14 Ocak 2018

Hayvansal Tılsımlar

Tılsımlar ile ilgili görsel sonucu
Hayvansal Tılsımlar

Tavşan Ayağı : İlginç bir tılsım daha. Hem de en popüler tılsımlardan biri. 20.yy'ın başlarında bu şöhreti yakalayan tavşan ayağı tılsımı için bir çok yerde bir dolu rivayetler üretilmiştir. Kimi "tavşanın ayağı uğurlu olsaydı, tavşana da uğur getirirdi, bakın şimdi o üç ayaklı bir tavşan" dedi, kimi hayvan haklarından bahsetti ve bunun bir katliam olduğunu savundu, kimi de onun uğuruna yürekten bağlandı ve onu en uğurlu uğuru saydı. Ama var olan bir gerçek, tavşan ayağının bir tılsım olarak kullanılıyor olmasıydı. Tılsım kaybetmek uğursuzluk sayılır ama, tavşan ayağı tılsımını kaybetmek kimilerine göre ölüm, zamansız bir felaket, kimilerine göre de çok büyük bir şanssızlık olarak algılanırdı. 



Boynuz : Boynuzlar bugüne kadar birçok toplumda kah üzerinde taşımak, kah bir yere asmak suretiyle yaygın olarak kullanılan tılsımlardandır. Boğanın iriliği, vahşiliği gücü temsil ederken, çiftleşmesi doğurganlığı, çifte koşulması da bereketi temsil ettiği inancı onu bir tanrıya dönüştürür ve Antik çağ toplumları için bu durum ideal bir koruyuculuk timsali teşkil eder. Bir damına asılan ya da duvarına yerleştirilen bir boynuz o evin koruma altında olduğu inancını insanlara aşılar. Bugün altın ve gümüşten yapılan küçük ve tek bir boynuz bir zincirin ucunda boyuna asılır ve cinsel iktidar sembolü olarak kabul edilir. 




Deniz kabukları : Bilinen koruyucu tılsımların en eskisi olan deniz kabuklarının 20 bin yıl öncelerine dayanan bir tarihi vardır. Deniz kabukları dünyanın bir çok yerinde tılsım olarak kullanıldıkları gibi, süs eşyası olarak da çok yaygındırlar. Deniz kabuklarını eskiden beri bir çok şeyle ilişkilendiren insanoğlu, onu hem nazara karşı koruyucu olarak, hem de doğurganlığı temsil edici olarak kullanmışlardır. Onların yumurta biçimli şekilleri gözü hatırlattığından, cesetlerin göz yuvalarına yerleştirilirdi. Bunda amaç, ölünün öte dünyayı çürümeyen gözlerle görmesini sağlamaktı. Bu çok yaygın bir gelenek olarak bilinir. Deniz kabuğunun kadın cinsel organına benzetilen yarık kısmından dolayı,bazı eski metinler onu dişi yaşam kapısı olarak adlandırır. O güçlü bir doğurganlık sembolü olarak ve de bir tılsım olarak, doğum sancıları ve kısırlığa karşı kullanılırdı. Kimi Asya ve Afrika ülkelerinde deniz kabukları hayvanların koşum aksesuarlarına takılarak onları nazardan korumak için de kullanılmıştır. Deniz kabuklarının takı olarak kullanılmasından sonra, bunların altın ve gümüşten olan taklitleri de yapılarak çok güzel birer süs eşyası olarak günümüzde de kullanılmaktadır. Bunların mavi sırlı topraktan, akik ve kuvarstan da yapılanları mevcuttur. 




Baykuşlu Tılsımlar : Kem gözlere karşı en iyi koruyucunun yine bir başka göz olduğu varsayımıyla tasarlanan baykuş şeklindeki tılsımlar, en çok küçük bir Akdeniz adası olan Minorka'da kullanılmaktadır. En dikkat çekici özelliği gözlerin olduğu bu baykuş şeklindeki koruyucu tılsım, camdan veya metalden yapılır. Bugün bile hala popülerliğini koruyan baykuş tılsımlarının, Minorka'da evleri de büyük felaketlerden koruduğuna inanılır. Baykuşun uğursuz bir hayvan olarak bilinmesi, bu tılsımın pek fazla rağbet görmemesine yol açan en önemli etken olarak değer kazanır. Onun koruyucu rolü, pek çoklarına göre evrensel değildir. Çünkü o, gecenin şeytani yaratığı olarak bilinir. 




Köpekbalığı Dişi (Aziz Paul'ün Dili) : Kökeni Ortaçağlara dayanan ve günümüzde bile hem süs eşyası hem de koruyucu olarak kullanılabilen bir tılsım olan Köpekbalığı dişi ya da Aziz Paul'ün Dilinin, bir çok korumayı gerçekleştirdiğine inanılırdı. Bu tılsımın bu adı almasındaki nedene gelince ; Şiddetli bir fırtınada gemisi küçük bir adaya sürüklenen Aziz Paul, karaya çıkınca bir yılanın ısırmasına maruz kalır. O da buna tepki olarak o adayı kutsadı ve yılanlarına lanet okudu. O anda adadaki tüm yılanlar zehirlerini kaybettiler ve zararsız birer hayvan oldular. Bu yılanların zamanla ölmesi kayaların içinde fosilleşen üçgen şeklindeki dişleri ada halkı tarafından Aziz Paul'ün Dili olarak adlandırıldı ve bulundukları yerden çıkartılarak, üzerlerine altın, gümüş gibi montürler yerleştirildi ve kolye, gerdanlık, küpe gibi eşyalar haline sokuldular. Ama bunların aslında yılan dilleri değil, zamanla kayalarda fosilleşen köpekbalıklarının dişleri olduğu , çok sonra ortaya çıkacaktı. 




Diş ve Tırnaklardan yapılan Tılsımlar : Genelde ilkel toplumlardaki yerliler tarafından avlanan hayvanların diş ya da pençe ve tırnakları çok güçlü bir tılsım olarak görülürdü. Buna sebep olarak da hayvanlardaki o müthiş gücün, bu tılsımı kullananlara da geçeceğine inanılmasıydı. Ayı dişleri, bir kaplanın pençesi, bir kurt dişi, yaban domuzu ya da fil dişi çok rağbet gören, her birinin ayrı ayrı koruyucu bir güç yüklendiği tılsımlardı. Mesela bir ayı pençesi, doğum sırasında kadının en büyük yardımcısı olarak görülürdü. Ya da bir kurt dişi bebekleri korkulardan uzaklaştırır ve dişlerinin ağrılarını keser diye bilinirdi. İskandinav ırklarının bir çoğunda kutsal bir hayvan olarak bilinen Boz ayının pençesi, hayvanda bulunan o büyük gücün ve cesaretin tılsımı taşıyana yansıyacağı anlamı taşırdı. Bugün, bir kaplan dişi ya da pençesi, kumarbazların çok inandıkları bir uğur tılsımıdır. 




Balık Tılsımları : Yüzlerce yıl Hıristiyan dininin sembolü olan balık, haçın kabul görmesinden sonra bu itibarını yitirerek yerini haça bırakmıştı. Asırlar sonra, 20. yy' da balık tekrar ortaya çıkarak, eski unvanına sahip olmaya başladı. Balık yüzyıllar boyunca cinsel bir sembol olarak ve Büyük Tanrıçanın üreme organlarını temsil eden bir simge olarak görüldü. Eski çağlarda böyle bilinen balık, Hıristiyan olmayan ülkelerde hala kısırlığa ve cinselliğe yardımcı bir tılsım olarak kullanılmaktadır. Kimileri balık tılsımları için " şeytandan korumasa bile taşıyanı cinsel yönden zevk alarak yaşamasını sağlayacak bir tılsımdır." derler. Balık tılsımları, Kuzey Afrika ülkelerinin bir kısmında şans getirmeleri ve cinleri, kötü ruhları uzaklaştırsın diye dükkan önlerine asılırlardı. 




Yılan Figürlü Tılsımlar : Çelişkilerin hayvanı yılan, aynı zamanda da iyi bir koruyucu. Birçoğumuzun korktuğu, adının geçmesinin bile insanları ürperttiği yılan , Çağlar boyunca önemli bir tılsım simgesi olarak kullanılmıştır. Yılan şeklinde dolanmış yüzükler, yılan figürlü bilezikler ve kolyeler altınla birleşerek takı dünyasında önemli bir yer kaplamışlardır. Yılanlı tılsımların, hastalıklara karşı çok kuvvetli bir tesiri olduğu bilinirdi. Yılanı ölümsüzlük sembolü olarak da gören toplumlar vardır. Bugün Tıp dünyası bile bilinen bu ölümsüzlük yakıştırmasından dolayı yılanı amblem olarak seçmiştir. 




Kedi : Bir patisi havada, oturan ve adeta birini çağıran pozda bir kedi düşünün! İşte bu Japonya'nın en gözde uğuru olan Neko'dur. Sahibine şans getiren ve kötü talihi uzaklaştırır diye bilinen bu kedi tılsımına Japonlar Maneki Neko, yani Çağıran Kedi ismini takmışlardır. Bu kedinin kaldırdığı patisi eğer sol ise, bu, işyerine müşterileri ve bereketi çağırıyor demektir. Şayet sağ patisini kaldırıyor ise, bu da bulunduğu eve huzur ve refahı davet ediyor demektir. Bu çağıran kedilerin beyaz renkte olanları mutluluğu, sarı olanları ise zenginliği işaret eder. Kara kedi de sağlık, sıhhat çağrısında bulunur. Ev girişine ya da dükkan vitrinine konulan bu kedi, gününüzün neşe içinde geçmesini sağlayacaktır. İrili ufaklı bir çok boyutlarda bulunan bu kedi tılsımları, eskilerde tahtadan yapılırlarken, şimdilerde çiniden yapılıp, geleneksel renklere boyanmaktadır. 




Mercan (Kırmızı) : Yüzyıllardır tılsım yapımında kullanılan Kırmızı Mercan' ın , taşıyanı nazardan, cinlerden, büyü ve delilik gibi hastalıklardan koruduğuna inanılırdı. Hormon düzensizliği çeken kadınların ve doğumda zorluk çekmek istemeyenlerin üreme organları yanında bulundurduklarında kırmızı mercanın onlara yardım edeceğine inanılır. Ayrıca kırmızı mercanın bebekleri de koruduğuna inanılır. Hatta bebeklerde diş çıkmasına bile yardımcı olduğu rivayetler arasındadır. Kırmızı mercanın en etkili olduğu kullanım şekli, doğal halidir. Süsü eşyası kullanımında da kırmızı mercandan kolye, küpe ve yüzük yapılır. 




Bokböceği : Kadim Mısır'ın bu kutsal böceği. Günümüz dünyasının bile en geçerli tılsımlarından biridir. Mısırlılar onun yaratılış, erkekliğin tartışılmaz gücü, üreme, bilgelik, reankarnasyon, ölümsüzlük ve yenilenmeyle özdeşleştirirler. Bokböceği tılsımı hemen hemen dört bin yıllık bir faal yaşam süresi gösteren ve dünyadaki tılsımların içinde en uzun bir geçmişe sahip olanıdır. Bugün bokböceği simgeli yüzük, küpe ve broşlar hala hazır kullanılmaktadır. Mısır'da hala bokböceği tılsımları uğur olarak satılmaktadır. 




Kısa Kısa Diğer Hayvan Tılsımları 

Ayı : Kadınlarda ağrısız, sancısız doğumun gerçekleşmesine yardımcı olur. 
Geyik : Cinsellik sembolü olarak kabul edilir, kısırlığa iyi geldiği söylenir. 
Kaplumbağa : Ani gelebilecek ölümlere, cehaletten, acele kararlardan ve zaaflardan korunmak için kullanılır. Efsanelerde ise, ebedi yaşam sembolü , gücün ve aklın simgesidir. 
Kırlangıç : Şans ve mutluluk getirdiğine inanılır.
Yumurta : Doğurganlık sembolü olarak bilinir. Renkli taş yumurtalar evlerde sıkça bulunur. 
Koç : Doğurganlık ve güç sembolü olarak kullanılır. 
Keçi : Kısırlığa ve cinsel iktidarsızlığa karşı kullanılır. 
Kuzu : Takana koruma yapar ve kısırlığı önleyerek huzur sağlar. Bir zamanlar o da balık gibi Hıristiyanlığın sembolü olarak kabul edilmiştir. 
Yunus : Denizciler arsında pek yaygındır. Deniz kazaları ve denizden gelecek tehlikelere karşı denizcileri koruduğuna inanılır. 
Akrep : Kötülüklerden ve düşmanlardan koruduğuna inanılır. 
Çekirge : Bilhassa çiftçilikle uğraşanlar için bol ürün ve bol kazanç demektir.
Güvercin : Kutsallığın ve barışın sembolüdür, aynı zamanda yangın yıldırım ve sevgisizliğe karşı da kullanılır. 
Aslan : Sağlıklı bir yaşam, bol para, başarı, güç ve cesaretin sembolüdür.
Arı : Doğurganlık,mutluluk, refah ve aklı temsil eder. 
Boğa : Cinsel iktidarsızlığa karşı kullanılır. Sevişmeden önce yatağın altına konulduğu bilinir. 
Tüy : İş yaşamında refah ve bol kazanç getirdiğine inanılır.

Tavuk ve civciv işareti ve çözümü

Definecilikte tavuk işareti: Genel anlamda bu şekilde değerlendirmeleride vardır.Bu işaret çok ender bulunan bir işarettir.Kendi içinde dört kategoriye ayrılır.Bunlar: 1- 3 civciv 1 tavuk 2- 5 civciv 1 tavuk 3- 7 civciv 1 tavuk ( tavuğun sırtında bir civciv var ve en arkadaki civcive bakıyor. ) 4- 9 civciv 1 tavuk ( tavuğun sırtında bir civciv vardır. ) Bu kategorilerin içinde 7 civciv 1 tavuk işaretinin anlamı mevcuttur. O da şudur; öncelikle tavuğun sırtındaki civcivi kırın içinde bir tane çok değerli ve büyük altın para çıkar, daha sonra en arkaya bakan civcivin baktığı yöne doğru gidiniz o tarafta kapalı bir mağara bulmanız gerek ne varsa o mağaranın içindedir.(bazı kaynaklara görede bir tane olan altın anne civcivin yani tavuğun gırtlağındadır.) sizlere tavsiyem bir altın için işareti kırmayınız. Tavuk yalnız başına ya da yanında civcivleriyle birlikte en çok kullanılan define motiflerinden biridir.

Gerek yalnız başına tek tavuk ve gerekse beraberindeki yavruları mutlak definenin işaretidir.Bizans ve Ermeni kültürleri tarafından sıkça kullanılmıştır. Anlamları kavimlere göre değişmekle beraber, genel manadaki anlamları arayıcıyı büyük ölçüde yanıltmadan emanete ulaştıracaktır. Yeter ki daha önceden açılmış,içindekiler alınmamış olsun.Tavuk ve yanındaki civcivlerle ilgili figürlerin hangi anlamları taşıdıklarını şimdi maddeler halinde sıralayalım:Öncelikle şunun bilinmesinde fayda vardır: Genellikle tek rakamlı gruplar duvarda, çift rakamlı gruplar yerde, kayada olur. Örneğin bir tavuk ve yanında 5 yavrusu varsa bu çift gruptur, yerde olur. Ya da bir tavuk yanında 6 yavrusu varsa bu toplam 7 eder ve duvar kayadadır. Ancak bu işin istisnası şudur: 1 tavuk ve yanında 7 civcivin olduğu durumlar çoğu kez duvar kayalarda bulunduğu gibi, yere sabit yatay (yer) kayalarda da bulunabilmektedir. Tabii ki bu durumlarda definenin yeri ve şeklide farklı noktalarda aranması gerekmektedir.Şimdi bu genel bakıştan sonra, tavuk ve civciv konusunun detaylarına girmeye çalışalım: * Yerde tek tavuk başı var ve başkada hiçbir motif yoksa;Bu kesinlikle yer altında mahzen var demektir. Ve genelde resim yerde ise resmin altıdır.Duvarda tek tavuk başı varsa ibik sayısı sayılır. Her ibik 72 cm ya da 120 cm olarak gagası değil de tam tersi istikamette sayılır. Bu iki ayrı ölçünün sebebi farklı medeniyetlerin bu ölçüleri kullanmasıdır. Örnek vermek gerekirse 3 ibikli bir tavuk resmi önce 72 cm ile ölçülür. Bu mesafede çukur veya tümsek ya da taş, tuğla,kapak aranır.Bu mesafe 2.16 m yapar.Şayet burada bir boşluk tespiti yapılamazsa bu kez 3x120 hesabıyla 3.60 m. mesafede bir işaret aranır.Bu tip boşlukları dedektör ve çubuklar rahatlıkla bulabildiği gibi,üzerinde zıplayarak da çoğu kez ses ve sarsıntıdan da boşluk tespiti yapılabilir.

* Duvar kayada tavuk bir bütün halde resmedilmiş ve şekillendirilmiş ise ;Resmin bulunduğu kaya,uzaktan bakıldığında tamamen bir tavuk heykelini andırır. Bunun için iyi bir gözlem yapmak gerekir. Başka yerde tavuk aranmaz. Kayanın kendisi zaten tavuktur. Bu taktirde tavuğun kaya biçiminde gagası tespit edilir ve baktığı istikamette altında define olabilecek taş aranır. Bu taşlar küçük ve büyük olabilir.

* Tek kabartma tavuk bazen,Boynunda çan taşıyan inek gibi müjde ile beslenmiş olabilir. Bazen de tek tavuk içinden harita çıkabilmektedir.* Tavuk ve çevresine serpiştirilmiş muhtelif sayıdaki civcivler;Kesinlikle aile mezarıdır.Civciv sayısınca orada mezar aramak gerekir.Yine tavuk resminin ya da tavuk şekli verilmiş büyük kayanın etrafında civciv sayısı kadar irili ufaklı taş kayalar vardır ve çevrede bu kayalar yatmaktadır.Emanetler parça halinde bu taşların altında bulunmaktadır.Bu tip defineler çok derinde ve kaya taşların tam altında bulundurulur.

* Tavuğun bulunduğu yerde yedi dizili civciv bazen yokmuş gibi görünebilir.Ancak bunlar ışık oyunuyla ya da güneşin yansıtacağı ışığın belirlenmiş saatine hesaplanarak yapılmıştır. Bu tip gizlemeler Anadolu’da çok yerde bulunmaktadır. Örneğin Niğde’de bulunan Sungur Bey Camiinin cümle kapısının iki yanında ve sütun başlığı motifiyle işlenen kapı lambasında saçları örgülü iki adet genç kız resmi vardır.Bu iki kabartmalı resim ancak sabah güneş doğması esnasında ve belli bir saat dilimi içinde görülür. Güneşin yön kaybetmesiyle birlikte bir siluet halinde daha sonra silikleşir.Bu tip durumlarda civcivlerin ortaya çıkması için tavuğun işlendiği kayaya güneşin dik vurduğu an tespit edilerek bir saat öncesi ve sonrasında kaya üzerinde gözlem yapılır.Yada mümkün oluyorsa tek tavuğun etrafı su ile ıslatılır.Bu işlem sonucunda ortaya civcivler ya da değişik bir başka işaret veya işaretler çıkabilir. Bu takdirde çıkan işaretin ölçüleri çok önemlidir.Arama buna göre yapılmalıdır.


* Tavuk peşinde sıra ile dizili civcivler varsa ;Burası kapalı mezar olabilir. Bu tip kapalı mezarlar bir tünel yada dehlizin girişi olarak düşünülebilir.Dehlizin devamında civciv sayısı kadar mezar yada dağıtılıp serpiştirilmiş emanet vardır.

* Tek civciv tavuğun sol kanadı altında ise; Motifli kayanın hemen altında mutlak mezar bulunmaktadır.Bu tür mezarlar boş değildir.

* Tek civciv tavuğun sağ kanadı altında ise;Kayanın motifli yüzüne bakılmaz.Diğer(arka)yüzünde yine kayanın dibinde yada altında bir mezar bulunmaktadır. Bunun müjdesi . Yalnızca mezara bakılacaktır.

* Civciv var; tavuk yoksa ;Tavuk aranmaz. Çünkü kayanın kendisi tavuktur. Serpiştirilmiş sabit gibi görünen ama sabit olmayan,bir iki kişinin zorlamasıyla kaldırılabilecek taşların altı doludur.Bunlara dikkat edilmesi gerekir.

* Yemlenen tavukta tavuğa yem veren insan;İnsan aslında motif olarak resmin hemen yakınında üstü sivri alt tarafı genişleyen kayadır.Dikkatli bir bakış; bu kayanın adeta bir tavuğa yem atmakta olduğunu görecektir.Burada çok iyi bir gözlem gerekir.Adamın yemlediği civciv sayısı kadar küçük yapılı,yerde yatan taşlar vardır.Bunlar civcive benzetilir.Para bu taşların altındadır.

* Mağara içindeki civcivli tavuk ayrı anlam taşır.Bu tür mağaranın girişi dışarıdadır.Tavuğun giriş kapısı günümüzdeki kümeslerde görüleceği üzere kümese insan girişi için yapılan büyük kapının altına yada yanyana yapılan küçücük bir kapıdır.Öyleyse mağara içinde de tavuk ve civciv bulunursa bu mantık akıldan çıkarılmayacaktır.Bu emanet mağaranın içindedir.Çünkü tavuğun folluğu kümes içinde ve köşededir.Buradaki para da böyledir. Ancak derinlik fazla olabilir. (2 m. civarıdır.)

* Mağara içindeki tavukla beraber bir veya birkaç civciv varsa ve bunlardan birisi kafasını arkaya çevirmişse ;Bu yüzde yüz ikinci bir mağara girişinin varlığına işarettir. Tavuğun yönüne bu durumda kesinlikle bakılmaz. Girişi bulmak için bir su kanalı oyması bulunabilir. Mağara duvarlarında çok dikkatli bir gözlem yapılmalı.En ufak bir detay bile gözden uzak tutulmamalıdır.Bu şekil girişler iki şekilde kapatılmıştır: birincisi horasan uygulamasıdır.Eğer böyleyse burada bir açıklama ile okuyucuya bir kolaylık gösterelim; Sabit ve yerli duvarlardan horasanlı duvarı ayırt etmek için bazen tokmak ve çekiç kullanırız. Kullanılacak çekiç asla demir olmamalı tahta çekiç (küçük balyoz) kullanılmalıdır.Çünkü horasanlı ve sabit kaya üzerine yapılacak vurgularda ikisinin çıkaracağı ses çok farklıdır.En ideal olanı tahtadan mamul bir çekiç ya da balyozun kullanılmasıdır.ikincisi de yumruk büyüklüğünde taşlar, bildiğimiz harç benzeri karışımla örülmüş ve üstü Horasanlaşmış,mağara duvarlarının tabii haline uydurulmuştur.Burada da yine işaretlerinden yola çıkılarak horasanlı girişin bulunması gerekir.Bu da genellikle bir su kanalı gibi 1-2 parmak genişliğinde oyulmuş şeridin başlangıç ya da bitiş noktasıdır.Bu, mağara içindeki arayış içindir. Dışarıdaki girişin bulunması içinde yine aynı yolla hareket edilir.İçine su döküldüğünde akacak gibi olan mağaranın dışındaki bir su yolu bu giriş kapısını bize verecektir.Bu oymalar bazen çatallı olabilir.En sağlıklı yol,böyle bir su yolu bulunursa bunu en yüksek noktasından çok yavaş bir biçimde yeteri kadar su dökülerek suyun takip ettiği yolun bulunmasıdır.Gözle takip yanıltabilir.Çünkü oyulan su yolu alt eteklere inerken bilinçli olarak çatallandırılmış ve aldatıcı görünüm kazandırılmıştır.Su ise buradaki gerçek yolu takip edecek ve girişi gösterecektir.

* Sırtında civciv taşıyan tavuk varsa; o Civcivde kafasının dönüklüğünün olup olmadığına bakılır.Yoksa 50 metreyi geçmeden ileri istikamette kafa yada bütün tavuk şekli verilmiş bir kaya aranacaktır.Başı geriye yada yana çevrilmişse o istikamette aynı şekilde bakılır.Tavuk ve civciv konusunda şu bilgileri de göz önünde tutunuz:• Sırttaki tek civcivde müjde olabilir.• Sırttaki tek civcivde harita olabilir.• Sırttaki tek civcivli tavuğun çevresi ıslatılırsa kuru iken görülmeyen ek işaretler meydana çıkabilir.• 7 civcivli tavuğun ibiği varsa 2-2,5 metre civarında müjdesi olabilir.• 7 civcivli tavuğun ana parası 7 adettir.Yada çevredeki 3-5 kişinin ancak devirebileceği kadar büyük çaptaki yerde yatan kayaların altına serpiştirilmiştir.Bu mantık kavimlere göre değişmektedir.• Tavuk ve civciv sembolleri düz tarla kenarlarında kaya üzerindedir.• Tavuğun üst gagası uzun,alt gaga kısa ise emanet tavuğun baktığı istikamette (50m den az) dır.Şayet alt gaga uzun,üst gaga kısa ise o taktirde yine 50 m.den az bir mesafede ve geri tarafındadır.


KAPLUMBAĞA NEYİ SİMGELİYOR?

kaplumbaga ısaretı cevreye duyarlı bır ısarettır ve cevreyle bagımlıdır, eskı tarıhlerden bu yana bır cok kavımlerce kullanımıstır ve kabugu uzerınede cesıtlı sekıller cızılmıstır ve bu dogrultuda gelecegı temsılen yapılmıstır ozellıkle hac fıgurlu kaplumbagalar cogunlukla mezarı vermıstır.
Eskı caglardan bu yana her hayvanın her medenıyetce farklı bır degerı ve deırnlemesıne manaları vardırıste bu mantıgı yakalayabılmektır marıfet.

Bu açıdan bakarsak bizdeki kaplumbağa neleri çağrıştırıyor?

Kaplumbağa en başta azmin zaferini çağrıştırıyor. bu yonuyle malının derınde olabılecegı ve zorlu bır mantık muhasebesıne bızlerı goturecegı uzerıne cızılmıs fıgurlerın ınsan zekasını zorluyraka ancak nokta tespıtınde bulunuabılecegını verır,
Kaplumbağa evini sırtında taşıyan bir hayvandır. Kimseye muhtaç olmayan ve dünya malı altında da ezilmeyen bir varlıktır bu yonuyle hıc ummadıgınız onemsemedıngınız bır dıkılı tas yahut basıt gıbı duran ama cok saglam beslenılmıs basıt gorunumlu bır kaya altında yahut yıne bır kayanın ıcerısıne yapılmıs zulada malını barındırabılecektır.

Kaplumbağa bilgeliğin sembolüdür. Uzun yaşayanın tecrübesi de çok olur. Hayatı bir kitap gibi okuyabilen insanlar, yaşadıklarından da ders çıkarmışlarsa bilge olurlar. Kaplumbağa da uzun yaşamı sayesinde insanlar tarafından bilgeliğin sembolü olarak kabul edilmiştir. bu yonuyle yukarıdada ızah ettıgım gıbı ancak cok tecrubelı bır kardesımız malına ulasabılır

genel ıtıbarıyle su kaya ve toprak ucgenının bır arada bulundugu yerlerde kapak aranmalıdır. bu durumu dırek verebılecegı gıbı yardımcı ıkıncıl ısaretler sayesındede verebılır ornek bır ; yılan fıguru.

Kaplumbağa aynı zamanda sadakatin sembolüdür. Romalılar yaptıkları yeminlere sadık olacaklarını kaplumbağa figürü kullanarak muhataplarına anlatırlarmış ve bunu kabugun uzerındekı hac fıgurlerıylede teyıt etmıslerdır. ( dıkkat tılsımlıdır)

Mezar manasına geliyor. Mezarın yerini ve konumunu sağ ve sol ayak izi olması, büyüklüğü, topuk ve parmaklı olup olmadığı ve bu ayak izinin olduğu taşta kanal ve/veya delik işaretinin bulunup bulunmadığı belirler. 

Ayrıca bu ayak izinin bulunduğu kaya civarında işaretler de kesin olarak bulunur. 
Bunlar; 
Kanal (Genelde 3cm genişliğinde olur, ama değişebilir) 
Delik 
Yanyana dizilmiş doğal hissi veren ama arasında kanal gibi boşluk olan kayalar gibi işaretlerdir. 

Dikkatle incelersen bunları tesbit edebilirsin. evet ayak izi mezar gösterir. yakınında toprak altında kayaya oyma tepsi işaretide olabilir..genelde ayak izinin arkasında oluyor mesafe 20metreye kadar vara bilir toprak altında taşın içinede oyma olabilir gerisi sana kalmış. taşlarda kanal olabilir,delik üzeri toprakla kaplı kayalar olabilir kayaların tepe kısımları toprak üstündedir ön taraflarını yokla giriş olabilir bir inceleme yap kolay gelsin? Arkadaş ayak izinin iki insan boyu önünden ize doğru bak.
PARMAKSIZ AYAK IZI: AYAK İZİNE GELİNCE HAKİKATEN GÜZEL BENİM ACİZ ANE YORUMUM AYAK İZİNİN İKİ BOY ÖNÜNDEN İZE DOĞRU EN FAZLA 1.5 METRE DERİNLİKTE OLMAK ÜZERE KAZ NASİBİN BOL OLSUN.

Sağ ayak resmi ise ayak parmakları istikametinde sağ taraf araştırılır. Sol ayak resmi ise ayak parmakları istikametinde sol taraf araştırılır. Hem sağ hem sol ayak izi yan yana ise ayak izlerinin istikametinde bakılır, ileride farklılık gösteren yerler araştırılır. İddiaya göre tek ayak resmi varsa gömü yakında, iki ayak izi varsa gömü uzaktadır.
Mağara taban,tavan veya duvarındaki oyulmuş veya çizilmiş ayak izinin herhangi bir yere basıldığında mekanik olarak çalışan bir tuzağın olduğunu ve çalıştıktan sonra durdurulamayacağını simgeler. Basılan yer tuzakları bir tane olabileceği gibi bir kaç tane değişik tuzakta olabilir.
SOL AYAK IZI PARMAKLI: bu bir sol ayak çizimi örneği ben öncelikli olarak bundan önce sağ ayak varmıydı diye araştırım eğer varsa ve bu ayağın yanında mutlaka küçük bir ayrıntı olur çizik yada çok küçük bir delik ırmak içinde mi yoksa arzi üzerindemi olduğunu dikkate alırım. ve eğer arzzi üzerinde ise hizasında gözle yakalayacağın çakılyığını taş yığını farklı bir taş yada çökmüş alan araştırırım eğer yanından kayanın altına doğal bir çizik varsa ve yeri muhtemelen mezar üzeridir ancak yamaç bir arazida 250 m ye inen bileçek çöküntü yada yükseltisi olabilen bir yer gözlemlerim önce boş bir oda bulursun
PARMAKSIZ OLANI: mutlaka parmağı bulunmalı parmak oyuk yada kabartma olabilir yada parmak şekli verilmiş bir kaya olabilir şüpheci araştırmacı olan defineci yolu yarılamış sayılır. bak şöyle düşün adam ayağı kayaya oyduğunu düşün işin önemi netaraftan dikkate alacaksa orayı daha baskılı yapmıştır ki aşınması çabuk olmasın çabuk kaybulmasın diye ayak kaymışmıdır yoksa raht bir şekilde mi basmıştır kişinin ağırlığı ayağın hangi tarfına etki etmiştir SAĞ AYK İZİ VARSA: sol ayağını bulmanı tavsiye ederim tek olacağı çok az tutar bu ayak işinde sen siteler de yazılanları ölçü olarak al ama kendi becerini mutlaka koymalısın arazi yapısından alda ozamnki insanları şuanki teknolojile yaşamadığına kadar düşün melisin
NOT: parmaksız ayakta 70 adım gerıye bak ikinci işareti ara oyuk kuyucuk olabılır.
SAĞ AYAKSA: SOL TARAFA DOĞRU YAKLAŞIN 10-15M CİVARINI ARAŞTIR DİYECEM.

AYAK (SOL ÇARIKLI): Bulundugu kayanın 60 cm ıle 10 m mesafesındedır. Ayak ucu veya ayagın iç yönündedir cihaz kontrolu gerekır.

OYMA ÇIPLAK İNSAN AYAĞI İŞARETİ: 
Bu işaret roma-bizans dönemine aittir. Yerde düz kaya üzerinde olmalıdır. Bir insen çamura çıplak ayağı ile basar da nasıl izi kalırsa bu işaret de aynın o şekilde olmalıdır. Bu işaret şu şekilde çözülür. Öncelikle ayağın sol ayak mı yoksa sağ ayak mı olduğuna bakılır. Biz sol ayak olduğunu kabul edelim. Şekil-7 den de görüleceği gibi ayağın boşluk kısmından itibaren sağ tarafa doğru 9-12 metre mesafede küçük bir yığma yada rengi değişik bir taş olmalı. Eğer taş varsa altını kazın en fazla 80 cm de, eğer tümsek varsa tümseği kazın. Böylece hedefe ulaşacaksınız.(bizzat denenmiş bir işarettir). Eğer ayak sağ ayaksa bu seferde sol tarafa yönelmeniz lazım.(şekil-7)

OYMA ÇARIKLI İNSAN AYAĞI İŞARETİ: 
Bu işaret de yine düz bir kaya da ve yerde olmalıdır. Eskiden ayakkabıya çarık denirdi. Bu işaret de ayakkabılı ayak işaret dir. Yani beş parmak belli değildir. Hazinesi, işaretin bulunduğu kayadadır. Ayağın yaklaşık 60 cm önünde kayayı kırınız.%80 boş çıkmayacaktır. Ama bazı durumlar da boş çıktığı da olmuştur.(şekil-8)
ayak izleri tuzaklı paranın işaretlerinden biridir
iki ayak demek iki tuzak demektir
ayak uçlarının izlenmesi yönünde istikamet gösterir

bazen tuzak olabılır ayak ızınde dıkkatlı ol

genelde ayak işareti su kaynaklarına goturur. Parmaklı ise merdıvenlı ara. Degırmen merdıvenlerı kale merdıvenlerı gıbı. Ama genel olarak su kaynaklarına goturur. Derın olması arazının yukseklıgını verır. Yon ıse guney batıya dogrudur

AHDE VEFA

İlgili resim

"""""""""AHDE VEFA"""""" 

HAYATIM BOYUNCA HER SELAM VERENI DOST OLARAK GORMEDIM VE ONLARI ARAMADIMDA BENİM ŞAHSIMA MAHSUREN ALLAH'IMDAN BAŞKA HİÇBİR ALLAH'IN KULUNA BIAT ETMEDIM ETMEMDE AMA ÇOK INSANLAR VAR NE YAPMIŞ OLDUKLARINA BAKTIM NEDE YAPACAKLARINA 
SADECE BU TÜR INSANLARIN SAMIMIYETLERINE BAKARAK ICRAATLARINIDA GÖZLEMLIYEREK SADECE HER NESNENIN PARAYLA YAPILACAĞINI ZANNEDEN ÇOK SAYIDA INSANLAR GÖRDÜĞÜM AŞIKARDIR PARAYLA YAPACAKLARINI ISPAT EDEMEZSIN PARANIN BIR GÜÇ UNSURU OLDUĞUNU BILENLERDENIM BENİM PARAYLA IŞİM OLMAZ AMA 
""AHDE VEFAYI""  ÇOK IYI BILENIM MENFAATİM IÇIN HICBIR KIMSEYI SATMADIM SATMAMDA PARANIN VARLIGIYLA ÇOK KIBIRLENENLER GÖRDÜM AMA HİÇBİRŞEY ONLARA YAR OLMADI DÜNYANIN VAR OLUŞUNUN OLMAZSA OLMAZI "SEVGIDIR SAYGIDIR" 
NE YAPARSAN YAP BU IKI KELIMEYI KENDI ŞAHSINA ŞIAR EDIN VE REVA GÖR Kİ HERZAMAN SEN KAZANASIN
Her zaman vefalı olmalıyız ki, insanlardan aynı vefayı muhabbeti bekleyelim.

VEFA

(V)eda bile edemedim nasıl ederdim

(E)llerin olmayı nasıl kabullendin

(F)eda etiklerimizi nasıl gölgeledin
(A)şkın bumuydu sen hiç sevmemişsin

En vefakar dostumuz gölgemizdir bilirsiniz, lakin unutmayın ki o da size yoldaşlık etmek için güneşli havayı bekler.
Vefa nedir, bilir misin?  Vefâ arkanda bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamandır.
Vefa; dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere, hayallere ihanet katmamandır.
Vefa; ötelerin sonsuz mükafatı karşısında, cehennemi hafife almaman, ulvi güzellikleri dünyaya satmamandır.
Hz. Mevalana
Vefa; ötelerin sonsuz mükafatı karşısında, cehennemi hafife almaman, ulvi güzellikleri dünyaya satmamandır “

En büyük Osmanlı mezarlığı: Yemen



En büyük Osmanlı mezarlığı: Yemen

Türkülerden bildiğimiz Yemen 2012'de iktidara gelen Abed Rabbo Mansur Hadi'yi bir darbe ile deviren Şiiliğin Zeydi koluna mensup Husilere karşı Suudi Arabistan'ın başını çektiği bir askeri müdahale ile gündemimize girdi
“Havada bulut yok bu ne dumandır/Mehlede ölüm yok bu ne şivandır/Bu Yemen elleri ne de yamandır/Ano Yemen’dir gülü çemendir/Giden gelmiyor acep nedendir?”
Bu hüzünlü türküyü bilmeyenimiz var mıdır? Türkülerden bildiğimiz Yemen 2012’de iktidara gelen Abed Rabbo Mansur Hadi’yi bir darbe ile deviren Şiiliğin Zeydi koluna mensup Husilere karşı Suudi Arabistan’ın başını çektiği bir askeri müdahale ile gündemimize girdi. Şii İran’la Sünni Suudi Arabistan arasındaki vekalet savaşlarında birine benzeyen operasyonla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan"Durumun gidişatına bağlı olarak lojistik destek vermeyi düşünebiliriz” dediğinde sosyal medyada “bu Yemen neresi?”, “Yemen’den bize ne?” gibi sorular soranların çokluğunu görünce şaşırmadım desem yeridir. Sadece yukarıdaki türkü bile Yemen’i bağrımıza bir hançer gibi sokmuşken üstelik. Bunun üzerine bu haftaki yazımı bazı kaynaklara göre “En büyük Osmanlı/Türk mezarlığı” olan Yemen’e ayırmaya karar verdim. Elbette binlerce yıllık Yemen tarihini burada özetlemem imkansız. Sadece başlıklar halinde saymak bile epey uzun olur. Dolayısıyla pek çok boşluğu sizler dolduracaksınız. Ben sadece size kılavuzluk yapacağım.
(Yemen’in tarihi başkenti Sana)

YEMEN’DE OSMANLI EGEMENLİĞİ
Himyeriler, Kehlamlar ve Sabalar ile Süleyman ve Saba Melikesi Belkıs’ın hikayesini duymuşsunuzdur mutlaka. 570 veya 571’de Yemen Valisi Ebrehe’nin filleri ile Kabe’yi yıkmak için Mekke’ye saldırmasını ve bu orduyu yokeden ebabil kuşları efsanesini de duymuşsunuzdur. Halifeler Ebubekir ve Ali döneminde iki kez bölgeye seferler yapıldığını, daha sonra Eyyübiler, Gassaniler, Memluklerin bölgede hakimiyet kurduğunu, ardından Portekizlilerin Yemen sularında boygösterdiğini ekleyerek hızlıca 16. yüzyıla geleyim. Yavuz Sultan Selim 1517’de Mısır’ı fethettiğinde, Yemen’de Memluklu Emiri İskender tedbiren Osmanlı Devleti’ne bagˆlılıgˆını bildirmişti. 1520’de Rumi Hüseyin Bey komutasındaki askerler İskender’in iktidarına son verdi. Yemen’in Maskat, Hadamut, Aden, Mukalla ve Kızıldeniz sahilleri dahil fethi ise Hint seferinden dönen Hadım Süleyman Paşa tarafından 1538 yılında gerçekleşti. Ancak bu tarihten itibaren, Yemen’i kontrol etmek hiç de kolay olmadı. Osmanlı yönetimine karşı çıkanlar  Yemen’in dağlık bölgelerinde (‘Cebel’de) meskun olan Zeydilerdi. 8. yüzyılda ortaya çıkmış olan Zeydiyye, Şii mezhebinin kollarından biriydi. Fıkıh konusunda Hanefiliğe, kelam konusunda Mutezile’ye ve İmamiye’ye yakındı. Yani Şiiliğin Sünniliğe en yakın koluydu. Ancak imamlıkla ilgili doktrinlerinin katılığı yüzünden Osmanlı Hilafeti’ne karşı oldular. Öyle ki, Osmanlı onlara göre ‘sarıklı kafir’di. Bu yüzden de karşı çıkışları pek şiddetli oldu. Kıyı bölgelerdeki nüfus ise Sünniliğin Şafii mezhebine bağlıydı. Şafiilerin Osmanlı Hilafeti ile sorunları yoktu ama onların desteği bile Zeydi isyanlarını bastırmaya yetmedi.

1635-1840 ARASINDAKİ FETRET DÖNEMİ
1911-1912’de yine bir Zeydi isyanını bastırmak üzere Yemen’de bulunacak olan Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa Feryadım adlı eserinde o zaman dilimini şöyle özetlemişti: “Cebel’de iç ihtilaller ve Zeydiye imamlarına karşı sürekli savaşlarla Hicri 1045 (1635) tarihine kadar devam eden yüzyıllık kavgadan sonra, hükümet merkezince Cebel’de unulutup bırakılan Haydar Paşa’nın uğradığı kuşatma ve baskı üzerine Cebel’i İmam Müeyyed’de terkederek geri çekilmesi ve Mısır’dan yeterli kuvvetlerle Tihame’ye gönderilen Kolfo Paşa’nın ahmaklığı ve kötü idaresi yüzünden bütün Yemen bölgesi Zeydiye imamlarının idaresine girmiştir.”
Osmanlı kaynakları bu 100 yıl içinde Zeydilerle savaşta kaç kişinin öldüğünü açıklamaz sadece “binlerce insan ölmüştür” demekle yetinir. “Yemen’e gidip de gelmemek” 16. yüzyıldan beri kaderidir Osmanlı askerinin…
Yemen’in tekrar Osmanlı idaresine girmesi, 19. yüzyılın ortalarında oldu ancak o da dolaylı yoldan. Önce merkezi devlete kafa tutan Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın emirlerinden ‘Türkçe Bilmez’ lakaplı biri Kavalalı’ya başkaldırdı ve Cidde’de topladığı askerlerle Yemen’e saldırdı ancak başarılı olamadı. Bunun üzerine Kavalalı bölgeyle ilgilenmeye başladı. İngilizler bu kargaşadan yararlanarak 1839’da Osmanlı Devleti’nin de izniyle Aden’de bir kömür deposu kurdular. Kavalalı ile imzalanan 1840 Londra Anlaşması ile Kavalalı Yemen’i boşaltmak zorunda kaldı. Ancak merkezi devletin bölgeye asker gönderecek hali yoktu, bu yüzden Yemen’i  Mekke Şerif’i Hüseyin’in idaresine bıraktı. 1849’da merkezi hükümet bölgeden topladığı askerlerle Hudeyde şehrini ele geçirdi, böylece 1635’ten beri süren fetret dönemine son verdi.

YEMEN İÇİN 7. ORDU KURULUYOR
1850’den sonra Yemen bazen valilik,bazen mutasarrıflık oldu. Ardından Zeydi isyanları tekrar başladı. Bazı kaynaklar bu yeni dalgada İngilizlerin de parmağı olduğunu söyler ki, bu kısmen doğruydu çünkü İngilizler bölgedeki aşiretleri adeta maaşa bağlamışlardı  ancak Zeydilik inancının Sünniliğe bakışı ile Zeydi imamların egemenliklerini dışarıdan gelen bir güçle paylaşmaya yanaşmamalarının etkisi çok daha baskındı. Sonunda Osmanlı Devleti sadece Yemen için 7. Kolordu’yu kurdu. İlk valisi de Anadolu’daki şaki Kürt ve Türkmen aşiretlerini yola getirmek için kurulan Fırka-i İslahiye’nin kumandanlarından Ferik ‘Kürt’ Mahmud Paşa oldu.
Ancak aradan geçen 30 yılda Zeydi isyanlarını durdurmak mümkün olmayınca1872 yılında sırf Yemen için Ahmet Muhtar Paşa kumandasında 7. Ordu kuruldu. (Adı orduydu ama gücü hiçbir zaman kolorduyu aşamamıştı.) Ahmed Muhtar Pas¸a’nın Yemen harekatı tam 28 ay sürdü. Kanın oluk gibi aktığı bu 28 ayın sonunda işler yoluna girmiş gibi görünüyordu. 1876’da tahta çıkan II. Abdülhamit de Yemen meselesini halletmeye kararlıydı. Selim Deringil’in tabiriyle “Son dönem Osmanlı tarihinde ‘meçhul asker’ konmunda olan” ve uzun süre Yemen Valiliği yapmış Osman Nuri Paşa padişaha şu tavsiyelerde bulunmuştu: “Göçebeler ve şeyhler adalet aşıklarıdır. Onlarla ilişki kurmanın en iyi yolu tümüyle dürüst olmak ve verilen sözleri yerine getirmektir. Bu göçebe aşiretlerin kadın ve erkekleri devlet dairelerinde iyi muamele görmeli, şikaetleri daima dinlenerek, gerekli önlemler alınmalıdır. İçlerindeki ileri gelenlere nişanlar erilmeli ve üstlerine düşülmelidir, çünkü bu halk alayiş ve ihtişamdan çok hazeder.” (Mithat Paşa’nın Osman Nuri Paşa’nın valiliği döneminde Yemen’deki Taif zindanlarında hayatını kaybettiğini not edelim.)

ABDÜLHAMİT’İN NAFİLE POLİTİKALARI
Abdülhamit bu tavsiyeleri tuttu ama bir yandan da yerel halklara “gerçek İslam’ı aşılamak üzere” bölgeye din öğretmenleri, vaizler gönderilmes talimatını da verdi. Merkezden atanan Arapça bilmeyen yöneticiler, kadılar, halkın devlet dairelerinde ve mahkemelerde Türkçe kullanma zorunluluğu, sokakta merdivenler üstünde yapılan yargılamalar, mahkeme masraflarının halktan alınması, merkezden para gelmediği için yerel unsurlar ilişkiye (rüşvete, maaşa) mahkum olan memur ve askerlerin dibine kadar battığı yolsuzluk batağını kurutmaya memurların feslerine beyaz sarık sarması veya yerel giysilerle dolaşması gibi yüzeysel adımlar yetmedi elbette. Yeni bir isyan dalgası başladı. 1889’de İmam Hamidüddin’in isyanını Ahmet Fevzi Paşa iki yılda ancak bastırabildi. Osmanlı Gazetesi’nin 1316 (1900) tarihli 15. sayısındaki “Yemen Ahvali” başlıklı yazıda “Ahmet Fevzi Paşa’nın yanlış uygulamaları sonucu her sene 4.000 civarında bir asker ölürdü. Biçare Yemen ahalisi şikayet ettikçe, ip, kazık kaçkını bir takım rezil memurini Yemen’e doldurulmuştur. Bunlar da aç kurt gibi ahali üzerine saldırmışlardır” denecekti. 1895’teki isyanı bastıran Hüseyin Hilmi Paşa ise halkı elleri alınlarında olmak suretiyle çiviletmiş, bölgenin ileri gelenleri zincirlerle toplara bağlanarak halka teşhir etmişti. Bu eziyetlere uğrayan aşiretler yeniden yeniden isyan etmişlerdi elbette.

1871-1894 ARASI KAYIPLARI
Bu isyanları bastırırken ne kadar kayıp olduğu konusu hala bir muamma ama Yemen’de bir dönem yüzbaşı olarak görevlendirilen Müşir Galip şöyle demişti: “Henüz yüzbaşı rütbesinde idim. Yemen’e yeni memur edilmiştim. Erkan-ı Harbiye’ye mülhak olarak çalıştığım için bütün kuvve-i umumiyye cetvelleri elimden geçiyordu. Bu cetvellerde orduya gelen yeni askerlerle istibdal edilen veya malul kalan askerler arasında geniş ve feci bir boşluk gözümden kaçmadı. Hiç unutmam 1310 (1894) senesi içinde bulunuyorduk. Yemen, o tarihte daimi bir harp mıntıkası idi. Şube Müdürü Erkan-ı Harp binbaşısı Cemil Bey’in müsaadesini alarak cetveller üzerinde tetkikat yaptım. Yemen’e ilk defa ordu sevkinin başladığı 1287 (1871) yılından 1310 (1894) yılına kadar Süveyş kanalından Şab denizine (Kızıldeniz) girip Hicaz ve Yemen fırkalarına iltihak edenleri veya isyanlar yüzünden kıta halinde seferber edilerek sevkedilenleri, sağ kalıp memleketlerine dönenlerin miktarıyla muvazeneledim. Vardığım netce şu oldu: Aradan geçen 22 yılda Hicaz ve Yemen çöllerinde tam 130.000 Anadolu yavrusu gömülmüştü.”
Ancak bunca kayıba rağmen isyanlar durmadı. ve 1895, 1897-1898, 1900 ve 1902’de İmam Hamidüddin yeniden isyan etti. Bunlar zorla bastırıldı ancak 1905’te yerini alan oğlu İmam Yahya’nın isyanını bastırmaya Yemen’deki 7. Ordu’nun gücü yetmeyince Trabzon’da konuşlu 4. Ordu ile Şam’da konuşlu 5. Ordu mıntıkasından ‘nizamiye’ (yani asıl askerler/ ve ‘redif’ (yani yedek askerler) olmak üzere 24 taburun Yemen’e gönderilmesine karar verildi. Ardından Rumeli’deki 2. ve 3. ordudan da sekiz tabur eklendi. Böylece Yemen’de Zeydilere müdahale edecek tabur sayısı 114’e çıktı. Her taburun yaklaşık 800 kişi olduğu düşünülürse yaklaşık 90 bin kişilik bir kuvvet seferber edilmişti.

REDİFLERİN ÇİLESİ
Sonucun ne olduğunu anlatmadan uzunca parantez açmak istiyorum. Yemen türküsünde “Kışlanın önünde redif sesi var/Açın çantasını acep nesi var?/Bir çift kundurayla bir de fesi var” dizeleriyle yer alan redif (yedek asker) tes¸kilatı, II. Mahmud döneminde 1834 yılında kurulmus¸tu. Buna göre 5 yıllık normal askerlik süresini tamamlayanlar 7 yıl da rediflik hizmetinde bulunacaklardı. (II. Abdülhamit döneminde rediflik süresi 8 yıla çıkarılmıştı.) Yemen’deki 7. Ordu dıs¸ında Osmanlı Devleti’nin digˆer altı ordusunda redif tes¸kilatı mevcuttu. Ancak Yemen’e esas olarak Merkezi Erzincan olan 4. Ordu (ki Osmanlı Devleti’nin en genis¸ mıntıkaya sahip ordusu olup Trabzon, Sivas, Erzurum, Ma’mûretü’l-aziz, Bitlis, Van ve Diyarbakır vilayetlerini kapsamaktaydı) ile merkezi Şam olan 5. Ordu’nun redifleri gönderiliyordu.
  

ZORLU YOLCULUK
Redifler daha önce askerliklerini muvazzaf olarak yıllarca yapan garibanlar olarak zaten çok yorgun, çok perişandılar ancak Yemen seferleri ayrıca iflahlarını kesiyordu. Rumeli’den, Trabzon’dan, Diyarbakır’dan, Van’dan günlerce süren kara yolculuğuyla İskenderun limanına ulaşan rediflerin ahvalini Mirliva Rüştü Paşa, Yemen Hatırası adlı kitabında, şöyle anlatır: “İskenderun’da tamamlanmamış bir kışla var. Bu kışlanın döşemesiz, camsız, üstü örtülü bir koğuşta Yemen’e sevkolunmak üzere firardan gelmiş, gözaltında yeni askerle ve yine usulünde gelmiş vapur bekleyen yeni askerler gördüm. (…) Bu askerlere pişmiş yemek verilmiyor, sözde yevmiye veriliyor. Hükümette para olmadıkça bu da verilmiyor. Para alamayan askerler toplu olarak hükümet önüne ve kumandanın evine gelerek dua ile karışık bağrışmalarla dert yanıyorlar. Para bulunursa karınlarını doyuracak yevmiye veriliyor, olmaza parası olan kendi kesesinden yiyor, olmayan arkadaşlarının muavenetine (desteğine) muhtaç kalıyordu. (…) Anasından, babasından, ailesinden ayrılmış, köyüden iskeleye kadar yol yürümüş, bu yorgun yolcularımızın yorgunluklarını giderecek ve sıhhatlerini koruyacak bir sıcak yemek yediremediğimiz (…) askerler aylarca fena beslenmeye maruz kalıyor. Bu müşkülata karşı duramayanlar firar ediyor veyahut ölüyor. (…) Firar etmeyenleri ve firara takati kalmayanları Yemen’e sevkediyoruz.” “1321/1905 yılında İskenderun’da Garp vupurunda Adana’dan gönderilen 2000 çuval peksimet gördüm. (…) Peksimetleri İskenderun’da doktorlara muayene ettirdim İnsanın değil hayvanın bile yemesinin müsait olmadığını gösterir rapor verdiler. (…) Vapur içinde ambarda 100’den fazla hayvan gördüm. (…) Vücutlarının yarısını zayi etmiş, birbirinin yularını, yele ve kuyruklarını yemiş…”
Ama yolculuk daha da zorluydu. Askerler önce Adana ve Mersin’e gelirler, oradan Yafa’ya kadar gemilerle, oradan Hicaz şimendiferi ile Maan’a, oradan develerle 5 günlük kara yürüyüşüyle Akabe’ye, oradan vapurla Hudeyde’ye gelirlerdi. Daha balık istifi, aç bilaç yapılan bu korkunç yolculuk sırasında başlardı ölümler. Örneğin 1905’te 4. Ordu’ya bağlı Trabzon Redif Taburu, 809 mevcutla vapura binmiş, Hudeyde’ye 738 kişi varmıştı.
Hudeyde limanına gemiler uzun süre ac¸ıkta bekletilirdi, çünkü Hudeyde’de kışla yoktu. Nihayet karaya çıkanlar geceleri dışarıda geçirirlerdi. Gündüzler ne kadar sıcak ve kuraksa, geceler o kadar soğuk ve rutubetli olurdu. Günler sonra isyanın kalbi Sana’ya doğru yola çıkılırdı. Bu yol bes¸ gu¨nde katedilirdi. Yolda Zeydiler tarafından iyice hırpalanan birlikler Sana’ya vardıklarında ‘arbiş’ denilen barınaklara tıkılırlardı. Ardından İmam Yahya’nın kalesinin bulunduğu Şehare’ye doğru yola çıkılırdı. Denizden yüksekliği 6 bin metre olan Şehare’ye Sana’dan hayvanla ancak altı günde gidilirdi. Üstelik sadece insanları değil, ağır topları da çekmek zorundaydı zavallı hayvanlar. Dimdik duvar gibi yamac¸ların arasından korkunc¸ uc¸urumların kenarından Şehare’ye varıldıktan sonra, İmam Yahya’nın kaldığı yere ulas¸abilmek ic¸in 800 metrelik bir uçurumu atlamak gerekirdi. Uçurumun üzerinde küçük kemerli bir köprüden başka bir geçit yoktu. Askerler köprüyü geçerken birden tepeden kurşun ve kaya yağmuru başlardı. Şehare’ye Ekim 1905’te yapılan sefer aynen burada anlattığım gibi geçti ve katliama ‘Şehare Felaketi’ denilerek kolektif belleğin derinliklerine atıldı.

SANA KUŞATMASINDA İNSAN MI YENDİ?
“Sonuç ne oldu?” derseniz, “koca bir hüsran” demek ayıp olur, çünkü 1905’te İmam Yahya kuvvetleri tarafından Sana’da kapana kıstırılanların trajedisini anlatmaya kelimeler yetmez. Osmanlı ordusu Şehare’yi ele geçiremediği gibi, İmam Yahya’nın Sana’yı kuşatmasını da engelleyemedi. Kuşatma sırasında şehirden kaçmaya çalışanları birer birer avlayan İmam Yahya kuvvetleri, Sana’yı da açlığa ve ölüme mahkum ettiler. Kuşatma sırasında şehirde olan Yüzbaşı Sami Efendi’nin Hasan adlı arkadaşına yazdığı mektuptan öğrenelim olanları: “Artık yaşama ümidimiz kalmamıştı. Ölüm sayısı günde 250-300’ü bulmuştu. Koca şehir zalim bir ölümün pençesinde çırpınıyordu. Artık yiyecek ester, eşek, köpek kalmamış, semalarımızdan kuş bile uçmamaya, asker insan eti yemeye başlamıştı. (…) Ben bir aralık merkez kumandanı olarak çalışıyordum. Sur duvarları dibinde bulduğum el ve ayaklar 13 çocuğun yenmiş olduğuna delalet ediyordu. Bunlardan ikisi zabit çocuğu idi.”
İnanılması güç ama açlıktan insan yendiğine dair başka kaynaklar da var. Yine de “inanmayalım” derseniz, devrin Yemen Valisi Tevfik Bey’in şu soğukkanlı ifadelerine kulak verelim: “Artık yiyecek bir şey kalmadı. Askerler halkın bahçelerindeki ham meyve ağaçlarına saldırıyorlardı. Açlık ve yokluktan ölümler başlamıştı. Asker, subay ve ailelerinden günde 60 kişi ölüyordu. Bir ay evvel 6000 kişi olan asker sayısı, ölüm, firar gibi nedenlerle 2000’e düştü…”
Sana, 20 Nisan 1905’te İmam Yahya kuvvetlerinin eline geçti. Ve Osmanlı Devleti pes etti. Yapılan anlas¸ma geregˆi, s¸ehirdeki bütün memurlar ve sadece 800’ü silahlı olmak üzere 11 bin asker kafileler halinde Sana’dan çıkarak Menaha’ya çekildiler. Devlete ait birçok es¸yanın dıs¸ında, muhtelif çapta 56 top, 11 bin mermi, yeni silahlardan 16 bin tüfek ve 160 sandık fis¸ek I·mam Yahya’ya bırakıldı.
Erik Jan Zürcher “1904-1905 ayaklanmasında Yemen'de bulunan 55 bin Osmanlı askerinden 30 bini öldürülmüştür” diyerek trajediyi özetliyor. Trabzon Redif Taburu üzerine çalışan Cengiz Çakaloğlu, Trabzon’dan yola çıkan 809 kişiden sadece 50’sinin geri döndüğünü belirtiyor. Bu oranı diğer taburlara aynen uygulayamayız mutlaka ama, yine de kaybın büyüklüğü hakkında bir fikir veriyor. İttihat ve Terakki’nin yayın organı İçtihad’ın 30 Kasım 1921 tarihli 139. sayısında Port Said İstatistik Dairesi’nin raporlarına dayanarak “Süveyş Kanalı’nın açıldığı 1869’dan 1905 yılına kadar Yemen’de 1.000.000 Anadolu evladı gömülmüştür” deniyor. Bu rakam çok abartılı görünüyor ama, ölüm sayısını 100 bine düşürürsek bile içimiz rahat etmeyeceğine göre devam edelim.

II. MEŞRUTİYET’TE YEMEN
Peki 1905’te dert bitti mi? Hayır bitmedi. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Sadrazam Kamil Paşa, İmam Yahya’ya ilişkilerin gözden geçirildiği bir mektup göndermişti. “Faziletli Seyyid İmam Yahya İbn-i Muhammed” diye başlayan mektup anlam ve içerik olarak diğerlerinden farklıydı. Mektupta Yemen’deki idarenin yetersiz valiler yüzünden bu hale geldiği itiraf edilerek ve bölgede bir ıslahat çalışması yapılacağı ama en önemlisi ise Yemen’de Zeydilerin nüfus olarak yoğun olduğu Sana ve çevresinin idaresinin İmam Yahya’ya verileceğine söz veriliyordu. Ardından da eğer isyan etmekte direnirse üzerine kuvvet gönderileceği ihtar ediliyordu. 19 Şubat 1909’da Kamil Paşa’nın yerini alan Hüseyin Hilmi Paşa’nın isteğiyle Yemen’in ileri gelenlerinden bir heyet adeta zorla İstanbul’a getirildi. Heyet İstanbul’da iken 31 Mart Olayı patlak verdi. Heyet, hediyelerle alelacele geri gönderildi. Böylece İmam Yahya meselesi tekrar buzdolabına konmuş oldu. Dönemin Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa, Yemen’de boş inadın bırakılmasını, dağlık bölgeyi Zeydilere bırakmayı, kıyıdaki Şafii bölgenin elde tutulmasını ve Sana da sembolik bir garnizon bırakılmasını önerdi. Elde kalan yerlerde acilen reformlara başlanmalıydı. İzzet Paşa’ya göre, zengin demir, kömür ve gaz yataklarına sahip olan Yemen’le ilişkilerin düzeltilmesi Osmanlı Devleti’nin çıkarınaydı. Dahiliye Nazırı Talat Bey de kendisini destekledi ancak bu planları uygulamak kısmet olmadı.

CİZAN FELAKETİ VE KATIRLARIN İNTİHARI
İmam Yahya ve Asir Emiri İdrisi, 1910’da aynı anda isyan etti. Bu iki aktör birbirine düşmandı ama en çok da Osmanlı Devleti’ne düşmandı. İmam Yahya bir de Osmanlı’ya cihad ilan edince Ahmet İzzet Paşa’nın Hamidiye Kruvazörü ile bölgeye gönderilmesine karar verildi. Paşa’nın yanında 40 tabur piyade vardı. Ancak takviye kuvvetler bile Osmanlı ordusunun kaderini değiştirmedi. İmam Yahya yine yenilemedi.
 
              

İdrisi’yle yapılan savaşa gelince, onu da o dönemde Yemen’de sivil muhabere memuru olarak çalışmış Asaf Tanrıkut’tan öğrenelim: “Küçük karakollardan, Hilyos’ta bulunan mevkilere yakın yerlerden telgraf ile bir günlük suyumuz kaldı, yiyeceğimiz kalmadı veya günlük yiyeceğimiz kaldı, suyumuz kalmadı gibi yazılar geliyordu. Böyle telgraflar içimizi sızlatıyordu. Susuz ve yiyeceksiz kalan ve kendilerine bunları gönderme imkanı olmayan bu askerler ölüyorlar veya Arapların eline düşüyorlar ve onların cenbiyeleri altında can veriyorlardı. İdrisi’ye gönderilen bir alay açlık ve susuzluk içinde (Cizan’daki) Asan denilen yerde su kuyularına koşuyor. Ama su içenleri koruyacak gözcülerin konması ihmal ediliyor. Bir anda ortaya çıkan İdrisi kabilesinin savaşçıları askerleri kurşun ve cenbiyelerle (ucu kıvrık özel bir hançer tipi) yok ediyor. Bir kısım asker denize atlıyor, yüzme bilmeyenler ölüyor. Askerleri takip eden katırlar da denize atlıyor, başlarını suya sokarak intihar ettikleri anlatılıyor. Buna da ‘Katırların İntiharı’ denilmiş…”

1911 DAAN ANLAŞMASI
Tarihe ‘Cizan Felaketi’ olarak geçen bu katliamı da Osmanlı Devleti sineye çekmek zorunda kaldı. O sırada Trablusgarp Savaşı patlak vermişti. Balkanlarda savaş tamtamları çalıyordu. Yemen’deki birliklere başka yerlerde ihtiyaç olabilirdi. Sonunda devlet pes etti, Zeydilerle anlaşma masasına oturdu. Daan köyünde 13 Ekim 1911’de imzalanan anlaşmaya göre Yemen Şafii ve Zeydi bölgeleri olarak ikiye ayrıldı. İmam Yahya Osmanlı Devleti’ne karşı olan ‘emir-ül-müminînlik’ savlarından vazgeçecek ve Osmanlı Hilafeti’ni tanıyacaktı. Osmanlı Devleti de Zeydi bölgesinde İmam Yahya’nın ve ardıllarının ruhani ve dünyevi liderliği tanıyacaktı. Zeydiliğin egemen olduğu bu topraklarda Zeydi şeriatının uygulanmasına izin verildi. Osmanlı’nın kazancı ise, İdrisi’nin olası isyanında Osmanlı kuvvetleri ile İmam Yahya’nın kuvvetlerinin bundan sonra beraber hareket edecek olmalarıydı. İmam Yahya İdrisi’ye karşı 10 bin kişilik askeri kuvvet oluşturacak ve buna karşılık kendisine aylık 10 bin lira ödenecekti. Osmanlı Devleti, söz verdiği paraları ödemediği halde, İmam Yahya ne Trablusgarp Savaşı sırasında ne de I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ne düşmanlık etmedi. İdrisi ise, Trablusgarp Savaşı’nda İtalyanlarla işbirliği yaptı.
YEMEN’İN TERKİ
Savaşı müttefikleriyle birlikte kaybeden Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi 
uyarınca Yemen’deki Osmanlı birliklerinin silah bırakması gerekiyordu ama Vali Mahmut Nedim Bey bu konuda emir İngilizler eliyle geldiği için bu  emre inanmak istemedi. Silah bırakmamak için uzun süre direndi. Nihayet 15 Kasım 1918 günü, Sana İmam Yahya’ya teslim edildi. Teslim törenini Süleyman Sırrı Kadak şöyle anlatmıştı: “Onu karşılamak için gireceği sur kapısına bir ihtiram kıtasıyla mızıka takımı çıkarılmıştı. Fakat İmam Yahya’nın başka bir kapıdan gelmekte olduğu anlaşılınca mızıka takımının yüzbaşıları ile birlikte davullarını, mızıka aletlerini taşıyarak sokaklarda koştuklarını unutamam. O günlerde vali ve kumandan Sana’da değillerdi. Her zaman asker adımlarıyla muntazam yürüyüşlerini görmeye alıştığımız mızıka efradının koşuşmaları bende sanki ordu başsız kalmış, paniğe uğramış gibi hisler oluşturdu. Dertleşecek bir kimse bulurum ümidi ile hükümet konağına çıktım. Hüseyin Paşa ile mektupçuyu karşı karşıya oturmuş düşünür halde buldum. Onlarla beraber odada oturuyorduk. O sırada İmam’ın şehre girişini selamlamak için kaleden atılan top sesleri içimizde öyle bir hüzün oluşturdu ki her üçümüz coşan teessür hislerimizi zapt edemeyerek birbirimizin yüzüme baka baka ağladık.”

Yemen’den asker çekilmesi 15 Şubat- 20 Mart 1919 tarihleri arasında peyderpey oldu. Son olarak silah ve mühimmatı İmam Yahya’ya teslim eden 7. Kolordu ve 40. Tümen’in komutanı Sana’dan ayrılarak 25 Mart 1919 tarihinde yedi ay esir olarak kalacağı Aden’e gitti. Geride Vali Mahmut Nedim Bey ve iki yüz sivil memur ile dört yüze yakın asker kalmıştı. İmam Yahya bunların ayrılmasına izin vermiyordu çünkü yıllardır maaş alamayan bu kadrolar Yemenli tüccarlara, hatta İmam Yahya’ya bile borçluydular. Vali Mahmut Nedim Bey son yıllarda askerlerin asgari masrafları ile kendi geçimini İmam Yahya’dan aldığı paralarla sağlıyordu yıllardır.

‘TBMM YEMEN VALİSİ’NİN HÜZÜNLÜ SONU
Kısa süre sonra Anadolu’da Milli Mücadele başladı. Mahmut Nedim Bey, hem kendi halini, hem Yemen’deki rehinelerin halini TBMM’ye anlattı defalarca. Ama hiçbir mektubuna cevap alamadı. Son mektubu “TBMM Yemen Valisi” diye imzaladı. Ona da cevap alamadı. Ankara’nın başını kaşıyacak vakti yoktu. Ayrıca vakti olsaydı da Yemen’in dertlerini çözecek ne gücü, ne parası vardı. 30 Ağustos 1922’de Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin kazanılmasının ardından İmam Yahya da Ankara’ya bir tebrik mesajı gönderdi. 1923’te Lozan Barış Görüşmeleri sürerken yeniden yazdı ve Yemen’in kaderinin tayininde Ankara’nın yardımını istedi. Ankara 13 Ekim 1923 tarihli cevabında, Yemenlilerin kendi idarelerini kurmalarının uygun ve gerekli olduğunu, maddi taleplerin yerine getirilmesinin mümkün olmadığını, ancak teşkilatlanma için gerekli uzman veya memura ihtiyaç duyulduğu takdirde maaşlarının Yemen idaresi tarafından verilmesi kaydıyla Türkiye’nin yardımcı olabileceğini belirttiğinde, Yemen’deki Osmanlı mirası ile ilgisinin olmadığını zımnen belirtmiş oluyordu.
Ankara’dan ümidini kesen İmam Yahya, Lozan Barış Antlaşması’nın TBMM’de onaylandığı gün olan 23 Ağustos 1923’te görevi biten Mahmud Nedim Bey’in Yemen’de kalmasını istedi ancak o kabul etmedi. Buna rağmen Yemen’le Türkiye’nin arasını düzeltmek için uğraşmaya devam etti. Ankara, 13 Ekim 1923’te de Yemenlilerin kendi idarelerini kurmalarının uygun ve gerekli olduğu,maddi taleplerin yerine getirilmesinin mümkün olmadığı, ancak teşkilatlanma için gerekli uzman veya memura ihtiyaç duyulduğu takdirde maaşlarının Yemen idaresi tarafından verilmesi kaydıyla Türkiye’nin yardımcı olabileceği bildirildi. Mahmut Nedim Bey, 1924 yılında Türkiye’ye döndü. Dönüşünden itibaren geçmiş maaşlarını almak için bitmek tükenmez bir yazışma trafiğine girişti. Birikmiş maaşlarını alamadı ama Necid Emiri Abdülaziz 8 Ocak 1926’da Hicaz kralı ve Necid sultanı ilan edilince Türkiye’nin Necid’e gönderdiği diplomatik heyete dahil edildi. Bir yıl süren bu görevinden sonra yine sıkıntılı günler başladı onun için. Sonunda çabaları sonuç vermiş olmalı ki, 1932’de kendisine 5 bin lira değerinde gayrimenkul verilmesine karar verildi. 1934’te Akdilek soyadını alan Mahmut Nedim Bey, 1935 yılında Recep Peker’e yazdığı mektupta mealen “Yaşım 70’i geçti, fakru zarurete düştüm, çocuklarımın okul parasını bir dostum verdi, altımda bir yatak bile kalmadı, elime 70 lira geçiyor, halbuki 100 liraya ihtiyacım var” diye yakınıyordu. Cevap mealen şuydu: Devlet ona ev vermişti, daha fazlasını veremezdi! Yıllarca maaş bile almadan Yemen’de çile dolduran Mahmut Nedim Bey, 11 Mart 1940 günü İstanbul’da vefat etti.

(Mahmut Nedim Bey'in Recep Peker'e mektubu, Serap Sert'in künyesi kaynakçada belirtilmiş yüksek lisans tezinde)

İMAM YAHYA YEMEN’İ KURUYOR
İmam Yahya, Osmanlı Devleti’nin son Hudeyde Mutasarrıfı Ragıp Bey’i katip olarak istihdam etmişti. Fransızca bilen Ragıp Bey sayesinde dünya ile yazıştı, uluslararası camiaya hitap etti. Bu çabaların sonucu, 1934’te Yemen’in kuzey ve güney hudutları çizilerek İngilizler tarafından bağımsızlığı tanındı. Yemen’de monarşi idaresi kuran İmam Yahya 1948’de Eh Ahrar örgütü tarafından bir ayaklanma sırasında öldürüldü. Bundan sonrası başka bir yazı konusu olacak kadar karmaşık.

YEMEN TÜRKÜSÜ KİME AİT?
Yazıya Yemen türküsüyle başlamıştım, Yemen türküsüyle bitireyim. 1990’dan itibaren “Havada Bulut Yok” adıyla ünlenen türkünün Muş’a mı yoksa Elazığ’a ait bir türkü mü olduğu konusunda bir savaş yürüyor. TRT’nin kaynaklarına göre, 1944 yılında Anadolu’yu gezerek derlemeler yapan Muzaffer Sarısözen, Halil Bedii Yönetken ve Rıza Yetişen'den oluşan ekip tarafından, Duriye Keskin adlı Muşlu bir mahalli sanatçıdan derlenen türküyü notaya Muzaffer Sarısözen notaya geçirmişti. (Türkü derleme sürecine dair ayrıntılı bilgi için tıklayın)
Şemsettin Taşbilek Elazığlı bir araştırmacı ise türkünün 1936 tarihli Elaziz Halk Türküleri ve Oyunları adlı kitapta hem notalarıyla hem de orijinal metniyle Harput türküsü olarak yer aldığını ileri sürdü. Yazara göre kitap zamanın Elaziz Valisi Tevfik Gür başkanlığındaki Ferruh Arsunar, Sadi Günel ve Hafız Osman Öge'nin içinde yer aldığı Elaziz Halkevi 1936 yılı Sanat Komitesi'nce derlenmiş olup  İstanbul-Beyazıt Kütüphanesi' nde 47950/5 numara ile kayıtlıydı.
Harput türküsüdür diyenler, “Burası Muş'tur, yolu yokuştur" şeklindeki nakaratta yer alan Muş ifadesinin aslında Yemen’de bulunan Huş veya Simuş adlı bir yerleşim yerinin adının, yanlış yazılması suretiyle kayıtlara geçtiğini, dolayısıyla nakarattan hareketle türküyü Muş’a maletmenin yanlış olduğunu söylüyorlardı. Bu iddianın kaynağı ise yıllar önce Yemen’e bir seyahat yapmış olan ve güya burada Huş diye bir yer olduğunu öğrenen Barış Manço idi. Manço çok inandırıcı bulunmuş olmalı ki, TRT türkünün künyesini “Eski Türkçeyle yazılırken -h- harfinin  üstündeki nokta unutulmuş da onun için Muş, Huş olmuş.” diye düzeltti. Bu düzeltmeyi yapanların, Eski Türkçe bildikleri şüpheliydi çünkü, üzerinde nokta olan Hı harfinden nokta kaldırılınca M olmaz, Ha diye okunurdu. Bu kesime göre “zaten Muş’un yolu yokuş falan da değildi.” Tartışmaya Yücel Paşmakçı, Musa Eroğlu, Mehmet Özbek gibi halk müziği ustaları girdi. Bu kişiler haklı olarak “Burası Huş’tur” veya “Burası Simuş’tur” şeklindeki nakaratın, ancak türkü Yemen’de yakılmışsa manalı olacağını, o zaman da “Giden gelmiyor, acep ne iştir” sözünün anlamsız olacağını söylediler. Ayrıca Muşlular, “1950’li yıllara kadar Kurtik Dağı’nın yamaçlarındaydı. Bitlis’ten kaleye çıkan yol 45 derece eğimliydi” dediler. Sonunda Muş Valisi bir Mülkiye Müfettişine rapor bile hazırlattı. Rapora göre, türkü kesinlikle Muş’a aitti. Ancak müfettişin bu sonuca varırken kullandığı argümanların bilimsel hiçbir yanı yoktu.  

TÜRKÜLER HEPİMİZİNDİR
Muşluları ve Elazığlıları üzmek istemem ama türküler kimsenin malı değildir. Toplumun malıdır. Yazanı, yazıldığı tarih hatta tam olarak yazılış nedeni de bilinmez. Zaman içinde değişim gösterir, bazı kavramlar değişir, telaffuz farkları ortaya çıkar. Coğrafyadan coğrafya dolaşırken, içerik ve melodi değiştirir. Yukarıda linkini verdiğim yazımda “Çanakkale İçinde Vurdular Beni” türküsünün serüvenini anlatmıştım. Yemen türküsünün de benzer bir hikayesi vardır mutlaka. Erik Jan Zürcher’in dediği gibi “Yemen türküleri adeta bir tür oluşturur ve özellikle Suriye, Filistin ve Mezopotamya'daki birlikler arasında çok benimsenir. En azından bir düzine Yemen türküsü vardır. (…) Bu türkülerde dile getirilen duyguların pek öyle çarpıcı bir orijinalliği yoktur ama çok şey anlatırlar. Bunlar kahramanlık ve yurtseverlik türküleri değildir. Yine bu türküler aynı dönemlerde Batı'daki cephelerde ortaya çıkan (…) popüler şarkılardaki inatçı kararlılığı da anlatmazlar. Bunlarda esas olarak dile getirilen, sıla hasreti, ümitsizlik, kötü kader ve kurban edilme duygusudur. Bu türküleri söyleyen insanların gözünde silah altına alınma bir ölüm cezasıdır. Türküler aynı zamanda bir tevekkül atmosferini de canlandırırlar. Belki de Osmanlı askeri birliklerinde var olan görece yüksek moralin kökeni bu kaybedecek hiçbir şeyin olmadığı duygusundadır. Belki de onlara, o kerte üstün düşman güçleri karşısında -özellikle savunma durumunda- bu kadar iyi dövüşme yeteneğini veren budur.”
Sözümü Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun dizeleriyle bağlayayım: “Ah bu türküler/Köy türküleri/Dilimizin tuzu biberi/Memleket ahvalini onlardan sor/Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i/Ben türkülerden aldım haberi/Ah bu türküler hilesiz hurdasız…”
Özet Kaynakça: Mahmud Nedim Akdilek, Arabistan’da Bir Ömür, Son Yemen Valisinin Hatıraları veya Osmanlı İmparatorluğu Arabistan’da Nasıl Yıkıldı?, Derleyen: Ali Birinci, İsis Yayınevi, 2001, Zeki Ehiloğlu, Yemen’de Türkler, Tarihimizin İbret Levhası, Kitabevi Yayınları, 2001, Metin Ayışığı, “Osmanlı’nın Son Vilayeti Yemen”, 13. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, Ankara, 4–8 Ekim 1999, III. Cilt III. Kısım, TTK Basımevi, 2002, Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, Hicaz, Asir, Yemen Cepheleri ve Libya Harekâtı 1914–1918, C. 6, ATASE Yayınları, Günkur Basımevi, Harold Ingrams, The Yemen (Imam, Rulers & Revolutions), John Murray Publisher, 1963, Hasan Kayalı, Jöntürkler ve Araplar, Çeviren: Türkan Yöney, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003, Lütfullah Kahraman, Milli Mücadele Dönemi’nde Yemen-Türkiye İlişkileri, İmam Yahya–Mustafa Kemal Paşa Yazışmaları, Arba Yayınları, 1997, Serap Sert, “Son Osmanlı Yemen Valisi Mahmut Nedim Bey, Hayatı ve Faaliyetleri (1857-1940)”, Marmara Üniversitesi’nde 2009 yılında kabul edilmiş yüksek lisans tezi, Turgut Hatipoğlu, “Yemen’in Osmanlı’dan Ayrılışı (Kopuşu)”, Gazi Üniversitesi’nde 2004 yılında kabul edilmiş yüksek lisans tezi, Erik Jan Zürcher, Savaş,Devrim ve Uluslaşma Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908-1928), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005, Cengiz Çakaloğlu, 
“Yemen İsyanı ve Trabzon Redif Taburu (1905-1906)” http://e-dergi.atauni.edu.tr/ataunisosbil/article/view/1020000395, Selim Deringil, İktidarın Sembolleri ve İdeoloji, Çeviren: Gül Çağalı Güven, YKY Yayınları, 2002. 

ADANA SANCAGINDA Kİşİ ADLARI



MEFATİHUL KUNUZ Fİ İLMİ RUHANİ İDRİS CELEBİ



DİNLERDE VEFKLER Oğuzhan Özdemir


DİNLERDE VEFKLER

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...