13 Mayıs 2015

Sümerler – Uygarlığı Doğuran Halk


Sümerler – Uygarlığı Doğuran Halk

130
Bir çok şeyin ilkini merak ederiz.Bu ilk ne zaman yapılmıştı ? diye kendimize sordugumuz çok olmuştur. Sümer uygarlığından söz ederken merak ettigimiz birçok ilk’e yanıt bulabiliriz. Dünya kültürünün üzerine kuruldugu bilgi birikiminin temelinde Sümerler vardir. Günümüzden yaklasık 5000 yil önce, MÖ 3000′lerde Sümerler yaziyi bulmuşlar, ilk kent devletlerini kurmuşlar, ilk yasaları düzenlemişler, ilk mit ve destan örneklerini vermişlerdi. insanlık bir tan sökümü yasiyordu ve bunu saglayan Sümerler olmuştu.
131
MÖ 4. binyılın başlarında Eridu’da, Dicle ile Fırat’ın İran Körfezi’ne döküldüğü yerde yer alan ve bentlerle, kurutma çalışmalarıyla “toprağı sudan ayırmanın” gerektiği bataklık bir kesimde, kuzeyden gelen insanlar toprak tanrısına adanmış bir tapınak yaparlar. Çok geçmeden El Ubeyt’te, Ur’da, Lagafl’ta, Uruk’ta, Gavra’da büyük dinsel yapılar, oturmufl bir mimari özellikle kendilerini belli etmeye bafllar. Tarım tanrılarını ve ana tanrıçaları canlandıran kil heykelcikler, cenaze törenlerinin izleri, El Ubeyt kültürü denen bir uygarlığa bağlı insanların dinsel kaygısına tanıklık eder. Kili, put yapımından baflka çeflitli aletler, sözgelimi kantarlar, sapan topları gibi araçların yapımında kullanırlar. Zanaatçılar altını ifller, bakırı kurflunlu kalıplara dökerek biçimlendirirler. Ticaret canlıdır. İran yaylasındaki kervan merkezleriyle, Sus ve Sialk’la bağlantılar kesintisiz biçimde sürdürülmek-tedir. Buralardan çeflitli madenler, lacivert taşı gibi değerli tafllar, süslü çömlekler getirtilir. Bu kültür kısa sürede ilk sınırlarının dışına taflarak tüm Mezopotamya’ya yayılır. İşte bu dönemde doğudan, büyük olasılıkla da Kafkasya’dan gelen bir halk çıkar ortaya: Sümerler. Bu insanlar süslü çömlek yapmayı bilmezlerse de mi-marlıkta çok ustadırlar. Böylece Hafece’de, Gavra’da, Eridu’da, özellikle de Uruk’ta görkemli tapınaklar yükselir. Bu devasa, dikdörtgen ya da oval tapınakların çok sayıda oda ve hücreleri vardır.
İlkel siteler kısa sürede devlet biçi-minde örgütlenmekte gecikmezler. İktidarın kullanılması başlıca iki gücü: savafl önderiyle başrahibi karşı karşıya getiren çekiflmelere yol açar; din ağırlığını duyurur. Çok geçmeden Babil yakınlarındaki Cemdet Nasr’da, renkli süslü seramik belirir; damga ve oyma silindir mühürler yaygın biçimde kullanılmaya başllar. Buyruklar, hesaplar, antlaflmalar tabletlere çivi yazısıyla geçirilirdi.
Bu dönemin en önemli olaylarından biri büyük tufandır. Günümüzde kutsal kitaplarda Nuh tufanı olarak bilinen büyük su baskınının kökeni Sümer’dedir. Söylenceye göre tanrılar insanlara kızdıkları için onları cezalandırmaya karar verirler. Kentlerin su altında kalmasına neden olan yağmurlar gönderirler insanlığın üzerine. Sellerden yalnızca Utnapifltim ve ailesi kurtulur. Söylence tüm dünyayı sular altında kalmış gibi gösterse de iflin aslı elbette biraz daha farklı. O dönemde şiddetli yağışlar sonucu Fırat ve Dicle nehirlerinin taşması bu bölgede yer alan kentlerin sel felaketine uğramalarına neden olmufltu. Bu yıkım, Sümer
uygarlığının atılımını bir süre durduracak ölçüde şiddetli olmuştu, insanların imgelemi öylesine sarsılmıştı ki, bu su baskınına sonradan evrensel boyutlar verildi. Nitekim benzer söylenceler akarsu kıyılarında kurulan bütün uy-garlıkların mitolojisinde yer alır. Kurak bölgelerde yaflayan halklardaysa tam tersine, verimli toprakların yitmesi, büyük göllerin, denizlerin kuruması üzerine söylenceler vardır.
Başlangıçta her Sümer kenti bir doğa gücünü simgeleyen bir tanrının koruyuculuğuna verilmifltir. Ama tufandan sonra tanrılar insanlaşırlar. Devlet dininde Eridu kentinin su tanrısı Enki’nin, tarım tanrıçası Nidaba’nın ve daha birçok tanrıların yerini, büyük olasılıkla Sami kökenli olan daha geliflmifl tanrılar alır yavaş yavaş. Sonunda tanrılar arasında korudukları kentin gücüne göre hiyerarşi kurulur. Rahipler tanrılar arasında bir soy zinciri olurmak amacıyla yeni tanrılar yaratır, eski tarım tanrılarıyla bunlar arasında bağ kurarlar.
Sümerler denince akla gelen en önemli şeylerden biri de çivi yazısıdır. Bilinen ilk yazı olan Sümer yazısının ne zaman başladığını bilemiyoruz; çünkü bize kadar gelen ilk göstergeler, belirtilmek istenen nesnenin çok basitleştirilmiş resimlerinden başka bir şey değildir. “Piktografik” diye adlandırılan yazıdır bu. Bu yazıyla ancak çok basit düşünceler anlatılabilir; soyut kavramların anlatılması olanaksızdır. 3. binyılın başlarına doğru yeni bir yazı biçimi belirir. Birincisinden türetilmiş olan bu yazıda bir nesnenin resmi, yalnızca bu nesneyi göstermekle kalmaz, soyut bir düflünceyi de dile getirebilir. Önce yalnızca rahip-krallarca kullanılan bu bilim, tüccarlar arasında da kısa sürede yayılır. Sümerler insanlığa, deneyimlerin kalıcı olması olanağını vermişlerdir.
131
Ortadoğu’da yaşayan Sami halkının dışarıdan gelen Sümerler tarafından yenilgiye uğratılması iki halk arasında Mezopotamya’nın yönetimi için başgösteren mücadelenin sonu olmadı. Arap yarımadasından gelen göçlerin yardımıyla Samiler güçlerini yeniden kazandılar ve daha da saldırganlaştılar. Neredeyse iki yüz elli yıl süreyle (MÖ 2600-2350) site devletler birbiriyle boy ölçüşltüler. Savaşların, kentlerin yağmalanmasının, yakıp yıkmanın sıkça görüldüğü bir dönemdi bu. Birbiri ardından bir iki kuşlak boyunca değişik siteler üstünlüğü ele geçirdiler.
MÖ 2320′de Umma sitesinin kralı Lugal Zagizi, diğer rakiplerini ezerek Ur, Uruk, Lagaş sitelerini ele geçirip yağmalar, tanrılarını alıp kendi sitesine götürür. Böylece Sümer sitelerinin birliğini kurmaya girişilir. Zaferiyle sarhoşu olarak bir fetih başlatır. Bundan böyle rahiplerden kesinlikle ayrılan Sümer kralı, “otlar gibi kalabalık” ordularının başında, Yukarı Fırat ve Dicle vadilerini kuşatmaya gider. Egemenliğini Aşağı Deniz’den Yukarı Deniz’e, yani İran Körfezi’nden Akdeniz’e kadar genişletir. Elli kral önünde diz çökmektedir; Sümer, çevresini egemenliği altına almıştır. Lugal Zagizi’nin Mezopotam-ya’ya benimsetmiş olduğu egemenlik, varlığını çeyrek yüzyıl sürdürdükten sonra, MÖ 2300′e doğru çökerek yerini Sargon’un Sami imparatorluğuna bırakır. Bu galip komutan prensler soyundan değildir. Babası bilinmez; bir tapınak fahişesinin oğludur ve gizlice dünyaya getirilmifltir. Hz. Musa’nın ırmağa bırakılması söylencesinin ilk örneği Sargon hakkında anlatılan öyküde karşımıza çıkar. Annesi tarafından bir sepetin içinde ırmağın akıntısına bırakılan Sargon, bir su taşıyıcısınca kurtarılır; büyüyünce de Kiş kralının subaylarından biri olur. Sümer ordusu kenti fethederken kaçmayı başarır. Orta Fırat üzerinde Akad’da bir ordugah kurar. Bir süre sonra savaflta Lugal Zagizi’yi yenmeyi başarır. Lugal Zagizi tutsak edilir, zincire vurulup Nippur’a dek sürüklenir. Burada rüzgar tanrısı Enlil tapınağının kapısı önünde bir kafes içinde halka gösterilerek küçük düşürülür.
Sümer’in egemenlik düşü yıkılmıştır. Yıkıcısı, ilk Sami imparatorluğunu yaratır. Otuz dört savaş sonunda Sargon, Elam’ın başını ezer, Sümer ülkesini dizgin altına alır, kuzeyde Asur’u, batıda Amurruların ülkesini buyruğu altında birleştirir. Yalnızca bir imparatorluk kurmakla kalmaz, bir sülale de kurar.
Sargon sülalesinin saltanatı altında Mezopotamya ilk kez bir devler görünümü sunar. Görünüşe bakılırsa Sargon sülalesi, imparatorluk halklarının çeşitliliğini göz önüne almasını bilmiş, Samilerin çoğunlukta olduğu bölgeleri doğrudan kendi otoritesi altında tutarken, egemenlik hakkı karşılığında Sümer sitelerini o sitelerin prenslerine bırakmıştır. Samiler, Sümer dinsel inançlarını özümsemişlerdir. Güneş tanrısı Şamaş, Utu’yla birleştirmişler , tanrıça İştar da karşılığını bereket tanrıçası İnanna’da bulmuştur. Sümerce Akadca’nın yanında resmi dil olarak kalır. Yöneticiler Samiler arasından atandığı gibi, Sümerler arasından da atanır. Çok geçmeden karşılaştırmalı Sümerce-Akadca sözcük listeleri ortaya çıkar. Bunlar bilinen ilk sözlüklerdir. Bir süre sonra Akad istilası Guti adı verilen bir başka kavim tarafından sona erdirilecektir.
130
MÖ 2060 yılına doğru bir Ur prensi, ülkesinden Gutileri kovar ve yeniden Sümer egemenliğini hakim kılar. Sümerler yeniden özgür olup birleştiklerinde tam anlamıyla bir rönesans yaşarlar. Ur kenti kralı Ur-Nammu ve ondan sonra gelenler yeniden güçlenirler.
140
Yerini aldıkları Sargon gibi, kendilerine Sümer-Akad kralı unvanını vermektedirler. Artık alışılmış olan bu unvan, ortak bir uygarlıkta birleşmiştir Sümerlerle Samilerin kaynaşmasını dile getirecektir. Hükümdarlar adlarını her iki dilde alırlar. Ur-Nammu, yakın geçmişte ortaya çıkarılmış olan yasalar bütünün yapıcısı olmuştur. Bu yasalar dünyanın en eski yasaları olarak bilinir. Binlerce yıldan sonra, bugün bize yabancı gelmeyen bir toplumsal ahlâkın yankılarını buluruz yasada. Sözgelimi kral namuslu olmayan memurları kovduğunu, doğru ve bozulmaz ölçü ve tartılar getirdiğini, dulları ve yetimleri güçlülerin pençesine düşürmemeye özen gösterdiğini anlatır. Hükümdar, bağlı beylerinden mutlak bir boyun eğiş beklemez. Bu-nun örneği Lagaş’ta da görülür. Bu kentin prensi Gudea son derece bağımsız davranır, yakın komşularını da hükmü altında tutar. Tapınaklar ve saraylar kurucusu Gudea, kendi adına heykeller yaptırır, mühürler bastırır.
Bir süre sonra Mari kentide neredeyse tam bağımsızlık içinde parlak bir uygarlık geliştirecektir.
Mezopotamya’yı bir kez daha birştirmeyi başarmış olan 3. Ur sülalesi hükümdarları da, yerlerini aldıkları Akadların karşılaştıkları güçlüklerle pençeleşirler. Akadlar gibi Sümerlerin de göğüs germek zorunda kaldıkları kuzey dağlılarına bu kez batıdan gelen yeni bir tehlike de eklenir: Amurrular. Arabistan çöllerinden çıkmış olan bu Sami göçebeler, Suriye-Filistin kıyı şeridinden Mezopotamya’ya girmeye başlarlar. Savaşçılıkta tartışılmaz bir üstünlük gösterirler, çünkü daha 2. binyılın başında Asur, Babil, Mari, Kiş ve Larsa üzerinde bu soyun prensleri hüküm sürmüştür. İran’ın güneyinden gelen Elamlılar da karışıklıklardan yararlanarak Ur’u ele geçirirler. Yeni Sü mer egemenliği sona ermiş, siyasal açıdan Sümer, tarihten silinmiştir.
Yazının temellerini atmış, tanrıların onuruna Antik çağın en görkemli yapılarını yükseltmiş olan bu insanlar, yerlerini yeni gelenlere bırakırlar. Ne var ki Elamlılar zaferlerinden yararla-namazlar. İsin ve Nippur’un Amurrulu kralı, Ur’u kısa sürede ele geçirir. İsin yüz yıl boyunca ülkelere hükmedecek, sonra Larsa hükümdarlarınca yenilecektir. Mezopotamya’da karışıklık sürerken, Babil uygarlığı yavaş yavaş şekillenmektedir. Bir süre sonra bölgedeki bu savaş güçlü bir efendinin yönetimi altında son bulur. Bu, Hammurabi’dir.
Sümer Uygarlığı Keşfediliyor…

Sümerce’nin çözülmesi Akadca ve Mısır dillerinden önemli bir ayrıntıyla ayrılır. Sümerolojinin gelişmesini azımsanmayacak ölçüde etkileyen bir ayrıntıdır bu. Çünkü Mısır, Asur ve Babil konularında araştırma yapan bilim adamlarının yararlanabileceği Kitab-ı Mukaddes gibi klasik ve post-klasik birçok kaynak vardır. Yalnızca Mısır, Asur, Babil gibi adların bilinmesinden değil, aynı zamanda halkların kültürünün de bütünüyle bilinmez olmayışından. Buna karşın Sümerler hakkında durum oldukça farklıydı. Bilinen kayıtların hiçbiri Sümerlerden söz etmiyordu. Bu anlamda Sümer dilinin çözülmesi, oldukça önemli bir keşifti.
Tarihsel olarak, Sümerce’nin çözülmesi Akadca’nın çözülmesinin bir sonucudur; bunu da Persçe çivi yazısının çözümü izlemiştir. 1765′te Danimarkalı gezgin ve bilim adamı Carsten Niebuhr, Persepolis anıtlarındaki çeşitli yazıtların özenli kopyalarını çıkarmayı başardı. Bunlar 1774 ve 1778 yılları arasında yayımlandı ve çok geçmeden üç dilli oldukları anlaşıldı. Bunun anlamı, aynı yazıların üç farklı dilde yinelenmiş olduğuydu. Anıtlar Persepolis’te bulunduğundan, bu kanı mantık dışı değildi. Ahameniş hanedanının bir yada daha fazla kralı tarafından yazdırılmışlardı ve her yazıtın ilk uyarlaması Persçeydi. Şans eseri, yaklaşık olarak aynı sıralarda Hindistan’da araştırma yapmış ve Avesta’nın çevirilerini yapmış olan Duperron’un çabalarıyla Persçe, Batılı bilim adamları arasında bilinir hale gelmişti. Böylece Alman bilim adamı Grotofend 1802′de, Persçenin yeni edinilen bilgisinin, ve Kitab-ı Mukaddes ile diğer klasik kaynaklarda Ahamenş adlarının kullanımının yardımıyla Persçe uyarlamanın büyük bölümünü çözmeyi başardı. Sonraki yıllarda çok sayıda bilim adamı tarafından eklemeler ve düzeltmeler yapıldı. Ancak bu konuda en büyük başarı İngiliz H. C. Rawlinson’a aittir. İngiliz istihbarat örgütünün bir üyesi olan Rawlinson’un ilk durağı Pers dili üzerine araştırma yaptığı Hindistan’dı. 1835′te İran’a gönderildi. Orada Behistun kayalarında muazzam üç dilli yazıtın varlığını öğrenerek onun kopyasını çıkarmaya karar verdi.
Behistun yazıtının Persçe uyarlaması 414 dizeden oluflur, Elamca uyarlaması olarak bilinen ikincisi 263 dizeden oluflur; üçüncüsüyse Akadca uyarlamasıdır ve 112 dizeden oluflur. Rawlinson 1835-1837 yılları arsında Persçe uyarlamanın 200 dizesini kopyalamayı başardı. 1844′te buraya yeniden gitti ve Elamca uyarlamanın yanısıra Persçe olanın da kopyalanmasını tamamladı. Buna karşın Akadca yazıt öyle bir yerdeydi ki kopyalaması olanaksızdı ve 1847 yılına dek metnin kalıbını çıkarmayı başaramadı. Rawlinson 1846 yılında Journal of the Royal Asiatic Society’de Behistun yazıtının Persçe çevirisini ve yazıtın özgün halini birlikte verdiği incelemesini yayımladı. Bununla birlikte Persçe metnin nihai çözümlemesinden çok önce, Persepolis yazıtlarının üçüncü uyarlamasıyla batı Avrupa’da büyük ilgi uyanmıştı. Çünkü çok geçmeden bu dilin Ninova ve Babil’le özdeşleştirilebilecek yerlerden çıkarıldığı; şimdi Av-rupa’ya götürülmüş olan sayısız yazıt ve tuğla, kil tabletler, kil silindirlerde bulunan yazı ve dil olduğu anlaşılmıştı. 1842′de Fransızlar, Botta yönetiminde Horsabad’da kazılara başladı-lar. 1845 yılında da Layard, Ninova’da kazılara başladı. Bu bölgelerde çok sayıda yazılı kil tablet ortaya çıkarıldı. Bundan dolayı 1850′lerde Avrupa’da Persepolis ve Behistun yazıtlarının üçüncü uyarlamasıyla aynı yazı ve dilde yazılmış, çoğunlukla Asur bölgelerinden gelen fazla sayıda yazıt vardı. Bu dilin çözülmesi, süreç içinde Sami dil grubuna ait olduğunun oldukça erken anlaşılmasıyla, bir yandan çok basitti. Diğer yandan, çok geçmeden anlaşıldığı gibi, gramerinin alfabetik olmaktan çok hecesel ve ideografik olması, yapısını karmaşık hale getiriyordu. Akadca ya da Asurca’nın çözülmesinde öncülük eden kişi, İrlandalı bilim adamı Edward Hincks’ti. Ancak ikinci büyük katkı Rawlinson tarafından yapılmıştı. 1851′de, büyük üç dilli metnini tek başına çıkardığı Behistun yazıtının Akadca uyarlamasının metnini ve çevirisini yayımladı.
Behistun yazıtı üzerine uzun süre çalışmalar yapıldı. Ne var ki uzunca bir süre Sümerler hakkında duyulan ya da söylenen hiçbir şey yoktu. Bununla birlikte 1850′nin başlarında Hincks, Sami halklarının çivi yazısı dizgesini Asur ve Babil’in icat ettiğinden kuşkulanmaya başladı. Sami dillerindeki sesli harf fazlasıyla değişkenken, sessiz harf sabit öğedir. Bundan dolayı, Samilerin, sesli harfin sessiz harf gibi değişmez göründüğü gramerin hecesel bir dizgesini icat etmiş olmaları tuhaf görünüyordu. Üstelik yazıyı Samiler icat etmişse, Sami sözcükleri için işaretlerin hecesel değerlerinin bulunabilmesi beklenirdi. Ama durum hiç de böyle değildi. Sözcüklere ya da öğelere dönüflen hecesel değerlerin hiçbir Sami karşılığı yoktu. Bundan yola çıkarak Hincks, çivi yazsısı dizgesinin Mezopotamya’da Samilerden önce bulunan, Sami olmayan bir ulus tarafından bulunduğundan kuşkulanmaya başladı. 1855′te Rawlinson Journal of the Royal Asiatic Society’de yayımladığı yazısında, Nippur, Larsa ve Uruk gibi güney Babil’deki bölgelerde bulduğu, Sami dilinde olmayan tuğla ve tabletlerdeki yazıtlardan söz eder. 1856′da Hincks bu yeni dil sorununu ele aldı; Ninova kazılarından British Museum’a getirilmiş iki dilli yazıtların ilk örneklerini verdi. Bu dile, Asur ve Babil’de konuşlulmuş Sami dillerine bugün verilmiş adlar olan “İskitçe” hatta “Akadca” isimleri verildi. Buna karşın 1869′da Fransız bilim adamı Oppert, görkemli “Sümer ve Akad kralı” başlığını temel alarak, Akad’ın Sami kökenli nüfusunun yerleştiği ülkeyi gösterdiğini farketti. Çivi yazısını bulanlara da Sümer ve konuştukları dile Sümerce adını verdi. Buna karşın Asur uygarlığı araştırmacılarının çoğunluğu Oppert’e katılmadı ve uzun yıllar Sümerce yerine Akadca adı kullanılmaya devam etti.
Sümer’de matematik hesapları altmış tabanına göre yapılıyordu. Onlarla, yüzlerle, binlerle saymak yerine, varlıkları ve nesneleri altmışar altmışlar ve altmışın katlarıyla öbeklemişler-dir. Günümüzde de bu tabanın izleri gözle görünür biçimde korunmuştur: Zaman ölçüsünü saatlerle, dakikalarla, saniyelerle; yay ve açı ölçülerini da-kikalarla, saniyelerle dile getirirken altmış tabanını kullanırız.
Sümerlerin varolduğunun keşfedilmesini izleyen uzun yıllarda, çözülme-si ve araştırılması gereken eldeki kaynak malzemenin neredeyse tamamı, Ninova’daki kazılarda ortaya çıkarıl-mış Asurbanipal kütüphanesinin iki dilli metinler ve hece yazıtlarından ibaretti. Bu malzemeler MÖ 7. yüzyıldan, yani Sümerlerin siyasi varlıklarının ortadan kayboluşunun on beş yüzyıl sonrasından kalmadır. Sümer bölgelerinde bulunan malzemeyse çok az sayıda tuğla, tablet ve silindirden ibaretti. Bununla birlikte 1877′de ilk başarılı kazılar başladı. O yıl De Sarsec başkanlığındaki Fransız kazıbilimciler, Lagaş’ın erken Sümer devri kenti Telloh’da kazıya başladılar. Kesintilerle günümüze dek gelen bu kazıda ilk önemli Sümer eserleri gün ışığına çıkarıldı. Bunlar arasında İşakku adlı bir Lagafl prensinin eşyalarının yanısıra Sargon öncesi ve 3. Ur devirlerin-den kalma yüz binden fazla tablet ve parça bulunuyordu.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...