07 Ağustos 2014

TASAVVUF




kavramlar.jpg (6719 bytes)

TASAVVUF
İslâm’ın düşünce sistemi ve yaşamı...
Görülmeyenden yola çıkarak, görülmeyenin verilerine dayanarak görülenlerin deşifre edilmesi sistemine dayalı çalışmalar bütünü...
Seyri sülûk
"B" harfindeki anlam itibariyle Allah`a iman uyarısı yönünde yapılan çalışmalar...
"Tahkiki iman" hâli...
Varlığın hakikatini, vücudun aslını, özünü bildiren bir çalışma düzeni...
Orijinal tekil yapıyı ele alıp inceleme, etüd etme ...
"Din"in temelindeki düşünsel taban...
Bütünüyle "gizli şirk"in ortadan kalkması; gizli şirki doğuran, zannındaki "Ben varım" şartlanmasının kalkması çalışmaları...
Aklı başında–şuurlu-yüksek tefekkür gücü olan üstün istidat ve kabiliyetli insanların yaptığı çalışmalar bütünü...
"İlim"e-irfana teslim olarak yapılan çalışmalar...
İman nuruna dayanan bir tarzdaki çalışmalar bütünü...
Şeriatla ilgili hususların üzerine bina edilen "VAHDET SIRRINA ERMEK" amacına yönelik çalışmalar...
Amacı, insanı  en büyük belâdan; perdelilikten korumak olan çalışmalar...
İnsanın kendi aslını, orijinini bilme ve yaşama konusundaki çalışmaları esas alan çalışmalar...
Kişinin, kendini meydana getiren Esmâ-i ilâhi’yi tanıması, bilmesi ve bunu gereğini yaşayabilmesi yolunda yapılan çalışmalar...
Kişinin Allah'ı bilmesi; Allah indinde ve ilminde "yok"luğunu hissedip yaşaması; ve nihayet "Allah ismiyle işaret olunan BÂKÎ"dir hükmünün tesbit olması çalışmaları...
Nazarî bilgilerle değil; bilfiil "tatbikatla" yaşanan çalışmalar...
Dikenlerden incinenlerin değil; aşk uğruna can vermeye gelenlerin yapacağı çalışmalar...
Alıcı değil, verici olanların yaptıkları çalışmalar...
“Başladığı noktaya gelen daireyi tamamlamak"...
Fenâfillah ve bekâbillah isimli iki aşamaya dayalı çalışmalar bütünü...
"BÂTIN" ismi ve  "ZÂHİR" ismi mânâsı içinde yapılan seyir...
Kişinin yedi mertebeyi aşma çalışmaları...
"İnsan"ların kendi hakikatlarını tanıma yolunda yaptıkları çalışmalar Dindeki mistisizm’i meydana getirmiştir..
İşte Tasavvuf da insanın kendi aslını, orijinini bilme ve yaşama konusundaki çalışmaları esas alır.
Tasavvuf, tarikat, bir iyi ahlâk derneği değil; varlığın hakikatini, vücudun aslını, özünü bildiren bir çalışma düzenidir!.
TASAVVUFUN GAYESİ
Tasavvufun gayesi, kişinin, kendini meydana getiren bu Esmâ-i ilâhi’yi tanıması, bilmesi ve bunu gereğini yaşayabilmesi hali ve bu yolda yapılan çalışmalardır, kişinin Allah'ı bilmesi; Allah indinde ve ilminde "yok"luğunu hissedip yaşaması; ve nihayet "Allah ismiyle işaret olunan BÂKÎ"dir hükmünün tesbit olmasıdır.
Tasavvuf çalışmalarının temeli; şirki hafiden kurtulup, başını nereye döndürsen, yani ne yöne bakış atsan TEK'liği görebilmek içindir...
Bir kişi tasavvufa yani iman nurunu esas alan çalışmalara dayanmadan, kendindeki şartlanmaları ortadan kaldırabilr...
İşte "tasavvuf" çalışmaları ve terbiyesinin çok önemli bir amacı da insanı bu en büyük belâdan; perdelilikten korumaktır...
Bu yüzdendir ki "tasavvuf" en değerli konudur!.

TASAVVUF, İLME-İRFANA TESLİM OLMAKTIR!
Tasavvuf, külliyen TAHKİK mesleğidir; asla taklid değil!.
 Tasavvuf, dinin temelindeki düşünsel tabandır!. İman nuruna dayanan bir tarzdaki çalışmalar bütünüdür.
Bugünkü tarikat uygulamalarıyla, gerçek mürşid-tâlip uygulamasının isim benzerliğinden başka uyar tarafı yoktur kanaatime göre!...
Teslimiyet, körü körüne denileni yap diye anlaşılıyor ki günümüzde, bana göre bu anlayış da yanlıştır... İnsan beynini, aklını, en geniş şekilde kullanarak ancak hedefine varabilir...
Teslimiyet demek; kişinin kendisini İLME, İRFANA teslim etmesi demektir... Ayakkabı boyayıp, havlu tutmaya demek değil; anlayışındayım... bilmem yeterince açıklayabildim mi?
İşte bu sebepledir ki, bu incelikleri kavramış olan geçmişteki pekçok hakikata ermiş zâtlar, "Tasavvuf" denilen öğretiyi oluşturmuşlardır.
"Eğer, varsayımın olan varlığından, benliğinden tümüyle kurtularak "nefs"ini tanımak istiyorsan, teslim ol; kendinden kurtul, Allah`a er!."
Demişlerdir..

TASAVVUF, BİLFİİL TATBİKATLA YAŞANIR!
Tasavvuf, nazarî bilgilerle değil; bilfiil "tatbikatla" yaşanır!.
Tasavvuf bahçesi, aşk uğruna can vermeye gelenlerin yeridir; dikenlerden incinenlerin değil!.

TASAVVUF, ŞERİATLA İLGİLİ HUSUSLARIN ÜZERİNE
BİNA EDİLEN “VAHDET SIRRINA ERMEK” AMACINA
YÖNELİK ÇALIŞMALAR İLE BAŞLAR
İyi ahlâk, yasaklardan kaçınmak, ibadet, tasavvufun değil; şeriatın konusudur!.
Eğer kişi, tasavvuf toplantılarında, bu saydığımız şeriatla ilgili hususlarla vakit geçiriyorsa, o henüz tasavvufla ilgilenmeye başlamamıştır.
Tasavvuf, şeriatla ilgili bu hususların üzerine bina edilen "VAHDET SIRRINA ERMEK"amacına yönelik çalışmalar ile başlar...  Ki bu da ilgili eser ve kişilerden araştırılabilir.

TASAVVUF ÇALIŞMALARININ AMACI
ALLAHIN TEKLİĞİNİ KAVRAMAKTAN İBARETTİR
Öncelikle belirtelim ki, bütün evliyaullah, “ALLAH”ın TEK'liği konusunda müttefiktir.
Hattâ Nakşıbendi Tarîkatından Ubeydullah Ahrar:
«Tasavvuftan gaye Vücud bahsidir»
diyerek, tasavvuf çalışmalarının amacının “ALLAH”ın TEK'liğini kavramaktan ibaret olduğunu belirtmiştir.
Bu Tekliği anlamada iki ayrı yol vardır ZANNI, maalesef işin ehli olmayanları ikiye bölmüş; veliler de bu konuda kendi mertebe ve hallerine göre açıklamalarda bulunmuşlardır.
"ALLAH'ın AHADİYETİ" hakkında, Hazreti Muhammed Aleyhi’s-Selâm’dan gelen ilk bilgiler, Hz. Âli ve Hz. Ebû Bekir tarafından dalga dalga bütün velilere yayılmış ve nihayetİmam GAZALİ ve Muhyiddin A'râbî tarafından «Vahdeti vücûd» şeklinde bir TEKLİK, anlayışı olarak sistematize edilmiştir.

TASAVVUF, BÜTÜNÜYLE
GİZLİ ŞİRKİN KALKMASI ÇALIŞMALARIDIR!
İslamın düşünce sistemi ve yaşamı olan "Tasavvuf"un belli başlı prensipleri vardır.
Tasavvuf, aklı başında – şuurlu - yüksek tefekkür gücü olan üstün istidat ve kabiliyetli insanların konusudur!
Ağzından çıkanı kulağı duymayan mecnunların, psikiyatrik vakaların tasavvufla, hele hele Allah`a erme gibi fevkalade muazzam kesinlikle bir ilgisi olamaz!..
"Nefs"i bilme; "Rabbı" bilme; "Melik"i bilme; "Allah"ı bilme; "marifetullahı" bilme; Allah`ın tüm varlıkta yürürlükte olan sistemini müşahede etme gibi sayısız ilimleri kapsamak, "akl-ı kül" işidir en azından!..
Bütün bunlar, deli divanelike, meczuplukla olmaz; şuurla olur!. Hem de çok üst düzeyde bilinçle..
Bir takım adamlar görüyoruz ortalıkta, başıbozuk dolaşıyorlar!.. Bir takım düzensiz, şuursuz, saçma laflar ediyorlar!.. Biz de bunlara, Vahdet`i yaşıyorlar meczuplar, hakikatı yaşıyorlar, bilmem neyi yaşıyorlar diye nazar ediyoruz... Hiç alâkası yok!.
Mantıksal bütünlükten yoksun konuşmalar yapan Hakikat ehli yoktur!.
Zira Vahdet olayı, tamamiyle bir basiret, bir şuur olayı!... Nerede bir basiret- bir şuur olayı, nerede bir deli saçması!...
Düşünün ki bir "Ben Hakk`ım" diyor, sonra ondan vazgeçiyor, dönüyor, "Ben basit, aciz bir kulum, ben bilmem neyim" diyor... Bunlar şuurlu ifadeler değil!..
Şuurunu, bütünüyle, aşırı şekilde bu konuya, teksif etmekten dolayı, bu kişiye halkın “deli” demesi; delicesine bir çalışma içinde olduğu mânâsındadır!. Yoksa; sistemsiz -saçma sapan şeyler söylemek değildir, “delilik”ten murad...
Bir kişi bu işin böyle olduğuna inanır, iman ederse; bunu böylesine yaşayabilmek için, bedenselliğinden – huylarından- şartlanmalarından kopabilmek amacıyla yoğun bir takım çalışmalara girerse; herkesin genel anlayışına ters düşen bu çalışmalara girmesi dolayısiyle de millet ona "deli" der.
-Yahu bu adam deli. Bunu terketti, şunu terketti" vesaire derler.. Ama, halkın ona deli demeleri, deli olduğu anlamına gelmez!. Nitekim, Rasûlullah aleyhisselâma dahi deli demişlerdir, mecnun demişlerdir..
Esasen, Tasavvuf bütünüyle "gizli şirk"in ortadan kalkması; gizli şirki doğuran, zannındaki "Ben varım" şartlanmasının kalkması çalışmalarından başka bir şey değildir.

BİREYSELLİK VE BİRİMSELLİK NOKTASINDAN HAREKET
EDEN DÜŞÜNCE YOLCULARI İLERLEDİKLERİ NİSBETTE
GÖRÜRLER Kİ…
Tasavvuf erenleri, tasavvuftaki yolculuğu, “başladığı noktaya gelen daireyi tamamlamaktır” diye târif etmişlerdir.
BİREYSELLİK VE BİRİMSELLİK NOKTASINDAN HAREKET EDEN DÜŞÜNCE YOLCULARI İLERLEDİKLERİ NİSBETTE GÖRÜRLER Kİ…
Bireysellik ve birimsellik noktasından hareket eden düşünce yolcuları, aşama aşama “eşyâ(şey ler)nın hakikatine ilerleyerek, her şeyin TEK’ten varolduğunu müşahede ederler. Bu boyutta, basîretleriyle tespit ederler ki, hakikatleri itibariyle, çokluk yani kesret mevcut olmayıp, varlık TEK’ten ibarettir. Ne kendileri ne de çeşitli boyutlar ve evrenler hiç varolmamıştır!.. Böylece yarım daire tamamlanmış, “fenâfillah” gerçekleşmiş olur... Bunun biraz ötesi de vardır ki, onu burada dillendirmenin gereği yoktur.
2. yarım dairenin yolculuğu kolaylaştırılmış olanlar ise burada kalmayıp, fıtratları gereği olarak seyirlerinde devam ederler... Bu defa TEK’in İlim sıfatının, “Mürid” ismiyle işaret edilenİrade sıfatı aracılığıyla Kudrete dönüşerek, kesrete ait ilmî sûretleri meydana getirdiğini; builmî sûretleri hâvi mücerred melekin, kendisinden açığa çıkma mahalli olan “RUH” adlı müşahhas meleğe dönüştüğünü, bundan meydana gelen hamele-i arş denen müşahhas meleklerin varlığını, ve boyut boyut bunlardan meydana gelen diğer müşahhas melâikenin varlıklarıyla evren içre nice evrenlerin ve sâir varlıkların oluşumunu müşahede ederler. Nelerden nelerin nasıl meydana geldiğini, hangi müşahhas melek(kuvve)lerin hangi kuvveler-varlıklar şeklinde açığa çıktığını seyrederler. Seyredenin, gerçekte kim olduğunun bilincinde, varlıksız olarak!..

YOLCULUK NASIL KISALIR?
Yolculuk ALLAH'tan başlar ve ALLAH ile ALLAH'a olur ise, son derece kısalır!
FENÂ’DA VARLIĞIN ASLINA ÖZÜNE ERİŞİLİR. BEKÂ’DA İSE ORİJİNAL VARLIĞIN BAKIŞI İLE ÂLEMLER SEYREDİLİR!
Tasavvuf, fenâfillah ve bekâbillah isimli iki aşamaya dayanır;
Birinci aşamada varlığın aslına özüne erişilir; ikinci aşamada da Orijinal varlığın bakışı ile âlemler seyredilir.
İşte birinci seyir, "BÂTIN" ismi mânâsı içinde yapılan bir seyirdir; ikinci seyir ise "ZÂHİR" ismi yönüyle yapılan bir seyirdir.
Tasavvufa girenlerin pek çoğu bu ikinci seyir devresine geçemezler!. Bu sebeple de işin sadece Tevhid görüşü denen, birinci seyir yanında kalarak; pekçok şeyin hakkını vermekten geri kalırlar!. Oysa bu kişiler dairenin ikinci yarısına geçip, şuûr boyutunda, "Batîni" gerçeklerin "Hak" olduğu gibi; "Zâhir" boyutunda da bu ortama ait gerçeklerin "Hak" olduğunu görebilselerdi mutlaka fiîlleri başka olacaktı.
Esasen bu konuyu içerde daha geniş bir şekilde de ele almıştık. Şimdi meseleyi şöyle toparlayalım. Vahdet konusu şuur boyutunda yaşanan bir gerçektir! Zâhir boyutu ise kendi kanunları içersinde akar gider!. Bu sebeple, bugün zâhir yönünde nasıl bir takım şeyler yapmak mecburiyeti sözkonusu ise, aynı şekilde ölümötesi yaşam bakımından da, aynı şekilde bir takım fiîlleri yerine getirme mecbûriyeti vardır; ve bunları tatbik etmeyenler, bu eksikliklerinin azâbını çekerler!.

TASAVVUF ÇALIŞMALARINDA KİŞİ
ŞU YEDİ MERTEBEYİ AŞAR
Seyri sülûkta yani tasavvuf çalışmalarının bir yoldan yapılması halinde kişi şu yedi mertebeyi aşar:
1-Ruhu cüz`isinin ne olduğunu bilir
2-Aklı ve muhakemesini farkedip, düşünerek harekete başlar
3-Aklının Akl-ı Külli olduğunu farkedip; ruhunun Ruh-u A`zamla kâim olduğunu; nefs`inin Nefs-i Küll`den geldiğini hisseder.
4-Hepsinin Zât`ta fâni olduğunu müşahede eder ve neticesini yaşar. (Cem makamıdır)
5-"İbn-ül Vakt" olduğunun bilincindedir. (Vahdeti vücûd - Ene`l Hak hâlidir) (Fenâ Fillah)
6-"Ebû`l Vakt" diye işaret edilen kemâlât ile yaşar. (Vahdeti Şuhud) (Bakâ Billah) (fark bölümüdür)
7-"Fakr" = mahvı küll = Hiçlik (Vâhidiyet mertebesidir)

 “TAHKİKİ İMAN” HÂLİ OLAN TASAVVUFA YÖN VEREN
İKİ UYARI ÂYETİ

"Bismillah`ir Rahman`ir Rahiym"

"İnnelleziyne keferu sevâün aleyhim eenzertehüm, em lem tünzirhüm lâ yü`minun!.
Hatemallahu alâ kulûbihim ve alâ sem`ıhim, ve alâ ebsârıhim gışâve... Ve lehum azâbün azıym.
 Ve minen nâsi men yekûlü, amenna B illahi ve B ilyevmil âhıri, ve ma hüm Bimü`minin!."
"Rahman ve Rahim olan Allah ismindeki sır ile başlarım.
Kesinlikle o kâfirleri -gerçekleri örterek inkâr edenleri- uyarsan da uyarmasan da iman etmezler!.
Allah onların şuurlarını ve algılamalarını mühürlemiş, basiretlerini perdelemiştir!. Onlar azâmetli bir azâbtadırlar.
 Ve insanların bir kısmı "B" harfinin işaret ettiği sır kapsamında olarak Allah`a ve yine "B" harfinin işaret ettiği sır kapsamında olarak âhirete iman ettiklerini söylerler; oysa onlar "B" harfinin sırrını anlamış olarak 
İMAN ETMEMİŞLERDİR.." (2-6/8)
Âyetlerin metnine başlarken yazdığımız, "besmele" ile ilgili olarak kısa bir not geçtikten sonra, konuya girelim...
"Besmele" çekilmez; mânâsı idrak edilir; ve gereği yaşanır!.
"Besmele"yi idrak edip, gereğini yaşayamayana kalan ise, bol bol "Besmele" çekmektir!. Ola ki, mânâsı, sırrı açılır da, gereğini yaşar!.
İsim, müsemmâ içindir!..
Önemli, yol olan, isim değil; hedef olan ismin müsemmâsıdır!.
İsim ve resim, hiç bir zaman öze perde olmamalıdır!..
"Besmele"nin anlamıyla hemhâl olamıyorsak; elbette bize geriye kalan ismi ve resmidir!.Allah O`ndan da mahrum bırakmasın bizleri.
Bize soruyorlar, "niye kitaplarının başında besmele yazılı değil", diye...
Elhamdulillah, şükründe âciziz; takdir ve ihsan sonucu, çok yıllar önce keşf ve yakın ile "BİSMİLLAH" diyerek, yazmaya başladık!.. "RAHMAN" ve "RAHİM"den ulaştı sizlere sesli, görüntülü, yazılı bilgiler!.
Her ne kadar hitâbın başında "Besmele" görünmese de!.
"ATTIĞIN ZAMAN SEN ATMADIN, ATAN ALLAH`TI"
 uyarısınca!.
Öte yandan farketmek gerekir ki;
"Besmele" başkası için veya başkasına dönük olarak değil; çıktığı mahallin hâliyle ilgili bir olaydır; ki bunun açığa vurulması da gerekli değildir!.. Hattâ, “sırrının ifşâsı bile câiz değildir demişlerdir.
Ehline yeterli olacak bu kısa uyarıdan sonra, gelelim hepimize dönük bir genel uyarıya;
Bu metnini verdiğim âyetler Bakara sûresinde ikinci sayfanın hemen başındaki âyetlerdir. Şimdi bu âyetlerin sonuncusunu; "AKIL ve İMAN" isimli kitabımızda açıkladığımız şu âyetle bir arada olarak değerlendirmeye çalışalım:
"Ve insanların bir kısmı, "B" harfinin işaret ettiği sır kapsamında olarak Allah`a, ve gene "B" harfinin işaret ettiği sır kapsamında olarak âhirete iman ettiklerini söylerler; oysa onlar "B" harfinin sırrını anlamış olarak İMAN ETMEMİŞLERDİR.." (2-8)
"Ey İMAN edenler, İMAN EDİN "B" harfindeki anlam itibariyle ALLAH`a!." (4-136)
"TAHKİKÎ İMAN" hâli de diyebileceğimiz "TASAVVUF" çalışmalarına yön veren uyarı âyetlerinin başında bu iki âyet gelir.
Bu iki âyetin işaret ettiği mânâyı iyi anlayabilmek için de elbette genel anlamıyla İslâm Dini’nin bize getirmiş olduğu düşünce sistemini farketmek gerekir.

TASAVVUFUN TEMEL PRENSİPLERİ
İslâm’ın düşünce sistemi ve yaşamı olan "Tasavvuf"un ise belli başlı prensipleri vardır.
Konuya açıklamalar getiren bazı âyetler ile Rasûlullah Aleyhisselâm’ın açıklamaları var ki, bunlar düşünce sistemimizin ana nirengi noktaları.
Hangi anlayışta ve ne durumda olursak olalım, birinci noktada üzerinde duracağımız hükmü hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekir.
O noktayı kaybettiğimiz takdirde, yoldaki çeşitli hallerimizle, davranışlarımızla, düşüncelerimizle saplantıya gireriz!. Fakat o noktayı elden kaçırmazsak bu durum kesinlikle olmaz!.
Ancak o noktadaki görüşle de kayıtlanırsak, diğer noktaları gözden kaçırırız ve meselenin özüne inmekten mahrum kalırız...
Evet şimdi işin özüne yönelmemizi sağlayacak olan o birinci nokta ile beraber şu ana prensipleri anlamaya çalışalım...

1- "Allah" vardı ve O'nunla beraber bir şey yoktu!. Bu an, "O an"!. "Hadis ve Hz. Ali"
2-Nefsine ârif olan, rabbına ârif olur.. "Hadis"
3-İnsanlar uykudadır. Ölünce, uyanırlar! "Hadis"
3-Ölmeden önce, ölünüz! "Hadis"
4-Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın O'dur! "Âyet"
5- Attığında, sen atmadın, atan "ALLAH"tı !. "Âyet"
7-Yerleri, gökleri ve ikisi arasındakileri "HAKK" olarak meydana getirdik.(Âyet)
8-Nefislerinizde mevcut olan o!. Hâlâ görmüyor musunuz?. "Âyet"
9-Her ne yana dönerseniz, Allah'ın yüzünü görürsünüz! "Âyet"
10-Dilediğine nuruyla hidâyet eder. "Âyet"
11-Her nerede olursanız, sizinle beraberdir! "Ayet"
12-"Allah" de, ötesini bırak!. "Âyet"
13- [ALLAH] Dilediğini yapar!. "Âyet"
14- Yaptığından sual sorulmaz!.. "Âyet"
15- Beni gören, HAKK'k görmüştür. "Hadis"
16- Rabbimi, genç bir delikanlı sûretinde gördüm!. "Hadis"
17- Dünyada "a'mâ" olan, âhirette de "a'mâ" olur!. "Âyet"
18- Allah, dilediğini kendine seçer. "Âyet"
19- Hiç bir canlı yoktur ki yeryüzünde, Rabbim alnında çekip götürmesin!
20-Rabbin dilediğini yaratır ve dilediğini yapmakta özgürdür. 
İNSANLARIN İHTİYÂRI YOKTUR! (Takdirlerindekini yapmak zorundadırlar) (28-68)
21- Ne hâl ile yaşarsanız, o hâl ile ölürsünüz; ve ne hâl üzere ölürseniz, o hal üzere bâ's olursunuz; ve o hâl üzere haşrolursunuz! "Hadis"
22- Allah'ın ahlâkı ile, ahlâklanın! "Hadis"
-Hakikat dünyada iken yaşanacak bir olaydır! Hakikatı yaşamadan ölenler, ölüm sonrasında, bu yaşamı elde edemezler! Hakikata karşı "a'mâ"lıkları sonsuza dek sürer!.
 -Ötendeki değil, karşındaki HAK'kın fiilinden razı olmak, şirkten arınmaktır! Ya "Allah kulu" olunduğunu farkedersin; ya da "tanrının kulu" olarak, geçer gidersin! (19/20/21)
-Şeriat ve tarikattan gaye hakikate ermek; mârifeti yaşayabilmektir!
 -Tarikat seni, hakikate erdirip hakikatı yaşatamıyorsa, "yol" vasfını yitirmiş demektir!. Seni, senden arındırmayan tarikat, "tarikat" değil, "dernek"tir!
-NÛR, O'dur ki, seni, hakikata erdire; şartlanmalarından, değer yargılarından, duygularından arındırıp; "Allah" gibi düşündüre, insan gibi değil!.
-Korku atılmadıkça, vehmin terki mümkün değildir! VAHDET idrâk edilmeden, vehimden kurtulunmaz! "Allah"ı anlamadan vehmi atan firavun olur!
Firavun, birimsel nefse dönük sorumsuz yaşayan kişidir!.
 -"Allah"ı "nefs"inde bulanda, birimsel menfaatlere dönük istek ve arzular kalmaz!.
 -"Allah ahlakıyla, ahlaklanmak", birimsellik duygu ve değer yargılarından arınmak; Allah gibi düşünüp, Allah gibi değerlendirmektir!.
-"Allah"ta kendini yok etmek anlamını ifade eden "fenafillah" muhaldir!. "Allah" dışında ikinci bir varlık yoktur ki. o ikinci varlık, "yok" edilsin!.
 -Geçerli olan, O'nun varlığı dışında VARSAYDIĞIN BENLİĞİNİN, GERÇEKTE, hiç bir zaman VAROLMADIĞINI ilim yollu kavramak; ve gereğini hissedip yaşamaktır!.
 -Şayet, sen "yok"san elbette ki karşındaki kişi de "yok"tur!.. Öyle ise, karşındaki gerçek "var" olanı farkedip, O`nu kabullenebilecek ve hazmedebilecek misin?.. Yoksa, karşındaki O'nu inkâr ederek mi geçip gideceksin bu dünyadan, "a'mâ" olarak geçip giden nice ve niceleri gibi !.
-Ortaya koyduğu tüm sayısız esmâ terkipleriyle, her an, türlü isimler altında dilediğini, dilediği gibi yapmakta olan kim?.
Sen mi, O mu?.
Cevabın, O ise; Tanrın, senden razı olsun!. Sen isen, razı mısın yaptıklarından?... Reva mı düşündüklerin, yaptıkların?.
-TEK'in nazarıyla, TEK'ten "çok"a bakışı muhafaza edip, sürekli olarak piramitin tepesinden aşağıya bakarak varlıkları seyretmek, yakîn ehlinin hâlidir!.. Ya varsayım yollu, "çok"tan, "yok"a bakılır; ya da TEK, kendi esmâ ve fiillerini seyreder!.

KİŞİ TASAVVUF ÇALIŞMALARI SONUNDA
İDRAK EDER VE HİSSEDER Kİ,
VAR OLAN SADECE ALLAH İMİŞ!
"Ve daha dedi ki:
-Yâ Gavs-ı Â'zâm. İttihad öyle bir hâldir ki, onu lisan anlatamaz! Kim ona imân ederse, kabul olur; ve kim reddederse o hâli küfretmiş olur! Kim vüsûlden sonra ibadeti beşeriyetiyle irade ederse, Allah'a şirk koşmuş olur!"
"İttihad", genel anlamıyla, iki ayrı şeyin bir olması şeklinde kullanılır. Tasavvufta ise, kişinin rabbiyle "BİR" olması şeklinde anlaşılır.
Gerçekte ise, "ittihad" iki ayrı varlığın birleşmesi anlamına değil; ikilik anlayışının ortadan kalkarak "TEK"lik anlayışının yaşanmaya başlanmasıdır.
Çünkü tasavvuf çalışmaları sonucunda kişi bilir, görür, idrâk eder ve hisseder ki, evvelce sandığı gibi iki ayrı varlık yokmuş, var olan sadece " Allah" imiş!
İşte kişide kendi varlığının "yok"tan varolmuş bir "yok" olduğu idrâkıyla birlikte, sadeceAllah'ın mevcudiyetini hissetme hali "ittihad" diye tanımlanır.
"Kim ona iman ederse, kabul olur" ifadesinde anlatılmak istenen ise şudur:
"İttihad"ı kabul eden, olayın gerçeğine bu şekilde inandığı için elbette ki, bu yolda bir takım araştırmalar ve çalışmalar yapacak ve bunun sonunda da o gerçeğe takdirinde var ise erecektir! Yani böylece kabul olacaktır!
"Kim bunu reddederse, küfretmiş olur" anlatımı ise mutlak manâda "küfür"den sözetmiyor!
Burada "küfür" kelimesi hakikatı inkâr anlamında kullanılmıştır. Yani, kim ittihadı inkâr etmek suretiyle hakikata giden yolu kendi kendine kapatırsa, o gerçeği inkâr edenlerden olursa, bu şekilde küfretmiş olur; böylece de öze ermişlerden olamaz.
KURÂN İNSANLARA PEK ÇOK ŞEYİ SEMBOLLERLE ANLATIRKEN;
TASAVVUF İSE BAŞTAN SONA SERÂBA SEMBOL VE MECAZDIR!
İsim ve Sıfatlar arasındaki ayırım bize göredir!...
Sen kendinde bugüne kadar hangi isim ve sıfatların ayırımını ve tasnifini yaptın?...
"ALLAH” ismiyle işaret edilenin çeşitli özelliklerini farketmemiz için böyle sembolik bir tasnif yapılmıştır!...
O tasnifte, yani isimde, yani şeklinde, yani olayın görüntüsünde kalmayıp, onları ortaya koyanın bakışıyla varlığı değerlendirmek gerekir!...
Düşünsel kişiliğinden arınmadan, "Allah" gibi düşünemez, değerlendiremezsin!...
"Allah ahlâkıyla ahlâklanın" uyarısının anlamı çok çok önemli ve değerlidir...
Sen kendini aynada gördüğün, ya da bir ruh olarak, kişi olarak kabullendikçe, bu dediklerimin oluşması kesinlikle mümkün değildir...
Kur’ân insanlara pek çok şeyi sembollerle anlatırken; tasavvuf ise baştan sona, serâba sembol ve mecazdır!...
Ricâlullah, kişiye baktığı zaman, onun mukallid oluşunu tasavvuf konuşmasından anlar!...Çünkü mukallid -taklitçi-, sembollerin işaret ettiği gerçekleri farketmediği için, sembollere hakikat gibi sarılıp, sahip çıkıp; masallamada devam eder!...
Bunu fazla uzatıp, sizi sıkmayayım... Sembollerden geçip ardındaki gerçekleri anlamaya çalışın ki, mukallidan sınıfından çıkma şansını elde edebilesiniz!...
Tasavvuf dinin temelindeki düşünsel tabandır!. Dolayısıyla biz bu olaya daha geniş kapsamlı olarak "Din ve Felsefe" diye yaklaşalım isterseniz..
Din ile felsefe arasındaki en önemli fark şudur:
Dinin esası "iman" nuruna dayanır!.
"İman" nuru olmayan kişi ne kadar akıllı olursa olsun hidayete eremez.Yani Şironun güçlü tesirlerinden nasip almamışsa, Uranüsün üstün akıl özelliklerine sahiptir, fakat felsefeci kafası vardır.
Maddi değerlerden arınmış, maddeötesi değerlerle meşguldür; ancak felsefede kalmıştır. Buna eskiler işte iman nurundan mahrum kaldığı için felsefecidir derler... Söz doğrudur.
Felsefe iman nurunu esas almaksızın, sırf akıl gücü ile yapılan çalışmalardır.
Felsefe, görülenden yola çıkarak, varlığın – yaşamın- yaşam içinde insanın yerinin ve davranış kökeninin tesbit edilebilmesi çalışmalarını yapar.. Bilgiye, görgüye, kültüre, ilme dayanır yani zâhirde mevcut beş duyuyla algılanan donelere dayanır.
Din ise görülmeyenden yola çıkarak, görülmeyenin verilerine dayanarak görülenlerin deşifre edilmesi sistemine dayanır. Zira dini vahiy esasına dayanarak bildiren Nebi’dir.
Nebi normal göz ile, beş duyu ile algılanamayan bir biçimde algıladıklarını esas alarak, onlara dayalı bir biçimde görülenleri deşifre edip değerlendirme sistemini getirmiştir. Bu ikisi arasında uçurum vardır; çünkü gördüklerin, göremediklerin yanında nedir?.. bir hiç!. Sonsuzda bir hiç!.
Bu yüzdendir ki felsefe her halükârda yanılmaya mahkumdur.
Gördüğüne göre bir sonuç çıkaracak; ama göremediği bir başka esasın yanında o sonuç değerini yitirecek hiç olacak..
Buna karşılık din görülmeyen gerçekleri de esas alan bir biçimde varlığı değerlendirme yoluna gidecek; bunun neticesinde gerçek değerler idrak edilebilecektir. Onun içindir kifelsefe eldeki mevcut bilgilere dayalı bir sistemdir; değerleri de ele geçenlere GÖREdir; yani izâfidir!
Din (sistem) ise başlangıça kolaylıkla kavranamayacağı için, imana dayalı bir sistemdir... Ama yanlış anlamayalım, “din imana dayalı bir sistemdir” derken, burada imanla iş biter anlamında kilitlenmeyelim!
İmandan gaye ameldir!.
Bir şeyler yapmaktır!... Bir şeyler yapmak için de önce onun yapılmasına iman etmek lazımdır.
İman etmek görülmeyene olur; görülen şeye iman olmaz!.. Gördüğün bir şey için, imanediyor musun, denmez.. Zaten onu görüyorsun, bu yüzden burada iman söz konusu olamaz..
İman görülmeyene olur.. Görülmeyene iman etmek suretiyle, o görülmeyenin yapısal özelliklerine, yapısına, tarzına, sistemine, şekline göre gerektiği gibi fiiller ortaya konulur. Yani, görülemeyen gerçeklere dayalı bir şekilde çalışmalar yaparak, varlığın sırrına, aslına, orijinine ermektir “Din”..
Felsefe ise eldeki mevcut doneleri değerlendirmek suretiyle varlığın yapısını ve sistemini çözmeye çalışmayı ve bunların içinde insanın yerini tesbit etmeyi hedef almıştır.
Felsefe ile din arasındaki farkın muazzamlığı apaçık ortada değil mi?..
Beş milyon veya beş milyar ile sonsuz arasındaki fark ne ise; felsefe ile din arasındaki farkta budur işte !...
Felsefede çeşitli bilgileri alıp değerlendirmek suretiyle belli bir dünya görüşüne sahip olabilir; bununla beraber dilediğin gibi yaşayabilirsin...
Buna karşılık dinde ise, bir takım çalışmalar yapma zorunluluğu söz konusudur; bu zorunluluğu ise idrakın veya imanın oluşturur.
Çünkü, Din sana diyor ki...
Gelecekte senin için şöyle şöyle bir yaşam söz konusu...
Bu yaşamın üzüntü ve sıkıntılarından kurtulmak; güzelliklerini yaşamak istiyorsan, bunun için şu tarz çalışmalar ve davranışlar ortaya koymak zorundasın!. Aksi takdirde o hedefe ulaşabilmen mümkün değildir!.
Evet, Din bunu söylüyor!.
Öyle ise dinde esas mesele, "iman" edilen konularda yapılması gereken çalışmalardır... Yani, imandan öte, esas olay, inancın sonucu olan ameldir, yani fiillerdir...
Zira, sadece "iman ettim" demek yeterli olmayıp; önemli olan, o imana dayalı hususlarda belli fiilleri ortaya koymaktır!.
Âyet-i Kerimede ne deniyor:
"İMAN EDİP, KURTULUŞA ERDİRECEK OLAN FİİLLERİ TATBİK EDERLER"
"İNSAN İÇİN KENDİ ÇALIŞMALARININ SONUCUNDAN BAŞKA BİRŞEY SÖZKONUSU DEĞİLDİR"
İnsan daima kendisinden çıkan fiillerin sonuçlarıyla karşılaşacaktır!.
Her aşamada yaptıklarının neticeleri, bir sonraki aşamada o kişi için otomatik olarak oluşmaktadır..

TASAVVUF EHLİ İLE
FELSEFECİ ARASINDAKİ FARKI OLUŞTURAN NEDİR?
Uranüs`ün ruhâniyetinden feyz alan kişi maddi nesnelere hiç bakmaz, değer vermez. Tamamen madde ötesi soyut değerler ve nesnelerle ilgilenir.. Yani, gerçek âlemin, madde ötesi bir yapı olduğunu idrak eder. Ona yönelir.
Ancak, madde ötesi yapıya yönelme eğer Şiron’dan destek almamışsa o kişi felsefeci olarak kalır. Eğer bu hâl Şiron`dan desteklenmişse bu defa tasavvuf ehli velâyetmertebelerinin sahibi olur; icabında nübüvvet mertebesiyle zâhir olur. Aradaki fark Şiron`dan desteklenen bir Uranüs; veya Şiron`dan desteksiz kalmış Uranüs`tür.
Felsefeci ile tasavvuf ehli arasındaki fark, "Şiron" farkıdır!. "Şiron" güneş sistemi içinde yer alan ve son yıllarda tesbit edilen bir gezegendir!..
TASAVVUF EHLİ, VERİCİDİR!
“Tasavvuf ehli olmak” demek; alıcı olmak demek değil, verici olmak demektir!.
TASAVVUF VE BİLİM,
AYNI TEKİL YAPIYI İNCELER!
“Madde” dediğimiz yapı nasıl esasında bir alt boyutunda atomik bir kütleyse, onun bir alt boyutunda ışınsal bir kütleyse, onun daha alt boyutlarında kuantsal bir kütleyse ve çoğul yapı öz’e inildikçe tekil yapıya dönüşüyorsa ve aslı tekil bir yapıysa; işte “varlığın hakikati aslı orijini TEK’tir ve herşey bu Tek’ten meydana gelmiştir” mecazi sembolik anlatımı, Tasavvufta “Vahdeti Vücud” anlatımı!
Benim kısaca çok öz bir biçimde bilimsel olarak anlatmağa çalıştığım bu olay, bu bilimsel doneler ortada yokken; ama bu ana tema hissediş yoluyla sezgi yoluyla farkedilirken; mecâzî bir anlatımla dile getirilmiş, bundan “Tasavvuf” meydana gelmiş.
Yani tasavvuf ve bilim aynı orijinal tekil yapıyı ele alıyor, inceliyor, etüd ediyor; fakat bu yapı bundan 50 sene 70 sene öncesine kadar mecaz yolu sezgi yollu dile getirilip bir başkasına aktarılmağa çalışıldığı için semboller misaller kullanılmış ve tasavvuf kapsamı içinde anlatılmış.
Hz.Muhammed öncesinde, İslâm öncesinde aynı gerçekler gene incelenmiş, incelenebildiği kadarıyla. Budist felsefe meydana gelmiş..Taocu felsefe meydana gelmiş.. böyle dile getirilmeğe çalışılmış bu tekil yapı.
Bu tekil yapıyı misal yolu anlatmak istersek;
Deriz ki; deniz suyu düşünün..deniz suyunun üstünde meydana gelmiş çeşitli aysbergler, buzdağları, buz kütleleri..
Kuzey kutbundaki veya güney kutbundaki buzul yapı...
buzul yapı ve deniz diyerek ayırıma gidiyoruz, iki ayrı yapıdan sözediyoruz...
Halbuki esasında ikisi aynı tekil yapıdır..
Suyun donmuş halinin adıdır buzul yapı..
Buzul yapıların çeşitli rüzgarlara ve dış etkilere göre aldığı farklı farklı görünümlere de farklı farklı isimler verdiğinizi düşünün veya aynı suyu değişik kaplara koyarak değişik heykeller şekilde oluşturduğumuzu düşünerek bunlara da değişik isimler verdiğimizi varsayarsak; pek çok varlık var diyeceğiz ama neticede hepsi de görünümdeki farklılığına karşın aynı tekil yapıdır; sudur !
Başparmağım... işaret parmağım... orta parmağım... yan parmağım... serçe parmağım... Benim 5 parmağım var desem de hepsi şekilde bunlar 5 tir özde esasta hepsi de aynıdır.bütün parmakların içinde kanı da siniri de canı da herşeyi birbirinin aynıdır.Fark, dışardan bakıştadır.
Elin ayağın kolun vesairede gene farklı organlar gözükür ana tekil bir yapıdır.
Bu varlık sayısız ayrı ayrı yapılar olarak gözükmesine rağmen, dışardan bakılması hasebiyle farklı ayrı ayır varlıklar yapılar görülmesine rağmen esasında tek bir yapının değişik uzantılarıdır.
Nasıl ki madde boyutunu incelediğimiz zaman 110 atom türüne indirgeyebiliyorsak, bu varlığı meydana getiren özellikler de Allah’ın 99 ismi adı altında anlatılmış. Esasında 99 değil tabii, 100 ü de geçiyor; 120,130,140 a kadar da çıkabiliyor, kaynaklarda. Ama genel plan anlatım bu 99 la özetlenmiş.
Bu varlığı meydana getiren özellikler orijindeki Tekil yapıdan kaynaklanıyor.
Bu tekil yapının varlığında mevcud olan belli özellikler, ayrı ayrı lokalize olmuş özellikler değil..
Yani varlığın aslında orijininde bir yerde Allah’ın Rahman isminin özelliği bir yerde Allah’ın Rahim isminin özelliği bir yerde Cemil isminin özelliği bir yerde Fettah isminin özelliği gibi düşünmeyeceğiz.
Senin bedeninde “Can” nerde?
Heryerde eşit olarak var!.
Nasıl senin bedeninde can her yerde eşit olarak varsa, Allah’ın HAYAT sıfatı da bu Kâinatın her noktasında aynıyla mevcud. Daha fazla veya daha az şeklinde değil.
Hayat sıfatı bu varlığın her noktasında parçalanmaz bölünmez bir biçimde varolduğu gibi İLİM sıfatının neticesi olan Bilinç de Evrenin her noktasında bölünmez parçalanmaz bir biçimde mevcud!.
 Hayat ilim irade Kudret sıfatları gibi Kelâm Semi Basar (Semi algılamadır, Basirdeğerlendirmedir) vasıfları da Kâinatın her noktasında her yerde mevcuttur. Fakat bu vasıflar nasıl atomlar varlığın her noktasında mevcutsa fakat bu atomların değişik bileşimleri değişik madde türlerini meydana getiriyorsa, Allah’ın bu isimlerinin özellikleri bu isimlerin işaret ettiği mânâların özellikleri de değişik bileşenler halinde değişik varlık türlerini meydana getiriyor.
İşte böylece Tasavvufta “KESRET” denilen ÇOKLUK Âlemi ve pek çok sayısız varlık türleri meydana geliyor.
Ama bu türleri tek tek ele alırsak, nasıl bir insanı bir hayvanı ele alırsak onda 110 atom çeşitine iniyoruz, bileşen olarak; bu varlık türlerinde de Allah’ın 99 isminin değişik terkiplerini değişik bileşimlerini değişik formüllerini görüyoruz.
Mevcud olan herşey Allah’ın bu 99 isminin mânâsından meydana gelmiş değişik formüllerle meydana gelmiş değişik varlıklar.
Yani temelde, algılayabildiğimiz bütün varlıklar tek bir orijinin kendisinde mündemiç özelliklerinin başka bir biçimde algılanmasıyla alâkalı.
Herbirimiz, bir diğerlerimze göre var, dıştan bakışla!
Ama olayın içinden bakarsak, TEK bir varlık ve o tek varlığın kendi kendini seyretmesi ve kendi özelliklerini açığa çıkarması, bunu seyretmesi olayı sözkonusu.
Ahmed Hulûsi

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...