02 Nisan 2016

Ashâb-ı Kehf Kıssası:



Ashâb-ı Kehf Kıssası:

Tarsus’ta birçok peygamber ve Ashâb-ı kehf olması ise bu iş için niçin orasının seçildiğini anlatmaya yeter. Amma ne Tarsus’ta bulunan Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz, ne diğer Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz, ne de Ashâb-ı kehf yahudi veya hıristiyan değillerdi. 
Gerçek mânâda Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idiler.
İsa Aleyhisselâm’ın zamanından sonra Tarsus’ta Dakyanus isminde zâlim bir kral halkı putlara tapmaya zorluyor, inanan kişileri işkencelerle yıldırmaya ve vazgeçirmeye çalışıyordu. Nihayet inananlara karşı baskısı iyice arttı. Bu durumu gören bir grup şuurlu genç çok üzüldüler. Zâlim krala maddeten karşı koyma imkânları mevcut olmadığından, dinlerini ve inançlarını baskıdan kurtarmak ve korumak için şehri terkettiler ve bir mağaraya sığındılar. Yangın alevi gibi etrafı sarmış olan fitneden kaçıp kurtuldular.
Allah-u Teâlâ onlara bir uyku verdi ve üçyüzdokuz sene hiçbir şeyin farkına varmadan uyuyup kaldılar. Sonra Allah-u Teâlâ onları uyandırdı. Onlar bir gün veya daha az uyuduklarını zannettiler.
Allah-u Teâlâ Kehf sûre-i şerif’inin onsekizinci Âyet-i kerime’sinde “Ashâb-ı kehf” yani “Mağara arkadaşları” adı verilen bu iman kahramanı gençlerin hikayesini beyan etmekte ve Azamet-i ilâhî karşısında bu hadisenin pek de şaşılacak bir şey olmadığını haber vermektedir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Yoksa sen Ashâb-ı kehf’i ve Rakîm’i, bizim şaşılacak âyet (mucize)lerimizden mi sandın?” (Kehf: 9)
Hayır! Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Onların uzun müddet hayatta kalmaları bizim mucizelerimizden ve kudretimizin delillerindendir. Hayret verici olmasına rağmen bunu sakın Rabbinin en harikulâde mucizesi olduğunu sanma. 
Rabbin ona benzemez daha neler yapmış ve neler yapacak!
Gerçekten de Allah-u Teâlâ’nın akıllara durgunluk veren diğer birçok kudret harikaları vardır.
Göklerin ve yerin yaratılması, gece ile gündüzün değişip durması, güneş, ay ve yıldızların musahhar kılınması, bunların da dışında kalan ve Allah-u Teâlâ’nın kudretini gösteren büyük birçok deliller şüphesiz ki daha çok şaşırtıcıdır.
“Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı.” (Kehf: 10)
Onlar sırf imanlarını muhafaza etmek için kavimlerinin arasından ayrıldılar ve mağaraya sığındılar.
Ve orada Allah-u Teâlâ’ya şöyle yalvardılar:
“Ey Rabbimiz! Bize kendi katından rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl.” (Kehf: 10)
İçerisinde bulundukları zor durumdan kurtulmak için, Allah-u Teâlâ’dan kendilerine hayırlı bir çıkış yolu istediler.
Zât-ı akdes’ine gönülden iltica eden bu iman kahramanlarına da Allah-u Teâlâ ikram ve ihsanda bulunmuş, asırlarca onları mağarada uyutarak kıyamete kadar beşeriyete bir hatıra bırakmıştır.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Bunun üzerine biz de mağarada nice yıllar onların kulaklarına perde koyduk.” (Kehf: 11)
Burada bir teşbih yapılmıştır. Kulaklarına perde koymaktan maksat, seslerin uyanmalarına sebep teşkil etmeyecek şekilde derin bir uykuya daldırılmalarıdır. 
O sayede o mağarada rahat rahat uyudular. Harici seslerden müteessir olup uyanmadılar.
“Sonra onları uyandırdık ki, iki taraftan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap edeceğini belirtelim.” (Kehf: 12)
Uyandıkları zaman, mağarada kaldıkları müddet hakkında ihtilâfa düştüler. Bir kısmı “Bir gün veya daha az” kaldıklarını söyledi, diğerleri ise: “Rabbimiz ne kadar kaldığımızı daha iyi bilir.”dediler.
Böylece âcizlikleri açığa çıksın da işlerini Rablerine havale etsinler. Cesetlerini ve imanlarını koruduğunu çok iyi şekilde anlamış olsunlar. Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametinin yüceliğine olan imanları daha da güçlenmiş olsun.
Allah-u Teâlâ Ashâb-ı kehf’in mağaraya niçin çekildiklerini ve orada nasıl kaldıklarını, sonra da nasıl uyarıldıklarını daha teferruatlı bir şekilde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bildirmektedir:
“Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz.” (Kehf: 13)
Eksik ve fazla olmaksızın doğru bir şekilde hikaye ediyoruz.
“Onlar Rablerine inanmış gençlerdi.” (Kehf: 13)
Aralarında bulundukları birçok kimseler gibi küfre düşmüş, şirk koşmuş değildiler. Onların imanı ilhâmın, ilâhî cezbenin neticesiydi.
“Biz de onların hidayetlerini artırdık.” (Kehf: 13)
Onlar ihlâs ve sadâkatle iman ettikleri için, Allah-u Teâlâ da onların imanlarına iman kattı, hak din üzerinde sâbit kıldı, bâtıla boyun eğdirmedi. Kalplerinde şüphe ve nifaka yer kalmadı.
“Kalplerini kuvvetlendirdik.” (Kehf: 14)
Böylece onlar çekinmeden ve korkmadan imanlarını açıktan açığa ortaya koydular. Allah-u Teâlâ’nın onlara ikram ettiği imanın izzetine erdiler.
“Ayağa kalkarak dediler ki: Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O’ndan başkasını ilâh olarak çağırmayız. Yoksa andolsun ki gerçek dışı söz söylemiş oluruz.” (Kehf: 14)
Daha sonra hassasiyetle kendi kavimlerinin durumları üzerine eğildiler. Âkıbetlerinin vehametini ve gittikleri yolun yanlış bir yol olduğunu belirttiler:
“Şu bizim kavmimiz O’nu bırakıp başka ilâhlar edindiler. Onların ilâh olduğuna dâir apaçık bir delil getirmeleri gerekmez mi? Allah hakkında yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?” (Kehf: 15)
Allah-u Teâlâ bu durumdan münezzehtir ve çok yücedir. Bu iddiâda bulunanlar ise zâlimlerin en zâlimi, onların çekecekleri azap da azapların en büyüğüdür. Çünkü zulüm, azabı gerektiren bir suçtur.
Zâlim ve kâfir bir toplulukta hidayeti bulan ve fakat imanlarını açıkça ilân ettikleri takdirde kendilerine hayat hakkı olmadığını anlayan bu iman kahramanı gençler için; dinleri uğruna kaçıp Rablerine sığınmaktan başka çare yoktu. Dünya hayatının süsü ve lüksü yerine mağarada yaşamayı tercih ettiler.
Kavimlerinden nefretle ayrıldıktan sonra kendi aralarında durumlarını görüştüler ve en sonunda hep birlikte karar verdiler:
“Onlara: ‘Madem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin ve işinizde size bir kolaylık hazırlasın.’ denildi.” (Kehf: 16)
Çünkü iman nurunun, sonunda Rahman olan Allah-u Teâlâ’nın rahmetine kavuşturacağı şüphesizdir.
Onlar bu sözlerini Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve keremine olan güvenleri, Rablerine tevekkülleri, rahmetini kuvvetle ümit etmeleri sebebiyle söylemişlerdi.
Bu da Allah-u Teâlâ’nın onlara ikram ve ihsanda bulunduğunu, böylece sözleriyle ve yaşayışlarıyla zâtını tanıyan kimseler olarak hareket ettiklerini, marifetlerinin kemâlini göstermektedir.
Mağaraya girdikten sonraki durumlarına gelince;
Allah-u Teâlâ kudretinin bir nişanesi olarak onları orada derin bir uykuya daldırdı. Uzun yıllar boyunca hiç uyanmadılar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Güneşi görürsün ki, doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder, batınca da onların sol tarafını kesip geçer.” (Kehf: 17)
Yani güneş doğduğu zaman, mağaraya giren kişi batıya doğru döndüğünde sağa doğru yatık geçiyor ve güneş ışıkları mağaranın içinde bulunanlara değmemiş oluyor. Allah-u Teâlâ oradakilere bir lütuf olarak güneşi hafif kaydırmak suretiyle geçiriyor.
Güneş batarken, mağaranın güneyinden geçmek suretiyle yine kendilerine değmiyor. Değse değse son olarak batış sırasında sol taraftan gelen yönden biraz kırkar geçer. Güneşin sıcağı orada yatanların üzerine isabet etmez ve onlara eziyet vermez.
Allah-u Teâlâ’nın takdiri güneşi onlardan uzak tutmasaydı, mutlaka onlara değerdi.
“Onlar mağaranın genişçe bir yerinde idiler.” (Kehf: 17)
Orada lâtif bir hava ile, güzel rüzgarların kendisine isabetiyle rahatça yatıp duruyorlardı. Bütün gün boyunca gölgede idiler. Güneş ne doğarken ne de batarken onlara ulaşmıyordu. Mağara gayet sağlıklı bir havaya sahipti. Çünkü hem güneş ışığı alıyor, hem de havalanıyordu. Elbiseleri dahi eskimemiş, çürümemişti.
“Bu, Allah’ın âyetlerindendir.” (Kehf: 17)
Güneş, ışıklarıyla onların yanına kadar yaklaşıyor, sağa sola kaymak suretiyle üzerlerine değmiyor ve onlar da böylece oldukları yerde kalıyorlar. Ölmüyor ve hareket ediyorlar.
Bu ise Allah-u Teâlâ’nın kudretine ve ilminin yüceliğine işaret eden mucizelerdendir. Artık “Böyle bir şey olabilir mi?” diye tereddütte bulunmaya mahal yoktur.
“Allah kime hidayet ederse, o kimse hak yoldadır.” (Kehf: 17)
Nitekim Ashâb-ı kehf böyledir.
“Kimi de sapıklığında bırakırsa, artık ona doğru yolu gösterecek bir dost bir mürşid bulamazsın.” (Kehf: 17)
Ashâb-ı kehf gibi keramet ve fazilet sahiplerinin irşad ve ikazlarıyla yola gelmemiş, böylece de iman ve İslâmiyet’ten ayrı kalmışlardır. Artık onu hiç kimse hak yola sevkedemez.
Mağaradaki hayret dolu sahneler Âyet-i kerime’lerde şu şekilde anlatılmaktadır:
“Sen onları uyanık sanırsın, halbuki onlar uykudadırlar.” (Kehf: 18)
Uyudukları halde bir başkası bakacak olsa, gözleri açık olduğu için onların uyumadıklarını ve kendi kendilerine dinlendiklerini, öğle vakti istirahat uykusuna çekildiklerini sanırdı.
“Biz onları sağa ve sola çevirirdik.” (Kehf: 18)
Ki nesimî hava vücutlarının her tarafına isabet etsin ve daima bir tarafları üzerine yatıp da bundan müteessir olmasınlar. Vücutları çürümesin, kan dolaşımı aksamasın.
“Köpekleri de mağaranın giriş yerinde iki kolunu uzatıp yatmaktaydı.” (Kehf: 18)
Kıtmir adındaki köpek de kendilerini takip etmiş, defalarca kovmalarına rağmen arkalarından ayrılmamıştı. Onların bereketi köpeklerine de sirayet etti, onlara gelen uyku köpeklerine de geldi. İşte bu durum, sâlih kimselerle birlikte olmanın faydasıdır. Bu bakımdan bu köpeğin güzel hatırası da kalmış oldu.
Bütün köpeklerde olduğu gibi, onların köpekleri de mağaranın kapısına yakın, dirseklerini kapıya doğru uzatmıştı. Sanki onlara bekçilik yapıyordu.
Allah-u Teâlâ bu iman kahramanlarına öyle bir heybet vermişti ki, kendilerine bakmaya kimse cesaret edemezdi. Gözleri öyle açıktı ki, sanki konuşmak ister gibi bir durumda idiler. Nefesleri inip çıkıyordu.
“Onları bir görseydin, mutlaka dönüp giderdin ve için korkuyla dolardı.” (Kehf: 18)
Bu ise Rablerinin bir tedbiri neticesi olup, kimsenin onları rahatsız etmemesi, uyumalarını dilediği süre bitinceye kadar kimsenin onlara dokunmaması içindir. Bu sebepledir ki, onların sığınakları bu kadar uzun süre dış dünyaya gizli kaldı.
Mağarada asırlarca uyuyup kalan Ashâb-ı kehf hazerâtı, aynı mucizevî yolla uykularından uyandırıldılar.
“İşte böyle! Kendi aralarında birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırıp kaldırdık.” (Kehf: 19)
Mağarada ne kadar kaldıkları nazar-ı itibara alınarak ilâhî himayeye mazhar oldukları güzelce anlaşılsın, kudret ve azameti hakkındaki imanları daha ziyade artsın, böylece de bazı hikmetler açığa kavuşmuş olsun.
Uyandıkları zaman ne kadar yattıklarını bilmiyorlardı. Önce gözlerini oğuşturdular.
“İçlerinden biri: ‘Ne kadar kaldınız?’ diye sordu.” (Kehf: 19)
Tıpkı derin bir uykudan uyanan insanın hali gibi.
Onlardan bazıları:
“Bir gün, yahut günün bir parçası kadar!’ dediler.” (Kehf: 19)
Çünkü onlar güneşin doğacağı sırada mağaraya girmiş, güneşin batacağı zaman uyanmış oldukları için böyle sanmışlardı. Güneşi henüz batmamış görünce: “Yahut günün bir parçası kadar.” ifadesini kullanmışlardı. Asırlarca uyuduklarını anlayamadılar. Henüz yatmış oldukları günde bulunduklarını sandılar.
Kimi öyle dedi, kimi böyle dedi. Sonra baktılar, bu hususta uzun söz etmenin lüzumsuzluğunu anladılar.
“Dediler ki: ‘Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir.” (Kehf: 19)
Arkasından kendileri için daha önemli olan bir mevzuya geçtiler. Bu ise yiyecek ve içecek ihtiyaçları idi.
Bunun için şöyle dediler:
“Şimdi siz birinizi şu gümüş para ile şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size yiyecek getirsin.” (Kehf: 19)
Yani şehir halkından hangisinin yiyeceği temiz, helâl ve ucuz ise seçsin, ondan bize azık alıp getirsin.
“Fakat çok dikkatli davransın.” (Kehf: 19)
Kimsenin onu tanımaması için mümkün olduğunca kendisini gizlesin.
“Ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.” (Kehf: 19)
Eğer şehir halkından bir kimse onun farkına varırsa, haberimiz şehre yayılır, başımız derde girer. Onun için, bilmeden sakın bizi ele verecek bir davranışta bulunmasın!
Daha sonra bu tavsiyelerinin sebeb-i hikmetini şöylece dile getirdiler:
“Çünkü onlar, eğer farkına varırlarsa sizi taşla öldürürler veya kendi dinlerine döndürürler.” (Kehf: 20)
Siz bunu istemeseniz bile onlar bunu zorla yaparlar. Sizi de kendileri gibi dinden imandan mahrum bırakırlar.
“Böyle bir durumda aslâ kurtuluşa eremezsiniz.” (Kehf: 20)
Taşlanarak öldürüldüğünüz takdirde şehit olur kurtulursunuz, fakat dönüp kâfir olursanız dünyada kurtulamayacağınız gibi, ahirette de aslâ kurtulamayacaksınız.
Bu kesin kararlı yiğitler, zorlanma durumuna düşmekten son derece sakınmak için bu sözleri söylediler.
Çünkü halkın bâtıl dinine karşı çıkmışlar, putperest bir şehirden kaçmışlardı. Şehirdeki rejim onları öldürmese de, eziyet ederek inançlarından döndürmeye çalışabilirdi.
İman kahramanları uykudan uyanınca, Âyet-i kerime’de beyan buyurulduğu üzere, şehirden yemek getirecek kimsenin programını tertip edip, içlerinden birisinin gidip gelmesini münasip gördüler.
Gönderilen genç ana yoldan başka yollarda yürüdü ve şehre vardı. Kendisinin bildiği şehirle ilgili hiçbir şey göremedi, halktan hiç kimseyi tanıyamadı. Şehirden ayrılışlarının üzerinden uzun bir zaman geçmiş olduğunu sanmıyordu. Amma onlardan sonra nice değişiklikler olmuş, onların toplumu gitmiş, başka bir toplum gelmiş, onların şehrinin yerine başka bir şehir doğmuştu. Kendi kendine hayret ederken, o da tabii olarak ilgi çekiyordu. Çünkü asırlar öncesinin kıyafetini giymişti ve günün lehçesinden farklı bir lehçe ile konuşuyordu.
Bu şehirden bir an önce çıkmak gerektiğini düşünerek, yiyecek satan bir dükkana girdi. Yanındaki parayı uzattı ve kendisine yiyecek vermesini istedi. Adam paranın üzerinde Dakyânus’un resmini görünce hayret etti. “Sen bu parayı nereden aldın? Herhalde bir define buldun!” dedi.
O ise kendisinin bu şehir halkından olduğunu, bir gün önce buradan ayrıldığını söyledi. Çarşıdakiler onu deli sandılar, yaka paça tutup kralın huzuruna çıkardılar.
İlâhî takdir öyle tecelli etti ki, o derece sakınmalarına rağmen Allah-u Teâlâ bu şekilde onları tanıttı. Gidenin elindeki para yakalanmalarına sebep oldu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Böylece onlardan haberdar ettik.” (Kehf: 21)
Hikmet gereği onları uyutup uyandırdığımız gibi, insanların onları görmelerini sağladık.
“Ki, Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu, kıyametin geleceğinde hiç şüphe bulunmadığını bilsinler.” (Kehf: 21)
Kral, İsa Aleyhisselâm’ın dinine inanmıştı. Topluluğun büyük bir çoğunluğu da hıristiyanlığı kabul etmesine rağmen putperestliğin izleri etkisini sürdürüyordu. Ahireti inkâr edenler olduğu gibi, bu hususta şüpheye düşenler de vardı ve münakaşa sürüp gidiyordu.
Kralın huzuruna çıkarılan gence yöneltilen sorular üzerine onun, imanlarını korumak için yıllarca önce şehirden kaçan müminlerden birisi olduğu anlaşıldı. Haber şehirde hemen yayıldı. Halk onların asırlar boyunca mağarada uyuduklarını anladılar.
Daha sonra yanlarına o genci de alarak mağaraya doğru gittiler. Şehir halkı topluca mağaranın yanına vardıklarında mümin genç: “Önce ben gireyim de arkadaşlarıma haber vereyim.” dedi. İçeri girerek durumu onlara bildirince, ruhlarının kabzolunmasını Allah-u Teâlâ’dan istirham ettiler. O anda ruhları kabzolundu, cesetleri dahi halkın gözünden kayboldu.
Böylece Ashâb-ı kehf kıssası, öldükten sonra dirilmenin ve haşrin mümkün olacağına dair açık ve kesin delil olmaktadır. Çünkü üçyüz sene kadar uyuduktan sonra Ashâb-ı kehf’i uyandırmaya gücü yeten Allah-u Teâlâ’nın bu halkı da öldükten sonra diriltmeye gücü yeter.
Onların uyuyup da sonra uyanmaları, önce ölüp sonra da dirilmeye benzer bir durumdur. Ölülerin tekrar hayat bularak mahşere sevkedileceklerine dair göz ile görülen canlı bir numunedir.
Mağaranın önünde biriken halk onlar hakkında çekişip durmaya başladılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nitekim halk o sırada onların durumları ile ilgili olarak kendi aralarında tartışıyorlardı.” (Kehf: 21)
Allah-u Teâlâ Ashâb-ı kehf’i ikinci defa öldürdüğü zaman, bunları nasıl gizleyecekler ve bulunmalarına nasıl engel olacaklardı?
Bir kısım kimseler:
“Onların üzerine bir bina yapın!’ dediler.” (Kehf: 21)
Hem muhafaza edilmiş olurlar, hem de bu onlar için bir alâmet olsun.
Halbuki onların yerlerinin insanlar tarafından bilinmesine ihtiyaç yoktur.
“Rableri onları daha iyi bilir.” (Kehf: 21)
Durumlarını iyi bilen ve çoğunluğu teşkil eden müslümanlar ve idarecileri ise içinde namaz kılacakları, Allah-u Teâlâ’ya ibadet edecekleri ve onların Allah katındaki değerleri ile bereketlenecekleri bir mescid yapmak istediklerini söylediler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onların işine vâkıf olanlar ise: ‘Biz bunların üzerine mutlaka bir mescid yapacağız!’ dediler.” (Kehf: 21)
Nitekim mağaranın kapısı yanında bir mescid yapılmıştır.
Binaenaleyh bu iman kahramanlarının her biri Allah-u Teâlâ’yı bir tanıyan birer müslümandı. Yahudi de değildi, hıristiyan da değildi. Onlar müslüman olarak mağaraya sığınmışlardı.
Hıristiyan olsalardı oraya kilise yapılırdı, müslüman oldukları için mescid yapıldı.
Bu yapılanlar doğrudan doğruya münafıkların, hıristiyanların ve yahudilerin oyunudur.
Allah-u Teâlâ Ashâb-ı kehf’in sayısı hakkında halkın ihtilâf ettiklerini bildirerek üç ayrı görüşü Âyet-i kerime’sinde nakletmektedir:
“Onlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir.’ diyecekler.” (Kehf: 22)
Bunu hiçbir bilgiye dayanmadan, zanlarına göre konuşuyorlardı.
“Beştir, altıncıları köpekleridir.’ diyecekler. Bunlar gaybı taşlamaktır.” (Kehf: 22)
Buyurularak, sayılarına dâir tahminler “Karanlığa taş atma” olarak belirtilmektedir.
“Yedidir, sekizincisi köpekleridir.’ diyecekler.” (Kehf: 22)
Bu söz ise, öncekiler gibi delilsiz zanna dayanan bir söz değildir. Gerçeğin kendisi olmasa bile, ona en yakın olan sözdür.
“De ki: ‘Rabbim onların sayısını daha iyi bilir.” (Kehf: 22)
Gerçek bilgi O’nun katındadır. En güzel söz, meseleyi O’nun bilgisine havale etmektir.
“Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır.” (Kehf: 22)
Allah-u Teâlâ o az kişiyi, bu bilgiye bu delillerle şâhit getirmek için muvaffak kılmıştır.
“Onun için, onlar hakkında ortaya konulandan fazlası ile bir münâkaşa yapma. Ve onlar hakkında kimseye bir şey sorma.” (Kehf: 22)
Bu kıssada asıl bahis mevzuu olan nokta, uyuyanların sayısı değil, durumlarındaki ibret hususudur.
Zâlim putperest bir kraldan kaçıp imanlarını kurtarmak pahasına dünya nimetlerini terkeden bu iman kahramanlarının mağarada ne kadar uyudukları hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar, mağaralarında üçyüz yıl kaldılar. Dokuz yıl da ilâve ettiler.” (Kehf: 25)
Allah-u Teâlâ onları uyutup yeniden uyandırdığı ve o zamanki insanları onların durumundan haberdar kıldığı sürenin miktarı ay yılıyla üçyüz dokuz senedir. Ki bu, güneş yılıyla üçyüz sene eder. Zira ay yılıyla güneş yılı arasında her yüz senede üç senelik fark vardır. Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ “Üçyüz” dedikten sonra “Buna dokuz daha kattılar.” buyurmaktadır.
“De ki: Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O’nundur.” (Kehf: 26)
Çünkü yer ve göklerin yaratıcısı, kâinatın yöneticisi O’dur. Yer ve göklerin sırlarını bilen, şüphesiz ki bu hadiseyi de lâyıkıyle bilir.
“O ne güzel görür ve ne güzel işitir!” (Kehf: 26)
Görmediği hiçbir şey bulunmaz, işitmediği hiçbir söz, duâ ve niyaz yoktur. Nasıl olur da herhangi bir şey O’na gizli kalabilir?
“Onların O’ndan başka dostu yoktur.” (Kehf: 26)
Onların işlerini üstlenen ve idare eden O’dur. İnsanlar bu durumda olduklarına göre, bu hadiseyi O’nun bildirmesi olmadan nasıl bilebilirler?
“O, kendi hükmüne hiç kimseyi ortak yapmaz.” (Kehf: 26)
Emretmek de yaratmak da yalnız O’na mahsustur. Hüküm verirken hiç kimseyi ortak kabul etmez. Her neye hükmetse, kendi mülkünde hükmettiğinden hükmünde müstakildir.
Ashâb-ı kehf kıssasının sonunda Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine yüce Kitab’ını okumasını ve insanlara tebliğ etmesini emir buyurmaktadır:
“Rabbinin Kitab’ından sana vahyedileni oku!” (Kehf: 27)
Onunla amel etmek ve ondaki yüce gizliliklere ulaşmak için oku.
“O’nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur. O’ndan başka bir sığınılacak da bulamazsın.” (Kehf: 27)
Kur’an-ı kerim kıyamete kadar, ilk nâzil olduğu şekliyle devam edecek ve hiçbir surette değişmeyecektir. Ne eksiltilebilir, ne de ona bir şey ilave edilebilir. Onun hükümleri de böyledir.
Bu ikaz görünüşte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hitap ediyor olmasına rağmen, gerçekte kâfirlere böyle bir uzlaşma ümidi taşımamalarını belirtmektedir. Eğer onu bütünüyle kabul etmek istiyorlarsa, âlemlerin Rabbinden vahyolunduğu şekliyle kabul etmek zorundadırlar. Onları memnun etmek için hiçbir harfinde bile aslâ değişiklik yapılacağı düşünülemez.
Nitekim müşrikler Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bu hususta birçok tekliflerde bulunuyorlardı. Onların bu isteklerine muhtelif Âyet-i kerime’lerde sarih olarak cevaplar verilmiştir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, bize kavuşmayı ummayanlar ‘Bize bundan başka bir Kur’an getir, veya bunu değiştir.’ dediler.
De ki: ‘Onu kendiliğimden değiştirmem mümkün değildir. Ben ancak bana vahyedilene tâbi olurum.
Şüphesiz ki eğer ben Rabbime isyan edersem, büyük günün azabından korkarım.” (Yunus: 15)
Allah-u Teâlâ’ya kavuşacaklarını ummayanlardan başkası böyle bir istekte bulunmaz.

Ashâb-ı kehf kıssasını anlatan Âyet-i kerime’lerde, İslâm’ın ilk yıllarında Mekke-i mükerreme’de inananları tedirgin ve huzursuz edip din hürriyeti tanımayan müşriklerin ezâ ve cefâlarına tahammül etmeye çalışan müminleri, aynı zamanda kıyamete kadar gelecek müslümanları teselli etmek üzere Ashâb-ı kehf misal verilmektedir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...