91. ED-DARR,92. EN-NAFİ,93. EN-NÜR,94. ELHADİ,95. EL-BEDİ,96. EL-BAKÎ,97. EL-VARİS,98. ER-REŞİD,99. ES-SABUR,100- EL-KARÎB,101- EL-MUHÎT,102- EL-KÂFÎ
Zarar veren, elem ve mazarrat verici şeyler yaratan.
Allah (c.c.) hikmetinin gereği olarak elem ve keder verici şeyleri yaratandır.
"De ki: Ben kendime bile Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahibim."
Fayda veren, hayr ve menfaat verici şeyler yaratan.
"De ki: Ben Allah'ın dilediğinden başka kendime hangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim."
Cenab-ı Hak, kullarından dilediğine rahmetiyle muamele eder. O, zarara da faydaya da maliktir. O’nun her şeye gücü yeter. Bazen zarar veren şeyden fayda tedavi yöntemlerinden bir yöntem olabilir. Rablerine şirk koşmayanlar için zararlı gibi görünen şeyler onun lehine olabilir. Nitekim ayet-i kerimede bu husus şu şekilde bildirilmiştir:
"Size ulaşan her nimet, Allah'tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yalnız O'na yalvarırsınız. Sonra da sizden o zararı giderdiğinde, içinizden bir grup, hemen Rablerine ortak koşarlar."
"İnsanların başına bir sıkıntı gelince, Rablerine yönelerek O'na yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir rahmet (nimet ve bolluk) tattırınca, bakarsınız ki onlardan bir grup yine Rablerine ortak koşuyorlar."
Her şey Allah'ın emrine musahhar ve bütün sebepler O'nun kudreti altındadır.
"Oysa şeytan, Allah'ın izni olmadıkça, müminlere hiçbir zarar veremez."
Buna en büyük delil Kur'ân'da anlatılan İbrahim (a.s.) kıssasıdır. İlk önce İbrahim (a.s.) oğlu İsmail'i kurban etmek için boğazlamak istemiş fakat bıçak onu kesmemiştir. İkincide İbrahim (a.s.)'ı müşrikler ateşe attıkları halde, ateş Allah'ın emriyle İbrahim'e karşı soğumuş ve esenlik olmuştur. Ey Allah'ım hükmünün geri çevrilmesini istemiyoruz. Bilakis hükmünde lütfunu istiyoruz. Dünya ve ahirette:
"Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metaından başka bir şey değildir."
"De ki: Ben Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."
"De ki: "Ben kendime bile Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahibim." Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler."
Bu isimle yeryüzünde ve gökyüzünde hiçbir şeyin zarar veremeyeceği Allah'a hamdü senalar olsun. O işiten ve bilendir.
Menfaatları ve mazarratları yaratan, ancak Allahu teâlâ'dır. Bütün vukuat sebeplerle meydana geliyorsa da, sebepler yoğu var etmez. Onlar ancak insanların elinde birer tutamak ve Hak'tan bir isteme vesikası olmak üzere yaratılmıştır. İnsanın menfaat ve mazarratında hâkim ve rakipsiz müessir ancak O'dur. Allahu teâlâ gerçi mazarrat verici şeyler yaratmıştır. Fakat onlardan zararlanmamızı değil, bilâkis maddî, manevî bütün zararlardan sakınıp, korunmamızı emretmiştir. Allahu teâlâ, insanlara menfaat ve mazarratı ayırt edecek kuvvet verdiği gibi -ki bu kuvvet, akıl ve ilimdir- bunlardan herhangi birinin sebeplerini tutabilmek üzere kendilerine tam bir serbestlik de vermiştir. Bu serbestliğe binâen, bir insan hangi tarafın sebeplerini tutarsa akıbeti oraya çıkar ve bu akıbeti bile bile, kendi arzusuyla hazırlamış olur. Allah isterse bu serbestliği kaldırabilir, buna muktedirdir ve o zaman insanlar kendi arzulariyle iyiden, kötüden bir şey kazanamazlar. Fakat insanlardan hangilerinin iyiliğe, hangilerinin kötülüğe daha istekli bulunduğunu ortaya koymak için bu serbestliği devam ettirir.
İnsan dünyâya gelir, rüşt çağına ulaşınca fazileti de anlar, rezîleti de. İki tarafın isteyicisi de çıkar. Allahu teâlâ, imtihan için herkesin hareketine meydan verir, istediği tarafın sebeplerini yaratır. Her iki tarafın da tellâlı, teşvikçisi, vâsıtaları bulunur. Derken insanlar ikiye bölünür, iki muvazi ırmak gibi iyiler iyiliğe, kötüler kötülüğe akar, koyulur gider. Allahu teâlâ Halimdir, Sabûrdur, kötüleri hemen kahredivermez; mühlet verir, rızklarını da kesmez. Bu arada yol değiştirenler de görülür. Kötülükten iyiliğe dönenler olduğu gibi, iyilikten kötülüğe doğru kayanlar da bulunur, imtihanın neticesi de hatimede, yâni son nefeste belli olur.
Malumdur ki, bir duvar ne tarafa eğilmişse çok defa o tarafa yıkılır. Sağ tarafa meyleden bir duvar günler geçtikçe o tarafa meyli artar ve nihayet o tarafa göçer. Bunun aksi de böyledir, amma bâzan tam duvarın yıkılacağı anda fevkalâde bir hâl, bir hâdise oluverir. Meselâ, müthiş bir bora ve fırtına kopmak gibi... Bu hâdise yüzünden, sağa yıkılacakken sola veya sola yıkılacakken sağa yıkılabilir. Bu da her zaman mümkündür. Kötü yollarda giderken kalbinde Allah korkusu bulunan ve günün birinde Allah'ın rızâsına uygun herhangi bir iş becerenler, çok defa doğru yola döndürüldüğü gibi, iyi yollarda bulunuyorum diye kendini beğenip, kendine kıymet veren Allah'ın kullarını hor, hakir tutan kimselerden de -Allah'a sığındık- bulunduğu mertebeden kovulanlar bulunur. Onun için akıbet endişesini hiç unutmamak ve hayâtımızın hayırla ve imânla bitmesini daima Allah'tan dilemek lâzımdır.
Allahu teâlâ iyilik yollarında yaşayan kullarından bâzı sevdiklerini ağyardan örtmek için onların üstüne darlıktan ve ıztıraptan bir tül gerer. Bu makbûliyet işaretidir. Onun için buna, kahır yüzünden lütuf denir. Bir de, bunun aksine olarak bâzı kötülerin de tuttuklarını kolaylaştırır, her işini asan eder. Onlar da işleri rastgeldikçe şımanr, şımardıkça azar, Allah'tan büsbütün gaflet eder. İyi yola dönmek aklına bile gelmez, irşat sözü kulağına bile girmez. Derken, bu delâlet yollarında hora teperken hayat perdesini hüsranla kapatır gider. Bu da lütuf yüzünden kahır olur. Çünkü görünüş i'tibâriyle işlerinin arzusuna göre zuhur etmesi bir lütuf ise de, elde fırsat varken aklını başına aldırmayıp, mukadder olan akıbetine, Allah'ın ebedî kahır ve gadabına çekip götürmesi i'tibâriyle kahrolmuştur.
Allahu teâlâ, yasak ettiği şeylerle kullarını birçok mazarratlardan ve korkunç akıbetlerden korumuşken, insanların çoğu yine bunlara atılır durur. İnsan oğlu men olunduğu şeyin üstüne düşer. Çünkü yasak edilen şeye riâyet edenlerle etmeyenler, seçilmek ve neticede riâyet edenler takdir, etmeyenler tekdir edilmek hikmetinden ötürü, yasak edilen şeyler tatlı görünür. Meselâ nice insanlar hesnâ, müstesna helâli varken, haram olan çirkin ve murdar kadınlara can ve gönülden bağlanır. Eğer o kadın helâli olsaydı, şüphesiz yüzüne bile bakmazdı. Hele içkinin, kumarın, fuhşun namusa, vücûda, servete dokunduğunu çocuklar bile bilip dururken, nice yaşlı başlı insanların bunlara harısâne düşkünlüğü hep bu cazibenin tesiridir. Eğer içki, kumar ve emsali fenalıklar yasak olmayıp da, bilfarz bunların yapılması din tarafından emredilmiş olsaydı, insanlar din nasıl emrediyor diye, dini de inkâra kalkışırdı. İşte bunlar gibi dînen yapılması yasak edilmiş ne kadar ma'sıyet varsa, hepsinin ilk ucu insanı mest edecek kadar parlak ve yaldızlı olduğu halde, alt ucu maddî, mânevi birçok mazarratlara, acı nedametlere bağlıdır.
Kederlerimiz hep kendi hatâlarımızdan doğar. Bir mazarrat gelince, onun sebebini, kendimizde aramalıyız. Meselâ bir hasta güzelce düşünür ve hastalığının sebeplerini araştınrsa, bunun vaktiyle kendi ihmâli ve dikkatsizliği yüzünden hâsıl olduğunu anlar. Ticâret veya başka herhangi bir teşebbüste muvaffakıyetsizliğe uğrayan, bunun neden ileri geldiğini dikkatle incelemiş olsa, evvelce bu işe lâyıkıyla hazırlanmadığı, hesaplarda kusur ettiği veya işinde sebat gösteremediği anlaşılır. Vaktiyle göz göre göre kaçırılmış fırsatlar, sonra insana ilelebet iç sızısı olur. Taçlı hükümdarlar bile, tahtının üzerinde hatâlarının cezasını çeker. Akıllı müşavirleri dinlemez ve ihtiyatlı reyleri reddederse, kendini istinat noktalarından mahrum etmiş olur, hatâlara düşer, zararını çeker. Bâzı ahmaklar da vardır ki, bir mahlûkun gözüne girmek, teveccühünü kazanmak için, Hâlık'ın gadabını mucip işlere atılır. Bunlar da çok defa, ilk silleyi, teveccühünü beklediği adamdan yer. İbret verici bir hikmettir.
Velhâsıl, her insan felâketini, yaptığı fenalıklardan bulur, bunun için (etme-bulma) dünyâsı denmiştir, insan oğlu bahtiyarlığını da, yapacağı iyiliklerden bulur.
Görünüşte mazarrat olan şeyler, hakikatta kulun terbiyesini ve adam olmasını mucip olduğundan, ayn-ı hayr olur. Gerçi mazarratları yaratan Allah'tır; fakat onu kazanan, isteyen ve işleyen de kuldur. İsteyen cezasını çekerken başkalarına ibret ve intibah vesilesi olur ki, bu da bir çeşit hayır ve ihsandır. Bir zarara uğrayan, o zararın meydana gelmesine kendisi sebebiyet verdiğinden, bu sebepleri bulup geri dönmesi ne kadar lâtif bir terbiyedir. Uğradığı zararlardan ders alabilmek, ne kadar büyük kazançtır. Ayağı kaymıyan, aldanmıyan insan hemen yok gibidir. Fakat aynı hatâya iki kere düşmemek hünerdir. Hatâlar ders yerine geçmelidir. Hatâsını hatırda tutup da tekrarından sakınmak, insanı adam eder, kıymetini arttırır. Meselâ, denizin fırtınalı havalarında birçok kazalar, maceralar atlatarak ustalaşan kaptanın kıymeti elbette fazladır, iflâsa uğrar gibi olup da aklını başına alıp, işini, gücünü ona göre yürüten tüccar da öyle değil mi? Velhâsıl dünyâda aksilik ve daha bir takım can sıkıcı hâdiseler, felâketler, musibetler olmasaydı ve insanın başına gelmeseydi, sabr, metanet, cesaret, soğukkanlılık gibi -ancak türlü hâdiselerle uğraştıktan sonra- kazanılacak meziyetleri insanlar nasıl bulacaktı?
Allah bir kuluna elem, tasa, korku, hastalık, fakirlik gibi bir sıkıntı verirse, onu yine Allah'tan başka açacak yoktur ve eğer bilâkis, lezzet, sevinç, sıhhat, gına, muvaffakiyet gibi bir menfaat verirse, onları devam ettirecek olan da ancak O'dur. O hâlde ferahlık zamanında olsun, ıztırap zamanında olsun, yalnız Allahu teâlâ'ya müteveccih olmak, onun hükmüne, emr ü fermanına razı ve teslim olmak lâzımdır. Çünkü ikisi de bir membadan çıkıyor. Haktan geliyor, öyleyse haktır, gerçektir, yerindedir ve her birinde bizim aklımızın ermediği, eremiyeceği birçok sırlar, birçok hikmetler vardır.
Ni'metler içindeyken, o ni'metleri kötüye kullanmaktan sakınarak, Allah'ın hesabından korkmak icâbettiği gibi, felâketler içine düşünce de ye'se kapılmayıp, o felâketlerin açılması için yalnız Allah'a yalvarmak iktizâ eder. Ancak burada dikkat edilecek nokta şudur:
Bir felâkete uğrayınca sâde diliyle değil, bütün vücûdiyle, varlığiyle Allah'a yalvarmak gerektir. Yâni, Allah'ın bize ilham buyurduğu bir takım lâfızlar, kelimeler vâsıtasiyle kendisine yalvarıp, derdimize derman istediğimiz gibi, yine O'nun yaratarak bize ilham buyurduğu bir takım çârelere yapışmak suretiyle de isteyeceğiz. Çünkü bunların her ikisi de duadır. Şu kadar ki, kavlen duâ, lâfızlar ve kelimelerle vücûda geldiği halde, fiilen duâ da bizce bilinen çâreler ve tedbirleri yapmakla hâsıl olur. Bunların her ikisi de mümkün olduğu takdirde taksir ve ihmâl edilmemelidir. Çünkü bir insanın mâlik olduğu bütün kuvvet ve vesâit ile Allahu teâlâ'ya teveccüh etmesi hiç şüphe yok ki, daha ciddî ve daha kıymetlidir. Meselâ bir hasta: “Yâ Rab, bana ve umum hastalara şifâlar ihsan buyur” diye yalvardığı gibi, o hastalığı giderecek veya ağırlığını azaltacak, ortada fen ve tecrübe ile ma'lûm ve muhakkak sebepler, tedbirler varsa, bir taraftan da onlara sarılır.
Zulme, hakarete, yoksulluk acılarına uğrayanlar da böyle. Yâni, bunların da meşru yollardan korunma ve kurtulma sebeplerini araştırmak ve bu uğurda yerine göre akıl ve fikirleriyle, beden veya servetleriyle, velhâsıl ellerinde bulunan maddî, mâ'nevî bütün kuvvetleriyle çalışmak lâzımdır. Bir sıkıntının açılması için esbabına sarılmak, Allah'ın hüküm ve fermanına razı olmamak ma'nâsına gelmez. Bilâkis esbabını tutarak o yoldan Allahu teâlâ'ya, O müsebbibü'l-esbaba arz-ı hâl etmek demektir ki, bu da bir ibâdettir.
Bâzı felâketler vardır ki, onlara karşı insan kudretinin yapabileceği bir çâre yoktur ve o zaman insanların elinde fiilî bir dilek vâsıtası da bulunmayacağından, yalnız dilden ve gönülden Allah'a yalvarılır. Dünyâda bulundukça böyle ağır imtihanlarla müptelâ olmamayı haktan istemeliyiz. Bununla beraber, her vakit böyle bir hâdise ile karşılaşmak mümkündür ve işte o zaman haddinden fazla telâş ve heyecana kapılmak çok muzır ve tehlikelidir. Böyle muhakkak acz içinde kalanlar, Allah'ın hâzır ve nazır olduğunu, kâfi ve vekil bulunduğunu düşünerek, mümkün olduğu kadar sükûnet bulmaya çalışmalıdır. Aksi takdirde insan kendine kıymış olur. Tehevvürle yapılacak tedbirlerse, felâketi arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Bu sebepten insanların metanetlisi ve soğukkanlısı da, böyle çaresizlik zamanlarında belli olur. Bize bizden daha merhametli bulunan Allahu teâlâ'ya şuurla inanmış olanlar, böyle zamanlarda aşırı derecede teessür ve heyecana kapılmayarak, gönül hoşluğuyla Allah'tan gelecek emr ü fermanı beklerler. Eğer bu müşkül durumdan kurtulmak için Allah tarafından bir çâre ve imkân, bir tedbir yolu ilham ve ihsan buyurulursa, dikkat ve i'tinâ ile ondan faydalanırlar. Aksi takdirde " Allahım! Hüküm ve ferman Sen'indir. Bizi fermanına razı olanlardan et." diye sabır ve tâatla ancak Allah'a sığınırlar. Kaderin hükmü ne ise elbette yerini bulur. Bağırıp çağırmakla, Allah'a karşı isyan etmekle buna karşı durulmaz. Âsî olarak kaderin hükmüne teslim olanlarla, gönül hoşluğuyla teslim olanların arasında, namütenahi fark vardır. Çünkü biri bir yaşar, biri namütenahi yaşar. Yâni, âsî olanın görüp göreceği o kadardır, ilerisi hüsran ve ıztıraptır. Razı olan ise, ebedî hayatla dâima zinde ve ferahtır.
Velhâsıl sevgili okuyucu! Bir felâkete uğrayınca sakın ifrat derecede mahzun olma. Allahu teâlâ'nın gizli lütuf ve inayetleri vardır. Senin için sezmediğin yerden saadet sebepleri yaratır. Her felâketin hikmetsiz ve sonu hayr ve rahmetsiz olmadığına candan inan da, nefret ve istikrahını mucip hâdiselerden müteneffir olmamağa, kalbinin parlaklığını, bulandırmamağa çalış.
Nurlandıran, nur kaynağı, münevvir, alemleri nurlandıran, istediği simalara, zihinlere ve gönüllere nur yağdıran.
"Allah, göklerin ve yerin nurudur."
Allah (c.c.) sadıkların kalbini tevhidiyle nûrlandırır. Hak Tealâ yerde ve gökte yarattığı nurlarla gök ve yerleri nûrlandırdı.
İbn-i Abbas'a göre, "En-Nûr", "Cenab-ı Hakk'ın dilediğini hidayete erdirmesi, ona hakkı açıklayıp, hakka ittibayı ilham etmesidir." Halimi; "Kulların ancak Allah'ın bildirdiği ve anlaşılmasını kolaylaştırdığı şeyleri bilmesi Allah'ın onlara bahşettiği bir nurdur" demiş ve şunu ilave etmiştir:
"İnsanın yaratılış fıtratı aklı, hisleri ve ahlakı da nurdur."
Nûr, "bütün açıklığıyla ortaya çıkan" açıklık olup, zatında apaçık olan ve başkasını ortaya çıkarana nûr denir. Allah her şeyi açığa çıkarandır. Mevcudatı da yokluktan varlığa çıkarmasıyla zahirdir.
İbn-i Abbas (r.a.) Peygamber (s.a.v.)'e:
“İsra gecesinde Rabbini gördün mü? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.v.):
“Evet, Nur'u gördüm.” dedi.
Peygamber (s.a.v.) sabah namazında şöyle dua ederdi:
"Allah'ım! Kalbime, kabrime, kulağıma, gözüme, saçlarıma, vücuduma, etlerime, kanıma, kemiklerime, önüme, arkama, sağıma, soluma, üstüme, altıma nûr bahşet. Allah'ım! Bana nuru ziyade et ve nûr bağışla, bana nûr ver."
Nûr sûresinde; nûr ayetini şöyle bir düşünelim:
"Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. O'nun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu) nûr üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir."
İbn-i Abbas ayetteki "Allah göğün ve yerin nurudur" ifadesini gök ve yer halkını hidayete erdiren, O'nun nurunun benzeri, nasıl ki safî zeytinin yağı neredeyse kendisine ateş değmese dahi ışık verir. Ancak ona ateş değdiği zaman ışık olur ve ışığı artar. İşte mü'minin kalbi de bunun gibidir. İlim gelmeden önce hidayetle muttasıf ve onunla amel eder. Fakat mü'min ilim sahibi olunca bir hidayet üzerine hidayet, nûr üzerine nûr olur" diye tefsir etmiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil yuvası gibidir. O lamba kristal bir fânûs içindedir, o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu), nûr üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nûrûna eriştirir.”
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
'Allah'ım! Hamd senin içindir. Sen göklerin ve yerin ve ikisi arasındaki şeylerin nurusun."
Yine Rasûlullah (s.a.v.) buyurur:
"Şüphesiz ki Allah uyumaz ve uyuması da gerekmez. Teraziyi indirir ve kaldırır. Gecenin ameli gündüzün amelinden, gündüzün ameli gecenin amelinden önce O'na yükselir. O'nun görülmesini engelleyen perde bir nurdur. Eğer onu açmış olsaydı zâtının nuru ve yüceliği bütün mahlukatı yakardı."
Büyük âlim Abdurrahman İbn Nasır es-Saidî şöyle der:
Allah'ın (c.c.) isimlerinden ve sıfatlarından birisi de "en-Nûr"dur. Bu O'nun büyük bir vasfıdır. O, yücelik ve kerem sahibidir. Nurunun ve parlaklığının önündeki perdeyi kaldırmış olsaydı bütün mahlukat tutuşur helak olurdu. Bütün âlemler O'nunla aydınlanır. O'nun zâtının nuru karanlıkları aydınlığa çevirir; arş, kürsi, yedi kat gök ve bütün varlıklar O'nunla aydınlığa kavuşur.
1. Hissi/maddi nûr: Bu varlık âlemini aydınlatan nûr, sadece O'nun nurudur.
2. Mânevi nur: Kalblerde ve ruhlarda hâsıl olan nurdur. Bu nûr Hz. Muhammed'in (s.a.v.) getirdiği Kur'an ve Sünnetle hâsıl olan nurdur. Malumdur ki Kur'an ve Sünnet ve bu ikisiyle amel etmek kalpleri kulakları ve gözleri aydınlatır. Dünya ve ahirette kul için bir nur olur. "Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir." Çünkü Allah Teâlâ, kendisinin göklerin ve yerin nuru olduğunu bildirdi ve kitabını, peygamberini ve vahyini de nûr diye isimlendirdi...
İbnü'l-Kayyım bazı tasavvufçuların bu konuda içine düştükleri bir hataya dikkat çeker: Bunlar Allah'ın sıfatlarının nuru ile iman ve marifet nurunu birbirine karıştırırlar. Ellerinde sağlam bir ölçü ve yeterli bir bilgi olmadan ibadet ve kullukta bulunurlar ve kalblerinde bu kulluğun nuru belirmeye başlar. Çünkü yapılan ibadetlerin kalblerde meydana getirdiği nurlar vardır. Onlar zannederler ki bu nur, Allah Teâlâ'nın mukaddes zâtının nurudur. Böyle bir zanna kapılınca onlar cehaletlerinin aldanmışlıklarının ve sapıklıklarının eseri olarak Ölçüsüz ve çirkin sözler söylerler. İlim, iman ve sağlam ölçüsü olanlar ise Allah'ın zât ve sıfatlarına ait olan nûr ile O'ndan mahlukatına lütfedilen maddi ve manevi nuru ayırdederler. Ve onlar bilirler ki Allah Teâlâ'nın sıfatlarına ait nur O'nun zatına aittir, zatından ayrılmaz ve mahlukatına geçmez. Allah Teâlâ zâlimlerin söyledikleri şeylerden yücedir. Ve büyüktür. Mahlûkun nuruna gelince o, kendisini meydana getiren ve varlığını devam ettiren bir takım sebepler ve unsurlar hasebiyle yaratıkların nitelendirildiği nurdur. Mü'min, imanında kemale erdiği zaman Allah onun kalbini nurlandırır, eşyanın hakikati ona açılır ve hak ile bâtılı ayırdedebileceği bir ölçü elde eder. Bu nur, kulun hayatının ana maddesi; ilim ve amel olarak onu hayra götüren güç ve kuvveti olur. ilmi ve inancındaki şüphelerden, gaflet ve zulümden doğan şehvetlerden, tamamen kurtulur. Artık onun kalbi nur olur, sözleri nûr olur, yaptıkları nûr olur. Her tarafını nur kuşatır. Kâfir, münafık, muarız veya gafil kimseler ise hepsi karanlıklar içinde şaşkın bir haldedirler. Onların herbirinin zulmetten nasibi kendi günahları ve isyanları nisbetindedir. Başarıya ulaştıran sadece Allah'tır.
Nur, ışık demektir. Işık ta'rif istemez. Çünkü o gözlüye gizli değildir. Allahu teâlâ mahsûsâtı görmek için ışık yarattığı gibi, ma'kulâtı anlayabilmek için de, ışık yaratmıştır. Mahsûsâtı gösteren ışık, Güneşin ziyası, onu gören de gözdür. Makulâtı gösteren ışık, îmân ve irfan nuru, onu idrak eden de basiret, yâni kalb gözüdür.
Güneş, gökleri ve yeri aydınlatıyor, bu sayede etrafımızdaki eşyayı görüyor, onların biçimlerini, renklerini, nevi'lerini öğrenip kendilerinden faydalandığımız gibi dağlarda, kırlarda, çöllerde geçeceğimiz yolların selâmet taraflarını, tehlikeli bataklıkları veya uçurumları görüp duruyoruz. Demek ki, Allahu teâlâ güneşi, bize maddiyâtımızda faydalı ve tehlikeli noktaları gösteren bir nur olarak bağışlamıştır. Bunun gibi maneviyat âleminde de yine faydalı şeyleri sezmek, tehlikeli noktaları görmek için, îmân nuru ihsan buyurmuştur. Allah'ın insana en büyük bağışlarından biri de, gönlünde uyandırdığı îmân güneşidir. El-Hamdüli'llâh, bu güneşin nuru sahibinin yüzünü, suratını güzelleştirip letâfetlendirdiği gibi, sîretini de parlatır, bütün kötü huylardan kurtarır. Çünkü kötü huylardan herbirinin küfre inen bir yolu vardır. Onun için îmânla barışamaz. Meselâ, başkasının elde etliği ni'metin yok olmasını istemek: Bunu tahlil edersek, hasedde Allahu teâlâ'ya i'tiraz ma'nâsı bulunur. Yâni hâsid, demek istiyor ki, "Yâ Rabbi bu ni'meti bu adama vermemeliydin; çünkü bu ona lâyık değildir." hâşâ, Allahu teâlâ vereceği yeri bilememiş demek oluyor ki, bunun küfür olduğunda şüphe yoktur.
İmân nuruyla, insanı içinden, dışından kuşatmış olan böyle tehlikeli karanlıklar açılır. Altı, üstü, sağı, solu, önü, arkası nûr içinde kalır. Karanlıktan ileri gelen kuruntular dağılır, hakikatlar sezilir, gönüllerde emniyet ve ferahlık nurları doğar. Haktan gelindiği ve yine Hak'ka dönüleceği bilinir.
Çünkü oralarda bütün kötü huylar toplanır ve bunların herbiri birer diken olur da, sahibine rahat yüzü göstermez, iğneli fıçı işkencesine atılmış gibi dâima ıztırap verir. Halbuki şuurlu bir îmânın hâkim olduğu kalblere fena huylar giremez; girse bile barınamaz. Bu şuna benzer ki, bir hükümet son derece âdil olur, en ufak bir haksızlığa meydan vermez, hudutları üzerinde uyanık ve kahir kuvvetler bulundurur, dışardan hiçbir fenalığın ve fena kimselerin içeri girmesine imkân bırakmaz. O memlekete, yabancı kötüler giremez, girse de yüz bulamaz. Bir hainliğe kalksa başı ezilir. Kaçacak, barınacak kuytu bir köşe arar, fakat en hücrâ yerleri kaplayan adalet ışığı gözlerini kamaştırır, kalbini daraltır.
Bir de bunun aksini düşünelim: Kudret ve servet i'tibâriyle birbirinden üstün olan insanların birbirlerine tecâvüzlerini önleyemiyen, adalet ve insafı yerine getiremiyen, ilim ile adaleti takbih, zulümle cehaleti terviç eden bir hükümet tasavvur edelim. Kaatil, cani, yankesici, dolandırıcı, zânî, ayyaş, kumarbaz hâsılı bütün ahlâksız ve kötü insanlar çarçabuk orada toplanır; yüz bulur, söz sahibi, mevki’ adamı olur. Sonuç: Kaviler zaiflere çullanır, mallar, canlar, ırzlar, namuslar mubah olur. Derken karşılıklı saldırışlarla insanlar birbirini yer, bitirir. Kötü insanlarla dolu bir memlekette barınmak ne kadar güçtür. Orada yaşamak, gecesi gündüzünden, gündüzü gecesinden daha ıztıraplı bir hayattır, işte bu misâlde, insanın bedeni bir memlekete, iyi huylar medenî ve kibar insanlara, kötü huylar, vahşî ve kaba insanlara, îmân ile küfür de, hâkim bir kuvvete benzetilmiştir. Kötüler nuru sevmezler. Çünkü nûr bunların ayıbını meydana kor.
Küfrün hakim olduğu bedenlerde bu suretle korkunç bir karanlık ve kararsızlık, bitmez tükenmez bir ıztırap ve üzüntü vardır, imansızlar -ne kadar neş'eli görünmeğe çalışsalar da- bunu acı acı duymaktadırlar. Bu haller cehil ve küfür karanlığının bir neticesidir. Bu karanlık, Allah'tan hidâyet erişmezse, ileriye doğru eksilmez, bilâkis artar. Öyle ki, hayâtın ağır ve ıztıraplı dakikaları, daha ıztıraplı olan kabir karanlıklarına, bu da mahşer karanlıklarına ve nihayet Cehennem karanlıklarına çeker, götürür.
Ruh ise karanlıktan hoşlanmaz. Daima nûr ister. Bunun için bu fânî hayâtın mahdut karanlıklarını açmak için birçok masraflara ve külfetlere katlanan bizlerin bakî hayâtımızın, nâ-mütenâhî, asırlar sürecek olan karanlıkları hakkında, bir ölü gibi hissiz ve lakayt kalmamız izah edilemez bir gaflet, anlaşılmaz bir sarhoşluktur!
Gönlündeki imân nurunu söndürmekten son derece sakınmak gerektir. Çünkü bunun neticesi kalb körlüğüdür. Bunun fecaatini ölçmek için göz körlüğünü düşünmek lâzım. Âmâ olan bir insanın vücudu ne kadar zinde ve sağlam olursa olsun, daimî bir zindan içinde demektir. Sonra gözdeki görme kuvveti zayıf olur, keskin olur veya bütün bütün yok olur. Dikkat lâzım, kalb gözü de böyle taksimatlıdır. Fakat kalb körlüğü, göz körlüğünden kötüdür. Çünkü gözü kör olan yedilir, yola gider. Fakat kalbi kör olan yedilmez, yola da gitmez.
Hani bazı öyle hâdiseler olur ki, onlar bizim için âdeta ölüm, kalım mes'elesi olur. O hâdiseler karşısında ne kadar uyanık ve dikkatli bir vaziyet almağa çalışırsak, imân nurunun muhafazası mes'elesinin, ondan daha çok dikkat ve basirete lâyık olduğunu asla göz önünden ayırmamalıyız. Çünkü o, bizim ebedî saadetimizi temin edecek en kıymetli servetimizdir.
Yol gösteren, hidayete erdiren, murada erdiren, hidâyet lütfeden, istediği kulunu hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan, muradına erdiren.
"Şüphesiz ki Allah, iman edenleri doğru yola erdirir."
El-Hadî, hidayet ve hüda mastarından rehberlik manasına gelip "hidayete erdiren" demektir.
Allah (c.c), yarattığı her şeye lütufta bulundu. Sonra onlara yol gösterdi. O, yarattığı mahlukâtına kendisine giden yolları gösterdi. Yarattıklarına din ve dünyayla alakalı olan her hususta gerçekleri açıkladı.
Allah kullarına bir mürşid olup, mü'minlere hak dini gösterendir.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Cenab-ı Hak kalplere marifetinin nefislere de itaatin yolunu gösterdi. Kim Allah'a iman etmişse kalbi hidayete ermiştir. Çünkü hidayet Allah'ın hidayetidir.
Ebu Seleme b. Abdurrahman b. Avf’dan varid olan bir hadiste Ebu Seleme diyor ki:
“Aişe (r.a)'a, Peygamberimiz gece kalktığı zaman namaza ne ile başlardı,” diye sordum: Aişe (r.a.):
“Peygamber (s.a.v.) gece namaza kalktığı zaman O:
“Ey Alah'ım! Cebrail'in, Mikail'in, İsrafil'in, göğün ve yerin yaratıcısı, gaybı da hazırı da bilen Rabbim, sen kulların arasındaki ihtilaflara hüküm verirsin. Beni onların ihtilafa düştükleri konularda hakka ulaştır. Şüphesiz sen dilediğini doğru yola erdirirsin" sözleriyle dua ederdi,” dedi.
El-Hadi, Kur'ân-ı Kerim'de isim olarak iki yerde geçmektedir.
1. "Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, kesinlikle dosdoğru bir yola yöneltir."
2. "... Hidayet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter."
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Hidayet verici ve yardımcı olarak Allah yeter."
"Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, kesinlikle doğru yola iletir."
el-Hâdî, kullarını her türlü faydalı şeylere yönelten ve zararlı şeylerden korunmaları için onlara rehberlik edendir. Allah Teâlâ kullarının bilmediği şeyleri onlara öğretir, doğruya ve başarıya ulaşmalarında onlara rehberlik eder, onlara takvayı ilham eder ve kalblerini kendisine dönderir ve emirlerine bağlı kılar.
Hidayet, lütuf ile rehberlik etmek demektir. Allah Teâlâ'nın insana hidayeti dört şekilde olur:
Birincisi: Bütün mükellef varlıklara kapasite ve istidatlarına uygun biçimde akıl, anlayış ve zarurî bilgilerin ihsan edilmesidir. Bu konuda Hak Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Rabbimiz her şeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra onu yaratılış gayesine uygun yola iletendir."
İkincisi: Peygamberler ve mukaddes kitaplar vasıtasıyla insanları kendi yoluna çağırması şeklindeki hidayetidir. Şu âyet-i kerîmedeki kastedilen de bu türdendir:
"Onları (peygamberleri) emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren önderler yaptık.".
Üçüncüsü: Hidayeti bulanlara tevfikin yani muvaffakiyetin, başarının ihsan edilmesidir. Şu âyet-i kerimelerdeki hidayet bu anlamdadır:
"Doğru yolu (hidayeti) bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini artırır ve sakınmalarını sağlar."
"Kim Allah'a inanırsa Allah onun kalbini doğruya (hidayete) götürür."
"Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarınıza eriştireceğiz (hidayet edeceğiz)."
Dördüncüsü: Ahirette cennetliklerin cennete hidayetidir. Şu âyetlerdeki hidayet bu anlamdadır: ...
"Onları hidayete iletecek ve durumlarını düzeltecektir. Onları kendilerine tanıttığı cennete dâhil edecektir."
"Lütfedip bizi buraya (cennete) getiren (hidayet eden) Allah'a hamdolsun."
Hidayetin bu dört şekli birbiriyle irtibatlıdır. Birinci şıkta belirtilen hidayeti elde edemeyen ikincisini de elde edemez. Hatta ikinci hidayetin ona teklif edilmesi doğru olmaz. İkinci hidayeti elde edemeyen üçüncü ve dördüncüyü de elde edemez. Dördüncüyü elde eden, kendisinden önceki üç hidayeti de elde eder. Üçüncüyü elde eden, önceki ikiyi de elde eder. Bunun aksi de olabilir. Birinci hidayeti Allah ona nasibetmiştir, ama ikinci ve üçüncü şıkta zikredilen hidayetleri elde edemeyebilir. İnsan, bir başkasını asla hidayete sevkedemez. O, ancak onu hidayete çağırır ve yollarını tarif eder. Şu âyet-i kerimelerde buna işaret edilir:
"Şüphesiz ki sen doğru bir yola hidayet etmektesin (çağırmaktasın)."
"Onların içinden buyruğumuzla doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik."
"Her toplumun bir rehberi (davetçisi) vardır."
"Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis Allah dilediğine hidayet verir."
Allah Teâlâ'nın sözleri hidayettir, fiilleri hidayettir. O, sapıtanlara ve şaşıranlara hidayet eder ve onları doğru yola iletir. Hidayeti beyan eder, öğretir ve bu yolda onlara başarı ihsan eder. Eşyayı var ettiği ve işleri evirip çevirdiği kaderle ilgili sözlerinin tamamı haktır, hepsi hikmet, güzellik ve sağlamlığı ihtiva eder. Şeriatle ilgili sözleri, kitaplarında ve peygamberlerinin lisanında ifade edilmiştir. Bunlar, verdikleri haberlerde tam bir doğruluk, emir ve yasaklarında mükemmel bir adaleti ihtiva ederler. Çünkü Allah'ın sözünden daha doğru ve daha güzel başka bir söz yoktur. "Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır."
Kur'an ve sünnet kullar için en büyük hidayet kaynağıdır. Onlar olmadan hidayete ulaşılamaz. Kim bunların dışında hidayeti ararsa Allah onu saptırır. Kim onların rehberliğine müracaat etmezse akıllı olamaz. İlmî rüşd onlarla elde edilir. İlmî rüşd, gerçekleri, usul ve fürûu, dinî ve dünyevî açıdan faydalı ve zararlı şeyleri açıklamak demektir. Amelî rüşde de onlarla ulaşılır. Çünkü onlar nefisleri ve kalbleri temizler, amellerin faydalı ve uygun olanlarına ve en güzel ahlâka çağırır, güzel olan her şeye teşvik eder, .kötü ve çirkin olan her şeyden uzaklaştırır. Onlarla hidayeti arayan hidayete erer, onlarla hidayeti aramayan da sapıtır. Allah, peygamberler gönderdikten ve mutlak hidayeti kapsayan kitaplar indirdikten sonra hiç kimse için başka hiç bir hüccet ve delil koymadı. O, lütfuyla nice sapıkları hidayete ulaştırır, nice yolunu şaşırmışlara doğruyu gösterir. Özellikle O'na bağlanan ve samimi bir kalble hidayeti O'ndan isteyen ve O'nun tek hidayet verici olduğunu bilen kimseleri hidayete sevkeder.
Allah Teâlâ'nın zâlimleri ve kâfirleri mahrum ettiğini bildirdiği bütün hidayetler üçüncü şıkta belirtilen ve hidayeti bulanlara ihsan edilen başarı ve ilham hidayeti ile dördüncü şıkta belirtilen âhirette sevap ve cennete girme hidayetidir. Kâfirler ve zâlimler, Allah'ın âyetlerinde de belirtildiği gibi bunlardan mahrum edilirler:
"Allah zâlim kimseleri hidayete erdirmez."
"Bu (azap) onların dünya hayatını âhirete tercih etmelerinden ve Allah'ın kâfirler topluluğunu hidayete erdirmemesinden ötürüdür."
Allah'ın bir peygamber veya bir insanın başkasını hidayete erdiremeyeceğini söylerken kasdettiği şey, hidayet yollarını tarif etmenin ve hidayete çağırmanın dışında kalan hidayet şekilleridir. Meselâ bir kimseye akıl vermek, başarı vermek ve onu cennete sokmak gibi... Bu tür şeylere ne bir peygamberin ne de başka bir insanın gücü yetmez. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"(Ey Muhammed) Onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lâkin Allah dilediğini doğru yola iletir."
Allah'tan bizi sevdiği ve razı olduğu şeylere hidayet etmesini diliyorum. Yardım istenilecek olan O'dur. Güven ve itimad O'nadır. Güç ve kuvvet ancak Allah iledir.
Hidâyet, Allah'u teâlâ'nın lütuf ve keremiyle kuluna -sonu hayr ve saadet olacak- isteklerinin yollarını gösterivermesi veya yola götürüp muradına erdirivermesidir. Sâdece yolunu ve sebeplerini gösterivermeğe irşad; neticeye erişinceye kadar yola götürüvermeye (tevfik) denir. Hidâyetin zıddı dalâlettir. Dalâlet, doğru yoldan bile bile veya iğfale kapılarak sapmaktır. Hidâyetin neticesi îmân, dalâletin neticesi imansızlıktır. İnsanın kalbi, terazinin iki gözü gibi imâna doğru eğilmeğe elverişli olduğu gibi, küfre doğru da eğilmeğe elverişlidir. Terazinin gözleri boşken nasıl, kılı kılına beraber duruyorsa, kalb de imânla küfre karşı müsavi surette müstait olarak yaradılmıştır. Şu halde kalbin imânla küfürden birini tercih ve iltizam etmesi için mutlaka çekici bir sebep icâbeder. Hidâyeti de, dalâleti de ancak Allah yaratır. Yâni gönüllere imânı sevdiren sebepleri Allah yarattığı gibi, küfür tarafını tutturan sebepleri yaratan da O'dur. Kullarından istediğine hidâyet, istediğine dalâlet verir. Allah'tan başka insanları hidâyet ve bahtiyarlığa eriştirecek, yahut dalâlet ve hüsrana düşürecek hakikî bir fail yoktur. Allah'ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz. Allah'ın sapıttığını kimse doğru yola getiremez. Yalnız burada şu noktayı iyi bilmek lâzımdır ki, Allahu teâlâ'nın bir kulunda dalâlet yaratması, o kulun, kendi arzusu ile sapıklık yolunu tutmuş olmasındandır. Yoksa kul irâdesini, kabiliyetini dalâlete yöneltmedikçe Allah onu cebren dalâlete sevk etmez. Nitekim insanlarda hidâyet ve imân asıldır, dalâlet ve küfür sonradan arız olmuştur. Cüz'i irâdenin sû-i isti'mâlinden doğmuştur.
Bezm-i elestde, yâni hilkat sabahında, ruhlar meclisinde Allahu teâlâ hepimizden ahd ve mîsak aldı. O'nun huzurunda doğru yola gideceğimize hep bir ağızdan söz verdik. Gerçi biz bu macerayı hatırlıyamıyoruz ama, onu Allahu teâlâ Kitabında bildirmiş, bu suretle kat'î olarak ma'lûm olmuştur. Hatırlıyamamak, inkâr vesilesi olamaz. Biz üç günlük kısa hayâtımızda bile, nice mühim ve hayâtı hâdiseleri unutup duruyoruz; meselâ bu günün insanları arasında, tufan gibi büyük bir beliyyeye bile inanmıyanlar görülüp işitilmektedir, işte ezelî îmân, Allah'ın bir hidâyeti ve bu maceranın tatlı bir hâtırası ve insanlarda her türlü fazilet ve ahlâk sermayesidir. Dünyâya çıkma zamanı gelince, her ruh için cismânî ve ruhanî kuvvetlerle mücehhez bir ceset bağışlaması, dünyâya kitaplar indirmesi, peygamberler göndermesi, dünyâda gördüğü, işittiği, fikren mülâhaza ettiği her hâdisede bir hikmet dersi göstererek, ezelî imân nurunu kuvvetlendirip, parlaklığını arttırması, hep Allahu teâlâ'nın muzâaf hidâyetleridir ki, kul, hidâyet istedikçe ve hidâyete uydukça Allah'ın hidâyeti de dâima artar durur. Dünyâya geldikten sonra kendi güzel arzularıyla ezelî îmânlarında sabit kalabilmek ve onu kuvvetlendirip, nurunu arttırmak bir kul için dünyâda, âhirette verilen ni'metlerin en büyüğü ve en kıymetlisidir. Çünkü îmân her hayrın köküdür. İmân olan kalbde bulunmıyacak hayr yoktur. Dünyâ ve âhiretin bahtiyarlığı da ancak imânla hâsıl olur, başka değil. Bunlar hakkı tanır, hakka hürmet eder, hak söze boyun keser, haksızlığa, zulme ölür de yine tahammül etmez; elinde kuvvet de olsa, teşvik de görse hakkı çiğnemez, hak söyler, hak dinler, hak ile yaşar, hak olarak ölür. Hak'tan geldiği gibi şaşmadan, sapmadan yine Hak'ka gider, işte Allah'a karşı sözlerinin eri olan hakperest babayiğitler bunlardır.
Bir kısım insanlar da dünyâya gelir. Gözünü açar açmaz azgınları görür, çevresini Allah ile aşinalığı olmayanlar bürür, onların Allah'a karşı, küfran ve isyan hareketlerine bu da alışır. Kendi kötü arzusuyla ezelî imârını bırakıverir. Kazanmak için geldiği dünyâda sermâyesini de kaybeder. Hak yolundan sapar, hayâtı hemen dünyâ yaşayışından ibaret sanır, bütün kuvvetiyle dünyâya tapar, derken bir gün gayyâ-yı esfele kayar gider, işte Hak'tan dönen, dalâleti tutan, sözünden cayan, nefsine uyan azgınların akıbeti de budur.
Bilinmelidir ki, dünyâda insanları iyiliğe çağıran hidâyet müşritleri bulunduğu gibi, kötülükleri süsleyerek iyiliktir diye yutturmaya çalışan şeytanlar da vardır. Aramızda şeytan tabiatlı nice insanlar vardır ki, adamı yoldan çıkarırlar. Öyle kurnaz, öyle sıcak davranırlar ki, insan onların samimiyetinden şüphe etmeyebilir. Fakat parasını bitirip vücudunu harap ettikten sonra bir daha semtine uğramazlar. Buna karşı melek tabiatlı insanlar da vardır. Bunlar da insanın yolunu Allah'a ve rızâsına çevirirler. Bunlarla tanışabilmek Allah'ın büyük lûtfu ve hidâyetidir. Bunu kazanmak için Allah'a yalvarmalı, bunun için de, Fatiha sûresini çok okumalıdır. Çünkü orada
"îhdine's-sırâta’l-müstakîm" = Yâ Rab bizi doğru yola hidâyet et" dileği vardır
Örneksiz, misâlsiz, hiç benzeri olmayan şeyleri, acib ve hayret verici alemleri icad eden
"O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O'nun eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir."
Eşsiz, benzersiz anlamında “Bedea” kökünden gelen Bedi örnek ve model olmadan birşeyi yapan, yaratmak manasına gelen "Allahu bediu's-Semavati ve'1-ardi" yani Hak Tealâ göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Cenab-ı Hak; zatında eşsiz, sıfatlarında, hükümlerinde ve işlerinde benzeri ve dengi olmayandır. O, mutlak bütün varlıkları eşi ve benzeri olmadan sanatkârane yaratandır. O, mahlukâtı daha önce benzeri olmaksızın yaratandır. Allah yaptıklarında acaib ve hayret verici, alemleri icad eden, hükmünün benzeri olmayandır. Bunun için benzeri olmadığı zaman bu eşsiz manasında "bedi" denildi. Aynı zamanda "bedi", ilk manasınadır. Bir ayeti kerimede:
"De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim."
Manasında "kul ma küntü bidan miner-Resulü" şeklinde geçmektedir. Yani ben, "tevhidi getiren ilk peygamber değilim." Bu da "ben daha önce benzeri geçmeyen biri" değilim demektir.
Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.v.) bir adamı:
"Allah'ım! Sen çok çok lütufta bulunan tek mabudsun, yerin ve göğün tek yaratıcısının, celal ve ikram sahibisin. Bütün hamdın sana mahsus olması yönüyle senden niyazda bulunuyorum. Senden cennet istiyorum" dediğini gördü. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
"Andolsun ki O dua edildiği zaman mutlaka icabet edilen, bir şey istenildiğinde mutlaka lütufta bulunulan bir isimle Allah'a dua ediyor" buyurdu.
El-Bedi"' Kitab-ı Aziz'de iki kere zikredilmektedir.
1. "O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece "Ol" der, o da hemen oluverir."
2. "O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O'nun eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir. Her şeyi O yaratmıştır. Ve her şeyi hakkıyla bilen O'dur."
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir."
O, gökleri ve yeri en güzel şekilde, eşsiz bir biçimde, hayret verici ve sağlam bir sistemde yaratandır.
"İlkin mahlukunu yaratıp (ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tekrarlayan O'dur."
Hangisinin daha güzel işler yaptığını denemek için insanları ilk defa o yarattı, sonra da iyilik yapanları cennetle mükafatlandırdı, kötülük yapanları da kötülükleriyle cezalandırdı.
Böylece mahlukatı aşama aşama/tedrici olarak vâr eden, sonra her an bu yaratma işini tekrarlayan O'dur.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Muhakkak ki senin Rabbin istediğini hakkıyla yapandır."
"O, yüce Arş'ın sahibidir, dilediği şeyleri mutlaka yapandır."
Bu, O'nun kuvvetinin kemalini, iradesinin ve gücünün etkinliğini ve geçerliliğini gösterir. Her istediği şeyi hiçbir engelle ve muhalifle karşılaşmadan gerçekleştirir. Hangi iş olursa olsun O'nun yardımcı ve destekçiye ihtiyacı yoktur. Bilakis O, bir şeyi dilediği zaman "ol" der ve "oluverir". Dilediği her şeyi yapmakla beraber O'nun iradesi hikmetine ve hamdine tâbidir. O, mükemmel bir kudret, nüfuzlu/geçerli bir irade ile muttasıftır. Aynı zamanda yaptığı ve yapacağı her şeyi kuşatıcı bir hikmetle de nitelendirilmiştir.
Bedî, mübdî, ma'nâsınadır. Mübdi’, ibda' eden, yâni örneği bulunmayan bir şey ihtira ve icâd eden demektir. Bedî ile mübdi' arasında fark da yok değildir. Gerçi her ikisinde de örneksiz icâd ma'nâsı varsa da örneği bulunmayan -velev ki bir tek olsun- bir şey ihtira edene mübdî, denilebilir; amma bedî’denmez. (Bedî’) hiç birinin de örneği ve misâli yokken, sayısız şeyler îcâd ve ihtira eden, düşünmeğe, araştırmağa muhtaç olmadan, kolaylıkla ve dâima misilsiz şeyler yaratmak, îcâd etmek âdeti ve kadîm sıfatı bulunan zât demektir ki, bu ma'nâca Bedî’ ancak Allahu teâlâ Hazretleridir.
Örneği yokken Allah'ın kudretiyle meydana gelen fevkalâde güzel ve insana hayret verici şeylere de -ibda' olunmuş ma'nâsına- bedî' denildiği vardır. Bu i'tibarla gökler ve yer ve Allah'ın yarattığı her şey, ne kadar bedî, ne kadar misâlsizdir! Allahu teâlâ onlardan hiç bir zerre yokken, ortada örnek ve misâl tutulacak hiçbir şey bulunmuyorken, ilk önce bunları ihtira etmiş, her nev'in ilk ferdini, ilk örneğini ibda' edip yoktan vücuda getirmiştir. Her nev'in ilk ferdi misilsiz olarak yaratıldığı gibi, bir nev'in bütün ferdleri de her yönden tamâmiyle birbirinin aynı değildir. Aralarında hem benzerlik var, hem ayrılık var. Meselâ insan nev'ini alalım: Surette, sîrette tamamiyle birbirinin aynı iki insan bulmak imkânsızdır. Bu bakımdan denilebilir ki, her insanın, her zerrenin yaradılışı başlı başına bir bedîadır.
Halife Ömer'ül-Fârûk (Radıyal'lâhu anh)'in sohbetinde bulunanlardan biri bir gün:
"Şu satranca şaşırıyorum. Satranç tahtasının eni de, boyu da birer arşından fazla değilken, insan onun üzerinde binlerce oyun oynasa, bir oynadığı oyun mutlaka öbürüne benzemez." demiştir.
Hazret-i Ömer buna cevap olarak:
"Bundan daha ziyâde hayret verici şeyler vardır. Meselâ insanın eni bir karış, boyu bir karıştan ibaret olan yüzünde kaşlar, gözler, burun ve ağız gibi âzânın yerleri kat'iyyen değişmediği halde, yine dünyâ yüzünde yüzleri tamâmiyle birbirine benzeyen iki insan bulamazsın. Şu ufacık deri parçası üzerinde bu sayısız değişiklikleri, bu sınırsız bedîaları gösteren Allah Celle Şânühû ne büyük kudret ve hikmet sahibidir!" dedi. İşte kâinat baştan başa böyle bedîalarla, acibelerle doludur. Fakat onu görmek için düşünmeyi ve her şeye dikkatle bakmayı âdet edinmek iktizâ eder.
İnsanoğlunun mühim hassalarından biridir. O, dinini de, dünyâsını da bununla kazanacaktır. Meselâ, ağzı kapalı bir tencerede su kaynıyordu. Derken birdenbire kapak fırladı. Bu hâdiseyi gören bir adam dikkat etti, düşündü. Acaba bu kapak neden fırladı? Sebebini aramağa başladı. Nihayet suyun tabahhuru neticesinde hâsıl olan tazyikten ileri geldiğini ve bu tazyikin müthiş bir hareket âmili olabileceğini keşfetti. Buhar kuvveti işte bu basit hadiseden doğdu. Meydana konan büyük hakikatler, hep böyle küçük vakıalara dikkat etmekle bulunmamış mıdır? Eğer insanlarda bu hassa olmasaydı, bu kadar ilimler, fenler meydana gelir, sanayi bu kadar incelir miydi? Bu dünyacası... Bu hassa yaratılmışlar üzerinde tatbik ve icra edildiği zaman da Allah bilgisi kazanılır. Emek verip dikkat edenler, Allah'ın azamet ve kudretini sezenler, dirilir, nimetlerini düşünen gönüllerde Allah sevgisi uyanır. Allah'ın, iyiliği sevapla karşılayacağını düşünen gönüllerde isyan korkusu çoğalır ve nihayet bir kul, Allah'a karşı kusurlarını ve çeşitli günâhlarını idrak edebildiği zaman, büyük bir hicap ve pişmanlık acısı duyarak hemen tevbeye ve Allah'ın afv u mağfiretine döner ve bunların her biri imrenilir birer makamdır. Dikkat ve tefekkür bu kadar zengin mahsûl verdiği için, Kur'ân'da ve hadîste insanları tefekküre teşvik ve davet eden birçok âyet ve hadîs vardır. Tefekkür İslâm'da büyük ibâdetlerdendir.
Allahu teâlâ dilediği kuluna hikmet verir. Kendisine ilim ve hikmet bağışlanan, hakikaten büyük hayra ulaşmıştır. Bir kul anlayışı nisbetinde Allah'ın her şeyde parlayan hikmetlerini görmeye, bu bahtiyarlığa katılmaya çalışmalıdır. İnsan var ki, onun hayattan nasibi, sâdece yemek içmekten ibarettir, ondan ilerisine kafa yormaz. Halbuki kendisine hikmet verilenler, yenilip içildikten sonra, bu gıda maddelerinin vücutta kana tahavvül ederek et olması, tırnak olması, kıl olması, görür göz olması, düşünür fikir olması gibi ince ince bedîaları görürler ve bu çeşniyi tatmak için uzun seneler emek vermekten, üzücü yorgunluklara katlanmaktan zevk alırlar.
Ne güzel söylemişler: Hikmetle uğraşanlar ışık, ilimle uğraşanlar yol gösterici, öğütçüler lâmba, âkiller diri, câhiller ölüdür. Herkes beğendiği sınıfı seçsin.
"Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı baki kalacak."
Varlığı zorunlu, vücudu zatının gereği olan Allah (cc) varlığı devamlı olması ve varlığının sonu olmaması sıfatıyla muttasıftır. O varlığının sonu olmayandır. Ebedidir, ezelidir ve varlığı nihayetsizdir.
Cennetin ebedi olması ise, onun varlığının Allah'ın dilediği müddetçe devamlı olmasıdır. Ayet-i kerimede bu husus şu şekilde ifade edilmektedir.
"Mutlu olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça onlar da orada ebedi kalacaklardır. Bu (nimetler) bitmez, tükenmez bir lütuftur.")
Allah'ın ezeli olması, Allah'ın sıfatlarında sadece ona mahsus bir sıfat olup, varlığında hiçbir zaman yokluk olmayan demektir. Her şeyi yokluk kapladığı halde ve her şey yok olacağı halde onun zatı bakidir. O aynı zamanda/mekanı olmaksızın ezelidir.
Bu ism-i şerif varlığın devamını bildiren bir kelimedir.Varlığın devamı, önü ve sonu olmamakladır. Önü olmamak mülahazasıyla Allahu teâlâ'ya (El-Kadîm), sonu olmamak mülahazasıyla (El-Bâkî) denir. Bu ma'nâlara yakın (El-Ezelî, El-Ebedî) ism-i şerifleri de vardır. Ezel demek, geçmişte başlangıcı olmayan; ebed demek, ilerde sonu olmayan demektir. Allahu teâlâ'nın varlığı imtidâd, istimrar ve devam bakımından zaman mefhûmunun içine girmez. Çünkü zaman denilen şey: Kâinatın yaradılmış olduğu lâhzadan i'tibâren adem'e doğru akışının derecelerini gösteren bir mefhumdur. Şu halde yaradılmışlarla başlamıştır ve onlarla bitecektir. Kâinat yokken zaman da yoktu, fakat Allahu teâlâ vardı. Kâinat biter, zaman da biter, fakat Allah Bâkî'dir
Dünyâyı bir misafirhaneye benzetmişlerdir, ne doğru temsil. Yolcu oraya gelir, birkaç gün eğlenir, sonra, bırakır gider. Bu misafirhaneye binlerce asırdan beri kimler geldi, gitti, nasıl memleketler, ne muazzam medeniyetler kurdular, şimdi ise, onların yerlerinde yeller esiyor.
İnsan ve dünyâ yüzündeki her şey böyledir. Dünyâya gelir, hayat safhaları, bebeklik, çocukluk, yiğitlik, kocalık, birbirini sürükler, çeker, vakti gelir ukbâya göçer gider. Dünyâda işlediklerini orada görür. Dünyânın, âhiretin tarlası olduğunu, dünyâda anlamamışsa âhirette anlar. Burada ne ektiyse orada onu toplar. Hayırsa mükâfat, şerse mücâzat görür. Bu haller arkadan gelenlerde de devam eder. Büyük bir geçit resmi gibi herkes sırasıyla gelir geçer. Dünyâ kimseye kalmaz; dünyanın kendisi de kalmaz. Her şey fânidir. Bakî Allah'tır ancak.
Bu geçici hayâta aldanıp kıymetli ömrünü boşuna telef etmemek, dünyâya niçin geldiğini öğrenip, Allah'ın rızâsını kazanmak üzere hayâtından faydalanmak, hâline ve mevkiine göre Allah'ın kullarına lütuf ile, hilm ile, adaletle muamele yapmak, fânî hayatla bakî hayat kazanmaktır.
İnsanların yorgunluklarından yalnız dünyâda faydalanmakla kalmayıp, bu çalışmalarının mahsulünü ebediyete kadar toplamak için, o işleri ebedîleştirmek, üzerlerine birer-(ebedîdir) damgası vurdurmak, iktizâ eder. Böyle damga ile damgalanan ameller, beka ile muttasıf olur. Her şey çürüyüp bittiği zaman bunlar bitmez. İnsanın yaptığı işler içinde, ebedî damgası alabilecek olan, kendisiyle Allah'ın rızâsı istenmiş olanlardır. Mâadası fânidir. Meselâ, bir doktor, bir mimar, hastalık olmayan, inşaat yapılmayan bir âleme göçtükleri zaman, onların ilmini arayıp soran olmaz; bedenleri gibi ilimleri de söner gider. Fakat dünyâdayken o ilimleriyle Allah rızâsı için bir iş yapmışlarsa işte o, ebedîdir ve ondan faydalanacaklardır.
Her şey yokluğa döndükten sonra da varlığı ile hükümranlığı devam eden, servetlerin geçici sahipleri, elleri boş olarak yokluğa döndükten sonra, varlığı devam eden, servetlerin hakîkî sahibi.
"Şüphesiz biz diriltir ve biz öldürürüz. Ve her şeye biz varis oluruz."
Gökte ve yerdekilerin hepsi noksan sıfatlardan münezzeh olan Cenab-ı Hakk'a aittir. O her şeyin Rabbi, varisi, rızık vereni ve acıyanıdır.
Allah (c.c.) tüm varlıklar fani olduktan sonra da bakidir. Öyle ki onun mülkü için nihayet yoktur. Her şey ona döner. Salih amel ise kişiyi yükseltir. Ayet-i Kerime’de:
"... Ey Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen vârislerin en hayırlısısın (her şey sonunda senindir)." buyurulmaktadır.
Ey Allah'ım sen apaçık varissin, bizi yalnız bırakma. Yer şiddetli bir şekilde sarsıldığı, ağırlıklarını çıkardığı, kabirdekiler diriltilip dışarı atıldığı, kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman, senden bizi sabit bir söz olan kelime-i şehadet üzere ayaklarımızı sabit kılmanı niyaz ediyoruz. Ey sözü hak ve sur üfürüldüğünde de mülk kendisine ait Rabbim! Bizi hak üzere sabit eyle! Bugün mülk, saltanat kime aittir? denildiğinde:
"Bir ve Kahhar olan Allah'a aittir" demeyi nasip eyle. Çünkü sen varislerin en hayırlısısın.
Allahu teâlâ mülkün vârisidir, her şeye vâris ancak O'dur. Çünkü mülkün ortaksız sahibi O idî. Ortaksız vârisi de O olacaktır.
Allahu teâlâ mülkünden istediği mikdârı, istediği insanlara verir, yâni onlara muvakkat bir zaman için tasarruf hakkı bağışlar. Onlar da bunun Allah'ın bir lütuf ve ihsanı olduğunu unuturlar, kendileri için müktesep bir hak sanırlar da tasarruflarında hiçbir emr ü ferman tanımazlar. Hayatta bulundukları müddet, ancak kendi keyiflerine göre kullanırlar. Ölünce mal ve mülkümüz vârislerimize kalır ya, o da bir kâr diye haklı haksız demeyip mal toplarlar. İşte bu şekilde tasarruf dâvasında bulunanların ellerindeki ariyet tasarruf hakkı alınır. Kendileri de gider, biter de, ortaksız olarak Evvel ve Âhir, Bakî ve Mâlik bulunan Allahu teâlâ kalır.
Elindeki mal ve servetin hattâ hayâtının sahip ve mâliki ve sonunda vârisinin ancak Allahu teâlâ olduğunu bilerek, kendisinin bir emanetçi bulunduğunu kabul etmeli ve işleri nefsânî arzularına göre değil, Allah'ın emirlerine ve kanunlarına göre yürütmelidir. Allah'ın sevmediği ve emretmediği tasarruflarla, sağken türlü türlü bozuk muameleler, öldükten sonra da, meselâ, vârisleri hakkında, kanun dışı olarak kimine az, kimine çok, kimine hiç bir vasiyyet yapmamak gibi, kendisini çok ağır bir mes'uliyet altına atmamalıdır.
Kullarına doğru yolu gösteren, îrşad eden, bütün işleri isabetli olan, bütün işleri ezelî takdirine göre yürütüp dosdoğru ve bir nizam ve hikmet üzere akıbetine ulaştıran.
"... Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla!"
Allah (c.c.) kullarına doğruyu gösteren ve insanları irşad eden, kullarından taat ehline doğru ilham edendir. O, mahLukatı hidayete çağırandır.
Halimi, "er-Reşid", "doğruyu gösteren manasında irade buyuran demek olup, manası iyiyi, uygun olanı, maslahata uyanı gösteren ve ona çağıran demektir" diye tarif etmiştir.
Allah (azze ve celle) şöyle buyuruyor:
"... Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla!"
"... Allah kime hidayet ederse, işte o, hakka ulaşmıştır. Kimi de hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın." buyurmaktadır.
Rüşd, salah, istikamet demek olup, sapıklık ve eğriliğin zıddıdır.
Şu dua Peygamberimizin dualarından birisidir.
"Ey Allah'ım! Tarafından kalbimi hidayete erdirecek rahmet istiyor, dağınıklılığımı toplamanı, fitneyi benden çevirmeni düzgün yaşamayı, gayb alemini muhafaza etmeni, hazırı da yükseltmeni, amellerimi tezkiye etmeni, yüzümü ak etmeni, bana doğruyu ilham etmeni, her türlü kötülükten korumanı niyaz ediyorum" der ve şöyle deyinceye kadar duasını devam ettirirdi..." Bu benim sana duamdır. Sana düşen ise icabettir. Bu gayretimdir. Sen ise gayreti geri çeviremezsin. Biz Allah'a döneriz, yüce ve azamet sahibi Allah'tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Bu sağlam bir yol, doğru bir dindir."
Reşîd, mürşid ma'nâsınadır. Mürşid kelimesi başlıca iki ma'nâ ifâde eder. Birincisi doğru ve selâmet yolu gösteren demektir. Bu ma'nâca (El-Hâdî) ism-i şerîfiyle beraber olur. İkincisi hiçbir işi boş ve faydasız olmayan, hiçbir tedbîrinde yanılmayan, hiçbir takdirinde hikmetsiz bir şey bulunmayan zât demektir. Burada ma'nâ budur.
Küçük, büyük işlerin kumandası ancak Allahu teâlâ'nın elindedir. Her iş O'nun irâdesi ve tedbiriyle meydana gelir ve yine O'nun takdiri çerçevesi içinde neticelenir. Allahu teâlâ'nın tekvînî olan tedbirleri, kâinatın idaresine ait emirleridir. Her şey bu tedbirlere göre ve tam bir mecburiyet içinde vazifesini yapıp durmaktadır.
Teşriî olan tedbirleri ise, mükellef olan insanların saadet ve refahı için bilhassa Kur'ân'da gelmiş olan emirlerdir, bunlarda cebir yoktur, dinî işlerin cebirle değil, insanların iradeleriyle yapılması istenmiş ve bu iş onların ihtiyarına bırakılmıştır. Onun için bir kulun, irâde-i cüz'iyesini kullanmadan aradığı sevap husule gelmez. Şu halde insanların, kendileri için va'd buyurulan saadet ve refahı bulmak istiyorlarsa, kendi arzularıyle Allahu teâlâ'nın teşriî olan emirlerini yerine getirmek, bu suretle rızâsına ermek için niyet etmeleri ve gayret göstermeleri lâzımdır.
İşlerinde ve muamelâtında hayırlı ve kazançlı tarafı tutabilmek için tedbirli ve uyanık bulunmaktır. Bu da akıl gibi Allah'ın en büyük ihsânı olan hassayı terbiye ederek, çalıştırmak ve nefsi, aklın idaresi ve baskısı altına almakla olur. Akıl, insanı hayvandan ayırt eden bir kuvvettir. Vazifesi Allah'ın kanunlarını anlamak ve onların hükümlerine göre vücut makinesini idare etmektir. Bu akıl her insanda varsa da, ancak işlerini, sözlerini aklının idaresiyle yürütenlere akıllı denir. Yoksa yalnız kendisinde akıl bulunana değil. Biz kendi kendimize akıllı adam olmakla ve hayrını, şerrini bilenlerden bulunmakla iftihar eder, kimsenin aklını ve icrâatını beğenmeyiz. Fakat emin olunuz ki, zengin, fakir, âlim, câhil binlerce insan içinde, aklına göre yürüyen pek az kimse bulunur. Ötekiler hep aklı lüzumsuz bir şeymiş gibi bir tarafa atarak, nefislerinin arzularına göre giderler. Akıllarından faydalanamadıkları için bunlara akıllı denmez.
Hiç aklı olmayana deli derler. Bunlar bir şeyle mükellef değildir. Fakat aklı olup da onu terbiye edemediğinden, yerli yerinde ondan faydalanamayanlara ahmak denir, sefih de denir. Aklın terbiyesi ilme bağlıdır. Onun için İslâm dininde kadın, erkek her ferdin hususiyetine göre, din ve dünya ilmi öğrenmesi farzdır. Akıl, ilimle kuvvetlenince, sahibine dâima olan biten işlerin nereden çıktığını ve hangi yollardan akıp geldiğini dikkat nazarına aldırır. Her hâdisede Allah'ın irâdesini, kudretini sezdirir, O'nun rızâsı için çalışmayı sevdirir. Onun için büyükler demişler ki: İhsân-ı İlâhî'nin en hayırlısı akıl, âfetlerin en zararlısı cehldir.
Nefs insanın içinde şiddetli bir istek kaynağıdır ki, insan bununla işine gelen, hoşuna giden her şeyi kendine maletmek,. nerede ve kimin elinde olursa olsun çekip almak, işine gelmeyen her şeyi yok etmek ister. Bu istek hayvanlarda da bulunduğu için, insanla hayvan arasında müşterek sıfatlardandır, içimizde mütemadiyen fışkırıp duran bu istek kaynağının arzuları mutlak surette verildikçe, o sırnaşık insanlar gibi, daha ziyâde arsızlanır, verdikçe azar, onu imlâya getirmek güç olur. Sahibini de yener. Onun için nefsi Allah'ın razı olacağı hudutlar içinde tutarak taşkınlıktan, fasit heveslerden alıkoymak lâzımdır. Bu da nefsi, aklın hükmü ve idaresi altına almakla olur. İnsan doğduğu günden i'tibâren, işine geleni çekmek, gelmeyeni atmak için çalışmaktadır. Bu hal insanların mayasında vardır. Eğer bu olmasaydı âlemin nizâmı bozulurdu. Şayet bu kuvvet aklın baskısı altına alınmayıp serbest bırakılırsa, yine âlemde herc ü merç hâsıl olur.
Akıl, nefsin isteklerini gözden geçirir, Allah'ın rızâsına uygun olanlarını kabul, olmayanlarını reddeder. Aklın eli, nefsin dizginini tutarsa, kötü yollara bırakmaz, hakka bâtıl, bâtıla hak dedirtmez. Nefsini aklının baskısı altına alabilenler hakikaten büyük insanlardır. Mes'ut olanlar da bunlardır. Çünkü onlardan mahlûkat mutazarrır olmaz, memnun olur. Halkın memnun olduğundan Hak da razı olur.
Allah (c.c.), mühlet veren, bekleyen, acele etmeyen itidali muhafaza eden, zamanı gelmeden fiilinde acele etmeyen, bütün işleri takdir edilen belli zamanda yapan geciktirmeyendir.
Es-Sabur, çoğunlukla hilm sıfatında olduğu gibi cezalandırma kudretine sahip olduğu halde, suçluların cezasını hemen vermeyip, cezayı tehir eden anlamında kullanılmıştır.
Bazen de mahlukâtın hepsine sabır ilham eden manasında kullanılmıştır.
Sözlükte ise nefsi acele etmekten alıkoymak demektir. Allah (c.c):
"Sabah akşam Rablerine, Onun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et." buyurmaktadır.
Ayette geçen "vesbır nefseke" nefsini hapset manasındadır.
"İşte bunda, ahiret azabından korkanlar için elbette bir ibret vardır. O gün, bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür ve o gün (bütün mahlukâtın) hazır bulunduğu bir gündür."
"Biz onu (kıyamet günü) sadece sayılı bir müddete kadar bekletiriz."
Allahu teâlâ Sabûr'dur. Âsilerden öc almakta istical etmez, kendilerine mühlet verir. Kullarının binbir çeşit edep ve saygı dışı hallerini görüp dururken ve onları bir lâhzada yok edivermeye kudreti varken, bunu yapmıyor. Münkirler O'nun hakkında yoktur diye bar bar bağırırken, müşrikler kendine iftira edip dururken, yine naz ve ni'met içinde yaşamaktadırlar. Onların tahsisatını hemen kesmiyor, sıhhat ve afiyet veriyor. Çünkü O, her şeye bir müddet tâyin etmiştir. Her şey muayyen olan seyrini tamamlayacaktır. Vaktinden evvel isti'câl etmez. Vakti gelince de bir lâhza geri bırakmaz. Allah'ın verdiği bu mühlet de şüphesiz büyük bîr rahmettir. Şayet bu mühlet içinde tevbeye gelirlerse tevbelerini kabul eder, suçlarını bağışlar.
Her iki ism-i şerîf ma'nâca birbirine yakındır. Yalnız bu ism-i şerîf, âsiler tevbeye muvaffak olamadan dâr-ı cezaya göçerlerse, kendilerine intikamın orada icra edileceğini bildirir. Halîm ism-i şerifi ise, daha ziyâde afv ve mağfireti bildirir. Fark budur.
Yukarılarda bir iki defa tekrar ettiğimiz bir hakikati son olarak bir daha söyleyelim:
İslâm ahlâkında sabır, şükür, tevekkül, tefviz, rızâ ve teslim gibi îmânın bütünlüğünü ve insanlığın en yüksek mevkiini bildiren ve yüce ma'nâlar taşıyan kelimelerden hakikî ma'nânın tamâmiyle zıddı bir ma'nâ anlıyorlar ve meselâ, sabırlı bir adam denince miskinlik içinde yaşamağa, hor ve hakîr kalmağa, dövülüp sövülmeğe katlanan bir şahıs anlıyorlar, halbuki bu sabır değil (tezellül)dür. Tezellül ise haramdır, yâni bir mü'min için kendini Allah'tan başkasına karşı alçaltması helâl değildir.
Sabır, Allahu teâlâ'nın huylarından biridir. Onun için sabırlı adamlar, faziletli insanlardır. Cehalete, zulme, buhle sabredilmez, haksızlığa sabredilmez, bunlara karşı durulur ve yoluyla izâlesine çalışılır. Sabırlı bir adam demek, dinin ve aklın kabul edip de nefsin hoşlanmadığı veya nefsin arzulayıp istediği halde dinin ve aklın beğenmeyip reddettiği hususlarda, daima dinin ve aklın muktezâsına uyarak, nefsin dizginini ona göre kullanan zat demektir. Sabır büyük makamlardan bir makamdır. En müşkül işler, sabırla başarılır. En çetin ve dolaşık mes'eleler sabırla çözülür.
Dünyânın rahat ve refahı sabırlı elde edilir. İnsan önce kendisine ağır gelen sa'y ve gayreti göstermez, uzun zamanlar büyüklere hizmet etmek zahmetine katlanmazsa, geçim için bir hüner ve ma'rifet sahibi olamaz ve sonraki hayatında rahat edemez. Âhiretin ebedî saadeti de sabırla kazanılır. "Cennet, gönlün istemediği şeylerle çevrilmiştir." İnsan onlara uğramadan Cennet'e geçemez. Bütün faziletler sabırla bulunur. Fazilet ve kemâl hiçbir vakit kolayca ve meşakkatsiz ele geçmez. Yol üzerinde para bulunur ama, ilim, ahlâk, fazilet bulunmaz. Gayretli insanlar bu uğurda nice zahmetlere uğrarlar. Gayret ve zahmetleri nisbetinde ahlâk ve fazilet sahibi olurlar.
Haksızlığı, Hak'ka tecavüzü âdet edinenler bilmelidir ki, Allahu teâlâ zâlimlerden intikamını alır. Allah'ın yakalaması çok şiddetlidir, O'nu hiçbir kuvvet önleyemez. Allah'a isyan edip dururken O'nun müsâadesine ve imhalîne mâruz kalanlar, kat'iyyen buna aldanmamalıdır. Günün birinde hatır ve hayâle gelmeyen azap kendilerini sarıverir. Her halde Allah'a dönmekte, O'nun afv ü mağfiretine sığınmakta isti'câl etmek gerekir.
Hayatta sabredilecek yerlerde sabredenlere, Allahu teâlâ hadsiz hesapsız sevap ve mükâfat va'd buyurmuştur. Bir insanın hiddetine mağlûp olmaması, birlikte yaşadığı kimselerin bazı kusur ve kabahatlerini hoş görmesi,-günâh olan şeylere dönüp bakmaması, onların vereceği geçici lezzetlere aklanmaması sabır olduğu gibi, ilim ve fazilet yolunda, memleket uğrunda, rahatını, uykusunu, malını ve hattâ icâbında canını feda edivermek de sabırdır. Allah'tan gelen ve define çâre olmayan felâketler, hastalıklar ve kazalar vardır. Onlara tahammül etmek ve o gibi hallerde eline, diline sahip olmak, bağırıp, çağırmamak, yakasını paçasını yırtmamak, başını, göğsünü dövmemek, rast geldiğine dert yanmamak ve hattâ yüzünü bile ekşitmemeğe gayret etmek de sabırdır. Hak'tan kuluna musibet gelir. Hiç şüphe yok ki; ecri de beraber gelir. Sabrederse o ecri alır, edemezse musibet birken iki olur. Biri musibetin kendisi, öteki de kaçırmış olduğu ücrettir. Halbuki Hak'tan gelen ücreti kaybetmek, musibetin bizzat kendisinden daha ağırdır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah sizi topraktan yarattı. Ve sizi yeryüzünde yaşattı. Öyleyse O'ndan mağfiret dileyin, sonra da O'na tövbe edin. Muhakkak ki Rabbim (kullarına) çok yakındır, (dualarını) kabul edendir."
Allah'ın isimlerinden birisi de "el-Karîb"tir. O'nun yakınlığı iki türlüdür:
1. Umumî yakınlık: O'nun ilminin her şeyi kuşatır olmasıdır. O, insana şah damarından daha yakındır. Bu, umumî beraberlik anlamındadır.
2. Dua eden ve ibadet edenlere ve kendisini sevenlere özel yakınlığı: Bu, sevgiyi, yardımı, bütün hareket ve hareketsizliklerde desteği, dua edenlerin dualarına icabeti, ibadet edenlerin ibadetinin kabulünü ve sevabı gerektiren bir yakınlıktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Kullarım sana beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm."
Yakınlığın bu genel ve özel anlamı anlaşıldığı zaman onunla Allah'ın varlığının arşının üstünde olması arasında bir çelişki olmadığı görülür. Yakınlığında yüce, yüceliğinde yakın olan Allah her türlü eksiklikten uzaktır.
Allah Tealâ şöyle buyurur:
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Ve Allah her şeyi kuşatmıştır."
"Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size hiç bir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır."
O, ilmi, kudreti, rahmeti ve egemenliği her şeyi kuşatandır. O'nun ilmi bilinecek şeylerin hepsini, görmesi görülecek şeylerin hepsini, işitmesi işitilecek şeylerin hepsini kuşatmıştır.
O'nun iradesi ve kudreti bütün varlıklara nüfuz eder. O'nun rahmeti göklerdeki ve yerdekileri kucaklar. Üstünlüğü ile bütün mahlûkata galip ve egemendir. Her şey O'na boyun eğer.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah kuluna kâfi değil mi?"
O, kullarının bütün ihtiyaçlarını gidermede ve karşılamada yeterlidir. O, özellikle kendisine inanan, tevekkül eden ve yardım isteyen kimselerin dînî ve dünyevi ihtiyaçlarını karşılayandır.
Bütün hamd evvel, âhir, varlığı ve birliği aşikar, mahiyetinin bilinmesi gizli olan Allah'adır. Şehadet ederiz ki O'ndan başka ilah yoktur. O'nun zatından başka her şey yok olacaktır. Selatu selam son peygamber, müslümanların ilki, Alemlerin Rabbi tarafından övülenlerin en hayırlısı Muhammed (a.s.) üzerine olsun. O peygamber ki yüce Allah hakkında "Senin üzerine sena yapmaktan aciziz. Sen kendini övdüğün gibi senaya layıksın" buyurmuştur.
Sonuçta Allah Resulünden gelen "et-Tabibi" ile renklemek güzel olacak. Kainatın efendisi şöyle buyuruyor:
"et-Tabib demeyin fakat er-Refık (dost) deyin. Çünkü gerçek Tabib (çare veren) Allah'tır. Bunun manası her ne kadar sanatında mahir, kendisine helal ve temiz rızık verilen manasına gelse de buradaki manası, "beşerin hastalıklarına derman veren" demektir. Bazen tıp ilmi, her ne kadar hastalığı tanısa ve teşhis etse de hastalığı kuşatamaz. Hastalığın miktarını, hastalığın bedende ne kadar beklediğini ve etkisini anlayamaz. Hastasına ancak etkisine inandığı ilacı verir ve isabetli olabilir de olmayabilir de. Bu durumda "er-Refik", isminin kullanılması "et-Tabib" isminden daha güzeldir. Çünkü doktor hastaya acır ve onu bedenine zarar verecek şeye karşı himaye etmeye çalışır, ona göre tedavi uygular.
"Et-Tabib" ise derman ve çarenin hakikatına, sıhhat ve şifaya gücü yeten demektir. Bu sıfatta ancak her şeyin yaratıcısı ve şekil vereni olan Allah'a mahsustur. Bir başkasının bu isimle isimlendirilmesi doğrudur. Bununla birlikte: "Ey Allah'ım sen sıhhat veren dertlere derman veren tabibsin" denilmesi dua adabına daha uygundur. "Ya tabibu" şeklinde denilmez.
Eş-Şafı' de Esmâ-i Hüsnâ'dandır.
Allah (c.c): "Hastalandığım zaman bana şifa veren Odur."
Resulullah (s.a.v): "Allah'ım Sen şifa verensin, şifa yer" diye dua ederdi. Aişe (r.a.) diyor ki:
"Resulullah (s.a.v.) bir hastanın huzuruna girdiği zaman elini hastanın şikayetçi olduğu yere koyar sonra da:
"Ey İnsanların Rabbi, ağrıyı gider, şifa ver, sen şifa verensin. Senden başka şifa veren yoktur. Sen onulmaz dertlere şifasın" diye dua ederdi."
Yine Aişe (r.a.) diyor ki:
"Peygamber (s.a.v.) hastalandığında elimi onun üzerine koydum. Bu duayı okuyarak gezdirdim. "Allah'ım! Sen en yüce dostsun, Allah'ım! Sen yüce dostsun" buyurdu."
El-Hennan ve el-Mennan, el-Vakî de Allah'ın güzel isimlerindendir.
"... Allah tarafından senin ne bir dostun ne de koruyucun vardır."
"Allah bize lütfetti de bizi vücudun içine işleyen azaptan korudu."
Ey Allah'ım! Bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün en güzel isimlerle niyazda bulunuyoruz. Senden bizi sana itaatle ve güzel kullukla nimetlendirmeni, dostlarına bağışladığını bize de lütfetmeni, senden bizleri seni zikir ve övgüyle nimetlere erişenlerden kılmanı istiyoruz. Ey Allah'ım! Bizi dünya ve ahiret saadetiyle rızıklandır. Bizi zatını temaşa edenlerden eyle!
Ey Allah'ım! Sen emsali olmadan yaratan, yarattıklarına şekil veren, hükmedenlerin en hikmetlisisin. Sen bizi en güzel şekilde yaratansın. Bizi güzel ahlak üzere kıl! Ey Allah'ım! Suretlerimizi güzelleştirip bizi tasvir ettiğin gibi amellerimizi de güzelleştir. Senin her şeye gücün yeter. Dualarımızı kabul buyur.
Allah Tealâ'dan beni ve okuyucularımı takva üzere kılmasını ve kendisine hidayet üzere itaat edenlerden eylemesini, günahlarla aramıza kendi korkusunu sokmasını niyaz ediyorum. Allah korkusu ise Allah'ı bilmekle, ilimle olur. Bunun için Allah (c.c): "Allah'tan ancak âlim kulları korkar." buyuruyor.
Her kim de Allah'a asi oluyorsa, okuyup anlasa bile onu unutmuş demektir.
Cenab-ı Hak şu ayeti kerimede bize bunun nasıl olacağını öğretiyor.
"Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. Gafillerden olma."
Gelin Allah'ı çokça zikretme hususunda yarışalım, ona en güzel isimlerle duada bulunalım.
"İş bunlar cennet nimetlerine erişmiş Allah'ın mukarreb kullarıdır.
O sonu olmayan bir sondur. Bunu Muhyiddin b. Arabi (ö.638 h) şöyle tefsir ediyor:
"Allah'ın isimlerinden her bir isim nmuayyen bir manaya delalet etmektedir. Bu isim ancak medih sıfatlarına ve celal sıfatlarına delalet ettiği zaman güzel olur. Bu manalara delalet eden her isim güzel olur. Zira Cenab-ı Hak: "En güzel isimler (el-esmâ'i-hüsna) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin." buyurmaktadır.
Allah'ın dört bin ismi vardır denilmiştir. Bunun bin tanesi Kur'ân-ı Kerim'de ve sahih hadislerde geçmiş, diğer bini Tevrat'ta, bin tanesi İncil'de, bin tanesi de Zebur'da geçmektedir, denilmiştir. Diğer bir görüşe göre bin tanesi Levhi mahfuz'dadır. Fakat bu beşer alemine ulaşmamıştır, denilmiştir. Ben bunun uzak olmadığını düşünüyor ve bilakis Allah'ın hikmetinin izleri her yerde vardır. Allah'ın isimlerine muttali olmanın yolları çoktur. Allah'ın medhi ve tazimini gerektiren sıfatlara vukufıyetin sebepleri de çoktur. Bir kimse insanın göğsünü yarıpta yaratılıştaki rahmet ve hikmetin on binini görebilse, on bin tanede Allah'ın sıfat ve Esmâ-i Hüsnâ'sına muttali olur. Onun tazim ve medhini gerektiren şeyleri görür. Sonra bir kimse mahlukâtta daha önce anlattığımız rahmet ve hikmetin sayılarına vakıf olabilse bunun bildiklerinden daha çok olduğunu görür. Bu durumda Allah'ın güzel isimlerini saymak, sınırlandırmak sayı ile ifade etmek, ayeti kerimede de buyurulduğu gibi mümkün değildir.
"Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız."
Bu hikmetlerin her bir çeşidine vakıf olmak, Allah'ın isimlerinden diğerine ulaştırır.
Sonuçta, bu konuda her şeyi yazmak isterdim. Esmâ-i Hüsnâ'nın bütün derinliklerini, Rahman'ın sıfatlarının her türlüsünü. Fakat onun güzel simlerini hasr etmek mümkün değildir. Bu sonsuz bir şeydir. Çünkü onun zat ve sıfatları sonsuzdur. Biz onun hakkında her şeyi ifadeden aciziz. Ancak biz onun rızasını umarak bize verilen az bilgi ile bunlar yazdık. Bu konuda O'nun rızasını taleb diyoruz. O'nun azı bize göre çok çok fazladır.
Esmâ-i Hüsnâ'yı belli bir sayıyla sınırlamak ve saymak mümkün olabilir mi? Sonra onun bütün manalarını ince detaylarına kadar anlamak mümkün mü? O'nun indirdiklerinin tevilini de On'dan başka kimse bilemez. O'nun isimlerinden her bir isimde kelimeler yetersizdir. O'nu anlatmada derya tükenir. Onun için Rabbimize şöyle dua ediyoruz.
"Ey Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme! Bize tarafı ilahinden rahmet bahşet! Şüphesiz ki sen lütufta bulunursun."
Ey Allah'ım! Biz böyle dua ediyoruz. Sen icabet buyur. Gayret bizden muvaffakiyet Senden.
Biz O'ndan geldik ve dönüşümüz de O'nadır. Allah'tan başka hiçbir güç ve kudret sahibi yoktur.
İnsanlık târihi gözden geçirilsin... Felâketlerin, musibetlerin, ardı arkası kesilmeyen hücumlarıyle nice medeniyetlerin, cemiyetlerin yok olup gitmesinin iç sebepleri araştırılsın... Görülecektir ki, bu müthiş, faciaların her birinde hep aynı sebep, aynı âmil hâkim olmuştur: Allah bilgisizliği.
Allah duygusu gönüllerden silindiği zaman, hakikî insanlık kıymetleri ve bütün ahlâkî faziletler de derhal yıkılır. Ondan sonra artık o topluluk medenî ve insanî bîr topluluk değildir. Sırtlanların yaşayışından daha kötü bir saldırganlık görülür. Zamanımızda bütün çalışmalar, bütün düşünceler maddiyatın hududu içinde kalmıştır. Bu maddî dünyâda bir çokları arasında maneviyat düşmanlığı, medeniyet ve kibarlık ölçüsü olarak kabul edilmiş, münkirlik alabildiğine yayılmıştır. Bu şımarıklığın, tabiat kanunlarına hâkim bulunmanın verdiği sarhoşluktan ileri geldiğine şüphe yoktur. Ancak şu da muhakkak ki, bugünkü maddî ilerlemeler, maneviyatla muvazî elarak başbaşa yürüseydi, dünyâ yüzünde hakikî ve samimî bir medeniyet havası bütün gönüllere genişlik ve ferahlık verecek, içinde bulunduğumuz bunaltıcı ve ıztıraplı bir yaşayış olmayacaktı.
Ne yazık ki, böyle olmadı. Tabiî kuvvetlerden faydalanmak fazileti, ahlâkı ve insanlığı bütün bütün atmak bahâsına satın alınmış oldu. Asrımızın tamâmiyle maddîleşmiş ve âdeta bir taş kesilmiş olan insanları, tavırlarıyle, hüviyetleriyle işte meydanda. Dış cepheleri ne kadar temiz, iç cepheleri ne kadar iğrenç!
Kalblerinde binbir çeşit hile, iğfal, yalan ve ihtiras kaynaşırken, giyinişlerindeki zarafet, yüzlerindeki tebessüm ve hele asla yürekten olmayan samimiyet ve nezaket gösterileri, ruhlara i'timat yerine, nefret telkin ediyor.
Bu içsiz medeniyet dünyâsında yer yer dalgalanan kargaşalıklar ve bu yüzden dökülen kanlar, çekilen ızdıraplar hep maneviyatta hâsıl olan tezebzübün ve Allahsızlığın tabiî bir neticesidir. Allah'ı unutmakta ısrar edildikçe, bu hallerin korkunç bulut katarları gibi, birbiri ardınca devam edip gitmesinden korkulur.
Tek çare: Allah'ı bilmek ve Allah'a dönmektir. Onun için insanlık âşıklarının, ruh mürebîlerinin fikir ve elbirliğiyle ancak bu nokta üzerinde çalışmaları icâbettiğine inanmış bulunuyoruz ve bu inancımızın sevkiyledirki, aczimize ve hiçliğimize bakmayarak, Ulu Allah'ın 99 adını bildiren hadîs-i şerifi şerhettik.
Gayemiz, zâten gönüllerde var olan Allah bilgisini açmak ve kökleştirip kuvvetlendirmekti. Bu i'tibarladır ki, şayet bazı sözlerimizde bir nevi' tekrarlama olmuşsa bile, biz bunları bililtizam çok görmediğimiz gibi, şuracıkta da yazılarımızın bir icmalini kaydetmekten kendimizi alamadık: (Tekerrürden, tekarrür hâsıl olur).
Evet Allah'ı bilen bir cemiyet efratı, birbirini seven bir cemiyettir. Allah'ı bilmeyen yığın da anarşi halinde kaynaşan bir volkandır.
Üzerlerinde Allah'ın hâkim ve murakıp bulunduğunu kabul etmeyenler, yalnız iki şeydan korkarlar: Kanunun hükümlerinden, zabıta kuvvetinden... Şayet kanunun hükümlerinden, zabıtanın takibinden serbest kalacaklarını bilseler, onların yapamıyacağı yoktur. Fakat ruhlarının derinliklerinde gizledikleri niyet ve düşüncelerinden Allah'ın haberdar olduğunu bilenler, kötü maksat ve düşüncelerinden dolayı Allah'a karşı utanırlar da, kanunun cezalandırmıyacağına veya zabıtanın ulaşamıyacağına emin olsalar bile, ruhlarını kirletmezler.
Onların ruhları, hisleri, fikirleri, lekesiz ve tertemiz olur. Allah'ı hakkiyle bilenin yalan aklına gelmez. Hileyi hiç düşünmez, kimseyi aldatmaz. Çünkü bütün bunlar Allah'a ehemmiyet vermemenin neticesi olan kötü şeylerdir.
Allah'ın lûtfunu bilen intihar etmez. Keremini bilen me'yûs olmaz. Büyüklüğünü bilen büyüklenmekten titrer. Birliğini bilen, insanlığın şeref ve haysiyetini yok eden, ruhu kirleten şirkten kurtulur. Allah'ın hilmini bilen, yapmakta olduğu kötülüklerin cezasının geriye bırakıldığını ve bu arada nedametle vazgeçtiği surette afva uğrayacağını, ısrar ettiği takdirde korkunç bir akıbetin kendisini beklemekte olduğunu takdir eder. Allah'ın kudsiyetini bilen, Allah'tan başka her şeyin, ne kadar büyük olursa olsun, âciz, muhtaç, eksik olduğunu tasdik eder. Emniyetin, selâmetin yalnız Allah'tan olduğunu bilen, içine düştüğü her türlü darlık ve ızdıraptan dolayı yanlış kapıya yalvarmaz. İzzet ve Kibriya sıfatlarının Allah'a mahsus olduğunu bilen, haysiyet ve şerefini muhafaza eder de Allah'tan başkasına zillet göstermez. Varları yok, yokları var edip duran Allah'ın, öldükten sonra tekrar dirilteceği hakkındaki va'dine inanır ve giderini ona göre düzenler.
Allah'ın adlini bilen, kötülükten uzaklaşır. Mülkün sahibinin Allah olduğunu bilen, elindekinin başında; (ileride hesabını vermek mecburiyetinde olan) bir emanetçi olduğunu i'tiraf eder. Kendisine ulaşmış olan her ni'metin, ancak Allah'ın sevk ve iradesiyle geldiğini bilen, yalnız Allah'a boyun eğer. Verilen ni'metler hayır yollarında kullanıldığı surette Allah'ın bunları kat kat arttıracağını ve ebedîleşeceğini bilen, önüne çıkan her hayırlı işi kıymetli birer fırsat telâkki eder... ilâ-âhirihî.
Velhâsıl Allah'ı bilenler sevişir, birbirlerine kenetlenir, bir cisim gibi olur. Ara bozan şeytan, aralarına girmez. Dünyâ ve âhiretin saadeti de, işte bu birlikten doğar. Allah'ı bilmeyenler de hep dövüşür, birbirlerine düşmanlık kapısı açar. Şeytan araya girer, derken her birinin başına bir çok gaile düşer. Rahat ve huzur görmeden bu âlemden göçerler.
İşte önümüzde iki yol: Biri suret-i mahsusada dikkatle, önemle açılmış ve üzerinde milyarlarca ayak izleri görülen bir yol... bir cadde... Öteki de ötede caddeden ayrılmış, belli belirsiz, tek tük bir kaç iz... Evvelkisi Allah'ı tanıyanların yoludur. Görülen izler de, peygamberlerin, temiz yürekli fazilet sahiplerinin, dinli ve îmânlı ilim ve hikmet adamlarının izidir, ikincisi de, nefsinin arzularına uyan, görmez, işitmez, ne yaptığım bilmez bir kuvvet olan tabiata tapanların yolu... Sevgili okuyucu! Bu yolların hangisinde selâmete çıkacağını kendin tâyin et ve ona göre git!..
|
|
|
|
|
|
|
|
|