13 Mayıs 2015

MEVSİMLERLE GÖZ GÖZE



MEVSİMLERLE GÖZ GÖZE

“Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu. 
 Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.” 

 Pencereden, yağan karı seyrederken, aklımda dönüp duruyor şairin dizeleri. Nedense duramıyorum yerimde. Sokağa atıyorum kendimi. Yürüyorum. Kibarca elimi tutup, eşlik ediyor sessizlik. Arasıra göz ucuyla mahalleliyle selamlaşıyorum. Soğuktan kıpkırmızı kesilmiş yüzleriyle paltolarının içine gömülmeye çalışan, elleri ceplerinde saklı eski dostları görüyorum. Telaşla geçiyorlar yanımdan. Soluklarının buharı yüzüme çarpıyor.

 Selam sabah yok. Hava soğuk. Bileklerimi ıslatıyor taze kar. Yürüdüğüm yollarda izlerim kalıyor. 

–İnsanın kendine ait olanı geride bırakması hiç bu kadar kolay olmaz.
 – Gözlerimi kamaştıran bu çıldırtıcı beyazlığa daha fazla dayanamıyorum. 

Nereye çevirmeli bakışları? Gökyüzü de gri bir hüzünle bakıyor bugün.En iyisi gözleri hızlı hızlı kırpıştırmak. Kirpikleri birbirine alıştırmadan uzaklaştırmak. Saniye başı kapanan gözler hastalık habercisi gibi. Tüten bacalardan kömürü çekiyorum ciğerlerime. İslenmiş, bir harabeye benziyor kalbim. Olsun, aldırmıyorum. Yüzümü buruşturan balık kokusuyla hemen ilerideki balıkçıyı farkediyorum. 

 Dükkanın köşesinde yerdeki ölü balıklarla kendisine ziyafet çeken kediyi seyrediyor, kıskanıyorum. Ne büyük saadet! Çoluk çocuk pek yok etrafta. Kış aylarında alışık olduğumuz bir durum . Yavrularını hastalanmasınlar diye dışarıya salmazlar anneleri.Hakları var.Durduk yere iş açmamalı başlarına lakin kış dediğin belki 4-5 ay buralarda. 

Ama gel de sen anlat bunu afacanlara! Hoş, durum büyükler için de çok farklı değil. Manavın, kasabın ve berber dükkanının kapı önleri yığınla kar. Bu adamlardaki de ne rahatlık! İnsan alır eline bir kürek temizler kapısının önünü, işinin başında durur. Ama nerde! Milletin ödü kopuyor üşümekten. Para suyunu çekip de açlık canlarına tak edinceye kadar çıkmazlar evlerinden. Bu yüzden değil mi manav efendi yazın sıkı çalışıp kış gelmeden eve stoğunu yaptı. 

Ağustos böceğiyle karınca masalı ya hayat, bizim manav da karınca! Şimdi evde sefasını sürüyor. Anlamıyorum bu kaçışı. Kış dedi mi evlere yaz dedi mi sahillere koşuyor insanlar. Sonbaharda bizi bir kasvet alıyor da yağan yağmurlar sanki rahmet değilmiş gibi kalplerimizde göl dolup gözbebeklerimizden taşıyor. Zaman zaman şemsiyelerimizi evde unutsak da şefkatli mendillerimizi hep ceplerimizde buluyoruz.

İlkbahar; doğanın nefes kesen dirilişi! Fakat biz bu seyirden mahrum kalıyor,hapşırıklarla boğuşuyoruz. Göremiyoruz bu cümbüşü. Yazın tenimize nüfuz eden sıcak güneşle da başımız dertte. Bu aydınlıktan da kaçmalıyız. Hemen kara gözlüklerimizi takıyoruz bu yüzden. Kış mı? Daha önce de söylemiştim. İyice kısıyor, hızlı hızlı kırpıştırıyoruz gözlerimizi. Asker düzeninde selam vererek geçiyor önümüzden mevsimler. Kış, ilkbahar, yaz, sonbahar… 

Dört mevsim. Vivaldi. Her ne kadar sonbahar benim mevsimim olsa da Vivaldi’nin en çok kışını severim. Memleketimin kışına benzer. Çatıdan sarkan, bir adam boyundan uzun buzların altında yürümek cesaret ister. Önümüze düşen sivri burunlu bir buz bize hınzırca gülümserken Vivaldi kemanına biraz daha asılır. Soğuktan uyuşmuş ellerimizle kemanın üzerinde dans eden parmakları ayakta alkışlarız. Ardından kavuşturup ellerimizi üfleyerek ısıtmaya çalışırız. 

Canımızdan can bağışlar gibi. Hasılı çetin geçer buralarda kış.Ama ilginçtir ben hiç üşümem. Korkutmaz beni bu sevimli pamuk tarlası. Belki de bu yüzden anlamıyorum insanları. Sanki hiç kardan adam yapmamış gibi. Hiç ipil ipil yağan karı hayretle seyretmemiş gibi. Sanki hiç çocuk olmamış gibi kaçışıyorlar.Halbuki ne kadar çok kaçarsa insan o kadar iz bırakır geride. Hadi teslim olalım. 

 Çocuklar! Hadi çıkın dışarı! İlk kar topunu ben atacağım. Baharda ördüğüm kırmızı atkımı da vereceğim size. Dolayın beyaz adamın boynuna. Üşümesin. Ve siz büyükler! Kulağım sizde. Bir yılda neler “gördünüz” anlatın bana. Fakat mevsimlerden söz edeyim demeyin.

GÖRÜNMEYEN HÜKÜMET


GÖRÜNMEYEN HÜKÜMET.

1960'ların başları ABD için fırtınalı yıllardı. 
Önce J.F. Kennedy ve CIA, paralı askerlere Küba'yı işgal etmeleri emrini verdi. Bu başarısız olunca Kennedy, Fidel Castro'yu sahneden silmek için Mafya ile işbirliğinin yollarını aradı. Nikita Kruşçev ile Viyana'da yapılan zirve bir fiyaskoydu. Kremlin Berlin Duvarı'nı kısa sürede inşa etti. Bunu, Kremlin ve Beyaz Saray'ın doğrudan karşı karşıya geldiği Küba füze krizi izledi. Sovyetler'in füzeleri geri çekmesi karşılığında Kennedy'nin Küba'ya bir daha asla saldırmama sözü verdiği bir anlaşmaya varıldı. 

Yine de, ABD o zamandan beri, her şeyden önce en temel insan haklarını çiğneyen insafsız, tamamen yasadışı ekonomik ambargolarla Florida sahillerinden 150 mil uzaklıktaki bu küçük adayı boğmak için uğraşmayı sürdürdü. Ardından, 1960'ların başlarında Washington'da, Ho Chi-Minh'in Güney'i almasını önlemek için Vietnam'da kapsamlı bir kara savaşının başlatılması üzerinde ciddi biçimde kafa yoruldu. Tüm bu dramatik gelişmeler, Başkan Kennedy'nin 22 Kasım 1963 günü bir suikast sonucu ölmesiyle zirveye ulaştı. 

Kennedy pek çok kişi tarafından bir kahraman olarak görülüyordu. Ancak o sıralarda hiçkimse onun ve Beyaz Saray ekibinin iktidarda olduğu üç yıla yakın sürede ne kadar çok karanlık iş çevirdiğini ve tümüyle yasalara aykırı kararlar aldığını bilmiyordu. Sözgelimi Kennedy'nin, Küba liderinin erken ölümünü tezgahlamasını sağlama görevini vermek istediği Chicago yeraltı dünyasını harekete geçirebilmek için bir fahişeyi kullandığından, kamuoyunun hiçbir zaman haberi olmayacaktı. Bugünün ölçütleriyle, yabancı bir devlet başkanının planlı bir şekilde öldürülmesi, John Kennedy'yi Lahey'deki Savaş Suçları Mahkemesi'nde Slobodan Miloşeviç ile birlikte sanık sandalyesine oturturdu. 

Elbette ABD ve Yugoslav liderleri için aynı ölçütlere uyulsaydı... Bağımsızlık Bildirgesi'nin ilan edilmesinden bu yana ABD, Manhattan'in girişindeki ünlü heyke ile sembolize edildiği üzere, kendisini en demokratik ve özgürlüğüne düşkün ulus olarak sunar. Bugün, 21. yüzyılın başında ABD dünyanın tek Haydut Süper Gücü haline geldi. Bu nasıl gerçekleşti? II. Dünya Savaşı'na kadar Washington büyük ölçüde kendi içine kapalı yaşıyordu. Sadece Rio Grande'nin güneyindeki sorunlu bölgelere ara sıra operasyonlar düzenlendiği oluyordu. I. Dünya Savaşı'nda Avrupa'yı Almanya'nın egemenliğine bırakmamak için kurtarıcılık görevi yerine getirildi. Kongre dünya çapında önemli bir rol oynamaktan genellikle kaçındı. Sözgelimi 1941 yılında Endonezya'nın başkenti Jakarta'da ABD, muhtemel Amerikalı turistlere yardım amacıyla sadece bir konsoloslukla temsil ediliyordu. 

Dwight D. Eisenhower dünyanın bu dördüncü büyük ülkesinde Sukarno'yu devirmek için 1958 yılında amatörce bir CIA darbesine girişti. Neden? Çünkü Endonezya Devlet Başkanı zamanın Washington yönetiminin çıkarları açısından fazla solcu olarak değerlendiriliyordu. Bu yüzden ABD onu yönetimden indirme işini kendi üzerine aldı. Oysa Endonezyalılar, yüzlerce yıllık Hollanda sömürgeciliğine karşı başlatılan özgürlük yürüyüşüne daha 1920'li yıllarda, öğrenciliği sırasında katılan Sukarno'yu ulusun babası olarak görüyordu. Eisenhower başarısız oldu. Oysa CIA tarafından bazı hainler de bulunmuştu. Bunlara Sumatra adasında rakip bir hükümet kurmaları için para yedirildi ve silahlandırıldılar ama Endonezya ordusu yine de Sukarno'ya sadık kaldı. 

ABD müdahalesi başarısızlıkla sonuçlandı. Ancak 7 yıl sonra gerçekleştirilen ikinci CIA darbesi Sukarno'yu devirecekti. ABD, bu süre zarfında, sanki uyulması gereken hiçbir uluslararası sözleşme ve yasal anlaşma yokmuş; sanki Birleşmiş Milletler Sözleşmesi Amerikalılar adına Harry S. Truman tarafından hiç imzalanmamış gibi, tam donanımlı bir Haydut Güç olarak davranmayı, savaşmayı, Washington'un hoşlanmadıği yasal hükümetleri devirmeyi, yabancı liderlere suikast yapmayı, açık veya örtülü savaşlarla egemen devletleri istila etmeyi öğrenmişti.

Küçük bir güçten, herhangi bir zamanda herhangi bir yere müdahale etmeye hazır dünyanın bir numaralı gücü olma yönündeki bu umulmadık dönüşüm, II. Dünya Savaşı'nın dolaysız bir sonucu olarak ortaya çıktı. Hitler Avrupa'yı eline geçirince, eski dünyadan yeni dünyaya kitlesel bir beyin göçü ve sermaye akışı gerçekleşti. Mihver devletleri üzerinde birleşik bir zaferi mümkün kılmak için ABD'nin Alman I.G. Farben ve Krupp şirketlerinin karşısına kendi savaş sanayiini koyması zorunluydu. Ünlü askeri sanayi kompleksinin güç kazanmasının bir nedeni buydu. Diğeri ise, kuşkusuz, Soğuk Savaş'ın başlamasıydi. 


Bu gelişmeler çok önemli bir köşetaşını, Görünmez Hükümet halini alacak şeyi öne çıkardı. 1964'de, Dallas suikastından bir yıl sonra David Wise (The New York Herald Tribune) ve Thomas Ross (The Chicago Tribune) birlikte Görünmez Hükümet'i yazdılar. Hollanda'da Nijenrode Kalesi'nde bir Diplomasi kursunu (1946-1948) izledikten sonra, Yale Üniversitesi'nde ‘Uluslararası İlişkiler’ derslerine (1948-1950) katıldım. Profesör Arnold Wolfers bölümün dekanı ve kalmakta olduğum Pierson Koleji'nin müdürüydü. CIA 1947'de insanlığı komünizmden korumak için kurulmuştu. En azından, ABD'nin uluslararası casus şebekesine gizli ajanların fısıldadığı yorum buydu. Yale'de tamamen normal ve gündelik görünen işlere pek az ilgi gösteriliyordu. 


Wolfers gibi birçok uzman, CIA'nın, ne Kongre'nin ne Beyaz Saray'ın kontrol edemeyeceği ölçüde dev bir gizli servis halini alacağına David Wise, Thomas Ross, The Invisible Government, Random House, New York. ihtimal vermiyordu. 1960'ın sonlarında başkanlığı bırakmadan önce General Eisenhower ciddi bir uyarıda bulundu. Askeri sanayi kompleksinin devlet içinde devlet halini almakta olduğu kaygısını -tarihe bir not düşmek üzere- dile getirdi. Eisenhower'ın uyarısı birileri tarafından pek önemsenmeyerek kayda geçirilirken, çoğu kişi ise konunun vehametinden habersiz işlerini yapmaya devam etti. General, başında olduğu yönetim aygıtının komşu Küba'ya bir CIA müdahalesi hazırlamakta olduğunu biliyordu. Belki de Endonezya'da CIA'nın 1958 yılındaki başarısızlığından ders çıkarmış olacak, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı olmadan Fidel Castro'ya saldırmanın, BM Sözleşmesi'ni çiğnemek anlamına geldiğini biliyordu. Bu durumu halefine kavratmayı her nedense başaramadı ve Kennedy ilk büyük yenilgisini Domuzlar Körfezi sahillerinde aldı. Başkan Kennedy, bu CIA felaketinin etkisinden hiçbir zaman tam olarak kurtulamadı. 


Castro onu aptal durumuna düşürmüştü. Kennedy, Küba liderini öldürtme çabalarını bir kat daha artırarak sürdürdü. Araştırmacı gazeteciler Wise ve Ross, Eisenhower'ın uyarısını iyi kavramış olmalılar ki, onların 1964 tarihli kitabı onun uyarı mesajına tıpa tıp uyuyordu. ‘Bugün ABD'de iki hükümet var,’ diye yazıyordu kitaplarının ilk satırında. ‘Biri görünür, diğeri ise görünmezdir.’ Birinci hükümet medyada ve televizyonda boy gösterir. İkincisi, ‘ABD'nin Soğuk Savaş politikalarını uygulayan dışa kapalı, gizli makine’dir. 


Yazarlar, çalışmakta olan ikinci bir hükümet şeklinde bir ‘resmi yapı’nın düşünülmemesi gerektiğini ifade ediyorlar, görünmezleri, ‘görünür hükümetin çeşitli bölümlerinden çekilmiş kişi ve bürolardan oluşan gevşek, şekilsiz bir topluluk’ olarak tanımlıyorlardı. Görünmezler sadece CIA'ya bağlı da değildi. 1964'deki istihbarat topluluğunun şu yapıları içerdiğini ifade ediyorlardı: Ulusal Güvenlik Konseyi, Savunma İstihbarat Ajansı, Ulusal Güvenlik Ajansı, Ordu İstihbaratı, Donanma İstihbaratı, Hava Kuvvetleri İstihbaratı, Dışişleri Bakanlığı İstihbarat ve Araştırma Bürosu, Atom Enerjisi Komisyonu ve Federal Araştırma Bürosu. 


 Wise ve Ross, yaklaşık 190 milyon Amerikalının yaşamlarını şekillendiren Washington'daki bir gölge hükümetin varlığını saptarken kahince sözler ediyorlardı, Bugün, ABD görünmez hükümetinin, nasıl öldürdüğünü, sakat bıraktığını, bombaladığını, Güneydoğu Asya'daki köylülere karşı nasıl kimyasal savaş yürüttüğünü, Sovyet gemilerinin yardım getirmesini önlemek için Nikaragua çevresindeki suları nasıl mayınladığını, Che Guevara'yı bir hayvan gibi iz sürerek yakalamak için Bolivya'da nasıl bir insan avını yönettiğini ancak 2001 yılında, her şey olup bittikten sonra öğreniyoruz.

Bu kriminal davranış, Marksizm-Leninizm konusundaki, savaş sonrasının çılgın Amerikan takıntısından kaynaklanıyordu. 1945'in gizli işler çeviren Amerikalıları, komünizme karşı yürütülen haçlı seferinde her şeyin mübah olduğuna inanıyordu. Onlar Amerikan atayurdunun ve gerekliyse bütün insanlığın gerçek ve kendi kendini atamış koruyucularıydılar. Biz Avrupa'da böylesi bağnazlara neonazi diyoruz. Ulusal çıkarlar doğrultusunda harekete geçmek için Kongre'nin onayına gerek yoktu. Birleşmiş Milletler, Cenevre Savaş Suçları Sözleşmesi ve aptal barışçıların söylediği her ne varsa cehennemin dibine. Öyleyse, antikomünist haçlıların mantığıyla Castro'ya zehirli puro veya Kongo'da Patrice Lumumba'ya zehirli diş macunu göndermek, ölecek olanlar piçlerse, kuşkusuz tamamen normaldi. Her şeyin ötesinde, dünyayı komünistlerden temizlemek için yapılmasi gerekenleri en iyi onlar, yani görünmezler bilirdi.

Birleşmiş Milletler'in Birmanyalı Genel Sekreteri U. Thant, bana Amerikalıların Vietnam'da boğaz kesme hevesinin, İsa adına Müslümanların boğazını kesmek için Hıristiyanların at sırtında İstanbul'a doğru sefere çıktığı Ortaçağ'a benzettiğini söylemişti Faşizm; iktidarın merkezileşmesi, dışişleri dahil bütün devlet Willem Oltmans, On Growth, The Crisis of Exploding Population and Resource Depletion, Putnam & Sons, New York, 1974, s. 1-7. Richard H. Shulz, The Secret War Against Hanoi, Kennedy's and Johnson's use of spies, saboteurs, and covert warriors in North Vietnam, Harper Collins Publishers, New York, 1999. işlerinin tam denetime alınması, saldırgan bir milliyetçiliğin savunulması, hiçbir muhalefete ve eleştiriye izin verilmemesi, güçlü bir askeri sanayiinin kurulmasıdır. Mussolini İtalya'da faşizmi 1922 yılında kurdu. 


Faşizm, daha sonra Almanya'yı içine alarak yayıldı. ABD II. Dünya Savaşı'ndan sonra Mussolini faşizminin bir başka türünü geliştirdi. Dışardan bakıldığında Beyaz Saray ve Başkan'ın kendi çıkarları doğrultusunda sık sık zora başvurdukları görülür. Öte yandan, ABD Kongresi'nin denetimden çıkan ve kendi başına buyruk davranarak yasa dışı işler çeviren istihbarat servislerine sürekli müdahale ettikleri düşünülür.
Görünmezlerin bırakın Kongre'yi, Beyaz Saray'dan bile- izin istemeden bütün dünyada defalarca yasadışı ve kanlı eylemlere giriştiği ortaya çıktı. Bunun en güzel örneği Vietnam savaşı sırasındaki Tonkin Körfezi olayıdır. Neredeyse herkes kendi anılarında orada aslında ne olduğuna dair yarı gerçekler üretti. 

Fletcher Hukuk ve Diplomasi Okulu'nda Uluslararası Siyaset Profesörü Richard H. Shultz, geçenlerde ‘Hanoi'ye Karşı Gizli Savaş, Kennedy'nin ve Johnson'ın Kuzey Vietnam'da Casusları, Sabotajcıları ve Özel Savaşçıları Kullanışı’nı yayınladı. Shultz, 30 Temmuz 1964'de ABD savaş gemilerinin kuzeydeki Hon Me ve Hon Nieu'yu nasıl bombaladıklarını, böylece misilleme yapması için Hanoi hükümetini nasıl kışkırttığını anlatıyor. Vietnamlılar 4 Ağustos 1964'de USS Maddox gemisine saldırdı. 


ABD tarafından kışkırtılan bu olay, görünmezlerin başından beri planladığı gibi, Hanoi'ye karşı savaşın alevlenmesi için gerekli koşulları hazırladı.‘Bununla birlikte’ diye yazıyordu Profesör Shultz, ‘Savaşın şiddetlendirilmesi için belirleyici kararın alınmasını bu olay sağlamadı. Johnson yönetimi bunun gerekli olduğuna karar vermişti. Olay, Başkan'ın zaten karar verilmiş olanı uygulayabilmesi için bir gerekçe oldu.’ Başka bir deyişle, önce ABD istihbaratı bir tepkiyi tahrik etmek için Hanoi topraklarına saldırdı ve gecikmeden istenen tepki geldi. Hemen ardından Pen-
diye bağırdı ve Kongre, ABD Hava Kuvvetleri'ne Hanoi ve Haiphong açık şehirlerini bombalamaya başlaması için kapıları açan Tonkin Körfezi Önergesi'ni benimsedi. 

Yıl 1964'dü. Bill Clinton'ın Sudan veya Afganistan'a cruise füzelerini yolladığı tarihe kadar, önce diplomasinin denenmesi anlayışı, Beyaz Saray'da kararları alan beyinlerden çoktandır silinmişti. Wise ve Ross, Amerika'da gerçekte ne olduğuna ilişkin 1964 tarihli olağanüstü öngörülü analizlerini şu tür gözlemlerden çıkarıyorlardı: ‘Bağımsızlık Bildirgesi'ni hazırlayan insanların temel ilgi konusu, yönetilenlerin rızasının alınmasıydı. 20. yüzyılın ortalarında Soğuk Savaş'ın baskısı altındaki ulus liderlerinin başlıca ilgi konusu ise yönetenlerin iktidarlarını sürdürmesi haline geldi.’ Görünmez hükümet, ulusun hayatta kalmasını garanti altına almak için tasarlanmış bir araç olarak ortaya çıktı. ‘Fakat gizli olduğundan, normal anayasal denetim ve sınırlamaların dışında iş yaptığından, tam da korumak için tasarlandığı sistem karşısında potansiyel bir tehlike oluşturdu’ CIA'yı doğuran Ulusal Güvenlik Yasası'nı 1947'de imzalamış olan, eski Başkan Harry Truman 1963'de oldukça tehlikeli bir durum görmüş olmalı ki şu uyarıyı dile getirdi: 

‘Bizler, bağımsız kurumlarımıza ve özgür ve açık bir toplumu yaşatma yeteneğimize duyarlı bir ulus yarattık. CIA'nın işleyiş tarzında bizim tarihsel konumumuza gölge düşüren bir şeyler var ve bunu düzeltmek gerektiğini hissediyorum’ Kennedy olayını araştıranlar, Truman'ın, Kennedy'nin öldürülmesinden dört hafta sonra sarfettiği bu sözlerin, onun Dallas cinayetini istihbarat servislerinin tertiplemiş olduğu kuşkusunun işareti olabileceğine dikkat çekerek bu konuşmaya göndermede bulunuyordu. Bu araştırmacılar, Dallas'ta kurulan pusunun oldukça ince ve karmaşık bir tarzda uygulanmış olduğunu, Başkanın Dallas Kitap Deposu'nun bir penceresinden eski bir denizci tarafından öldürüldüğü şeklindeki resmi açıklamaya ancak çocukların inanacağını düşünüyorlardı. 

Bunlara David Wise, Thomas Ross, The Invisible Government, Random House, New York, s. 348. Washington Post, 22 Aralık 1963. ek olarak, Zapruder'in filmi açıkça gösterdi ki, Kennedy tam tersi yönden vurulmuştu. Kimsenin, oğul Bush, Cheney veya Rumsfeld'den, Eisenhower'ın 1960'da askeri sanayi ile ilgili tehlikelere dikkat çeken konuşmasındakine benzer görüşler ileri sürmesini bekleyeceğini sanmıyorum. Çünkü bu üçlünün kendisi, görünmezlerle yakından bağlantılıdır. Tabii artık kimse Truman'ın 1963'de dile getirdiğine benzer uyarılar da beklemiyor. Gerçekte bugün -2001 yılında- ABD bir Görünmez Hükümet tarafından yönetiliyor. 2000'deki demokratik seçim, utanç verici bir yönetimi bütün dünyanın gözleri önüne serdi. Fakat bu dramın gerçek anlamı önümüzdeki onyıllarda ortaya çıkacak. Gelen füzelere karşı koruyucu bir kalkan oluşturma yönündeki çılgın plan, gelebilecek daha büyük saçmalıkların açık bir belirtisi. 

Mevcut ABD yönetimine hakim olan kafalar kuşkusuz Soğuk Savaş döneminde programlandı. Bugünkü başkanın adamları, içinde bulundukları 21. yüzyılın yeni gerçeklerine uyum sağlama yeteneğinden yoksunlar. Başkanları onları iyi temsil ediyor: Özellikle bir suflörün yardımı olmadan yalnız başına kaldığı zaman ipe sapa gelmez laflar ediyor. Meksikalı yazar Carlos Fuentos, Guatemala City'deki son basın toplantısında II. Bush'u ‘cahil kaçık’ diye tanımladı. ABD kabinesinin üyeleri bile kamuoyunun önünde, dikkate alınmadıklarından ve ne olup bittiğini bilmediklerinden yakınıyor. Küçük Bush, Beyaz Saray'ı ve böylece ABD'yi -ve dünyayı- bir politbüro gibi yönetiyor. Amerika nereye?

Sümerler – Uygarlığı Doğuran Halk


Sümerler – Uygarlığı Doğuran Halk

130
Bir çok şeyin ilkini merak ederiz.Bu ilk ne zaman yapılmıştı ? diye kendimize sordugumuz çok olmuştur. Sümer uygarlığından söz ederken merak ettigimiz birçok ilk’e yanıt bulabiliriz. Dünya kültürünün üzerine kuruldugu bilgi birikiminin temelinde Sümerler vardir. Günümüzden yaklasık 5000 yil önce, MÖ 3000′lerde Sümerler yaziyi bulmuşlar, ilk kent devletlerini kurmuşlar, ilk yasaları düzenlemişler, ilk mit ve destan örneklerini vermişlerdi. insanlık bir tan sökümü yasiyordu ve bunu saglayan Sümerler olmuştu.
131
MÖ 4. binyılın başlarında Eridu’da, Dicle ile Fırat’ın İran Körfezi’ne döküldüğü yerde yer alan ve bentlerle, kurutma çalışmalarıyla “toprağı sudan ayırmanın” gerektiği bataklık bir kesimde, kuzeyden gelen insanlar toprak tanrısına adanmış bir tapınak yaparlar. Çok geçmeden El Ubeyt’te, Ur’da, Lagafl’ta, Uruk’ta, Gavra’da büyük dinsel yapılar, oturmufl bir mimari özellikle kendilerini belli etmeye bafllar. Tarım tanrılarını ve ana tanrıçaları canlandıran kil heykelcikler, cenaze törenlerinin izleri, El Ubeyt kültürü denen bir uygarlığa bağlı insanların dinsel kaygısına tanıklık eder. Kili, put yapımından baflka çeflitli aletler, sözgelimi kantarlar, sapan topları gibi araçların yapımında kullanırlar. Zanaatçılar altını ifller, bakırı kurflunlu kalıplara dökerek biçimlendirirler. Ticaret canlıdır. İran yaylasındaki kervan merkezleriyle, Sus ve Sialk’la bağlantılar kesintisiz biçimde sürdürülmek-tedir. Buralardan çeflitli madenler, lacivert taşı gibi değerli tafllar, süslü çömlekler getirtilir. Bu kültür kısa sürede ilk sınırlarının dışına taflarak tüm Mezopotamya’ya yayılır. İşte bu dönemde doğudan, büyük olasılıkla da Kafkasya’dan gelen bir halk çıkar ortaya: Sümerler. Bu insanlar süslü çömlek yapmayı bilmezlerse de mi-marlıkta çok ustadırlar. Böylece Hafece’de, Gavra’da, Eridu’da, özellikle de Uruk’ta görkemli tapınaklar yükselir. Bu devasa, dikdörtgen ya da oval tapınakların çok sayıda oda ve hücreleri vardır.
İlkel siteler kısa sürede devlet biçi-minde örgütlenmekte gecikmezler. İktidarın kullanılması başlıca iki gücü: savafl önderiyle başrahibi karşı karşıya getiren çekiflmelere yol açar; din ağırlığını duyurur. Çok geçmeden Babil yakınlarındaki Cemdet Nasr’da, renkli süslü seramik belirir; damga ve oyma silindir mühürler yaygın biçimde kullanılmaya başllar. Buyruklar, hesaplar, antlaflmalar tabletlere çivi yazısıyla geçirilirdi.
Bu dönemin en önemli olaylarından biri büyük tufandır. Günümüzde kutsal kitaplarda Nuh tufanı olarak bilinen büyük su baskınının kökeni Sümer’dedir. Söylenceye göre tanrılar insanlara kızdıkları için onları cezalandırmaya karar verirler. Kentlerin su altında kalmasına neden olan yağmurlar gönderirler insanlığın üzerine. Sellerden yalnızca Utnapifltim ve ailesi kurtulur. Söylence tüm dünyayı sular altında kalmış gibi gösterse de iflin aslı elbette biraz daha farklı. O dönemde şiddetli yağışlar sonucu Fırat ve Dicle nehirlerinin taşması bu bölgede yer alan kentlerin sel felaketine uğramalarına neden olmufltu. Bu yıkım, Sümer
uygarlığının atılımını bir süre durduracak ölçüde şiddetli olmuştu, insanların imgelemi öylesine sarsılmıştı ki, bu su baskınına sonradan evrensel boyutlar verildi. Nitekim benzer söylenceler akarsu kıyılarında kurulan bütün uy-garlıkların mitolojisinde yer alır. Kurak bölgelerde yaflayan halklardaysa tam tersine, verimli toprakların yitmesi, büyük göllerin, denizlerin kuruması üzerine söylenceler vardır.
Başlangıçta her Sümer kenti bir doğa gücünü simgeleyen bir tanrının koruyuculuğuna verilmifltir. Ama tufandan sonra tanrılar insanlaşırlar. Devlet dininde Eridu kentinin su tanrısı Enki’nin, tarım tanrıçası Nidaba’nın ve daha birçok tanrıların yerini, büyük olasılıkla Sami kökenli olan daha geliflmifl tanrılar alır yavaş yavaş. Sonunda tanrılar arasında korudukları kentin gücüne göre hiyerarşi kurulur. Rahipler tanrılar arasında bir soy zinciri olurmak amacıyla yeni tanrılar yaratır, eski tarım tanrılarıyla bunlar arasında bağ kurarlar.
Sümerler denince akla gelen en önemli şeylerden biri de çivi yazısıdır. Bilinen ilk yazı olan Sümer yazısının ne zaman başladığını bilemiyoruz; çünkü bize kadar gelen ilk göstergeler, belirtilmek istenen nesnenin çok basitleştirilmiş resimlerinden başka bir şey değildir. “Piktografik” diye adlandırılan yazıdır bu. Bu yazıyla ancak çok basit düşünceler anlatılabilir; soyut kavramların anlatılması olanaksızdır. 3. binyılın başlarına doğru yeni bir yazı biçimi belirir. Birincisinden türetilmiş olan bu yazıda bir nesnenin resmi, yalnızca bu nesneyi göstermekle kalmaz, soyut bir düflünceyi de dile getirebilir. Önce yalnızca rahip-krallarca kullanılan bu bilim, tüccarlar arasında da kısa sürede yayılır. Sümerler insanlığa, deneyimlerin kalıcı olması olanağını vermişlerdir.
131
Ortadoğu’da yaşayan Sami halkının dışarıdan gelen Sümerler tarafından yenilgiye uğratılması iki halk arasında Mezopotamya’nın yönetimi için başgösteren mücadelenin sonu olmadı. Arap yarımadasından gelen göçlerin yardımıyla Samiler güçlerini yeniden kazandılar ve daha da saldırganlaştılar. Neredeyse iki yüz elli yıl süreyle (MÖ 2600-2350) site devletler birbiriyle boy ölçüşltüler. Savaşların, kentlerin yağmalanmasının, yakıp yıkmanın sıkça görüldüğü bir dönemdi bu. Birbiri ardından bir iki kuşlak boyunca değişik siteler üstünlüğü ele geçirdiler.
MÖ 2320′de Umma sitesinin kralı Lugal Zagizi, diğer rakiplerini ezerek Ur, Uruk, Lagaş sitelerini ele geçirip yağmalar, tanrılarını alıp kendi sitesine götürür. Böylece Sümer sitelerinin birliğini kurmaya girişilir. Zaferiyle sarhoşu olarak bir fetih başlatır. Bundan böyle rahiplerden kesinlikle ayrılan Sümer kralı, “otlar gibi kalabalık” ordularının başında, Yukarı Fırat ve Dicle vadilerini kuşatmaya gider. Egemenliğini Aşağı Deniz’den Yukarı Deniz’e, yani İran Körfezi’nden Akdeniz’e kadar genişletir. Elli kral önünde diz çökmektedir; Sümer, çevresini egemenliği altına almıştır. Lugal Zagizi’nin Mezopotam-ya’ya benimsetmiş olduğu egemenlik, varlığını çeyrek yüzyıl sürdürdükten sonra, MÖ 2300′e doğru çökerek yerini Sargon’un Sami imparatorluğuna bırakır. Bu galip komutan prensler soyundan değildir. Babası bilinmez; bir tapınak fahişesinin oğludur ve gizlice dünyaya getirilmifltir. Hz. Musa’nın ırmağa bırakılması söylencesinin ilk örneği Sargon hakkında anlatılan öyküde karşımıza çıkar. Annesi tarafından bir sepetin içinde ırmağın akıntısına bırakılan Sargon, bir su taşıyıcısınca kurtarılır; büyüyünce de Kiş kralının subaylarından biri olur. Sümer ordusu kenti fethederken kaçmayı başarır. Orta Fırat üzerinde Akad’da bir ordugah kurar. Bir süre sonra savaflta Lugal Zagizi’yi yenmeyi başarır. Lugal Zagizi tutsak edilir, zincire vurulup Nippur’a dek sürüklenir. Burada rüzgar tanrısı Enlil tapınağının kapısı önünde bir kafes içinde halka gösterilerek küçük düşürülür.
Sümer’in egemenlik düşü yıkılmıştır. Yıkıcısı, ilk Sami imparatorluğunu yaratır. Otuz dört savaş sonunda Sargon, Elam’ın başını ezer, Sümer ülkesini dizgin altına alır, kuzeyde Asur’u, batıda Amurruların ülkesini buyruğu altında birleştirir. Yalnızca bir imparatorluk kurmakla kalmaz, bir sülale de kurar.
Sargon sülalesinin saltanatı altında Mezopotamya ilk kez bir devler görünümü sunar. Görünüşe bakılırsa Sargon sülalesi, imparatorluk halklarının çeşitliliğini göz önüne almasını bilmiş, Samilerin çoğunlukta olduğu bölgeleri doğrudan kendi otoritesi altında tutarken, egemenlik hakkı karşılığında Sümer sitelerini o sitelerin prenslerine bırakmıştır. Samiler, Sümer dinsel inançlarını özümsemişlerdir. Güneş tanrısı Şamaş, Utu’yla birleştirmişler , tanrıça İştar da karşılığını bereket tanrıçası İnanna’da bulmuştur. Sümerce Akadca’nın yanında resmi dil olarak kalır. Yöneticiler Samiler arasından atandığı gibi, Sümerler arasından da atanır. Çok geçmeden karşılaştırmalı Sümerce-Akadca sözcük listeleri ortaya çıkar. Bunlar bilinen ilk sözlüklerdir. Bir süre sonra Akad istilası Guti adı verilen bir başka kavim tarafından sona erdirilecektir.
130
MÖ 2060 yılına doğru bir Ur prensi, ülkesinden Gutileri kovar ve yeniden Sümer egemenliğini hakim kılar. Sümerler yeniden özgür olup birleştiklerinde tam anlamıyla bir rönesans yaşarlar. Ur kenti kralı Ur-Nammu ve ondan sonra gelenler yeniden güçlenirler.
140
Yerini aldıkları Sargon gibi, kendilerine Sümer-Akad kralı unvanını vermektedirler. Artık alışılmış olan bu unvan, ortak bir uygarlıkta birleşmiştir Sümerlerle Samilerin kaynaşmasını dile getirecektir. Hükümdarlar adlarını her iki dilde alırlar. Ur-Nammu, yakın geçmişte ortaya çıkarılmış olan yasalar bütünün yapıcısı olmuştur. Bu yasalar dünyanın en eski yasaları olarak bilinir. Binlerce yıldan sonra, bugün bize yabancı gelmeyen bir toplumsal ahlâkın yankılarını buluruz yasada. Sözgelimi kral namuslu olmayan memurları kovduğunu, doğru ve bozulmaz ölçü ve tartılar getirdiğini, dulları ve yetimleri güçlülerin pençesine düşürmemeye özen gösterdiğini anlatır. Hükümdar, bağlı beylerinden mutlak bir boyun eğiş beklemez. Bu-nun örneği Lagaş’ta da görülür. Bu kentin prensi Gudea son derece bağımsız davranır, yakın komşularını da hükmü altında tutar. Tapınaklar ve saraylar kurucusu Gudea, kendi adına heykeller yaptırır, mühürler bastırır.
Bir süre sonra Mari kentide neredeyse tam bağımsızlık içinde parlak bir uygarlık geliştirecektir.
Mezopotamya’yı bir kez daha birştirmeyi başarmış olan 3. Ur sülalesi hükümdarları da, yerlerini aldıkları Akadların karşılaştıkları güçlüklerle pençeleşirler. Akadlar gibi Sümerlerin de göğüs germek zorunda kaldıkları kuzey dağlılarına bu kez batıdan gelen yeni bir tehlike de eklenir: Amurrular. Arabistan çöllerinden çıkmış olan bu Sami göçebeler, Suriye-Filistin kıyı şeridinden Mezopotamya’ya girmeye başlarlar. Savaşçılıkta tartışılmaz bir üstünlük gösterirler, çünkü daha 2. binyılın başında Asur, Babil, Mari, Kiş ve Larsa üzerinde bu soyun prensleri hüküm sürmüştür. İran’ın güneyinden gelen Elamlılar da karışıklıklardan yararlanarak Ur’u ele geçirirler. Yeni Sü mer egemenliği sona ermiş, siyasal açıdan Sümer, tarihten silinmiştir.
Yazının temellerini atmış, tanrıların onuruna Antik çağın en görkemli yapılarını yükseltmiş olan bu insanlar, yerlerini yeni gelenlere bırakırlar. Ne var ki Elamlılar zaferlerinden yararla-namazlar. İsin ve Nippur’un Amurrulu kralı, Ur’u kısa sürede ele geçirir. İsin yüz yıl boyunca ülkelere hükmedecek, sonra Larsa hükümdarlarınca yenilecektir. Mezopotamya’da karışıklık sürerken, Babil uygarlığı yavaş yavaş şekillenmektedir. Bir süre sonra bölgedeki bu savaş güçlü bir efendinin yönetimi altında son bulur. Bu, Hammurabi’dir.
Sümer Uygarlığı Keşfediliyor…

Sümerce’nin çözülmesi Akadca ve Mısır dillerinden önemli bir ayrıntıyla ayrılır. Sümerolojinin gelişmesini azımsanmayacak ölçüde etkileyen bir ayrıntıdır bu. Çünkü Mısır, Asur ve Babil konularında araştırma yapan bilim adamlarının yararlanabileceği Kitab-ı Mukaddes gibi klasik ve post-klasik birçok kaynak vardır. Yalnızca Mısır, Asur, Babil gibi adların bilinmesinden değil, aynı zamanda halkların kültürünün de bütünüyle bilinmez olmayışından. Buna karşın Sümerler hakkında durum oldukça farklıydı. Bilinen kayıtların hiçbiri Sümerlerden söz etmiyordu. Bu anlamda Sümer dilinin çözülmesi, oldukça önemli bir keşifti.
Tarihsel olarak, Sümerce’nin çözülmesi Akadca’nın çözülmesinin bir sonucudur; bunu da Persçe çivi yazısının çözümü izlemiştir. 1765′te Danimarkalı gezgin ve bilim adamı Carsten Niebuhr, Persepolis anıtlarındaki çeşitli yazıtların özenli kopyalarını çıkarmayı başardı. Bunlar 1774 ve 1778 yılları arasında yayımlandı ve çok geçmeden üç dilli oldukları anlaşıldı. Bunun anlamı, aynı yazıların üç farklı dilde yinelenmiş olduğuydu. Anıtlar Persepolis’te bulunduğundan, bu kanı mantık dışı değildi. Ahameniş hanedanının bir yada daha fazla kralı tarafından yazdırılmışlardı ve her yazıtın ilk uyarlaması Persçeydi. Şans eseri, yaklaşık olarak aynı sıralarda Hindistan’da araştırma yapmış ve Avesta’nın çevirilerini yapmış olan Duperron’un çabalarıyla Persçe, Batılı bilim adamları arasında bilinir hale gelmişti. Böylece Alman bilim adamı Grotofend 1802′de, Persçenin yeni edinilen bilgisinin, ve Kitab-ı Mukaddes ile diğer klasik kaynaklarda Ahamenş adlarının kullanımının yardımıyla Persçe uyarlamanın büyük bölümünü çözmeyi başardı. Sonraki yıllarda çok sayıda bilim adamı tarafından eklemeler ve düzeltmeler yapıldı. Ancak bu konuda en büyük başarı İngiliz H. C. Rawlinson’a aittir. İngiliz istihbarat örgütünün bir üyesi olan Rawlinson’un ilk durağı Pers dili üzerine araştırma yaptığı Hindistan’dı. 1835′te İran’a gönderildi. Orada Behistun kayalarında muazzam üç dilli yazıtın varlığını öğrenerek onun kopyasını çıkarmaya karar verdi.
Behistun yazıtının Persçe uyarlaması 414 dizeden oluflur, Elamca uyarlaması olarak bilinen ikincisi 263 dizeden oluflur; üçüncüsüyse Akadca uyarlamasıdır ve 112 dizeden oluflur. Rawlinson 1835-1837 yılları arsında Persçe uyarlamanın 200 dizesini kopyalamayı başardı. 1844′te buraya yeniden gitti ve Elamca uyarlamanın yanısıra Persçe olanın da kopyalanmasını tamamladı. Buna karşın Akadca yazıt öyle bir yerdeydi ki kopyalaması olanaksızdı ve 1847 yılına dek metnin kalıbını çıkarmayı başaramadı. Rawlinson 1846 yılında Journal of the Royal Asiatic Society’de Behistun yazıtının Persçe çevirisini ve yazıtın özgün halini birlikte verdiği incelemesini yayımladı. Bununla birlikte Persçe metnin nihai çözümlemesinden çok önce, Persepolis yazıtlarının üçüncü uyarlamasıyla batı Avrupa’da büyük ilgi uyanmıştı. Çünkü çok geçmeden bu dilin Ninova ve Babil’le özdeşleştirilebilecek yerlerden çıkarıldığı; şimdi Av-rupa’ya götürülmüş olan sayısız yazıt ve tuğla, kil tabletler, kil silindirlerde bulunan yazı ve dil olduğu anlaşılmıştı. 1842′de Fransızlar, Botta yönetiminde Horsabad’da kazılara başladı-lar. 1845 yılında da Layard, Ninova’da kazılara başladı. Bu bölgelerde çok sayıda yazılı kil tablet ortaya çıkarıldı. Bundan dolayı 1850′lerde Avrupa’da Persepolis ve Behistun yazıtlarının üçüncü uyarlamasıyla aynı yazı ve dilde yazılmış, çoğunlukla Asur bölgelerinden gelen fazla sayıda yazıt vardı. Bu dilin çözülmesi, süreç içinde Sami dil grubuna ait olduğunun oldukça erken anlaşılmasıyla, bir yandan çok basitti. Diğer yandan, çok geçmeden anlaşıldığı gibi, gramerinin alfabetik olmaktan çok hecesel ve ideografik olması, yapısını karmaşık hale getiriyordu. Akadca ya da Asurca’nın çözülmesinde öncülük eden kişi, İrlandalı bilim adamı Edward Hincks’ti. Ancak ikinci büyük katkı Rawlinson tarafından yapılmıştı. 1851′de, büyük üç dilli metnini tek başına çıkardığı Behistun yazıtının Akadca uyarlamasının metnini ve çevirisini yayımladı.
Behistun yazıtı üzerine uzun süre çalışmalar yapıldı. Ne var ki uzunca bir süre Sümerler hakkında duyulan ya da söylenen hiçbir şey yoktu. Bununla birlikte 1850′nin başlarında Hincks, Sami halklarının çivi yazısı dizgesini Asur ve Babil’in icat ettiğinden kuşkulanmaya başladı. Sami dillerindeki sesli harf fazlasıyla değişkenken, sessiz harf sabit öğedir. Bundan dolayı, Samilerin, sesli harfin sessiz harf gibi değişmez göründüğü gramerin hecesel bir dizgesini icat etmiş olmaları tuhaf görünüyordu. Üstelik yazıyı Samiler icat etmişse, Sami sözcükleri için işaretlerin hecesel değerlerinin bulunabilmesi beklenirdi. Ama durum hiç de böyle değildi. Sözcüklere ya da öğelere dönüflen hecesel değerlerin hiçbir Sami karşılığı yoktu. Bundan yola çıkarak Hincks, çivi yazsısı dizgesinin Mezopotamya’da Samilerden önce bulunan, Sami olmayan bir ulus tarafından bulunduğundan kuşkulanmaya başladı. 1855′te Rawlinson Journal of the Royal Asiatic Society’de yayımladığı yazısında, Nippur, Larsa ve Uruk gibi güney Babil’deki bölgelerde bulduğu, Sami dilinde olmayan tuğla ve tabletlerdeki yazıtlardan söz eder. 1856′da Hincks bu yeni dil sorununu ele aldı; Ninova kazılarından British Museum’a getirilmiş iki dilli yazıtların ilk örneklerini verdi. Bu dile, Asur ve Babil’de konuşlulmuş Sami dillerine bugün verilmiş adlar olan “İskitçe” hatta “Akadca” isimleri verildi. Buna karşın 1869′da Fransız bilim adamı Oppert, görkemli “Sümer ve Akad kralı” başlığını temel alarak, Akad’ın Sami kökenli nüfusunun yerleştiği ülkeyi gösterdiğini farketti. Çivi yazısını bulanlara da Sümer ve konuştukları dile Sümerce adını verdi. Buna karşın Asur uygarlığı araştırmacılarının çoğunluğu Oppert’e katılmadı ve uzun yıllar Sümerce yerine Akadca adı kullanılmaya devam etti.
Sümer’de matematik hesapları altmış tabanına göre yapılıyordu. Onlarla, yüzlerle, binlerle saymak yerine, varlıkları ve nesneleri altmışar altmışlar ve altmışın katlarıyla öbeklemişler-dir. Günümüzde de bu tabanın izleri gözle görünür biçimde korunmuştur: Zaman ölçüsünü saatlerle, dakikalarla, saniyelerle; yay ve açı ölçülerini da-kikalarla, saniyelerle dile getirirken altmış tabanını kullanırız.
Sümerlerin varolduğunun keşfedilmesini izleyen uzun yıllarda, çözülme-si ve araştırılması gereken eldeki kaynak malzemenin neredeyse tamamı, Ninova’daki kazılarda ortaya çıkarıl-mış Asurbanipal kütüphanesinin iki dilli metinler ve hece yazıtlarından ibaretti. Bu malzemeler MÖ 7. yüzyıldan, yani Sümerlerin siyasi varlıklarının ortadan kayboluşunun on beş yüzyıl sonrasından kalmadır. Sümer bölgelerinde bulunan malzemeyse çok az sayıda tuğla, tablet ve silindirden ibaretti. Bununla birlikte 1877′de ilk başarılı kazılar başladı. O yıl De Sarsec başkanlığındaki Fransız kazıbilimciler, Lagaş’ın erken Sümer devri kenti Telloh’da kazıya başladılar. Kesintilerle günümüze dek gelen bu kazıda ilk önemli Sümer eserleri gün ışığına çıkarıldı. Bunlar arasında İşakku adlı bir Lagafl prensinin eşyalarının yanısıra Sargon öncesi ve 3. Ur devirlerin-den kalma yüz binden fazla tablet ve parça bulunuyordu.

Semavi Dinlerin Kaynağı Sümer



Semavi Dinlerin Kaynağı Sümer

Dünyadaki toplumsal yeniden düzenlenişte dinsel saflaşmanın günümüzdeki gerçek önemi, konunun bir kez daha ve fakat yeni bir düzlemde ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. Zamanımızın üç büyük dininin kutsal kitapları; Eski Ahit, İncil ve Kuran‘ın bilinen en eski kaynağı Sümer kil tabletleridir. Toplumsal konular ele alındığında bir yanları daima hıristiyan kalan Avrupa bilim dünyası, birkaç bin yıl önceki ‘ilkel insanın’ tanımladığı bir dinin modern takipçisi olmayı bir çeşit aşağılanma olarak algılamış, bilim aşkına bile olsa, bu durumu kabullenmekte güçlük çekmiştir. Bir parça kavrayış derinliği ve özgür düşünceyle hareket etmiş olsalardı, Sümer topraklarında yalnızca Yeryüzü Cennetini değil; göğün 33. katına çıkmadan önce, Sümer tanrılarının etten-kemikten birer yönetici olduklarını da görebileceklerdi; eski insanın, aidi olduğu ve olmadığı toplum birimleriyle ilişkisini yöneten yasaları ve onların günümüze doğru evrimini anlayabileceklerdi. Bugünkü insan, bütün bilgi, davranış ve inançlarında eski insanın doğrudan ve kesintisiz mirasçısıdır. 

 Tarihin bugüne taşımış olduğu toplumsal kurumlar dünkü biçim ve anlamlarını değişik ölçülerde içyapılarında taşıyor olmakla birlikte şimdi artık oynadığı rol bakımından ilk haldeki kurumlar değildirler. Değişik görüntü ve bozulmuş anlamlarının gerisinde, oluşmasına yol açan tarihsel nedenleriyle birlikte bu kurumları var eden toplum yasalarını anlamaya ve açıklamaya çalışırsak görürüz ki, doğal insan mantığına oturmuş eski edimlerin ilk hallerinin hiç birisinin ‘uydurma’, ‘hayal’ ve ‘anlaşılmaz’lıkla bağlantısı yoktur. Tersine, o kurumlar, eski toplumun en gerçek işlerlik, yapılanma ve şekillenişinin sağlam yansıtıcısıdırlar. Eski Ahit‘in Sümerler döneminden devraldığı ve bizim, şimdi temel yönlerini denetleyebildiğimiz bir soyutlama süreci içinde, değişen yorumlar temelinde ulaştığı noktaya dayanarak aktardığı “insanın çamurdan var edilmesi”, “Adem baba” ve “Havva ana” anlatımı, uzun tarih içinde yakın dönemin yeni bir ürünüdür. Bulunan ve belki de daha eskileri bulunacak olan kil tablet bilgilerine çok şey borçluyuz. Tabletler göstermektedir ki, Sümer insanı, başka konularda olduğu gibi, başlangıçta, ilk Yaratılış olan “Sümer ülkesinin tohumunun fışkırması” konusunda, o anda yaşadığı gerçeği gördüğü biçimiyle, önce düzenlemek ve sonra da anlatmaktan öte hiçbir şey yapmamıştır. Bütün doğal topluluklar gibi Sümerler de, insanın en gerçekçi ilk hallerinden birini temsil ederler. 

Ölümle yaşam arası gidip-gelen zorlukları yaşayan eski insanın, zamanını, yeni nesilleri aldatmak amacıyla, yalan ve düşlerden oluşan bir mitoloji üretimiyle geçirdiğini düşünmüş olmak, kilisenin düşünsel mermerlerini hedef alıp yıkmak zorunluluğu anlaşılır olmakla birlikte, Avrupa ‘aydınlanma çağı’nın sayfalarında yine de bir leke olarak kalmıştır. 6000 yıl önce Sümerler, yazısı olmayan her topluluk gibi, yaşanılmış gerçek tarihlerini yeni nesillere, ilahiler yoluyla aktarıyorlardı. Yalnızca yazılı hale getirilmesinden sonra değil, fakat sözlü olarak ortaya çıkışından itibaren bu tarih aktarım biçiminin, binlerce yılın törpüsü altında aşınmış olması ve bu nedenle de parlayan bir süreç geçirmiş olduğu kendiliğinden anlaşılır. Bu oluşum içinde, tarih anlatımındaki olaylar örgüsü ve kavramların içerikleri de değişmiş olmalıdır ve değişmiş olduğunu incelemelerimiz boyunca saptayabiliyoruz. Fakat Sümer insanının yaratılış destanı ve öteki tarih aktarımlarını durmaksızın soyutlayarak evrime uğratan torunlarının, bunu kötü bir niyet taşıyarak yaptıklarını gösteren tek bir kanıta sahip değiliz ve olamayacağız da. Yeni yaşantı biçimi içinde her kavramı değişmiş haliyle tanıyan insan, eski şarkı ve yazıtları, gayet doğal bir şekilde, o an yaşadığı koşulları gözeterek yorumlamak zorundaydı ve öyle de yapmış olmalıdır. 

Düşüncelerde oluşan evrim, insan toplumunda değişen ilişkilerin gereklerine yanıt verecek şekilde ilerletilmiştir. Gelişmenin böyle olmasının başka gerçek nedenleri de vardı. Yazının ilk şekillerinin, sonraki nesiller bakımından çözümlenip anlaşılma zorluğu yorum farklılaşmasına maddi bir zemin sunmaktaydı. Sümer tabletlerini okumaya başladığımız anda tanrıların ve onlar aracılığıyla dinin, tüm toplumsal yaşamın en temel öğesinden son ayrıntısına değin bütün ilişkiler toplamının yasaları olarak bulunduğunu görürüz. Umma ve Lagaş arasındaki sınırı tanrılar belirler, çapa ve kazmayı Enlil icad eder; saban kullanma ve yazıyı insana tanrılar öğretir; Tanrı ve Tanrıçalar durmadan şölenlere katılıp yer-içer ve sevişirler; tanrıçalar, bir erkeği baştan çıkarıp kendisiyle yatmaya zorlar. Daha sonra bütün Tanrıların Baba’sı olacak olan delikanlı Enlil, o sırada küçük yaşta olan tanrıça Ninlil‘e ırmaktaki bir kayık içinde tecavüz edince ‘Büyük Tanrıların 50’si, Yazgı Belirleyen tanrıların 7’si tarafından’; ‘Enlil, seni ahlaksız, kentten defol; Nunamnir, seni ahlaksız, kentten defol!’ diye azarlanır ve Nippur’dan kovulur. Daha sonraki haliyle de tanrısal düzen, gerçek yaşamdaki düzenin gökyüzü ve yeraltındaki yansıması olarak varlığını sürdürecektir. Bu yansıma Zeus dünyasında da böyledir. Yerdeki insanların yaşamı, şenlik ve evlilikleri Olimpus tanrılarının benzeridir. Tanrılar dünyası ile insan dünyası arasında birbirine sürekli bir geçişim bulunur. 

Bilim adamları eski toplumda tanrılar arası ilişki ile insanlar arası ilişkinin paralel duruşunu saptamakla birlikte Tanrı yaşam ve yaşayışının, insanlar tarafından ancak “öyle hayal edilebildiği için öyle hayal edildiğini” düşünme eğilimini sürdürmüşlerdir. En eski tarihlerden beri toplum birim ilişkilerinin düzenlenmesini saptayan kurallar toplamı vardı. Din olarak daha sonra karşımıza çıkan olgu, özünde, yeni yaşam koşullarının gerisinde kalan eski topluluk ilişki yansıtma kurallarının toplamından ve onların bazan yeni koşullara uyarlanmasından başka bir şey değildir. Süreç içindeki evrimi, değişik bölge topluluklarında, farklı anlatım biçimleri kazanmış olsa da, din her yerde, birer uydurma, korku ve hayaller toplamı olarak değil, fakat tam tersine, başlangıçta, toplumsal ilişkilerin en gerçekçi ilk hallerinin saptanmış yasaları olarak insan yaşamında yer alırlar. Böylece en geri, en ‘ilkel’ toplulukların bile kutsal ve kutsal olmayan varlıkları, günümüzün yasal ve yasal olmayan davranış biçimlerinden başka bir şey olmayan kurallar toplamı olarak ortaya çıkar. Din kelimesi, semitik akadca dilinde, dinu=karar, hüküm, kanun, yasa, mahkeme olarak bulunur; kural anlamına gelmektedir. Amin, amen bir akitin, sözleşmenin sonundaki “öyle olsun” dileği, bir onay’dır. 

Eski Ahit‘te tanrı Yahwe veya Elohim, sistemli bir biçimde Adem, Nuh, Abraham, Musa ve öteki peygamberlerle akit yapmak için çöl yollarında onlarla buluşur ve anlaşma’yı tazeler. Kazıt çalışmaları sırasında bulunan tablet çözümlemelerinden yola çıkarak en eski yapısını anlamaya çalıştığımız “Sümerlerin dini”, onu, başlangıçta toplum birimler arası paylaşım ilişki düzeninin anlatımı olarak biçimlendiren insanın torunları tarafından zorunlu olarak öylesine geliştirilmiştir ki, bugün bu konularda uzman olan ve üzerine yüzlerce sayfalık tezler hazırlayan bilim adamlarımız, Samuel Kramer örneğinde de olduğu gibi, sonunda yine de genellikle çaresiz kalmaktadırlar. Oysa ilişkide olduğu en uzak toplulukları bile etkileyen Sümerler, geliştirilmiş bir ilişki düzenin anlatımı olan dinlerinin kaynaklarını da bize kendileri açıklayan üstün bir kültür temsilcisidirler üstelik. İnsan atası o denli gerçekçidir ki, sonraki torunları, kendi tarihsel koşulları öyle gerektirdiği için onu da ‘gökyüzünün 33 katı‘ndan birisine taşımış olsalar bile cennet’in nerede olduğunu; 

Tanrının, Adem ile Havva’yı ilk olarak nereye yerleştirdiğini, yanılgıya yer bırakmayacak tarzda açıklamışlardı. Eski Ahit’in daha ilk sayfalarında Yaratılış bölümüne ilişkin, iki ayrı tapınak yorumunun bir çeşit zorunlu-onayı ile, ard arda eklenmiş iki çeşitlemesiyle karşılaşırız. Tanrı Yahve‘nin Yeryüzü cenneti Aden bahçesi’ni yaratması, Gök’ün, yer’in ve insan’ın yaratılmasından sonra bu ikinci varyantta aktarılır: “Tanrı Yahve, doğuda, Eden’de bir bahçe kurdu ve o bahçeye şekillendirdiği İnsan’ı koydu. Tanrı Yahve, topraktan, güzel görünüşlü ve yemesi hoş ağaçlar ve bahçenin ortasına Yaşam Ağacı olan Helal ve Haramı Tanıma Ağacı’nı çıkarttı. Bahçe’yi sulamak için Aden’den bir nehir çıkıyor ve dört koldan bu Bahçe’ye hayat veriyordu. Kolun birinin adı Pişon’du, toprağında altın olan Havıla ülkesini çepeçevre dolanıyordu; öteki Gidon idi. Üçüncünün adı Dicle, Asur’un doğusundan akardı. Dördüncüsü de Fırat ‘dır.” (Yaratılış. 2. 8 ) 

 Fıransa’nın Avranş Piskoposu daha 1698 yılında, Samara ile Basra arasında bulunan bu Dünya Cenneti’ni eliyle koymuş gibi bulmuş ve burasını “Eden: Paradisus terrestris” diye tüm dünyaya ilan etmişti. Uruk=Erek, Larsa, Niffer=Nippur, Ur, Girsu ve Eridu’nun, yani ilk Sümer topluluklarının yerleşim alanında bulunan “Yeryüzü Cennetini” ve onun yerini tanımlayan Sümer insanının, yaratılış ve diğer anlatımlarda aynı gerçekçiliği göstermiş olmasından neden kuşkulanalım? Sorun şuradadır ki, Sümerlerin anlattığı Cennet ve Yaratılış ile şimdi bilinen “yaratılış” ve “cennet” kavram ve tanımlamaları arasında, temelde hiçbir benzerlik kalmamıştır artık. En eski Sümer yaratılış ilahilerinde, tanrıların, yeri, göğü ve insanı yaratmış olduğu söylenmez. Başka bir şey söylenir. “Adı yokken göğün daha Yerin daha adı yokken Babaları okyanustan Anaları Ki-ama-t kargaşasına Sular karışıp bir oluyordu. 

 Saptandı sonra tanrılar Lah-mu ve La-ha-mu seçildi ardından Zaman akıp gidiyordu durmadan Belirlendi sonra Sar-ki ve Sar-an Günleri düzeltip ayarladılar. “ (Poéme de la création) (2*) ‘Gök, yerden ayrıldıktan sonra Yer, gökten ayrıldıktan sonra İnsanın adı konduktan sonra An, göğü alıp götürdükten sonra Enlil, yeri alıp götürdükten sonra. . ‘ (Gılgamış Destanı – Kramer) Sümer Yaratılış şiirlerinde ‘var etmek’ olarak yorumlanan sözler yerine, çok açık bir biçimde, ‘ad vermek-adlandırmak’tan bahsedilmektedir. Sonraki “yoktan var etme” olarak yorumu, açıkça farklı bir şey söyleyen bu ilk Sümer ilahilerine dayanmaktadır. Geçen yüzyılın başında en eski Sümer Yaratılış tabletlerini çözümleyen uzmanlarımız, oradaki sözleri, eskiden öyle yorumlamaları toplumsal gereksinim olan Sümer torunları gibi “yoktan var etme” biçiminde algılamaya devam etmişlerdir. Bay Dhorme olağanüstü çaba gerektiren çalışmalarını bu yorumları sürdürerek zayıflatmaktan kurtulamaz ve şöyle der: ” -’ad verilmemişti. ad konmamıştı. adlandırılmamıştı’ ifadeleri ‘var değildi. . yoktu’ (bk. DELITZSCH. AHW. Sayfa 441) anlamındadır. 

Babil kozmonojisi, yaratılışın anlatımına geçmeden önce, başlangıçta hiçbir şey olmadığını, açıklar. 
(Sayfa. 2 , Paul Dhorme)
 Sümer kil tabletlerinde Tanrılar, Yer-dünya-kara’yı; Sema-Göğ’ü; Adem-insanı.. ‘ yaratan‘ olarak değil, onları birbirinden ayıran, onlara ad veren ve onları ayrıştırıp ad vererek yeniden düzenleyenler olarak yer alırlar. 
Hatta, bu işi Tanrılar bile yapmış değildir. Tanrılar daha henüz ‘yaratılmamış’ yani saptanmamışlardır. Çözümlenen eldeki en eski yasa metni olan Kıral Urukagina tabletlerinde,

 “tohumun fışkırdığı en eski zamanlardan beri ‘pi-lul-da’=bil-lu-du (akadca), yani töre vardı” cümlesine rastlarız. Bu açıklama artık toplumsal ilişkilerin yürütülmesinde töre’nin yetmemesi ve yazılı kanunlara gerek olduğu kapalı düşüncesinin bir çeşit özür açıklaması gibidir. “Tohumun fışkırması” sözü 43 asır önceki Sümer insanı bakımından yaratılış ilahileri yoluyla çok tanınmış olması gereken bir sözdü: “Enlil, Sümer ülkesinin tohumunun topraktan çıkması için, yer’den göğ’ü ayırmak için, yer’den göğ’ü ayırmaya karar verdi. “(3*) Bu son derece ilginç cümle, yaratılışın, zaman içinde, farklı yorumlanması bakımından da bir temel oluşturmuştur. 

Bu bakımdan ” tohumun fışkırması ” ile Sümer topluluğunun oluşturulması, bu oluşum sırasındaki uygulama geleneklerine atıf yapılmaktadır. Anlamı değiştirilerek alınmış, İslam’ın “evlu be-la-dan gayri” sözü 4350 yıl önce Sümer tabletlerinde bu şekilde yer alıyordu. Torah, tevrat sözü de türkçedeki töre sözcüğüyle anlamdaştır ve o kutsal kitap bu bakımdan bir “töreler” toplamıdır. Sümerlerin başlangıçtaki Yaratılış anlatımına dayandırılan “yaratma” yorumu hatalıydı ve torunları eski Sümerlerin sözlerini zorunlu olarak tahrif ederek, zaman içinde dönüştürülmüş biçimi üzerine kendi dinsel anlatımlarını kurmuşlardır, dersek, tabletlerin çözümünden bu yana, bu artık ispatlanabilir bir iddiadır. 

 ABD’li ünlü Sümerolog Samuel Kramer bir yandan, Sümer kil tabletlerini ilk çözümleyenlerden birisi olarak, yazılanlara sadık kalmış ve Sümer sözlerini doğru olarak aktarmıştır. Fakat öte yandan, ısrarla bu kil tablet çözümlemelerinde yer alan sözleri günümüzün ortalama bir Hıristiyanı gibi yorumlamaya devam etmiştir. Bay Kramer’de izlediğimiz tutum, konumuz bakımından, tarihte daima sonraki insanın öncekine nasıl yaklaştığının tipik bir örneği gibidir adeta. Anlaşılıyor ki, Sümer insanının yakın torunları da, bu şarkıları kendi torunlarına daima, Bay Kramer‘in şimdiki tutumunda olduğu gibi, kötü bir şekilde yorumlayarak aktarmışlardı. S. Kramer, Gılgamış Destanı’nın girişinden bir alıntı yapar önce: ‘Gök, yerden ayrıldıktan sonra Yer, gökten ayrıldıktan sonra İnsanın adı konduktan sonra An, göğü alıp götürdükten sonra Enlil, yeri alıp götürdükten sonra… ‘ Bu durumda bay Kramer haklı olarak şaşkındır: 

Çünkü Tanrılardan önce yer ve gök zaten vardı ve onlar bir bütün oluşturmaktaydı. Fakat, Gök ile Yer hangi gerekçeyle ve kim tarafından birbirinden ayrılmıştı? Daha önemlisi, insan neden «yaratılmamış» ve fakat sadece “adı konmuş” , “insana ad verilmiş” ti?! Üstelik öteki kil tabletlerde, yer ile gök birbirinden ayrılmadan önce, her tarafın eski ve sonsuz denizle kaplı bulunduğu yazılmıştır. Ünlü Sümer bilimcimiz bu bilgiye de sahiptir. S. Kramer, kendisine ve dolayısıyla okuruna sorduğu yanıtlanması gereken bu karmaşık sorular yumağından kurtulmanın yolunu öyle olması gerektiğini düşündüğü sıradan kilise yorumları serisi ile çözmeye çalışmakta, daha doğrusu önümüze zorla oluşturulmuş bir bilinmezlik tepesi yığmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Öte yandan ünlü Sümer kazıtçısı Bay Woolley de, Sümer tabletlerinde “insanlar“ı kast ederek ‘kara kafalar’ yazılmış olmasından, doğrudan doğruya Sümerlerin “kara saçlı bir halk” olduğu sonucuna ulaşmakla oldukça tedbirsiz davranmaktaydı. 

 Eratta kıralı ile Uruk kıralı Enmerkar arasında Bay Kramer‘in deyimiyle “ilk sinir harbinin” yaşandığı sıralarda iki ülke ve iki kıralı temsilen iki dövüşçü seçilmesi ve bunların karşılaşması talep edilmişti. Fakat seçilecek kişinin, ne siyah ne beyaz, ne kahverengi ne benekli ve ne de sarı olması istenmişti. Bay Kramer bu durumu derhal yorumlar; “-insandan söz ederken pek de anlamlı olmayan terimler. ” Fakat tabletin daha ilerisinde, Enmerkar‘ın yanıtında dövüşçü kelimesi yerine “giysi” kelimesi kullanılınca Kramer “anlam” bulmaya başlamak üzeredir; “Renkler savaşçıların gövdelerinden çok giydikleri giysileri belirtiyor olabilir.” Bay Kramer gerçeğe neredeyse dokunmak üzeredir! Toplum hayatında kutsal olan ayırd edici renkler, insan toplumunun geçmişinde yiyecek hazırlık türüyle de doğrudan bağıntılı olarak karşımıza çıkacaktır. 

Çok eski tarihlerden beri toplum birimlerin kırmızı, beyaz, siyah, yeşil ve mavi renklerle içice geçmiş olması, (dinsel ve ulusal giysilerde, bayraklarda, düğün, ölüm, doğum seremonilerinde) bu konuyla doğrudan ilgilidir. Sümer dilinin ölü dil halini aldığını kolaylıkla ileri süren uzmanlarımız, eski Sümer ve Babil topraklarında bulunan şimdiki ülkelerin yalnızca bayraklarına ve topluluk giysi renklerine bakmış olmayı becerebilselerdi, eski Sümer tanrılarının toplulukları birbirinden ayırmak için dünyayı, gökyüzünü, güneşi, suları ve tanrı bahçesini tam da bu nedenle ‘yaratmış‘ olduklarını görebileceklerdi. Sümerlerin ataları, ilk toplumsal düzenlemeleri sırasında, kara, mavi, kırmızı ve beyaz’ı değişik toplum birimlerinin ayracı olan renkler olarak saptamış olmalıdırlar. Mezopotamya ve Ortadoğu’da günümüzde hala yaşayan bir dini topluluğa “Kızılbaş” denince, kastedilen, onların saç renkleri değil, geçmişte başlarında taşıdıkları Kırmızı renk, belki altın=kızıl renktir. 

“Karabaşlı halk” deyimi de, Avrupalı bilginlerin düşündüğü gibi, ’siyah saçlı bir halkı’ anlatmak için kullanılmış değildir. Sümer tanrısı Ningursu‘nun kutsal mavi boğa’sı, Cengiz Han’ın kutsal ‘mavi köpeği‘, Türk boylarından bir kısmının kutsal ‘mavi kurdu’ da aynı nedenle ‘renk’ olarak değerlendirilmiştir. Büyük olasılıkla Mavi renkli boğa, kurt ve köpek yoktu ve hiçbir zaman da var olmamıştı. Fakat Tanrısal, göksel, bu anlamda mavisel kutsal boğa, Kurt ve köpek ise-tabletlere yansıdığı kadarıyla- vardı ve topluluk düşüncelerinde var olmaya da devam etmektedir. “Kök-Türk’ler” biçiminde bir soy bulunduğu iddiasının ardındaki yanlış da kutsal, tanrısal Türk anlatımındaki ‘mavi’=gög‘ün Kök olarak okunup yorumlanmasına dayanır. Yeşilimsi koyu mavi renge Avrupalıların Turkuaz demeleri tesadüf değildir. Ama bundan ötürü bir “mavi Türk” değerlendirilmesi yapılamayacağı gibi, tabletlerdeki ‘Kara kafa” sözünden de saç rengi çıkarılamazdı. Sümer ve sonraki Babil dönemlerinde, İnanna=Hava ile Dumuzi=Adem=Adam‘ın, tapınakların en üst katında olan “evlilik odaları”, baştan aşağı, toplum birimlerini ayrıştıran farklı renkler temelinde ya “turkuvaz” renkli seramiklerden döşenmekteydi, ya da kırmızı, beyaz boyalarla ‘süslenmekte’ idi. 

Beş kat üzerine, toplam yüksekliği 69 m. yi bulan ünlü Babil kulesinin, Tanrı Kapısı’nın en üstünde bulunan, Marduk ile Sarpanita’nın (Sar-Banu-ta) “evlilik odası” da kutsal mavi seramikle kaplanmıştı. Kabe ise kara’dır. Türkçede, Arap demek de kara’dır. Ortadoğu’da hem ak, hem kara giysilerin yan yana bulunuşu, konunun bir iklimsel tercih bakımdan ele alınmadığını gösterir. Hititler üzerinden Sümer renk ayrıştırmasının oraya da taşındığı sıcak Yunanistan’ın kadınları da, kara renkli giysileri sever. Hıristiyan ve Müslüman din temsilcilerinin ve eski dinlerin içinden çıkmış hukuk kurumlarının özel giysileri de bu eski geleneğin renklerini taşır. Fransızca mavi-bleu, rengi olduğu kadar etin çiğ halini de anlatır. Türkçe de göğ-gök maddenin renk hali olarak maviyi olduğu kadar hem sema’yı ve hem de yiyeceğin göğ ve çiğ halini tanımlar. Türkçe’de kara, toprak ve kıtaları, yer küreyi-dünyayı anlattığı kadar maddenin renk hali olarak noir=siyah-kara’yı da anlatır. . Yeşil, yeşil rengi olduğu kadar bitkileri, yeşillikleri de anlatır ve Sümer torunları, eski tanrıların kara’sından Dünya; mavi’sinden Sema; beyaz’ından su; yeşil’inden de ağaç ve bitkileri yaratmış olduğu sonucunu çıkaracaklardı. Sümer yaratılış anlatımında, uzmanlarımızı şaşkınlığa sürükleyen “yer ile göğün birbirinden ayrılması” üzerine sözler; tabletler yeniden ve dikkatlice incelendiğinde görülebileceği gibi, renkler temelinde toplum birimlerin ayrıştırılması ve bu ayrılık temelinde gerekli barışçıl ilişkilerin ve düzenin oluşturulmasıdır. Sümer ülkesinin tohumu işte böyle ortaya çıkmıştır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...