07 Ağustos 2014

Ay


Ay

Ay

Ay Alm. Mond (m), Fr. Lune, İng. Moon. Dünyanın tek doğal uydusu. Dünyanın çapının dörtte birinden biraz fazla olan çapı ile güneş sistemi içinde en büyük uydulardan biridir. Dünya etrafında her kameri ayda bir eliptik yörünge etrafında dönüşünü tamamlar. Dünya ve güneşe kıyasla yerine bağlı olarak ayın şekli birçok zamanlarda (devrelerde) değişerek, tam bir daire veya ince uzun bir hilal şeklinde gözükür. Her ayda birkaç gün, yeni ay denilen zamanda, ay dünyadan bakıldığında tamamen kara
Ay
Ay
 Alm. Mond (m), Fr. Lune, İng. Moon. Dünyanın tek doğal 
uydusu. Dünyanın çapının dörtte birinden biraz fazla olan çapı ile 
güneş sistemi içinde en büyük uydulardan biridir. Dünya etrafında her kameri ayda bir 
eliptik yörünge etrafında dönüşünü tamamlar. Dünya ve 

güneşe kıyasla yerine bağlı olarak ayın şekli birçok zamanlarda (devrelerde) değişerek, tam bir daire veya ince uzun bir hilal şeklinde gözükür. Her ayda birkaç gün, yeni ay denilen zamanda, ay dünyadan bakıldığında tamamen karanlıktır, gözükmez.


Ayın üzerinde görülebilen en büyük izlere, yani karanlık bölgelere deniz denir. Bu denizler çıplak gözle görülebilirler. Uzay gözlemcileri, 

teleskop vasıtasıyla aya mahsus 30.000 kadar özellik göstermişlerdir. Bunlar arasında; 
dağlar, 
kraterler, küçük daireler şeklinde hendekler ve 
ovalar bulunmaktadır. Gözlemciler ayrıca bu görülenleri içeren haritalar hazırlamışlardır. Buna ilaveten insanlı ve insansız uzay araçları aya inip, 

astronotlar burada, dünyadan görülemeyen birçok ince ayrıntıları incelemişlerdir.


Ayın meydana gelişi hakkında birçok hipotezler ileri sürülmüştür. Yaygın bir nazariyeye göre, dünyanın ilk şekil alma sıralarında bir miktar madde kütlesi dünyadan ayrılmıştır. Bu olay dönen bir diskten sıçrayan çamur gibi olmuş ve bu madde ayı meydana getirmiştir. Bu hipoteze göre ayın özgül ağırlığı "hemen hemen dünyanın yüzeyindeki özgül ağırlığa eşittir" ve 


Pasifik Okyanusundaki oldukça geniş çukur bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Pasifik Okyanusunda bulunan dev çukurun, ay maddesinin fırlaması sırasında geriye kalan iz olduğu söylenmektedir.


Daha çok yaygın olan bir diğer hipoteze göre, dünya ve ay aynı zamanlarda oluşmuşlardır. İlk 


yıldızın güneş olmadan önce bunun etrafında sürüklenen zerrelerin iki ayrı kütle haline gelerek ay ve dünya şeklini aldığı ileri sürülmektedir.


Ayın oluşumunu tam manasıyla açığa kavuşturan, herkes tarafından kabul edilen hiçbir hipotez yoktur. Hatta hiçbir gezegen veya bunların uydularının da nasıl meydana geldikleri kesin olarak bilinmemektedir. Güneş sisteminde 32 doğal uydu vardır. Ayı meydana getiren gerçeğin bütün bu uyduların temelinde yattığı düşünülmektedir.

Ayın Özellikleri


Genel tarifi: Ayın çapı yaklaşık 3476 km olup, dünya çapının % 27'si, yüzölçümü dünyanın yüzölçümünün % 7,4'ü, hacmi ise dünya hacminin % 2'si kadardır. Yoğunluğu santimetreküpte 3,31 gramdır. Dünyanın ise 5,52 gramdır. Bundan anlaşılıyor ki, ayın yoğunluğu yaklaşık olarak bir kayanın yoğunluğuna eşittir. Belki de ayın kendisi bir kaya kütlesinden ibaret olan ve merkezinde de metal bulunmayan bir kütledir.


Yüzeyindeki yerçekimi dünyaya kıyasla 1/6 kadardır. Bu nedenle dünyada 120 kg ağırlığında olan bir madde ayda sadece 20 kg gelir. Kaçma hızı (bir roketin 


yerçekimikuvvetinden kurtulması için gerekli olan asgari hız), ayda dünyaya nazaran çok daha azdır. Dünyadaki yerçekiminden kurtulabilmesi için bir maddeye başlangıçta saniyede 6,95 millik hız gerekirken, ayda saniyede sadece ortalama 1,5 mil gerekecektir.


Serbest 

güneş ışınları aya vururken, hararet sebebiyle ay yüzeyindeki bütün gaz molekülleri, saniyede 1,5 milden daha hızlı hareketleneceğinden, ayda gaz ve su buharının varlığı düşünülemez. Ay yüzeyindeki çatlaklardan bazan
yanardağ menşeli gazlar dışarı çıkabilir. Fakat bildiğimiz manada bir 
atmosfer ayda mevcut değildir. Bu faktörlerden aşağıdaki birçok netice elde edilmektedir. Dünyanın üzerinde olduğu gibi bir koruyucu tabakanın ayda bulunmaması, öldürücü özellikdeki 
radyasyonların, ay yüzeyine ulaşmasına sebeb olmaktadır. Böylece güneşin zararlı ışınlarına maruz kaldığı gibi, devamlı meteorit (

göktaşı) bombardımanına da tabidir. Bundan başka atmosferik koruyuculuk bulunmadığı için sıcaklık ve soğukluk ölçüleri tamamen kontrolsüzdür. Ay üzerindeki ısı, güneş ışını altında 102 dereceye kadar çıkar. Gölgede ise -157 dereceye kadar düşer.


Dünyada olduğu gibi, toz zerreciklerini taşıyan 


hava ve güneş ışınlarını kırıp yayabilen su buharının bulunmayışı sebebiyle, ayda gökyüzünün görünümü gündüz ve gece siyahtır. Aynı sebepten, aydaki gölgelerin tamamiyle siyah bir görünümü vardır. Ay üzerinde gezen astronotlar, ayın gölgeli bölgelerinden güneş ışını bulunan bölgelerine geçtiklerinde görme zorluklarından yakınmışlardır.


Ay gündüzü esnasında güneş oldukça parlaktır. Güneş ışını semadaki yıldızların ışınını örter. Fakat uygun zamanlarda en parlak yıldız ve gezegenlerden bazılarını görmek mümkündür. Halbuki ay üzerinden dünya manzarası muhteşemdir. Gezegenimiz, aydan mavimsi beyaz bir yarımküre şeklinde görülür. Eğer ayın gece tarafından sema seyredilirse siyah olan gökte devamlı parlayan yıldızlar ve dünyadaki bir gözlemciye, atmosferik karışımdan dolayı gizli kalan birçok yıldızlar, rahatlıkla gözlenebilir. Aya teleskoplarla bakılınca, gri olan renginin muhtelif tonlarını görmek mümkündür. Fakat astronotlar ay yörüngesinde gezerken ve yüzeyine inerken ay renginin griden kakao kahverengisine kadar değiştiğini söylemektedirler. Yüzeyin bazan hafif bir parlaklık göstermesi güneş ışınını yansıtmasındandır. Ay, yüzeyine gelen ışınların sadece % 7'sini yansıtır ve güneş sisteminde Merkür ile birlikte en zayıf yansıtıcı sayılır. Ay, sadece dünyaya yakınlığından dolayı parlak gözükür. 

Astronomik ifadelerle dolunayın parlaklık derecesi, yani kadri -12'dir. Güneş ışınının parlaklığı ise yaklaşık olarak 400.000 defa daha çoktur.

Kraterler


1962'de yapılan bir tahmine göre ayın görülebilen yüzeyinde bir kilometreden daha büyük çapta 300.000 kadar krater mevcuttur. Ayın görünmeyen tarafında, görünen bölgesine kıyasla daha düz bölgeler vardır. Bu bölgeler "deniz" olarak bilinir.


En büyük kraterlere "duvarlı ova" adı verilmiştir. Bunların en büyüğü "Bailly"dir. Bu çukurun etrafı 3000 m ile 4000 m yüksekliği aşan dağlar ile çevrilidir. Diğer bir duvarlı ova olan "Clarius" 233.600 m çapındadır. Bunun dağlar duvarının yüksekliği 3600 ile 5000 m arasında değişir. Hem "Bailly" hem de "Clarius" duvarlı ovalarında yüzlerce daha küçük kraterler yığın halindedir. Hepsinin, 


meteoritlerin düştüğü yerlerin izleri oldukları tahmin edilmektedir.


Duvarlı ovalardan daha küçük çaptaki kraterlere "çemberli ova" adı verilir. Bu çemberli ovalardan "

Copernicus" ve "

"nun her birinin çapı 89,600 metredir. Bunlar en ilgi çekici çemberli ovalardandır. Her birinin vadisinin merkezinde tepe kümeleri gözükür. Dağlardan müteşekkil duvarlarında ise çok teferruatlı ışın sistemi mevcuttur.


"Işın kraterleri" dolunay esnasında en açık bir şekilde görülür. Bunların görünümü, düzensiz parlaklıkta işaretler gibidir. Bu ışınlar bazı hallerde bu kraterlerden 1600 km kadar öteye yayılabilir. Bu ışınların meteoritlerin çarpmasında meydana gelen kraterlerin savurduğu maddelerden müteşekkil olduğu tahmin edilmektedir. U.S. Ranger ve Lunar Orbiter sun'i peyklerinden çekilen fotoğraflardan ışın bölgelerinde ikinci tipte kraterlerin gözüktüğü tespit edilmiştir. Bu ikinci tipteki kraterler ışın kraterlerini meydana getiren patlamaların etrafa saçtığı zerrelerin izleridir.



Büyük kraterlerin çoğunda ya merkezi tepeler veya duvarları içerisindeki ovalarında duvar izleri mevcuttur. Öte yandan 8 km çapında daha küçük olan kraterlerde bu ikisine genelde rastlanmamıştır. Bu gerçek, meteor çarpmalarının meydana getirdiği en büyük kraterlerde, eskiden volkan faaliyetlerinin var olduğunu akla getirmektedir. Bu volkan faaliyetleri dağları meydana getirmiş ve bazı hallerde de lav halinde dağların dibine çökmüştür.



Yine 


volkan faaliyetlerinin ay üzerindeki kubbeleri meydana getirdiği kabul edilebilir. Bu kubbeler çan şeklinde tepelerdir. Ay yüzeyinde düzgünce yükselir. Merkezlerinde küçük küçük deliksi çukurlar vardır. Bu kubbelerin, lavların soğuması ve sertleşmesi ile sıcak gazların meydana getirdiği lav kabarcıkları olduğu tahmin edilmektedir.


Ranger sun'i peykinin çektiği fotoğraflarda ay yüzeyinde küçük krater bolluğu görülmektedir. Bu küçük kraterlerin çoğu şüphesiz ikinci sınıf kraterlerdir. Çoğuna küçük meteoritler sebeb olduğu gibi, bir küçük meteorit bazan büyük kraterlere sebeb olmuştur.



Ayın üzerinde görülen diğer kraterlere "ufak çukur kraterleri" denir. Bunlara belki de krater demek bile uygun değildir. Zira küçük delikler halinde olup, dipleri gözükmez. Bunlara da meteoritler sebeb olmuştur. Ay yüzeyindeki çatlakların varlığını gösterirler.

Denizler


Ayın görünür tarafında 30 kadar geniş, düzensiz, karanlık bölge vardır. Eskiden teleskop ile ayı seyredenler bu bölgelerde su bulunduğunu sanmışlar ve bu sebeple okyanus, deniz, körfez gibi isimler vermişlerdir. Zamanla ayda su bulunmadığı öğrenilmiş fakat bu isimler yerleşmiş ve kullanılmaya devam etmiştir.


Aydaki denizlere genel olarak Latince "mare" çoğulu "maria" yani "deniz" ismi verilmiştir. Bu bölgelerin geniş ve bilhassa düz ova özellikleri vardır. Daha pürüzsüz yüzeyleri olup, ayın diğer bölgelerine göre daha az 


krater ihtiva ederler. Denizler ayın diğer bölümlerine nazaran daha koyu renktedir. Prüzsüz yüzeyleri güneş ışınını, krater ve dağların yüzeylerinden daha az yansıttığı için daha karanlık görülürler.


Düz ovaların nasıl meydana geldiğini açıklayan birçok nazariyeler ileri sürülmüştür. Bu nazariyeler arasında ay yüzeyinde çok eski zamanlarda çarpan dev meteoritlerin izleri olduğu nazariyesi de vardır. Bu ovaların genel olarak daha sonra oluştuğu konusunda ittifak edilmektedir. Meydana gelişleri esnasında etrafındaki bölgeleri 

lav ve kütle ile örttükleri; bunun sebebi olarak da ya bir volkan faaliyetinin neticesi veya radyoaktivite zayıflamasının saldığı sıcaklıktan dolayı meydana geldiği kabul edilmektedir. Deniz bölgelerinin bazılarının yüzeyinin altında "mascon" diye adlandırılan daha yoğun maddeler vardır. Bu kütleler yerçekiminin bölge bölge artmasını sağlamakta ve ay çevresindeki yörüngede bulunan araçları rahatsız etmektedir. Masconların, meteoritlerin düşüşünde etrafa sıçrayan madde artıkları olduğu veya soğumuş lav artıkları olabileceği zannedilmektedir.

Dağlar

Ay üzerindeki muhtelif görüntülü dağlar hemen hemen dünyadaki dağlara benzer. Gerçekten ay dağları belkide dünyada dağların meydana geldiği gibi ortaya çıktı. Yani yüzeyin katlanması ve büzüşmesi ile yükseldi. Bazı ay tepeleri dünyada bulunan en yüksek dağlardan daha yüksektir. Leibnitz sıra dağlarındaki "Epsilon" tahminen 9185 m, yani 
Everest Tepesinden 305 m daha yüksektir. İlgi çekici diğer tepeler 6200 m ile 7920 m yükseklik arasında değişmektedir. Mare Nubium ortasından geçen 
, ayda bulunan ilgi çekici birçok sarp kayalıkların en meşhurudur. 96 km uzunluğunda ve 457 m yüksekliğinde olan bir kayalıktır.

Ayın diğer görünümleri

Bütün ay görünümlerinden belki de en ilgi çekici olanları küçük dereler ve çatlaklardır. Bu sathi hendekler kilometrelerce uzunluktadır. En ilgi çekicilerinden birisi olan Ariadaeus, Cleft ariadaeus kraterinden 160 km öteye kadar uzanır. Genişliği 16.000 m, derinliği ise 800 m kadardır. Ranger peykinden alınan fotoğraflarda Alphonsus Krateri yakınlarında birçok dere görülmüştür. Bu çukurlar sanki bir dev dozer tarafından oyulmuş gibidir. Hadley Deresi Apollo 15 astronotlarından James Irwin ve 
David Scot tarafından araştırılmıştır. Bu dere ay yüzeyinde 128 km kadar uzanır. Ortalama derinliği 366 metredir. Küçük dereler ve yarıklar muhtemelen yer altındaki çatlaklardan meydana gelmiştir. Yine bu yer altı çatlakları, küçük kraterlerin krater zincirlerini teşekkül ettirmiştir. Ayın üzerindeki dağlar kordonunda birçok ünlü ovalar mevcuttur. En ilgi çekicilerinden birisi, Alpine kordonunda, 96 km uzunluğunda, uzun ve derin bir ova olan Alpine Valley'dir.

Ayın yüzeyindeki maddeler

1960'larda yapılan deneyler neticesinde ay üzerine insanlı inişlerin mümkün olduğu anlaşılmıştır. Sonradan ayın üzerinde çok ince tanecikli bir malzemenin bulunduğu, üzerinde ise çeşitli çapta kayaların serpilmiş olduğu ve bu kayaların kimyevi yapısının bazalt benzeri olduğu anlaşılmıştır. Aydan getirilen taşlarda küçücük cam gibi maddeler bulunmuştur. Bu maddelerin meteorit (
gök taşları) çarpmalarında hasıl olduğu sanılmaktadır. Ay toprağında güneş rüzgarından hasıl olmuş ender rastlanan gazlara rastlanmıştır. Bunların güneşten buraya kadar ulaştığı sanılmaktadır. Bu buluşlar ay yüzeyinin eski olduğunu göstermektedir. Bununla beraber kayaların bazıları ateş ısısıyla meydana gelmiştir. Böylece eski zamanda ay üzerinde volkanik faaliyetlerin olduğu anlaşılmıştır.

Ayın Hareketleri


Devirler: Uzak bir mesafeden dünya-ay sistemi incelenecek olursa, bunların faaliyetleri bir duvar saatinin iki sarkacına benzetilebilir. Belirsiz bir noktaya istinaden sanki yavaşça salınmaktadırlar.Ay ve dünya bir çiftli sistemdir. Birbirine o şekilde bağlıdırlar ki, yörüngeleri aynı çekim merkezi etrafında döner. Bu noktaya ağırlık merkezi denir. Bu, dünya merkezinden 4640 km; yüzeyinden de 1600 km ötededir. Ağırlık merkezinin yeri dünya ve ayın kütleleri arasındaki oran nispetindedir. Dünyanın aya olan ortalama mesafesi genellikle 382.136 km olarak gösterilir. Ay, dünya etrafında bir elips yörüngesine sahip olduğu için mesafe 356.330 km (hadid noktası) ile 406.610 km (apoje) arasında değişir.


Ayın görünüşte doğudan batıya doğru hareket etmesi dünyanın dönmesinden ileri gelen bir görüş yanılmasından başka bir şey değildir. Dünya etrafındaki hakiki hareketi batıdan doğuya doğrudur. Ortalama yörünge sür'ati saatte 3660 kilometredir. Bu sür'atle hareket ederken doğuya doğru bir kayma hasıl olur. Ay, böyle her gün biraz daha geç doğar ve batar. Bu zaman kaybına gecikme süresi denir. Her gün ortalama 50 dakikadır. Fakat ayın hareketindeki düzensizlik sebebiyle günlük değişme süreleri 20 ile 80 dakika arasında değişir.



Ay, dünya etrafındaki dönmesini ortalama 27 gün, 7 saat, 43 dakika, 11,47 saniyede tamamlar. Yıldız ayı denilen bu zaman, ayın hareketindeki bazı aksaklıklar sebebiyle 7 saate kadar değişebilir.



Ayın deveranı (kendi ekseni etrafında dönmesi): Ay kendi ekseni etrafında her içtima ayında bir kere döner. Dönme müddeti, dünya etrafındaki ortalama devir müddetine tamamen eşittir. Bu dikkat çekici zamanlama ayın dünyaya hep aynı yüzünü göstermesine yol açar. Dünyanın yer çekimi ayı kendi yörüngesinden çıkaracak kadar güçlü değildir. Fakat muhtemelen bu yer çekimi bir zamanlar ayı kendi ekseni etrafında döndürecek kadar güçlü idi.



Ay devreleri: Ayın devamlı değişen yarı kısmı güneş tarafından tamamıyla ve sürekli ışıklandırılmaktadır. Dünya etrafında döndüğünde dünyaya bakan yüzü, güneş ışıklarına girer ve terk eder. Buna göre de görünümü değişir. Yeni ayda, yani ay güneş ile konjoksiyon halindeyken (takriben dünya ile güneş arasındayken)ayın görünen tarafına güneş ışınları vurmaz. Böylece, yeni ay, dünyadan görülemez. Yeni aydan birkaç gece sonra, ayın güneş ışığına tabi yarım kısmının kenarı, ince bir hilal şeklinde güneşin batışından kısa bir zaman sonra gözükmeye başlar. Buna "büyüyen hilal" denir. Halk arasında ise yeni ay ismi verilir. Bir hafta kadar bir zaman içerisinde ayın diskinin yarısı aydınlanır. Yeni aydan, yani hilal başlangıcından yaklaşık iki hafta sonra ay, güneşle 180 derecelik bir açıya girer. Böylece dünya göğünde güneşe tam rastlayan ay yuvarlağının yarısı aydınlanır. Buna dolunay denir. Ay bütün fazlarını bir tek ay günü içerisinde tamamlar. Bu zaman esnasında ay üzerindeki bir müşahit güneşin doğudan yavaşça kalktığını ve göğü 15 dünya gününden az bir zaman içerisinde geçerek batı istikametinde battığını görür. Ayın dünyaya bakan tarafı, parlak bir 


gezegen olan dünya tarafından geceleyin aydınlatılır. Ay göğünde dünya devamlı görülür. Yıldızlar doğudan batıya doğru yavaşça ilerlerler. Dünyanın fazları ise ayın fazlarının tamamıyla tersinedir.


Salınım hareketleri: Dünyadan herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerden ayın yüzeyinin % 50'den fazlası görülemez. Ancak ayın bazı gerçek görünüşteki hareketleri, bizim bu orandan daha fazla görmemizi sağlar.



Ayın kendi etrafında dönüşü düzenli, dünya etrafındaki dönüşü ise düzensiz olduğu için, dünyaya bakan kısmı, dünya etrafında her bir dönüşte bir tarafa, daha sonra diğer tarafa eğik olur. Bu sebepten görülemeyen kısımların kısaca görülmeleri mümkündür. Ayın bu çeşit bir taraftan diğer tarafa olan hareketine "boylamsal salınım" hareketi denir.



Ayın yörüngesi dünyaya doğru hafif meyillidir. Böylece kışın, ay, kuzey gökyüzünde en yüksek durumda iken, daha çok alt yüzey görülebilir. Kuzey yarım kürede ayın yazın alçak olması durumunda ise, daha çok üst yüzey görülebilir. Bu çeşit aşağı-yukarı olan harekete de "enlemsel salınım" hareketi denir.



Üçüncü ve son görünüşteki salınım hareketi ise ayın hareketindeki gerçek düzensizlikten ortaya çıkar. Buna "fiziksel salınım hareketi" denir ve sebebi ayın tam küre olmamasıdır. Bu sistem az bir kısmın görülmesine sebeb olur.



Hepsi beraber ayın yüzeyinin herhangi bir zamanda görülenden % 9 daha fazla görülmesini sağlarlar. Bu ise toplam % 59 eder. Yani yüzeyin % 41'lik bir kısmı dünyadan hiç görülmez.

Gel-git (  Med-cezir)


Güneş ve ay, dünyaya çekim kuvveti tatbik ederler. Özellikle ayınki, denizlerde suyun alçalma-yükselmesine sebeb olur. Yeni ve dolunay zamanında, her iki cismin çekim kuvvetleri aynı düzlemde ortaya çıktığı için, okyanus, önemli olarak etkilenir. Ayın çekim kuvveti, dünyanın yakın yüzeyinde suyun yüzeyini yükseltirken, daha az bir çekime maruz kalan, uzak yüzeydeki su seviyesinde düşme görülür. Bunun sonucu olarak dünyanın zıt iki yüzünde su seviyesi değişikliği ortaya çıkar. En yüksek durum ay ve güneşin beraber ve zıt bulunması halinde, bir ay gününde iki kere ortaya çıkar.


Ayın gecikmesine bağlı olarak, gel-git her gün 50 dakika daha geç ortaya çıkar. Dünyanın dönme hızı, gel-git hızından daha fazla olduğundan dolayı, gel-git olayı dünyanın dönmesi üzerinde bir fren gibi etki yapar. Bu sebeple her 100.000 yılda dünya günü bir saniye artar.

Ay Olayı


Optik yanılgı: Dolunay doğarken, tepedekine nazaran daha büyük görünür. Ancak ay, en yüksek noktasında gözleyiciye ufuktakine nazaran 6400 km daha yakın olması sebebiyle çap açısı ufuktayken daha küçüktür. Bu olaya; "ay yanılgısı" denilmektedir.


Bazan ayın ufukta hareket etmediği zannedilir. Bu özellikle dolunay zamanında eylül ayında gece ile gündüzün eşit olması durumunda belirgindir. Gerçekte bu devrede ayın yörüngesi ufukta çok yatık açı yapar; ay doğarken ufka paralel hareket ediyormuş gibi gelir. Bu zamanlarda gecikmesi de azdır. Bunun neticesi olarak ay sadece birkaç dakika gecikme ile doğar. Gelenek olarak çiftçiler günün sonundaki bu ilave aydınlık saatlerini sonbahar hasadı için kullanırlar. Bu sebeple eylülün dolunayı "hasatçının ayı" diye isimlendirilir. Ekimin dolunayında ise bu olay daha az ortaya çıkar ve "avcının ayı" olarak isimlendirilir.



Değişen özellikler: Zaman zaman ay yüzeyinin özelliklerinde değişiklikler rapor edilir. Bunun, dünyanın etrafından geçerken ay yüzeyinde gölgelerin değişmesinden kaynaklandığı tahmin edilmektedir.



Ancak bazı sapmaları (mesela Linne Krateri hakkındaki) kolayca izah etmek mümkün değildir. Linne farklı zamanlarda büyük, küçük, parlak ve karanlık olarak görülmüştür. Bazan da tamamen kaybolduğu söylenmiştir. Bazı raporlar ise Aristarchus Krateri bölgesinde yavaş ortaya çıkan ve kaybolan kırmızı lekelerden bahsetmektedir. Astronomlar genel olarak bu görünüş değişikliklerinin gerçek olduğunu kabul ederken; bunun volkanik faaliyetlerle mi, yoksa başka tesirler neticesi mi ortaya çıktığını bilememektedirler.



Ay'da su var mı?

Amerikan uzay kurumu 

NASA'nın 2008'de Ay'ın yörüngesine oturtulan ilk uydusu Chandrayyan-1'in taşıdığı "Moon Mineralogy Mapper-M3" adlı cihazının yanı sıra Cassini ve Deep Impact uzay araçlarının sağladığı veriler ışığında yapılan araştırmaya göre, Ay yüzeyindeki toprakta, en azından birçok bölgesinde ince bir film tabakası halinde su bulunduğu açıklanmıştı.


Science dergisinde yayınlanan makalede, Ay'ın mineral haritasını çıkarmaya yarayan M3 cihazının, yüzeyden yansıyan ışığı analizi sırasında hidrojen ve oksijene bağlı bir kimyasal elementi belirten uzun dalgalı ışınım tespit ettiği belirtilmişti.



Bunun iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşan suyun varlığını işaret ettiğini kaydeden Amerikalı bilim adamları, şimdiye kadar ileri sürülen ve Ay'da suyun sadece kutup bölgelerindeki kraterlerin dibinde sürekli karanlık kısımlarda bulunduğuna dair teoriyi ortadan kaldırdığının altını çizmişlerdi.



Keşfi yapan araştırmacılar, Dünya'nın tek uydusu Ay'da iki ayrı türden su bulunduğunu belirterek, bunlardan birinin Ay yüzeyine çarpan buzdan meydana gelmiş göktaşları gibi bir dış kaynaktan geldiğini, diğerinin de tamamen Ay kaynaklı olduğunu düşünüyor.



Ay toprağı ve kayalarının yüzde 45 civarında oksijen içerdiğini, M3 tarafından gözlemlenen hidrojenin ise Güneş rüzgarlarıyla gelmiş olabileceğini tahmin eden bilim adamları, Güneş'in nükleer füzyon sürecinde Ay yüzeyini ışık hızının üçte biri hızla bombardıman eden hidrojen atomu yüklü protonlar yaydığını belirtiyor.



Bilim adamlarının tahminine göre, Ay toprağının bir tonunun yaklaşık yüzde 25'inde su bulunuyor.



40 yıl önceki Apollo seyahatleri sırasında Ay'dan getirilen toprak ve taş numunelerinde de su izine rastlanmış, ancak bunların taşındığı kapların hermetik (sıkı kapalı) olmamasından, bilim adamları bu su parçacıklarının havadan geldiğini, Ay kaynaklı olmadığını düşünmüşlerdi.



Keşfin, bilim dünyasının Ay'a bakışını kökten değiştireceğini belirten bilim adamları, böylelikle Dünya'daki biyolojik yaşamın kaynağı suyun her yerde ortaya çıkabileceği daha dostane bir güneş sistemi görüşünün değer kazanacağına işaret ediyor.

Ay Resimleri

  • Ay , Venüs kuşağına karşı.
  • Johannes Hevelius'un Ay haritası (1647)
  • 20 Temmuz 1969'da ilk Ay üzerine iniş sırasında Neil Armstrong tarafından fotoğrafı çekilen astronot Buzz Aldrin.
  • Ay çevresinde görünen hâle
  • 21 Şubat 2008 Ay tutulması
  • 1999 güneş tutulması
  • Dünya ve Ay'ın görece boyutları ve aralarındaki uzaklık, ışığın yolculuk zamanıyla birlikte ölçekli olarak gösterilmiştir. Dünya ile Ay arasında ortalama yörünge uzaklığında ışığın yüzeyden yüzeye ulaşması için geçen süre 1,255 saniyedir. Dünya ile Ay sisteminin boyutları Güneş'e göre ışık yolculuk zamanı ile kıyaslanabilir. Güneş'in ışıkyuvarından Dünya yüzeyine ışık 8,28 dakikada ulaşır.
  • Apollo 8 görevi sırasında Ay'dan Dünya'nın görünüşü, 24 Aralık 1968.
  •  
  • Lunar Prospector 'ün elektron reflektometre deneyinden elde edilen Ay'ın yüzeyinde toplam manyetik alan kuvveti.
  • Ay yüzeyinde radyal kütleçekimsel anomali.
  • Ay'ın topoğrafyası.

TASAVVUF




kavramlar.jpg (6719 bytes)

TASAVVUF
İslâm’ın düşünce sistemi ve yaşamı...
Görülmeyenden yola çıkarak, görülmeyenin verilerine dayanarak görülenlerin deşifre edilmesi sistemine dayalı çalışmalar bütünü...
Seyri sülûk
"B" harfindeki anlam itibariyle Allah`a iman uyarısı yönünde yapılan çalışmalar...
"Tahkiki iman" hâli...
Varlığın hakikatini, vücudun aslını, özünü bildiren bir çalışma düzeni...
Orijinal tekil yapıyı ele alıp inceleme, etüd etme ...
"Din"in temelindeki düşünsel taban...
Bütünüyle "gizli şirk"in ortadan kalkması; gizli şirki doğuran, zannındaki "Ben varım" şartlanmasının kalkması çalışmaları...
Aklı başında–şuurlu-yüksek tefekkür gücü olan üstün istidat ve kabiliyetli insanların yaptığı çalışmalar bütünü...
"İlim"e-irfana teslim olarak yapılan çalışmalar...
İman nuruna dayanan bir tarzdaki çalışmalar bütünü...
Şeriatla ilgili hususların üzerine bina edilen "VAHDET SIRRINA ERMEK" amacına yönelik çalışmalar...
Amacı, insanı  en büyük belâdan; perdelilikten korumak olan çalışmalar...
İnsanın kendi aslını, orijinini bilme ve yaşama konusundaki çalışmaları esas alan çalışmalar...
Kişinin, kendini meydana getiren Esmâ-i ilâhi’yi tanıması, bilmesi ve bunu gereğini yaşayabilmesi yolunda yapılan çalışmalar...
Kişinin Allah'ı bilmesi; Allah indinde ve ilminde "yok"luğunu hissedip yaşaması; ve nihayet "Allah ismiyle işaret olunan BÂKÎ"dir hükmünün tesbit olması çalışmaları...
Nazarî bilgilerle değil; bilfiil "tatbikatla" yaşanan çalışmalar...
Dikenlerden incinenlerin değil; aşk uğruna can vermeye gelenlerin yapacağı çalışmalar...
Alıcı değil, verici olanların yaptıkları çalışmalar...
“Başladığı noktaya gelen daireyi tamamlamak"...
Fenâfillah ve bekâbillah isimli iki aşamaya dayalı çalışmalar bütünü...
"BÂTIN" ismi ve  "ZÂHİR" ismi mânâsı içinde yapılan seyir...
Kişinin yedi mertebeyi aşma çalışmaları...
"İnsan"ların kendi hakikatlarını tanıma yolunda yaptıkları çalışmalar Dindeki mistisizm’i meydana getirmiştir..
İşte Tasavvuf da insanın kendi aslını, orijinini bilme ve yaşama konusundaki çalışmaları esas alır.
Tasavvuf, tarikat, bir iyi ahlâk derneği değil; varlığın hakikatini, vücudun aslını, özünü bildiren bir çalışma düzenidir!.
TASAVVUFUN GAYESİ
Tasavvufun gayesi, kişinin, kendini meydana getiren bu Esmâ-i ilâhi’yi tanıması, bilmesi ve bunu gereğini yaşayabilmesi hali ve bu yolda yapılan çalışmalardır, kişinin Allah'ı bilmesi; Allah indinde ve ilminde "yok"luğunu hissedip yaşaması; ve nihayet "Allah ismiyle işaret olunan BÂKÎ"dir hükmünün tesbit olmasıdır.
Tasavvuf çalışmalarının temeli; şirki hafiden kurtulup, başını nereye döndürsen, yani ne yöne bakış atsan TEK'liği görebilmek içindir...
Bir kişi tasavvufa yani iman nurunu esas alan çalışmalara dayanmadan, kendindeki şartlanmaları ortadan kaldırabilr...
İşte "tasavvuf" çalışmaları ve terbiyesinin çok önemli bir amacı da insanı bu en büyük belâdan; perdelilikten korumaktır...
Bu yüzdendir ki "tasavvuf" en değerli konudur!.

TASAVVUF, İLME-İRFANA TESLİM OLMAKTIR!
Tasavvuf, külliyen TAHKİK mesleğidir; asla taklid değil!.
 Tasavvuf, dinin temelindeki düşünsel tabandır!. İman nuruna dayanan bir tarzdaki çalışmalar bütünüdür.
Bugünkü tarikat uygulamalarıyla, gerçek mürşid-tâlip uygulamasının isim benzerliğinden başka uyar tarafı yoktur kanaatime göre!...
Teslimiyet, körü körüne denileni yap diye anlaşılıyor ki günümüzde, bana göre bu anlayış da yanlıştır... İnsan beynini, aklını, en geniş şekilde kullanarak ancak hedefine varabilir...
Teslimiyet demek; kişinin kendisini İLME, İRFANA teslim etmesi demektir... Ayakkabı boyayıp, havlu tutmaya demek değil; anlayışındayım... bilmem yeterince açıklayabildim mi?
İşte bu sebepledir ki, bu incelikleri kavramış olan geçmişteki pekçok hakikata ermiş zâtlar, "Tasavvuf" denilen öğretiyi oluşturmuşlardır.
"Eğer, varsayımın olan varlığından, benliğinden tümüyle kurtularak "nefs"ini tanımak istiyorsan, teslim ol; kendinden kurtul, Allah`a er!."
Demişlerdir..

TASAVVUF, BİLFİİL TATBİKATLA YAŞANIR!
Tasavvuf, nazarî bilgilerle değil; bilfiil "tatbikatla" yaşanır!.
Tasavvuf bahçesi, aşk uğruna can vermeye gelenlerin yeridir; dikenlerden incinenlerin değil!.

TASAVVUF, ŞERİATLA İLGİLİ HUSUSLARIN ÜZERİNE
BİNA EDİLEN “VAHDET SIRRINA ERMEK” AMACINA
YÖNELİK ÇALIŞMALAR İLE BAŞLAR
İyi ahlâk, yasaklardan kaçınmak, ibadet, tasavvufun değil; şeriatın konusudur!.
Eğer kişi, tasavvuf toplantılarında, bu saydığımız şeriatla ilgili hususlarla vakit geçiriyorsa, o henüz tasavvufla ilgilenmeye başlamamıştır.
Tasavvuf, şeriatla ilgili bu hususların üzerine bina edilen "VAHDET SIRRINA ERMEK"amacına yönelik çalışmalar ile başlar...  Ki bu da ilgili eser ve kişilerden araştırılabilir.

TASAVVUF ÇALIŞMALARININ AMACI
ALLAHIN TEKLİĞİNİ KAVRAMAKTAN İBARETTİR
Öncelikle belirtelim ki, bütün evliyaullah, “ALLAH”ın TEK'liği konusunda müttefiktir.
Hattâ Nakşıbendi Tarîkatından Ubeydullah Ahrar:
«Tasavvuftan gaye Vücud bahsidir»
diyerek, tasavvuf çalışmalarının amacının “ALLAH”ın TEK'liğini kavramaktan ibaret olduğunu belirtmiştir.
Bu Tekliği anlamada iki ayrı yol vardır ZANNI, maalesef işin ehli olmayanları ikiye bölmüş; veliler de bu konuda kendi mertebe ve hallerine göre açıklamalarda bulunmuşlardır.
"ALLAH'ın AHADİYETİ" hakkında, Hazreti Muhammed Aleyhi’s-Selâm’dan gelen ilk bilgiler, Hz. Âli ve Hz. Ebû Bekir tarafından dalga dalga bütün velilere yayılmış ve nihayetİmam GAZALİ ve Muhyiddin A'râbî tarafından «Vahdeti vücûd» şeklinde bir TEKLİK, anlayışı olarak sistematize edilmiştir.

TASAVVUF, BÜTÜNÜYLE
GİZLİ ŞİRKİN KALKMASI ÇALIŞMALARIDIR!
İslamın düşünce sistemi ve yaşamı olan "Tasavvuf"un belli başlı prensipleri vardır.
Tasavvuf, aklı başında – şuurlu - yüksek tefekkür gücü olan üstün istidat ve kabiliyetli insanların konusudur!
Ağzından çıkanı kulağı duymayan mecnunların, psikiyatrik vakaların tasavvufla, hele hele Allah`a erme gibi fevkalade muazzam kesinlikle bir ilgisi olamaz!..
"Nefs"i bilme; "Rabbı" bilme; "Melik"i bilme; "Allah"ı bilme; "marifetullahı" bilme; Allah`ın tüm varlıkta yürürlükte olan sistemini müşahede etme gibi sayısız ilimleri kapsamak, "akl-ı kül" işidir en azından!..
Bütün bunlar, deli divanelike, meczuplukla olmaz; şuurla olur!. Hem de çok üst düzeyde bilinçle..
Bir takım adamlar görüyoruz ortalıkta, başıbozuk dolaşıyorlar!.. Bir takım düzensiz, şuursuz, saçma laflar ediyorlar!.. Biz de bunlara, Vahdet`i yaşıyorlar meczuplar, hakikatı yaşıyorlar, bilmem neyi yaşıyorlar diye nazar ediyoruz... Hiç alâkası yok!.
Mantıksal bütünlükten yoksun konuşmalar yapan Hakikat ehli yoktur!.
Zira Vahdet olayı, tamamiyle bir basiret, bir şuur olayı!... Nerede bir basiret- bir şuur olayı, nerede bir deli saçması!...
Düşünün ki bir "Ben Hakk`ım" diyor, sonra ondan vazgeçiyor, dönüyor, "Ben basit, aciz bir kulum, ben bilmem neyim" diyor... Bunlar şuurlu ifadeler değil!..
Şuurunu, bütünüyle, aşırı şekilde bu konuya, teksif etmekten dolayı, bu kişiye halkın “deli” demesi; delicesine bir çalışma içinde olduğu mânâsındadır!. Yoksa; sistemsiz -saçma sapan şeyler söylemek değildir, “delilik”ten murad...
Bir kişi bu işin böyle olduğuna inanır, iman ederse; bunu böylesine yaşayabilmek için, bedenselliğinden – huylarından- şartlanmalarından kopabilmek amacıyla yoğun bir takım çalışmalara girerse; herkesin genel anlayışına ters düşen bu çalışmalara girmesi dolayısiyle de millet ona "deli" der.
-Yahu bu adam deli. Bunu terketti, şunu terketti" vesaire derler.. Ama, halkın ona deli demeleri, deli olduğu anlamına gelmez!. Nitekim, Rasûlullah aleyhisselâma dahi deli demişlerdir, mecnun demişlerdir..
Esasen, Tasavvuf bütünüyle "gizli şirk"in ortadan kalkması; gizli şirki doğuran, zannındaki "Ben varım" şartlanmasının kalkması çalışmalarından başka bir şey değildir.

BİREYSELLİK VE BİRİMSELLİK NOKTASINDAN HAREKET
EDEN DÜŞÜNCE YOLCULARI İLERLEDİKLERİ NİSBETTE
GÖRÜRLER Kİ…
Tasavvuf erenleri, tasavvuftaki yolculuğu, “başladığı noktaya gelen daireyi tamamlamaktır” diye târif etmişlerdir.
BİREYSELLİK VE BİRİMSELLİK NOKTASINDAN HAREKET EDEN DÜŞÜNCE YOLCULARI İLERLEDİKLERİ NİSBETTE GÖRÜRLER Kİ…
Bireysellik ve birimsellik noktasından hareket eden düşünce yolcuları, aşama aşama “eşyâ(şey ler)nın hakikatine ilerleyerek, her şeyin TEK’ten varolduğunu müşahede ederler. Bu boyutta, basîretleriyle tespit ederler ki, hakikatleri itibariyle, çokluk yani kesret mevcut olmayıp, varlık TEK’ten ibarettir. Ne kendileri ne de çeşitli boyutlar ve evrenler hiç varolmamıştır!.. Böylece yarım daire tamamlanmış, “fenâfillah” gerçekleşmiş olur... Bunun biraz ötesi de vardır ki, onu burada dillendirmenin gereği yoktur.
2. yarım dairenin yolculuğu kolaylaştırılmış olanlar ise burada kalmayıp, fıtratları gereği olarak seyirlerinde devam ederler... Bu defa TEK’in İlim sıfatının, “Mürid” ismiyle işaret edilenİrade sıfatı aracılığıyla Kudrete dönüşerek, kesrete ait ilmî sûretleri meydana getirdiğini; builmî sûretleri hâvi mücerred melekin, kendisinden açığa çıkma mahalli olan “RUH” adlı müşahhas meleğe dönüştüğünü, bundan meydana gelen hamele-i arş denen müşahhas meleklerin varlığını, ve boyut boyut bunlardan meydana gelen diğer müşahhas melâikenin varlıklarıyla evren içre nice evrenlerin ve sâir varlıkların oluşumunu müşahede ederler. Nelerden nelerin nasıl meydana geldiğini, hangi müşahhas melek(kuvve)lerin hangi kuvveler-varlıklar şeklinde açığa çıktığını seyrederler. Seyredenin, gerçekte kim olduğunun bilincinde, varlıksız olarak!..

YOLCULUK NASIL KISALIR?
Yolculuk ALLAH'tan başlar ve ALLAH ile ALLAH'a olur ise, son derece kısalır!
FENÂ’DA VARLIĞIN ASLINA ÖZÜNE ERİŞİLİR. BEKÂ’DA İSE ORİJİNAL VARLIĞIN BAKIŞI İLE ÂLEMLER SEYREDİLİR!
Tasavvuf, fenâfillah ve bekâbillah isimli iki aşamaya dayanır;
Birinci aşamada varlığın aslına özüne erişilir; ikinci aşamada da Orijinal varlığın bakışı ile âlemler seyredilir.
İşte birinci seyir, "BÂTIN" ismi mânâsı içinde yapılan bir seyirdir; ikinci seyir ise "ZÂHİR" ismi yönüyle yapılan bir seyirdir.
Tasavvufa girenlerin pek çoğu bu ikinci seyir devresine geçemezler!. Bu sebeple de işin sadece Tevhid görüşü denen, birinci seyir yanında kalarak; pekçok şeyin hakkını vermekten geri kalırlar!. Oysa bu kişiler dairenin ikinci yarısına geçip, şuûr boyutunda, "Batîni" gerçeklerin "Hak" olduğu gibi; "Zâhir" boyutunda da bu ortama ait gerçeklerin "Hak" olduğunu görebilselerdi mutlaka fiîlleri başka olacaktı.
Esasen bu konuyu içerde daha geniş bir şekilde de ele almıştık. Şimdi meseleyi şöyle toparlayalım. Vahdet konusu şuur boyutunda yaşanan bir gerçektir! Zâhir boyutu ise kendi kanunları içersinde akar gider!. Bu sebeple, bugün zâhir yönünde nasıl bir takım şeyler yapmak mecburiyeti sözkonusu ise, aynı şekilde ölümötesi yaşam bakımından da, aynı şekilde bir takım fiîlleri yerine getirme mecbûriyeti vardır; ve bunları tatbik etmeyenler, bu eksikliklerinin azâbını çekerler!.

TASAVVUF ÇALIŞMALARINDA KİŞİ
ŞU YEDİ MERTEBEYİ AŞAR
Seyri sülûkta yani tasavvuf çalışmalarının bir yoldan yapılması halinde kişi şu yedi mertebeyi aşar:
1-Ruhu cüz`isinin ne olduğunu bilir
2-Aklı ve muhakemesini farkedip, düşünerek harekete başlar
3-Aklının Akl-ı Külli olduğunu farkedip; ruhunun Ruh-u A`zamla kâim olduğunu; nefs`inin Nefs-i Küll`den geldiğini hisseder.
4-Hepsinin Zât`ta fâni olduğunu müşahede eder ve neticesini yaşar. (Cem makamıdır)
5-"İbn-ül Vakt" olduğunun bilincindedir. (Vahdeti vücûd - Ene`l Hak hâlidir) (Fenâ Fillah)
6-"Ebû`l Vakt" diye işaret edilen kemâlât ile yaşar. (Vahdeti Şuhud) (Bakâ Billah) (fark bölümüdür)
7-"Fakr" = mahvı küll = Hiçlik (Vâhidiyet mertebesidir)

 “TAHKİKİ İMAN” HÂLİ OLAN TASAVVUFA YÖN VEREN
İKİ UYARI ÂYETİ

"Bismillah`ir Rahman`ir Rahiym"

"İnnelleziyne keferu sevâün aleyhim eenzertehüm, em lem tünzirhüm lâ yü`minun!.
Hatemallahu alâ kulûbihim ve alâ sem`ıhim, ve alâ ebsârıhim gışâve... Ve lehum azâbün azıym.
 Ve minen nâsi men yekûlü, amenna B illahi ve B ilyevmil âhıri, ve ma hüm Bimü`minin!."
"Rahman ve Rahim olan Allah ismindeki sır ile başlarım.
Kesinlikle o kâfirleri -gerçekleri örterek inkâr edenleri- uyarsan da uyarmasan da iman etmezler!.
Allah onların şuurlarını ve algılamalarını mühürlemiş, basiretlerini perdelemiştir!. Onlar azâmetli bir azâbtadırlar.
 Ve insanların bir kısmı "B" harfinin işaret ettiği sır kapsamında olarak Allah`a ve yine "B" harfinin işaret ettiği sır kapsamında olarak âhirete iman ettiklerini söylerler; oysa onlar "B" harfinin sırrını anlamış olarak 
İMAN ETMEMİŞLERDİR.." (2-6/8)
Âyetlerin metnine başlarken yazdığımız, "besmele" ile ilgili olarak kısa bir not geçtikten sonra, konuya girelim...
"Besmele" çekilmez; mânâsı idrak edilir; ve gereği yaşanır!.
"Besmele"yi idrak edip, gereğini yaşayamayana kalan ise, bol bol "Besmele" çekmektir!. Ola ki, mânâsı, sırrı açılır da, gereğini yaşar!.
İsim, müsemmâ içindir!..
Önemli, yol olan, isim değil; hedef olan ismin müsemmâsıdır!.
İsim ve resim, hiç bir zaman öze perde olmamalıdır!..
"Besmele"nin anlamıyla hemhâl olamıyorsak; elbette bize geriye kalan ismi ve resmidir!.Allah O`ndan da mahrum bırakmasın bizleri.
Bize soruyorlar, "niye kitaplarının başında besmele yazılı değil", diye...
Elhamdulillah, şükründe âciziz; takdir ve ihsan sonucu, çok yıllar önce keşf ve yakın ile "BİSMİLLAH" diyerek, yazmaya başladık!.. "RAHMAN" ve "RAHİM"den ulaştı sizlere sesli, görüntülü, yazılı bilgiler!.
Her ne kadar hitâbın başında "Besmele" görünmese de!.
"ATTIĞIN ZAMAN SEN ATMADIN, ATAN ALLAH`TI"
 uyarısınca!.
Öte yandan farketmek gerekir ki;
"Besmele" başkası için veya başkasına dönük olarak değil; çıktığı mahallin hâliyle ilgili bir olaydır; ki bunun açığa vurulması da gerekli değildir!.. Hattâ, “sırrının ifşâsı bile câiz değildir demişlerdir.
Ehline yeterli olacak bu kısa uyarıdan sonra, gelelim hepimize dönük bir genel uyarıya;
Bu metnini verdiğim âyetler Bakara sûresinde ikinci sayfanın hemen başındaki âyetlerdir. Şimdi bu âyetlerin sonuncusunu; "AKIL ve İMAN" isimli kitabımızda açıkladığımız şu âyetle bir arada olarak değerlendirmeye çalışalım:
"Ve insanların bir kısmı, "B" harfinin işaret ettiği sır kapsamında olarak Allah`a, ve gene "B" harfinin işaret ettiği sır kapsamında olarak âhirete iman ettiklerini söylerler; oysa onlar "B" harfinin sırrını anlamış olarak İMAN ETMEMİŞLERDİR.." (2-8)
"Ey İMAN edenler, İMAN EDİN "B" harfindeki anlam itibariyle ALLAH`a!." (4-136)
"TAHKİKÎ İMAN" hâli de diyebileceğimiz "TASAVVUF" çalışmalarına yön veren uyarı âyetlerinin başında bu iki âyet gelir.
Bu iki âyetin işaret ettiği mânâyı iyi anlayabilmek için de elbette genel anlamıyla İslâm Dini’nin bize getirmiş olduğu düşünce sistemini farketmek gerekir.

TASAVVUFUN TEMEL PRENSİPLERİ
İslâm’ın düşünce sistemi ve yaşamı olan "Tasavvuf"un ise belli başlı prensipleri vardır.
Konuya açıklamalar getiren bazı âyetler ile Rasûlullah Aleyhisselâm’ın açıklamaları var ki, bunlar düşünce sistemimizin ana nirengi noktaları.
Hangi anlayışta ve ne durumda olursak olalım, birinci noktada üzerinde duracağımız hükmü hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekir.
O noktayı kaybettiğimiz takdirde, yoldaki çeşitli hallerimizle, davranışlarımızla, düşüncelerimizle saplantıya gireriz!. Fakat o noktayı elden kaçırmazsak bu durum kesinlikle olmaz!.
Ancak o noktadaki görüşle de kayıtlanırsak, diğer noktaları gözden kaçırırız ve meselenin özüne inmekten mahrum kalırız...
Evet şimdi işin özüne yönelmemizi sağlayacak olan o birinci nokta ile beraber şu ana prensipleri anlamaya çalışalım...

1- "Allah" vardı ve O'nunla beraber bir şey yoktu!. Bu an, "O an"!. "Hadis ve Hz. Ali"
2-Nefsine ârif olan, rabbına ârif olur.. "Hadis"
3-İnsanlar uykudadır. Ölünce, uyanırlar! "Hadis"
3-Ölmeden önce, ölünüz! "Hadis"
4-Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın O'dur! "Âyet"
5- Attığında, sen atmadın, atan "ALLAH"tı !. "Âyet"
7-Yerleri, gökleri ve ikisi arasındakileri "HAKK" olarak meydana getirdik.(Âyet)
8-Nefislerinizde mevcut olan o!. Hâlâ görmüyor musunuz?. "Âyet"
9-Her ne yana dönerseniz, Allah'ın yüzünü görürsünüz! "Âyet"
10-Dilediğine nuruyla hidâyet eder. "Âyet"
11-Her nerede olursanız, sizinle beraberdir! "Ayet"
12-"Allah" de, ötesini bırak!. "Âyet"
13- [ALLAH] Dilediğini yapar!. "Âyet"
14- Yaptığından sual sorulmaz!.. "Âyet"
15- Beni gören, HAKK'k görmüştür. "Hadis"
16- Rabbimi, genç bir delikanlı sûretinde gördüm!. "Hadis"
17- Dünyada "a'mâ" olan, âhirette de "a'mâ" olur!. "Âyet"
18- Allah, dilediğini kendine seçer. "Âyet"
19- Hiç bir canlı yoktur ki yeryüzünde, Rabbim alnında çekip götürmesin!
20-Rabbin dilediğini yaratır ve dilediğini yapmakta özgürdür. 
İNSANLARIN İHTİYÂRI YOKTUR! (Takdirlerindekini yapmak zorundadırlar) (28-68)
21- Ne hâl ile yaşarsanız, o hâl ile ölürsünüz; ve ne hâl üzere ölürseniz, o hal üzere bâ's olursunuz; ve o hâl üzere haşrolursunuz! "Hadis"
22- Allah'ın ahlâkı ile, ahlâklanın! "Hadis"
-Hakikat dünyada iken yaşanacak bir olaydır! Hakikatı yaşamadan ölenler, ölüm sonrasında, bu yaşamı elde edemezler! Hakikata karşı "a'mâ"lıkları sonsuza dek sürer!.
 -Ötendeki değil, karşındaki HAK'kın fiilinden razı olmak, şirkten arınmaktır! Ya "Allah kulu" olunduğunu farkedersin; ya da "tanrının kulu" olarak, geçer gidersin! (19/20/21)
-Şeriat ve tarikattan gaye hakikate ermek; mârifeti yaşayabilmektir!
 -Tarikat seni, hakikate erdirip hakikatı yaşatamıyorsa, "yol" vasfını yitirmiş demektir!. Seni, senden arındırmayan tarikat, "tarikat" değil, "dernek"tir!
-NÛR, O'dur ki, seni, hakikata erdire; şartlanmalarından, değer yargılarından, duygularından arındırıp; "Allah" gibi düşündüre, insan gibi değil!.
-Korku atılmadıkça, vehmin terki mümkün değildir! VAHDET idrâk edilmeden, vehimden kurtulunmaz! "Allah"ı anlamadan vehmi atan firavun olur!
Firavun, birimsel nefse dönük sorumsuz yaşayan kişidir!.
 -"Allah"ı "nefs"inde bulanda, birimsel menfaatlere dönük istek ve arzular kalmaz!.
 -"Allah ahlakıyla, ahlaklanmak", birimsellik duygu ve değer yargılarından arınmak; Allah gibi düşünüp, Allah gibi değerlendirmektir!.
-"Allah"ta kendini yok etmek anlamını ifade eden "fenafillah" muhaldir!. "Allah" dışında ikinci bir varlık yoktur ki. o ikinci varlık, "yok" edilsin!.
 -Geçerli olan, O'nun varlığı dışında VARSAYDIĞIN BENLİĞİNİN, GERÇEKTE, hiç bir zaman VAROLMADIĞINI ilim yollu kavramak; ve gereğini hissedip yaşamaktır!.
 -Şayet, sen "yok"san elbette ki karşındaki kişi de "yok"tur!.. Öyle ise, karşındaki gerçek "var" olanı farkedip, O`nu kabullenebilecek ve hazmedebilecek misin?.. Yoksa, karşındaki O'nu inkâr ederek mi geçip gideceksin bu dünyadan, "a'mâ" olarak geçip giden nice ve niceleri gibi !.
-Ortaya koyduğu tüm sayısız esmâ terkipleriyle, her an, türlü isimler altında dilediğini, dilediği gibi yapmakta olan kim?.
Sen mi, O mu?.
Cevabın, O ise; Tanrın, senden razı olsun!. Sen isen, razı mısın yaptıklarından?... Reva mı düşündüklerin, yaptıkların?.
-TEK'in nazarıyla, TEK'ten "çok"a bakışı muhafaza edip, sürekli olarak piramitin tepesinden aşağıya bakarak varlıkları seyretmek, yakîn ehlinin hâlidir!.. Ya varsayım yollu, "çok"tan, "yok"a bakılır; ya da TEK, kendi esmâ ve fiillerini seyreder!.

KİŞİ TASAVVUF ÇALIŞMALARI SONUNDA
İDRAK EDER VE HİSSEDER Kİ,
VAR OLAN SADECE ALLAH İMİŞ!
"Ve daha dedi ki:
-Yâ Gavs-ı Â'zâm. İttihad öyle bir hâldir ki, onu lisan anlatamaz! Kim ona imân ederse, kabul olur; ve kim reddederse o hâli küfretmiş olur! Kim vüsûlden sonra ibadeti beşeriyetiyle irade ederse, Allah'a şirk koşmuş olur!"
"İttihad", genel anlamıyla, iki ayrı şeyin bir olması şeklinde kullanılır. Tasavvufta ise, kişinin rabbiyle "BİR" olması şeklinde anlaşılır.
Gerçekte ise, "ittihad" iki ayrı varlığın birleşmesi anlamına değil; ikilik anlayışının ortadan kalkarak "TEK"lik anlayışının yaşanmaya başlanmasıdır.
Çünkü tasavvuf çalışmaları sonucunda kişi bilir, görür, idrâk eder ve hisseder ki, evvelce sandığı gibi iki ayrı varlık yokmuş, var olan sadece " Allah" imiş!
İşte kişide kendi varlığının "yok"tan varolmuş bir "yok" olduğu idrâkıyla birlikte, sadeceAllah'ın mevcudiyetini hissetme hali "ittihad" diye tanımlanır.
"Kim ona iman ederse, kabul olur" ifadesinde anlatılmak istenen ise şudur:
"İttihad"ı kabul eden, olayın gerçeğine bu şekilde inandığı için elbette ki, bu yolda bir takım araştırmalar ve çalışmalar yapacak ve bunun sonunda da o gerçeğe takdirinde var ise erecektir! Yani böylece kabul olacaktır!
"Kim bunu reddederse, küfretmiş olur" anlatımı ise mutlak manâda "küfür"den sözetmiyor!
Burada "küfür" kelimesi hakikatı inkâr anlamında kullanılmıştır. Yani, kim ittihadı inkâr etmek suretiyle hakikata giden yolu kendi kendine kapatırsa, o gerçeği inkâr edenlerden olursa, bu şekilde küfretmiş olur; böylece de öze ermişlerden olamaz.
KURÂN İNSANLARA PEK ÇOK ŞEYİ SEMBOLLERLE ANLATIRKEN;
TASAVVUF İSE BAŞTAN SONA SERÂBA SEMBOL VE MECAZDIR!
İsim ve Sıfatlar arasındaki ayırım bize göredir!...
Sen kendinde bugüne kadar hangi isim ve sıfatların ayırımını ve tasnifini yaptın?...
"ALLAH” ismiyle işaret edilenin çeşitli özelliklerini farketmemiz için böyle sembolik bir tasnif yapılmıştır!...
O tasnifte, yani isimde, yani şeklinde, yani olayın görüntüsünde kalmayıp, onları ortaya koyanın bakışıyla varlığı değerlendirmek gerekir!...
Düşünsel kişiliğinden arınmadan, "Allah" gibi düşünemez, değerlendiremezsin!...
"Allah ahlâkıyla ahlâklanın" uyarısının anlamı çok çok önemli ve değerlidir...
Sen kendini aynada gördüğün, ya da bir ruh olarak, kişi olarak kabullendikçe, bu dediklerimin oluşması kesinlikle mümkün değildir...
Kur’ân insanlara pek çok şeyi sembollerle anlatırken; tasavvuf ise baştan sona, serâba sembol ve mecazdır!...
Ricâlullah, kişiye baktığı zaman, onun mukallid oluşunu tasavvuf konuşmasından anlar!...Çünkü mukallid -taklitçi-, sembollerin işaret ettiği gerçekleri farketmediği için, sembollere hakikat gibi sarılıp, sahip çıkıp; masallamada devam eder!...
Bunu fazla uzatıp, sizi sıkmayayım... Sembollerden geçip ardındaki gerçekleri anlamaya çalışın ki, mukallidan sınıfından çıkma şansını elde edebilesiniz!...
Tasavvuf dinin temelindeki düşünsel tabandır!. Dolayısıyla biz bu olaya daha geniş kapsamlı olarak "Din ve Felsefe" diye yaklaşalım isterseniz..
Din ile felsefe arasındaki en önemli fark şudur:
Dinin esası "iman" nuruna dayanır!.
"İman" nuru olmayan kişi ne kadar akıllı olursa olsun hidayete eremez.Yani Şironun güçlü tesirlerinden nasip almamışsa, Uranüsün üstün akıl özelliklerine sahiptir, fakat felsefeci kafası vardır.
Maddi değerlerden arınmış, maddeötesi değerlerle meşguldür; ancak felsefede kalmıştır. Buna eskiler işte iman nurundan mahrum kaldığı için felsefecidir derler... Söz doğrudur.
Felsefe iman nurunu esas almaksızın, sırf akıl gücü ile yapılan çalışmalardır.
Felsefe, görülenden yola çıkarak, varlığın – yaşamın- yaşam içinde insanın yerinin ve davranış kökeninin tesbit edilebilmesi çalışmalarını yapar.. Bilgiye, görgüye, kültüre, ilme dayanır yani zâhirde mevcut beş duyuyla algılanan donelere dayanır.
Din ise görülmeyenden yola çıkarak, görülmeyenin verilerine dayanarak görülenlerin deşifre edilmesi sistemine dayanır. Zira dini vahiy esasına dayanarak bildiren Nebi’dir.
Nebi normal göz ile, beş duyu ile algılanamayan bir biçimde algıladıklarını esas alarak, onlara dayalı bir biçimde görülenleri deşifre edip değerlendirme sistemini getirmiştir. Bu ikisi arasında uçurum vardır; çünkü gördüklerin, göremediklerin yanında nedir?.. bir hiç!. Sonsuzda bir hiç!.
Bu yüzdendir ki felsefe her halükârda yanılmaya mahkumdur.
Gördüğüne göre bir sonuç çıkaracak; ama göremediği bir başka esasın yanında o sonuç değerini yitirecek hiç olacak..
Buna karşılık din görülmeyen gerçekleri de esas alan bir biçimde varlığı değerlendirme yoluna gidecek; bunun neticesinde gerçek değerler idrak edilebilecektir. Onun içindir kifelsefe eldeki mevcut bilgilere dayalı bir sistemdir; değerleri de ele geçenlere GÖREdir; yani izâfidir!
Din (sistem) ise başlangıça kolaylıkla kavranamayacağı için, imana dayalı bir sistemdir... Ama yanlış anlamayalım, “din imana dayalı bir sistemdir” derken, burada imanla iş biter anlamında kilitlenmeyelim!
İmandan gaye ameldir!.
Bir şeyler yapmaktır!... Bir şeyler yapmak için de önce onun yapılmasına iman etmek lazımdır.
İman etmek görülmeyene olur; görülen şeye iman olmaz!.. Gördüğün bir şey için, imanediyor musun, denmez.. Zaten onu görüyorsun, bu yüzden burada iman söz konusu olamaz..
İman görülmeyene olur.. Görülmeyene iman etmek suretiyle, o görülmeyenin yapısal özelliklerine, yapısına, tarzına, sistemine, şekline göre gerektiği gibi fiiller ortaya konulur. Yani, görülemeyen gerçeklere dayalı bir şekilde çalışmalar yaparak, varlığın sırrına, aslına, orijinine ermektir “Din”..
Felsefe ise eldeki mevcut doneleri değerlendirmek suretiyle varlığın yapısını ve sistemini çözmeye çalışmayı ve bunların içinde insanın yerini tesbit etmeyi hedef almıştır.
Felsefe ile din arasındaki farkın muazzamlığı apaçık ortada değil mi?..
Beş milyon veya beş milyar ile sonsuz arasındaki fark ne ise; felsefe ile din arasındaki farkta budur işte !...
Felsefede çeşitli bilgileri alıp değerlendirmek suretiyle belli bir dünya görüşüne sahip olabilir; bununla beraber dilediğin gibi yaşayabilirsin...
Buna karşılık dinde ise, bir takım çalışmalar yapma zorunluluğu söz konusudur; bu zorunluluğu ise idrakın veya imanın oluşturur.
Çünkü, Din sana diyor ki...
Gelecekte senin için şöyle şöyle bir yaşam söz konusu...
Bu yaşamın üzüntü ve sıkıntılarından kurtulmak; güzelliklerini yaşamak istiyorsan, bunun için şu tarz çalışmalar ve davranışlar ortaya koymak zorundasın!. Aksi takdirde o hedefe ulaşabilmen mümkün değildir!.
Evet, Din bunu söylüyor!.
Öyle ise dinde esas mesele, "iman" edilen konularda yapılması gereken çalışmalardır... Yani, imandan öte, esas olay, inancın sonucu olan ameldir, yani fiillerdir...
Zira, sadece "iman ettim" demek yeterli olmayıp; önemli olan, o imana dayalı hususlarda belli fiilleri ortaya koymaktır!.
Âyet-i Kerimede ne deniyor:
"İMAN EDİP, KURTULUŞA ERDİRECEK OLAN FİİLLERİ TATBİK EDERLER"
"İNSAN İÇİN KENDİ ÇALIŞMALARININ SONUCUNDAN BAŞKA BİRŞEY SÖZKONUSU DEĞİLDİR"
İnsan daima kendisinden çıkan fiillerin sonuçlarıyla karşılaşacaktır!.
Her aşamada yaptıklarının neticeleri, bir sonraki aşamada o kişi için otomatik olarak oluşmaktadır..

TASAVVUF EHLİ İLE
FELSEFECİ ARASINDAKİ FARKI OLUŞTURAN NEDİR?
Uranüs`ün ruhâniyetinden feyz alan kişi maddi nesnelere hiç bakmaz, değer vermez. Tamamen madde ötesi soyut değerler ve nesnelerle ilgilenir.. Yani, gerçek âlemin, madde ötesi bir yapı olduğunu idrak eder. Ona yönelir.
Ancak, madde ötesi yapıya yönelme eğer Şiron’dan destek almamışsa o kişi felsefeci olarak kalır. Eğer bu hâl Şiron`dan desteklenmişse bu defa tasavvuf ehli velâyetmertebelerinin sahibi olur; icabında nübüvvet mertebesiyle zâhir olur. Aradaki fark Şiron`dan desteklenen bir Uranüs; veya Şiron`dan desteksiz kalmış Uranüs`tür.
Felsefeci ile tasavvuf ehli arasındaki fark, "Şiron" farkıdır!. "Şiron" güneş sistemi içinde yer alan ve son yıllarda tesbit edilen bir gezegendir!..
TASAVVUF EHLİ, VERİCİDİR!
“Tasavvuf ehli olmak” demek; alıcı olmak demek değil, verici olmak demektir!.
TASAVVUF VE BİLİM,
AYNI TEKİL YAPIYI İNCELER!
“Madde” dediğimiz yapı nasıl esasında bir alt boyutunda atomik bir kütleyse, onun bir alt boyutunda ışınsal bir kütleyse, onun daha alt boyutlarında kuantsal bir kütleyse ve çoğul yapı öz’e inildikçe tekil yapıya dönüşüyorsa ve aslı tekil bir yapıysa; işte “varlığın hakikati aslı orijini TEK’tir ve herşey bu Tek’ten meydana gelmiştir” mecazi sembolik anlatımı, Tasavvufta “Vahdeti Vücud” anlatımı!
Benim kısaca çok öz bir biçimde bilimsel olarak anlatmağa çalıştığım bu olay, bu bilimsel doneler ortada yokken; ama bu ana tema hissediş yoluyla sezgi yoluyla farkedilirken; mecâzî bir anlatımla dile getirilmiş, bundan “Tasavvuf” meydana gelmiş.
Yani tasavvuf ve bilim aynı orijinal tekil yapıyı ele alıyor, inceliyor, etüd ediyor; fakat bu yapı bundan 50 sene 70 sene öncesine kadar mecaz yolu sezgi yollu dile getirilip bir başkasına aktarılmağa çalışıldığı için semboller misaller kullanılmış ve tasavvuf kapsamı içinde anlatılmış.
Hz.Muhammed öncesinde, İslâm öncesinde aynı gerçekler gene incelenmiş, incelenebildiği kadarıyla. Budist felsefe meydana gelmiş..Taocu felsefe meydana gelmiş.. böyle dile getirilmeğe çalışılmış bu tekil yapı.
Bu tekil yapıyı misal yolu anlatmak istersek;
Deriz ki; deniz suyu düşünün..deniz suyunun üstünde meydana gelmiş çeşitli aysbergler, buzdağları, buz kütleleri..
Kuzey kutbundaki veya güney kutbundaki buzul yapı...
buzul yapı ve deniz diyerek ayırıma gidiyoruz, iki ayrı yapıdan sözediyoruz...
Halbuki esasında ikisi aynı tekil yapıdır..
Suyun donmuş halinin adıdır buzul yapı..
Buzul yapıların çeşitli rüzgarlara ve dış etkilere göre aldığı farklı farklı görünümlere de farklı farklı isimler verdiğinizi düşünün veya aynı suyu değişik kaplara koyarak değişik heykeller şekilde oluşturduğumuzu düşünerek bunlara da değişik isimler verdiğimizi varsayarsak; pek çok varlık var diyeceğiz ama neticede hepsi de görünümdeki farklılığına karşın aynı tekil yapıdır; sudur !
Başparmağım... işaret parmağım... orta parmağım... yan parmağım... serçe parmağım... Benim 5 parmağım var desem de hepsi şekilde bunlar 5 tir özde esasta hepsi de aynıdır.bütün parmakların içinde kanı da siniri de canı da herşeyi birbirinin aynıdır.Fark, dışardan bakıştadır.
Elin ayağın kolun vesairede gene farklı organlar gözükür ana tekil bir yapıdır.
Bu varlık sayısız ayrı ayrı yapılar olarak gözükmesine rağmen, dışardan bakılması hasebiyle farklı ayrı ayır varlıklar yapılar görülmesine rağmen esasında tek bir yapının değişik uzantılarıdır.
Nasıl ki madde boyutunu incelediğimiz zaman 110 atom türüne indirgeyebiliyorsak, bu varlığı meydana getiren özellikler de Allah’ın 99 ismi adı altında anlatılmış. Esasında 99 değil tabii, 100 ü de geçiyor; 120,130,140 a kadar da çıkabiliyor, kaynaklarda. Ama genel plan anlatım bu 99 la özetlenmiş.
Bu varlığı meydana getiren özellikler orijindeki Tekil yapıdan kaynaklanıyor.
Bu tekil yapının varlığında mevcud olan belli özellikler, ayrı ayrı lokalize olmuş özellikler değil..
Yani varlığın aslında orijininde bir yerde Allah’ın Rahman isminin özelliği bir yerde Allah’ın Rahim isminin özelliği bir yerde Cemil isminin özelliği bir yerde Fettah isminin özelliği gibi düşünmeyeceğiz.
Senin bedeninde “Can” nerde?
Heryerde eşit olarak var!.
Nasıl senin bedeninde can her yerde eşit olarak varsa, Allah’ın HAYAT sıfatı da bu Kâinatın her noktasında aynıyla mevcud. Daha fazla veya daha az şeklinde değil.
Hayat sıfatı bu varlığın her noktasında parçalanmaz bölünmez bir biçimde varolduğu gibi İLİM sıfatının neticesi olan Bilinç de Evrenin her noktasında bölünmez parçalanmaz bir biçimde mevcud!.
 Hayat ilim irade Kudret sıfatları gibi Kelâm Semi Basar (Semi algılamadır, Basirdeğerlendirmedir) vasıfları da Kâinatın her noktasında her yerde mevcuttur. Fakat bu vasıflar nasıl atomlar varlığın her noktasında mevcutsa fakat bu atomların değişik bileşimleri değişik madde türlerini meydana getiriyorsa, Allah’ın bu isimlerinin özellikleri bu isimlerin işaret ettiği mânâların özellikleri de değişik bileşenler halinde değişik varlık türlerini meydana getiriyor.
İşte böylece Tasavvufta “KESRET” denilen ÇOKLUK Âlemi ve pek çok sayısız varlık türleri meydana geliyor.
Ama bu türleri tek tek ele alırsak, nasıl bir insanı bir hayvanı ele alırsak onda 110 atom çeşitine iniyoruz, bileşen olarak; bu varlık türlerinde de Allah’ın 99 isminin değişik terkiplerini değişik bileşimlerini değişik formüllerini görüyoruz.
Mevcud olan herşey Allah’ın bu 99 isminin mânâsından meydana gelmiş değişik formüllerle meydana gelmiş değişik varlıklar.
Yani temelde, algılayabildiğimiz bütün varlıklar tek bir orijinin kendisinde mündemiç özelliklerinin başka bir biçimde algılanmasıyla alâkalı.
Herbirimiz, bir diğerlerimze göre var, dıştan bakışla!
Ama olayın içinden bakarsak, TEK bir varlık ve o tek varlığın kendi kendini seyretmesi ve kendi özelliklerini açığa çıkarması, bunu seyretmesi olayı sözkonusu.
Ahmed Hulûsi

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...