmektedir:

“Allah bana yeter, O’ndan başka ilâh yoktur. O’na tevekkül ederim, O büyük arşın sahibidir.” (Tevbe: 129)

Ashâb-ı Kehf Kıssası:



Ashâb-ı Kehf Kıssası:

Tarsus’ta birçok peygamber ve Ashâb-ı kehf olması ise bu iş için niçin orasının seçildiğini anlatmaya yeter. Amma ne Tarsus’ta bulunan Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz, ne diğer Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz, ne de Ashâb-ı kehf yahudi veya hıristiyan değillerdi. 
Gerçek mânâda Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idiler.
İsa Aleyhisselâm’ın zamanından sonra Tarsus’ta Dakyanus isminde zâlim bir kral halkı putlara tapmaya zorluyor, inanan kişileri işkencelerle yıldırmaya ve vazgeçirmeye çalışıyordu. Nihayet inananlara karşı baskısı iyice arttı. Bu durumu gören bir grup şuurlu genç çok üzüldüler. Zâlim krala maddeten karşı koyma imkânları mevcut olmadığından, dinlerini ve inançlarını baskıdan kurtarmak ve korumak için şehri terkettiler ve bir mağaraya sığındılar. Yangın alevi gibi etrafı sarmış olan fitneden kaçıp kurtuldular.
Allah-u Teâlâ onlara bir uyku verdi ve üçyüzdokuz sene hiçbir şeyin farkına varmadan uyuyup kaldılar. Sonra Allah-u Teâlâ onları uyandırdı. Onlar bir gün veya daha az uyuduklarını zannettiler.
Allah-u Teâlâ Kehf sûre-i şerif’inin onsekizinci Âyet-i kerime’sinde “Ashâb-ı kehf” yani “Mağara arkadaşları” adı verilen bu iman kahramanı gençlerin hikayesini beyan etmekte ve Azamet-i ilâhî karşısında bu hadisenin pek de şaşılacak bir şey olmadığını haber vermektedir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Yoksa sen Ashâb-ı kehf’i ve Rakîm’i, bizim şaşılacak âyet (mucize)lerimizden mi sandın?” (Kehf: 9)
Hayır! Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Onların uzun müddet hayatta kalmaları bizim mucizelerimizden ve kudretimizin delillerindendir. Hayret verici olmasına rağmen bunu sakın Rabbinin en harikulâde mucizesi olduğunu sanma. 
Rabbin ona benzemez daha neler yapmış ve neler yapacak!
Gerçekten de Allah-u Teâlâ’nın akıllara durgunluk veren diğer birçok kudret harikaları vardır.
Göklerin ve yerin yaratılması, gece ile gündüzün değişip durması, güneş, ay ve yıldızların musahhar kılınması, bunların da dışında kalan ve Allah-u Teâlâ’nın kudretini gösteren büyük birçok deliller şüphesiz ki daha çok şaşırtıcıdır.
“Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı.” (Kehf: 10)
Onlar sırf imanlarını muhafaza etmek için kavimlerinin arasından ayrıldılar ve mağaraya sığındılar.
Ve orada Allah-u Teâlâ’ya şöyle yalvardılar:
“Ey Rabbimiz! Bize kendi katından rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl.” (Kehf: 10)
İçerisinde bulundukları zor durumdan kurtulmak için, Allah-u Teâlâ’dan kendilerine hayırlı bir çıkış yolu istediler.
Zât-ı akdes’ine gönülden iltica eden bu iman kahramanlarına da Allah-u Teâlâ ikram ve ihsanda bulunmuş, asırlarca onları mağarada uyutarak kıyamete kadar beşeriyete bir hatıra bırakmıştır.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Bunun üzerine biz de mağarada nice yıllar onların kulaklarına perde koyduk.” (Kehf: 11)
Burada bir teşbih yapılmıştır. Kulaklarına perde koymaktan maksat, seslerin uyanmalarına sebep teşkil etmeyecek şekilde derin bir uykuya daldırılmalarıdır. 
O sayede o mağarada rahat rahat uyudular. Harici seslerden müteessir olup uyanmadılar.
“Sonra onları uyandırdık ki, iki taraftan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap edeceğini belirtelim.” (Kehf: 12)
Uyandıkları zaman, mağarada kaldıkları müddet hakkında ihtilâfa düştüler. Bir kısmı “Bir gün veya daha az” kaldıklarını söyledi, diğerleri ise: “Rabbimiz ne kadar kaldığımızı daha iyi bilir.”dediler.
Böylece âcizlikleri açığa çıksın da işlerini Rablerine havale etsinler. Cesetlerini ve imanlarını koruduğunu çok iyi şekilde anlamış olsunlar. Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametinin yüceliğine olan imanları daha da güçlenmiş olsun.
Allah-u Teâlâ Ashâb-ı kehf’in mağaraya niçin çekildiklerini ve orada nasıl kaldıklarını, sonra da nasıl uyarıldıklarını daha teferruatlı bir şekilde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bildirmektedir:
“Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz.” (Kehf: 13)
Eksik ve fazla olmaksızın doğru bir şekilde hikaye ediyoruz.
“Onlar Rablerine inanmış gençlerdi.” (Kehf: 13)
Aralarında bulundukları birçok kimseler gibi küfre düşmüş, şirk koşmuş değildiler. Onların imanı ilhâmın, ilâhî cezbenin neticesiydi.
“Biz de onların hidayetlerini artırdık.” (Kehf: 13)
Onlar ihlâs ve sadâkatle iman ettikleri için, Allah-u Teâlâ da onların imanlarına iman kattı, hak din üzerinde sâbit kıldı, bâtıla boyun eğdirmedi. Kalplerinde şüphe ve nifaka yer kalmadı.
“Kalplerini kuvvetlendirdik.” (Kehf: 14)
Böylece onlar çekinmeden ve korkmadan imanlarını açıktan açığa ortaya koydular. Allah-u Teâlâ’nın onlara ikram ettiği imanın izzetine erdiler.
“Ayağa kalkarak dediler ki: Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O’ndan başkasını ilâh olarak çağırmayız. Yoksa andolsun ki gerçek dışı söz söylemiş oluruz.” (Kehf: 14)
Daha sonra hassasiyetle kendi kavimlerinin durumları üzerine eğildiler. Âkıbetlerinin vehametini ve gittikleri yolun yanlış bir yol olduğunu belirttiler:
“Şu bizim kavmimiz O’nu bırakıp başka ilâhlar edindiler. Onların ilâh olduğuna dâir apaçık bir delil getirmeleri gerekmez mi? Allah hakkında yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?” (Kehf: 15)
Allah-u Teâlâ bu durumdan münezzehtir ve çok yücedir. Bu iddiâda bulunanlar ise zâlimlerin en zâlimi, onların çekecekleri azap da azapların en büyüğüdür. Çünkü zulüm, azabı gerektiren bir suçtur.
Zâlim ve kâfir bir toplulukta hidayeti bulan ve fakat imanlarını açıkça ilân ettikleri takdirde kendilerine hayat hakkı olmadığını anlayan bu iman kahramanı gençler için; dinleri uğruna kaçıp Rablerine sığınmaktan başka çare yoktu. Dünya hayatının süsü ve lüksü yerine mağarada yaşamayı tercih ettiler.
Kavimlerinden nefretle ayrıldıktan sonra kendi aralarında durumlarını görüştüler ve en sonunda hep birlikte karar verdiler:
“Onlara: ‘Madem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin ve işinizde size bir kolaylık hazırlasın.’ denildi.” (Kehf: 16)
Çünkü iman nurunun, sonunda Rahman olan Allah-u Teâlâ’nın rahmetine kavuşturacağı şüphesizdir.
Onlar bu sözlerini Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve keremine olan güvenleri, Rablerine tevekkülleri, rahmetini kuvvetle ümit etmeleri sebebiyle söylemişlerdi.
Bu da Allah-u Teâlâ’nın onlara ikram ve ihsanda bulunduğunu, böylece sözleriyle ve yaşayışlarıyla zâtını tanıyan kimseler olarak hareket ettiklerini, marifetlerinin kemâlini göstermektedir.
Mağaraya girdikten sonraki durumlarına gelince;
Allah-u Teâlâ kudretinin bir nişanesi olarak onları orada derin bir uykuya daldırdı. Uzun yıllar boyunca hiç uyanmadılar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Güneşi görürsün ki, doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder, batınca da onların sol tarafını kesip geçer.” (Kehf: 17)
Yani güneş doğduğu zaman, mağaraya giren kişi batıya doğru döndüğünde sağa doğru yatık geçiyor ve güneş ışıkları mağaranın içinde bulunanlara değmemiş oluyor. Allah-u Teâlâ oradakilere bir lütuf olarak güneşi hafif kaydırmak suretiyle geçiriyor.
Güneş batarken, mağaranın güneyinden geçmek suretiyle yine kendilerine değmiyor. Değse değse son olarak batış sırasında sol taraftan gelen yönden biraz kırkar geçer. Güneşin sıcağı orada yatanların üzerine isabet etmez ve onlara eziyet vermez.
Allah-u Teâlâ’nın takdiri güneşi onlardan uzak tutmasaydı, mutlaka onlara değerdi.
“Onlar mağaranın genişçe bir yerinde idiler.” (Kehf: 17)
Orada lâtif bir hava ile, güzel rüzgarların kendisine isabetiyle rahatça yatıp duruyorlardı. Bütün gün boyunca gölgede idiler. Güneş ne doğarken ne de batarken onlara ulaşmıyordu. Mağara gayet sağlıklı bir havaya sahipti. Çünkü hem güneş ışığı alıyor, hem de havalanıyordu. Elbiseleri dahi eskimemiş, çürümemişti.
“Bu, Allah’ın âyetlerindendir.” (Kehf: 17)
Güneş, ışıklarıyla onların yanına kadar yaklaşıyor, sağa sola kaymak suretiyle üzerlerine değmiyor ve onlar da böylece oldukları yerde kalıyorlar. Ölmüyor ve hareket ediyorlar.
Bu ise Allah-u Teâlâ’nın kudretine ve ilminin yüceliğine işaret eden mucizelerdendir. Artık “Böyle bir şey olabilir mi?” diye tereddütte bulunmaya mahal yoktur.
“Allah kime hidayet ederse, o kimse hak yoldadır.” (Kehf: 17)
Nitekim Ashâb-ı kehf böyledir.
“Kimi de sapıklığında bırakırsa, artık ona doğru yolu gösterecek bir dost bir mürşid bulamazsın.” (Kehf: 17)
Ashâb-ı kehf gibi keramet ve fazilet sahiplerinin irşad ve ikazlarıyla yola gelmemiş, böylece de iman ve İslâmiyet’ten ayrı kalmışlardır. Artık onu hiç kimse hak yola sevkedemez.
Mağaradaki hayret dolu sahneler Âyet-i kerime’lerde şu şekilde anlatılmaktadır:
“Sen onları uyanık sanırsın, halbuki onlar uykudadırlar.” (Kehf: 18)
Uyudukları halde bir başkası bakacak olsa, gözleri açık olduğu için onların uyumadıklarını ve kendi kendilerine dinlendiklerini, öğle vakti istirahat uykusuna çekildiklerini sanırdı.
“Biz onları sağa ve sola çevirirdik.” (Kehf: 18)
Ki nesimî hava vücutlarının her tarafına isabet etsin ve daima bir tarafları üzerine yatıp da bundan müteessir olmasınlar. Vücutları çürümesin, kan dolaşımı aksamasın.
“Köpekleri de mağaranın giriş yerinde iki kolunu uzatıp yatmaktaydı.” (Kehf: 18)
Kıtmir adındaki köpek de kendilerini takip etmiş, defalarca kovmalarına rağmen arkalarından ayrılmamıştı. Onların bereketi köpeklerine de sirayet etti, onlara gelen uyku köpeklerine de geldi. İşte bu durum, sâlih kimselerle birlikte olmanın faydasıdır. Bu bakımdan bu köpeğin güzel hatırası da kalmış oldu.
Bütün köpeklerde olduğu gibi, onların köpekleri de mağaranın kapısına yakın, dirseklerini kapıya doğru uzatmıştı. Sanki onlara bekçilik yapıyordu.
Allah-u Teâlâ bu iman kahramanlarına öyle bir heybet vermişti ki, kendilerine bakmaya kimse cesaret edemezdi. Gözleri öyle açıktı ki, sanki konuşmak ister gibi bir durumda idiler. Nefesleri inip çıkıyordu.
“Onları bir görseydin, mutlaka dönüp giderdin ve için korkuyla dolardı.” (Kehf: 18)
Bu ise Rablerinin bir tedbiri neticesi olup, kimsenin onları rahatsız etmemesi, uyumalarını dilediği süre bitinceye kadar kimsenin onlara dokunmaması içindir. Bu sebepledir ki, onların sığınakları bu kadar uzun süre dış dünyaya gizli kaldı.
Mağarada asırlarca uyuyup kalan Ashâb-ı kehf hazerâtı, aynı mucizevî yolla uykularından uyandırıldılar.
“İşte böyle! Kendi aralarında birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırıp kaldırdık.” (Kehf: 19)
Mağarada ne kadar kaldıkları nazar-ı itibara alınarak ilâhî himayeye mazhar oldukları güzelce anlaşılsın, kudret ve azameti hakkındaki imanları daha ziyade artsın, böylece de bazı hikmetler açığa kavuşmuş olsun.
Uyandıkları zaman ne kadar yattıklarını bilmiyorlardı. Önce gözlerini oğuşturdular.
“İçlerinden biri: ‘Ne kadar kaldınız?’ diye sordu.” (Kehf: 19)
Tıpkı derin bir uykudan uyanan insanın hali gibi.
Onlardan bazıları:
“Bir gün, yahut günün bir parçası kadar!’ dediler.” (Kehf: 19)
Çünkü onlar güneşin doğacağı sırada mağaraya girmiş, güneşin batacağı zaman uyanmış oldukları için böyle sanmışlardı. Güneşi henüz batmamış görünce: “Yahut günün bir parçası kadar.” ifadesini kullanmışlardı. Asırlarca uyuduklarını anlayamadılar. Henüz yatmış oldukları günde bulunduklarını sandılar.
Kimi öyle dedi, kimi böyle dedi. Sonra baktılar, bu hususta uzun söz etmenin lüzumsuzluğunu anladılar.
“Dediler ki: ‘Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir.” (Kehf: 19)
Arkasından kendileri için daha önemli olan bir mevzuya geçtiler. Bu ise yiyecek ve içecek ihtiyaçları idi.
Bunun için şöyle dediler:
“Şimdi siz birinizi şu gümüş para ile şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size yiyecek getirsin.” (Kehf: 19)
Yani şehir halkından hangisinin yiyeceği temiz, helâl ve ucuz ise seçsin, ondan bize azık alıp getirsin.
“Fakat çok dikkatli davransın.” (Kehf: 19)
Kimsenin onu tanımaması için mümkün olduğunca kendisini gizlesin.
“Ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.” (Kehf: 19)
Eğer şehir halkından bir kimse onun farkına varırsa, haberimiz şehre yayılır, başımız derde girer. Onun için, bilmeden sakın bizi ele verecek bir davranışta bulunmasın!
Daha sonra bu tavsiyelerinin sebeb-i hikmetini şöylece dile getirdiler:
“Çünkü onlar, eğer farkına varırlarsa sizi taşla öldürürler veya kendi dinlerine döndürürler.” (Kehf: 20)
Siz bunu istemeseniz bile onlar bunu zorla yaparlar. Sizi de kendileri gibi dinden imandan mahrum bırakırlar.
“Böyle bir durumda aslâ kurtuluşa eremezsiniz.” (Kehf: 20)
Taşlanarak öldürüldüğünüz takdirde şehit olur kurtulursunuz, fakat dönüp kâfir olursanız dünyada kurtulamayacağınız gibi, ahirette de aslâ kurtulamayacaksınız.
Bu kesin kararlı yiğitler, zorlanma durumuna düşmekten son derece sakınmak için bu sözleri söylediler.
Çünkü halkın bâtıl dinine karşı çıkmışlar, putperest bir şehirden kaçmışlardı. Şehirdeki rejim onları öldürmese de, eziyet ederek inançlarından döndürmeye çalışabilirdi.
İman kahramanları uykudan uyanınca, Âyet-i kerime’de beyan buyurulduğu üzere, şehirden yemek getirecek kimsenin programını tertip edip, içlerinden birisinin gidip gelmesini münasip gördüler.
Gönderilen genç ana yoldan başka yollarda yürüdü ve şehre vardı. Kendisinin bildiği şehirle ilgili hiçbir şey göremedi, halktan hiç kimseyi tanıyamadı. Şehirden ayrılışlarının üzerinden uzun bir zaman geçmiş olduğunu sanmıyordu. Amma onlardan sonra nice değişiklikler olmuş, onların toplumu gitmiş, başka bir toplum gelmiş, onların şehrinin yerine başka bir şehir doğmuştu. Kendi kendine hayret ederken, o da tabii olarak ilgi çekiyordu. Çünkü asırlar öncesinin kıyafetini giymişti ve günün lehçesinden farklı bir lehçe ile konuşuyordu.
Bu şehirden bir an önce çıkmak gerektiğini düşünerek, yiyecek satan bir dükkana girdi. Yanındaki parayı uzattı ve kendisine yiyecek vermesini istedi. Adam paranın üzerinde Dakyânus’un resmini görünce hayret etti. “Sen bu parayı nereden aldın? Herhalde bir define buldun!” dedi.
O ise kendisinin bu şehir halkından olduğunu, bir gün önce buradan ayrıldığını söyledi. Çarşıdakiler onu deli sandılar, yaka paça tutup kralın huzuruna çıkardılar.
İlâhî takdir öyle tecelli etti ki, o derece sakınmalarına rağmen Allah-u Teâlâ bu şekilde onları tanıttı. Gidenin elindeki para yakalanmalarına sebep oldu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Böylece onlardan haberdar ettik.” (Kehf: 21)
Hikmet gereği onları uyutup uyandırdığımız gibi, insanların onları görmelerini sağladık.
“Ki, Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu, kıyametin geleceğinde hiç şüphe bulunmadığını bilsinler.” (Kehf: 21)
Kral, İsa Aleyhisselâm’ın dinine inanmıştı. Topluluğun büyük bir çoğunluğu da hıristiyanlığı kabul etmesine rağmen putperestliğin izleri etkisini sürdürüyordu. Ahireti inkâr edenler olduğu gibi, bu hususta şüpheye düşenler de vardı ve münakaşa sürüp gidiyordu.
Kralın huzuruna çıkarılan gence yöneltilen sorular üzerine onun, imanlarını korumak için yıllarca önce şehirden kaçan müminlerden birisi olduğu anlaşıldı. Haber şehirde hemen yayıldı. Halk onların asırlar boyunca mağarada uyuduklarını anladılar.
Daha sonra yanlarına o genci de alarak mağaraya doğru gittiler. Şehir halkı topluca mağaranın yanına vardıklarında mümin genç: “Önce ben gireyim de arkadaşlarıma haber vereyim.” dedi. İçeri girerek durumu onlara bildirince, ruhlarının kabzolunmasını Allah-u Teâlâ’dan istirham ettiler. O anda ruhları kabzolundu, cesetleri dahi halkın gözünden kayboldu.
Böylece Ashâb-ı kehf kıssası, öldükten sonra dirilmenin ve haşrin mümkün olacağına dair açık ve kesin delil olmaktadır. Çünkü üçyüz sene kadar uyuduktan sonra Ashâb-ı kehf’i uyandırmaya gücü yeten Allah-u Teâlâ’nın bu halkı da öldükten sonra diriltmeye gücü yeter.
Onların uyuyup da sonra uyanmaları, önce ölüp sonra da dirilmeye benzer bir durumdur. Ölülerin tekrar hayat bularak mahşere sevkedileceklerine dair göz ile görülen canlı bir numunedir.
Mağaranın önünde biriken halk onlar hakkında çekişip durmaya başladılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nitekim halk o sırada onların durumları ile ilgili olarak kendi aralarında tartışıyorlardı.” (Kehf: 21)
Allah-u Teâlâ Ashâb-ı kehf’i ikinci defa öldürdüğü zaman, bunları nasıl gizleyecekler ve bulunmalarına nasıl engel olacaklardı?
Bir kısım kimseler:
“Onların üzerine bir bina yapın!’ dediler.” (Kehf: 21)
Hem muhafaza edilmiş olurlar, hem de bu onlar için bir alâmet olsun.
Halbuki onların yerlerinin insanlar tarafından bilinmesine ihtiyaç yoktur.
“Rableri onları daha iyi bilir.” (Kehf: 21)
Durumlarını iyi bilen ve çoğunluğu teşkil eden müslümanlar ve idarecileri ise içinde namaz kılacakları, Allah-u Teâlâ’ya ibadet edecekleri ve onların Allah katındaki değerleri ile bereketlenecekleri bir mescid yapmak istediklerini söylediler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onların işine vâkıf olanlar ise: ‘Biz bunların üzerine mutlaka bir mescid yapacağız!’ dediler.” (Kehf: 21)
Nitekim mağaranın kapısı yanında bir mescid yapılmıştır.
Binaenaleyh bu iman kahramanlarının her biri Allah-u Teâlâ’yı bir tanıyan birer müslümandı. Yahudi de değildi, hıristiyan da değildi. Onlar müslüman olarak mağaraya sığınmışlardı.
Hıristiyan olsalardı oraya kilise yapılırdı, müslüman oldukları için mescid yapıldı.
Bu yapılanlar doğrudan doğruya münafıkların, hıristiyanların ve yahudilerin oyunudur.
Allah-u Teâlâ Ashâb-ı kehf’in sayısı hakkında halkın ihtilâf ettiklerini bildirerek üç ayrı görüşü Âyet-i kerime’sinde nakletmektedir:
“Onlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir.’ diyecekler.” (Kehf: 22)
Bunu hiçbir bilgiye dayanmadan, zanlarına göre konuşuyorlardı.
“Beştir, altıncıları köpekleridir.’ diyecekler. Bunlar gaybı taşlamaktır.” (Kehf: 22)
Buyurularak, sayılarına dâir tahminler “Karanlığa taş atma” olarak belirtilmektedir.
“Yedidir, sekizincisi köpekleridir.’ diyecekler.” (Kehf: 22)
Bu söz ise, öncekiler gibi delilsiz zanna dayanan bir söz değildir. Gerçeğin kendisi olmasa bile, ona en yakın olan sözdür.
“De ki: ‘Rabbim onların sayısını daha iyi bilir.” (Kehf: 22)
Gerçek bilgi O’nun katındadır. En güzel söz, meseleyi O’nun bilgisine havale etmektir.
“Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır.” (Kehf: 22)
Allah-u Teâlâ o az kişiyi, bu bilgiye bu delillerle şâhit getirmek için muvaffak kılmıştır.
“Onun için, onlar hakkında ortaya konulandan fazlası ile bir münâkaşa yapma. Ve onlar hakkında kimseye bir şey sorma.” (Kehf: 22)
Bu kıssada asıl bahis mevzuu olan nokta, uyuyanların sayısı değil, durumlarındaki ibret hususudur.
Zâlim putperest bir kraldan kaçıp imanlarını kurtarmak pahasına dünya nimetlerini terkeden bu iman kahramanlarının mağarada ne kadar uyudukları hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar, mağaralarında üçyüz yıl kaldılar. Dokuz yıl da ilâve ettiler.” (Kehf: 25)
Allah-u Teâlâ onları uyutup yeniden uyandırdığı ve o zamanki insanları onların durumundan haberdar kıldığı sürenin miktarı ay yılıyla üçyüz dokuz senedir. Ki bu, güneş yılıyla üçyüz sene eder. Zira ay yılıyla güneş yılı arasında her yüz senede üç senelik fark vardır. Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ “Üçyüz” dedikten sonra “Buna dokuz daha kattılar.” buyurmaktadır.
“De ki: Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O’nundur.” (Kehf: 26)
Çünkü yer ve göklerin yaratıcısı, kâinatın yöneticisi O’dur. Yer ve göklerin sırlarını bilen, şüphesiz ki bu hadiseyi de lâyıkıyle bilir.
“O ne güzel görür ve ne güzel işitir!” (Kehf: 26)
Görmediği hiçbir şey bulunmaz, işitmediği hiçbir söz, duâ ve niyaz yoktur. Nasıl olur da herhangi bir şey O’na gizli kalabilir?
“Onların O’ndan başka dostu yoktur.” (Kehf: 26)
Onların işlerini üstlenen ve idare eden O’dur. İnsanlar bu durumda olduklarına göre, bu hadiseyi O’nun bildirmesi olmadan nasıl bilebilirler?
“O, kendi hükmüne hiç kimseyi ortak yapmaz.” (Kehf: 26)
Emretmek de yaratmak da yalnız O’na mahsustur. Hüküm verirken hiç kimseyi ortak kabul etmez. Her neye hükmetse, kendi mülkünde hükmettiğinden hükmünde müstakildir.
Ashâb-ı kehf kıssasının sonunda Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine yüce Kitab’ını okumasını ve insanlara tebliğ etmesini emir buyurmaktadır:
“Rabbinin Kitab’ından sana vahyedileni oku!” (Kehf: 27)
Onunla amel etmek ve ondaki yüce gizliliklere ulaşmak için oku.
“O’nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur. O’ndan başka bir sığınılacak da bulamazsın.” (Kehf: 27)
Kur’an-ı kerim kıyamete kadar, ilk nâzil olduğu şekliyle devam edecek ve hiçbir surette değişmeyecektir. Ne eksiltilebilir, ne de ona bir şey ilave edilebilir. Onun hükümleri de böyledir.
Bu ikaz görünüşte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hitap ediyor olmasına rağmen, gerçekte kâfirlere böyle bir uzlaşma ümidi taşımamalarını belirtmektedir. Eğer onu bütünüyle kabul etmek istiyorlarsa, âlemlerin Rabbinden vahyolunduğu şekliyle kabul etmek zorundadırlar. Onları memnun etmek için hiçbir harfinde bile aslâ değişiklik yapılacağı düşünülemez.
Nitekim müşrikler Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bu hususta birçok tekliflerde bulunuyorlardı. Onların bu isteklerine muhtelif Âyet-i kerime’lerde sarih olarak cevaplar verilmiştir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, bize kavuşmayı ummayanlar ‘Bize bundan başka bir Kur’an getir, veya bunu değiştir.’ dediler.
De ki: ‘Onu kendiliğimden değiştirmem mümkün değildir. Ben ancak bana vahyedilene tâbi olurum.
Şüphesiz ki eğer ben Rabbime isyan edersem, büyük günün azabından korkarım.” (Yunus: 15)
Allah-u Teâlâ’ya kavuşacaklarını ummayanlardan başkası böyle bir istekte bulunmaz.

Ashâb-ı kehf kıssasını anlatan Âyet-i kerime’lerde, İslâm’ın ilk yıllarında Mekke-i mükerreme’de inananları tedirgin ve huzursuz edip din hürriyeti tanımayan müşriklerin ezâ ve cefâlarına tahammül etmeye çalışan müminleri, aynı zamanda kıyamete kadar gelecek müslümanları teselli etmek üzere Ashâb-ı kehf misal verilmektedir.

ASHÂB-I KEHF HAZERÂTI NE YAHUDİ NE HIRİSTİYANDI,





ASHÂB-I KEHF HAZERÂTI NE YAHUDİ NE HIRİSTİYANDI,
ALLAH’I BİR TANIYAN MÜSLÜMANDI.

Hoşgörünün Kaynağı:

Diyanet Reisi M. Nuri Yılmaz narcıların Urfa’da tertiplediği küfrün hoşgörülmesi, diyalog toplantısından geri kalmamış, hıristiyan ve yahudilerle Tarsus’ta biraraya gelmiş, “İnanç ve hoşgörü çağında dinler” toplantısı tertiplemiştir.
Bu durum ise Zaman Gazetesi’nde on yıl kadar önce yayınlanan aşağıdaki şu haberin gerçekleşmesi demektir:
“Vatikan ve İngiltere Tarsus’u, ABD Patrikhaneyi merkez yapmak istiyor.” (17 Haziran, 1990)
Aynı gazete şimdi küfrü hoşgörü toplantılarının öncülüğünü yapıyor.
Bir tarafta son dört-beş yıldır, patrikhaneyle yakınlaşan ve Amerika’da yaşayan Fethullah Gülen, diğer tarafta yakında Vatikana gidip Papa’yla görüşeceği açıklanan M. Nuri Yılmaz!
Binaenaleyh Vatikan ve İngiltere’nin Tarsus’u, Amerika’nın Patrikhaneyi merkez yapma hayali, yapılan bu diyalog toplantılarıyla gerçekleşmeye doğru uzanıyor.
Yine aynı gazetenin 9 Haziran 1993 tarihli nüshasında “Kiliseden sinsi tuzak; İslâmi değerlere saygılı görünerek müslümanlara hıristiyanlığı anlatacaklar...” şeklinde bir haber yayınlanmıştı.
Buna rağmen yine aynı kesim kiliseyle ortak çalışma yaparak hoşgörü, diyalog, kardeşlik adı altında hıristiyanların bu emellerine bile bile önayak oluyor ve müslümanlara küfrü hoş gösteriyorlar.


Kimleri dost edindiklerine bir bakın!


Yeryüzüne Geliş:





Yeryüzüne Geliş:

Deccalin fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada yeryüzüne inecek ve icraatlarını gerçekleştirecektir.
İsa Aleyhisselâm’ın halen sağ olduğuna, âhir zamanda mutlaka yeryüzüne inerek Muhammed Aleyhisselâm’ın şeriatı ile hükmedeceğine ve Allah yolunda mücadele mücahede edeceğine inanmak farzdır.
Bu husus tevatür derecesine ulaşmış; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabit olmuştur.
Ümmet-i Muhammed’in her asırdaki âlimlerinin ileri gelenleri, İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceği hakkında icmâ etmişler, muhalefette bulunmamışlardır. Ancak bir takım filozoflar inkâra kalkışmışlardır.
İsa Aleyhisselâm’ı çok sevmeli ve gelmesini de beklemeliyiz, ancak henüz daha gelmiş değil. Bu yüzden bu çıkanların hepsi sahtedir, yalancıdır, soytarıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Şüphesiz ki o, kıyametin kopacağını gösteren bir bilgidir.” (Zuhruf: 61)
İsa Aleyhisselâm’ın yeryüzüne inmesi de kıyametin en büyük ve en bariz alâmetlerinden birisidir. Allah-u Teâlâ kıyametin kopmasından az önce onu gökten indirecektir. Onun belirmesi ile kıyametin kopmasının yakın olduğu anlaşılır.
“Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce İsa’ya muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o onlara şâhit olacaktır.” (Nisâ: 159)
Bu ehl-i kitap, âhir zamanda onun nüzulü esnasında hayatta bulunacak olan kitap ehlidir. Yeryüzüne indiği zaman onun vefatından önce bütün ehl-i kitap iman edeceklerdir. O zaman bütün insanlar İslâmiyet’e nâil olacaklar, bir ümmet halinde bulunacaklardır.
İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceğine dair Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; çok sürmez Meryemoğlu İsa âdil bir hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacaktır.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 1018)
Haçı kırması; kendisinin öldürüldüğünü iddiâ edenlerin yalan söylediklerine, dinlerinin bâtıl, İslâmiyet’in hak olduğuna, kendisinin müslümanlığı meydana çıkarmak gibi icraatla o dinleri iptal etmek için indiğine işarettir. Müslümanlıktan başka din kabul etmeyecektir. Dinleri iptal edilip yeryüzünden kaldırılınca, diğer birçok bâtıl inançlarının yanında domuz yeme âdetleri de kaldırılmış olacak.
Cizyeyi kaldırmaktan murad, kâfirlerden onun alınmasının kaldırılıp, İslâm’dan başka hiçbir şeyin kabul edilmemesidir. Çünkü müslümandan cizye alınmaz, zekât alınır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde onun hakkında şöyle buyuruyor:
“Bakalım imamınız kendinizden olduğu halde Meryem oğlu İsâ yanınıza indiği zaman durumunuz nasıl olur?” (Buhari. Tecrid-i Sarih: 1406)
Ebu Ümâme el-Bâhilî -radiyallahu anh-den şöyle rivayet edilmiştir:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bize hitap etti. Deccal’i anarak şöyle buyurdu:
“Sonra Medine şehri, sakinleriyle beraber üç defa sallanacak. Bunun üzerine Medine’de bulunan münafık erkek ve kadınlardan hiç kimse kalmayıp hepsi de Deccal’in yanına gidecekler. Böylece demirci körüğünün demirin kirini pasını giderip attığı gibi Medine de içindeki pisliği dışına atacak ve o güne kurtuluş günü denilecektir.”
Ümmü Şüreyk bint-i Ebi’l-Aker -radiyallahu anhâ-:
“Yâ Resulellah! Peki o gün Araplar nerede olacak?” diye sordu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Araplar o gün az olurlar ve büyük çoğunluğu Beyt’ül-Makdis (Kudüs)te bulunacaklardır. İmamları da sâlih bir insan (Mehdi) olacaktır. Sonra imamları öne geçip kendilerine sabah namazını kıldıracağı sırada Meryem oğlu İsa Aleyhisselâm sabah vaktinde inecektir. Bunun üzerine İsa Aleyhisselâm’ın öne geçip cemaate namaz kıldırması için imam (Mehdi) arka arka yürümeye başlayacak. Fakat İsa Aleyhisselâm elini onun omuzlarına koyacak ve ona:
‘Geç öne namazı kıldır! Zira kamet senin için getirildi.’ diyecektir.
Bunun üzerine imamları (Mehdi) onlara namazı kıldıracaktır.” (İbn-i Mâce: 4077)
Narcılar İsâ Aleyhisselâm bedenen inmeyecek diyorlarmış.
Bir kere bu Hadis-i şerif’leri inkâr ediyorlar. Bu Hadis-i şerif’leri inkâr eden imandan gider.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyuruyor ki:
“Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının.” (Haşr: 7)
Bu beyan, Allah-u Teâlâ’nın fermân-ı ilâhisidir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hadis-i şerif’lerini reddeden kimse bu Âyet-i kerime’yi reddetmiş olur ve imandan kayar.

Aynı zamanda onun geleceği tevatüren de sabittir.

Nezd-i İlâhîye Yükseliş:




Nezd-i İlâhîye Yükseliş:

İsrailoğulları, Romalıların esareti altında zillet içinde yaşıyorlardı. İsa Aleyhisselâm’ın elinden o kadar parlak mucizeleri gördükleri halde, dâvetine icabet etmediler. Çünkü kurtarıcı bir Mesih bekliyorlardı. 
Bu Mesih’in çok mücadeleci bir kişi olacağına ve diğer milletlerin esaretinden kurtararak Yahudileri dünyaya hakim kılacağına inanıyorlardı. İsa Aleyhisselâm’ı çok yumuşak ve merhametli gördükleri için, onun Mesih olduğuna inanmadıkları gibi, davetine kulak vermekten insanları alıkoymaya çalıştılar. 
Fakat başvurdukları her teşebbüs neticesiz kaldı. İman etmek şöyle dursun, Yahya Aleyhisselâm gibi İsa Aleyhisselâm’ı da öldürmeye karar verdiler.
İçlerinden birini inanmış gibi göstererek havarilerin arasına soktular. Toplandıkları yeri ve zamanı öğrenip baskın yapacaklardı.
Fakat Allah-u Teâlâ:
“Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır.” (Fâtır: 43)
Âyet-i kerime’si mucibince, kendi kurdukları tuzağa kendilerini düşürdü, planlarını boşa çıkardı.
Daha sonra Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’ı öldürmek için tuzak kuranlar hakkında bilgi vererek şöyle buyurdu:
“(Yahudiler gizlice) tuzak kurdular. Allah da onların tuzaklarına karşılık verdi. Allah tuzak kuranlara karşılık vermekte en güçlü olandır.” (Âl-i imran: 54)
Onlardan daha sağlam tuzak kurar, onları kendi kazdıkları kuyuya düşürür. Cezaya çarpılanın nereden geldiğini bilemeyeceği bir şekilde ceza vermeye en çok muktedir olandır.
Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü İsa Aleyhisselâm’a vahiyle durumu haber verdi, tuzak hazırlayanların bu tuzaklarını nasıl başarısızlığa uğrattığını açıkladı.
“O vakit Allah şöyle buyurdu: ‘Ey İsa! Ben seni eceline yetireceğim ve seni nezdime yükselteceğim.’” (Âl-i imran: 55)
Allah-u Teâlâ bu beyanı ile İsa Aleyhisselâm’ı yahudilerin elinden kurtaracağını ve kendisine hiçbir eziyet edilmeden, sağ salim göklere kaldıracağını müjdelemektedir.
“Seni inkâr edenlerden tertemiz ayıracağım.” (Âl-i imran: 55)
Artık onlarla bir ilgin kalmayacak, onlar sana bulaşamayacaklar.
“Sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstünde tutacağım.” (Âl-i imran: 55)
Bu müjde müslümanlara aittir. Çünkü hem İsa Aleyhisselâm’a hem de diğer bütün peygamberlere gerçek mânâda tâbi olanlar Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmetidir.
“Sonra da dönüşünüz bana olacak.” (Âl-i imran: 55)
İnananların da inkâr edenlerin de gidecekleri yer kıyamet gününde Allah-u Teâlâ’nın mahkeme-i kübrasıdır.
“İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.” (Âl-i imran: 55)
İhtilaflarda kimlerin haklı, kimlerin haksız olduğu o gün apaçık tecelli edecek. Mümin ve muvahhid olanlar ebedî olarak mükâfata erecekler, münkir ve müşrik olanlar da ebedî azaplarla cezalanacaklar.
“İnkâr edip kâfir olanları, dünyada da âhirette de şiddetli bir azaba çarptıracağım. Onların hiç yardımcıları da olmayacak.” (Âl-i imran: 56)

Onlardan herhangi birini ilâhi azaptan kurtaracak bir fert de bulunmayacak.

Büyük Bir Müjde:





Büyük Bir Müjde:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ism-i şerifleri ve vasıfları Tevrat’ta da İncil’de de yazılı bulunuyordu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, ümmî Peygamber’e uyarlar.” (A’raf: 157)
Yahudiler Tevrat’ta hıristiyanlar İncil’de âhir zaman peygamberinin vasıflarını gördüler ve onun gelmesini beklediler. Her nesil bunu kendinden sonra geleceklere anlattı ve geldiği zaman inanmalarını tenbihledi. Bu sebeple her iki zümre de bu peygamberin gelmesini dört gözle bekliyorlardı. Ancak beklenen peygamberin Araplar arasından ve yetim bir kimse olarak gönderildiğini görünce, sırf ırkçılık gayretiyle inkâr ettiler. Halbuki onun gerçekten peygamber olduğunu, kendi oğullarını bilip tanıdıkları gibi tanıyorlar ve gelmesini bekliyorlardı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler.” (Bakara: 146)
Yahudi âlimlerinin Tevrat’tan, hıristiyan âlimlerinin İncil’den birçok sözleri gizledikleri, âhir zaman peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’ın teşrif buyuracağını müjdeleyen âyetleri tamamıyla kaldırdıkları Kur’an-ı kerim’de haber verilmektedir.
Tevrat’ta İsâ Aleyhisselâm’ın gönderilmesine dair verilen müjde, onun gelişiyle gerçekleşmiş oldu. Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğine dair Tevrat’ın verdiği müjdeyi İsa Aleyhisselâm’da tasdik ederek onun geleceğini müjdelemiş ve onun öncüsü olduğunu belirtmişti. Bu, İsa Aleyhisselâm’ın peygamberlik vazifelerinden birisi idi.
İsrailoğulları peygamberlerinin sonuncusu olan İsa Aleyhisselâm; kendi zamanına kadar gelen dînî hayatı tazelemiş, kendisinden sonra gelecek olan Ahmed-i Muhtar’ı açıkça ismiyle duyurmuş, fikir ve kanaatları Hatem-ül Enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm’a meylettirmiş, göğe yükselmeden önce bütün insanlara en büyük müjdeyi vererek şöyle söylemişti:
“Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat’ı tasdik edip doğrulayan, benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.” (Saf: 6)
İsa Aleyhisselâm’ın Tevrat’ı tasdik etmesi, haber verme itibariyledir. Zira Tevrat’ta hem İsa Aleyhisselâm’a hem de son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’a dair haberler vardı. Bu sebepledir ki İsa Aleyhisselâm, Ahmed Aleyhisselâm’ın gelmesinin yakın olduğunu müjdelemek suretiyle bu husustaki haberlerin doğru olduğunu ispatlamıştır.
Ahmed; Allah-u Teâlâ’nın en çok methini yapan kişi mânâsına geldiği gibi, en çok methedilen veya kullar arasından en çok övülen kişi mânâsına da gelir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer bu ümmetten bir yahudi veya hıristiyan beni işitir de sonra benimle gönderilene iman etmeden ölürse, mutlaka cehennemlik olur.” (Müslim: 153)
Bu Hadis-i şerif, Resulullah Aleyhisselâm’ın gönderilmesiyle bütün dinlerin neshedildiğine delildir. Hadis-i şerif’in hükmü yalnız Resulullah Aleyhisselâm’ın zamanında yaşayanlar için geçerli olmayıp, kıyamete kadar her devir insanlarına şâmildir. Çünkü ikinci bir peygamber gelmeyecek, başka bir kitap inmeyecek.

İsa Aleyhisselâm Resulullah Aleyhisselâm’ın geleceğini haber verdiği gibi, Resulullah Aleyhisselâm da İsa Aleyhisselâm’ın tekrar gökten inip geleceğini, ümmetine ona uymasını emredip, ne gibi işler yapacağını da bir bir müjdelemiştir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...