|
Tevrat"ta, Tanrı"nın yolunu şaşıran İsrailoğullarını yola getirmek için,
Sina dağında Musa Peygambere on emir gönderdiği yazılıdır.
Musa Sina dağından inerek, kavmine Tanrı"nın emirlerini açıklamış
ve onları doğru yola,Tanrı yoluna dönmeye davet etmiştir.
Ancak kavmi Musa"nın peygayberliğini tanımayarak
eskisi gibi kendi yaptığı putlara tapmaya devam etti.
İddiaya göre,genel ahlak kurallarını kapsayan on emir iki taş levhaya yazılı idi.
Musa bu levhalarda yazılı kurallara uyanların doğru yola girip,
huzura kavuşacaklarını söylüyordu.
Sonraları bu on emir bütün tek tanrıcı dinlerce benimsendi.
İslam dini de on emiri
"Evamiri aşere" adı ile benimsedi
ve onun insanları doğru yola sevketmek için
Tanrı tarafından gönderildiğine inandı.
On emir Tevratta şöyle sıralanır :
1- Yalnız Tanrıya tapacaksın ve onu herşeyden çok seveceksin.
2- Tanrının adını saygı ile ve ancak gerektiği zaman anacaksın.
3- Rabbinin gününü kutlulaştıracaksın.
4- Ananı babanı sayacaksın.
5- Kimseyi öldürmeyeceksin.
6- Zina yapmayacaksın.
8- Yalan söylemeyeceksin.
9- Kendini kötü isteklere kaptırmayacaksın.
10-Başkasının malına göz dikmeyeceksin.
Bakara/81.
"Kim bir günah işler ve günahı kendisini çepeçevre kuşatırsa, işte onlar cehennem ashabıdır ve orada ebedîyen kalıcıdırlar."
Tıpkı Nisâ sûresinde olduğu gibi: "Bu iş ne sizin kuruntularınıza, ne de ehl-i kitabın kuruntularına göre değildir. Kim bir günah işlerse mutlaka onunla cezalandırılır. Ve kendisine Allah’tan başka ne bir dost bulabilir ne de bir yardımcı." (Nisâ: 123)
Evet bu iş, ne sizin kuruntularınıza, ne de ehl-i kitabın kuruntularına göre değildir. Kim bir günah işlerse mutlaka cezasını görecektir. Kendisine Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulunamaz. Dost bildiklerinizin işi bitmiştir, yardım edecek dediklerinizle aranıza engeller konulmuştur artık.
Kim bir günah işler ve bu günahı onu çepeçevre sarar, çepe-çevre onu kuşatırsa. Acaba buradaki günahının kendisini kuşatmasını nasıl anlayacağız? Günahının kişiyi kuşatması ifadesini ulemâ şöyle anlamaya çalışmışlar:
1- ıbni Abbas bunun şirk olduğunu söylemektedir. şirk bir adamı çepeçevre kuşattı mı artık o kişinin akıbeti kötüdür. Çaresiz o, kesin cehenneme gidecektir.
2- Kimileri de günahın kişiyi böyle çepeçevre kuşatmasını şöyle anlamışlar: Kişi günah işler de eğer tevbe etmeden günahları üzerine ölürse kesin cehenneme gidecektir. Yâni adam günah işler fakat tevbe etmeye zaman bulamadan günahları üzerine ölürse, amelleri onu çepeçevre kuşatmış demektir.
3- Bazıları da bunu şöyle anlamaya çalışmışlar: Onların amelleri, amelsizlikleri onları çepeçevre sarmıştır. Bu böyle bir anlık gafletleri sonucu, bir anlık dikkatsizlikleri sonucu ortaya çıkmış bir şey değildir. Sürekli bu durumu yaşamışlardı. Sürekli o günahlarla beraber olmuşlardır. Öyle değil mi? Mü'minler de bazen hata edebilirler. Bir anlık gaflet sonucu, bir anlık hata sonucu veya geçici bir duygu sonucu günah işleyebilirler, emre karşı gelebilirler. Ama ilk uyanışla, ilk hatırlama ile hemen bundan vazgeçerler mü'minler.
A’râf: 201 de bu husus anlatılır: "Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca, hemen Allah’ı anarlar ve gerçeği görürler." (A’râf 201)
ışte müminler bir anlık gaflet sonucu işlenen günahlarından hemen dönerler. Burada anlatılan da, sürekli bu günahlarla yaşayan, bu günahlar kendisini hiç terk etmemiş olanlardır. Hani Allah’ın Ra-sûlü bir hadislerinde bu hususu şöyle anlatıyordu: Adam bir günah işler, işlediği bu günah onun kalbinde siyah bir leke oluşturur. Adam tevbe edip pişmanlık duyunca bu leke silinir. Ama adam tevbe etmez-se bu leke orada kalır. Sonra ardından bir günah daha, bir günah daha, derken adamın kalbi simsiyah bir kılıfla örülür ve artık onun kalbi mühürlenir ve duymaz, duygulanmaz hale gelir diyordu ya; işte burada da sanki o anlatılıyor. "Hayır hayır onların işledikleri günahlar yüzünden kalpleri paslandırılıp körleştirilmiştir. "(Mutaffifin: 14)
Âyetinin de anlattığı gibi bunlar işlediği günahlar yüzünden kalpleri kuşatılmış ve Allah tarafından kalpleri kapatılmış, mühür vurulmuş insanlardır. Yâni adam bir günah işler ve işlediği bu günah onun içini, dışını, kalbini, dilini ve tüm azalarını sararsa. Yâni artık kal-bi de bu günahı kabullenir hâle gelirse, kalbide o günahtan rahatsızlık duymaz hale gelirse işte o zaman bu adamın sonu kötüdür. Ama öyle değil de kalbi tamamen küfürle örtülmemiş ve hâlâ kalbinde imana yer kalmış olanlar, yâni günahı, günah olarak bilip helâl demeyenler, cehennemde ebedî kalmayacaklardır. Temelde bizim fazla önem ver-mediğimiz kimi günahlar bizi kuşattıkça, onların bizi cehenneme doğru sürüklediğini anlıyoruz bundan. Meselâ adam küçük bir günah işledi ve arkasından tevbe etmedi, pişmanlık duymadı, onun arkasından sadaka vermedi veya hemen bir iyilikte bulunmadı. Ve o günahı da onu kuşattı ise, artık o günah o kişiyi günahı kabule götürecek, gü-nahı inkâra götürecek, onu iyilik yapmaktan alıkoyacak ve bu durum da onun cehenneme uğramasına sebep olacaktır.
Aman ha! Hiç kimse, ne hocanız, ne hacınız, ne âliminiz, ne cahiliniz, ne kadınınız ne erkeğiniz kendine güvenmesin. Bir günah işleyince hemen arkasından tevbe etsin, pişmanlık duysun, sadaka versin, bir iyilikte bulunup o günahın silinmesine çabalasın. Değilse bu da olsun bakalım, bu da olsun bakalım, deyip o günahı hesaba katmayarak yaşarsak; bilelim ki, böyle bir hayatın sonu cehennemdir. Bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım inşallah.
Bakara/82.
"ıman edip salih ameller işleyenler var ya; onlar, cennetliktirler. Onlar, orada ebedîyen kalacaklardır."
Ama beri tarafta iman edenler ve imanlarını amele dönüştürenler, bilgilerini Allah’a kullukta kullananlar, bilgilerini Allah’ın bilgileriyle destekleyerek kulluğun emrine verenler, bilgilerinin yaşanması adına ortam oluşturmaya çalışanlar var ya işte onlar da cennet ashabıdır ve onlar da orada ebedî kalıcıdırlar.
Bundan sonra yine ısrâil oğullarından alınan bir mîsaktan söz edecek Rabbimiz. Ama bu âyet bizim kitabımızda olduğu için, bu bizimle de ahit anlamına gelmektedir. Hani daha önce söyemiştim, efendim bu âyet yahudilere hitap ediyor, binaenaleyh bu bizi ilgilendirmez, demek kitabı tahrif anlamına geliyordu. Yâni bakın Allah ısrâil oğullarından bir şeyler istiyor, şunları şunları yapın diyor. Peki bu istenenleri biz yapmayacak mıyız? Elbette biz de yapacağız. O halde Allah, Kur’an’a sahip olan, Kur’an’a inandığını iddia eden herkesten bu ahdi alıyor.
Bakara/83.
“Biz ısrail oğullarından şöyle mîsak almıştık: “Allah’tan başkalarına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz, insanlara güzel söz söyleyin, namazı ikame edin, zekatı verin” Sonra sizler, pek azınız müstesna döndünüz; hâlâ da yüz çevirip duruyorsunuz.”
“Evamir-i Aşara” olarak bilinen bir on emir vardır. Türkçe’ye de on emir olarak tercüme edilir. Müfessirlerce Kur’an-ı Kerîmdeki bu bölümün, on emri anlattığı söylenir. Gerçekten de bakıyoruz on emir vardır içinde ama, Hz. Mûsâ’ya on emir olarak anlatılan bu muydu? Yoksa Hz. Mûsâ’ya anlatılan emirlerden on tanesi mi buydu? Bunu bilmiyoruz. Yâni Cenab-ı Hakk’ın bizzat levhalara yazdığı emirler bumuydu? Yoksa bunlar Tevrat’ın içindekiler miydi? Bunu tam olarak bilemiyoruz. Yâni bu Cenab-ı Hakk’ın ısrâil oğullarına Hz. Mûsâ aracılı-ğıyla bildirdiği istekleri, arzuları, emir ve nehiylerinden bir bölümdür. Ama Hz. Mûsâ’ya ilk gönderilenler mi? Yoksa levhada yazılı gönde-rilenler mi? Turda Cenab-ı Hak’la karşı karşıya geldiklerinde verilenler mi? Yoksa başkaları mı? Onları bilmiyoruz. Ama burada on emir vardır.
şimdi bu on emire bakalım, tabi ıslâm mânâsına, Allah’ın gönderdiği emirler mânâsına bu on emir bizim de on emrimizdir. Yâni bize de gönderilen on emirdir. Her ne kadar ısrâil oğullarından alıntı gibi görüntülense de bizim için de aynı şey söz konusudur. Çünkü bakın bizim kitabımızın bir âyetidir bu. Bakalım nelermiş bunlar: Biz ısrâil oğullarından mîsak almıştık. Mîsak; bağ demektir. Anlaşma da insanı bağladığı için ona da mîsak denmiştir. Allah’la ısrâil oğulları arasında bir ahit, bir söz alışverişi demektir bu. Yâni Allah söylemiş, onlar kabullenmiş. Allah emretmiş, onlar da kabullenmeyi Allah’a arzeylemişler, Allah da bu kabullenmeleri karşılığında onlara cennet vaâdetmiştir gibi. ışte böyle bir ahit, bir söz alışverişi olmuştur, bir mîsak olmuştur aralarında.
Hani Mîsak-ı milli filan diye tarihe mal olmuş bir kelime var ya.Burada da anlatılan iki taraftan biri Allah, diğeride ısrâil oğulları olarak gerçekleşen bir mîsaktır. Peki acaba şartları neymiş bu mîsakın? Hangi konularda mîsak almış onlardan? Ya da hangi konular üzerine itaat edeceklerine, yerine getireceklerine dair söz vermişler bu adamlar Allah’a?
"Allah’tan başkasına kul olmayacaksınız!"
Allah’tan başkasının kulu kölesi olmayacaksınız! Boynunuzdaki ipin ucunu Allah’tan başkasına vermeyeceksiniz. Allah’tan başkalarını dinlemeyeceksiniz. Allah’tan başkalarının çektikleri yere gitmeyeceksiniz. Allah’tan başkalarının arzularını yerine getirmeyeceksiniz. Allah’tan başkalarının kulu-kölesi olmayacaksınız. Tabi Allah’a kulluk; mutlak mânâda Allah’a kulluğu, mukayyet anlam da da başkalarına itaati gerektirecektir. Yani Rabbimizin bu kitabın da sınırlarını belirlediği yasal itaat mekanizmalarından söz ediyorum. Allah’a kulluk mutlak mânâda O’nu kulluğu gerektirirken, mukayyet mânâda Allah’ın onlara da itaat edin, onları da dinleyin buyurduğu itaat mekânizmalarını tamamen diskalifiye anlamına gelmeyecektir. Veya bir başka deyişle onlara itaat Allah’a isyan, yahut şirk anlamına gelmeyecektir.
Meselâ Allah ulül emre itaati isteyecek, anneye babaya itaati veya kocaya itaati isteyecektir. Yerine göre bu itaatler de yine Allah adına olunca, herşey Allah’a kulluk olacaktır. Yâni boynunuza Allah ipini takın! Mutlak mânâda Onu dinleyin! Her hâlü kârda Onun dediklerinin dışına çıkmayın! ıtaatinizi Ona verin! Ama Allah kendisinin dışında kime itaat emretmişse, bazen bazen onlara da verin demektir bu. Yâni Allah’a itaat yanında onlara da itaat onları Rab konumunda görme, ya da onlara da kulluk yapma anlamına gelmeyecektir. Aksine kişinin Allah’ın onlara da itaat edin buyurduğu kimseere itaati de Allah’a itaati anlamına gelecektir. Çünkü bunu diyen de Allah’tır.
Meselâ şimdi saat 07.00 de ders için buraya gelin! demekle ben sizin Rabbiniz olmadım aslında. Ama Allah bu konuda bana böyle bir izin verdi ve sizin boynunuzdaki Allah ipini ben bu izinle kullandım. Değilse bu konuda benim bu emrimi dinlemeniz bana kulluk mânâsına gelmeyecektir. Veya kişinin peygambere itaati, halifeye itaati, babasına, anasına, kocasına, hocasına itaati ona kulluk mânâsına gelmeyecektir. Yâni:
Sadece Allah’a kul olun demek, Allah’tan başkasının sözünü dinleyince kâfir olursunuz anlamına gelmez. Arkadaş bir bardak su verir misin? dedi biri, ötekisi de Allah isterse veririm değilse veremem! Öyle olmayacaktır tabii. Aslında âyetin bu bölümü diğer akdi mîsak bölümlerinin tümünü anlatır. Peki neymiş bu Allah’a kulluk birimleri? Nelermiş bunlar? şimdi onları anlatmaya başlıyor âyet-i kerîme:
"Anaya babaya da ihsanda bulunun."
Veya anaya-babaya muhsin davranmak. Yâni ana-baba karşısında da Allah karşısında olma şuurunu taşımak. Yâni gerçekten çok orijinal bir kavram.
ıhsan neydi? ıhsan, Allah’ın gördüğü şuuru içinde olmak. Kişinin yaptığını Allah huzurunda, Allah kontrolünde yapma şuuru içinde olmasıdır.
Yâni bakın burada anaya-babaya itaat isteniyor bir anlamda; ama ana-babaya itaat ederken, itaat ortamında da Allah karşısında olma şuurunu kaybetmeyeceğiz. Bu işi yaparken Allah kontrolünde olduğumuzu hep hatırda canlı tutacağız. Yâni ya Rabbi! sen bana, annene şöyle davran dedin diye yapıyorum bunu. Sen, bana böyle yap dedin diye böyle yapıyorum diyerek hem Allah huzurunda olacağız, hem de onlara itaat edeceğiz.
Ama onların bizden istedikleri Allah’ı gücendirecek, kızdıracak veya azabını gerektirecek noktaya ulaşınca da o zaman onlara itaat etmeyeceğiz. Hemen o anda vazgeçivereceğiz. Anamız-babamız da olsalar dinlemeyeceğiz onları. Niye? Çünkü Allah huzurundayız ya. Allah kontrolündeyiz ya. Ne yapacaksak, nasıl yapacaksak, onun rızasını aşmayacak şekilde yapmak zorunda olduğumuzu asla unutmayacağız.
Dikkat ediyorsanız ana-babaya itaat değil, ihsan isteniyor bizden. Âyet-i kerîmede anaya-babaya itaat edin denmiyor da ihsanda bulunun deniyor. Yâni ana-baba karşısında Allah huzurunda olduğunuzu, benim kontrolüm ve murakabem altında olduğunu bir an bile unutmayın buyuruluyor. Öyleyse anaya-babaya itaatin birkaç boyutu vardır tabii. Bugüne kadar anladınız, duydunuz, dinlediniz bu konuyu da inşallah şöyle bir tekrar edelim özet olarak:
1: Anne-baba bir kere varlık sebebiyle itaate lâyıktır. Bizim varlığımız sebebiyle onlar itaate lâyıktırlar. Ve onların var olmaları se-bebiyle itaate lâyıktırlar. Annemiz-babamız bizim sebeb-i vücudumuz-dur. Yâni senin annen-baban senin varlığına sebep olduğu için ona itaat edeceksin.
Tamam, itaat edeceğim; ama babam huysuzluk yapıyor, anam namaz kılmıyor, abdest almıyor! ıslâm’ı yaşamıyorlar, dinle ilgileri yok. Ne olursa olsun onlar senin annen-baban mı? Sen de ondan dolayı mı varsın? Tamam, sen onlara itaat edeceksin, bir kere; mutlak ölçü budur. Çünkü onların itaate hak kazanmaları, bizim anamız-babamız olmalarından dolayıdır. Bizim sebeb-i vücudumuz olmaları sebebiyledir. Bunun için iyi bir müslüman olup olmamaları hiç de önemli değildir.
2- ıkincisi annen va baban eğer şirk konusunda, seni şirke düşürme konusunda, yâni senin dinini egale etmek, ıslâm’ını ekarte etmek üzere senden bir istekte bulunuyorlarsa, o zaman sen kenara geç ve dinleme onları! Yâni onlara itaat etme! Ama hemen onları öldür! ışlerini bitir demek değildir tabii bu. Fakat bu işte ısrar ediyorlar, üstüne düşüyorlar ve senin dinini bozma boyutuna götürüyorlarsa bu isteklerini, o zaman onları diskalifiye et! Yâni onları sıfır hale getir! Ya da sessiz hale getir? demektir bunun mânâsı. Hattâ Bedir’de olduğu gibi, baban veya anan Allah’ın dinini engelleme adına varlığını ortaya koyuyor ve seni engellemeye çalışıyorsa o zaman kafasını da kes! Defterini de dür! ikinci boyut da böyle.
3- Üçüncü boyuta gelince, dünya işlerinde de onlarla iyi geçin. Ama yanlış anlamayalım, dünya işlerinde onlarla geçin demek, sözlerini dinle, dediklerinden dışarı çıkma manasına değildir. Ya nedir? ışte geçinin demektir. Gönüllerini alın demektir. "Eğer anan bana seni körü körüne bana şirk koşmaya zorlarlarsa onlara itaat etme. Ama dünya işlerinde de maruf veçhile onlarla geçin." (Lokman: 15)
...deniyordu ya, işte yâni tevhit ölçüsüne dayanarak, ıslâm ölçüsü içinde onlarla geçin. Peki bunun ölçüsü ne olacak? Bunun ölçüsü benim bildiğim; onları gücendirme, onları küstürme demektir. Gönüllerini alarak, kandırarak yine bildiğin şekilde Allah’ın senden istediklerini yapmaya devam et demektir bunun mânâsı.
Ama mubahlardan biri de eğer onları kandırabilirsen, gönüllerini edebilir, ikna edebilirsen sen istediğini yap. Ama sen istemezsen mutlaka onların dediğini yap. Başka çaren yoktur çünkü.
Meselâ babam bana burada otur mu dedi, ya da oturma mı dedi. Orada oturmak da helâl, burada oturmak da helâl iken, babam bu ikisinden birini isterken, neden bunu istiyorsun? Senin zevkine mi uyacağım demeye hakkımız yoktur. Ama baba, bak burası daha güzel. Burada oradan daha rahat ederim filan diyerek kandırabilirsen tamam o zaman burada otur, değilse onun dediği yerde oturmak zorundasın. Veya meselâ benim babam bugün buraya gelmeme engel olursa, eğer size verilmiş bir sözüm yoksa gelmemeliyim. Ama onu kandırabilirsem o ayrıdır tabii. Benim bildiğim anaya-babaya itaatin sınırı da işte bu olacaktır. Üç kademede düşünebiliyorum.
Bir kere mutlak mânâda onlar itaate lâyıktır. Onlar iyidir diye, müslümandır diye değil, anne-baba olmaktan dolayı itaate lâyıktır. Ama itaat derken benden şirk isterlerse o zaman ben yan çizeceğim, yok kabul edeceğim, dinlemeyeceğim, duymayıvereceğim, anlamayıvereceğim, unutuvereceğim. Ama ısrar ederlerse engel koyacağız, fakat dünya işlerinde de onlara hoşgörünmeye çalışacağız. Yâni anne ve babanın karşısında onlara itaat ederken de Allah huzurunda olduğumuzu asla unutmayacağız. Onlar hatırına Rabbimizi darıltacak bir noktaya düşmemeye çalışacağız inşallah.
Ama şu bizim mevcut uygulamada ana-babaya itaat biraz da onların rubûbiyet makamına geçmelerini sağlıyor ki, bu konuda daha titiz davranmak zorunda kalacağız. Yâni adam diyor ki, illa da benim dediğim olacak. Zevkini tatmin için değil; ama belki enaniyetini putlaştırmak için diyorsa, onun bu zulmüne engel olmaya da çalışacağız. Çünkü onun bu hareketi, kendini Rab makamında görmesinden ötürü bir zulümdür. Öyle olunca da artık burada konu anneye-babaya itaat konusu değil, annenin babanın kötülüğüne engel olma konusudur ki, o zaman ona da dikkat edeceğiz. Onların her dediklerini yaparak onları putlaştırmamaya dikkat edeceğiz.
Tabi bunu da nasıl ayarlayacağımız konusu da ayrı bir konudur. Tıpkı bıçak sırtı gibi bir şey. Bir yana kaydı mı öbür yandan kaya-caktır, ikisinin ortasında durmak çok zordur yâni.
Bir özet yapalım ve geçelim: Anaya babaya ihsan:
a- Onları hayra, hakka teşvik etmektir. Babamız-anamız olarak sürekli onları hayra teşvik edeceğiz. Allah’ı hoşnut edecek amellere teşvik edeceğiz. Onları hep cennet yolunda tutmaya, cehennem yollarına barikatlar koymaya çabalayacağız.
b- Onlara karşı merhametli davranmaktır. Onlara karşı hep merhamet edeceğiz. Onlar üzerine tıpkı onların biz küçücükken bize karşı rahmet ve merhamet kanatlarını gerip bizi korudukları, kolla-dıkları gibi biz de onların üzerine rahmet ve merhamet kanatlarımızı gereceğiz. Onların cehenneme gidişlerine göz yummayacağız.
c- Allah’ın size ulaştırdığını siz de onlara ulaştırın demektir. Allah’ın bize ulaştırdığı gerek kitap bilgisini onlara ulaştırmak şeklinde, gerekse Allah’ın bize lütfettiği rızıklardan onlara vererek onlarla paylaşmadan yana olacağız.
d- Onları cennete götürmenin savaşını verin demektir. Yâni onlara cennet yollarını açıp onların cehennem yollarına barikatlar koyun demektir.
Evet işte böylece ana-babalarımıza karşı muhsin davranacağız. Onlar karşısında hep Allah huzurunda olduğumuzun, onlardan önce Allah’ı darıltmamamız gerektiğini unutmayacağız. Onların Allah’ın emir ve arzularıyla çatışan arzu ve isteklerini yerine getirerek, onları putlaştırarak Rabbimizi darıltma durumuna düşmeyeceğimiz gibi, onların hiçbir isteklerini yerine getirmemek şeklinde de Rabbi-mizin ihsan emrini çiğnemeyeceğiz. Hep Allah huzurunda olduğumuz bilincinde olacağız. Başka kimlere karşı ihsan istiyormuş Rabbimiz?
"Akrabaya da ihsanda bulunun."
Akrabaya iyilikte bulunmak da aynı mânâlara gelmektedir. Malla, lisanla, bilgiyle onları cennete götürmeye çalışın demektir. Akrabalarınızı kendi hallerine bırakmayın ve sürekli onlarla görüşerek hak yolda olmalarını sağlayın demektir. Onlarla ilişkilerinizi de yine Allah huzurunda olduğunuzu unutmadan ayarlayın. Onlara karşı Allah’ın istediği şekilde davranın. Allah’ı küstürecek ilişkilere asla girmeyin diyor Rabbimiz. "Yetim ve miskinlere de ihsanda bulunun."
Yetim ve miskin. Toplumda ortadan kaldırılmaları mümkün olmayan bu iki gruba da iyilikte bulunun. Yâni bu iki grubun ortadan kaldırılması mümkün değildir. Bunlar toplumda her zaman var olacaktır. Çünkü ne yaparsanız yapın birilerinin anası ölecek, babası ölecek ve yetim kalacaktır. Bu iki gruba da ihsan edin. Yetim ve miskinlerden kimisinin kafası açtır, kimilerinin kalbi, kimilerinin de midesi açtır. Onların bu üç bölgelerini doyurmayı ihmal etmeyin. Kafanın gıdası bilgidir, kalbin gıdası iman, midenin gıdası da helâl rızıktır.
Öyleyse toplumda var olan bu yetim ve miskinlerin sadece midelerini doyurmakla iş bitti zannetmeyin. Onların kafalarını ıslâm bilgisiyle, kulluk bilgisiyle doyurun, kalplerini de Allah’ın istediği imanla doyurun. Yâni yetimlere, analı babalı olanlar gibi bir dünyada yaşatılmaları konusunda ihsanda bulunun. Miskinlerin de paralı pullu olanlar gibi yaşatılmasını sağlamak üzere ihsanda bulunun. Yediğinizden yedirip, giydiğinizden giydirip, onların huzurunu sağlamaya ve onları kendi hayat standartlarınıza çıkarmaya gayret edin.
"Bir de insanlara güzel söz söyleyin."
Güzel söz insanların hoşuna giden söz demek değildir. Allah’ın hoşuna giden söz güzeldir. ınsanları hoşnut edecek sözler güzel değildir, Allah’ı hoşnut edecek sözler güzeldir. Hani Allah’ın Rasû-lü bir hadislerinde bunu şöyle anlatıyordu:
"Gerçek müslüman müslümanların elinden
ve dilinden sâlim olduğu, selâmette kaldığı kimsedir."
Müslümanların elinden ve dilinden mutazarrır olmadığı kimse en faziletli mü'mindir, buyurur Allah’ın Rasûlü. Ama bu demek değildir ki emr-i bil’marûf yapmayan, haddi uygulamayan, insanları cezalandırmayan kişidir. Halbuki bu yukarıda sayılanlar insanları her zaman rahatsız edecektir.
O halde insanları nelerin rahatsız edeceğini bilmek zorundayız. Ya da insanları rahat, veya rahatsız etmenin ne demek olduğunu bilmek zorundayız. Gerçek rahat dünya rahatı değildir. ıslâm, rahat ve saâdet kaynağıdır. ıslâm, kişiye ebedî saâdet kazandırmak, kişiyi daru’sselâm’a götürmek için gelmiştir. Gerçek rahat ve gerçek saâdet de selâmet ve rahat yurdu olan ahiretteki saâdettir.
Öyleyse kişinin elinden ve dilinden sadır olan şeyler insanları daru’sselâma, saâdet yurduna götürüyorsa, konuştuğu ve yaptığı şeyler müslümanları daru’s-selâma, yâni cennete götürüyorsa; işte bu mü'min, en hayırlı mü'mindir. Yoksa burada anlatılan sadece insanların dünyadaki saâdetlerini sağlamak değildir.
Allah’ın Rasûlü insanları recm ederken ve savaş için onları Bedir’e götürürken, hırsızlık yapan kişinin elini keserken, belki onları dünya açısından rahatsız ediyordu, ama daru’s selâm saâdetlerini ha-zırlıyordu onların. Yâni cennete kazandırıyordu onları. Öyleyse insan-lara söz söylerken hayırlı ve maslahata uygun söz söyleyeceğiz. Bulunduğumuz makam, bulunduğumuz konum neyi gerektiriyorsa onu söylemek zorundayız.
Madem ki insanlar benim elimden ve dilimden sâlim olacaklarsa, öyleyse ben de hiç konuşmayıvereyim, dilimi tutuvereyim demenin de anlamı yoktur. Aksine bulunduğumuz makam neyi gerektiriyorsa, Allah ve Rasûlü neyi konuşmamızı istiyorsa onu konuşmak zorundayız. ışte o zaman müslümanlar bizim elimizden ve dilimizden sâlim olurlar. Ama öyle değil, ağız değil de bizden açılacak olan, cehennem çukurlarında bir çukur olacaksa işte o zaman susmak zorundayız.
Evet, insanlara güzel söz söyleyin denmiş, sadece müminlere değil. Tüm insanlara güzel söz söylemek zorundayız. ınsanları cennete götürücü söz söylemek zorundayız. Bu güzel söz konusunda Fussilet sûresinin 33. âyetinde şöyle buyurulur:
"Doğrusu ben kendini Allah’a verenlerdenim? Diyen ve salih ameller işleyen ve de Allah’a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır". (Fussilet 33)
Tabii buradaki insanlara güzel söz söylemeyi iyilikle emretmek ve kötülükten menetmek şeklinde anlamışlar. Bir de biliyoruz ki:
"Sözlerin en güzeli kelâmullahtır."
Öyleyse en çok konuşacağımız şey Allah’ın kelâmı olsun. ınsanlara en çok duyuracağımız, en çok sözcülüğünü edeceğimiz vahiy olmalıdır. ınsanlara insan sözü değil Allah sözü taşıyacağız. Zira sözlerin en güzeli Allah sözüdür. Kelâmların en cennete götürücü olanı Allah’ın âyetleridir.
"Bir de namazı ikâme edin
ve zekâtı da verin."
Yâni bütün bu yukarıda sayılanları yapabilmek için de namazı ikâme edin, zekâtı da verin! Peki niye böyle bir bağ kurduk? Yâni anaya babaya ihsanda bulunmak, insanlara iyi davranmak, yetimle, miskinle iyi bir diyalog kurmak ve Allah’a, Allah’ın istediği biçimde kul olmayı becerebilmek için sizin Allah’a ihtiyacınız var, sakın ha Allah’la diyalogu kesmeyin. Namaz sayesinde Allah’la diyalog imkânı bulun.
Ve zekâtı da verin, yâni bunu o insanlara da ulaştırın. Namaz, Allah’tan mesaj alma işidir; zekât da Allah’tan alınan bu mesajın insanlara ulaştırılma ameliyesidir. Veya namaz bireysel bir kulluk, zekât da toplumsal bir kulluktur. Öyleyse gerek bireysel gerekse toplumsal tüm hayatınızda Allah’a kul olun. Sadece Allah’ı dinleyin. Sadece Onun hoşnutluğunu arayın.
Yâni ben gelip sana zekâtımı verirken sana şunu demek zorudayım: Arkadaş, Allah bana değişik yollarla mal göndermiş, Allah sayesinde, namaz sayesinde, namaz vasıtasıyla Allah’la kurduğum diyalog sayesinde anladım ki bunların hepsi benim değilmiş, Allah diyor ki senin de bunun içinde hakkın varmış. Al kardeşim bu senindir demem gerekirdi ya, işte Allah’tan gelenin bireysel planda kendi şahsımda uygulanmasına namaz veya Allah’tan mesaj alma ameliyesine namaz, ama bunun topluma indirgenmesine de zekât diyoruz.
Zekât malî bir kulluktur, namaz ise bedeni kulluktur. Zekât toplumsal bir kulluk, namaz ise bireysel bir kulluktur. Ama namaz Allah’la diyalogdur, zekât da namazla aldığımız bu mesajın topluma indirgen-mesidir.
Evet sizden böyle bir mîsak aldık. Size bunu böylece dedik; ama pek azınız müstesna bu mîsakı bozdunuz. Çok azınız müstesna. Bu müstesna azınlık zaten daha önce de bu anlaşma gereğince Tevrat’la amel eden, yâni dinlerinin emirleri gereğince hayat süren insan-lardı ve şimdi de son peygambere iman edip yine aynı mîsakı en güzel şekilde yerine getiren insanlardır.
Bu istenenler kişinin kişisel dünyasını ilgilendiren kulluklardır. Yâni bir kişinin başka kimsenin yardımına ve desteğine ihtiyaç duymadan, kendi başına yapabileceği kulluklardır. Zekât da namaz da toplumsal bir yardımlaşma sonucu ifa edilecek kullukdeğildir, kişinin kendi görevidir bunlar. Yâni namaz kılan da zekât veren de kişidir. Toplum yapmaz onu.
Toplumsal bir görevle bireysel bir görevin örneğini şöyle verelim: Bunu karıştırıyoruz gibi. Özellikle cemaat olalım diyenler de karış-tırıyorlar galiba. Yemek yemekle, yemek yapmak arasında fark vardır. Meselâ yemek yapmak bireysel bir faaliyet de olabilir, toplumsal bir faaliyet de olabilir. Birisi tuzunu, birisi yağını getirir, birisi domates doğrar, öbürü suyunu koyar, ötekisi ateş yakar gibi hepimiz birden yemek yapabiliriz. Veya bir tek insan kendi başına da yemek yapar. Ama yemek yeme konusu böyle değildir. Yemek yeme konusu toplumsal ve bireysel olmaz. Beraber yesekte, kendi başımıza yesek de bu bireysel bir harekettir. Yâni hepimiz otursak da, hepimiz kendimiz yiyoruz demektir. Herkes kendine, kendi karnına yiyor olacaktır. Evet topluca yiyoruz ama sonuçta herkes kendisi yiyor.
ışte aynen bunun gibi zekât da iki kişi arasında bir ameliyedir, ama aslında bir kişidir veren, bir kişidir alan. Adam bireysel iş yapıyor demektir.
Ama savaş öyle değildir. Esir olmak ve esir kurtarmak öyle değildir. Yâni bunlar bir kişinin yapabileceği bir şey değildir, bu toplumsal bir iştir. Veya devlet yönetimi bir kişinin işi değildir, toplumsal bir iştir. Savaşı da, devlet yönetimini de bir tek kişinin bireysel olarak gerçekleştşrmesi mümkün değildir. ışte bundan sonra bakın toplumsal mîsak maddeleri sayılmaya başlanacak.
Bakara/84.
"Hani sizden yine mîsak almıştık, söz almıştık."
"Birbirinizin kanlarını dökmeyecek,
birbirinizi öldürmeyeceksiniz diye."
"Ve kendi nüfusunuzu diyarınızdan yurdunuzdan
çıkarmayacaksınız diye." Yâni birbirinizi göçe zorlamayacaksınız. Savaş konusunda, ya da devlet konusunda, ya da diğer devletlerle toplumsal ilişkilerinizde de bu kurallara uyacaksınız. Kan dökmek yok, kan dökmeye yönelik hareket yok, kan dökmeye izin yok, bir de kan dökmenin de ötesinde birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmaya da izin yok. "Sonra sizler buna ikrar da verdiniz."
Bunlara riâyet edeceğiz diye söz de verdiniz. Bu Allah yasalarına riayet edeceğiniz konusunda Rabbinize ahitte bulundunuz. "Üstelik hepiniz birbirinize şahit bulunuyordunuz."
Yahut da bunun böyle olduğuna bugün de şahitlik edecek kadar bilginiz vardı. Bu ahid sizden alındı da. Peki ne zaman? Hz. Mûsâ döneminde. Ne zaman? Hz. peygamber dönemine kadar her bir dönemde bu ahdi siz verdiniz de.
Bakara/ 85.
"Sonra sizler birbirinizi öldürüyorsunuz. ıçi-nizden kimilerini vatanlarından çıkarıp sürgün ediyorsunuz. Onların aleyhinde kötülük ve düşmanlık konusunda birleşiyor ve yardımlaşıyorsunuz. Ve şâyet onlar düşman elinde esir olarak size gelirlerse mal karşılığında esir mübadelesi yapıyorsunuz. Halbuki onları sürgün etmek de size haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir bölümüne inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Böyle yapanların cezası ancak dünyada rüsvalıktır. Dünyada rezil, rüsva olacaklardır bunlar. Kıyamet gününde ise azabın en kötüsüne, en şiddetlisine itileceklerdir. Allah yaptıklarınızdan asla gafil değildir."
Ya da sizler, yâni şimdiki sizler öyle kimselersiniz ki kendilerinizi, kendinizden olanları öldürüyorsunuz. Ya da toplum olarak sizler şu anda yahudi milleti olarak intihar ediyorsunuz. Bu yaptıklarınızla sonunuzu hazırlıyorsunuz. Allah’a verdiğiniz bu ahitlerin aksine hareketle şu anda sonunuzu hazırlıyorsunuz demektir bunun mânâsı. "ıçinizden kimilerini vatanlarından çıkarıp sürgün ediyorsunuz."
"Onların aleyhinde kötülük ve düşmanlık konusunda birleşiyor ve yardımlaşıyorsunuz."
Yâni kötülükte ve düşmanlıkta birbirinize arka veriyor ve kötülükleri topluca işliyorsunuz. "Ve şâyet onlar düşman elinde esir olarak size gelirlerse, mal karşılığında esir mübadelesi yapıyorsunuz."
Yâni fidyelerini ödeyip onları kurtarmaya da kalkışıyorsunuz. Veya onlar size esir olarak geldikleri zaman da onlardan fidye almaya kalkışıyorsunuz. "Halbuki onları sürgün etmek de size haram kılınmıştı."
Rivâyetlere göre Beni Kureyza yahudileri, müşrik Araplardan Evs kabilesinin müttefiki, Beni Nadır yahudileri de yine müşrik Araplardan Hazrec kabilesinin müttefikiydi. Bu yahudiler müttefiki bulundukları kabileler birbirleriyle savaşınca karşılıklı olarak onlara yardım ederler, birbirlerini öldürürler ve vatanlarından sürgün ederlerdi. Birbirlerine yahudi olanlardan esir düşenleri de fidye ile kurtarmaya çalışırlardı.
Allah diyor ki; bu ne biçim iştir? Hem onları, kendinizden olan yahudileri öldürmek için savaşıyorsunuz, hem de fidye ile onları kurtarmaya çalışıyorsunuz. Bu nasıl iştir? Bunlar bu tür bir yargılama ile karşılaştıkları zaman da diyorlar ki, bu fidye kitabımızın emridir. Kitabımız kardeşlerimiz hakkında fidyeyi emretmektedir. Böyle bir durumda fidye vererek yahudileri kurtarmak zorundayız bizler.
Eğer onlar sizin kardeşlerinizse niye vatanlarından çıkarıyorsunuz? Niye onları öldürmeye çalışıyorsunuz? Değilse niye fidye vermeye çalışıyorsunuz? Sürgün ederken bu adamalar sizin kardeşleriniz değilken, fidye vermeye gelince sanki kardeşleriniz oluyorlar. Veya fidyeyi emre-derken sanki kitabı dinlediğini iddia eden sizler, savaşırken, sürgün ederken sanki o kitap sizin kitabınız değil. Bu nasıl iştir böyle? ışinize gelen yerde kitaba sığınıyorsunuz, ama işinize gelmeyen yerde kitabı diskalifiye ediyorsunuz.
Sonra buyurur ki Allah: "Yoksa siz kitabın bir bölümüne inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"
Kitabın bir kısmını gündemde tutuyorsunuz da, bir kısmını örtmeye mi çalışıyorsunuz? Kitabın bir kısmının mü'mini oldunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Bir kısmını gündeme getirip, onları eyleme dönüştürme çabası içine giriyorsunuz da, bir kısmını görmez-likten gelmeye mi çalışıyorsunuz? Ne bu haliniz?
Denilmektedir. Bu hemen hemen bugün bütün müslümanların derdidir. Bugün de bakıyoruz bir bölüm âyetler gün yüzüne çıkarılırken, bir kısım âyetler de kenara çekilmeye çalışılıyor. Bir kısım âyetler hep gündemde tutulmaya çalışılırken, bir kısım âyetlerde duyulmasın diye âdeta ağıza bile alınmamaya çalışılıyor.
Kaplıcalara gitmiştim, bir adamın pansiyonunda kaldım, böyle namazında, abdestinde hoş bir adam. Bir gün bana dert yandı adam. Dedi ki vallahi arkadaş ben ne yapacağımı şaşırdım, hacı efendi, hoca efendi bir yığın insan geliyor, namaz kılan insanlar çoğu. Namazdan çıktık, baktım ki namaz kılan bu adamlar şortla,tesettüre uygunsuz bir şekilde banyoya giriyorlar. Hiç tesettüre riayet etmiyorlar.
Birini çağırdım ve dedim ki: Ya hacı gel bize gidelim de tavuğun biri şaşırmış yolunu, herhalde bizim bahçeye gelmiş, ben de tuttum kestim, pişirdim ve hazırladım, gel beraber yiyelim, boş ver kimseye haber vermeyelim dedim diyor. Adam bir irkildi şöyle diyor, yahu hacı efendi olur mu? Haram filan demeye çalıştı diyor. Ya? dedim, demek çalınmış tavuğu yemek haram da açık saçık hamama girmek helâl mı? Dedim diyor.
Bakıyoruz müslümanların hayatına, Allah hayatının bir bölümüne karışıyor, sanki öbür bölüme karışmıyor. Devlet bilmem ne parasını kesmiş, on gün sonra vereyim ama yüzde şu kadar fazla vereyim diyor, adam başlıyor araştırıp soruşturmaya, bu yüzdeyi ne yapacağım diye. Bu bölüme Allah karışıyor da öteki bölüme sanki Allah karışmıyor. Yâni kazancının diğer bölümünü hiç sormuyor, sanki Allah o bölüme hiç karışmıyor.
Veya işte fâizli, kredili kooperatiflerde danışmanlık yapmak veya mimarlık, mühendislik yapmak işine yanaşmıyor da müslüman, fâizli diyor, olmaz bu diyor, ama sanki öbür kooperatifler caizmiş gibi hiç sormuyor adam.
Veya gelininin gelinliğini düşünüyor da adam, eşyasını hiç düşünmüyor. Veya evinin eşyasını düşünürken adam komşusunu düşünmüyor. Ya da kazanırken düşünüyor adam da harcarken düşün-müyor. Harcarken düşünüyor da kazanırken düşünmüyor. Allah sanki hayatının bir bölüme karışıyor öbür bölüme karışmıyor gibi çok tuhaf bir iş. Bakın Rabbimiz buyuruyor ki: "Kitabın bir kısmına inanırsınız da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"
Bizim esmer arkadaşlar, eskiden sepet örerler ve satarlardı. Böyle büyüklü küçüklü. Sorarlardı kaç lira bu sepet? ışte üç lira, beş lira o zamanın parası. Adam eline alıp, yahu pek de küçükmüş! filan deyince, büyüğünü eline alıp birbirine vurarak, bunu görün de, hunu görmen mi? derdi. Yâni müslümanlar da sanki bunu görüyorlar ama bunu görmüyorlar.
Meselâ ekmek kırıntılarının yere dökülmesine tahammülü ol-mayan, bu konuda çok hassas davranan kimi müslümanlar hanımla-rının, kızlarının sokaklarda el âlemin ayaklarının altında sürünmesini hiç göremiyorlar.
Veya annesini bir hafta görmeden yaşamanın caiz olmadığını bilen ve buna tahammül edemeyen kimi müslümanlar aylar yıllar Allah’ın kitabıyla görüşmeden yaşayabiliyorlar. Bunu görüyorlar da bunu görmüyorlar. Sanki Allah hayatının bu bölümüne karışıyor da, şu bölümüne hiç karışmıyor.
Bakıyoruz müslümanlardan kimileri sadece zikir, fikir, tesbih, gece namazı âyetlerini gündeme getirirken öteki âyetleri sanki gör-mezden geliyorlar. Tamam bunlar da var, bunlar da bilinmeli, bunlar da anlaşılmalı, ama ötekiler de bilinmelidir. Meselâ bakıyoruz bir başka müslüman grup da işte vatan, devlet, nizam, intizam, Allah’ın indirdiği âyetlerle hükmeden, hükmetmeyen filan, bir tek orayı okuyor; o da öteki bölümleri sanki atlamaya, kapatmaya çalışıyorlar.
Bir başka grup müslüman da kıssa ile başlıyor, kıssa ile bitiriyor. Sanki Kur’an’da kıssadan başka âyet yokmuş gibi sadece bunları gündeme getiriyorlar. Tamam bunlar da var Kur’an’da, bunlar da okunmalı, bunlar da gündeme getirilmeli de, ama bakıyoruz müslü-manlar bir bölümü alırken diğer bölümleri ihmal ediyorlar. ışte bu iyi değil. Ama şöyle bir mâzeretten dolayıysa bu caizdir. Meselâ şu anda Bakara’yı okuduğumuz için Âl-i ımrân’dan söz edemiyorsak, okumaya, öğrenmeye devam ettiğimiz sürece bu caizdir. Ama hep yerimizde sayıyorsak bu kötü işte.
Hocanın birinin hutbe kitabını çaldılar. Adam kırk senedir aynı kitaptan hutbe okurdu. Önümüzdeki inci gününün ın cı günü diye yazar kitapta. Meselâ kadir gecesi veya miraç gecesi diyecek ya ve her yıl bunların tarihleri değişecektir ya, işte o ın cı dan önceye bunları yerleştirerek okurdu hutbelerini, tuhaf bir adam. Bir günçalmışlar hutbe kitabını muzibin biri de cebine bakkal defterini yerleştirmiş. Eh komşular gelelim bamyanın faziletine! demiş, öyle alıp, alıp da borcunu ödememek de olmaz! Oradan okumaya başlamış.
Yâni nedense böyle müslümanlar hep yıllar yılı aynı şeyleri söylüyorlar, bu çok kötü bir şeydir. Hep aynı grup aynı şeyleri söylüyor bu da kötü. Ya ne yapacağız? Öğrenmeye devam edeceğiz. Öğrendiğimiz bölümü öğrendikçe gündeme getireceğiz, bunu kendimize dert edineceğiz, din edineceğiz. Öğrendiğimiz bölümün de her zaman eksik olacağını bileceğiz, bunun şuurunda olacağız.
Kitabın bir kısmına inanır da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Bunun sonucunun ne demek olduğunu bilir misiniz siz? "Böyle yapanların cezası ancak dünyada rüsvalıktır. Dünyada rezil, rüsva olacaklardır bunlar. Kıyamet gününde ise azabın en kötüsüne, en şiddetlisine itilecek-lerdir. Allah yaptıklarınızdan asla gafil değildir."
Dünyada rüsvalık. Bunu tattılar da zaten dünyada. Bu âyetlerin gelmesinden kısa bir süre sonra Beni Kureyza yahudileri toptan öldürülmekle, Beni Nadir yahudileri de yurtlarından sürülüp çıkarılmakla bunu bizzat dünyada tatmışlardır.
Bu alçaklar, bu yahudiler sırf müşriklere, putlara, putçulara destek olmak için kendi kardeşlerini hedef alıyorlardı. Yaptıkları iş, putların ve putçuların işlerine yarıyordu. Birbirleriyle vuruşmaları putperestlerin işine yarıyordu.
Bugün de müslümanların kardeşleriyle vuruşmaları kâfirlerin işine yaramaktadır. Onlar birbirleriyle vuruştukça putçular kazanıyor. Dün ısrâil oğulları böyle yapmıştı, bu gün ısmail oğulları da aynı şeyleri yapıyorlar.
Kitabı parçalayıp onun bir kısmını kabul edip bir kısmını reddediyorsunuz öyle mi? ışinize gelenleri kabul edip, işinize gelmeyen-leri de reddediyorsunuz öyle mi? Nereden aldınız bu yetkiyi? Kimden aldınız bu izni?
Bakara’dakileri kabul ama Âl-i ımrân’dakileri red, bu nasıl bir şeydir böyle? Kur’an’ın namazını kabul edip, hukukunu reddetme biçiminde, Kur’an’daki ibâdet âyetlerine evet, ama aynı Kur’an’ın ekonomik düzenlemelerine gelince hayır demek biçiminde, Kur’an’ın orucunu kabul ama aynı kitabın siyasal bakış açısına gelince, sosyal yapılanmalarına gelince hayır biçiminde, kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını reddetme yetkisini kimden aldınız?
ışte bugünkü ıslâm dünyasının bu hale düşmesinin yasası budur. Bu ümmet kitabıyla diyaloğunu kestiği için, kitabından işine gelenleri alıp işine gelmeyenleri terk ettiği için bu hale gelmiştir.
Sizden kim bunu yaparsa, yâni kitabın bir kısmını kabul eder de bir kısmını reddetmeye kalkışırsa, ya Rabbi sen bu işi bilememişsin! Halbuki bu kitabın bir kısmını indirip, bir kısmını indirmemeliydin? Dercesine Allah’a akıl vermeye kalkışırcasına böyle ikilemli bir hayatın peşinde olanlar, bir bölümü kitap kaynaklı, ama geri kalan bölümü de başka şeyler kaynaklı bir hayata razı olanlar, hayatlarının sadece bir bölümüne Allah’ı karıştırıp geri kalan bölümlerde başka ılahlar, başka Rabler bulanlar, işte bunu yapanlar için dünya hayatında rüsvalık vardır. Hepsi de rüsva olmuşlardır. ışte bizim halimiz, şu anda bu ümmet de iliklerine kadar bu rüsvalığı yaşamaktadır.
Allah korusun işte vaziyetimiz. Herşeyimizle reziliz. Ekmeği-mize sözümüz geçmiyor,yiyeceğimize sözümüz geçmiyor, şehrimize sözümüz geçmiyor, okulumuza sözümüz geçmiyor, kuralımıza, kaidemize sözümüz geçmiyor, evlenmemize-boşanmamıza sözümüz geçmiyor, alacağımıza-vereceğimize, düğünümüze-derneğimize hiç bir şeyimize sözümüz geçmiyor. Tam rezillik işte. Bundan daha büyük bir rezillik ve rüsvalık olur mu? Tam rezil ve rüsva bir hayat. ınsan bu kadar şahsiyetini kaybetmez elbette ama Allah korusun işte bu hale gelmişiz.
Ama iş bununla kalsaydı neyse. Yâni iş sadece bu dünyada rezil ve rüsva olmakla kalsaydı. Hayır iş bununla da bitmiyor. Ahirette de onlar için azapların en kötüsü vardır diyor Rabbimiz. Kıyamet gününde onlar azabın en kötüsüne atılacaklar, reddolunacaklar. En şiddetli azap, dayanılmaz bir azabın ötesinde yine dayanılmaz bir azap. Bilmediğimiz ama korunmak zorunda olduğumuz bir azap.
|
|
| |