09 Haziran 2013

ALLAH'IMIN ON EMİRİ (EVAMİRİ AŞERE)



Tevrat"ta, Tanrı"nın yolunu şaşıran İsrailoğullarını yola getirmek için,

Sina dağında Musa Peygambere on emir gönderdiği yazılıdır.

Musa Sina dağından inerek, kavmine Tanrı"nın emirlerini açıklamış 

ve onları doğru yola,Tanrı yoluna dönmeye davet etmiştir. 
Ancak kavmi Musa"nın peygayberliğini tanımayarak 
eskisi gibi kendi yaptığı putlara tapmaya devam etti.

İddiaya göre,genel ahlak kurallarını kapsayan on emir iki taş levhaya yazılı idi. 

Musa bu levhalarda yazılı kurallara uyanların doğru yola girip,
huzura kavuşacaklarını söylüyordu. 

Sonraları bu on emir bütün tek tanrıcı dinlerce benimsendi.


 İslam dini de on emiri 
"Evamiri aşere" adı ile benimsedi 

ve onun insanları doğru yola sevketmek için 
Tanrı tarafından gönderildiğine inandı. 

On emir Tevratta şöyle sıralanır :

1- Yalnız Tanrıya tapacaksın ve onu herşeyden çok seveceksin.

2- Tanrının adını saygı ile ve ancak gerektiği zaman anacaksın.

3- Rabbinin gününü kutlulaştıracaksın.

4- Ananı ba
banı sayacaksın.

5- Kimseyi öldürmeyeceksin.

6- Zina yapmayacaksın.

8- Yalan söylemeyeceksin.

9- Kendini kötü isteklere kaptırmayacaksın.

10-Başkasının malına göz dikmeyeceksin. 



Bakara/81.

"Kim bir günah işler ve günahı kendisini çepe­çevre kuşatırsa, işte onlar cehennem ashabıdır ve orada ebedîyen kalıcıdırlar."


Tıpkı Nisâ sûresinde olduğu gibi:

"Bu iş ne sizin kuruntularınıza, ne de ehl-i kita­bın kuruntularına göre değildir. Kim bir günah işlerse mut­laka onunla cezalandırılır. Ve kendisine Allah’tan başka ne bir dost bulabilir ne de bir yardımcı."
(Nisâ: 123)

Evet bu iş, ne sizin kuruntularınıza, ne de ehl-i kitabın ku­run­tula­rına göre değildir. Kim bir günah işlerse mutlaka cezasını göre­cektir. Kendisine Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yar­dımcı bulu­namaz. Dost bildiklerinizin işi bitmiştir, yardım edecek dediklerinizle aranıza engeller konulmuştur artık.



Kim bir günah işler ve bu günahı onu çepeçevre sarar, çepe-çevre onu kuşatırsa. Acaba buradaki günahının kendisini ku­şatmasını nasıl anlayacağız? Günahının kişiyi kuşatması ifadesini ulemâ şöyle anlamaya çalışmışlar:

1- ıbni Abbas bunun şirk olduğunu söylemektedir. şirk bir adamı çepeçevre kuşattı mı artık o kişinin akıbeti kötüdür. Çaresiz o, kesin cehenneme gidecektir.



2- Kimileri de günahın kişiyi böyle çepeçevre kuşatmasını şöyle anlamışlar: Kişi günah işler de eğer tevbe etmeden günahları üzerine ölürse kesin cehenneme gidecektir. Yâni adam günah işler fakat tevbe etmeye zaman bulamadan günahları üzerine ölürse, amelleri onu çepeçevre kuşatmış demektir.


3- Bazıları da bunu şöyle anlamaya çalışmışlar: Onla­rın amel­leri, amelsizlikleri onları çepeçevre sarmıştır. Bu böyle bir anlık gaf­letleri sonucu, bir anlık dikkatsizlikleri sonucu ortaya çıkmış bir şey değildir. Sürekli bu durumu yaşamışlardı. Sürekli o günahlarla bera­ber olmuşlardır. Öyle değil mi? Mü'minler de bazen hata edebilirler. Bir anlık gaflet sonucu, bir anlık hata sonucu veya geçici bir duygu sonucu günah işleyebilirler, emre karşı gelebilirler. Ama ilk uyanışla, ilk hatırlama ile hemen bundan vazgeçerler mü'minler. 

A’râf: 201 de bu husus anlatılır:

"Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tara­fın­dan bir vesveseye uğrayınca, hemen Allah’ı anarlar ve gerçeği görürler."
(A’râf 201)

ışte müminler bir anlık gaflet sonucu işlenen günahlarından he­men dönerler. Burada anlatılan da, sürekli bu günahlarla yaşayan, bu gü­nahlar kendisini hiç terk etmemiş olanlardır. Hani Allah’ın Ra-sûlü bir hadislerinde bu hususu şöyle anlatıyordu: Adam bir günah iş­ler, işlediği bu günah onun kalbinde siyah bir leke oluşturur. Adam tevbe edip pişmanlık duyunca bu leke silinir. Ama adam tevbe et­mez-se bu leke orada kalır. Sonra ardından bir günah daha, bir günah daha, derken adamın kalbi simsiyah bir kılıfla örülür ve artık onun kalbi mühürlenir ve duymaz, duygulanmaz hale gelir diyordu ya; işte burada da sanki o anlatılıyor.

"Hayır hayır onların işledikleri günahlar yüzün­den kalpleri paslandırılıp körleştirilmiştir.
"(Mutaffifin: 14)

Âyetinin de anlattığı gibi bunlar işlediği günahlar yüzünden kalp­leri kuşatılmış ve Allah tarafından kalpleri kapatılmış, mühür vu­rulmuş insanlardır. Yâni adam bir günah işler ve işlediği bu günah onun içini, dışını, kalbini, dilini ve tüm azalarını sararsa. Yâni artık kal-bi de bu günahı kabullenir hâle gelirse, kalbide o günahtan rahat­sızlık duymaz hale gelirse işte o zaman bu adamın sonu kötüdür. Ama öyle değil de kalbi tamamen küfürle örtülmemiş ve hâlâ kalbinde imana yer kalmış olanlar, yâni günahı, günah olarak bilip helâl deme­yenler, cehennemde ebedî kalmayacaklardır. Temelde bizim fazla önem ver-mediği­miz kimi günahlar bizi ku­şattıkça, onların bizi cehen­neme doğru sürüklediğini anlıyoruz bun­dan. Meselâ adam küçük bir günah işledi ve arkasından tevbe et­medi, pişmanlık duymadı, onun arkasından sadaka vermedi veya hemen bir iyilikte bulunmadı. Ve o günahı da onu kuşattı ise, artık o günah o kişiyi günahı kabule götürecek, gü-nahı inkâra götürecek, onu iyilik yapmaktan alıkoyacak ve bu durum da onun cehenneme uğra­masına sebep olacaktır.


Aman ha! Hiç kimse, ne hocanız, ne hacınız, ne âliminiz, ne ca­hiliniz, ne kadınınız ne erkeğiniz kendine güvenmesin. Bir günah işleyince hemen arkasından tevbe etsin, pişmanlık duysun, sadaka versin, bir iyilikte bulunup o günahın silinmesine çabala­sın. Değilse bu da olsun bakalım, bu da olsun bakalım, deyip o günahı hesaba katmayarak yaşarsak; bilelim ki, böyle bir hayatın sonu cehennemdir. Bunu hiçbir zaman hatırımızdan çı­karmayalım inşallah.



Bakara/82.


"ıman edip salih ameller işleyenler var ya; on­lar, cennetliktirler. Onlar, orada ebedîyen kalacaklar­dır."

Ama beri tarafta iman edenler ve imanlarını amele dönüştü­ren­ler, bilgilerini Allah’a kullukta kul­lananlar, bilgilerini Allah’ın bilgile­riyle destekleyerek kulluğun em­rine verenler, bilgilerinin yaşanması adına ortam oluşturmaya çalı­şanlar var ya işte onlar da cennet asha­bıdır ve onlar da orada ebedî kalıcıdırlar.

Bundan sonra yine ısrâil oğullarından alınan bir mîsaktan söz edecek Rabbimiz. Ama bu âyet bizim kitabımızda olduğu için, bu bi­zimle de ahit anlamına gelmektedir. Hani daha önce söyemiş­tim, efendim bu âyet yahudilere hitap ediyor, binaenaleyh bu bizi ilgilen­dirmez, demek kitabı tahrif anlamına geliyordu. Yâni bakın Allah ısrâil oğullarından bir şeyler istiyor, şunları şunları yapın di­yor. Peki bu is­tenenleri biz yapmayacak mıyız? Elbette biz de ya­pacağız. O halde Allah, Kur’an’a sahip olan, Kur’an’a inandığını iddia eden herkesten bu ahdi alıyor.


Bakara/83.

“Biz ısrail oğullarından şöyle mîsak almıştık: “Allah’tan başkalarına kulluk etmeyeceksiniz, ana-ba­baya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz, insanlara güzel söz söyleyin, namazı ikame edin, zekatı ve­rin” Sonra sizler, pek azınız müstesna döndünüz; hâlâ da yüz çevirip duruyorsunuz.”

“Evamir-i Aşara” olarak bilinen bir on emir vardır. Türkçe’ye de on emir olarak tercüme edilir. Müfessirlerce Kur’an-ı Kerîmdeki bu bölümün, on emri anlattığı söylenir. Gerçekten de bakıyo­ruz on emir vardır içinde ama, Hz. Mûsâ’ya on emir olarak anla­tılan bu muydu? Yoksa Hz. Mûsâ’ya anlatılan emirlerden on tanesi mi buydu? Bunu bilmiyoruz. Yâni Cenab-ı Hakk’ın bizzat levhalara yazdığı emirler bu­muydu? Yoksa bunlar Tevrat’ın içindekiler miydi? Bunu tam olarak bilemiyoruz. Yâni bu Cenab-ı Hakk’ın ısrâil oğulla­rına Hz. Mûsâ ara­cılı-ğıyla bildirdiği istekleri, arzuları, emir ve nehiylerinden bir bölüm­dür. Ama Hz. Mûsâ’ya ilk gönderilenler mi? Yoksa levhada yazılı gönde-rilenler mi? Turda Cenab-ı Hak’la karşı karşıya geldiklerinde verilenler mi? Yoksa başkaları mı? Onları bilmiyoruz. Ama burada on emir vardır.

şimdi bu on emire bakalım, tabi ıslâm mânâsına, Allah’ın gön­derdiği emirler mânâsına bu on emir bizim de on em­rimizdir. Yâni bize de gönderilen on emirdir. Her ne kadar ısrâil oğullarından alıntı gibi görüntülense de bizim için de aynı şey söz konusudur. Çünkü bakın bizim kitabımızın bir âyetidir bu. Bakalım nelermiş bunlar:
Biz ısrâil oğullarından mîsak almıştık. Mîsak; bağ demektir. An­laşma da insanı bağladığı için ona da mîsak denmiştir. Allah’la ıs­râil oğulları arasında bir ahit, bir söz alışverişi demektir bu. Yâni Allah söylemiş, onlar kabullenmiş. Allah emretmiş, onlar da kabullenmeyi Allah’a arzeyle­mişler, Allah da bu kabullenmeleri karşılığında onlara cennet vaâdetmiştir gibi. ışte böyle bir ahit, bir söz alışverişi olmuştur, bir mîsak olmuştur aralarında.

Hani Mîsak-ı milli filan diye tarihe mal olmuş bir kelime var ya.Burada da anlatılan iki taraftan biri Allah, diğeride ısrâil oğulları olarak gerçekleşen bir mîsaktır. Peki acaba şartları neymiş bu mîsakın? Hangi konularda mîsak almış onlardan? Ya da hangi konular üzerine itaat edeceklerine, yerine getireceklerine dair söz vermişler bu adamlar Allah’a?


"Allah’tan başkasına kul olmayacaksınız!"

Allah’tan başkasının kulu kölesi olmayacaksınız! Boynunuz­daki ipin ucunu Allah’tan başkasına vermeyeceksiniz. Allah’tan baş­kalarını dinlemeyeceksiniz. Allah’tan başkalarının çektikleri yere git­meyeceksiniz. Allah’tan başkalarının arzularını yerine getirmeyecek­siniz. Allah’tan başkalarının kulu-kölesi olmayacaksınız. Tabi Allah’a kulluk; mutlak mânâda Allah’a kulluğu, mukayyet anlam da da baş­kalarına itaati gerektirecektir. Yani Rabbimizin bu kitabın da sınırlarını belirlediği yasal itaat mekanizmalarından söz ediyorum. Allah’a kulluk mutlak mânâda O’nu kulluğu gerektirirken, mukayyet mânâda Allah’ın onlara da itaat edin, onları da dinleyin buyurduğu itaat mekânizmala­rını tamamen diskalifiye anlamına gelmeyecektir. Veya bir başka de­yişle onlara itaat Allah’a isyan, yahut şirk anlamına gelmeyecektir.

Meselâ Allah ulül emre itaati isteyecek, anneye babaya ita­ati veya kocaya itaati isteyecektir. Yerine göre bu itaatler de yine Allah adına olunca, herşey Allah’a kulluk olacaktır. Yâni boynunuza Allah ipini takın! Mutlak mânâda Onu dinleyin! Her hâlü kârda Onun de­diklerinin dışına çıkmayın! ıtaatinizi Ona verin! Ama Allah kendisinin dışında kime itaat emretmişse, bazen bazen onlara da verin demektir bu. Yâni Allah’a itaat yanında onlara da itaat onları Rab konumunda görme, ya da onlara da kulluk yapma anlamına gelmeyecektir. Aksine kişinin Allah’ın onlara da itaat edin buyurduğu kimseere itaati de Al­lah’a itaati anlamına gelecektir. Çünkü bunu diyen de Allah’tır.

Meselâ şimdi saat 07.00 de ders için buraya gelin! demekle ben si­zin Rabbiniz olmadım aslında. Ama Allah bu konuda bana böyle bir izin verdi ve sizin boynunuzdaki Allah ipini ben bu izinle kul­lan­dım. Değilse bu konuda benim bu emrimi dinlemeniz bana kulluk mânâsına gelmeyecektir. Veya kişinin peygambere itaati, halifeye ita­ati, babasına, anasına, kocasına, hocasına itaati ona kulluk mânâsına gelmeyecektir. Yâni:


Sadece Allah’a kul olun demek, Allah’tan başkasının sö­zünü dinleyince kâfir olursunuz anlamına gelmez. Arkadaş bir bardak su verir misin? dedi biri, ötekisi de Allah isterse veririm de­ğilse veremem! Öyle olmayacaktır tabii. Aslında âyetin bu bö­lümü diğer akdi mîsak bölümlerinin tümünü anlatır. Peki neymiş bu Allah’a kulluk birimleri? Nelermiş bunlar? şimdi onları anlat­maya başlıyor âyet-i kerîme:


"Anaya babaya da ihsanda bulunun."

Veya anaya-babaya muhsin davranmak. Yâni ana-baba kar­şı­sında da Allah karşısında olma şuurunu taşımak. Yâni ger­çekten çok orijinal bir kavram.

ıhsan neydi? ıhsan, Allah’ın gördüğü şuuru içinde olmak. Ki­şi­nin yaptığını Allah huzurunda, Allah kontrolünde yapma şuuru içinde olmasıdır.

Yâni bakın burada anaya-babaya itaat isteniyor bir an­lamda; ama ana-babaya itaat ederken, itaat ortamında da Allah karşısında olma şuurunu kaybetmeyeceğiz. Bu işi yaparken Allah kontrolünde olduğumuzu hep hatırda canlı tutacağız. Yâni ya Rabbi! sen bana, annene şöyle davran dedin diye yapıyorum bunu. Sen, bana böyle yap dedin diye böyle yapıyorum diyerek hem Allah huzurunda olaca­ğız, hem de onlara itaat edeceğiz.

Ama onların bizden istedikleri Allah’ı gücendirecek, kızdıra­cak veya azabını gerektirecek noktaya ulaşınca da o zaman on­lara itaat etmeyeceğiz. Hemen o anda vazgeçivereceğiz. Anamız-babamız da olsalar dinlemeyeceğiz onları. Niye? Çünkü Allah hu­zurundayız ya. Allah kontrolündeyiz ya. Ne yapacaksak, nasıl ya­pacaksak, onun rı­zasını aşmayacak şekilde yapmak zorunda ol­duğumuzu asla unut­mayacağız.


Dikkat ediyorsanız ana-babaya itaat değil, ihsan isteniyor biz­den. Âyet-i kerîmede anaya-babaya itaat edin denmiyor da ihsanda bulunun deniyor. Yâni ana-baba karşısında Allah huzurunda olduğu­nuzu, benim kontrolüm ve murakabem altında olduğunu bir an bile unutmayın buyuruluyor. Öyleyse anaya-babaya itaatin birkaç boyutu vardır tabii. Bugüne kadar anladınız, duydunuz, dinlediniz bu konuyu da in­şallah şöyle bir tekrar edelim özet olarak:

1: Anne-baba bir kere varlık sebebiyle itaate lâyıktır. Bizim varlı­ğımız sebebiyle onlar itaate lâyıktırlar. Ve onların var olmaları se-bebiyle itaate lâyıktırlar. Annemiz-babamız bizim sebeb-i vücudu­muz-dur. Yâni senin annen-baban senin varlığına sebep olduğu için ona itaat edeceksin.

Tamam, itaat edeceğim; ama babam huysuzluk yapıyor, anam namaz kılmıyor, abdest almıyor! ıslâm’ı yaşamıyorlar, dinle ilgileri yok. Ne olursa olsun onlar senin annen-baban mı? Sen de ondan dolayı mı varsın? Tamam, sen onlara itaat edeceksin, bir kere; mutlak ölçü budur. Çünkü onların itaate hak kazanmaları, bizim ana­mız-ba­bamız olmalarından dolayıdır. Bizim sebeb-i vücudumuz olmaları se­bebiyledir. Bunun için iyi bir müslüman olup olma­maları hiç de önemli değildir.

2- ıkincisi annen va baban eğer şirk konusunda, seni şirke dü­şürme konusunda, yâni senin dinini egale etmek, ıslâm’ını ekarte et­mek üzere senden bir istekte bulunuyorlarsa, o zaman sen kenara geç ve dinleme onları! Yâni onlara itaat etme! Ama hemen onları öl­dür! ışlerini bitir demek değildir tabii bu. Fakat bu işte ısrar ediyorlar, üstüne düşüyorlar ve senin dinini bozma boyutuna götürüyorlarsa bu isteklerini, o zaman onları dis­kalifiye et! Yâni onları sıfır hale getir! Ya da sessiz hale getir? de­mektir bunun mânâsı. Hattâ Bedir’de olduğu gibi, baban veya anan Allah’ın dinini engelleme adına varlığını ortaya koyuyor ve seni engellemeye çalışıyorsa o zaman kafasını da kes! Defterini de dür! ikinci boyut da böyle.

3- Üçüncü boyuta gelince, dünya işlerinde de onlarla iyi geçin. Ama yanlış anlamayalım, dünya işlerinde onlarla geçin demek, sözle­rini dinle, dediklerinden dışarı çıkma manasına değildir. Ya nedir? ışte geçinin demektir. Gönüllerini alın demektir.
"Eğer anan bana seni körü körüne bana şirk koş­maya zorlarlarsa onlara itaat etme. Ama dünya işlerin­de de maruf veçhile onlarla geçin."
(Lokman: 15)

...deniyordu ya, işte yâni tevhit ölçüsüne dayanarak, ıslâm öl­çüsü içinde onlarla geçin. Peki bunun ölçüsü ne olacak? Bunun öl­çüsü benim bildiğim; onları gücendirme, onları küstürme de­mektir. Gönüllerini alarak, kandırarak yine bildiğin şekilde Allah’ın senden istediklerini yapmaya devam et demektir bunun mânâsı.

Ama mubahlardan biri de eğer onları kandırabilirsen, gö­nül­le­rini edebilir, ikna edebilirsen sen istediğini yap. Ama sen is­temezsen mutlaka onların dediğini yap. Başka çaren yoktur çünkü.

Meselâ babam bana burada otur mu dedi, ya da oturma mı dedi. Orada oturmak da helâl, burada oturmak da helâl iken, babam bu ikisinden birini isterken, neden bunu istiyorsun? Senin zevkine mi uyacağım demeye hakkımız yoktur. Ama baba, bak burası daha gü­zel. Burada ora­dan daha rahat ederim filan diyerek kandırabilirsen tamam o zaman burada otur, değilse onun dediği yerde oturmak zo­runda­sın. Veya meselâ benim babam bugün buraya gelmeme engel olursa, eğer size verilmiş bir sözüm yoksa gelmemeliyim. Ama onu kandırabilirsem o ayrıdır tabii. Benim bildiğim anaya-babaya itaatin sınırı da işte bu olacaktır. Üç kademede düşünebiliyorum.

Bir kere mutlak mânâda onlar itaate lâyıktır. Onlar iyidir diye, müslümandır diye değil, anne-baba olmaktan dolayı itaate lâyıktır. Ama itaat derken benden şirk isterlerse o zaman ben yan çizeceğim, yok kabul edeceğim, dinlemeyeceğim, duymayıvere­ceğim, anlamayı­vereceğim, unutuvereceğim. Ama ısrar ederlerse engel koyacağız, fakat dünya işlerinde de onlara hoşgörünmeye çalışacağız. Yâni anne ve babanın karşısında onlara itaat ederken de Allah huzurunda olduğumuzu asla unutmayacağız. Onlar hatı­rına Rabbimizi darıltacak bir noktaya düşmemeye çalışacağız in­şallah.


Ama şu bizim mevcut uygulamada ana-babaya itaat biraz da onların rubûbiyet makamına geçmelerini sağlıyor ki, bu konuda daha titiz davranmak zorunda kalacağız. Yâni adam diyor ki, illa da benim dediğim olacak. Zevkini tatmin için değil; ama belki enaniyetini put­laştırmak için diyorsa, onun bu zulmüne engel ol­maya da çalışacağız. Çünkü onun bu hareketi, kendini Rab ma­kamında görmesinden ötürü bir zulümdür. Öyle olunca da artık burada konu anneye-babaya itaat konusu değil, annenin babanın kötülüğüne engel olma konusudur ki, o zaman ona da dikkat ede­ceğiz. Onların her dediklerini yaparak on­ları putlaştırmamaya dik­kat edeceğiz.

Tabi bunu da nasıl ayarlayaca­ğımız konusu da ayrı bir konudur. Tıpkı bıçak sırtı gibi bir şey. Bir yana kaydı mı öbür yandan kaya-caktır, ikisinin ortasında durmak çok zordur yâni.

Bir özet yapalım ve geçelim: Anaya babaya ihsan:

a- Onları hayra, hakka teşvik etmektir. Babamız-anamız olarak sürekli onları hayra teşvik edeceğiz. Allah’ı hoşnut edecek amellere teşvik edeceğiz. Onları hep cennet yolunda tutmaya, cehennem yolla­rına barikatlar koymaya çabalayacağız.

b- Onlara karşı merhametli davranmaktır. Onlara karşı hep mer­hamet edeceğiz. Onlar üzerine tıpkı onların biz küçücükken bize karşı rahmet ve merhamet kanatlarını gerip bizi korudukları, kolla-dıkları gibi biz de onların üzerine rahmet ve merhamet kanatlarımızı gereceğiz. Onların cehenneme gidişlerine göz yummayacağız.

c- Allah’ın size ulaştırdığını siz de onlara ulaştırın demektir. Al­lah’ın bize ulaştırdığı gerek kitap bilgisini onlara ulaştırmak şeklinde, gerekse Allah’ın bize lütfettiği rızıklardan onlara vererek onlarla pay­laşmadan yana olacağız.

d- Onları cennete götürmenin savaşını verin demektir. Yâni on­lara cennet yollarını açıp onların cehennem yollarına bari­katlar ko­yun demektir.

Evet işte böylece ana-babalarımıza karşı muhsin davranaca­ğız. Onlar karşısında hep Allah huzurunda olduğumuzun, onlardan önce Allah’ı darıltmamamız gerektiğini unutmayacağız. Onların Al­lah’ın emir ve arzularıyla çatışan arzu ve isteklerini yerine getirerek, onları putlaştırarak Rabbimizi darıltma durumuna düşmeyeceğimiz gibi, onların hiçbir isteklerini yerine getirmemek şeklinde de Rabbi-mizin ihsan emrini çiğnemeyeceğiz. Hep Allah huzurunda oldu­ğumuz bilincinde olacağız. Başka kimlere karşı ihsan istiyormuş Rabbimiz?


"Akrabaya da ihsanda bulunun."

Akrabaya iyilikte bulunmak da aynı mânâlara gelmektedir. Malla, lisanla, bilgiyle onları cennete götürmeye çalışın demektir. Ak­rabalarınızı kendi hallerine bırakmayın ve sürekli onlarla görü­şerek hak yolda olmalarını sağlayın demektir. Onlarla ilişkilerinizi de yine Allah huzurunda olduğunuzu unutmadan ayarlayın. Onlara karşı Al­lah’ın istediği şekilde davranın. Allah’ı küstürecek ilişkilere asla gir­meyin diyor Rabbimiz.
"Yetim ve miskinlere de ihsanda bulunun."

Yetim ve miskin. Toplumda ortadan kaldırılmaları mümkün ol­mayan bu iki gruba da iyilikte bulunun. Yâni bu iki grubun orta­dan kaldırılması mümkün değildir. Bunlar toplumda her zaman var ola­caktır. Çünkü ne yaparsanız yapın birilerinin anası ölecek, babası ölecek ve yetim kalacaktır. Bu iki gruba da ihsan edin. Ye­tim ve mis­kinlerden kimisinin kafası açtır, kimilerinin kalbi, kimileri­nin de midesi açtır. Onların bu üç bölgelerini doyurmayı ihmal et­meyin. Kafanın gı­dası bilgidir, kalbin gıdası iman, midenin gıdası da helâl rızıktır.

Öyleyse toplumda var olan bu yetim ve miskinlerin sadece mi­delerini doyurmakla iş bitti zannetmeyin. Onların kafalarını ıslâm bilgi­siyle, kulluk bilgisiyle doyurun, kalplerini de Allah’ın istediği imanla doyurun. Yâni yetimlere, analı babalı olanlar gibi bir dün­yada yaşatıl­maları konusunda ihsanda bulunun. Miskinlerin de pa­ralı pullu olanlar gibi yaşatılmasını sağlamak üzere ihsanda bulu­nun. Yediğinizden ye­dirip, giydiğinizden giydirip, onların huzurunu sağlamaya ve onları kendi hayat standartlarınıza çıkar­maya gayret edin.


"Bir de insanlara güzel söz söyleyin."

Güzel söz insanların hoşuna giden söz demek değildir. Al­lah’ın hoşuna giden söz güzeldir. ınsanları hoşnut edecek sözler gü­zel değildir, Allah’ı hoşnut edecek sözler güzeldir. Hani Allah’ın Rasû-lü bir hadisle­rinde bunu şöyle anlatıyordu:

"Gerçek müslüman müslümanların elinden 

ve di­lin­den sâlim olduğu, selâmette kaldığı kimsedir."

Müslümanların elinden ve dilinden mutazarrır olmadığı kimse en faziletli mü'mindir, buyurur Allah’ın Rasûlü. Ama bu de­mek değildir ki emr-i bil’marûf yapmayan, haddi uygulamayan, insanları cezalan­dırmayan kişidir. Halbuki bu yukarıda sayılanlar in­sanları her zaman rahatsız edecektir. 


O halde insanları nelerin ra­hatsız edeceğini bilmek zorundayız. Ya da insanları rahat, veya rahatsız etmenin ne demek olduğunu bilmek zorundayız. Gerçek rahat dünya rahatı değildir. ıs­lâm, rahat ve saâdet kaynağıdır. ıs­lâm, kişiye ebedî saâdet kazan­dırmak, kişiyi daru’sselâm’a gö­türmek için gelmiştir. Gerçek rahat ve gerçek saâdet de selâmet ve rahat yurdu olan ahiretteki saâdettir.

Öyleyse kişinin elinden ve dilinden sadır olan şeyler insan­ları daru’sselâma, saâdet yurduna götürüyorsa, konuştuğu ve yaptığı şeyler müslümanları daru’s-selâma, yâni cennete götürü­yorsa; işte bu mü'min, en hayırlı mü'mindir. Yoksa burada anlatılan sadece insanla­rın dün­yadaki saâdetlerini sağlamak değildir.

Allah’ın Rasûlü insanları recm ederken ve savaş için onları Be­dir’e götürürken, hırsızlık yapan kişinin elini keserken, belki on­ları dünya açısından rahatsız ediyordu, ama daru’s selâm saâdetlerini ha-zırlıyordu onların. Yâni cennete kazandırıyordu onları. Öyleyse in­san-lara söz söylerken hayırlı ve maslahata uygun söz söyleyeceğiz. Bulunduğumuz makam, bulunduğumuz konum neyi gerektiriyorsa onu söylemek zorundayız.

Madem ki insanlar benim elimden ve dilimden sâlim olacak­larsa, öyleyse ben de hiç konuşmayıvereyim, dilimi tutuve­reyim de­menin de anlamı yoktur. Aksine bulunduğumuz makam neyi gerektiri­yorsa, Allah ve Rasûlü neyi konuşmamızı istiyorsa onu konuşmak zo­rundayız. ışte o zaman müslümanlar bizim eli­mizden ve dilimizden sâlim olurlar. Ama öyle değil, ağız değil de bizden açılacak olan, ce­hennem çukurlarında bir çukur olacaksa işte o zaman susmak zorun­dayız.

Evet, insanlara güzel söz söyleyin denmiş, sadece mümin­lere değil. Tüm insanlara güzel söz söylemek zorundayız. ınsan­ları cen­nete götürücü söz söylemek zorundayız. Bu güzel söz ko­nusunda Fussilet sûresinin 33. âyetinde şöyle buyurulur:


"Doğrusu ben kendini Allah’a verenlerdenim? Di­yen ve salih ameller işleyen ve de Allah’a çağıran kimse­den daha güzel sözlü kim vardır".
(Fussilet 33)


Tabii buradaki insanlara güzel söz söylemeyi iyilikle emret­mek ve kötülükten menetmek şeklinde anlamışlar. Bir de biliyoruz ki:

"Sözlerin en güzeli kelâmullahtır."

Öyleyse en çok konuşacağımız şey Allah’ın kelâmı olsun. ın­sanlara en çok duyuracağımız, en çok sözcülüğünü edeceğimiz vahiy olmalıdır. ınsanlara insan sözü değil Allah sözü taşıyacağız. Zira sözlerin en güzeli Allah sözüdür. Kelâmların en cennete gö­türücü olanı Allah’ın âyetleridir.


"Bir de namazı ikâme edin 
ve zekâtı da verin."

Yâni bütün bu yukarıda sayılanları yapabilmek için de na­mazı ikâme edin, zekâtı da verin! Peki niye böyle bir bağ kurduk? Yâni anaya babaya ihsanda bulunmak, insanlara iyi davranmak, yetimle, miskinle iyi bir diyalog kurmak ve Allah’a, Allah’ın istediği biçimde kul olmayı becerebilmek için sizin Allah’a ihtiyacınız var, sakın ha Allah’la diyalogu kesmeyin. Namaz sayesinde Allah’la diyalog imkânı bulun.

Ve zekâtı da verin, yâni bunu o insanlara da ulaştırın. Namaz, Al­lah’tan mesaj alma işidir; zekât da Allah’tan alı­nan bu mesajın insan­lara ulaştırılma ameliyesidir. Veya namaz bi­reysel bir kulluk, zekât da toplumsal bir kulluktur. Öyleyse gerek bi­reysel gerekse toplumsal tüm hayatınızda Allah’a kul olun. Sa­dece Allah’ı dinleyin. Sadece Onun hoşnutluğunu arayın.

Yâni ben gelip sana zekâtımı verirken sana şunu demek zo­rudayım: Arkadaş, Allah bana değişik yollarla mal göndermiş, Allah sayesinde, namaz sayesinde, namaz vasıtasıyla Allah’la kurduğum diyalog sayesinde anladım ki bunların hepsi benim de­ğilmiş, Allah di­yor ki senin de bunun içinde hakkın varmış. Al kar­deşim bu senindir demem gerekirdi ya, işte Allah’tan gelenin bi­reysel planda kendi şah­sımda uygulanmasına namaz veya Al­lah’tan mesaj alma ameliyesine namaz, ama bunun topluma indir­genmesine de zekât diyoruz.

Zekât malî bir kulluktur, namaz ise bedeni kulluktur. Zekât top­lumsal bir kulluk, namaz ise bireysel bir kulluktur. Ama namaz Allah’la diyalogdur, zekât da namazla aldığımız bu mesajın top­luma indir­gen-mesidir.

Evet sizden böyle bir mîsak aldık. Size bunu böylece dedik; ama pek azınız müstesna bu mîsakı bozdunuz. Çok azınız müs­tesna. Bu müstesna azınlık zaten daha önce de bu anlaşma ge­reğince Tev­rat’la amel eden, yâni dinlerinin emirleri gereğince ha­yat süren in­san-lardı ve şimdi de son peygambere iman edip yine aynı mîsakı en güzel şekilde yerine getiren insanlardır.

Bu istenenler kişinin kişisel dünyasını ilgilendiren kulluklardır. Yâni bir kişinin başka kimsenin yardımına ve deste­ğine ihtiyaç duy­madan, kendi başına yapabileceği kulluklardır. Ze­kât da namaz da toplumsal bir yardımlaşma sonucu ifa edilecek kullukdeğildir, kişinin kendi görevidir bunlar. Yâni namaz kılan da zekât veren de kişidir. Toplum yapmaz onu.

Toplumsal bir görevle bireysel bir görevin örneğini şöyle vere­lim: Bunu karıştırıyoruz gibi. Özellikle cemaat olalım di­yenler de ka­rış-tırıyorlar galiba. Yemek yemekle, yemek yapmak arasında fark vardır. Meselâ yemek yapmak bireysel bir faaliyet de olabilir, toplum­sal bir faaliyet de olabilir. Birisi tuzunu, birisi ya­ğını getirir, birisi do­mates doğrar, öbürü suyunu koyar, ötekisi ateş yakar gibi hepimiz birden yemek yapabiliriz. Veya bir tek insan kendi başına da yemek yapar. Ama yemek yeme konusu böyle değildir. Yemek yeme konusu toplumsal ve bireysel olmaz. Bera­ber yesekte, kendi başımıza yesek de bu bireysel bir harekettir. Yâni hepimiz otursak da, hepimiz ken­di­miz yiyoruz demektir. Herkes kendine, kendi karnına yiyor ola­caktır. Evet topluca yiyoruz ama sonuçta herkes kendisi yiyor.

ışte aynen bunun gibi ze­kât da iki kişi arasında bir ameliyedir, ama aslında bir kişidir veren, bir kişidir alan. Adam bireysel iş yapıyor demektir.

Ama savaş öyle değildir. Esir olmak ve esir kurtarmak öyle de­ğildir. Yâni bunlar bir kişinin yapabileceği bir şey değildir, bu toplum­sal bir iştir. Veya devlet yönetimi bir kişinin işi değildir, toplumsal bir iştir. Savaşı da, devlet yönetimini de bir tek kişinin bireysel olarak gerçekleştşrmesi mümkün değildir. ışte bundan sonra bakın toplumsal mîsak mad­deleri sayılmaya başlanacak.

Bakara/84.

"Hani sizden yine mîsak almıştık, söz almış­tık."


"Birbirinizin kanlarını dökmeyecek, 

birbirinizi öl­dürmeyeceksiniz diye."

"Ve kendi nüfusunuzu diyarınızdan yurdunuzdan
 çı­karmayacaksınız diye."
Yâni birbirinizi göçe zorlamayacaksınız. Savaş konu­sunda, ya da devlet konusunda, ya da diğer devletlerle toplumsal ilişkilerinizde de bu kurallara uyacaksınız. Kan dökmek yok, kan dökmeye yönelik hareket yok, kan dökmeye izin yok, bir de kan dökmenin de ötesinde birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmaya da izin yok.
"Sonra sizler buna ikrar da verdiniz."

Bunlara riâyet edeceğiz diye söz de verdiniz. Bu Al­lah yasala­rına riayet edeceğiniz konusunda Rabbinize ahitte bulundunuz.
"Üstelik hepiniz birbirinize şahit bulunuyordu­nuz."

Yahut da bunun böyle olduğuna bugün de şahitlik edecek ka­dar bilginiz vardı. Bu ahid sizden alındı da. Peki ne zaman? Hz. Mûsâ döneminde. Ne za­man? Hz. peygamber dönemine kadar her bir dö­nemde bu ahdi siz verdiniz de.



Bakara/ 85.

"Sonra sizler birbirinizi öldürüyorsunuz. ıçi-nizden kimilerini vatanlarından çıkarıp sür­gün ediyorsu­nuz. Onların aleyhinde kötülük ve düşmanlık konu­sunda birleşiyor ve yardımlaşıyorsunuz. Ve şâyet onlar düşman elinde esir olarak size ge­lirlerse mal karşılığında esir mü­badelesi yapıyorsunuz. Halbuki onları sürgün etmek de size haram kılın­mıştı. Yoksa siz kitabın bir bölümüne ina­nıp da bir kıs­mını inkâr mı ediyorsunuz? Böyle yapanların cezası ancak dünyada rüsva­lık­tır. Dünyada rezil, rüsva olacaklardır bunlar. Kıya­met gününde ise azabın en kötü­süne, en şiddetlisine iti­leceklerdir. Allah yaptıklarınızdan asla gafil değildir."

Ya da sizler, yâni şimdiki sizler öyle kimselersiniz ki kendile­ri­nizi, kendinizden olanları öldürüyorsunuz. Ya da toplum olarak sizler şu anda yahudi milleti olarak intihar ediyorsu­nuz. Bu yaptıklarınızla sonunuzu hazırlıyorsunuz. Allah’a verdiği­niz bu ahitlerin aksine hare­ketle şu anda sonunuzu hazırlıyorsu­nuz demektir bunun mânâsı.
"ıçinizden kimilerini vatanlarından çıkarıp sür­gün ediyorsunuz."


"Onların aleyhinde kötülük ve düşmanlık konu­sunda birleşiyor ve yardımlaşıyorsunuz."

Yâni kötülükte ve düşmanlıkta birbirinize arka veriyor ve kö­tü­lükleri topluca işliyorsunuz.
"Ve şâyet onlar düşman elinde esir olarak size ge­lir­lerse, mal karşılığında esir mübadelesi yapıyorsunuz."

Yâni fidyelerini ödeyip onları kurtarmaya da kalkışıyorsu­nuz. Veya onlar size esir olarak geldikleri zaman da onlardan fidye almaya kalkışıyorsunuz.
"Halbuki onları sürgün etmek de size haram kılın­mıştı."

Rivâyetlere göre Beni Kureyza yahudileri, müşrik Araplar­dan Evs kabilesinin müttefiki, Beni Nadır yahudileri de yine müşrik Arap­lardan Hazrec kabilesinin müttefikiydi. Bu yahudiler müttefiki bulun­dukları kabileler birbirleriyle savaşınca karşılıklı olarak onlara yardım ederler, birbirlerini öldürürler ve vatanlarından sürgün ederlerdi. Bir­birlerine yahudi olanlardan esir düşenleri de fidye ile kurtarmaya çalı­şırlardı.

Allah diyor ki; bu ne biçim iştir? Hem onları, kendinizden olan yahudileri öldürmek için savaşıyorsunuz, hem de fidye ile onları kur­tarmaya çalışıyorsunuz. Bu nasıl iştir? Bunlar bu tür bir yargılama ile karşılaştıkları zaman da diyorlar ki, bu fidye kitabımızın emridir. Kita­bımız kardeşlerimiz hakkında fid­yeyi emretmektedir. Böyle bir du­rumda fidye vererek yahudileri kurtarmak zorundayız bizler.


 Eğer on­lar sizin kardeşlerinizse niye vatanlarından çıkarıyorsunuz? Niye on­ları öldürmeye çalışı­yorsunuz? Değilse niye fidye vermeye çalışıyor­sunuz? Sürgün ederken bu adamalar sizin kardeşleriniz değilken, fidye vermeye gelince sanki kardeşleriniz oluyorlar. Veya fidyeyi em­re-der­ken sanki kitabı dinlediğini iddia eden sizler, savaşırken, sürgün ederken sanki o kitap sizin kitabınız değil. Bu nasıl iştir böyle? ışinize gelen yerde kitaba sığınıyorsunuz, ama işinize gelmeyen yerde kitabı diskalifiye ediyorsunuz.

Sonra buyurur ki Allah:
"Yoksa siz kitabın bir bölümüne inanıp da bir kıs­mını inkâr mı ediyorsunuz?"

Kitabın bir kısmını gündemde tutuyorsunuz da, bir kısmını ört­meye mi çalışıyorsunuz? Kitabın bir kısmının mü'mini oldunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Bir kısmını gündeme getirip, onları ey­leme dönüştürme çabası içine giriyorsunuz da, bir kısmını görmez-likten gelmeye mi çalışıyorsunuz? Ne bu haliniz? 


Denil­mek­tedir.
Bu hemen hemen bugün bütün müslümanların derdidir. Bu­gün de bakıyoruz bir bölüm âyetler gün yüzüne çıkarılırken, bir kısım âyetler de kenara çekilmeye çalışılıyor. Bir kısım âyetler hep gün­demde tutulmaya çalışılırken, bir kısım âyetlerde duyulmasın diye âdeta ağıza bile alınmamaya çalışılıyor.

Kaplıcalara gitmiştim, bir adamın pansiyonunda kaldım, böyle namazında, abdestinde hoş bir adam. Bir gün bana dert yandı adam. Dedi ki vallahi arkadaş ben ne yapacağımı şaşır­dım, hacı efendi, hoca efendi bir yığın insan geliyor, namaz kılan insanlar çoğu. Na­mazdan çıktık, baktım ki namaz kılan bu adamlar şortla,tesettüre uy­gunsuz bir şekilde banyoya giriyorlar. Hiç tesettüre riayet etmiyorlar. 


Birini çağırdım ve dedim ki: Ya hacı gel bize gide­lim de tavuğun biri şaşırmış yolunu, herhalde bizim bahçeye gel­miş, ben de tuttum kes­tim, pişirdim ve hazırladım, gel beraber yi­yelim, boş ver kimseye ha­ber vermeyelim dedim diyor. Adam bir irkildi şöyle diyor, yahu hacı efendi olur mu? Haram filan demeye çalıştı diyor. Ya? dedim, demek çalınmış tavuğu yemek haram da açık saçık hamama girmek helâl mı? Dedim diyor.

Bakıyoruz müslümanların hayatına, Allah hayatının bir bölü­müne karışıyor, sanki öbür bölüme karışmıyor. Devlet bilmem ne pa­rasını kesmiş, on gün sonra vereyim ama yüzde şu kadar fazla vere­yim diyor, adam başlıyor araştırıp soruşturmaya, bu yüzdeyi ne yapa­cağım diye. Bu bölüme Allah karışıyor da öteki bölüme sanki Allah ka­rışmıyor. Yâni kazancının diğer bölümünü hiç sormuyor, sanki Allah o bö­lüme hiç karışmıyor.

Veya işte fâizli, kredili kooperatiflerde danışmanlık yapmak veya mimarlık, mühendislik yapmak işine yanaşmıyor da müslüman, fâizli diyor, olmaz bu diyor, ama sanki öbür kooperatifler ca­izmiş gibi hiç sormuyor adam.

Veya gelininin gelinliğini düşünüyor da adam, eşyasını hiç dü­şünmüyor. Veya evinin eşyasını düşünürken adam komşusunu dü­şünmüyor. Ya da kazanırken düşünüyor adam da harcarken düşün-müyor. Harcarken düşünüyor da kazanırken düşünmüyor. Allah sanki hayatının bir bölüme karışıyor öbür bölüme karışmıyor gibi çok tuhaf bir iş. Bakın Rabbimiz buyuruyor ki:
"Kitabın bir kısmına inanırsınız da bir kısmını in­kâr mı ediyorsunuz?"

Bizim esmer arkadaşlar, eskiden sepet örerler ve satar­lardı. Böyle büyüklü küçüklü. Sorarlardı kaç lira bu sepet? ışte üç lira, beş lira o zamanın parası. Adam eline alıp, yahu pek de kü­çükmüş! filan deyince, büyüğünü eline alıp birbirine vurarak, bunu görün de, hunu görmen mi? derdi. Yâni müslümanlar da sanki bunu görüyorlar ama bunu görmüyorlar.

Meselâ ekmek kırıntıları­nın yere dökülmesine tahammülü ol-mayan, bu konuda çok hassas davranan kimi müslümanlar ha­nımla-rının, kızlarının sokaklarda el âlemin ayaklarının altında sü­rünmesini hiç göremiyorlar.

Veya annesini bir hafta görmeden ya­şamanın caiz olmadığını bilen ve buna tahammül edemeyen kimi müslümanlar aylar yıllar Al­lah’ın kitabıyla görüşmeden yaşayabili­yorlar. Bunu görüyorlar da bunu görmüyorlar. Sanki Allah hayatı­nın bu bölümüne karışıyor da, şu bö­lümüne hiç karışmıyor.

Bakıyoruz müslümanlardan kimileri sadece zikir, fikir, tesbih, gece namazı âyetlerini gündeme getirirken öteki âyetleri sanki gör-mezden geliyorlar. Tamam bunlar da var, bunlar da bilinmeli, bunlar da anlaşılmalı, ama ötekiler de bilinmelidir. Meselâ bakıyo­ruz bir başka müslüman grup da işte vatan, devlet, nizam, intizam, Allah’ın indirdiği âyetlerle hükmeden, hükmetmeyen filan, bir tek orayı okuyor; o da öteki bölümleri sanki atlamaya, kapatmaya çalı­şıyorlar.

Bir başka grup müslüman da kıssa ile başlıyor, kıssa ile biti­ri­yor. Sanki Kur’an’da kıssadan başka âyet yokmuş gibi sadece bunları gündeme getiriyorlar. Tamam bunlar da var Kur’an’da, bunlar da okunmalı, bunlar da gündeme getirilmeli de, ama bakı­yoruz müslü-manlar bir bölümü alırken diğer bölümleri ihmal edi­yorlar. ışte bu iyi değil. Ama şöyle bir mâzeretten dolayıysa bu caizdir. Meselâ şu anda Bakara’yı okuduğumuz için Âl-i ımrân’dan söz edemiyorsak, okumaya, öğrenmeye devam ettiğimiz sürece bu caizdir. Ama hep ye­rimizde sayıyorsak bu kötü işte.

Hocanın birinin hutbe kitabını çaldılar. Adam kırk senedir aynı kitaptan hutbe okurdu. Önümüzdeki inci gününün ın cı günü diye ya­zar kitapta. Meselâ kadir gecesi veya miraç gecesi diyecek ya ve her yıl bunların tarihleri değişecektir ya, işte o ın cı dan ön­ceye bunları yerleştirerek okurdu hutbelerini, tuhaf bir adam. Bir günçalmışlar hutbe kitabını muzibin biri de cebine bakkal defterini yerleştirmiş. Eh komşular gelelim bamyanın faziletine! demiş, öyle alıp, alıp da bor­cunu ödememek de olmaz! Oradan okumaya başlamış. 


Yâni nedense böyle müslümanlar hep yıllar yılı aynı şeyleri söylüyorlar, bu çok kötü bir şeydir. Hep aynı grup aynı şeyleri söylüyor bu da kötü. Ya ne ya­pacağız? Öğrenmeye devam edeceğiz. Öğrendiğimiz bölümü öğren­dikçe gündeme getireceğiz, bunu kendimize dert edineceğiz, din edi­neceğiz. Öğrendiğimiz bölümün de her zaman eksik olacağını bilece­ğiz, bunun şuurunda olacağız.

Kitabın bir kısmına inanır da bir kısmını inkâr mı ediyor­sunuz? Bunun sonucunun ne demek olduğunu bilir misiniz siz?
"Böyle yapanların cezası ancak dünyada rüsva­lık­tır. Dünyada rezil, rüsva olacaklardır bunlar. Kıya­met gü­nünde ise azabın en kötüsüne, en şiddetlisine iti­lecek-lerdir. Allah yaptıklarınızdan asla gafil değildir."

Dünyada rüsvalık. Bunu tattılar da zaten dünyada. Bu âyetle­rin gelmesinden kısa bir süre sonra Beni Kureyza yahudileri toptan öldürülmekle, Beni Nadir yahudileri de yurtlarından sürülüp çıkarıl­makla bunu bizzat dünyada tatmışlardır.

Bu alçaklar, bu yahudiler sırf müşriklere, putlara, putçulara des­tek olmak için kendi kardeşlerini hedef alıyorlardı. Yaptıkları iş, putların ve putçuların işlerine yarıyordu. Birbirleriyle vuruşmaları put­perestlerin işine yarıyordu.

Bugün de müslümanların kardeşleriyle vuruşmaları kâfirle­rin işine yaramaktadır. Onlar birbirleriyle vuruştukça putçular ka­zanıyor. Dün ısrâil oğulları böyle yapmıştı, bu gün ısmail oğulları da aynı şey­leri yapıyorlar.

Kitabı parçalayıp onun bir kısmını kabul edip bir kısmını red­dedi­yorsunuz öyle mi? ışinize gelenleri kabul edip, işinize gel­meyen-leri de reddediyorsunuz öyle mi? Nereden aldınız bu yet­kiyi? Kimden aldınız bu izni?

Bakara’dakileri kabul ama Âl-i ımrân’dakileri red, bu nasıl bir şeydir böyle? Kur’an’ın namazını kabul edip, hukukunu red­detme bi­çiminde, Kur’an’daki ibâdet âyetlerine evet, ama aynı Kur’an’ın eko­nomik düzenlemelerine gelince hayır demek biçi­minde, Kur’an’ın oru­cunu kabul ama aynı kitabın siyasal bakış açısına gelince, sosyal ya­pılanmalarına gelince hayır biçiminde, kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını reddetme yetkisini kimden aldınız?

ışte bugünkü ıslâm dünyasının bu hale düşmesinin yasası­ bu­dur. Bu ümmet kitabıyla diyaloğunu kestiği için, kitabından işine gelenleri alıp işine gelmeyenleri terk ettiği için bu hale gelmiştir.

Sizden kim bunu yaparsa, yâni kitabın bir kısmını kabul eder de bir kısmını reddetmeye kalkışırsa, ya Rabbi sen bu işi bi­lememişsin! Halbuki bu kitabın bir kısmını indirip, bir kısmını indir­memeliydin? Dercesine Allah’a akıl vermeye kalkışırcasına böyle ikilemli bir hayatın peşinde olanlar, bir bölümü kitap kaynaklı, ama geri kalan bölümü de başka şeyler kaynaklı bir hayata razı olanlar, hayatlarının sadece bir bölümüne Allah’ı karıştırıp geri kalan bö­lümlerde başka ılahlar, başka Rabler bulanlar, işte bunu yapanlar için dünya hayatında rüsvalık var­dır. Hepsi de rüsva olmuşlardır. ışte bizim halimiz, şu anda bu ümmet de iliklerine kadar bu rüsvalığı yaşamaktadır.

Allah korusun işte vaziyetimiz. Herşeyimizle reziliz. Ekme­ği-mize sözümüz geçmiyor,yiyeceğimize sözümüz geçmiyor, şeh­rimize sözümüz geçmiyor, okulumuza sözümüz geçmiyor, kuralı­mıza, kai­demize sözümüz geçmiyor, evlenmemize-boşanmamıza sözümüz geçmiyor, alacağımıza-vereceğimize, düğünümüze-derneğimize hiç bir şeyimize sözümüz geçmiyor. Tam rezillik işte. Bundan daha büyük bir rezillik ve rüsvalık olur mu? Tam re­zil ve rüsva bir hayat. ınsan bu kadar şahsiyetini kaybetmez el­bette ama Allah korusun işte bu hale gelmişiz.

Ama iş bununla kalsaydı neyse. Yâni iş sadece bu dün­yada re­zil ve rüsva olmakla kalsaydı. Hayır iş bununla da bitmiyor. Ahirette de onlar için azapların en kötüsü vardır diyor Rabbimiz. Kıyamet gü­nünde onlar azabın en kötüsüne atılacaklar, reddolunacaklar. En şid­detli azap, dayanılmaz bir azabın ötesinde yine dayanılmaz bir azap. Bilmediğimiz ama korunmak zorunda olduğumuz bir azap.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...