07 Nisan 2013

TÜRK TÖRESİ



Türk Töresi
Türk kültür yapısının en hassas ve ince dokusunu " Türk Töresi " oluşturur. "Töre, milli toplumda ferdi ve sosyal ilişkileri düzenleyen, ferdi disiplin ve otoriteye bağlayan, milli barış, dayanışma ve beraberliği sağlayan bir kültür kurumudur. Yabancı kültürler önce bu değer sistemini yıkmak isterler".

Türk Töresi rastgele, tesadüfen meydana gelmiş şeylerden ibaret değildir. Bunlar ayrılmaz bir şekilde milletin varlığına milletin ortak düşünce, duygu ve kanaatlerine bağlıdır. Töre, Türk milleti ile birlikte doğar, milletle gelişir ama asla milletle yok olmaz. Kısacası "İl gider, töre kalır".

Türk Töresi , yüksek vazife duygusu demektir. Türk Töresi , devlet hizmetinde, insanların münasebetlerinde millete hizmeti ve insanlara saygıyı esas alır. Türk Töresi , büyüğe saygı küçüğe şefkat ve sevgi demektir."

Türk Töresi : "Türk hukuku", "Türk nizamı" demektir. Türk Töresi ' nde her Türk' ün toplum içindeki yeri, sırası ve vazifeleri belirli kaidelerle tesbit edilmiştir. Türk Milletinin teşkilanması, Türk devletlerinin ve ordularının teşkilatlanması hep bu töre esaslarına göre olmuştur.
 Tarihte karşılaştığımız o büyük Türk Medeniyeti, Türk Töresi ' nden, Türk zekasından Türk kabiliyetinden doğmuştur.



Türk Töresi : Evvela Türk Milletini sevmek ve Türk Milletinin kuvvetine, büyüklüğüne inanmak demektir.

Türk Töresi , yüksek vazife duygusu demektir. Türk Töresi , devlet hizmetinde, insanların münasebetlerinde millete hizmeti ve insanlara saygıyı esas alır. Türk töresi, büyüğe saygı küçüğe şefkat ve sevgi demektir.

Türk Milleti, ağırbaşlı, vakarlı, ciddi, çok konuşmayan, gerektiği zaman az ve öz konuşan, soğukkanlı olan, birden öfkelenmeyen, cesur, ahlaklı, azimli, sözüne ve vazifesine sadıktır.

Avrupa' da fertler karşılıklı münasebetlerinde "Türk sözü mü?" derler. Onlar Türk sözüne güvenileceğini bilmektedirler. Büyüğünün emrinden çıkmamak, küçüğe karşı sevgi, şefkat göstermek, onu itaat altında bulundurmak, hakka riayet etmek Türk Töresi nin esas unsurlarıdır. Türkler bütün devletlerini bu töre ile kurmuşlar, töreyi bozunca da yıkılmışlardır.

EsKi Türklerde suç: "şerefli" suç: "şerefsiz suç" diye ikiye ayrılırdı.
Hanedan mensuplarına ölüm cezası verilince kendi yayının kirişi ile boğulurdu. Osmanlılar devrinde bile bu böyle olmuştur. Namussuzluğun, iffetsizliğin cezası ölümdü. O da okla şerefsizce öldürüldü. Türklere büyük kuvvet veren, onlarda disiplini sağlayan bu töre esasları olmuştur.

Kuvvet, birlik ve beraberlikten doğar. Milletimizin uğradığı bütün felaketler; birlik içinde yaşayamadığımızdandır. Törelere riayet etmeyerek, birbirimizi sevmememizden, birbirimizi çekememeliğimizdendir. Memeleket hizmeti, itiastsizliği, ihmalkarlığı, ciddiyetsizliği kabul etmez. Evvela kendimizi yoklayacağız. Bir Bozkurt, Bir Ülkücü olarak ruhen, karakter itiberiyle kendimizi yetiştirmemiz lazımdır. Bencillikten Türk Milleti, Türklük çok zarar görmüştür. Hepimiz Türk Milleti olarak bu bencillik duygusunu atmalıyız; atmalısınız. Hepiniz birbiriniz için olmalısınız.

Milletimizin kurtuluş ve yükselişi, fikirlerimizin tatbiki, bizim iktidarda olmamıza bağlıdır. Onun için gençliği, halkı kendimize bağlamalıyız. Kendimizi onlara sevdirmeliyiz. Sadakat, vefa, şefkat ve yardım duygusu, sevgi ve saygı aranızda geliştirmeniz icab eden en yüksek duygulardır. Bu duygular olmazsa mükemmel bir insanlık olmaz. Birbirimizle kaynaşmak için, diğer gençleri, vatandaşları kazanmak için her şeyden evvel insanları hafife almamayı, onları hor görmemeyi, kim olursa ona "insan" gözüyle bakmayı öğrenmeliyiz.

Bir Bozkurt, Bir Ülkücü her hareketi, davranışı, oturması, kalkması, konuşması ile Türk Milliyetçiliğinin, propagandasıdır. Kötü, yanlış hareketlerimizle insanları kndimizden nefret ettirmemeliyiz. Bir ülkücüye yaraşır şekilde hareket etmezsek hepimiz şahsımızda davamıza zarar vermiş oluruz. Türk Milleti, bize kötü hareketlerimizle "Şunlara bakın" "şu milliyetçi geçinenlere bakın" demesin. Biz, güzel hareketlerde bulunarak dedirtmeyin. Ülkücü gençleri tam bir Türk insanının örneği olarak görmek istiyorum. Ciddiyetinizi muhafaza etmeli ve cıvıtmamalısınız.
Müslüman Türk geleneğinde, kadına saygı vardır. Türk cemiyetinde kadının yeri, erkeğinin yanıdır. Türk kadını toplumumuzun faal bir unsuru, saygıdeğer bir varlığıdır.

Türk vakurdur. Kişi olarak, Bozkurt olarak bu olgunluğu elde etmezseniz, insanca vasıflarla varlığımızı süslemezseniz, memlekete beklenen faydayı vermesseniz, parasız hasta muayene etmeyen doktorlardan, çimento demir çalan mühendislerden olurusunuz.

Asla başkalarının işine karışmayın ve sır saklayın. Daima iyilik getirecek söz ve hareketlerde bulunun ve bunu adet edinin. Dinimiz dahi bazı ahvalde yalan söylemeyi serbest bırakmıştır. Doğruyu söylediğiniz zaman fitne fesat çıkacaksa, ortalık karışacaksa, yalan söyleyin demiştir. Gayet disiplini olmalısınız. Disiplin; Türk Töresi ne, ahlakına, kanunlarına, nizamlarına uymak, büyüğün küçüğün hakkına riayet etmek, hürmetkar olmaktır

•••••••••••••••••••••••••••••••••••••



Bu memleket, Dünya'nın beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna
mevcudiyetin yüksek tecellisine sahne oldu. Bu sahne en aşağı yedibin
senelik Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarlarıyla sallandı. Beşiğin
içindeki çacuk, tabiatın yağmurlarıyla yıkandı. O çocuk, tabiatın
şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından korkar gibi oldu sonra
onlar alıştı. Onları tabiatın babası tanıdı onların oğlu oldu. Birgün o
tabiatın çocugu tabiat oldu, şimşek, yıldırım, güneş oldu.
TÜRK oldu.
TÜRK budur;
Yıldırımdır,
Kasırgadır,
Dünya'yı aydınlatan Güneştir.

 




MACARLAR



MACARLAR

Macarlar, Fin-Ugor kavimlerinin Ugor kolundandır. 
Macar adı, bu kolun diğer adı olan, Manysi-er'den gelmektedir. 
İlk yurtları İtil (Volga) ırmağının yukarı kısımlarıdır. VI. yüzyılda Sabarlar
tarafından güneye itilen Macarlar, Hazar Kağanlığı'na bağlanmışlardır.

 Bu dönemde yaşadıkları
bölge, Don ve İtil ırmakları arasıdır. Macar tarihinde ve destanlarında önemli bir yer tutan bu
bölgeye Macarlar, Etel-Közü adını vermişlerdir. Bu bölgede Onogur Türkleri'nin de karışmasıyla
bugünkü Macar milletinin çekirdeği oluşmuştur.

 Macarların diğer adı olan Hungar sözü de bu
Onogur'dan gelmektedir.
Macarlar, IX. yüzyılın sonlarına doğru Peçenekler tarafından batıya itilmişlerdir. Bu sırada
başlarında Hazar Türkleri'nden Kabar oymağından Almışoğlu Arpad bulunuyordu. Artan Peçenek
baskısı karşısında daha da batıya kayan Macarlar, 896 yılında, kendi adları ile anılan bugünkü
yurtlarına geldiler. 

Bu bölgede Avrupa içlerine yaptıkları akınlar ve Almanlarla giriştikleri
mücadelelerle adlarından uzun süre söz ettirdiler. 1000 yılında Katolik mezhebini kabul ederek
Hristiyanlaşmışlardır. 

Macarlar, Avrupa'da Slâvların birlik oluşturmasını engellemişler ve ayrıca
Almanların Balkanlara sarkmasını da önleyerek denge unsuru olmuşlardır. 150 yıl kadar Osmanlı
idaresinde yaşayan Macarlar, Avrupa'da önemli bir güç olarak, günümüze kadar gelmişlerdir.


Göktürk Devletleri


Göktürk Devletleri

1-GÖKTÜRK DEVLETİ

Türk Tarihîndeki Önemi: Türk sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak kabul edenler Göktürklerdir.
Böylece devleti ifade etmesi bakımından siyasî bir anlamı olan Türk kelimesi bu sayede bütün bir
milletin adı olmuştur.

A-ERGENEKON

Göktürk Menşe Efsaneleri ve Ergenekon Destanı'na Göre Türklerin Tarih Sahnesine Çıkışı
Göktürklerin "Kurttan Türeyiş"lerine dair Çin kaynaklarında da geçen üç efsane vardır. Aslında bu
efsanelerin hemen hemen aynısı M.Ö. 119'da Hunlar tarafından büyük bir yenilgiye uğratılan Wu-
sunlar için söylenir. Efsaneye göre Hunlar bir taarruz neticesinde Wu-sun kralını öldürmüş, onun
oğlu Kun-mo küçük olduğu için Hun hükümdarı ona kıyamamış ve çöle atılmasını emretmiş. Küçük
Kun-mo dişi bir kurt tarafından emzirilmiş ve bu olayı uzaktan seyreden Hun hükümdarı, çocuğun
kutsal biri olduğuna inanarak, büyüdüğünde onu Wu-sunların kralı yapmış, içinden Göktürkleri de
çıkaran, Çinlilerin Kao-çı (Yüksek Tekerlekli Arabalılar) ve T'ieh-li (Tölös) dedikleri, Orhun nehrinden

Volga kıyılarına kadar geniş bir alana yayılan bu güçlü Türk kavimler topluluğu için de "kurttan
türeyiş" efsanesi aynı motifi işler. Çin'deki Toba sülalesi devri kaynaklarında efsane özetle şöyle
anlatılır: "Kao-çı kağanının çok akıllı iki kızı varmış. Öyle iyi kalpli ve akıllılarmış ki, babaları onların
ancak tanrı ile evlenebileceklerini düşünerek, kızlarını bir tepeye götürmüş. Ancak tepeye ne tanrı
gelmiş ne de onlarla evlenmiş. Kızlar burada beklerken ihtiyar bir erkek kurt tepede dolaşmaya
başlamış. Küçük kız, kardeşine bu kurdun tanrının kendisi olduğunu söyleyerek tepeden inmiş ve
kurtla evlenmiş. Bu suretle Kao-çı halkı bu kız ve kurttan türemiş.".
Bu efsanelerin tekamül etmiş şekli, tarihî realiteye de uygun olarak, Göktürk menşe efsanelerinde
ve Ergenekon Destanı'nda görülür. M.S.570'te ortaya çıkan Çin'deki Sui Sülâlesi devrinde
Göktürklerle yakın münasebet kuran Çinliler, Türklerden öğrendikleri efsaneyi tarih yıllıklarında not
etmişlerdir. Efsane şöyledir:

"... (Göktürklerin) ilk ataları Hsi-Hai, yani Batı Denizi'nin kıyılarında oturuyorlardı. Lin adlı bir
memleket tarafından, onların kadınları, erkekleri, büyüklü-küçüklü hepsi birden yok edilmişlerdi.
Yalnızca bir çocuğa acımışlar ve onu öldürmekten vazgeçmişlerdi. Bununla beraber onun da kol ve
bacaklarını kendisini Büyük Bataklığın içindeki otlar arasına atmışlardı. Bu sırada dişi bir kurt peyda
olmuş ve ona her gün et ve yiyecek getirmişti. Çocuk da bunları yemek suretiyle kendine gelmiş ve
ölmemişti. (az zaman sonra) çocukla kurt, karı koca hayatı yaşamaya başlamışlar ve kurt da
çocuktan gebe kalmıştı. (Türklerin eski düşmanı Lin devleti, çocuğun hâlâ yaşadığını duyunca)
hemen kendi adamlarını göndererek, hem çocuğu hem de kurdu öldürmelerini emretmişti. Askerler
kurdu öldürmek için geldikleri zaman, kurt onların gelişinden daha önce haberdar olmuş ve kaçmıştı.

Çünkü kurdun kutsal ruhlarla ilgisi vardı. Buradan kaçan kurt, Batı Denizi'nin doğusundaki bir dağa
gitmişti. Bu dağ, Kao-ch'ang (Turfan)'ın kuzey-batısında bulunuyordu. Bu dağın altında da çok derin
bir mağara vardı. (Kurt) hemen bu mağaranın içine girmişti. Bu mağaranın ortasında büyük bir ova
vardı. Bu ova, baştan başa ot ve çayırlıklarla kaplı idi. Ovanın çevresi de 200 milden fazla idi.
Kurt, burada on tane erkek çocuk doğurdu. (Göktürk Devleti'ni kuran) A-şi-na ailesi, bu çocuklardan
birinin soyundan geliyordu."
Efsanede Türklerin yaşadığı ve göç ettiği yer olarak gösterilen Batı denizi, kimi tarihçilere göre
Turfan'ın kuzey batısında yer alan Balkaş gölü veya Aral, hatta Hazar iken kimi tarihçilere göre de
Isık göldür. Isık göl ve civarı, Kırgızların millî destan kahramanı olan Manas'ın da yaşadığı bir
bölgedir. Ancak burada önemli olan menşe efsanesinin, Göktürklerin "Ergenekon Destanı"nın ilk
şekli olmasıdır. Bütün Türk boylarında derin izler bırakan bu destan, içinde tarihî olayları barındırması
bakımından da dikkate değerdir. Destan özetle şöyledir:
"Türk illerinde Göktürk oku ötmeyen, Göktürk kolu yetmeyen bir yer yoktu. Bütün kavimler
birleşerek Göktürklerden öç almaya yürüdüler. Türkler çadırlarını, sürülerinin bir yere topladılar.

Çevresine hendek kazdılar, beklediler. Düşman geldi. Vuruş başladı. On gün vuruştular, Göktürkler
üstün geldi." Düşman, Türkleri er meydanında yenemeyeceklerini anladığından hileye başvurur ve
Göktürkleri gafil avlayıp, çadırlarını basar. Büyük bir katliam gerçekleşir. İl Han'ın küçük oğlu Kayan
(Kıyan) ve yeğeni Tukuz (Negüz) kadınlarıyla birlikte düşmanın elinden kaçar ve onların
bulamayacağı bir yere "Ergenekon" a (Sarp Dağ Beli) gelirler. Burası geçit vermez, sarp dağlarla
çevrili orta yeri düz, verimli bir ovadır. Burada bir müddet sonra nüfusları gittikçe çoğaldığında,
birbirine akraba, ayrı ayrı "oba"lar oluşturdular. Nihayet dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri

Ergenekon'a sığamaz oldu. Kurultay toplayıp, Ergenekon'dan çıkma kararına vardılar. Çıkış için tek
bir geçit vardı fakat burası da demirdendi. Bir demirci ustasının fikriyle demir dağ büyük bir ateş
yakılıp, devasa körüklerle harlandırılarak eritildi. Nihayet, Börteçene (Bozkurt) adlı bir başbuğun
liderliğinde, Türkler Ergenekon'dan çıkıp bütün dünyaya yayıldılar.
Özetlenen bu destan, İlhanlı tarihçisi Reşideddin tarafından nakledilirken, araya Moğollar da
serpiştirilerek, büyük ölçüde tahrif edilmiştir. Ancak destanda geçen motifler ve çağrıştırdıkları
olaylar, destanın Göktürklere ait menşe efsanelerinin tekamül etmiş hâli olduğunu açıkça
göstermektedir.

Nitekim Börteçene, Göktürklerin soylarını dayandırdıkları Asena gibi mübarek ve yol
gösteren bir kurttur. Hun birliği dağıldıktan sonra, destanın girişinde belirtildiği gibi, Türkler Altay
dağları civarına çekilmişler ve bir müddet Juan-Juanlar'ın hâkimiyeti altında yaşamışlardır.
Demircilikte ileri giden Göktürkler, Juan-Juan hükümdarının "Sizler demircilikle uğraşan
kölelerimsiniz" diye aşağılanmalarını hazmedemeyerek, onlara savaş açmışlar ve yaklaşık dört yüz
yıl süren suskunluktan sonra, 545 yılında büyük bir zafer kazanarak istiklâllerinin temelini
atmışlardır. Reşideddin'in de Camiü't-Tevarih'te yazdığı üzere, Ergenekon'dan çıkış, bir bayram
olarak kutlanmış, önce Türk kağanı, ardından beyler, bir parça demiri ateşe salıp kızdırdıktan sonra,
örs üstünde çekiçleyerek,

Ergenekon'u Türk an'anesinde canlı tutmuşlardır.
Göktürk hükümdarlık ailesi Aşına soyundan gelmekteydi. Yukarıda ifade ettiğimiz efsanelere göre
Aşına soyu dişi bir kurttan türemişti ve bu inanış sebebiyle de Göktürk Devleti alâmeti, altından kurt
başlı sancak olmuştur. Ergenekon efsanesi, Hun devletinin yıkılmasından sonra, Türklerin yaşadığı
zorlukları anlatmaktadır. Dolayısıyla, tarihen yaşanmış olaylar, Göktürklerin, Hun devletinin bir
devamı olarak ortaya çıktıklarının bir delilidir. Nitekim devlet yapılanmasının Hunlarla aynı olması da
bu fikri kuvvetlendirir.

B-BİRİNCİ GÖKTÜRK KAĞANLIĞI

Göktürkler'in tarih sahnesine çıktıkları sıralarda Orta Asya Moğol asıllı Juan-Juanların hâkimiyetinde
idi. Göktürkler de Altay dağları civarında, önemli bir siyasî güç hâlinde onlara bağlı olarak
yaşıyorlardı. Bu esnada geleneksel sanatları demircilikle uğraşan Göktürkler, Juan Juanların
silâhlarını imal etmekteydiler.
Göktürkler, daha 534 yıllarında Çin ile diplomatik ilişkiler kuracak güce erişmişlerdi. Bu sıralarda
başlarında Bumın bulunuyordu. Bumın, bir Türk boyu olan Töleslerin isyanını bastırması karşılığında
Juan Juan Kağan'ının kızı ile evlenmek istedi. Ancak bu isteğinin kabaca geri çevrilmesi üzerine
Bumın, üst üste vurduğu darbelerle onların bütün topraklarını ele geçirmiş ve kağanlarını da
öldürmüştür. 552 yılında meydana gelen bu olayla Göktürk devleti de kurulmuş oluyordu. İl-Kağan
ûnvanını alan Bumın, devletinin merkezî olarak da, Büyük Hun devletinin merkezinin bulunduğu
Ötügen'i (Orhun ırmağının hemen batısı) seçti.

Türk devlet geleneğine göre devlet doğu ve batı olmak üzere iki kanat hâlinde teşkilâtlanmaktaydı.
Devletin batı kanadı doğunun yüksek hâkimiyetini tanımak durumundaydı.
Bumın doğuda kağan olduğu zaman, küçük kardeşi İstemi de Yabgu unvanıyla devletin batı
kanadının başına geçti. (552-576). Bumın Kağan'ın devleti kurduğu yıl içerisinde ölmesi üzerine
yerine oğlu Ko-lo (Kara) kağan olmuştur. Ancak O'nun da erken ölümü ile kısa süren kağanlığının
ardından, Bumın' ın diğer oğlu Mukan Kağan'ı (553-572), devletin doğu kanadının başında görüyoruz.
Onun zamanında İstemi Yabgu batı kanadını yönetmeye devam etmiştir. Mukan Kağan, devleti
daha da güçlendirerek, hâkimiyetini genişletmiş ve Çin üzerinde baskı kurmuştur.

Devletin batı kanadını idare eden İstemi Yabgu, kısa zamanda, Altayların batısını Isık göl ve Tanrı
dağlarına kadar hâkimiyeti altına aldı. batıdaki faaliyetleri sonucunda, Orta Çağ'ın en büyük iki devleti
Sasani ve Bizans imparatorlukları ile ilişkiler kuruldu. İpek Yolu'nu ellerinde tutan Akhun (Aftalit)
devleti, Sasanilerle iş birliği yapılarak ortadan kaldırıldı . Toprakları Ceyhun nehri (Amuderya) sınır
olmak üzere iki devlet arasında paylaşıldı (557). Böylece Göktürkler egemenliklerini Kuzey
Hindistan'daki Keşmir bölgesine kadar uzatacaklardır.

Göktürkler'le Sasaniler'in arası İpek Yolu meselesinden dolayı bozuldu. Sasanilere karşı Bizans ile
iş birliğine yönelen İstemi, İstanbul'a bir elçilik heyeti gönderdi.
İmparator II. Justinos tarafından kabul edilen bu heyet, aynı zamanda Orta Asya'dan Doğu Roma'ya
giden ilk resmî heyetti (568). Bizans da ipek ticaretinde Sasaniler'in aracılığından memnun değildi.
Bu sebeple Göktürklere karşı bir elçilik heyeti göndererek iki devlet arasında ittifak yapıldı (571). Bu
ittifak neticesinde 571 yılında 19 yıl sürecek olan Sasani-Bizans savaşları başlamıştır. Bu savaşlar
her iki devleti de sarsmış ve İslâmiyet'in İran'da yayılıp yerleşmesinde büyük rol oynamıştır. Dünya
tarihinde çok önemli gelişmelere yol açan bu duruma, İstemi'nin batı siyasetinin katkısı büyüktür.

Mukan Kağan'ın 572 yılında ölmesi üzerine Göktürk tahtına kardeşi Ta-po geçti. Ağabeyinden
sağlam bir devlet düzeni devralan Ta-po, daha çok kültür meseleleri ile uğraşmıştır. O'nun
zamanında, Çin edebiyat ve fikir eserleri Türkçeye tercüme edilmiştir. Ta-po devri Göktürk
kağanlığının en parlak devri olmakla birlikte çöküşün de başladığı devirdir. O kağanlığın kendi
idaresinde bulunan doğu kanadını ikiye ayırarak doğu tarafındaki kısma kardeşi Ko-lo'nun oğlu
İşbara'yı, batıdaki kısma küçük kardeşi Jo-tan'ı tayin etti. Ayrıca Türk töresi ile çelişen Budizm'i
benimsemiş olması hata olarak kabul edilmektedir. Çünkü büyük sürülere sahip olan atlı ve savaşçı
Türklerle, et yemeyen, hayvanları bile öldürmeyen Budistler'in temel inançlarının uyuşmasının hiç
imkânı yoktu.
Göktürk Kağanlığının doğu kanadında bu zayıflama belirtilerinin görüldüğü bir sırada batı kanadının
başında bulunan İstemi Yabgu öldü (576).
İstemi'nin yerine kağanlığın batı kanadının başına oğlu Tardu geçti (576- 603). Kağanlığın doğu
kanadında ise Ta-po Kağan'ın 581 yılında ölmesi üzerine yerine kardeşinin oğlu İşbara kağan oldu.
İşbara'nın kağanlığı devrinde, batı kanadında görev yapan Tardu, ihtirası yüzünden doğunun
üstünlüğünü tanımaması üzerine devlet 582 yılında resmen ikiye ayrılmış oldu.

C-DOĞU GÖKTÜRK KAĞANLIĞI

İşbara'nın kağanlığı zamanında Çin'in Doğu Göktürk Devleti üzerinde baskısını artırdığını görüyoruz.
Onun 587 yılında ölümünden sonra, başa geçen kağanlar zamanında bu baskı ve Çin'e has
entrikalar artarak devam etmiştir. Devlet Şi-pi Kağan devrinde (609-619) toparlanır gibi olmuş ise de,
onun ölümü ile Çin tehdidi kendini tekrar göstermiştir. Nihayet Kie-li, kağanlığı zamanında, 630
yılında yapılan bir savaşta yenildi ve yakalanarak Çin'e gönderildi . Bu tarih, Doğu Göktürkleri'nin
istiklalinin de sonu kabul edilir.
630 yılında başlayan Çin hâkimiyeti yarım yüzyıl sürdü. Bu süre içerisinde Çin'e karşı birçok
ayaklanma gerçekleşmesine rağmen, bunların hepsi Çinliler tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştır.
Bunlar içerisinde en dikkat çekeni, Kürşad isimli bir Türk prensinin 39 arkadaşı ile kalkıştığı
ayaklanmadır. Bu ayaklanma hepsinin kahramanca ölümü ile sonuçlanmıştır. Ancak bu tür
hareketler, Türklerin hürriyet ve istiklâl arzularını sürekli canlı tutmuştur.

D-BATI GÖKTÜRK KAĞANLIĞI

582 yılında ikiye ayrılan bu iki Göktürk kanadı, hâkimiyet mücadelesi yüzünden birbirlerinin
düşmanı hâline gelmişlerdi. Batı Göktürkleri'nin başında bulunan İstemi Yabgu'nun oğlu Tardu, bir
yandan doğuya üstünlüğünü kabul ettirmek için uğraşırken, bir yandan da batıda yeni fetihlere
girişmişti. Bu faaliyetleri neticesinde Maverâünnehir ve Harezm bölgesi yanında Ötügen, Kuzeybatı
Moğolistan ve Kaşgar'a kadar hâkimiyetini genişletti. Ancak Tardu, Göktürk birliğini sağlamak için
çok şiddetli davranıyordu. 601 yılında Çin başkenti yakınlarında yapılan savaştan sonuç
alınamaması pek çok Türk ve yabancı kavimlerin isyanına sebep oldu. Tardu, bu isyancılar ile baş
edemeyerek 603 yılında tarih sahnesinden çekildi. Tardu'dan sonra Batı Göktürkleri'nde iç
karışıklıklar uzun yıllar devam etti. Bir ara Tardu'nun torunu olan Tong-Yabgu zamanında (619 -630)
devlet nizamı sağlanmış ise de 630 yılında bir mücadelede ölmesi, Batı Göktürklerinin sonunu
hazırlamıştır. 630 yılı Göktürk tarihî için kara bir yıl olmuş, her iki Göktürk devleti de aynı yıl
içerisinde Çin'e bağlanmıştır.

E-İKİNCİ GÖKTÜRK KAĞANLIĞI
630 yılında başlayan 50 yıllık esaret döneminde Çin, Türk kavimlerini durmadan yerinden oynatır,
parçalar ve böler. Yapılan ayaklanmalar da çok kanlı bir şekilde bastırılır. Ancak bu baskı ve şiddet
dönemi Türklerin millî benliklerini yok edemez. Aksine Türklerdeki millî şuuru daha da perçinler.
Türklerin bu devirde içine düştükleri hüzün ve kederin, acıklı ve ibret dolu ifadelerini Orhun
Kitabeleri'nde görmek mümkündür.
II. Göktürk Kağanlığı, baskı ve zulüm devirleri ardından 681 yılında Göktürk hanedan soyu Aşına'dan
gelen Kutlug tarafından kuruldu. Kutlug, az zamanda akıl hocası Tonyukuk ile kağanlığı, Ötügen
başkent olmak üzere yeniden teşkilâtlandırmıştır. Bu sebeple Kutlug Kağan'a İl'i=devleti derleyip
toplayan manasına İlteriş ûnvanı verildi. Ordu ve diplomasi işlerini Bilge Tonyukuk'a bırakan İlteriş
Kağan, kardeşi Kapagan'ı da şat tayin etti. Devlet kurulduktan sonra, elli yıllık esaret hayatının
acısını çıkarmak ve Türklerin kırılan gururlarını tamir etmek için Çin'e karşı sayısız akınlar yapıldı.
Hatta bu akınların birinde 23 Çin şehrinin tahrip edildiği ve Okyanus'a kadar ulaşıldığından
bahsedilmektedir.

Orhun Kitabeleri'nde İlteriş Kağan'ın en büyük destek ve yardımcılarından birinin
eşi İlbilge Hatun olduğu belirtilmektedir.
İlteriş Kağan 692 yılında öldüğü zaman Göktürk Devleti eski haşmet ve gücüne erişmiş bulunuyordu.
Yerine biri 8 yaşında Bilge, diğeri 7 yaşında olan Kül Tigin adlı oğullarının yaşlarının küçüklüğü
sebebiyle, kardeşi Kapagan, kağan oldu (692-716).
Kapagan Kağan devri, fetihlerin devam ettiği ve Türk birliğinin kurulduğu bir devir olmuştur.
Kapagan, bu birliği gerçekleştirmek için gerektiğinde çok şiddetli davranmıştır. Bu sebeple Kırgızlar,
Türgişler ve Basmıllar itaat altına alınmış, Karluklar ve Oğuzlar cezalandırılmıştı. Ayrıca onun
zamanında tarım reformu ve tohum ıslahı gibi hareketlere de girişilmişti. Bu amaçla gelişmiş Çin
tarımının tekniklerinin uygulanması için Çin ile savaşılmıştır.
Kapağan Kağan 716 yılında öldüğü zaman şiddet politikasının bir neticesi olarak devlet içerisinde
büyük karışıklıklar baş gösterdi. Yerine geçen oğlu İnal bu meselelerle baş edecek kabiliyette
olmadığı için idareyi İlteriş'in oğulları Bilge ve Kül Tigin almak zorunda kaldılar.
Her ikisi de amcaları Kapagan'ın kağanlığı zamanında önemli devlet görevlerinde bulunmuşlar ve
başarı göstermişlerdi. Bilge, şat ûnvanı ile devletin Batı ( Sol) kanadının başında bulunmuştu. 716
yılında Bilge, Kağan olunca küçük kardeşi Kül Tigin, ağabeyinin yerine devletin batı kanadının
başına geçti. Kül Tigin aynı zamanda ordunun düzenlenmesi işini de üzerine almıştı. Babalarının
başveziri olan Bilge Tonyukuk tecrübeli bir devlet adamı kimliği ile aynı görevine devam etti.

Eski Türk devlet anlayışına göre iyi bir kağanın başlıca iki özelliği olmalıydı: Bilgelik ve alplik. Bu iki
kardeşten Bilge Kağan, bilgelikle; Kül Tigin ise alpliği, cesareti ile şöhret kazanmıştır.
Bilge Kağan zamanında devlet, eski güç ve itibarına kavuştu. Çin ile ittifak hâlinde olan güçlü Moğol
kabileleri ve Basmılların oluşturduğu tehdit ortadan kaldırıldı . Böylece doğuda ve batıda kağanlık
sınırları doğal sınırlarına kavuşmuş oldu. Bilge Kağan devri (716-734), İkinci Göktürk Devleti'nin en
parlak devri olmuştur. Bu başarılar, üç Göktürk büyüğünün; Tonyukuk, Bilge ve Kül Tigin'in azim,
gayreti ve hepsinden önemlisi uyumlu çalışmaları ile elde edilmişti .

Önce Tonyukuk'un 725, sonra Kül Tigin'in 731 yılında ölümü üzerine, iki büyük yardımcısını
kaybeden Bilge Kağan da 734 yılında öldü. Bu üç Türk büyüğü adına ayrı ayrı dikilen kitabeler, bu
çağın ölmez hatıralarıdır.

Göktürk Kitabeleri'nde de söylendiği gibi, küçükler, büyükler gibi yaratılmadığı için, Bilge
Kağan'dan sonra gelen Türk devlet adamları da bilgisiz ve kötü olmuşlardı. Ayrıca Dokuz Oğuzlar
yani Uygurlar, Karluklar ve Basmıllar gibi Türk kavimleri de güçlenmişlerdi. İşte 743 yılında bu üç
Türk kavminin, Basmıl Türklerinin başkanlığında toplanıp, Göktürk Devleti'ni yıkmalarıyla Göktürk
devri de sona ermiştir.

Başlangıçta yalnızca akın ve savaşlar için kurulmuş gibi görünen Göktürk Kağanlığı, artık VIII.
yüzyılda, bir kültür devleti olma yoluna girmişti.

Ayrıca Türkçe konuşan ve kendilerini birbirine yakın
hisseden bütün Orta Asya halklarını bir araya getirmişti .
Göktürklerin kurup geliştirdiği yüksek devlet anlayışı
Orta Asya Türk boylarının kolay kolayhafızalarından çıkmamıştır.
İşte bu açıdan 744'te kurulan Uygur devleti Göktürklerin bir devamı gibidir.

Türk Boylarının Yaşadıkları Yerler





Türk Boylarının Yaşadıkları Yerler


(Aynı zamanda son durum için 27.konuda Türk Toplulukları maddesini inceleyebilirsiniz)
Günümüzde varlıklarını devam ettiren Türk boyları, ana kütlesini Anadolu, Azerbaycan ve İran ile
Büyük Türkistan'ın oluşturduğu çok geniş bir coğrafyaya yayılmışlardır. 


Bu ana kütleden zaman
zaman taşan Türkler, daha nispî de olsa, bugün başka devletlerin elinde bulunan topraklarda da
yaşamaktadır. Dolayısıyla 170 milyonu aşan bu büyük Türk Dünyası içerisinde bağımsız yaşayanlar
olduğu gibi, daha az da olsa, başka devletlerin hâkimiyetinde bulunanlar da mevcuttur. 


Osmanlı
devletini oluşturan Türkiye Türklerinin devamı ve bakiyesi durumundaki bir kısım Türk nüfusu, bugün,
eski Yugoslavya'da; Makedonya ve Üsküp'te, Bulgaristan'da; Mestanlı, Deliorman, Plevne, Varna,
Filibe, Kızanlık'ta, Yunanistan'da; Batı Trakya ve Ege Adaları'nda, Polonya ve Romanya'da; Dobruca
ve Baserabya'da, Irak'ta; Musul-Kerkük'te, Suriye'de; Münbiç, Azez ve Lazkiye'de yaşamaktadır. Bu
bölgelerdeki toplam Türk nüfusu yaklaşık 7 milyondur.

1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte, komünizmin boyunduruğundan kurtulan Türk
boyları büyük oranda bağımsızlıklarını ilân etmişlerdir. Bu tarihî olay neticesinde Özbekistan,
Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan Türk Cumhuriyetleri ortaya çıkmış ve böylece 40 milyona
yaklaşan toplam nüfusuyla, Türkistan'ın bir bölümü (Batı) yeniden istiklâline kavuşmuştur.
Ancak bazı Türk toplulukları Sovyetler Birliği'nin yerine oluşturulan Rusya Federasyonu'nun sınırları
içerisinde, İdil (Volga)- Ural bölgesinde, muhtar cumhuriyetler olarak kalmıştır; Tataristan,
Başkurdistan ve Çuvaşistan. Sibirya'da ise Yakut, Tuva ve Altay özerk bölgeleri oluşturulmuştur.
Buradaki Yakut (Saha),Tatar,Hakas, Tuva, Dolgan gibi Türk boylarının nüfusu bir milyonu
geçmektedir.

Kafkasların haritası da Sovyetler Birliği'nin dağılması neticesinde değişmiş ve Azerbaycan
Cumhuriyeti ortaya çıkmıştır. 7 milyonu aşan nüfusları ile Azerî Türkleri, Orta Asya ile Anadolu
Türklüğü arasında önemli bir köprü vazifesini görmektedir. Rusya Federasyonuna dahil olan Kuzey
Kafkaslar, pek çok etnik grubun yaşadığı bir bölgedir. Ancak Ermeni ve Gürcülerin dışında kalan
toplulukların çoğu ortak yaşayış, kültür ve inançlara sahiptir. Bu bölgenin toplulukları için İslâmiyet
belirleyici bir unsurdur. Dağıstan, Çeçenistan, Osetya, Karaçay gibi muhtar cumhuriyetler ile
Oblastlarda yaklaşık 6 milyon Kafkas akraba topluluğu yaşamaktadır. Bunların bir milyondan
fazlasını ise Kumuk, Karaçay, Balkar, Nogay ve Kundurlar gibi Türk boyları oluşturmaktadır. Kuzey
Kafkaslardan, Moldova'ya kadar uzanan bölgelerde ise II. Dünya Savaşı sonrasında yurtlarından
sürülen Kırım ve Ahıska Türkleri ile Hristiyan Gagavuz ve Musevî Karaim ve Kırımçakla
bulunmaktadır. Bu toplulukların toplam nüfusunun bir milyona ulaştığı tahmin edilmektedir.

Doğu Türkistan'da yaşayan Türkler, Batı Türkistan'daki soydaşları kadar şanslı değillerdir.
Sovyetler ile birlikte Türkistan'ı bölen Çinliler, Doğu Türkistan'ı, Sincang (sonradan kazanılmış
topraklar) adıyla işgal ederek, büyük çoğunluğunu Uygurların oluşturduğu Türkleri tam bir baskı ve
zulme tâbi tutmuşlar ve tutmaya devam etmektedirler. Doğu Türkistan'da, Sincang-Uygur muhtar
bölgesinde, Uygur, Kazak, Kırgız, Özbek ve Tatar asıllı yaklaşık 20 milyon Türk yaşamaktadır. Çin'in
Kansu bölgesinde de yüz bin dolayında Salar Türkü bulunmaktadır.
Afganistan'ın kuzeyi ve Tacikistan'da önemli oranda Türk nüfusu yaşamaktadır. Herat, Tükurgan ve
Mezarışerif ile Maymana, Maruçak, Andhoy ve Vahan civarında iki milyonu aşkın Özbek, Teke,
Yamut, Sarık ve Salur boylarına mensup beş yüz bini aşan Türkmen ve Yüz elli bini bulan Kırgız,
Kazak ve Karakalpak bölgenin asli unsurlarını oluşturur. 


Günümüzde Kuzey Afganistan Türkleri,
Afganistan yönetimini ele geçirmiş olan Talebanlara karşı mücadele vermektedir. Yoğun Türk
nüfusunun bulunduğu diğer bir bölge de İran'dır. İran nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan yaklaşık
20-25 milyon Türk asıllı kavim ve topluluk bu büyük coğrafyada yaşamaktadır. İran'daki en büyük
Türk grubunu yaklaşık 20 milyona varan nüfuslarıyla, Güney Azerbaycan'da yaşayan Azerî Türkleri
oluşturur. XIX. yüzyıl başlarında Gülistan ve Türkmençay anlaşmalarıyla İran ve Rusya, Azerbaycan'ı
bölmüş ve Aras'ın kuzeyi Rusya'da kalırken, Güney Azerbaycan İran'ın elinde kalmıştır. Tebriz,
Erdebil, Urmiye, Hoy, Maku, Culha vb. gibi bölgeleri içine alan, yüz bin km2'yi aşan yüz ölçümüyle

Güney Azerbaycan Fars milliyetçiliğinin tehdidi altında bulunmaktadır.
İran'ın güneyindeki Fars eyaletinde konargöçer yaşayan Kaşgay'lar 500 bini aşan nüfuslarıyla
İran'daki diğer önemli bir Türk unsurudur. Türkmenistan sınırına yakın bölgelerde ise Yamut, Göklen,
Sarık ve Salur boyuna mensup Türkmenler yaşamaktadır (500 bin). Ayrıca bir milyonu bulan Afşar,
Kaçar, Karapapak, Hamse, Şahseven gibi değişik adlara sahip topluluklar, İran'daki güçlü Türk
dünyası içerisinde yerlerini almışlardır.

Türklerin Yayıldıkları Bölgeler



Türklerin Yayıldıkları Bölgeler

Milâttan Önce Türklerin Yayıldıkları Sahalar:
 Altay-Sayan dağlarının kuzey-batı kesimlerindeyaşayan Andronovo kültürü insanı, 
M.Ö.1700'lü yıllarda Altay, Tanrı dağları ve Maverâünnehir' e
kadar olan bölgelere uzanmaktaydı.

M.Ö. 1100 yıllarında aynı kültür Çin'in kuzeyindeki Ordos ve Kansu bölgesinde görülmekteydi.
M.Ö. IV. yüzyıldan itibaren Hazar ve güney Rusya da Türklerin yaşadıkları bölgeler arasına
girmiştir. Bu duruma en iyi örnek mühim bir kısmını Türk kabilelerinin oluşturduğu, konar göçer,
atlı kültüre sahip bir kavimler topluluğu olan İskitler (Sakalar)dir. İskitler, M.Ö . VIII. yüzyılda, Orta
Asya'nın Tanrı dağları ile Hazar denizi arasında kalan geniş bozkırlarında yaşarlarken, daha sonra
göç ederek, Karadeniz'in kuzeyinde, İtil ve Tuna nehirleri arasındaki düzlüklere yayılmışlardır.

M.Ö. VI.-IV. yüzyıllarda Dnyeper ve Dnyester sahasındaki bazı Slâv zümrelerini hâkimiyetleri
altına alan İskitler, Karadeniz'in kuzeyinde varlıklarını M.Ö.II. yüzyıla kadar devam ettirmişlerdir.
Aynı sahada bulunan ve M.S. II. yüzyıla kadar Don ve Tuna boylarına kadar uzandıkları bilinen
Sarmatlar ile onların içinden çıkan Roksalan ve Yazığların da en azından yönetici sınıflarının Türk
olduğu da iddia edilir. Bu kavimler Slâv ve Cermen zümreleri üzerinde derin tesirler bırakmıştır.
Bozkır medeniyeti diye adlandırılan atlı-nomad yaşayışın öncüleri İskitler olmuşlardır. Hun
sanatıyla büyük benzerlik gösteren, geometrik şekiller ve hayvan figürlerinin dikkat çektiği İskit
sanatı, M.IV. ve III. yüzyıllarda doruk noktasına ulaşmıştır.

Milâttan sonra Türklerin yayıldıkları sahalar: Türk göçleri bu dönemde batı yönünde gelişmeye
başlamıştır. Hunlar Orta Asya'dan, Hindistan'ın kuzeyine ve güney Rusya'ya kadar genişlediler. Bir
kısmı Orta Avrupa'ya kadar ilerledi.Sabar, Avar, Bulgar, Peçenek, Uz ve Kuman boyları Hazar ve
Karadeniz'in kuzeyi ile Orta Avrupa ve Balkanlara kadar uzandılar. Kalabalık Oğuz boyları X .-XI.
yüzyıllarda Maverâünnehir üzerinden İran, Irak, Azerbaycan ve nihayet Anadolu'ya hâkim oldular.
Türk Göçleri, tarih boyunca doğudan batıya doğru gerçekleşmiştir. Bu istikamet içerisinde bazı Türk
kavimleri Hazar'ın kuzeyinden Avrupa'nın içlerine kadar yönelirken-Bulgar-Kuman-Kıpçak ve Çağatay
dil grubu-, bir kısmı da İran üzerinden Anadolu ve Orta Doğu'ya göç etmişlerdir- daha çok batı

Türkleri'nden Oğuz boyları-. Bu iki göç yolu üzerinde değişik dil, din ve medeniyetten topluluklarla
temasa geçen Türk kavimleri yüzyıllar boyu bu coğrafyalarda varlığını sürdürmüştür. Türk bünyesine
uymayan inanç sistemlerinin, hayat tarzlarının benimsendiği ya da zaman içerisinde nüfus
bakımından beslenemediği yerlerde bulunan bazı Türk kavim ve boyları tarih sahnesinden
çekilmişlerdir. Çin'deki Tabgaç'lar, Orta Avrupa'daki Hunlar ve Balkanlardaki Bulgarlar buna örnektir.
Ancak bu olumsuzluklardan etkilenmeyen Türk toplulukları büyük bir coğrafyada varlıklarını devam
ettirmektedirler.

Türklerin Orta Asya ( Türkistan)'dan Çıkışı ve Göçler


Türklerin Orta Asya ( Türkistan)'dan Çıkışı ve Göçler

Türklerin tarih içerisinde çok geniş bir coğrafyaya yayıldıkları 
ve göç ettikleri bölgede güçlü devletlerkurduklarını biliyoruz. 
Bu Türk göçleri, atalarımızın ilkel göçebe bir toplum yapısına sahip oldukları
gibi, yanlış ve haksız bir iddianın da mesnedi olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Halbuki bu göçlerin
sebep ve sonuçları göz önüne alındığında, Türklerin ilkel göçebe bir anlayışla değil, aksine, kendine
has yüksek bir kültür ve medeniyetin sahibi ve yayıcısı olarak göç ettikleri görülür. 

Dünya üzerinde
atı ilk kez ehlileştiren ve onu binek hayvanı olarak kullanan Türkler, atın sağladığı hız ile yüksek
devlet ve toplum telâkkilerini geniş coğrafyalar üzerinde hâkim kılmıştır. Konar göçer, atlı yaşantının
temelinde büyük oranda hayvancılık ve kendine yeterli bir ziraat kültürü yer alır. Dolayısıyla, Türk
göçleri bu yaşantıya uygun olan sahalara doğru olmuştur.
Hem Türk tarihi hem de Dünya tarihi üzerinde çok büyük tesirleri olan bu göçlerin birçok sebepleri
vardır. 

Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz:

1-GÖÇLERİN SEBEPLERİ

İktisadî ve Sosyal Sebepler: Daha çok hayvancılıkla geçimlerini sağlayan Türkler, kuraklık, salgın
gibi tabiî olayların etkisiyle göç etmek zorunda kalmışlardır. Otlakların yetersiz kalması veya
nüfusun artması, Türkleri, iklimi ve coğrafyası müsait yeni bölgelere sevk etmiştir. M.S.IV. yüzyıldaki
Hun göçlerinde, Orta Asya'da hüküm süren "kuraklık"ın etkili olduğunu biliyoruz. Toprağın artan
nüfusu besleyemez hâle gelmesi veya hayvanlar için yeterli otlakların kalmaması, iktisadî düzeni
sarstığı zaman, Türkler, kendi yaşantılarına uygun, tabiatın zengin ve nispeten nüfusun az olduğu
bölgelere yönelmişlerdir.

 Selçuk Bey ve Arslan Yabgu'ya bağlı Türkmenlerin Horasan ve Harezm'e
göçmeleri veya XI.-XII. yüzyıllarda, Anadolu'nun Selçuklular tarafından fethinde bu durumu görebiliriz.
Siyasî Sebepler: Yabancı kavimlerin baskısı veya kendi aralarındaki hâkimiyet mücadelesi göçlerin
diğer bir sebebidir. Meselâ XI. yüzyıldaki Kitanlar'ın hücumu Türklerin batıya göçlerini beraberinde
getirmiştir. Orhun-Yenisey'deki Uygur Devleti'nin 840 yılında yine bir Türk kavmi olan Kırgızlar
tarafından ortadan kaldırılması, Kutlu yurt Ötügen'in elden çıkmasıyla neticelenmiş ve Uygurlar,
Turfan, Kansu, Tarım Havzası gibi daha güneydeki bölgelere göç etmek zorunda kalmışlardır. Belki
de Uygurların meşhur "Göç" destanı bu olayın hatırasını taşımaktadır.

Destanda vatanı sembol eden "Kutlu Dağ"ın Çinlilere verilmesi ve Çinliler tarafından dağın
parçalanarak Çin'e götürülmesi, ülkede felâket ve kuraklığa sebep olur ve bütün canlı cansız
mahlûkat "göç, göç" diye inler. Bu ilâhî emre uyan Uygurlar, Beşbalıg'ın olduğu yere gelerek beş ayrı
şehir kurarlar. İlkel göçebelerde görülmeyen bu mukaddes vatan anlayışı, istiklâl ile
perçinlenmektedir. Türkler, istiklâlini kaybetmektense göç etmeyi yeğlemişler ve kendilerine yeni
vatan aramışlardır. 

Türklerdeki bu güçlü vatan oluşturma ve devlet kurma geleneği, atalarımızı yeni
fetihlere sürükleyen diğer önemli bir sebeptir. Zaman içerisinde, dünyayı huzur ve sükûna
kavuşturmayı, insanları adalet ve eşitlik içinde yönetmeyi töresinin bir hususiyeti olarak hedefleyen
bu fütuhat anlayışı, Türklerde, "Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi"nin doğmasını sağlamıştır. Dolayısıyla

Türk göçleri ilkel göçebe anlayışından farklıdır. Göçebeler vatan kavramını tanımayan, nerede
duracağı belli olmayan ilkel topluluklardır. Türkler ise vatan kabul ettikleri ülkede, belirli yaylak ve
kışlaklar arasında yaşayan "töreli" bir millettir. Bu sebeple eski Türkler konar göçer bir hayat
yaşamaktaydılar.


Hunlar (Asya ve Avrupa Hunları)





Hunlar (Asya ve Avrupa Hunları)

Türk devlet ve topluluklarının varlığı, aynı zamanda onların büyük bir tarihe ve kültüre de sahip olduklarının açık bir delilidir. Her ne kadaryaşanılan topraklar çok geniş ve dağınık gibi görünüyorsa da, aslında bütün Türk kavim ve
topluluklarını birbirine bağlayan ortak bir tarih ve kültür daima var olmuştur. Dolayısıyla, Türk tarihini
bir bütünlük içerisinde ele almak ve değerlendirmek şarttır. Bu açıdan değerlendirildiğinde kurulan
her Türk devleti birbirinin devamından ibarettir. Ayrı coğrafya veya zamanda ortaya çıkmış olsalar
veya ayrı medeniyet dairesinde yer alsalar bile, 

Türk tarihinin, anlayışının ve yaşayışının ortak
değerlere sahip olduğu unutulmamalıdır. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti'nin cumhurbaşkanlığı forsunda
ifade edilen ortadaki güneş (Türkiye Cumhuriyeti) ve çevresinde halka oluşturan 16 yıldız (tarihte
kurulmuş olan Türk devletleri), bu birliği sembolize etmektedir. Elbette Türklerin kurduğu devlet
sayısı 16 değildir. Türkler tarih boyunca irili ufaklı yüzü aşkın devlet kurmuştur. Hatta
cumhurbaşkanlığı forsunda belirtilen Türk devletlerine ait bazı bayraklar, tarihî kayıtlarda geçen bazı
işaretlerden yola çıkılarak çizilmiş, sembolik bayraklardır. Ancak asıl önemli olan husus bu devlet ve
bayraklarla ifade edilen "tarih ve kültür birliği"nin devletimiz tarafından resmen kabul ve teyit
edilmesidir. Aşağıda, aralarında 16 Türk devletinin bulunduğu, tarihî silsile içerisine yaşamış ilk Türk
devletleri ve toplulukları özetlenmiştir.

ASYA HUNLARI

Ana vatan coğrafyası içerisinde kurulan ilk büyük Türk Devleti Hun Devletidir. Çin kaynaklarında
Hiung-nu diye adlandırılan Hunlar ile ilgili ilk bilgiler M.Ö. I. bin yıllarına kadar çıkmaktadır. Ancak
Çin kaynaklarındaki bilgiler, Hunların güçlenmeleriyle birlikte M.Ö. IV. yüzyılın sonlarına doğru
artmaktadır. Bu tarihlerde Hunlar, Ötügen merkez olmak üzere Orhun bölgesi ve Altay dağları
civarında oturuyorlardı.

M. Ö. III. yüzyılın ikinci yarısına doğru Hiung-nu yani Hun boylarının Çin üzerindeki baskıları iyice
artırmıştır. Çinliler, kuzeyden gelen saldırılara karşı, çok eski devirlerden itibaren kuzey sınırı
boyunca savunma duvarları yapmaya başlamışlardı. Nihayet artan Hun saldırılarına karşı, sınırdaki
bu duvarların birleştirilmesi M.Ö. 214 yılında tamamlanmış ve meşhur Çin Seddi ortaya çıkmıştır.
Hunların bilinen ilk hükümdarı, Şanyü ûnvanını taşıyan, Tuman (Teoman)dır. Hunlar, Tuman
zamanında güçlü bir siyasî birlik olarak ortaya çıkmışlardır. Tuman, oğlu Mete ile giriştiği siyasî
mücadele neticesinde ortadan kaldırılmıştır (M.Ö. 209). Çin kaynaklarının Mete (Mao-tu) adını
verdikleri bu büyük hakanın adının Türkçe karşılığının, Bagatur veya Bahadır gibi bir ad olduğu
sanılmaktadır. Mete, Hun tahtının meşru varisi olmasına rağmen, üvey annesinin kışkırtmasıyla,
babası tarafından Hunların düşmanı olan Yüeçilere rehin olarak verilmişti. Buradan kaçmayı başaran
Mete, babasına karşı mücadeleye girişti.

Demir bir disiplin altında yetiştirdiği ordusuyla babasını yenerek ortadan kaldırmıştır. Böylece
M.Ö.209 yılında Hun çağının en parlak devri olan Mete devri de başlamış oluyordu. Bu tarihî olay
"Oğuz Kağan Destanı"nda, Oğuz Kağanın babasıyla yaptığı mücadeleye ilham olmuştur.
Devleti yeniden teşkilâtlandıran Mete, doğudaki Moğol-Tunguz kabileleri birliği Tung-hular'ın ısrarlı
toprak taleplerine savaş ile karşılık verip onları perişan ettikten sonra, güney-batıya dönerek, İpek

Yolu'na hâkim durumdaki Yüeçiler üzerine yürüdü. Yüeçileri daha batıya sürdü. Ardından Çin
topraklarına giren Mete, Çin İmparatoru Kao-ti'nin 320 binlik tamamı piyadelerden oluşan ordusunu,
Turan taktiği ile çember içine aldı. İmparator, ancak Hunların bütün şartlarını kabul ederek kendisini
ve ordusunu kurtarabilmiştir(M.Ö.201) Yapılan anlaşmaya göre Çin İmparatoru, Hunların yaşadığı
bütün toprakları Hun devletine bırakmayı, yıllık vergi yanında yiyecek ve ipek vermeyi kabul etmek
zorunda kalmıştır.

Bir süre sonra Mete, Isık göl etrafında oturan Vusunları hâkimiyeti altına aldı. Böylece devletin
sınırları, doğuda Mançurya'dan batıda Aral gölüne, kuzeyde Sibirya'nın içlerinden güneyde Çin Seddi
ve Tibet'e kadar uzanmış oluyordu. Mete bu sınırlar içinde yaşayan bütün konargöçer kavimleri bir
bayrak altında toplamış ve M.Ö. 177'de Çin hükümdarına yazdığı mektupta "Eli ok ve yay tutan
herkes Hun oldu" diyerek millet olma şuuruna güzel bir örnek vermiştir. Büyük Hun Hakanı Mete'nin
yönetim ve askerlik alanında yaptığı düzenlemeler, Türk devlet geleneğinde önemli bir başlangıçtır.
Sonradan kurulacak Türk devletleri de, bu gelenek üzerinde yeşereceklerdir.

Mete M.Ö. 174'te ölünce yerine oğlu Kiyük geçti. Kiyük, Tanrı dağları civarını ellerinde tutan
Yüeçiler'i, kesin olarak mağlûp ederek, batıya sürmüş, Yüeçilerin batıya göçü ise Batı Türkistan,
Afganistan ve Hindistan için önemli sonuçlar doğuracak olan bir kavimler hareketine sebep olmuştur.
Mete'nin Çin ile yaptığı anlaşma, onun döneminde de devam etmiş ancak M.Ö.166 yılında Çin'e bir
sefer düzenlemiştir.

Kiyük'un ölümünden sonra (M.Ö.160) Çin, politikasını değiştirerek, Hunlara üstünlük sağlamak için
büyük reformlara girişmiş ve ordusunu Hunları örnek alarak yeniden tanzim etmiştir. Ayrıca Hun
siyasî birliğini içten parçalamak maksadıyla iç mücadeleleri ve bazı kavimleri kışkırtmıştır. Bu
faaliyetlerinin sonuçlarını almakta gecikmeyen Çin, Kiyuk'un oğlu Kun-şin (M.Ö.160-126) devrinden
itibaren inisiyatifi ele geçirir. Bu dönemden sonra gerileme dönemine giren Hun akınları kuzeyde
durdurulurken, Çin'in karşı saldırıları ile İpek Yolu üzerindeki memleketler de birer birer elden
çıkmaya başlamıştır. İpek Yolu'nun kontrolünün Çinlilerin eline geçmesi Hunlar için tam bir yıkım
olmuş, iktisadî ve siyasî bakımdan yaşanan zorluklar Hunların ikiye bölünmesiyle neticelenmiştir.
M.Ö. 58 yılında tahta çıkan Ho-han Ye'nin sıkıntıları aşmak için Çin'e tâbi olunması gerektiği fikrini
savunması ve bunu şerefsizlik sayan kardeşi Çi-çi'nin ona karşı çıkması üzerine Hunlar ikiye
bölündüler.

Ho-han-ye Çin himayesini kabul edip, halkının bir kısmını Çin'in kuzey sınırındaki Ordos'a
gönderirken, Çin'e bağlanmayı kabul etmeyen Çi-çi, kendine bağlı boylarla batıya çekildi (M.Ö.54 )
ve Çu-Talas boylarında bağımsızlığını ilân etti.

Çi-çinin kurduğu Batı Hun Devleti fazla ömürlü olamadı. Çi-çi, Talas ırmağı boylarında kurduğu
şehirde kalabalık Çin ordularının muhasarasına maruz kaldı. Meydan savaşına alışkın olan Hun
ordusu, kale savunmasında başarılı olamayarak, Çinliler tarafından imha edildi (M .Ö. 38) ve böylece
batıdaki Hun devleti yıkılmış oldu. 

Çin'e bağlanan Hunlar da kısa bir süre için güçlenmişlerse de
M.S.48 yılında bu devlet de kuzey ve güney olmak üzere ikiye bölünmüştür. Kuzey Hunları, batıdaki
Hunlarla birleşirken, Güney Hunları Çin sınırına yerleşmiş ve M.S.216 yılına kadar varlıklarını
sürdürmüşlerdir. Çin hâkimiyetindeki 5 bölgede 19 boy hâlinde teşkilâtlanan Hunlar, gittikçe
çoğalarak siyasî bir güç oluşturmuşlar ve nihayet 4.yy'dan itibaren, Çin'deki iç savaşlardan da
yararlanarak, Kuzey Çin'de dört devlet kurmuşlardır:

1-Kuzey Çin merkezli, Han ve Ön Chao devleti (304-329)

2-Kuzey-doğu Çin merkezli, Arka Chao devleti (319-351)

3-Kansu'da, Kuzey Liang devleti (401-439)

4-Ordos'ta, Hsia (407-431)

Bu Hun devletlerinin ortak özelliği, hâkimiyetlerini Çin'in tamamında meşru kılmak maksadına sahip
olmaları ve bu nedenle de Çin isimlerini seçmeleridir.Nitekim devlet anlayışı ve yaşayış bakımından
bu devletler Hun karakterini muhafaza etmişlerdir.

AVRUPA HUNLARI

Hunların batıya yönelişleri, Çu-Talas boylarında devlet kuran Çi-çi Han ile başlar ve M.S. II.

yüzyıldan itibaren yoğunlaşır. Doğuda Çin'in ve Moğol kökenli kavimlerin baskısı Hunların bir
kısmını Çin içlerine yöneltirken bazı Hun boylarının da batıya göçmelerine sebep olmuştur. Ayrıca
kuraklık ve kıtlığın baş göstermesi ile ağırlaşan hayat şartları, batı da Hun nüfusunun hızla artmasına
yol açmıştır. Böylece Hun kitleleri batı Türkistan'da birikmeye başlamışlardı. Bu Hun birikintilerinin
bir kısmı, sonradan İran'a ve Hindistan'ın kuzeyine inerek Akhun devletini kuracaklardır. Bazıları da,
Güney Rusya'ya doğru yöneleceklerdir. İşte Avrupa Hunlarının ortaya çıkmaları ve yayılmaları,
Türkistan'daki bu kavimler hareketine dayanıyordu.

Batıya kayan Hun kitleleri IV. yüzyılın ortalarına doğru siyasî bir birlik kurarak, Alanlara ait
toprakları ele geçirmiş ve İtil(Volga) kıyılarına ulaşmışlardır. Hunlar başlarında Balamır olduğu hâlde
önce Don-Dinyeper nehirleri arasında yaşayan Ostrogotlar'ı ağır bir yenilgiye uğrattılar(374) ve
ardından ileri hareketlerine devam ederek, daha batıda yer alan Vizigotlar'a ağır bir darbe
vurdular(375). Hunların harekete geçirdiği İran, Slâv, Germen menşeli çeşitli kavimlerin birbirlerini
yerlerinden atmak suretiyle batıya doğru hızla akan büyük bir Kavimler Göçü böylece başlamış
oluyordu.

Bir yüzyıl kadar devam eden Kavimler Göçü, Avrupa ve dünya tarihî açısından çok önemli sonuçlar
doğurmuştur. Bu göçler neticesinde Roma İmparatorluğu sarsılmış, 395 yılında ikiye ayrılmış, 495'te
ise batı Roma yıkılmıştır. Bu olaylar Orta Çağ'ın başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Çünkü bu
dönemle beraber, Avrupa'da "feodalite" merkezî imparatorlukların yerini almış, bugünkü Avrupa'nın
siyasî ve etnik yapısı bu dönemde şekillenmiştir. Hunların gelmesiyle Avrupa'da atlı birlikler önem
kazanmış, süvari silâh ve kıyafetleri Hunlardan esinlenmiş ve belki de Orta Çağ Avrupasının şövalye
tipi, Hun Alplerine öykünülerek oluşturulmuştur.

Hunlar, Ostrogotları önlerine katarak, kısa bir süre sonra Karadeniz'in kuzeyindeki Tuna ve Tisa
nehirleri arasındaki verimli ve stratejik bölgeleri ele geçirirler. Burası, Karadeniz' in kuzeyinden
Türkistan'a kadar uzanan uçsuz bucaksız bozkırların son halkasıdır. Ayrıca bu bölge, Avrupa'nın
önemli yollarının kavşak noktası durumundaydı. Hunlar, Avrupa'nın içlerine kadar akınlar yapmış
olmalarına rağmen bu bölgeyi, uzun yıllar devletlerinin ağırlık merkezî olarak korumuşlardır. M.S.400
başlarında Balamir'in oğlu Uldız(Yıldız)'ın Tuna'da görünmesiyle Kavimler Göçü'nün ikinci büyük
dalgası da başlamış oluyordu .

Yine bu devirde Attila'nın son zamanlarına kadar takip edilecek olan Hun dış siyasetinin esaslarının
belirlendiğini görüyoruz. Bu esasları; Doğu Roma'nın baskı altında tutulup, Batı Roma ile iyi
ilişkilerin devam ettirilmesi şeklinde özetleyebiliriz.

Nitekim Roma için büyük bir tehlike oluşturan, Hun korkusu ile yerlerini terk etmiş olan birtakım
Germen kavimlerini bir araya getiren Radagais ancak Hunlar sayesinde ortadan kaldırılabilmiştir.
Uldız birkaç defa Tuna'yı geçmiş, çaresiz kalan Bizans, barış istemek zorunda kalmıştır. Uldız 410
yılında ölmüştür. Diğer Türk devletlerinde gördüğümüz ikili devlet düzenini Avrupa Hunlarında da
görüyoruz. Uldız Batı Hun ülkelerinin hükümdarı iken Karaton ise doğuda hüküm sürüyordu
422 yılı Avrupa Hunları için yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu tarihte Hunların başında Rua, Muncuk,
Aybars, Oktar'dan oluşan Hun hükümdarlık ailesinden dört kardeşi görüyoruz. Attila'nın babası olan
Muncuk erken öldüğü için Rua merkezde, diğer iki kardeş de doğu ve batı kanatlarında
bulunuyorlardı.

Attila Devri: 
Doğduğu yer olan Etil=İtil (Volga)'den ismini alan Attila, 39-40 yaşlarında amcası
Rua'nın yanında devlet işlerinde yetişmiş olarak hükümdar oldu. Başlangıçta kardeşi Bleda ile Hun
tahtını paylaşan Attila, 445'te kardeşinin ölümü üzerine tek başına hükümdar olacaktır. Daha önce
ağır barış şartlarları ile Attila'nın gazabından kurtulan Bizans'ın barış şartlarına uymaması üzerine
Hun orduları Tuna'yı geçip Trakya'da İki kol hâlinde ileri harekâtlarına devam ettiler. Bizans
başkentini kuşatmak üzere Büyük Çekmece'ye kadar ulaştıklarında dehşete düşen Bizans'ın barış
talebi çok ağır şartlar karşılığında kabul edildi. (447).

Bu tarihten sonra, Batı Roma'ya karşı izlenen Hun dış politikasında bir değişiklik gözlenmektedir.
İyi ilişkilerin yerini savaş almıştır. Attila, Galya (bugünkü Fransa) üzerine yürüyüp karşısına çıkan
çok kalabalık Roma ordusu ile ilk çağın en büyük meydan savaşlarından birini yapmıştır (451).
İstediği sonucu alamadığı bu savaştan hemen bir yıl sonra İtalya üzerine yürüyecektir(452). Papa
Büyük Leon idaresindeki Roma elçilik heyetinin ricaları üzerine Po ovasından geri dönen Attila, 453
yılında anî olarak vefat etti. Attila'nın bu beklenmedik ölümü üzerine hem Bizans hem de Batı Roma

İmparatorluğu rahat bir nefes alma imkanına kavuşmuştur.

Attila'nın ölümünden hemen sonra, pek az sayıdaki Hun idareci tabakasının hâkimiyeti altında
yaşayan yabancı kavimler ayaklanırlar. Attila'nın oğulları arasında çıkan taht kavgalarıyla zayıflayan
devlet kısa bir süre sonra parçalanır. Hunların bir kısmı Karadeniz'in kuzeyine sığınmışlar, bir kısmı
ise yabancı kavimler arasında eriyip gitmişlerdir. Ancak Attila ve Hunları hafızalardan silinmemiş,
haklarında üretilen efsanelerde, edebiyat eserlerinde, müzik eserlerinde yaşamaya devam
etmişlerdir. Otoritesi ve yöneticilik kabiliyeti ile Attila, her zaman örnek alınmıştır .


Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...