02 Haziran 2018

KİTAP EHLİNE GÖRE GELİN BİRLİK OLALIM




Dini ve ahlaki değerleri hedef alan güç merkezlerinin, ellerindeki geniş imkanları birleştirdikleri ve inançlı dindar insanlara karşı ittifak halinde hareket ettikleri yaşanan bir gerçektir. Bu şer ittifakını fikri anlamda yok etmek, dinsiz materyalist telkinlerin olumsuz, yıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırmak, güzel ahlakın, mutluluğun, huzurun, güvenliğin, refahın hakim olduğu toplumları meydana getirmek aslında zor değildir. Bunun yegane yolu yeryüzündeki üç İlahi dinin (Müslümanlık, Yahudilik, Hıristiyanlık) bu ortak amaç doğrultusunda bir araya gelmesidir.
İnançlı, samimi, vicdanlı ve sağ duyulu Hıristiyanlara, Yahudilere ve Müslümanlara düşen, kötülüklere ve kötülere karşı ortak bir mücadele yürütmek, yardımlaşmak, birlik ve beraberlik içinde çalışmaktır. Bu birlik sevgi, saygı, hoşgörü, anlayış, uyum ve işbirliği prensipleri temel alınarak bina edilmelidir. Durumun ne kadar acil olduğu göz önünde bulundurulmalı; çekişme, tartışma ve ayrılığa yol açacak unsurlardan şiddetle kaçınmalıdır.
Burada, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar, ortak amaçlar doğrultusunda birleşmeye, ateizme, din düşmanlığına ve sosyal ve ahlaki dejenerasyona karşı birlikte mücadeleye, el ele vererek güzel ahlakı yeryüzüne yaymaya davet edilmektedir. Bu çağrı samimi, vicdanlı, hoşgörülü, yardımsever, uzlaşmacı, sağduyulu, güzel ahlaklı, barış ve adalet taraftarı tüm Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlara yapılmaktadır.
DİĞER BÖLÜMLER



  • Hz.İbrahim ve Hz.Lut
  • Hz.Yusuf
  • Hz.Musa
  • Hz.Süleyman
  • Hz.Meryem
  • Hz. İsa Allah'ın Oğlu Değildir, Allah'ın Peygamberidir
  • Hz.İsa Ölmedi
  • Hz.İsa Gelecek
  • Hz.Muhammed
  • Adnan Oktar Makale ve Röportajlarında Hıristiyanlık

  • ALLAH KURAN AYETLERİNDE, YAHUDİ VE HIRİSTİYANLAR İÇİNDE
    ALLAH'A İMAN EDENLER OLDUĞUNU BİLDİRMİŞTİR

    AMAK-I HAYAL

    amakı hayal ile ilgili görsel sonucu
    Âmâk-ı Hayal adlı eserin Yazarı:
    şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi (1865 – 1914)
    Ahmed Hilmi, 1281/1865 yılında Ģ
    şimdi Bulgaristan sınırları içinde kalan Filibe‟de doğdu. Babası ġehbender (konsolos) Süleyman Bey, annesi şükriye Hanım‟dır. ilk tahsilini Filibe‟de yaptıktan sonra istanbul‟a gelerek Galatasaray Sultanisi‟nden mezun oldu. Ailesiyle birlikte bir müddet izmir‟de bulundu. Daha sonra Duyun-u Umumiye idaresi‟ne girerek memuriyet hayatına başladı (1890). Vazifeli olarak Beyrut‟a gönderildi. Burada Jöntürkler‟le ilgi kurdu, büyük ölçüde onların etkisiyle Mısır‟a kaçtı. Mısır‟da iken Terakki-i Osmani Cemiyeti‟ne girdi. Yine Mısır‟da “Çaylak” adlı bir mizah dergisi çıkardı. 1901′de istanbul‟a döndüyse de siyasi suçlu olarak yakalanıp Fizan‟a sürüldü. Fizan‟da iken, belki sürgün hayatının etkisiyle tasavvufa merak sardı, 
    Arusi tarikatına girdi. Bu intisabın etkileri daha sonra yazacağı eserlere yansıyacaktır.
    “Allah‟ı inkar Mümkün müdür?” isimli eserinde bütün felsefe tarihini gözden geçirir ve filozofların düşüncelerini tahlil ve tenkit eder. Ahmed Hilmi materyalistlerin aksine ruhun bedenden bağımsız varlığını, mahiyetinin bilinmez olduğunu kabul ediyor. Onu duyarlılık, zeka, irade gibi eserleri ile anlıyoruz ve bütün güçlük onca beden çözüldükten sonra ruhun devam edip etmediği noktasındadır.
    Muhyiddin Arabi, ruhun manevi âlemde (Ahiret‟te) yeni bir “mazhar” (substratum) bulacağını söylüyor ki, ġehbenderzade‟ye göre bu konuda söylenebileceklerin en mükemmeli budur. Yok olmak, parçalanmak dağılmakla aynıdır. Tek olan ve bileĢik olmayan Ģey ise dağılmaz ve parçalanmaz. Ruh, tek yapıdır ve bileĢik değildir, öyleyse o dağılmaz yani yok olmaz.
    ġehbenderzade‟nin bütün felsefi fikirlerini özetlediği eseri, “Amak-ı Hayal” adlı felsefî ve tasavvufî romanıdır. Bu eser de materyalist görüĢe karĢı kaleme alınmıĢ bir eserdir. Bütün eser boyunca ruh ve kainatın sırrı, yaratılıĢı gayesi araĢtırılarak maddeci görüĢün sığlığı ve insanı saadete ulaĢtırmakta yetersiz kaldığı ortaya konur. Buna göre kainatta olan birini anlamak ve hadiseleri doğru değerlendirmek için “Vahdet-i Vücud” fikrinin iyi bilinmesi lazımdır. Bu yüzden birçok defa basılan eser, tasavvufa meraklı olanlarca çok okunmuĢtur. Kitap yazarın, muhayyile zenginliği yanında tasavvuf ve felsefedeki vukufunu ve bunu ifade etmedeki kabiliyetini de ortaya koymakta, bir takım teĢhisler ve ruhi hallerle tasavvufun, evliyanın, enbiyanın sırları ve çeĢitli halleri hayaller içinde anlatılmaktadır. Yazarın bütün fikirleri “Raci‟nin Hatıraları” ve “Manisa Tımarhanesi” adlı iki baĢlık altında ve çoğunlukla birbiriyle organik bağları bulunmayan çeĢitli bölümler halinde ifade edilmiĢtir.
    Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (1. Bölüm)
    Yazar Editr Tarih Kasım 13th, 2007
    SUNU: Kendi döneminin bilim, felsefe ve tasavvuf düzeyinin çok üstünde olan bu değerli eserin daha kolay okunup anlaĢılması için farklı bir adaptasyon çalıĢması yaptık.
    Satırlarda, paragraflarda ve sayfada anlatılan her fikri açarak özetledik. Zamanınızdan tasarruf edebilmeniz amacıyla, edebi tasvirleri anlamı eksiltmeyecek Ģekilde ya özetledik ya da çıkardık.
    Tasavvufçuların anlatım tekniğinde bir harf, bir kelime, bir cümle veya bir kavram ile baĢlı baĢına bir kitap teĢkil edecek kadar bir konuya kısaca iĢaret etmek özelliği vardır..
    Meselâ:
    Aynalı Baba‟nın baĢına taktığı külah üzerindeki yapıĢık ayna parçaları;
    insanın Kâinatın merkezi olduğuna, tüm esmâ ve sıfatları beyninde cem edebileceğine,
    sonsuz ve sınırsız boyutların her birisinin beynimize iz düĢümü olduğuna iĢaret vardır.
    Ayna ve teneke parçalarının parlaması, ıĢığı yansıtması mecazında insan bilincinin (nokta‟nın ya da B‟nin) holografik bir açılımla sonsuz sınırsız boyutları oluĢturduğuna
    bir iĢaret vardır.
    Her bir harfi ve kavramı harika anlamlar içeren bu muhteĢem eserin içindeki anlamların, günümüzün anlayıĢ mantığına adaptasyon çevirisini birlikte okumaya baĢlıyoruz.
    Bu çalıĢma kitap tercümesi değil yorumlu bir özettir.
    ġĠMDĠ KENDĠNĠZĠ RÂCĠ‟NĠN YERĠNE KOYUN
    HAYÂLĠN DERĠNLĠKLERĠNDE‟YĠ
    “OKU”MAYA BAġLAYIN..
    “ALLAH HAZMINI VERSĠN”
    * * *
    AYNALI BABA ĠLE BULUġMA
    1. RÂCĠ
    Anadolu‟nun mütevâzi bir Ģehrinde oturuyordum. Evim ve çalıĢtığım yol üzerinde eski bir mezarlık vardı. Genç yaĢtaydım, sürekli çalıĢıyordum. Mezarlık önünden geçerken ölümü değil de mezarlığın duvarlarını, kapısını inceliyordum. Henüz ölmek gibi bir niyetim yoktu. Hele içeri girip de hayat ve ölüm gibi konular üzerinde tefekkür etmek gibi bir niyetim hiç yoktu.
    Annemin verdiği terbiye ile dini inançlı ve iyi ahlaklı birisi olmuĢtum. Okul hayatımda hemen hemen her konuyu ciddiyetle araĢtıran bir öğrenciydim. Her Ģeyden fikir sahibi olmuĢtum.
    Dini ilimlerin zahirinden ve bâtınından da nasibimi almıĢtım.
    Malumat ( bilgi ) yığını halindeydim. Bir gün oturdum ve düĢündüm. Kafamda taĢıdığım düzensiz bilgi yığınları beni garip bir karıĢım haline sokmuĢtu.
    Ben;
    küfür ile imandan,
    kabul ve inkardan,
    tastik ile Ģüpheden
    oluĢmuĢ bir bileĢkeydim.
    Kalbim ile inkar ettiğimi aklım tastik ediyordu,
    Aklım ile reddettiğimi de kalbim kabul ediyordu.
    Tanrının varlığı ( Allah‟ın varlığı değil çünkü Allah var ve yok gibi kavramlarla tartıĢılacak bir kavram değildir ), ölümden sonra diriliĢ, ruhun varlığı, melekler, resuller, kader, cennet cehennem, haram helal gibi soyut konulara kalbim iman ediyor fakat aklım adeta bir Ģüphe ejderhası kesilerek kalbimin tüm kabullerinin asılsız Ģeyler olduğunu söylüyordu.
    Kalbimin kabullerine aklım ile yeni kanıtlar buluyordum. ġüphe canavarım onları da yutuyordu.
    Soyutları (iman ile kabul edilen varlıkları) inkar edebilmek kolaydı fakat var olabileceği Ģüphesiyle yaĢamak çok zordu. Resullerin ve velîlerin üstün akılları ile ve annem gibi saf kalp ile iman etmek isterdim. Ya da tam bir ateist gibi tam bir imansız olmak isterdim.
    ġüphe canavarı her türlü dogmayı (iman ile kabul edilen değiĢmezleri) reddediyordu.
    En son sığındığım felsefe Ģuydu. Beden, ruh, dünya, evren ve içindeki olaylar dediğimiz Ģey, bilincimizdeki düĢüncelerin dıĢa yansımasıydı. Ben adeta kendi düĢünce evrenimin içinde yaĢıyordum. Bilinç ölüm ile dağılınca evrenim de yok olacaktı. “Ben” dediğim varlığım da ebeden yokluğa karıĢacaktı.
    Bu yaĢam felsefem benim yeni dinim gibiydi. Fakat bir müddet sonra öyle bir ruh bunalımına sürüklendim ki inanmadığım “cehennem” sanki beni yutmuĢtu ve çok büyük bir ıstırap duyuyordum.
    ġüphelerimden, kendi yaĢam felsefemden ve her Ģeyden kaçmak ve her Ģeyi unutmak için devamlı alkol içmeye baĢladım. SarhoĢluk beni herĢeyden ve özellikle kendimden uzaklaĢtırıyordu. Sızdığım anlar en rahat ettiğim zaman dilimiydi.
    2. DĠRĠLĠġ ÇABASI
    Bir gün bütün manevi kuvvetimi kullanarak kendimi sarhoĢluktan kurtardım. ġüphe canavarını öldürmek amacıyla yeniden bâtınî (soyut manevi) ilimleri araĢtırmaya baĢladım. Yolum çok bilgili ve dindar Salih kimselere de düĢtü. Hepsi de çok mübarek insanlardı. Fakat bunların ilim ve delilleri beni sürüklendiğim uçurumdan kurtaracak reçeteyi veremiyordu.
    Varlığını ancak iman ile kabul etmeye zorlandığım varlıkları baĢ gözümle görmek istiyordum. Bana bunu gösterebilecek birisine rastlayamamıĢtım.
    Batıda (Avrupa ve Amerika‟da) meĢhur olan Ruhçuluk toplantılarına katıldım. Ruh çağırdık, masayı titrettik, fincanları döndürdük. Ruhçuların en ileri gelenleri ile görüĢtük. Hepsi de Ģüphesiz olarak ruhların varlığına ve verdikleri bilgilere iman halindeydiler. Fakat tüm görünenler toplu hipnoza girip ortak bir hayal görmekten ibaretti. Hayal aleminde yaĢayan ruhçulardan uzaklaĢtım.
    Hipnotizma dernekleri ile dostluk kurdum. Beden ve hafıza gücümün kullanamadığım özelliklerini açığa çıkardım. Ağır eĢyaları kaldırmak veya kendini çalar saat gibi bir iĢi yapmaya programlamak benim aradığım Ģey değildi. Ben bunun üstünde kesin iman bilgisi arıyordum, ben KENDĠMĠ arıyordum.
    Bu maceralarım dört yıl sürmüĢtü. Beynim fikir karmaĢalarına artık tahammül edemiyordu. Yeniden alkolizme döndüm. Ġçki ve Ģamata meclislerinin en önde gideni haline ulaĢtım. AyyaĢların lideriydim. Bu yaĢantı bir çeĢit mutluluk vermeye baĢlamıĢtı.
    Ġçiyordum. . . Ġçiyordum. . .
    Alkol arkadaĢlarım iĢsiz güçsüz takımı da değildi. Hepsi de yüksek tahsilli, vicdanlı ve namuslu gençlerdi. Sadece çalıĢan ve çalıĢtığını eğlence dünyasında tüketen, hayat ve din felsefesinden uzak kiĢilerdi. Bazıları da Ramazan topunu duyduğu anda içki ĢiĢesini bırakır eline tesbih alırdı. Bir ay zahiren dindarlık yaparlar, oruç tutarlar, arada sırada namaz kılarlardı. Bayram topu atılınca da tekrar on bir ay meyhane yaĢamına geri dönerlerdi.
    Bir gün kırlarda içki alemi yapmak için Ģirin bir kasabaya doğru tren yolculuğuna çıktık. Manzara çok güzeldi. Herkes kırlardan, bayırlardan, ormanlardan Ģimendiferle (tren) geçerken manzaraya hayran olup kendilerinden geçiyorlardı. Benim ise içimi bir sıkıntı basmıĢtı. Kalıcı olmayan güzellikleri seyretmek bana çok büyük bir hüzün veriyordu. Ölüm denilen meçhul ile her güzelliğin sona ve yoka ermesi felsefesine tahammül edemiyordum.
    3. BUDĠST FELSEFE “HĠÇLĠK”
    Kompartımanda aniden gözüm karardı,
    ıĢık söndü
    ve
    her tarafı karanlık kapladı.
    Tabiattaki kuĢların cıvıltıları, çimenlerin yeĢilleri, yaprakların hıĢırtıları, serin ferah esintiler ve
    her Ģey
    karanlığa ve yokluğa gömüldü.
    Âlemleri kaplayan varlık enerjisi soğumuĢ ve donmuĢtu.
    Âlemler yok olmuĢ sadece “düzen” adlı soyut anlam kalmıĢtı.
    KarĢımda Budha Gothama Sakya Muni belirdi (Budizm felsefesinin kurucusu)
    ve
    “Hiç! Hiç! Hiç!” diye zikrediyordu.
    Dalıp gittiğimi fark eden bir arkadaĢ:
    “Yine neyin var?”, dedi.
    “Hiç!”, dedim.
    Bu hiç sözü durumu idare etmek için söylenen bir söz değil “varlığın sırrını” tanıtan bir “hiç” idi. Fakat bunu anlayacak kapasitelerini kullanmayan kiĢilerdi onlar. Yolculuktaki ani sessizliğimden sıkılmıĢlar ve benimle ilgilenmemeye baĢlamıĢlardı. Aralarında boĢ laflarla neĢeleniyorlardı.
    4. ĠKĠ DERVĠġ
    Cennet gibi olan kasabaya ulaĢtık. Bir ahbabımızın yanında o gece misafir olduk. Sabah erkenden çilingir soframızı (içki, meze) alarak kırlara gittik. Bir su kenarına oturduk. Su Ģırıltısı, kuĢ cıvıltısı, mangal dumanı, ud taksimi ve aslan sütü kokusu (rakı kokusu) birbirine karıĢmıĢtı. Kafam da demlenmiĢ neĢelenmeye baĢlamıĢtım.
    Bizden evvel o civara iki kiĢi gelmiĢti. Birden arkadaĢlarla onların kimler olduğunu tahmin yarıĢına girdik. Kılık ve kıyafetleri döküktü.
    Bunlar
    “Ġki serseri”,
    “Ġki dilenci”,
    “Ġki sarhoĢ”,
    Ya da
    “Ġki derviĢ” miydiler?
    Bütün tahminler onları tutuyordu. Bizimle hiç ilgilenmiyorlar, bizim tarafa hiç bakmıyorlar ve aralarında sakin sakin konuĢuyorlardı. Hatta “es-selamü aleyküm” diye bağırmamız dahi karĢılıksız kalmıĢtı. Ġçki alemimizden de rahatsız olmuyorlardı. Bir müddet sonra yanlarına yanaĢtım. Beni dikkate almadan konuĢmalarına devam ettiler.
    KonuĢmalarını dinleyince onların gerçekten deli olduklarına hükmettim. Gerçekten deli idiler. Fakat delilerin MECZUB denilen çeĢidinden.
    (Sûfiye dilinde meczup, Hak‟kın rızasını kazanan, Hak tarafından kendi dostluk ve yakınlığına lâyık görülüp, yüksek derecelere çıkarılan, böylece Allah katındaki derecelere yorulmadan ve çalıĢmadan eriĢen kimseler için kullanılan bir kelimedir.)
    (Meczup kiĢi tüm olaylara hakikat ve marifet açısından bakar. Değerlendirme sözlerini de hakikat ve marifet mantığı ile dile getirir. Meselâ, Ģeriatta malın zekatı kırkta birdir. Dileyen kiĢi ise hakikattaki hükmü kendi nefsine uygulayabilir ve zekatın ölçüsünü de „hepsini vermek‟ olarak anlatır. Tüm malını zekat olarak veren kiĢiye Ģeriat ile amel eden halk “deli” gözü ile bakar. Onun sözlerini anlamaz ve meczubane söz der. Aslında meczup deli ve kaçık değildir. Tam tersine Ģeriat ehlinin aklından daha üst akıl ile düĢünüp konuĢmaktadır.)
    Hayretle dinledim. Onların konuĢtukları benim eskiden beri düĢündüğüm derin konulardı. Birisi diyordu ki:
    Bu âlemde her ne varsa “ben”im sıfatımdır.
    “Ben” olmasam bir Ģey olmazdı.
    “Ben”
    “hep”im, ya da “hiç”im.
    “hiç”im, ya da “hep”im.
    Zaten “hiç” ile “hep” aynı Ģeydir,
    tek Ģeydir.
    Fakat
    bunu bilmeyenler
    tek olanı iki farklı isimle çağırırlar.
    Deli “ben” kelimesi ile her an ve Ģu an dahi tek varlık olan Allah gerçeğini anlatıyordu. Varlık denilen âlemlerin, yani varlık boyutlarının Allah ilminin yansıması olduğunu söylüyordu. Hatta Allah ve ilminin iki ayrı Ģey olmadığına iĢaret ederek son darbeyi de ağır bir Ģekilde indiriyordu. Bu konuları bilmeyenlerin tek olanı “abd/kul” ve “hû/hak” olarak iki ayrı isimle iki farklı varlık zannediyorlardı.
    Kendimi tutamadım ve sordum:
    “var” ile “yok” aynı olur mu?
    Mesela
    ben bu gün varım, yarın yok olacağım.
    Bu iki hal arasında fark yok mu?
    dedim.
    Deli baĢını çevirdi ve kahkahayı kopardı:
    Vay!
    Sen varsın ha!
    Acaba var mısın?
    Ancak Allah var.
    Ben dediğin Ģey Allah esmasından oluĢmuĢ bir “yok”luktur.
    Ben varım zannını terk edersen
    senden geriye esmâ (Allah isimleri) kalır.
    Esmâ ise hiçbir zaman sen olmadı.
    Allah var! Allah var! Allah var!
    Diye bağırdı. Bundan sonra her ne sordumsa cevap vermedi. Nihayet suallerimden usandı ve arkadaĢına:
    “Haydi kalk gidelim!
    Zirâ
    bu hayvan
    bizi zevkimizden alıkoydu,
    dedi ve kalkıp gittiler.
    Ne garip bir haldir ki mükemmel tahsil görmüĢ iddiasında olan birisine pejmürde bir deli “hayvan” diyordu.
    Kasabada üç gün kaldık. Hiç ağzımı açmadım. ArkadaĢlarım benden iyice bıkmıĢlardı. Ġrade dıĢında “Ben var mıyım? Ey arkadaĢlar” diye bağırdım. Hepsi birden gülerek; “Rakı yetiĢtirin Râci çıldırmak üzeredir” dediler.
    5. AYNALI BABA
    Kasaba eğlencesinden dönüĢümüzün ikinci günüydü. Kahvehâneye doğru giderken mezarlığın kapısını gördüm. Eski ahĢap kapı gıcırtıyla yavaĢça açıldı. Havada rüzgar, esinti de yoktu. Sanki bir el kalbimi yakalamıĢ ve mezarlığın içine çekiyordu. Ġçimde mezarlığa girip biraz dolaĢmak isteği oluĢtu ve kendimi eski mezarların arasında buldum.
    Ortada sık bir ağaçlık vardı. Ağaçların arasında da eski tahta ve hasır parçalarından derme çatma yapılmıĢ küçük bir kulübe görünüyordu. Ġçimdeki el beni kulübe kapısına kadar çekti.
    Kimse yok zannederek kapısını açacağım sırada içinden eski püskü Ģeyler giymiĢ biri çıktı.
    Elli yaĢlarında olan bu adamın baĢında yeĢil bir takke vardı ki, kırk elli kadar ayna parçaları yapıĢtırılarak süslenmiĢti. Bir çok kumaĢ parçaları yamanarak gökkuĢağı renklerini gösteren yırtık cüppesinde dahi ayna ve parlak teneke kapakları yapıĢtırılmıĢtı. Bu adamı görüp de gülmemek mümkün değildi. Fakat üzerime çevirdiği bakıĢında o kadar hoĢ bir yumuĢaklık ve alçak gönüllülük çehresinde o kadar hüzünlü bir donukluk vardı. Gülmek Ģöyle dursun kendisine daha yakın olmak için bir adım daha yaklaĢtım. Kıyafetiyle tam bir tezat teĢkil edecek Ģekilde ciddi yavaĢ ve ahenkli bir sesle:
    “Safâ geldiniz nûrum! Buyurunuz”
    dedi.
    Ve kulübesinden çıkardığı bir hasır parçasını yere serdi. Kulübeye yaslanmıĢtım. Ön tarafımızda on beĢ kadar iri taĢlı ve güzel sülüs hatlı yazılı kabirler, sağ ve sol tarafımızda sık dikilmiĢ ağaçlar bulunuyordu.
    Kulübenin sahibi bir kez daha içeri girdi. Mangal olarak kullandığı bir çömlek getirdi. Bir daha girdi, eski bir kahve kutusu, bir cezve, iki fincan, bir ibrik, bir tütün tabakası ve birkaç teneke kutu çıkardı. Kuru otlar ve çöplerle yaktığı ateĢe cezveyi sürdü. Tekrar:
    “Safâ geldiniz nûrum! Nasılsınız?, iyi misiniz?” dedi.
    “Elhamdulilah” dedim.
    Bu adamın ciddiyetiyle kıyafeti arasındaki tezat beni ĢaĢırtmıĢtı. Tekrar söze baĢlayarak:
    “Ġsminiz nedir?” dedi.
    “Ahmet Râci.”
    “Ahmet Râci mi? (gülerek) beĢeriyetin ismini zorla almıĢsın nûrum! BeĢer cinsi o kadar aciz, zayıf ve muhtaçtır ki, hayatını rica ile geçirir. Râci demek insan demektir.”
    Bu olgunca sözler üzerine bir kat daha ĢaĢırdım. Ben de sordum:
    “Sizin isminiz nedir?”
    “Benim ismim çoktur. Her yerde bir isim ve sıfatla anılırım. Burada üzerimdeki aynalardan dolayı „aynalı dede‟ ismi ile meĢhurum. Ama sen istersen „Âdem Baba‟ de.
    Aynalı konuĢurken kendi cüzî varlığını değil de küllî varlık namına konuĢuyordu.
    Ahad olan Hak o garip kılık tecellisi altında kendisini tanıtıyordu:
    Zatıma
    en çok bilineniyle
    „Allah‟
    ismi iĢaret eder.
    Zâtımın (tek varlık) daha baĢka sayısız ve sonsuz isimleri (mânâları)
    ve sıfatları (özellikleri) vardır.
    Ben
    aynı anda
    Aynalı‟yım, Râci‟yim, Âdem‟im, Havva‟yım, Meryem‟im, Ġsa‟yım, Mûsa‟yım, Buda‟yım, Konfüçyüs‟üm, kral‟ım, dilenci‟yim, Ay‟ım, GüneĢ‟im, cennet‟im, cehennem‟im, Cebrâil‟im…
    Ben,
    kısaca,
    hep‟im ve hiç‟im.
    Kim olduğumu baĢlangıçsız geçmiĢte saymaya baĢladım.
    ġu anda hâlâ sayıyorum.
    Sonsuz sona kadar da saymaya devam edeceğim.
    Vaktiniz varsa buyurun oturun,
    siz dinleyin
    ben
    kendimi saymaya devam edeyim.
    Denizler mürekkep olsa, ağaçlar divit olsa mürekkepler ve divitler tükenir fakat Aynalı Baba‟nın kendi hakikatini yazması tükenmezdi. Hatta hiç yazmamıĢ gibi olurdu.
    Bir miktar düĢündükten sonra dedim ki:
    “Azîzîm! Kâmil bir insan olduğunuz meydandadır. Böyle iken bu kemâlâtınızı bu tuhaf kıyafetlerle örtmenizin sebebini anlamıyorum.
    Kahveyi piĢirdi, fincanıma doldurdu ve cevap verdi:
    “Ben”
    süse meraklıyımdır.
    Her isim ve birim altında süslenen
    “ben”im.
    Avuç avuç para harcayan, altın sırmalı ve zümrüt-pırlanta pullu ipek atlas elbiseler giyen “ben”‟im.
    Aynalı tenekeli aba giyen yine “ben”im.
    IĢığın üstüne karanlığı giyen “ben”im. Karanlığın üstüne ıĢığı giyen “ben”im.
    Zâtımın süsleri isimlerim, sıfatlarım ve fiillerimdir.
    “Ben”
    can elbisesi de giyerim.
    Can‟ı beĢer bedeniyle, hayvan bedeniyle ve bitki bedeniyle süslerim.
    “Ben”im her yerde sonsuz sayıda yüzüm ve kıyafetim vardır.
    Burada bu bedende tercihim bu aynalarla tenekelerdir.
    Bu cevap akla hem uygun hem de uygun değildi. Fikrimi söyledim. Boynumdaki kravata baktı, fiyatını sordu, yirmi liraya aldığımı söyledim. Dedi ki:
    “Ben”im bu “ganî” (zengin, üstün, sınırlanamayan) özelliğimi
    akl-ı cüz‟ünle (sınırlı aklınla) kabul edemezsin.
    Ayna ve teneke parçaları takmayı senin aklın kabul edemiyor.
    Yirmi liraya alınıp da boyuna takılan yular (kravat) senin aklına uygun düĢüyor.
    Benim sokaktan toplayıp da külahıma taktığım ayna parçaları da
    “ben”im akl-ı küll‟üme (sınırsız aklıma) uygun düĢüyor.
    “Ben” süste ayrım yapmam.
    Kravat takmanın medeniyetle alakalı, külahı parlak cisimlerle süslemenin de delilikle alakalı olduğunu düĢündüğüm anda yine cevabımı aldım.
    Size göre
    külaha ayna parçaları yapıĢtırmak delilik niĢanıdır.
    Bize göre de
    boyuna yular takmak delilik niĢanıdır.
    Ama sen benim külahımı baĢına taksan aklın akl-ı küll‟e dönüĢmez.
    “Ben” de boynuma yular taksam “ben”im de aklım akl-ı cüz‟e düĢmez.
    Keramet külahta ya da yularda değildir.
    Keramet aklın sınırlarını kaldırmaktadır.
    Aniden külahını çıkardı ve benim baĢıma oturttu. Kravatımı çıkarıp kendi komik cüppesinin üstündeki boynuna taktı. Yerden kırık bir ayna alıp bana tuttu. Çok komik görünüyordum. Kravat da Aynalı‟nın boynunda acaip komik duruyordu. Gülmeye baĢladım. Kahkahalarım neredeyse mezarlık yanındaki mahallelerden duyulacaktı. O kadar çok güldüm ki kendimi yere atıp debelenmeye baĢladım. Aynalı Baba anlamsız gözlerle bana baktı baktı:
    “Zavallı insanlar sebepsiz yere neden gülerler, bir türlü anlayamıyorum,” dedi.
    Gülme krizinden çıkmıĢtım. Birden aklıma parlak bir fikir geldi. Deli kıyafetine girmiĢ bir
    ehli hikmet
    (filozof)
    ve
    ehli kalb
    (evliya)
    olan bu zâtın ilminden yararlanmak, ciddi konuları ona sorup hakikatini öğrenmek istedim.
    Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (2. Bölüm)
    Yazar Editr Tarih Kasım 13th, 2007
    6. GĠZLĠ HAZĠNE
    “Sultânım! Sen yıkıkta gömülü bir hazinesin. Ben ise hikmete (sırlara, ilmi ledüne, bilgiye) can atan bir âvâreyim. Lütfen beni özel talebeliğinize kabul eder misiniz? Ver elini öpeyim,” dedim. El öpmek, bir kiĢinin ilminin üstün olduğunu kabul edip ona saygı sunmaktı.
    “El öpmek mi?.. Niçin? Tamam, kabul, konuĢalım. Fakat sözden ne çıkar? ġimdiye kadar, kim bilir kaç hayvan yükü kitap okudun; ne anladın? Hiç, değil mi? Akıl muhakemeleriyle Hak‟kın varlığını kabul etmek mümkündür, fakat bilmek ve anlamak ve olmak asla mümkün değildir. Harfleri bir araya getirmekle hakikat tecelli eder mi?
    Onu dinlerken üzerimde garip bir gevĢeklik rahatlık hissediyordum. Yedi bin yıllık insanlık medeniyetinin oluĢturduğu zahiri-yüzeysel ve günlük ihtiyaçları sağlamaya yönelik maarif (eğitim-öğretim) düzeyini gözümde bir anda sıfırlamıĢtı. Ġhtiyacımızdan fazlasını tüketmek için ihtiyacımızdan fazlasını üretmek mantığı üzerine kurulmuĢ olan bilimi “uygarlık” olarak kabul etmiyordu.
    Bu garip kıyafetli delinin sözlerindeki büyüklük, bana pek fazla bir küçüklük vermiĢti. Üzerimdeki kravatın gururu külahın karĢısında eriyip tevâzua dönüĢünce bana bakarak gülümsedi.
    “Aklına daha fazla ağırlık yüklemeyelim artık. Biraz da kendimizden geçelim” diyerek birer kahve daha doldurdu, keyifle içtik.
    birinci gün
    HĠÇLĠK ZĠRVESĠ
    (nirvana)
    Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı, hafif ve hoĢ bir Ģekilde çalmaya baĢladı. Kabristanın sessizliği, neyin hüzünlü sesi, bana garip bir zevk veriyordu. Aynalı Baba‟nın arada okuduğu tasavvufî Ģiirlerin ve kahvenin etkisiyle beynimdeki tevhid lezzeti her an gittikçe Ģiddetleniyordu.
    Bu güne kadar kafamla çözemediğim, yaĢam ve ölüm çıkmazının verdiği taĢınılmaz ağırlığın bilincimden kalktığını ve hafiflediğimi hissediyordum.
    Aynalı Ģiir okumaya baĢladı:
    Ey can! Yok olacak olan bu aleme ibretle bak.
    Ey can! Var sandığın bu âlemin sanal olduğunu anla.
    Gafletten kurtul.
    Evren bütündür ben parçasıyım yanılgısından sıyrıl
    Meydan boĢ değildir. . .
    Sen anlamsız ve rasgele bir varlık değilsin.
    Sultan Süleyman ve Ġskender Han neredeler?
    Hak, dün Sultan Süleyman ve Ġskender olarak tecelli etmiĢti. ġimdi Hak sen‟dir ve sen zamanın Sultan Süleyman‟ı ve Ġskender‟isin. Onlar nerede ve sen neredesin? Hak nerede ve sen neredesin ? Hâlâ anlamadın mı? Hz. Süleyman senin bilincinin sembolik adıdır, Ġskender, bilincindeki ilmin fethidir, açılımıdır. Sen de kendi bilincindeki tek‟liğin büyük fethini yap.
    Yüz bin senelik ömrü neĢe ile geçirsen de hepsi BĠR AN‟dan ibarettir. . .
    Sen sonsuz bir varlık ve ilim (data) hazinesisin. Kendini ne kadar tanısan da yine kendini hiçbir zaman hatmedemezsin. Tüm ilmin ve sonsuz hayatın “yok”lukta bir nokta ve an kadardır.
    A gözüm! Cihan bağı ne bülbüle ne de güle kalacaktır. . .”
    Hak, her an yeni bir görünümdedir. Sende de her an bin fikir gelir bin fikir geçer. Fakat sende değiĢmeyen bir Ģey var. “Enel Hak” bilincinde ise asla yok olma olmaz.
    “Aç gözlülük ve hırsa uyup nefsin kahrına uğrama.
    Hak sonsuzdur. Hak‟kın sonsuzluğunu ancak ben anlarım zannetme. Her zaman senden daha âlim birisi vardır. Mûsa‟nın Hızır‟a yaptığını yapma. Sonra üstadsız kalırsın.
    Adın duyulmasın sonra rahatın kaçar.
    Kısır akıl ve dar bilinçlerin anlayamayacağı Ģeyleri açık etme. Kimisi seni sultan ilan etmeye gelir kimisi de seni asmaya gelir.
    Allah‟ı bilenlerle arkadaĢ ol; onlardan uzak kalma.
    Sana senin ne olmadığını ve senin ne olduğunu senin anlayacağın lisanla sana açan üstadların ilminden faydalanmaya bak.
    Dünya koltuğundaki gücünle mağrur olma.”
    UlaĢtığın ilim seviyesiyle baĢın dönmesin. Sonsuzun yanında ilmin ne kadar ki?
    “Olgun kimseler, dünya zevkine kapılmadılar.
    Bilginin ve ilmin verdiği haz, diğer zevklerin hepsinden farklıdır.
    Netice olarak dünyanın bir gölge, boĢ bir arzu,
    Bedensel yönümüz sonsuz yönümüzün bir özetidir. Dünya sonsuz âlemlerin bir özetidir. Kendini sınırlı beden ve sınırlı dünya hapishanesine kapatma, özeti aç.
    bir oyuncak ve hayal olduğunu bildiler.
    Dünyan yani bedensel yaĢamın, özündeki sonsuz kudretin küçük bir biblosu ve gerçeğin Ģimdilik bir hayalidir.
    Rüyanın gerçekle ne kadar ilgisi varsa,
    Bedensel yaĢam süresi sonsuz yaĢam yanında ancak rüya hükmündedir.
    cihanın da zevkle o kadar ilgisi vardır.
    Tüm dünyasal bilgiler, tevhid ilmi yanında ancak bir virgül kadarcıktır.
    Herkes aĢk eteğini tutup Allah‟a kavuĢmaya yaklaĢtı.”
    Her birim ve bilinç yaratılıĢ amacı doğrultusunda kendi varlığına sevdalanır ve özüne doğru kendi sıratında yolculuk eder.
    Kahvenin kokusu, Ney‟in ve Aynalı‟nın sesi beni baĢka bir boyuta doğru itmeye baĢlamıĢtı. YavaĢ yavaĢ duyularımın sınırından sıyrılmaya baĢladım. Bir Ģey görmüyor ve iĢitmiyordum artık. Bir müddet uykuya yakın bir halde kaldım.
    Bu hal çok sürmedi. Zihnim çalıĢmaya baĢladı. GörünüĢte bir Ģey algılamaz iken kendimi baĢka bir boyutun çekim alanında hissetmeye baĢladım. HAYALĠN DERĠNLĠKLERĠ‟ne yani özümdeki sonsuz boyutlara ( â‟mak-ı hayâl‟e) dalmıĢtım.
    Dağları, ormanları, hayvanları, kırları ve çiçekleri bizim memlekete benzemeyen bir ülkedeydim. Yanımda görünmeyen birisi vardı. Beraberce yürüyorduk. Onunla telepatik yolla konuĢuyordum. Nereye gittiğimizi sordum.
    “Hindistan‟dayız, <<hiçlik zirvesi>> ne gidiyoruz”
    dedi.
    Çok çok uzun haftalar süren bir yürüyüĢten sonra Everest Dağı‟nın eteklerine geldik. Bir kulübe gördüm. Görünmez arkadaĢım beni kulübedeki genç adama “hiçlik zirvesi”ni ziyarete getirdim dedi ve teslim ederek döndü.
    Genç adam bana tebessümle baktı. Bir ağacın gölgesine oturduk. Bana dedi ki:
    “Hiçlik zirvesine
    insanların yüz binde birisi
    ancak çıkar.
    Oraya
    ancak ölmeden önce ölenler çıkabilir.
    Yani hiçlik bilgisinden elde edeceğin zevki
    geçici bedensel zevklere feda edersen zirveye ulaĢamazsın.”
    Ġsmini sordum:
    “Buda Gotama Sakya Muni”
    (Sakya ailesinin aydınlanmıĢ insanı)
    dedi.
    Hurmetle ayağa kalkıp elini öpmek istedim, öptürmedi.
    “Elimi benim için öpeceksen öpme,
    ben hiç‟im.
    Benim yanımda hürmetle hakaret arasında fark yoktur.
    Kendin için öpeceksen ben zâten senin kalbindeyim.
    Benim irfanımı kendinde ara”
    dedi.
    Ertesi gün güneĢ doğmadan yola çıktık. YemyeĢil çimenlerin ve rengârenk çiçeklerin arasından zirveye doğru yürümeye baĢladık. Ilıman rüzgarın savurduğu egzotik çiçek kokuları bir bulut gibi bedenimi sarıyordu. Dağa tırmandıkça güzellik artmaktaydı.
    Yine çok uzun yürüyüĢten sonra bir saraya geldik. Açlıktan ölmek üzereydim. Ġçeri girdik. Her yer binbir çeĢit meyve ve yiyecek sepetleriyle doluydu. Buda, hiçbir Ģeye içine düĢecek gibi bakmamamı, tek bir lokma yemememi, eğer aksini yaparsam burada takılıp ebedi olarak kalacağımı ve kendisinin de dönüp gideceğini söyledi. Ġçimden çok kızmıĢtım.
    Buda sessizce oturuyordu. onun telepatik mesajlarını duymaya baĢladım.
    “…Dağın zirvesi irfanın zirvesidir…
    Bu saray irfanın ancak yarısıdır.
    Sarayın nimetlerini yemek, irfanın yarısına razı olmaktır.
    Ġster burada kal, istersen benimle zirveye gel…”
    O anda irfana açlığım ve yiyeceklere açlığım ile eĢit derecede idi. O boyutta o yerde tek tercih hakkım vardı. Ya yiyecek ya irfan. Ġkisi birden yoktu. Buda‟ya kızarak irfanı tercih ettim. Bana gülümseyerek;
    “Haydi yükselmeye devam edelim, yeteri kadar irademizi güçlendirdik” dedi.
    Yükselmeye karar verdiğimde, mideme indirmediğim halde o nefis yiyeceklerin enerjisinin tüm hücrelerimi doldurduğunu hissettim. Tat almadan ve posa sindirmeden gıdalanmak cennet boyutunun bir tür beslenme tarzı olmalıydı.
    Sarayı terk ederken bir hizmetçi elinde altın tepsiyle soğuk içecek getirdi. Kendimi unutarak kadehi aldım tam içecekken Buda elime vurdu. Kadeh düĢtü ve kırıldı. Zirveye doğru hem o boyutta ilerliyorduk hem de dünya boyutundan Aynalı‟nın Dâvudî sesiyle okuduğu Ģiirini iĢitiyordum.
    “Ey hakikata yükselen yolcu! Yürü. Yetersiz ilim irfan kaynaklarıyla yetinme. Senin ulaĢacağın bilgi
    yanında o dağın güzellikleri bir rüya ve hayalden ibaret kalır. Yürü (seyrü sülukuna devam et) ki kulluk yönünün nihayetindeki Allah gerçeğinin giriĢ kapısına ulaĢ. Yürü kendi gerçek yönüne ulaĢ, fenâ fillah‟a er. Billur kadehte sunulan alkolden uzak dur ki aĢk kadehinden içesin. Yürü ki sende tecelli edecek olan sınırsız kudret sırını yakala.”
    Aynalı‟nın yanında idim fakat sesi yüz bin yıllık uzaklıktan geliyordu. Buda‟dan yüz bin yıl uzakta idim fakat Ģu anda onunla el ele zirveye tırmanıyordum. Aynı anda iki ayrı boyuttaydım. Ve “ben”de daha nice sonsuz boyutlar mevcuttu. Yeterince ilmimi artırırsam ve kendimi kullanmayı öğrenirsem, her an her yerde olabilecektim.
    Kır âlemindeki iki derviĢin ve Aynalı‟nın sözlerini yeni yeni anlamaya baĢlamıĢtım.
    Bu âlemde her ne varsa “ben”im sıfatımdır.
    “Ben” olmasam bir Ģey olmazdı.
    “Ben”
    “hep”im, ya da “hiç”im.
    “hiç”im, ya da “hep”im.
    Zaten “hiç” ile “hep” aynı Ģeydir,
    tek Ģeydir.
    Fakat
    bunu bilmeyenler
    tek olanı iki farklı isimle çağırırlar,
    diyorlardı.
    Hem tek olmak hem de sayısız sınırsız olmak, mantıksal çeliĢki olmaktan çıkmaya baĢlamıĢtı. Bir fincan kahve, bir ney taksimi ve birkaç satır Ģiirle tekliğim aynı anda iki ayrı boyutta ikilik olmuĢtu. Bu tattığım ilk tasavvufi keĢif ve felsefi açılımdı.
    Ġki ayrı boyutta iki ayrı beden ve bilinçte olmama rağmen kendimi aynı anda da TEK (AHAD) olarak algılıyordum. Üç, beĢ, kırk, bin veya sayısız sonsuz olup da yine tek olmak, okuyarak, düĢünerek ulaĢabileceğim bir ilim değildi. Vahdette kesreti, kesrette vahdeti yaĢamak, demek ki böyle bir ĢeymiĢ.
    Buda ile birlikte zirveye yakın bir mola yerine geldik. Orada daha büyük bir saray vardı. Sarayın dıĢ kapısında elimi bırakarak bana:
    “Saraya gir. Biraz dinlen. Hiçbir güzelliğe sahip olmaya kalkıĢma. Sana yapılan her teklifi reddet. Saraydan çık ve bana dön ki zirveye olan yolculuğumuzu tamamlayalım. Ben seni burada bekliyor olacağım” dedi.
    Daha sarayın kapısından adım atar atmaz ipek elbiseli bir düzine cariye beni karĢıladı. Her birisi sonsuz güzellikte idi. Beni sarayın has odasına doğru götürdüler. Has odaya girdim. Sarayın prensesi muazzam bir tahtta oturuyordu. Cariyelerin güzelliği onun yanında bir hiç gibiydi. Prenses kollarını açarak:
    “Yüz bin yıldan beri buraya kadar ilk defa sen çıkabildin. Ve ben yüz bin yıldan beri seni bekliyorum” dedi ve kollarını açarak benimle kavuĢmak istedi.
    O anda Buda‟nın telepatik mesajını aldım. Hayır diyordu. Daha yolumuzun olduğunu zirveye
    ulaĢamadığımızı söylüyordu. Ama prensesin çekim Ģiddeti Buda‟nın kuru yavan ilim ve irfanından daha üstün geldi. Prensesi kollarımın arasına aldım. Sonsuza kadar öylece kalmak istedim.
    Birden kulaklarımı sağır eden bir gök gürültü ve ardından da gözlerimi kör eden bir ĢimĢek çaktı. Kollarımın arasında pis kokulu çirkin suratlı bir cadı kadın duruyordu. Korktum ve geri çekildim. Cadı çatlak sesiyle:
    “Biraz önce mis gibi kokuma, kadife gibi sesime, güneĢ gibi güzelliğime meftûn olup taze kollarıma atlamıĢtın. ġimdi sana ne oldu da benden kaçıyorsun? Ben yine aynı prensesim. Hem oyum, hem de buyum. Ben aynı anda her yerde olanım. Aklına, ilmine, tasavvufî keĢfine ve felsefî açılımına ne oldu? Hani sana göre çirkin de güzel de Hak‟tı? ġimdi ben bâtıl mıyım? ġeytan ve melek sana göre aynı değil miydi? Ben sen, sen de ben değil miydik? Taavvuftan ve felsefeden ne kadar da çabuk bıktın? Haydi al beni kollarına!” diyerek üstüme saldırdı.
    Arkama bakmadan kaçmaya baĢladım. Cariyeler çirkin maymunlar gibi olmuĢ beni yakalayıp hanımlarına teslim etmek için arkamdan kovalıyorlardı. O muazzam saray aniden pis kokulu bir çöplüğe dönüĢmüĢtü. Buda‟yı bulmak için çok koĢtum ama onun yerinde soğuk sam yelleri esiyordu artık.
    Zirveye yakın noktadan aĢağılara yuvarlanarak indim. Ġki kiĢi kollarıma girerek beni bir tapınağa götürdüler. Yüksek bir yerde üzerinde altın, zümrüt kakmalı ipek elbiseler içinde, önünde bin bir türlü lezzetli yemeklerden yerken çevresinde güzel cariyeleriyle eğlenen Buda‟yı gördüm. O da beni görünce yüzünü ekĢitti. Ve;
    “ġu anda ben yine sâde giyimliyim. Fakat senin içindeki hırs beni altın zümrüt kıyafetler içinde gösteriyor.
    Burası yaĢlı bir incir ağacının altı, fakat senin hırsın burayı altın duvarlı tapınak gösteriyor.
    Ben yüksekte değil, alçaktayım.
    Bunlar lezzetli yemekler değil, hiçlik ilminin mânâ helezonları.
    Bunlar cariye değil, benim zikrimi dinlemeye gelen baĢka boyutların bilinçleri fakat sen onları Ģehvetinden dolayı cariye görüyorsun.
    Sen sözünde durmayan bir “diĢi” tabiatsın.
    DiĢilik ve erkeklik bedensel cinsiyetin adı değil, bilincin mertliğini ya da zayıflığını ifade eden iki kavramdır.
    Size ikram edilen “Kutsal Kitap”ta bahsedilen erkek mert nefsi, zayıf kadın da nâmert nefsi sembolize eder. Yoksa kadın ve erkek ruh ve beden açısından biribirine denk yaratılmıĢtır.
    ġimdi sen ey zayıf diĢi, sevdiğin hırslarına geri dön.”
    Diyerek derin bir sükûta gömüldü.
    Tapınağın merdivenlerinden aĢağıların aĢağısına yuvarlandım. Her yerim acıyor ve ağrıyordu. Gözlerimi yavaĢça açtım. Aynalı‟nın tebessüm eden yüzüyle karĢılaĢtım. Yeni piĢirdiği kahveyi isli cezvesinden eski fincana doldurup bana uzattı.
    “Yükseklerden, cennetlerden dünyaya hoĢ geldin. Bir damla ilim irfan tahsili kiĢiyi fena fillah‟a, enel hak‟ka ve Makam-ı Mahmud‟a ulaĢtırmaz. Evlâdım HĠÇLĠK ZĠRVESĠ‟ne ulaĢmak kolay değil, kolay değil, kolay değil” dedi.
    Çok mahçup olmuĢtum. Kendisini tekrar ziyaret edip ilminden nasiplenmeyi diledim.
    “Ben bu memlekette oldukça aramızda geçenler sır olmak Ģartıyla tekrar görüĢebiliriz” dedi. Söz verdim ve ayrıldık.
    Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (3. Bölüm)
    Yazar Editr Tarih Kasım 18th, 2007
    ikinci gün
    EY NÛR
    ( Nur‟un ve Zulmet‟in Ezelî SavaĢı )
    1. Mülhime Nefs Girdabı
    Mezarlıktan çıkmıĢ eve doğru gidiyordum. Evet, hayret, meyhaneye doğru değil de eve doğru gidiyordum. Aynalı Baba‟nın bir fincan kahvesini içmiĢ ve alkolden ebedi tiksinmiĢtim. Eve gelince annem de gözlerine inanamadı. Tabii ki verdiğim söz gereği anneme Aynalı‟dan ve yaĢadığım mâceradan söz etmedim..
    Erkenden yatağıma uzandım ve nefs muhasebesi yapmaya baĢladım.
    Birkaç damla tasavvuf ilmi ile
    her Ģeyin aslını anladığımı zannetmiĢtim.
    Varlığın sırrını
    “ her Ģey Hak‟tır ve ben de Hak‟kım “ felsefesi ile özetleyip
    tam rahatlamıĢtım ki,
    Aynalı Baba içine düĢtüğüm bu girdaptan Buda ile yaptırdığı hayali yolculuk sayesinde kurtardı.
    Beni gönderdiği ülke benim kendi özümdü.
    Everest Dağı özümdeki nefs idi.
    Dağın baĢlangıcı, birinci bilinç boyutum olan “nefsi emmâre” idi.
    Dağdaki birinci saray; bilincimin ikinci boyutu olan “nefs-i levvame” idi. Bu nefs boyutunun girdabından, Buda tecellisine bürünmüĢ olan Aynalı Baba‟nın küçük bir desteğiyle (tasavvuf dilinde „Ģeyhin himmetiyle‟) kurtulmuĢtum.
    Dağdaki ikinci saray; bilincimin üçüncü boyutu olan “nefs-i mülheme” idi. Bu sarayın tuzakları çok fazlaydı. Buda sembolü (aslında Aynalı Baba) beni nefs-i mülheme sarayına yalnız sokmuĢtu. Koruması (himmeti) yoktu. Her Ģey ben‟im ve her Ģey ben‟im tecellimdir felsefesini tasavvufi bir hakikat ve keĢif zannederek sarayı ve sarayın içindeki her Ģeyi nefsime helal görmek yanılgısına düĢtüm.
    Gerçi haram ve helal yanılgımdan çabuk kurtuldum. “Resuller ve veliler daha bilgili olmasına rağmen harama ve helale son derece dikkat etmiĢlerdir” prensibini hatırlayınca tehlikeyi atlattığımı zannettim. Fakat mülheme nefs girdabında sonsuz sayıda tuzak vardı. En basitlerinden birisine yakalanmaktan kurtulamadım. Prensesin sonsuz güzelliğini Hak‟kın güzelliğinin yansıması olarak gördüm. Sadece prensesin değil evrendeki her güzelliği Hak‟kın güzelliği olarak yorumladım. Tam bu anda prensesin yaĢlanmıĢ, çirkinleĢmiĢ hali tecelli edince geri çekilmek zorunda kaldım. Halbuki Hak ve Hak‟kın her tecellisi tek bütünün farklı cepheleriydi. Prensesin yaĢlı halini Hak olarak kucaklayıp hazmedemedim. Ve böylece mülheme nefs mertebesinin ilk hakikat tecellisini dahi hazmedemeyince tekrar baĢa dönmek zorunda kaldım. Dağın yarısından yani mülheme nefs mertebesinden tekrar dağın dibine yani emmare nefs mertebesine düĢtüm.
    Ġlk boyutlar arası tasavvufi gezintide ilk mühim nefs mertebesinde ayağım kaymıĢtı. Bu kaymadan Aynalı Baba memnun olmuĢtu, çünkü en büyük hatayı yaparak bir daha yapmamayı ve Mutmain nefs boyutuna
    geçiĢ için vize almayı öğrenmiĢtim. Bu güzel tefekkür içinde uyumuĢ kalmıĢım.
    Aynalı ile tanıĢmamın ikinci gününün sabahında erkenden uyandım. Normalde ikindiye kadar uyurdum. Uyanınca da meyhaneye gider sabaha kadar eve gelmezdim. Annem gayet memnun arkamdan bakarken giyinerek evden çıktım.
    2. KarĢılıklı HediyeleĢme
    Pazara uğrayıp birkaç tencere, tava, mangal, tabak, kaĢık gibi mutfak eĢyası aldım. Yağ, pirinç ve benzeri yiyeceklerden de aldım. En mühimi de bolca taze Türk kahvesi temin ettim.
    Kulübeye geldim. Aynalı Baba hediyeleri reddetmedi. Benim gibi bir alkoliğin getirdiği kapları ve yiyeceği tereddütsüzce alması, hemen kullanması beni çok onore etmiĢti. Hiç kimseden karĢılıksız bir Ģey almıyordu. Biraz konuĢtuk, yemek yedik ve biraz da uyuduk. Yeterince dinlendikten sonra benim getirdiğim mangalı ateĢledi ve isli cezveyi ateĢe sürerek taze dövülmüĢ dibek kahvesinden demlemeye baĢladı. Kahve yavaĢ yavaĢ kaynadıkça kokusu beni kendimden geçiriyordu. Dede eski fincanları doldurdu. (Aynalı‟ya bazen baba, bazen dede diyordum.) Bir yudum çekiyor, biraz ney üflüyor ve gür sesiyle Ģiir okuyordu:
    Bu Ģuun, âlem
    Bisebat-u bîkıdem
    Nerde Havva, âdem
    Varsa aklın ey dedem!
    Dem bu demdir, dem bu dem!..
    Dem bu demdir, dem bu dem!..
    (dem=baĢlangıçsız ve sonsuz an)
    . . .
    Nice tasavvuf ehli (sûfiyye) ve hikmet ehli (filozof/hükemâ) kimselerle yıllar geçirmiĢtim. Tasavvuf ehli olan takvâlı (?) zâtlar, âlemin sonradan yaratılmıĢ değersiz bir madde olduğunu kötüleye kötüleye anlatırlardı. Filozoflar ise âlemin Tanrı ile birlikte ezeli olduğunu iddia ederler, bir kısmı da tanrıyı inkar ederek maddenin ve enerjinin ezeli ve ebedi olduğunu kanıtlamaya çalıĢırlardı. (Allah‟ı inkâr mümkün değildir, çünkü sen kendini inkâr edebilir misin? Bundan dolayı TANRI kavramı özellikle yazılmıĢtır.)
    Aynalı Baba hem tasavvuf ehlinden hem de filozofların inançlı ve inançsız kesiminden farklı olarak âlemin aslını ve hakikatteki hükmünü birkaç kıt‟a “mârifet” Ģiiriyle bir anda anlatmıĢtı.
    Aynalı anladığım kadarıyla Ģöyle diyordu:
    Bu tecelliler ve bu âlemler ve bu boyutlar
    ne ezelidir ne de ebedidir.
    Hâdis (yaratılıĢı Tanrı‟dan sonra) de değildir,
    kadîm (Tanrı* gibi baĢlangıçsız, yaratılmamıĢ) de değildir.
    Âlem ve tecelliler dediğin her Ģey;
    zamansız Hak‟kın zamansız gölgesidir.
    Âdem ve Havva isimli
    insanlık âlemini
    hangi zaman dilimine oturtabilirsin ki?
    Aklının sınırını kaldırıp da
    akl-ı kül ile tefekkür edersen
    zamanın ve gölgenin var olmadığını,
    her an (dem bu dem) var olanın
    Hak olduğunu keĢfedersin.
    *(Allah veya tanrı kavramları özellikle ayrı ayrı kullanılmaktadır, bundan sonraki kullanımlarda da aynı özellik mevcuttur. Tasavvuf Felsefesi (ilm-i hikmet) ve batı felsefesinde yapılan tartıĢmalarda kastedilen „tanrı‟dır. Allah ismi ile iĢaret olunan ahad varlık; görecelilik taĢımadığı için hikmet ve felsefe tartıĢmalarında kullanılamaz.)
    GetirmiĢ olduğum değersiz hediyelerin karĢılığını para ve değerli hiçbir Ģeyle ölçülemeyecek olan bu bilgi ile iade etmiĢti. Ben ona Yunus Emre misali ucuz alıç gibi olan çanak çömlek getirmiĢtim o da bana para ile satın alınamayacak ilim ile karĢılık vermiĢti. Yıllardan beri çözemediğim; zaman, mekân, madde, enerji ve insan sırlarını bir fincan kahve içip bir nefes ney dinleyip birkaç kıt‟a Ģiir dinletisiyle o demde halletmiĢtim.
    3. Cihad-ı Ekber‟e HazırlanıĢ
    Aynalı‟nın Ģiirini zihnimde yorumlarken gönül nefesiyle üfürdüğü neyin sesi yavaĢ iniltilere döndü. Sanki binlerce yıl uzaktan geliyordu. Yine iyice gevĢemiĢ ağır bir uyku ile uyanıklık arası yakaza haline girmiĢtim. Yani ne uyanıktım ne de uyuyordum. Aynı anda hem Râci olarak mevcuttum hem de binlerce yıl önce Belh‟de yaĢayan Ġranlı bir gençtim.
    Odama bir hanım girdi, benim eĢimmiĢ. Çabuk hazırlanıp “Seyir Bayramı”na yetiĢmemi söyledi. BaĢıma bir külah, belime bir kuĢak taktım. Üzerime uzun bir Ģal aldım. Sokağa çıktım. Yüzlerce, binlerce insanla birlikte büyük bir meydana geldik.
    Ne olduğunu birisine sordum. Yüzüme baktı, “Sen yabancısın galiba, kıyafetin bizim gibi ama bizim inanç ve Ģartlanmalarımızdan haberin yok. Bu günden itibaren kırk gün Seyir Bayramı‟dır (TemâĢa Bayramı). Biraz sonra ismi okunanlar Ģu büyük çadırdaki ZerdüĢt‟ün yanına girecek. ZerdüĢt‟ün sorusuna Hak Kelam ile cevap verenlerin alnına „cennetlik‟, cevap veremeyenlere de „cehennemlik‟ yazılacak. Cennetlik olanların Hakikati seyretmesine izin verilecek.” dedi.
    ZerdüĢt, milattan önce 1200 yıllarında Ġran‟da yaĢamıĢ birisiydi. Kimisine göre o ateĢe (ıĢığa, iyiliğe) ve karanlığa (cehalete, kötülüğe) tapma dinini kurmuĢtu. Ġslam düĢünürlerine göre de eski Resul‟lerden biri idi ve Hak Din‟i zamanla tahrif edilerek ateĢe ve karanlığa tanrı olarak tapınılmaya çevrilmiĢti. Ġçimden gelen bu duyguları dinlerken yüksek sesle adım okundu. Hemen çadıra girdim.
    ZerdüĢt muazzam bir tahtta altın sırmalı elbiselerle oturuyordu. Askerler, danıĢmanlar, hizmetçiler etrafını sarmıĢ el pençe divan duruyordu. Ġki asker koluma girip huzura götürdü ve bıraktılar. Herkes yerlere kadar eğildiği halde ben sadece baĢımla hafifçe saygı sundum. Çevredekiler yere eğilmememi ölüm cezası olarak düĢünüyorlardı. Fakat ZerdüĢt hiç oralı olmadan bana hemen sordu:
    “Nereden geldin?”
    Kalbime düĢeni hemen söyledim:
    “Nasıl ve niçin yaptığından sual olunmayan Allah‟tan. . .”
    “Niçin gönderildin?”
    “Kendimi hatırlamak, ilim ve irfan nûrum ile cehalet karanlığımı birbirinden ayırmak ve sonra tekrar cem etmek için bu beden ve ruh tecellisine indim. Nûruma yâni ilim ve irfanımla kendimi hatırlamaya <ben> , cehalet ve ben‟i hatırlamayı örten zulmete de <gayrım> ve <ben olmayan> dedim.
    “Nûrun nedir? Karanlığın nedir?”
    “Nûrum; ilim ve irfan yönüm olan Hürmüz‟dür. Karanlığım; kendimi unutmuĢ yönüm olan
    Ahriman‟dır”
    “Hangisi üstündür?”
    “ġu anda özümde her ikisi de eĢittir. Kendimi tanımak cihadı olan Cihad-ı Ekber‟i kazanırsam nûrâni yönüm baskın olacak. Kazanamazsam zulmânî yönüm baskın olacak.”
    “Sonra ne olacak?”
    “Nur galip gelecek ve Allah;
    „Ben‟den gayrı mevcûd yok
    ( Lâ mevcûde illâ Hû )
    diyecek”
    ZerdüĢt eliyle alnıma yeĢil bir çizgi çekti ve etrafındaki ihtiyarlar (seçkinler), “Allah mübârek kılsın!, Allah mübârek kılsın!” dediler.
    Çadırdan yanıma verilen bir rehberle çıktım. Alnımdaki yeĢil çizgiyi gören halk her iki yana çekiliyor ve
    “ ĠĢte Ahriman‟la çarpıĢacak cengâver geliyor!”
    diye bağırıyorlardı.
    Rehberimle ıĢıktan daha hızlı koĢan atlara bindik, binlerce yıl yol kat ettik. Sonsuz bir sahrâya geldik.
    Sonsuz sahrâda sonsuz yükseklikte bir
    Dağ
    yükseliyordu.
    Vücudumun iki katı ağırlıkta zırhlarla ve silahlarla donatıldım. Dağa tırmanmaya baĢladık. Dağda yükseldikçe bana hiç de yabancı gelmeyen
    fakat bir türlü nereden hatırladığımı çözemediğim
    içki ĢiĢeleri görüyordum.
    ġiĢeler ben yaklaĢtıkça canlanıyor Ģekil değiĢtiriyor, müthiĢ ejderhâlara dönüĢerek üzerime ağızlarından ateĢler püskürterek saldırıyorlardı.
    Zırhımdan yansıyan alevler geri dönerek kendilerini yakıyor
    ve
    cam gibi tuz buz olup dağılıyorlardı.
    Yine âĢina gelen gır gır ve Ģamata sözler baĢka bir ifrit kılığına bürünerek bana saldırıyor. Onlar da duman haline dönüĢüp yok oluyorlardı.
    Rehberime,
    bunlar nedir ?
    diye soran anlamlı gözlerle baktım.
    Gülümseyerek
    “Küçük cihadla terk ettiğin basit günahların tecellileridir,
    sen Ģimdi asıl
    Büyük Cihad‟a yoğunlaĢ”
    dedi.
    4. Denge Küre‟si YĠNG ve YANG
    Biz dağın zirvesine yükselirken sonsuz semâdan da bir melek elinde bir küre ile dağa iniyordu.
    Dağın sağ tarafındakiler beni görünce “ ĠĢte Allah‟ın nûru geliyor! Ey nûr!.. Karanlıkları boğ!” diye bağırarak tezahürata baĢladılar.
    Dağın sol tarafında karanlıklar içinde, <karanlıktan daha da karanlık> olan varlıklar, sağ taraftaki tezahüratı bastırırcasına; “Ey Ahriman! Gönder zulmetini, yok et aydınlığı!” diyen düĢünce dalgalarını yoğunlaĢtırarak evrenlere dağıtıyorlardı.
    Melek dağın zirvesine kulakları sağır eden bir sayha (hakikatı ilan eden ses-bilgi) ile indi. Herkes sustu ve meleği dinledi. Melek elindeki küreyi ileri uzattı. Kürenin yarısı gözleri kamaĢtıracak kadar ıĢıklı diğer yarısı da karanlıktan daha da karanlık olduğu için görünebilen bir siyahlıkta idi.
    “Allah indinde her an salt adalet vardır,
    aydınlık ve karanlık eĢit yaratılmıĢtır,
    en iyi kim mücadele ederse
    o galip gelecektir.”
    Diyerek çarpıĢmayı baĢlatan sûr‟a üfledi.
    Ġyiliği sembolize eden Hürmüz ayağa kalktı:
    “ Ey varlıklar! Ġçinizdeki kini, nefreti, bedensel çıkarlarınızda cengâverce etrafa saldırmayı, yalanı, gıybeti, sarhoĢluk veren alkolü ve öğünmeyi terk edin. Sonsuz cennetlerin sonsuz ilim ve irfan zevkini üç beĢ günlük dünya Ģehvetiyle değiĢmeyin ve Allah‟ın ahlakı ile ahlâklanarak karanlığın savaĢçılarına galip gelin!”
    dedi ve oturdu.
    Bu sefer de kötülüğü temsil eden Ahriman ayağa kalktı:
    “Hürmüz yalan söylüyor. Ben sonsuz yıl ilim ve irfanla Allah‟a kulluk ettim fakat sonunda kovuldum. Gelin siz de vaktinizi boĢa harcamayın. Henüz fırsat var iken en iyiyi yiyin, en iyiyi giyin, ve zevkinizde hayvanlar gibi sınırı aĢın. Çünkü bu dünyaya tekrar dönüĢ imkanınız yok. Ölünce de ne cennet ne cehennem; yok olup gideceksiniz. Birbirinizi çıkarlarınız için ezip geçin.”
    dedi ve oturdu.
    Her iki taraf en iyi savaĢçılarını ileri sürdü. Düello acımasızca günlerce sürdü. Bazen onlar öne geçiyor bazen biz öne geçiyorduk fakat eĢitlik bozulmuyordu.
    Ahriman zafer için “Ġki Yüzlü” (nifak) isimli Ģövalyesini ileri sürdü. “Ġki Yüzlü”den hepimiz korktuğumuz halde Hürmüz‟ün hatırı için ileri atılıp Ģehit oluyorduk. Bizden tam otuz kiĢi “Ġki Yüzlü”nün silahıyla öldürüldü. Çünkü o çok sihirli biriydi. GörünüĢü o kadar tatlı ve sevimli idi ki, tatlı dili ile bizi seviyor, okĢuyordu. Ona güvenip arkamızı döndüğümüzde ise yüzü ekĢiyor, korkunçlaĢıyor, çatal dilini çıkarıyor, küflü diĢleriyle sırıtıyor ve zehirli hançerini sırtımıza saplıyordu.
    Hürmüz daha fazla dayanamayarak “Muhabbet SavaĢçısı”nı “Ġki Yüzlü”nün üzerine gönderdi. Ġki yüzlü‟nün yüzü çirkinliğe bürünerek asıl kimliği ortaya çıktı. Ġkisi de kırk gün kırk gece çarpıĢtı. Sonunda “Muhabbet SavaĢçısı” galip geldi.
    Ahriman çıldırarak daha iyi bir Ģövalye çağırdı. “Gazap” ġövalyesi elindeki gürz ile “Muhabbet SavaĢçısı”na meydan okudu. Birkaç günlük düellodan sonra “Muhabbet SavaĢçısı” çok iyi bir savaĢçı olduğunu düĢünüp gururlanmaya baĢladığı anda “Gazap”ın çelik gürzünü kafasına yedi ve yere serildi. “Gazap” Muhabbet‟in kalbini söktü ve Ahriman‟ın ayakları altına attı. Ahriman sırıtarak,
    “ Benim gibi gurura kapılan muhabbetini yitirir”
    “Gazap”ın alnından öptü.
    Her nedense ben de alnımda bir ılıklık hissettim. Ahriman‟ın sonsuz sayıdaki “Gazap” isimli çocuklarından birisi de benim derinlerimde miydi? . .
    Zirvedeki meleğin elindeki kürede hangi taraf düellodan galip ayrılırsa o tarafın renk fonu artıyor diğeri azalıyordu. Gazap ġövalyesi bizden epeyce bir savaĢçı tepelediği için küre neredeyse tamamen kararmak üzereydi.
    Rehberim bana, “Yarın Gazap‟ın karĢısına Hikmet Pehlivan çıkacak. Gazabı ancak ilim ve tefekkür gücü yenecek” dedi.
    Hikmet Pehlivan kim diye sorunca,
    “Sen” cevabını aldım.
    BaĢım döndü ve soğuk terler dökmeye baĢladım.
    Gazap ġövalyesi tüm savaĢçılarımızı temizlemiĢ, geriye,
    “AĢk”ın Kılıcı
    ve
    ben
    kalmıĢtık.
    Ben de meğer ki Hikmet Pehlivan imiĢim.
    ZerdüĢt‟ün çadırı önünde bu isim çağırıldığında içeri girmiĢ ve sualleri doğru cevaplayıp çıkmıĢtım. O zaman ismime bir anlam verememiĢtim ama Ģimdi çok zor durumdaydım. Ġsmimin ve sıfatımın gerçek sınavını er meydanında verecektim.
    “Nice baĢların kesilip de soranın olmadığı”
    er meydanına çıkma vakti gelmiĢti.
    O gece rehberim beni uyutmadı. Uyumak ve tembellik zamanı değil cenge hazırlık ve antrenman zamanıydı. Sabaha kadar rehberimle hem kılıç hem de ilim irfan eğitimi yaptık. Hava aydınlanmadan er meydanına geldik.
    Gazap ġövalyesi burnundan zehirli dumanlar çıkarak bana saldırdı. Hiç istifimi bozmadan bekledim. Burun buruna geldik. Ġçimdeki korku ve endiĢe kaybolmuĢtu. Korkmadığımı anlayınca iyice gazaba gelerek kükredi.
    “Sen de kim oluyorsun da benden korkmuyorsun” dedi.
    “Ben ilim ve tefekkür silahıyla kuĢanmıĢ Hikmet Pehlivan‟ım” dedim.
    Tüm gücünü toplayarak gürzünü kafama doğru savurdu. Sanki sinek çarpmıĢ gibi oldu. Çelik gürz eğildi ve yere düĢtü. Gazap ġövalyesi hayretle bana baktı. Ben de tebessüm ederek dalga geçtim.
    “Benim yendiğim asıl
    <gazap cengâveri>
    yanında sen ve senin hamlen
    bana sinek kadar zarar veremez”
    deyince merakla sordu:
    “KimmiĢ benden daha da güçlü olan?”
    “Kendi nefsimdeki gazap kuvvesi”
    dedim ve ĢaĢkınlaĢan Ģövalyenin kafasını uçurdum.
    Kürede nur ve zulmet yine dengelenmiĢti.
    Ahriman oturduğu yerden ĢimĢek gibi fırladı ve en son ve en güçlü Ģövalyesini meydana kendi elleriyle sürükleyip bıraktı.
    Yeni Ģövalyenin gözleri kan çanağına dönmüĢ, saldıracak yok edecek ya da efendisi Ahriman‟a köle yapacak ıĢık savaĢçısı arıyordu. Hepimiz ister istemez korkuya kapılıp geri geri yürüdük.
    Arkamda bir el hissettim. Rehberim, oyun oynamak istemeyen gelinler gibi beni arkamdan meydana ittiriverdi. Birden kendimi öyle bir Ģövalyenin önünde buldum ki, dizlerimin dermanı kesildi.
    Ahriman‟ın son kalesi olan bu Ģövalye, Ģeytânî levvâme ve Ģeytânî mülheme nefsin gücünü kendinde toplamıĢ olan kaynak,
    “NEFS-Ġ EMMÂRE”
    idi.
    Emmâre‟nin hizmetindeki Mülhime girdabına Everest tepesine tırmanırken bir kez düĢmüĢtüm. Akıllandığımı zannediyordum.
    Melekî levvâme ve melekî mülhime nefsin
    gücüne sahiptim fakat kendimden yine de emin değildim. Her an Emmâre ġövalye‟ye mağlup olabilirdim.
    Tüm gücümle saldırdım. Âdeta benimle dans edercesine karĢılık veriyor, beni ciddiye almadan tüm hamlelerimi savuĢturuyordu. Melekî levvâme ve mülhime gücümü devreye sokunca yorulmaya baĢladı. Birkaç yerinden yaraladım, kan kaybetmeye baĢladı. Aniden en can alıcı hamlemi indirecektim ki, yüzünü bir maskeymiĢçesine sıyırıp attı. “Aman ya rabbi bu ne güzellik” diye bağırarak cemâline hayran kaldım. Elimdeki silahlar düĢtü. Özümden gelen bir ses
    “O gördüğün cemâl
    insanlığın zirve noktası,
    ilmin ve irfânın efendisi,
    kâinatın kendisi için yaratıldığı,
    ve
    henüz doğmamıĢ olan Zât‟ın nûrânî simasıdır.”
    dedi.
    Birden karĢımdaki simâ benim simama büründü. Bir ben oluyordum bir O nûrâni Zât oluyordu. Her halde ben <fenâ fir Resul> olmuĢtum. Kendim ve çevremdeki herkesi O‟nun siması ile görüyordum. Bir an
    düĢündüm, bu bir numara olabilir miydi? Ama Ahriman nûrun kılığına bürünemezdi. Ahriman‟ın yapamadığını Ģövalyesi de yapamazdı diye düĢünüyorken elimin arkaya büküldüğünü ve bağlandığımı anladım. Emmâre‟nin girdabına düĢmüĢtüm. Ve Ģimdi çirkin simalı Emmâre ġövalye‟nin esiri olarak Ahriman‟a doğru sürükleniyordum.
    Ahriman‟ın önüne fırlatıldım. Ahriman korkunç bir kahkaha atarak neĢ‟eyle bağırdı:
    “Hey ĢaĢkın! Ne kadar da cahilmiĢsin.
    Ben Resul‟lerin kılığına giremem
    Ama
    senin kendi Emmâre Nefs‟in benden daha tehlikeli ve oyuncudur.
    Senin Emmâre Nefsin her kılığa girer,
    Resul kılığına bürünüp sana evliyalık verir,
    tanrı suretinde hitap edip sana Nübüvvet (peygamberlik) verir.
    Emmâre ve mülhime arasındaki girdaptan bir türlü çıkamıyordum. Yine tökezlemiĢtim. Kendimden baĢkası olamayacağımı anlamıĢtım. DeğiĢim varlığımda ve bedenimde değil; ilim, irfan ve bilgi seviyemde olacaktı. AnlamıĢtım ama esir olduktan sonra anlamıĢtım.
    Zirvedeki kürede yine zulmet oranı artmıĢ nûr bir nokta kadar kalarak sönükleĢmiĢti.
    ġimĢekten daha hızlı bir binek üstünde “AĢk”ın Kılıcı geldi. AĢk‟ın Kılıcı‟nı gören Ahriman ve Hürmüz ayağa kalkarak saygılarını sundu. Emmâre ġövalye beni serbest bırakarak AĢk‟ın Kılıcı‟na bağıĢladı. Küredeki nûr ve zulmet yine yarı yarıya eĢit hale geldi.
    AĢk‟ın gücü dağdaki herkese yayılınca herkes kendi varlığına âĢık oldu. Herkes kendi renginden, kendi özelliklerinden ve kendi efendilerinden bilinçsizce de olsa “Mutmain nefs” sırrıyla râzı oldu.
    AĢk, ıĢık ve nûr kaynağı Hürmüz‟ün elini tuttu. Sonra karanlık ve zulmet kaynağı Ahriman‟ın elini tuttu. Ġkisinin de elini havaya kaldırarak,
    “ Ey Nûr sen kendini Zulmet ile tanıdın.
    IĢığı gösteren fon karanlıktır.
    Karanlık olmasa ıĢık zâhir olmazdı.
    Ey Zulmet!
    Sen de kendini ıĢıkla tanıdın.
    IĢık olmasaydı karanlığın farkına kim varacaktı?
    Karanlık dahi karanlık olarak kalacak, kendi varlığından haberdar olamayacaktı.
    Ben AĢk‟ım.
    Benim olduğum yerde ikilik yok, teklik var”
    dedi.
    Ben yenilmekten ve esir edilmekten ve serbest bırakılmaktan gayet mahçup olmuĢ halde Hürmüz‟ün yanına geldim. Elini öptüm, yüzüne baktım. Yüzünü görünce çığlığı koyuverdim, meğer ki Hürmüz Aynalı Baba imiĢ. Aniden gözlerimi açtığımda yine Aynalı Baba tebessümle bakıyordu.
    Elimde kahve fincanı duruyordu. Daha bir yudum içtiğimi hatırladım. Elim havada iken binlerce yıl ve binlerce fersah ötelere gidip gelmiĢtim. Çok yorgun olduğumu hissettim.
    “Öteler,
    özündeki boyutların yanında
    sonsuzda bir zerre kadar bile mesafe tutmaz,
    hem de yormaz.
    Asıl sonsuzluk
    sen kendinsin,
    kendindeki sonsuz seyahatlerdir seni yoran”
    diyen sesini duydum.
    Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (4. Bölüm)
    Yazar Editr Tarih Kasım 25th, 2007
    1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm
    üçüncü gün
    DEVR-Ġ DÂĠM
    yeniden doğuĢ
    1. GONCANIN AÇILIMI
    Aynalı Baba, Türk Kahvesi ve sırrın hüzünlü sesi Ney. Sükûtun ve huzurun bahçesi mezarlık. Çam ve reçine kokusu. Yine hepsi birleĢerek beni hayalimin derinliklerindeki âlemlerden bir âleme indirdi.
    Hindistan‟lı bir gencim. YaĢlı babam, “Oğlum yeterince büyüdün. Kendini ve kâinatı tanıma vaktin geldi. Seni, sana varlığın sırrını yaĢatacak olan en büyük üstada göndereceğim” dedi.
    Beni en büyük üstâd Brehmen‟e götürecek olan rehbere teslim ettiler. Rehberim bir merkebe bindi ben de onu tam kırk gün yaya olarak takip ettim. Ġlk günler sürekli yürümekten canım çok yandı. Fakat zamanla bedenimdeki tembellikten ve fazlalıktan arındığımı hissetmeye baĢladım. Bilincim daha hızlı ve daha soyut çalıĢmaya baĢladı. Ġlmin ilk Ģartı tembellikten ve fazlalıklardan arınmak olduğu için bu kırk günlük perhizli yürüyüĢ özellikle planlanmıĢtı.
    Yolculuğun sonunda bir kulübeye geldik. Rehberim beni kulübeye soktu.
    “Ey gerçek varlık Brahma. Gerçeğinin boyutlarını, ruhunun derecelerini göster!”
    diyerek duasını tamamladı ve kapıyı üzerimden kapatarak ayrıldı. Kulübenin içi yavaĢça karanlığa gömüldü.
    Rehberim dua ederken vücûdum gibi zindeleĢmiĢ olan bilincim karıncalanmaya baĢlamıĢtı. Duayı ötelerdeki bir tanrının iĢitmeyeceğini hissetmiĢtim. Gerçek varlığın ve gerçeğin ben kendim olduğumu düĢündüğüm anda da sessiz, harfsiz, titreĢimsiz bir mânâ helezonunun algı merkezimden tüm varlığıma yayıldığını duymaya baĢladım.
    Ey zayıf bezm-i vücûd
    Anla nedir sır-rı Ģuûn
    Yok dem-i vahdette hudûd
    . . . . . .
    Ey! Varlık âleminin “görünüĢte âciz, hakikatte sonsuz kudret goncası” olan misafiri.
    Sen tek gerçeğin Ģu anda kapalı gonca gülüsün.
    Abdiyetin ve âciziyetin misafirisin.
    Kulluğun ve zayıflığın
    ilim ve irfanla beslenirse
    öyle bir açılım sırrı yaĢarsın ki
    Abdiyetin öteki ucu “Hak”
    aczin öteki ucu kudret
    sendeki misafirliği alır götürür.
    Mânâ okyanusu
    her an sonsuz hallere bürünmekte iken
    Vahdet‟i durağanlıkta ve sükûnda arama.
    Okyanus‟un çırpınıĢı baĢlangıçsız ve bitiĢsizdir
    Tekliğin
    sonsuz aksiyon
    hâli olduğunu anla.
    2. EKBERĠYET SIRRI
    Brahmanizm dini mensubu olduğum halde özümde bu dinin bozulmamıĢ aslını hissediyordum. Dünya var olmadan önce, Ģimdi ve dünya yok olduktan sonra da hiç değiĢmeden devam eden tek din olan “Allah Sistemi”ni hissediyordum.
    Doğduğum ülkenin Ģartlandırmalarına göre her an var olan tek varlığın ismini “Brahma” olarak öğrenmiĢtim. ġimdi Brahma‟yı, kendimi ve kâinatı (var oluĢlar bütününü) daha yakından öğrenmek vaktiydi.
    Yıkık dökük bir kulübede karanlıklar içinde oturuyordum. Bilincim de aynen yıkık dökük bir kulübe misali olan bedenimde karanlıklar içinde idi.
    Bilincim beden kulübesinden her yöne taĢarak sonsuz bir hızda ve zamansız bir zamanda tüm kâinatı içine aldı. Görebildiğimiz ve göremediğimiz tüm boyutlar bilincimin içinde âdeta sonsuz küçüklükte tek bir nokta hâline dönüĢmüĢtü. Sonsuz geçmiĢ zaman ve sonsuz gelecek zaman sadece tek bir an olarak yine bilincimde yok olmuĢ gitmiĢti.
    Birden bire bilincimin tüm içeriği de yok oldu.
    Bilincim de yok oldu.
    “Kendim” kavramı tamamen silindi.
    Sadece “var” diye bir bilgi kaldı.
    Öyle bir “var” ki;
    “yok”a ve “hiç”e eĢit
    bir “var”.
    Var, yok, hep, hiç gibi farkındalık oluĢturan mânâlar da silindi. Farkındalık da yok oldu. Bu durumu izah edecek tek bir kavram kalmıĢtı geriye “Allah Ekber”.
    “Allâhu Ekber, Allâhu Ekber!
    Ey sır-rı vücûd-u bî vücûd
    Marûfsun amma bilinmezsin,
    Zâhirsin amma görünmezsin.”
    . . .
    O‟nun “ ekberiyeti ”;
    kendinden baĢka varlık olmamasıdır.
    O‟nun varlık sırrı;
    varlık tecellilerinin “baĢka varlık olamaması”dır.
    O‟nun bilinme sırrı;
    O‟nu bilecek ikinci bir Ģeyin olmamasıdır
    ve
    O‟nu bilenin de sadece kendisi olmasıdır.
    O‟nun görünme sırrı;
    O‟nu görecek ikinci bir Ģeyin olmamasıdır
    Ve
    O‟nu görmek,
    bir mânâ tecellisinin kendi hakikatini idrak etmesi hâlidir.
    3. YENĠDEN DOĞUġ ve REENKARNASYONUN REDDĠ
    Görünmeyen en büyük üstadım “Brehmen”in öğretisi ney‟in gönlü titreten esintileri gibi mânâ helezonları hâlinde bilincime doluyordu.
    Ġç içe geçmiĢ iki küçük kulübede (birisi kulübe, birisi bedenim) eski bilincim ve eski bilgilerim Ekberiyet gerçeğinin tecellisiyle ölüp gitmiĢti. ġimdi yeniden doğuĢ ânıydı.
    ((( Konunun akıĢı ile bağlantılı olarak hazırlanan EK BĠLGĠ: )))
    Yeniden doğuĢ ruhta (bedende) değil bilinçteki bilgide geçerlidir.
    Kâinat benim bedenim, kâinattaki iĢleyen tek sistem olan Ġslâm ruhum idi. Kâînat ve sistemi nasıl iki ayrı varlık değilse; bedenim ve ruhum da iki ayrı varlık değildi.
    Ruhumun zâhiri (görünüĢü) bedenim, bedenimin bâtını da ruhum idi.
    Bedenim ve ruhum aynı olduğu için hiçbir zaman bedenimden bir ruh çıkıp da baĢka bir bedene göç edemeyecekti. Zâten ruh (beden) sonsuzdu ki, nereden nereye gidecekti. GidiĢ ve dönüĢ sonlu ve sınırlı Ģeyler için geçerlidir. Sistemde ise sonlu ve sınırlı hiçbir Ģey mevcut değildir.
    Mânâların bir an içindeki görünüĢüne “doğuĢ”, o an içindeki görünüĢünün bitiĢine “ölüm”, sonraki an içinde daha da mükemmelleĢmiĢ olarak tekrar görünüĢüne “yeniden doğuĢ” deniyordu.
    Buradaki adı Brahmanizm olan Tek Sistem‟in yeniden doğuĢun gerçek yüzünü anlatımı bu Ģekilde idi. Zamanla bu gerçek unutuldu. Daha doğrusu değiĢime uğradı. Beden ve ruh iki ayrı varlık zannedilerek ruhun dünyadaki yaĢantısına göre baĢka bedenlere göç ettiği inancı yayıldı.
    Dünya boyutundan geçen her birimin her düĢüncesi evrende donarak sonsuza kadar kalır. BaĢka bir birimin beyni o donmuĢ düĢünce satırlarının bir kısmı ile çakıĢınca bilgi arkı (atlaması) meydana gelir. Hatırlayabildiği kadarını da anlatır. Genellikle geçmiĢten bir isim söyler ve ben yeniden bu bedende doğdum iddiasına baĢlar. Bu iddianın nedeni bu konudaki gerçeğin bilinememesidir. Halbuki Resul ve Velî beyinleri evrendeki donuk düĢüncelerden dilediğini okuyup bize anlatabilir ve hiç birisi de ben yeniden doğdum iddiasına giriĢmez.
    Gizeme meraklı insanlar bu basit bilgi arkını reenkarnasyon olarak lanse ediyorlar. Bir gün bir Ģekilde yok olacak dünya küresini yaĢamın devri daim merkezi zannediyorlar. Ölüm sonrası sonsuz hayatı reenkarnasyon gibi bir yanılgıyla değiĢtirmek istiyorlar. Bu isteğin de nedeni, Ġslam‟ın sonsuz yaĢam gerçeğinin anlaĢılamamasıdır. Anlatılamamasıdır. Reenkarnasyona ilgi duyanları ve inananları suçlayamıyoruz, kınayamıyoruz. Çünkü Ġslâm Gerçeği, onlara ulaĢtırılamıyor.
    (((Bu konuda daha detaylı bilgilere “www.okyanusum.com” web sitesinden ilgili kavramları araĢtırarak ulaĢabilirsiniz.)))
    Ġki kulübede bu bilgilere ulaĢtıktan sonra “hiçlik” hâlim biraz somutlaĢarak kendimi tekrar algılamaya dönüĢtü.
    Yoklukta tek bir nur (mânâ) parladı. Aynı anda sayısız ve sonsuz nur oldu. Her nur ilk nur ve aynı nurdu. Hem tek idi hem çok idi. Bilincim her nur zerresini kapsadı.
    Zerreler kendi aralarında kümeleĢerek evreni oluĢturdu. Bilincim evrendeki tüm zerrelerin bilgisini özüne aldıktan sonra dünya adlı bir küreye odaklandı.
    Zerreler su ve suda yaĢayan canlılara dönüĢtü. Sonra karalarda yürüyen, uçan hayatlar oluĢtu. Bilincim her canlının her zerresinde mevcuttu ve onların tüm hikayesini hafızasında depoladı.
    Bu olayların oluĢumu milyarlarca yıl sürmüĢtü. ġimdi‟ye yaklaĢtığım anda bilincim sadece iki zerre algılar hale geldi. O iki zerre birleĢerek önce tek zerre oldu. Sonra bölünerek çoğalmaya baĢladı. Bilincim milyonlarca-milyarlarca küçük odacıklar içinde hapis hayatı yaĢamaya baĢladı. Her odacığın (hücrenin) ayrı bir özelliği ve ayrı bir kiĢiliği vardı. Ama ben onlarla hem aynıydım hem de onlardan farklıydım.
    Hücreler bilincimden silindi. Kendimi insan bedeni olarak algılamaya baĢladım.
    “Sonsuzluk”
    “Zamansız An” içinde
    milyarlarca süren bir mâcera sonunda
    sonlu bir beden sûretinde
    kendini seyre baĢladı.
    YavaĢ yavaĢ bilgiler bilinç içinde okunamaz hâle geldiler. Bölüm bölüm arĢivlendiler. ArĢiv kapısı Ģifrelendi ve Ģifresi ilim-irfan üstâdlarına teslim edildi. Zamanı gelince onlardan Ģifrelerimi alıp kendi arĢivlerimin kapısını açmak üzere dünya boyutuna doğdum.
    Kulübemin kapısını kapatan “Brehmen” üstâd kapıyı tekrar açtı. Gözlerim âni gelen aydınlıktan kamaĢarak kapıyı açanın Aynalı olduğunu hayal-meyal gördü.
    Hayalimin derinliklerinden Aynalı‟nın mezarlıktaki kulübesine iniĢ yapmıĢtım. Kendi hâlinde neyine üfleyerek Ģiir (kaside) okuyordu:
    Doğdu Ģimdi Ģems-i idrak âleme
    Ġstivagâhtır dimağ-ı âdemî
    Nur-i Hak‟tır Ģeb-çerağ-ı âdemî
    Ey melâik! BaĢ eğin hep âdeme!
    . . .
    (Ġdrak güneĢi Ģimdi âleme doğdu.
    Âdem‟in kafası, idâre ve saltanat merkezidir.
    Âdem‟in karanlıkları anlatan cevheri, Hak‟kın nurudur.
    Ey melekler! Hepiniz âdem‟e baĢ eğin.)
    ġiire ara verip hüzünle yüzüme bakan Aynalı Baba‟ya;
    “Hepsi secde etti”
    dedim.
    Aynalı Baba baĢını her iki yana salladıktan sonra;
    “Evet. . Ancak nefsindeki büyüklük sıfatı yani Ģeytan, hariç”
    dedi ve Ģiirini tamamladı.
    Merhaba ey pertev-i sırr-ı vücud,
    Merhaba ey zübde-i cümle Ģuûn,
    Merhaba ey menba-ı fehm-ü fünûn,
    Merhaba ey mazhar-ı ikram-ü cûd,
    Kâinattan sen idin maksud, sen!
    Ey zekâ! Bizler senin mir‟atınız,
    Nokta sensin, biz senin âyatınız,
    Secdegâh sen, kıble-i ma‟bud sen!
    ( Merhaba! Ey varlık sırrının nuru!
    Merhaba ey bütün olayların özü!
    Merhaba ey anlayıĢ ve fenler kaynağı!
    Merhaba ey Hak‟kın iltifat ve ikramına nâil olan!
    Kâinattan gâye sen idin sen!
    Ey zekâ bizler senin aynanız,
    Nokta sensin; biz senin büyüklüğünü gösteren belirtileriz.
    Secde edilecek yer sensin, Hak‟kın Kıble diye tayin ettiği yine sensin!
    Kendimi rasgele bu evrene gelmiĢ bir organizma olarak görüp, isyan ederek öylesine yaĢayıp giderken Ģimdi gerçek değerimi anlamıĢtım. Yeniden doğmuĢtum.
    Sonsuz derinliklerdeki seyahatimin verdiği sonsuz yorgunlukla evime gidip erkenden yattım.
    Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (5. Bölüm)
    Yazar Editr Tarih Aralık 12th, 2007
    1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm 4. Bölüm
    dördüncü gün
    ÂRĠFLER TOPLANTISI
    görecelilik
    1. AYNALI BABA ÂLĠM MĠ CÂHĠL MĠ?
    Alkolü bırakıĢımın dördüncü günüydü. Sanki hiç baĢlamamıĢ gibiydim. Dört yıllık alkolün öldürdüğünden daha çok beyin hücresinin dört gün içinde aktifleĢtiğini hissediyordum. Çünkü Aynalı ile tanıĢtığım ilk günden beri uyku hariç beynimin her bölümü düĢünce ve tefekkür jimnastiği yapıyordu..
    Evden çıktım. Annem hem meraklı hem memnun hem de endiĢeli gözlerle arkamdan bakıyordu. Üzerimdeki ani değiĢimi bir türlü çözememiĢti. Hayattaki tek güvencesi bendim. Babam uzun yıllar önce ölmüĢtü.
    Bu düĢünceler içinde mezarlığın kapısına geldim. Osmanlı matematik ve fen alimlerinden birisinin mezarı önünde durdum. Ölmeden onun bilgisinden yararlanmak isterdim ama çok geçti. ġimdi Aynalı Baba‟nın mânevi ilim ve irfanını tahsil etmeye çalıĢıyordum.
    Nefs mekanizmam faaliyete geçerek fısıldadı. Ben Avrupa‟da fen, Osmanlı payitahtı Ġstanbul‟da Ģeriat ve
    tarikat ilimleri tahsil etmiĢtim. Aynalı‟nın keĢif ve kerameti olabilirdi ama fen ve matematikten haberi var mıydı?
    Evrenin nasıl oluĢtuğunu, oluĢum teorilerini akla ve bilime göre anlayabilir miydi? Yoksa “Allah bilir evlâdım! Allah, kâinatı yaratırken bize mi soracaktı” diye cahilliğini örtecek bir cevap mı verecekti?
    Öyle cevap vermese bile bilim ve fenden habersiz, kalbiyle kendi âleminde uçan bir mübârekti sadece. Fazlaca gözümde büyütmeye değmez diye düĢündüm.
    Kulübesine yaklaĢtıkça hüzünlü neyin sesini, duman ve kahve kokusunu duymaya baĢladım. Beni görünce hürmetle ayağa kalktı “Sâfâ geldin nûrum” dedi. Hürmeti beni mahcup etmiĢti.
    Bu gün büyük fincanlarda ilacımızı (kahvemizi) aldık. Biraz ney biraz Ģiir dinletisinden sonra beni yanına alarak biraz evvel önünde durakladığım fen ve matematik aliminin kabrine götürdü. “Nûrum Ģu kabirin üzerine uzan ve o mübareğin ruhunun tesiri altında bu günkü dersini al” dedi. Biraz önceki düĢüncelerime direk cevap gibi gelen bu olaydan da epeyce mahcup oldum.
    Mermer mezarın kenarına uzandım. Kavuk Ģeklindeki taĢ baĢlığa gözüm iliĢti. Kavuk canlanır gibi olup etrafında dönmeye baĢlayınca gözlerime derin bir ağırlık çöktü ve özüme doğru olan geçiĢ süreci baĢladı.
    2. KENDĠM OLARAK BAġKA BOYUTTAYIM
    Kendimi zifiri karanlık bir odada, yumuĢak bir yatakta yatıyor buldum. Biraz önce mermer üzerindeydim ve hava günlük güneĢlikti. ġimdiyse pamuk yataktaydım, bir odadaydım ve karanlıktaydım.
    Bu seferki boyutsal yolculuğum öncekilerden farklıydı. Kendimi iki kimlikli olarak algılamıyordum. Bedenim hissedebildiğim kadarıyla aynıydı. Kısaca ben her yönümle Ahmet Râci‟ydim. Fakat hayalimin ve bilincimin derinliklerindeki boyutlarIMdan bir zamanIMda ve bir mekanIMdaydım.
    Yattığım yerden karanlık odayı keĢfe çalıĢırken kapı yavaĢça açıldı. Bir erkek sesi “Oğlum kalktın mı?” diye sordu. Hiçbir Ģey göremediğim için ses vermedim. Benim babam ölmüĢ, ben de annemle yaĢıyordum. Gelen adam babam olamazdı. ġimdi hangi boyuta göre cevap verecektim?
    Aniden mezarlıkta uyandım. Aynalı hiç orada olmadan ney üflüyordu. Kendimden korktum. Kalbim göğsümü yırtacak gibi atıyordu. Aynı anda iki ayrı boyutta idim. Her iki alemde aynı beden aynı bilinç ile mevcuttum. Aynalı‟ya kızarak “Adam benden cevap bekliyor ne diyeyim?” diye sordum. Gülerek eliyle beni ilgilendirmez iĢareti yaparak neyini üflemeye devam etti. Yapacak bir Ģey yoktu. Mezarın kenarına oturdum. Bu dünyada ney dinliyordum, baĢka bir dünyada da baĢım dertteydi.
    Adam tekrar sordu:
    “Oğlum kalktın mı?”
    “Evet, uyandım, fakat sen benim babam mısın” diye dünya boyutuna göre cevap verdim.
    Evet derse bu boyutta onun oğlu rolünü oynamam gerekiyordu. Hayır derse baĢka bir Ģey düĢünecektim. Hiç beklemediğim bir cevap aldım.
    “Oğlum çıldırıyor musun?” dedi.
    “Hayır! Ama babam öleli çok olduydu da!” Ģeklinde bir kaçamak cevap verdim. Fakat daha da zor duruma düĢtüm.
    “Eyvahlar olsun! Oğlumu insanlar çarpmıĢ. Zavallı yavrum saçmalıyor” dedi.
    Bu sefer durum zordu. Bulunduğum boyutun akıl ve mantık sistemini henüz çözememiĢtim. ĠĢimi Ģansa
    bırakamazdım. Delilere farklı muamele yapılabilirdi. Durumu düzeltmek için;
    “ġaka yaptım babacığım! ġaka. Lâkin bir lamba ya da bir mum emretseniz de getirseler. Burası cehennem kadar karanlık” dedim.
    Zavallı adam ağlarcasına feryat etmeye baĢladı.
    “Heyhât! Oğlum çıldırıyor. Batmayan güneĢ doğmuĢ, âlem nur ile dolmuĢ iken oda karanlık diyor. Aman evlâdım üzerime fenalık gelmeye baĢladı. Kendine mukayyet ol. Senden baĢka teminâtım yok!”
    Oda tam manasıyla karanlık iken babam olduğunu söyleyen adama göre aydınlıktı. Bu sefer ben onun deli olduğunu düĢünmeye baĢladım. Adamı kızdırmamak ve durumu tekrar düzeltmek için;
    “Babacığım! Gerçekten batmayan güneĢ doğmuĢ. Belki de pencereler kapalı olduğu için ıĢığı buraya girmiyor” dedim. Adam bağırarak uzaklaĢtı.
    “Aman Yâ Rabbî! Mutlaka bizim oğlan çıldırıyor. Bizim gözlerimizin ıĢığı almasına hiçbir Ģey engel olamaz. Biz insanlar gibi kör değiliz. YetiĢin dostlar!”
    Biraz sonra odaya bir sürü akrabam gelmiĢti. Ġçlerinde annem, amcalarım, dayılarım, teyzelerim ve diğer akrabalarım vardı. Hepsi kendisini tanıtarak teker teker geçmiĢ olsun dediler. Ben onlara göre hem delirmiĢtim hem de kör olmuĢtum.
    Babam ve annem yanımda oturmuĢ kederinden ağlıyorlardı. Akrabalarımın sorularına cevap vermedim. Çünkü her ne desem deliliğime bağlayacaklardı. Susmayı tercih ettim.
    Dünyadaki ruh ve beden yapımın aynısıyla geldiğim için cebimde kibrit olduğunu hatırladım. Sessizce çıkarıp bir tanesini yaktım. Gördüğüm manzara o kadar tuhaftı ki ani bir kahkaha patlaması kopardım. Akrabalarım insan gibiydiler fakat burun ve alın arasında arpacık soğanı gibi tek gözleri vardı ve üzeri de soğan zarları gibi kat kat deriyle kaplıydı. Benim gülme sesimin Ģiddetiyle hepsi dört ayaklı olup var güçleriyle zıplamaya baĢladılar. Ben gülme hâlinden gülme krizine girdim. Kendimi yere atıp boğazım ĢiĢene kadar güldüm onlar da ben susana kadar zıpladılar.
    Susup yatağa oturduğumda hepsi tek sıra oldu. En önde babam gelip elimi hürmetle öptü ve;
    “Ey Beyaz Cin‟in Sarı ġeytan‟ı! Saltanat sana mübarek olsun! Ne mutlu bana ki sen benim soyumdan gelerek bin seneden beri beklediğimiz o mübârek sesi çıkardın. ġimdi bütün kızıl Ģeytanlara haber vereyim gelip de Mehdî Hazretlerinin elini öpsünler. Her yere haber göndersinler” dedi.
    Gülme sesim onların hiç duymadığı bir Ģey olmalıydı ki kutsal iĢaret olarak kabul ettiler. Nasıl bir Mehdi Hazretleri olduğumu ise zamanla anlayacaktım.
    Beni ve kendilerini nasıl gördüklerini bilmiyordum. Kibritin ıĢığını fark etmemiĢlerdi. Ama batmayan güneĢleri neyse onun bir tür ıĢığıyla algılama yapıyorlardı. Ben de onların ıĢığıyla algılama yapamıyordum. Bulabildiğim malzeme ile kendime bir el feneri yaptım. Birkaç gün yaĢadığım ortamı inceledim. TaĢları dantel gibi iĢleyip büyük binalar yapmıĢlardı. Her türlü el süsleme sanatlarında çok maharetliydiler. Tüm malzemeler tabii (doğal) idi.
    Eğitim ve eğitim binalarına çok önem veriyorlardı. Bütün Ģehir edebiyat, felsefe, tarih ve ilahiyat dallarında eğitim veren fakülte binalarıyla doluydu. Fen ve matematik bilimlerinden ise hiçbir iz ve eser yoktu.
    Dünya boyutunda oturduğum yerde birkaç dakika geçirmeme rağmen öteki boyutta daha Ģimdiden üç gün yaĢamıĢtım. Aynı anda iki değiĢik hızda zaman yaĢıyordum.
    3. MEHDÎ HAZRETLERĠ
    Bin seneden beri “Beklenen Ġlâhî Kurtarıcı Hazretleri” için boĢ bekletilen yüzlerce hizmetçisi olan saraya yerleĢtirildim.
    Ülkenin devlet baĢkanı, baĢbakanı, bakanları, mebusları ve her tür asker ve sivil örgüt liderleri elimi öperek biat ettiler. Ardından Mehdi, Yanılmaz Din Âlimi (Âyetullah), Halife, Ordu BaĢ Komutanlığı, Adalet BaĢ Yargıçlığı ve Ölümsüz Doğal Lider ünvanlarını takdim ettiler. Hayır diyemedim. Diyemezdim. Çünkü onların inancı ve duyu organlarının algıladıkları Ģeylerin aksine söylediğim her sözü delilik alameti olarak kabul ediyorlardı. Akıllı zannedilip sağ kalmak, deli damgası alıp öldürülmekten daha iyi idi.
    Bu boyutta ölürsem sonuç nasıl olurdu bilmiyordum ve Aynalı Baba‟ya da bu konuyu hiç sormamıĢtım. En iyisi soğan gözlü cinlerin dediklerini yapmaktı.
    4. ĠLAHĠYAT FAKÜLTESĠNĠ TEFTĠġ
    Bir gün ilâhiyat fakültesini ziyarete gittim. Fakülte BaĢkanı, profesörler, eğitmenler, öğrenciler beni dünya gözüyle bir kez görmüĢ olmaktan dolayı yüce tanrıya çok Ģükrettiler. Bütün ilim, irfan ve kemâlâtın bende toplanmıĢ olması, hakikati sadece benim bilebileceğim bir kez daha ilan edildi. Bana kısaca Sarı ġeytan Hazretleri diyorlardı.
    Herkes, her cemaat, her tarikat, her mezhep kendi inançlarının doğru olduğuna inanıyor ve Sarı ġeytan Hazretleri‟nin kendilerini doğrulayacağına çok kesin inanıyorlardı. Ne demeliydim? Ne yapmalıydım? Herkesin gönlünü nasıl almalıydım? Sadece bir grubu tastik etsem diğer yüzlerce grup beni deli ilan edip parçalardı. Hepiniz doğrusunuz desem hepsi deliliğime hükmederdi. Tam bir çıkmazdaydım.
    O gün bitirme sınavları vardı. Ben baĢ köĢeye oturtuldum. Okulun en zeki öğrencisi “Bibi” isimli soğan gözlü cin, sınav heyetinin önüne geldi. Heyet baĢkanı sordu:
    “Tanrı âlemleri nasıl yarattı?”
    Bibi cevapladı:
    Tanrı âlemleri yaratmayı planladı ve planını da en büyük yardımcısı Beyaz Cin (ifrit) Hazretleri‟ne verdi. Tantan isimli âlimin görüĢüne göre; on beĢ bin sene evvel Beyaz Cin, altın semâda mor Ģeytanlarla birlikte oturmakta idi. . .
    Sözün burasında dinleyiciler arasından aykırı bir ses itiraz etti:
    “Üç bin yıldan beri bu yanlıĢ görüĢte ısrar ediyorsunuz. Beyaz Cin‟in yanındaki Ģeytanlar mor değil açık mavi idi. Öğrenci benim görüĢümü kasıtlı olarak çarpıtarak anlatıyor. Tantan benim.”
    Fakülte baĢkanı ağırlığını koyarak;
    “Efendi! ġimdi talebenin sınav sırasıdır. Ġtiraz vakti değildir. BaĢka bir zaman Sarı ġeytan Hazretlerinin huzurunda âlimlerimizle sen de imtihan olunabilirsin ve dalalette olduğunu anlarsın” dedi.
    Soğan gözlü cin Bibi devam etti:
    “Mor Ģeytanlar Beyaz Cin‟e son derece itaatli iseler de pek aptal Ģeyler olduklarından Beyaz Cin biraz daha zekî ve biraz daha akıllı mahluklar yaratmaya niyet etti. Aslında bu plan tanrının projesinde yoktu. Bunun için gökyüzünün süprüntüleri ile sekiz köĢeli bir meydan yaptı. BoĢluğa tükürdü bir deniz oldu. Meydanı denizin üstüne koydu. ĠĢte bu bizim âlemimizdir. Lâkin deniz suyu dondu, âlem buzlarla doldu. Sonra bir kazan yapıp âlemi onun üstüne astı. Bu kazanı tükürüğüyle doldurup nefesiyle kazanı kaynattı. Âlem ısındı. Ondan sonra mor Ģeytanlardan bir ikisini yontarak küçülttü. Sonra delip içini ĢiĢirdi. Bunları meydana salıverdi. ĠĢte bunlar bizim atalarımızdır ve bizim akıl ve zekâmız bundan dolayı fazladır.”
    Ġtirazcı âlim Tantan‟ın sesi yine iĢitildi:
    “Kazan, kazan! Bir kazan patırtısıdır gidiyor. Ey cinler siz hiç aklınızı çalıĢtırıp da tefekkür ettiniz mi? Kazanın kaç kulpu vardır? Kaç kulpundan nereye asılıdır? Ne ile asılıdır? Bunu bileniniz ve bu sırra ereniniz yoktur. Hey câhiller! . .”
    Nihayet iki taraf Ģamataya baĢladı. Hepsi dört ayaklı olup zıplamaya koyuldular. Neredeyse bina çökecekti. Duruma devlet baĢkanı el koydu, bağırarak susturdu.
    “Susun ey cinler. Sarı ġeytan Hazretleri zuhur eyleyip aramıza inmiĢken bu yaptığınız terbiyesizliktir. Haftaya sarı ġeytan Hazretlerinin huzurunda tartıĢalım ve o bize doğruyu ilân etsin”
    Herkes elimi ziyaret ederek ayrıldı.
    5. BÜYÜK HÜKÜM GÜNÜ
    Bir hafta geçti. Ülkenin en büyük meydanında toplanıldı. En yüksek yere ben oturtuldum. Devlet baĢkanı benim himmetimle tartıĢmayı baĢlattı.
    Ülke iki ana fikir çerçevesinde iki düĢünceye ayrılmıĢtı. Bir kısmı dinde yenilik isteyen Protestanlar‟dı ve âlim Tantan‟ın liderliğinde toplanmıĢlardı. Diğeri de dinde statükoyu korumaya çalıĢan Ortodokslar ve liderleri Tonton.
    Devlet desteği alan Tonton, devletin baskısı ile susturulan Tantan‟a meydan okudu:
    “Binlerce yıllık tecrübe ve araĢtırma sonucu elde edilen ilahî gerçeklere lüzumsuz yere karĢı çıkıyorsun. ġimdi Ģarlatanlığın sona erecek. Bizim haklı olduğumuzu âleme duyurmak için yüce tanrımız ve Beyaz Cin Ģu anda aramızda bulunan Sarı ġeytan Hazretlerini göndermiĢ bulunuyor. Haydi bakalım nefsinden uydurma sözleri huzurda tekrar et!”
    Tantan cevap verdi:
    “Ey Tonton! Ben size her konuda itiraz etmiyorum. Lâkin siz ilericilik düĢmanısınız. AraĢtırma yapmıyorsunuz. Öğrendiklerinizi geniĢletmiyorsunuz. Mesela Beyaz Cin‟in yanındaki Ģeytanlara mor diyorsunuz.”
    “Resullerimiz, evliyalarımız, âlimlerimiz ve üç bin yıldan beri atalarımız öyle diyor. Onlar yalan mı söyleyecekler.”
    “Onlar amennâ ve saddaknâ doğru söylemiĢler. Fakat binlerce sene Beyaz Cin‟in karĢısında oturan Ģeytanların rengi baĢlangıçta mor olsa bile onun nurunun etkisiyle renklerinin Ģimdiye kadar açık maviye dönüĢmüĢ olması gerekmez mi? Ey Tonton insaf et!”
    “Olabilir! Lâkin bu aklî bir delildir. Bu konuda Beyaz Cin‟den direk nakledilen bir mesaj delili ya da Beyaz Cin‟in yanına çıkıp da gözüyle gören bir evliyanın delili yoktur.”
    “Sen aklî delili nasıl kabul etmezsin. Beyaz Cin‟in mesajı ve evliyanın keĢfi yanında dinin üçüncü baĢvuru kaynağı olarak Aklî çıkarım da eklenmelidir. ġöyle ki; ateĢin karĢısına katı bir cisim bıraksak nihayet yumuĢar. Hatta bazı cisimler erir. Demek ki mor Ģeytanlar da Ģimdiye kadar açık mavi olmuĢtur. Bu kesin delildir.”
    “Olabilir sayın Tantan. Fakat akıl ile iman etmek hatadır, küfre götürür hatta sapıtır. Âdem isimli kalitesiz yaratık aklı ile hareket ettiği için sapıtmamıĢ mıydı? Bizim atamız olan Beyaz Cin ise tanrının emrini aradaki perde engeli nedeniyle ters anladı aĢk ve inatla emre sadık kaldı. Haksız yere de kovulmadı mıydı?”
    “Sayın Tonton orada da yanılıyorsunuz. Emri ters anlayan kalitesiz yaratık Âdem idi. Ona ceza olarak da
    batmayan güneĢin nurunu görememek cezası verilmiĢti. Her neyse sen söyle Ģimdi, kazanın kaç kulpu vardır?”
    Bu önemli soruya Tonton cevap veremedi. Cahilliğini gizlemek için de;
    “Yüce tanrı, elçi cinler ve evliya cinler ve tanrının bilmesini istedikleri ancak bilir. Biz ise gayba iman ederiz. Kazanın saplarının sayısına burnumuzu sokmayız. Tanrı kaç sap yapacağını bize mi soracak” diyerek cevabı geçiĢtirdi.
    Tantan ayağa kalkarak zafer kazanmıĢ gibi bağırdı:
    “Susun ey cahiller! Sizin bilemediğiniz bu evrensel gizemi ben keĢfettim. O gök yüzündeki büyük kazanın tam yedi yüz altmıĢ sekiz buçuk adet kulpu vardır.”
    Bu saçmalıklara daha fazla dayanamadım. GüneĢe kazan, gezegene meydan, denizlere tükürük, kazanın kaç kulpu olduğunu bilmeye de ilim ve irfan sırları demeleri beni yine gülme krizine soktu. Çok Ģiddetli ani bir kahkaha daha patlattım. Benim gülme sesimi kulak yapıları nedeniyle tanrısal bir “sayha” (kulakları sağır eden ses patlaması) Ģeklinde duyan soğan gözlü cinler toplu olarak dört ayak üzerinde zıplayarak ibadetlerine baĢladılar.
    Duydukları ses onların bin yıldan beri bekledikleri tanrının mesajı imiĢ. Devlet desteğindeki Tonton ve Ortodoks cinler haklı sayıldılar. Tantan ve Protestanlar iman tazeleyip hakikate tabi oldular.
    Kendimdeki bir âlemden yine kendimdeki dünya âlemine nâzil olup (boyut değiĢtirip) tek zamanda ve tek mekanda, tek beden ve tek bilinçle yeniden var olduğumda hâlâ gülüyordum.
    Aynalı Baba âlim ve câhil kavramlarına iĢaret eden bir konuĢma yaptı.
    “Bilim ve fen bugünkü ulaĢtığı seviye ile
    hakikati ancak Tantan örneği kadar açıklayabiliyor.
    Ben de bilimsel keĢifleri din ve tasavvuf adına açıklasam
    yüz yıl sonrakilerin gözünde Tonton gibi kalırım.
    Hakikat bir bahr-i ummandır (sonsuz deniz) ki
    her ne desem yalan olur.
    Sonsuza kadar hakikati
    ne bir Kâmil ne bir câhil ne de fen
    açıklamaktan âciz kalacaktır.
    Her yüzyıla göre
    bir önceki yüzyılın medeniyeti
    soğan gözlü cinlerin uygarlığı misali gibi kalacaktır.
    Ey kendisinden baĢka varlık olmasından münezzeh olan
    „Allah‟
    biz sana;
    ne salat ile (namaz)
    ne savm ile (oruç)
    ne Hac ile
    ne zekat ile
    ne de baĢka din ibadetleri ile hamd etmekten aciziz.
    Ben, seni, senin kendini hamd etmen gibi hamd edemem”
    diyerek elleri ve ayakları üzerinde zıplamaya baĢladı. Durdu ve “Bizim onlardan ne farkımız var ki”deyince ben de hem daha ziyade gülmeye hem de ellerim ve ayaklarım üzerinde Aynalı‟dan daha da yukarılara zıplamaya baĢladım.
    Not: Merhum Üstâd Filibeli Ahmed, Aynalı Baba ile olan bu mülakatlarını 1900 yıllarının baĢlarında yaĢamıĢtır. Filibeli, o dönemin üniversitesinde (Dârul Fünun) felsefe derslerine giren tahsilli bir aydındır. Avrupa ve Amerika‟daki yeni ıĢık, atom, astronomi keĢiflerinden ve çağdaĢ modern bilim teorilerinden haberdardır. Görecelilik teorileri (izafiyet nazariyeleri) henüz emekleme aĢamasındadır. Döneminin zor Ģartlarında, henüz yeni baĢlayan modern bilimlere dayanarak çağının çok üstünde değerlendirmeler yapabilmiĢtir. Elbette ki onun eksik olan bir yönünü de efsane mi gerçek mi çok net belli olmayan Aynalı Baba tamamlamıĢtır.
    Aynalı Baba‟nın 19. yy. baĢlarında Ġstanbul Karaca Ahmet mezarlığında yaĢayan ve meczup gibi görünen bir „ârif‟ olduğunu merhum Haluk Nurbaki bir sohbetinde bahsetmektedir. Bu konuda daha teferruatlı bilgi için <aynalı baba haluk nurbaki> yazarak arama motorundan internet sitelerindeki bilgilere ulaĢabilirsiniz ya da BURAYI TIKLAYINIZ…
    Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (6. Bölüm)
    Yazar Editr Tarih Aralık 12th, 2007
    1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm 4. Bölüm 5. Bölüm
    beĢinci gün
    AZAMET SAHASI
    kutsal bilgelik
    1. AYASOFYA
    Allah‟ın
    ilâhi ilim ve kudreti
    gökleri ve yeri kaplamıĢtır.
    Onların gözetilmesi O‟na ağır gelmez.
    O yücedir, büyüktür.
    Bakara Suresi, ayet: 255
    Bu gün de yine Aynalı Baba‟nın kulübesindeydim. Dünün muhasebesini yapıyordum.
    Dün göremediğimiz bir boyutun, göremediğimiz bilinçli birimleriyle yıllarca yaĢamıĢtım..
    Aynı anda iki ayrı boyutta iki ayrı zamanı tam anlamıyla yaĢamak mümkün müydü?
    Eski Râci olduğum günlerde mümkün olmadığına, saçmalık ya da delilik olduğuna hükmederdim.
    “Allah‟ın kudretiyle mümkündür”
    cevabını ise çok ucuz bulduğum için asla kabul etmezdim.
    Allah‟ın kudretinin oradaki hikmetinin nasıl oluĢtuğunu araĢtırırdım.
    An içinde yılları, yüzyılları, bin, milyon, milyar ve sonsuza kadar devam edecek zaman akıĢını yaĢamak nasıldı? Henüz cevabını tam anlayamamıĢtım. Aynalı, aklımdan geçenleri okumuĢ gibi suallerimin cevaplarını sıralamaya baĢladı.
    Her varlığın akıl ve beden hızı farklıdır. Ben Çin‟den bir bardak su alıp gelmek için buradan altı ay gidiĢ için, altı ay da dönüĢ için yürümem gerekir. Bir yılda bir bardak suyu ancak getiririm… Bir kaplumbağayı göndersek o zavallı hayvan altmıĢ yılda gider altmıĢ yılda da döner, eder yüz yirmi yıl… ġimĢek (ıĢık) hızıyla hareket eden bir varlığı göndersek gidip geldiğini dahi göremeyiz, hâlâ gözümüzün önünde durduğunu zannederiz, halbuki o gitmiĢ gelmiĢtir.
    Süleyman Nebî‟nin Belkıs‟ın tahtını nasıl getirdiğini düĢün.
    Aslında zaman yoktur, sadece hareket vardır ve biz hareketin hız ölçüsüne zaman diyoruz. Allah indindeki zamansızlığa (dehr‟e) “an” diyoruz. Hareket “an” içindedir.
    Kaplumbağanın gidiĢ geliĢinde dünya güneĢin etrafında yüz yirmi kez dönmüĢtür. Bende bir kez dönmüĢtür. ġimĢek hızlıda ise dünya bir milim gidebilmiĢtir.
    Âlemlerde kaplumbağadan milyarlarca kez daha yavaĢ varlıklar olduğu gibi, ĢimĢekten de milyarlarca kez daha hızlı varlıklar da vardır.
    Soğan gözlü canların hızı ĢimĢeğe yakındır. Onun için sen de o âlemin Ģartlarına göre hızlandın ve birkaç dakikada birkaç yıllık hareketi yaparak geri döndün.
    Bize göre soğan gözlüler “cin”dir, onlara göre de “âdemler” cindir.
    Her Ģey her Ģeye göredir.
    Zaman bunun için göreceli gibi gelir.
    Aslında görecelilik zamanda değil, hızdadır.
    Aynalı‟nın bu açıklaması aklıma ve ruhuma öyle bir sükûnetle karıĢık uyku hâli verdi ki isli cezvenin mis gibi yanık kokulu kahvesini zor içtim. Gözlerim kapanmıĢtı. Fakat aklım hâlâ açıktı. Kendimi Ayasofya‟nın minaresinde ezan okumaya hazırlanıyor buldum.
    Ayasofya “kutsal bilgi” demekti. Minâre “elif” demekti. Ayasofya batıda geliĢen fenni, minare de doğuda geliĢen hikmeti temsil ediyordu. Bu iki ilim aynı beyinde cem olunca hakikat güneĢi kalbi daha çok aydınlatacaktı.
    Aynalı‟nın ilim ve irfan kokan sohbetini aklımdan geçirdiğim anda “Allâhû Ekber!” diyerek baĢladım ezan okumaya. Sabahın alaca karanlığında büyük bir kuĢ beni minareden kaparak havalandı.
    2. “UZAYIM” IN BOYUTLARI
    Bir anda dünya aĢağılarda mavi boncuk kadar küçülünce “Ey kuĢ sen nesin, necisin? Beni nereye
    götürüyorsun?” dedim. KuĢ bana hal lisanıyla seslendi. “Ben Simurg ve Anka‟yım. Sen bana „insan-ı kâmil‟in bilinci (Ģuuru) diyebilirsin. Senin bilincin hatıra binâen geçici olarak kâmil nefs sırrına yükseldi. Sen Simurg ve Ankâ oldun ve kendi mekânsal boyutlarını seyahate çıktın.”
    Demek ki ben baĢka bir Ģeye binmemiĢ yine kendi üst bilincimin üstüne binerek âlemlerimin sırrını seyre çıkmıĢtım. Simurg ve Anka da ben imiĢim, içinde gezdiğim uzay da ben imiĢim.
    Kendi hakikatimde Hirâ Nur Dağı‟nda Hz. Muhammed a. s.‟ın duyduğu haĢyeti yaĢadım. HaĢyet ve hayretimden yarım kalan ezanı sonsuz uzayda okudum.
    Anka kuĢu, “Üzerimde her türlü ihtiyacını karĢılayacak sistem var. Ayrıca arkamda elli bin yıllık ihtiyacımızı karĢılayacak elli tane daha Anka kuĢu var” dedi. KuĢun sırtı adeta saray gibiydi. Biraz dolaĢtım. Tüm sevdiğim Ģeyler sarayın odalarında mevcuttu. Çay, kahve, ispirto ocağı, yatak ve diğer teĢkilat tamamdı. Her Ģey istediğim gibi ve en mükemmeliydi. Anka ben kendim olduğuma göre, dünya boyutunda hafıza bankama yüklediğim her Ģeyi bu boyuta aktarmıĢtım. ġimdi de onları en mükemmel halleriyle kullanacaktım. Ahiretin ve cennetin sırlarından birisi de bu olmalıydı ve zatımızın “Hâlık” özelliği her an faaliyetteydi.
    Bu tefekkür içindeyken sayılamayacak kadar çok uzayda bir yörüngede akıp giden taĢların içine girmiĢiz. Bir tanesini elime aldım ve lisan-ı hal ile dertleĢmeye baĢladık. Bana dedi ki:
    “Ah, ah! Sorma halimi. Ben bir yolcuyum. Biraz evvel bir kulun vücunda zerreler halinde bulunuyor idim. O âlemin büyük kıyameti “Allahu Ekber” sesiyle birlikte koptu ve bizler o âlemde yok olduk bu âlemde taĢ olarak tekrar var olduk. Kâmil kulun varlığı da bu âleme yükseldi. ġimdi ben yine onun vücudundayım. Benim kaderim sürekli var olmak, yok olmak ve tekrar var olmak. Gördüğün Ģu sonsuz uzay o kâmil kulun sonsuz boyutlarından bir boyuttur. Bu var oluĢ ve yok oluĢların ne baĢı var ne de sonu var.”
    TaĢı elimden bıraktım. O taĢta sonsuz sayıda zere vardı. Zerrelerin taĢtan, taĢın zerrelerden haberi yoktu. ĠĢin en tuhaf tarafı zerreler ve taĢlar benim vücudumu oluĢturan cüzlerdi. Cüzler külli halleri olan Ahmed Râci‟yi tanımıyorlardı. Kendimi tanıtsam ve ben senim, sen de bensin desem anlamazdı.
    Kendi özelliklerimde afâkî seyir sırrı beynimi çok yormuĢtu. Biraz uyudum. Uyanınca Mars (eski adı Merih) gezegenine gelmiĢtim. Ġçinde bulunduğum boyutun var oluĢ sistemine göre Mars canlı varlıklar ve eserleriyle doluydu. BeĢ duyulu bedensel boyutta buraya gelseydim taĢ ve topraktan baĢka bir Ģey göremezdim.
    Mars‟da mevcut olan bu boyutun canlıları birbirine zarar vermeden yaĢıyorlardı. Zararlı ve gereksiz hiçbir Ģey yoktu. Evlerde yaĢayan canlıları ise insana benziyordu fakat organları daha fazlaydı.
    KuĢ dedi ki: “Mars‟lıların Ģekli insana benziyor fakat insanlığın bir alt boyunda oldukları için tam Âdem Ģekline sahip değiller. Eksik yönleri var. Eksik yönleri nefislerindeki emmare sıfatıdır. O olmayınca nefsi eğitmek ve varlığın hakikati içinde böylece terakki etmek imkanları da yok.”
    KuĢun açıklamasını dinledikten sonra emmare nefsime o ana kadar boĢu boĢuna kızdığımı anladım. Melek gibi emmaresiz olmak istemiĢimdir. Meğer ki bizi kemâlâta taĢıyan o emmarenin terbiyesiymiĢ. Ġnsanın da en büyük sırı en çirkin görünen emmare nefs özelliğinde gizli bir hazine imiĢ. O andan itibaren emmare nefsin nasıl bir nimet olduğunu anladım. Eğitilirse en yükseğe çıkaran, eğitilmezse en aĢağıya indiren bir “Burak” imiĢ emmare nefs.
    Her seferinde olduğu gibi a‟mak-ı hayaldeki bu seyahatimden de ayılacak ve eski nefs mertebeme inecektim. ġu anda Aynalı‟nın Kâmil nefs özellikleriyle emâneten donanmıĢtım. Fakat hiçbir Ģey bedava değildi. Bu mertebeye kendi gayretimle tırmanıp kendi emmare nefsimi kâmil nefse dönüĢtürmeliydim. O iĢ de ancak dünya yaĢamında sınırlı ömrümüzde yaĢayacağımız tek Ģansımızdı.
    Bu düĢünceler içinde Jüpiter‟e geldik. Sıcak bir ortamdı ve yine bu boyutun özel bitkileriyle kaplıydı. Dünya boyutuna göre ise bitkisiz sadece ateĢ topu gibi olmalıydı. Burada fazla durmadık geçtik. Hızla güneĢ
    sisteminin en son mahallesinin en son gezegenine geldik. Soğuktu. Öldürücü ve yok edici soğukta dahi özel boyutunun özel yaĢam katmanları vardı.
    Evrendeki her gezegenin sonsuz sayıda boyutu ve her boyutunun kendine has yaĢamları vardı.
    Dünya da aynıydı. Dünyada dahi sonsuz semâlar yani boyutlar mevcut, her boyutun da hususi hayat tabakası mevcuttu. Bu neden böyledir diye kendi kendime sorunca cevap yine kendiliğinden geldi.
    Tek gerçek Ahad‟dır. Ahad‟ın sayısız ve sonsuz boyutu mevcuttur. Her boyut baĢka boyutun zıttıdır. Boyutlar birbirini tanımaz, asla karıĢmaz ve ayrılmaz. Tek ayrı, boyutları ayrı değildir. Eğer öyle olsaydı, tek artı ve tek‟in boyutları olur ve ikilik olurdu. Kendi kendime bu nasıl hesaptır, bu ne içinden çıkılmaz hakikattır dedim ve hesap defterini kapattım ki akıl tası çatlamasın.
    3. ĠKĠ GÜNEġLĠ SĠSTEM
    Yirmi beĢ bin yıl daha gittik. Ġki güneĢli bir uzay mahallesine geldik. GüneĢlerin alevleri uzayda gezen yılanlara benziyordu. Öyle yılanlar ki uzunlukları binlerce yıl yoldu. Yakıcı ve yok ediciydiler.
    KuĢ dedi ki:
    “ġu anda
    nefsinin iki özelliğini
    iki ayrı güneĢ olarak seyrediyorsun.
    Birisi Nefs-i emmâre güneĢi diğeri de Nefs-i kâmile güneĢi.
    Kızıl renkli olan emmâredir. Alevleri de bitmek tükenmek bilmeyen uzun isteklerdir ve kendi kendini yiyip bitirmektedir.
    Beyaz renkli olan güneĢ de kâmiledir. Beyaz alevleri de yine bitmek tükenmek bilmeyen istekleridir fakat ilim ve irfan öğrenmenin bitimsiz alevleridir.
    Ġlim ve irfan öğrenmenin de sonu yoktur ve bu hırs da insanı sonsuza kadar
    „aĢk‟ ile yakar kavurur.”
    GüneĢlerin ve galaksilerin sonu yoktu. Sonsuza kadar gitsek yine sonu yoktu. Çünkü uzay (evrenler ve boyutlar) Allah‟ın sonsuz ilminin mânâlarıydı. Ġlmin sonu varsa uzayın da sonu vardı. Ġlmin sonu yoksa uzayın da sonu yoktu.
    Yolculuktan sıkılmıĢtım. Git git hep aynı sistemdi. Her Ģey zâhirde farklı ama bâtında aynı idi. Hem dönüĢ için yirmi beĢ bin yıllık (ıĢık yılı kastediliyor) yiyeceğimiz vardı. Hemen dönmezsek açlıktan ölebilirdim. Bir an devam etmeyi, ölmeyi göze almak istedim. DüĢüncenin ve alemlerin sonuna yani Sidretü‟l Münteha‟ya ulaĢabilir miydim?
    DüĢüncenin ve âlemlerin Sidretü‟l-müntehâ‟sı neredeydi? Elbette ki âlemlerin ve düĢüncenin bittiği son noktadaydı. Âlemler de düĢünceler de Allah ilminin mânâ helezonları değil miydi? Demek ki son nokta uzayda ve düĢüncede değildi. Son, ilk olan Hak idi. Ġnsan da Hak‟ka vasıl olursa “Sidretü‟l Müntehâ”nın “kendisi” olduğu sırrını anlayacaktı.
    KuĢa; sıkıldım, dönelim artık, dedim. KuĢ; henüz Kaf Dağı denilen sonsuzluğumun sonsuzda birini dahi gezemediğimizi söyleyerek dönüĢe baĢladı, yirmi beĢ bin yıl sonra beni aldığı noktaya yaklaĢtırdı.
    Minareye ayaklarımın üzerine inmek için hazırlandım. Gözlerimi açınca kendimi ayaklarımın üzerinde
    kavuklu zatın mermer mezarı yanında kaskatı vaziyette dikeliyor buldum. “Kaf Dağı‟ndan geldim mi?” demiĢim. Aynalı gülerek:
    “Sen Kaf Dağı‟na gitmedin ki gelesin. Kaf Dağı zaten sensin! BaĢkası değilsin ki kendini bulasın. Sen hep aynısın. Kendinden kendine gidememeye ve kendinden kendine gelememeye mahkumsun. Senin sırrın gidememek ve gelememektir” diyerek kahve fincanımı doldurdu ve konuĢmaya devam etti.
    “Zerre de aynı, küre de aynı mayadan. Pire de aynı, deve de aynı mayadan. Cüz de aynı, kül de aynı mayadan. Ha alemi gezmiĢsin, ha zerreyi gezmiĢsin, hepsi de boĢ. Gezdiğin yer aynı yer. Aynıyı değiĢik manalarla seyretmek gerçekten ârifi sıkar. Hele kahveni iç!”
    dedi ve bir Ģiir okuyup beni evime uğurladı.
    Ey vahdet! Bahri-i bî pâyân! Sensin mevce-zen!
    Kesret-i emvac içinde rûhüma sensin yine,
    Bin isim, yüz bin çeĢit vermiĢ isen de kendine,
    Her ne dense, âsüman, eflâk, ervâh-ı beden,
    Yalnız sensin sen!
    . . .
    Ey teklik sırına halife insan! Sen sonu olmayan denizsin. Dalgalanan sensin. Dalgaların çokluğu içinde görünen yine sensin. Kendine binlerce görünüĢ ve Ģahsiyet vermiĢ isen de, canlı cansız her ne varsa
    yalnız sensin sen!
    Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (7. Bölüm)
    Yazar Editr Tarih Aralık 17th, 2007
    1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm 4. Bölüm 5. Bölüm 6. Bölüm
    altıncı gün
    KAF VE ANKA
    yedi baĢlı ejderin sorusu
    1. DÜNÜN MUHASEBESĠ
    Dün sabahki kahve aleminden sonra Aynalı beni eve uğurlarken, “Yatsı namazını bizim Ģatoda ikâme edelim evlât” demiĢti. Kulübeye ilk defa Ģato diyordu.
    BeĢinci gün çift mesai yapacaktım, sabah seyahatinden sonra bir de akĢam seyahati olacaktı. AkĢamı sabırsızlıkla bekledim. AkĢam namazından sonra hava kararır kararmaz hemen mezarlığa gittim.
    Aysız bir geceydi. Gökyüzünde yıldızlar ve Samanyolu çok net görünüyordu. Zifiri karanlık mezarlıkta, Aynalı Baba, kahve piĢirecek kadar ateĢ yaktı. Sırtlarımızı çam ağaçlarına dayadık ve kahvelerimizi içmeye baĢladık.
    Gecenin sesizliği, mezarlığın sükûneti, hafif rüzgârın ağaçlarda çıkardığı tatlı uğultu, cırcır böceklerinin bitmek tükenmek bilmeyen Ģarkıları, çalı-çırpı ateĢinin acı duman kokusu ve Aynalı Baba‟nın „Ģato‟sunun huzurlu bahçesi benliğimi esir etmiĢti. Ġsli cezve kahvesini içerken uyuklayacağımı ve a‟mak-ı hayale
    dalacağımı zannediyordum. Tam aksine acı kahveyi içtikçe gözlerim iyice açıldı.
    Uyumuyordum ama baĢımda müthiĢ derecede bir dönme vardı. Âdeta alkol almıĢ gibi sarhoĢluk haline girmiĢtim. Nereden geldiğimi ve nereye gittiğimi unuttum. Kendimi orta çağ Avrupa‟sında bir Ģato bahçesinde buldum. Muazzam büyüklükte bir Ģatom vardı ve ben bir lord idim. Bir Ģeye çok kızmıĢtım ama neye kızdığımı bilmiyordum.
    Müneccim baĢını çağırttım. Sivri külahlı müneccim cüppesiyle gelip önümde eğilerek “Emredin lordum” dedi. Müneccimin yüzünü görünce neye kızdığımı hatırladım ve düĢünce suçunu yüzüne okudum:
    “Duyduğuma göre dünyanın yuvarlak bir top gibi olduğunu iddia ediyormuĢsun. Bir de döndüğünü söylemiĢsin. Ay, güneĢ ve yıldızların dünyanın etrafında dönmediğini de etrafa yayıyormuĢsun. Tanrı‟nın yarattığı sınırlı evrene Tanrı gibi sınırsızdır demiĢsin. Tanrıdan baĢka her Ģey sınırlı ve sonludur. Sen bunu nasıl inkâr edersin? Kilisenin bilimsel öğretilerine nasıl bid‟at karıĢtırırsın?. . Ben seni saçmalaman için mi besliyorum? ”
    Celladı çağırdım, “Uçurun Ģunun baĢını” diye bağırdım. Müneccim hiç ses çıkarmadan tam bir kahraman gibi baĢını kütüğe uzattı ve balta havaya kalkıp indiğinde burnuma taze kan kokusu geldi.
    Uyumadığım halde uyandığımı hissettim. BaĢımın dönmesi geçmiĢti. Burnum kanıyordu. Mendilimle sildim. Aynalı Baba‟nın baĢında biraz önce baĢını kestirdiğim müneccimin sivri külahı vardı. Ben “hayalin derinlikleri”nde iken baĢına geçirmiĢ olmalıydı.
    “Erken öten horozun baĢını keserler nûrum” dedi ve sustu.
    O gece baĢka bir Ģey söylemedi. Açıklama yapmasına da gerek yoktu. “Ârif isen anla” der gibi yüzüme bakıyordu. Evrenin derinliklerine yaptığımız seyahatte ancak aklımın alabileceği kadar kozmos sırlarını açtığını, gerisini ise zamanın ve bilim adamlarının açıklayabileceğini ifade etmek istiyordu. Zahiri bilimlerde sûfiler keĢiflerini âdetullah (Allah‟ın sistemi) gereği gizlemek zorundaydılar. Çünkü âdetullah‟da hiçbir Ģey aklı ve bedeni çalıĢtırmadan elde edilemezdi. Bu nedenle Resuller ve Velîler, kozmik gerçekleri ancak hikaye ve iĢâretlerle mecâzî anlatım yöntemiyle ifade etmiĢlerdir. Ben de evren hakkındaki bilgimde zamanımın akıl ve bilim düzeyi ile yetinmek zorundaydım.
    Vakit bir hayli ilerlemiĢti. Aynalı Baba beni mezarlığın kapısına kadar uğurladı “Ġyi geceler Lord‟um” dedi ve döndü gitti.
    Bu idam sahnesi dün sabahki evrensel gezimizin değerlendirmesi olmuĢtu.
    Eve gelmiĢ ve annemin mutlu bakıĢları altında uyumuĢtum.
    2. KERVAN NEREYE GĠDĠYOR?
    Bu sabah yine mezarlıktayım.
    DıĢı isli, içi kalaylı bakır cezvenin kahvesinden henüz bir yudum almıĢtım ki duyduğum Ģiddetli çığlıkların gürültüsüyle ayağa fırladım. Yine Hindistan‟da bir Ģehzâde idim. YaĢlı bilgeyi çağırdım, Bilge geldi. Çığlıkların sebebini sordum. Derin bir ah çekerek cevapladı:
    “Sayın kutsal ġehzadem. Çok eski zamandan beri ülkemize yedi baĢlı bir ejderha musallat olmuĢtur. Her yedi yılda bir gelir ve halkı meydanda toplar. „Bu kervan nereden geliyor ve nereye gidiyor‟ diye sorar. Kimse cevap veremez. Bunun üzerine ceza olarak yedi genç kızı ve yedi delikanlıyı kurban olarak yutar; „Yedi sene sonra tekrar geleceğim. Sualime yine cevap alamazsam kurbanlarımı hazır tutun. Sualimin cevabını da Kaf Dağı‟ndaki Anka‟dan öğrenirseniz sizi bağıĢlarım‟ der ve kaybolur. Bu gün sual günüdür. Çığlıklar da seçilen kurbanların akrabalarının feryatlarıdır.”
    Ġçimde aniden kahramanlık duygusu yükseldi. O an Kaf Dağı‟na gidip sualin cevabını alıp gelmeye ve
    ülkemi ejderha canavarından kurtarmaya karar verdim. PadiĢah babam ve sultan annem gözyaĢlarına boğulup yalvardılarsa da hiç kimseyi dinlemedim. Hemen yola çıktım.
    Halk elimi eteğimi öperek beni surların dıĢına kadar uğurladılar. Yanıma yaĢlı bilgenin oğlu yiğit Bahadır‟ı da almıĢtım. YaĢlı bilge bize Himalaya dağlarının eteğinde inzivaya çekilmiĢ aksakallı bir münzeviye gitmemizi, Kaf Dağı‟nın ve Anka‟nın yerini ancak onun bildiğini söyledi.
    Birkaç yıl Himalaya dağlarında aksakallı bilgeyi aradık sonunda bulduk. Daha oturmadan hikâyemi anlattım. Hiç cevap vermedi. Hiç merhamet göstermedi. Bahadır ile bir yıl her türlü hizmetini yaptık. Saygı ve edebimizle gözüne girdik. Ġlk defa ağzını açtı ve bize;
    “Ey kahraman fakat akılsız insanlar.
    Hepiniz renkli bir hayal aleminde yaĢıyorsunuz, fakat farkında değilsiniz.
    O ejderhayı sizlerin ahmaklığınızdan doğan düĢünce dumanları yaratıyor.
    Akılsızlık ve ahmaklıktan ayılsanız, ilim ve irfanla kafanızı doldursanız, hayal âleminin ejderlerinden kurtulursunuz.
    Her yedi yılda bir biraz ayılır gibi olup
    „ben nereden geliyorum ve nereye gidiyorum?‟
    diye düĢünüyorsunuz.
    Fakat bu düĢünce sizi rahatsız edince yine gafleti tercih ediyorsunuz.
    Ama dünyanın düzeni bu.
    Her zaman akılsızlığın ve ahmaklığın dumanı birkaç uyanığın gerçek âlemini görünmez kılar.
    Hırsınız dünya olmuĢ, cehaletiniz ejderha.
    Kendi dünyanızda kendi ejderhanıza yutuluyorsunuz” dedi.
    Ġçimden sabırsızlanıyordum. Aksakallı bilgeyi boğasım geliyordu. Biz can derdindeydik, o felsefe yapmak derdindeydi. Belki bir ipucu yakalarım ümidiyle edebimi bozmadan dinlemeye o da konuĢmaya devam etti:
    “Oğlum biz her ne kadar bilgeysek de Kaf Dağı‟nın nerede olduğunu bilmeyiz. ġimdi siz buradan yedi ay uzaktaki Milest Ģehrine gidiniz. Orada bir kuyu var. Ağzındaki taĢ kapak bazen kendiliğinden açılır. ġansınız yaver giderse size de açılırsa içine gir. Kuyunun dibinde bir saray vardır. O sarayın içinde durup dinlenmeden her odasını ara. Bir köĢede mermer sandık içinde bir levha vardır. Onu bulursan üzerini oku belki sualin cevabı odur.”
    Zoraki de olsa sabrım sayesinde bir ipucu daha yakalamıĢtım. Ak sakallının elini öperek hemen yola çıktık. Bir yıl sonra Milest Ģehrini ve kuyuyu bulduk. Ama taĢ kapak açılmıyordu ve elle açmak da mümkün değildi. Günlerce orada bekledik. Yedinci gün bir bilge daha gelip kuyunun baĢına oturdu. Kendisine bir yıl hizmet edersek kapağın açılıĢ Ģifresini öğreteceğini söyledi. Bahadırla bir yıl da ona hizmet ettik.
    Ġçimiz yine hırstan kaynıyordu. Eli boĢ ihtiyarların maskarası olmuĢtuk sanki. Amacımız uğruna saygıda kusur etmeden zahiren hizmet ettik. Nihayet aksakallı bir yıl dolunca konuĢmaya baĢladı.
    “Ey kahraman fakat düĢüncesiz insanlar.
    Buralara kadar boĢuna gelmiĢsiniz.
    ġu dıĢarıda zannettiğiniz dipsiz kuyunun aslı, aslında, sizin kafanızın içindedir.
    Ağır taĢ da düĢünmenizi engelleyen günlük yaĢamın çıldırtıcı hengâmeleridir.
    Ağır düĢünce blokajından kurtulup da kendi kuyunuza girmeyi becerebilseniz, kafanızın içindeki yüz bin odalı ilim ve irfan odalarını gezebilseniz, Ģimdi buralarda rezil olmazdınız.
    Aradığınız cevap da yine kafanızın içindeki levhalarda yazılıdır. Ama siz okumayı nereden bileceksiniz”
    dedi ve kuyunun baĢından kalktı gitti.
    Kuyu baĢında Bahadır‟la üzüntü ve kandırılmıĢlıktan dolayı yığılıp kalmıĢtık. Ġhtiyar bizi bir yıl köle gibi kullanmıĢ ve kaçıp gitmiĢti. Kafamın içinde nasıl bir kuyu var diye düĢünmeye baĢlar baĢlamaz, dıĢarıdaki kuyunun da ağır taĢ kapağı açılmaya baĢladı. ġifre benim aklımı çalıĢtırmamla, tefekkür boyutuna girmemle ilgili olmalıydı. Birkaç saatlik tefekkür halinden sonra taĢın tamamen açıldığını gördüm.
    Aslında iki seçeneğim vardı. Ya özümdeki derin boyutlara yönelip ejderhanın suallerine cevap alacaktım ya da dıĢımdaki Ģu anda önümde duran kuyuya girip cevapları bulacaktım. Ġkisinden de alacağım cevaplar aynı olmalıydı.
    Ġçimdeki kuyulara girmekten korktum. Çünkü içim dıĢ evrenden çok daha fazla girdaplıydı. Girdapların birisinden kurtulsam diğerine yakalanırdım. DıĢ evrende ise her girdabın birkaç çıkıĢı vardı ve dıĢımdaki kuyuya girmeye karar verdim.
    Kuyunun dibine indim. Sarayı buldum her odasını aradım. Mermer sandığı bulup levhayı aldım ve dıĢarı çıktım.
    Levhada iki gazel (bir tür divan Ģiiri) yazıyordu. Levhayı elime aldım ve okudum.
    3. SIRRIMDAN BANA HĠTÂB
    Matla-ı Ģems-i hüviyyet menĢe-i ekvan benim,
    Menba-ı ma‟nâ‟yi kesret mahzen-i ebdan benim.
    Hakikat güneĢinin doğduğu, var oluĢun kaynağı Ben‟im. Var oluĢun sonsuz çokluğu benim tek‟liğimin yankılanmalarıdır. Varlığınızda var olan tek hazine Ben‟im.
    Ben O‟yum ki; kendi emrimden yarattım âlemi,
    Hep Ģüûnumdur bu mevcud, dehr-i bî pâyan benim.
    Algılayabildiğiniz ve algılayamadığınız sonsuz âlemler tüm boyutlarıyla Ben‟im sanal varsayımlarımdır. BaĢı, ortası ve sonu “olmayan zaman” Ben‟im.
    Ben O‟yum ki lâ-mekânım, lâ-zamanım, lâ-kuyud,
    Her zamandan, her mekandan müncelî imkân Ben‟im.
    Ben‟de zaman ve mekân yoktur, Ben‟de olmayınca Siz‟de olur mu?
    Ben‟i, benden baĢka bilecek, tekliğimi yalanlayacak olan mevcut değildir. Kayıtsızlığım, bağımsızlığım ve özgür iradem bu anlamdadır. Her olay ve oluĢta Ben‟den baĢka var olabilecek yoktur.
    ArĢ ben‟im, Kürsî Ben‟im, âsûmân-ı seb‟a ben‟im,
    Madde vü-cevher-ü unsur, câmid-i hayvan Ben‟im.
    Varlığın sınırı ben‟im. BeĢeri düĢünce boyutunun bittiği sınır ben‟im. Varlık boyutlarının, nefs boyutlarının tek hakikati ben‟im.
    Madde olarak algılanan, öz olarak bilinen, cansız-Ģuursuz görünen, canlı olup da düĢüncesiz gibi davranan yine ben‟im.
    Nûr-i mahzım, sırr-ı mutlak, nokta-i ıtlak-ı Nûn,
    Hem rûhum, hem melâik, Âdem‟im, insan Ben‟im.
    Ben ve Ben‟den baĢka bir Ģey olmayan varlık tek hakikattir.
    Kün‟deki (ol emrindeki) nun harfinin noktası Ben‟im.
    Nokta; tek‟liğimin ve Çok‟luğumun imzasıdır.
    Ruh, melekler, Âdem ve insan benim en muazzam sırlarımdır. Ben onların bilinmesi ile zâhirim.
    Ben O zât-ı mutlakım ki; vasf-u fi‟limle ıyan.
    Ey!.. Hâlık-ı zi-Ģan Ben‟im, Rahman Ben‟im.
    Var oluĢ ve var oluĢlar Ben‟im zâtımdır (hakikatimdir, özümdür).
    Ben‟den baĢka da zât yoktur.
    Zâtımın görünüĢü “oluĢlar”dır.
    Ey Hak‟kı arayan! ġanlı ve Ģerefli yaratıcı ben‟im. YaratıĢımdaki Ģan ve Ģeref tekliğimden dolayıdır, baĢkalarına göre değil.
    Varlık Rahman özelliğimden baĢka bir Ģey değildir.
    4. BENDEN SIRRIMA CEVAP
    Ben O‟yum ki, ben dedikçe maksadımdır kudretin,
    Ben O‟yum ki benliğimden zâhir olmuĢ vahdetin.
    Kendimi bir nokta zannediyorum,
    fakat bir nokta‟nın sonsuzluğun ve kudretin tam bir tecellisi olduğunu da biliyorum.
    Nokta olan benim bilincim,
    sonsuz çokluğun ve sonsuz zıtların
    sadece mânâ çokluğu olduğunu bilmektedir.
    Bu sırra dayanarak „vahdet ilmi‟ vardır diyebiliyorum.
    Farzedersem benliğim senden cüdâdır ey vücûd,
    Vehm-i mahzım, hiç vücudu var mı ma‟dumiyetin.
    “Ben” dediğim varlığımı
    sınırsız ve sonsuz tek varlıktan baĢka bir Ģey zannedersem
    bu sırf bir hayal olur.
    Asla var olmamıĢ yokluğun
    asla varlığı olmaz.
    Bir fakirim ki neyim varsa senindir, bense hiç,
    “Fakru fahri” eldedir ferman-ı vahdaniyetin.
    “Ben” öyle bir yokluğum ki,
    bedenim ve ruhum ve bilincim dahi mevcut değildir.
    Eğer bedenim, ruhum ve bilincim olsaydı onlar “senin” olurdu
    ve “ben” de bir fakir olurdum.
    Ama, maalesef ki fakir olabilecek kadar dahi bir varlığım mevcut değil.
    Bu durumda fakir de olamıyorum.
    Hiç de olamıyorum.
    Resulullah a.s.‟ın “Yokluğumla iftihar ederim” sözünü,
    O‟nun tevazu icabı “ben yokum” demesi gibi anlama!
    O söz
    kendisinden baĢkası olmayanın
    “Siz yoksunuz var olan ben‟im” fermanından baĢka bir Ģey değildir.
    ArĢ-ü kürsî, arz-ü eflâk hep senin emrinle var,
    Suhf-i ekvan dest-i takdîrinle mektup âyetin.
    ArĢ (sınırsız üst bilinc)
    ve
    kürsî (fiziksel evren bilinci)
    ve
    yeryüzü (insanın bedeni)
    ve
    gökler (insanın düĢünce gücünde açılan sonsuz esmâ boyutu)
    tek nokta olan tek varlığın emr‟idir, ilmidir.
    (Suhf-i ekvân/“varlık boyutları”),
    bir kitabın sayfaları gibidir ve sayfaların toplamına kitap denir.
    Harfler heceleri, heceler kelimeleri, kelimeler cümleleri,
    cümleler paragrafları, paragraflar sayfaları, sayfalar bölümleri,
    bölümler de kitabı oluĢturur.
    Her aĢama aynı varlığın farklı mânâlarının tecelligâhıdır.
    Tüm mânâlar tek mânâ olan “Allah” ismi ile iĢaret olunandır.
    Kitapta kaç tane âyet var?
    Saymaya ihtiyaç ve lüzum var mı?
    Kitapta bir tek âyet var.
    Onu dilediğin mânâ formatlarıyla dilediğin sayıya kadar adetlendirebilirsin.
    Ama okumayı bilenler
    her çağda
    sadece
    “bir âyet” okur.
    Sen o zât-i bî-niĢansın, lâ-mekânsın bî zaman,
    Her ne varsa fi‟l-ü evsâfın, kemâl-i kudretin.
    Sen,
    senden baĢka varlık olmadığı için “bilinemeyensin”.
    Sen,
    senden baĢka varlık olmadığı için “mekân” yaratmayansın.
    Sen,
    senden baĢka varlık olmadığı için “zaman” yaratmayansın.
    Bundan dolayı sana kulluk edecek bir mekanın ve zamanın olmasından “münezzehsin”.
    Zaman, mekan ve varlık olarak her neye var diyorsak,
    ancak senin senden ayrı olmayan mânâlarındır.
    Yaratmak sırrındaki;
    “baĢka olarak yaratmamak ilkesi”
    kudretinin zirvesidir.
    Sen O mevcûdsun ki senden bir diğer yok müncelî,
    Her vücûda oldu kayyûm, sırr-ı mevcûdiyetin.
    Sen öyle bir varsın ki;
    var olan ve algılanan sen‟den gayrı değildir.
    Algılayan; sem‟î ve basîr de sensin.
    Kayyumiyet;
    (varlığının baĢkası tarafından yaratılmamıĢ olması)
    her noktanın varlık sırrı oldu.
    Ġki gazeldeki mânâlardan hiçbir Ģey anlamamıĢtım. Anlamamak bir yana içlerinde Kaf Dağı‟nın ve Simurg Anka kuĢunun isimlerinden tek harf dahi geçmiyordu. Kuyunun baĢından ayrıldık. Yıllarca yüzlerce Ģehir gezdik. Dağı ve kuĢu ne bilen vardı ne de gören. Sonunda görkemli bir kente geldik. Handa dinlenirken tellalların bağırmalarını duyduk. ġöyle diyorlardı:
    “Ey ahâlî!.. Kim ki Milest hârâbelerindeki kuyuda saklı bulunan levhayı getirir de âlimlerin reisine verirse, karĢılığında üzerinde baĢka bir sır yazılı bir levha alacaktır!..”
    Hemen âlimlerin reisini buldum. Yanımdaki levhayı verdim. Sevinçten boynuma sarıldı ve kendisindeki levhayı da bana verdi. Levhaya baktım; bunda da bir Ģiir vardı:
    5. KENDĠNE DOĞRU
    Âlemde meĢhud olan bu devran,
    Tekâmül içindir, kemâle doğru.
    Ġç dünyandaki düĢünce akıĢları
    ve dıĢ dünyandaki olayların sonsuz tekrarında bir amaç vardır.
    Amaç her olayın sonucunu gözlemek
    ve ondan ders almak değildir.
    Bu devranın amacı birimlerin bilincini olgunlaĢtırmaktır.
    Küllî bilinci anlayabilecek kapasiteye yükseltmektir.
    Her nokta cevvâl, her zerre raksan,
    Uçup giderler, visâle doğru.
    Her nokta (bilinç, birim, birey) her an faal haldedir.
    Çünkü var oluĢ sistemi her an silinip,
    daha da mükemmelleĢmiĢ olarak
    bir an sonra tekrar var olmaktadır.
    Bu gidiĢ
    her noktanın „visâl‟i olan
    „kendi hakikatini anlayıĢa‟ doğrudur.
    Ekvan, insan koĢup giderler,
    Tutulmaz, kapılmaz hayâle doğru.
    Varlık âlemleri ve insan
    sonu olmayan mükemmelliğe doğru sürekli geliĢmektedir.
    Ġnsan isen, gel matlûbu anla,
    Yorulma gitme Celâl‟e doğru.
    Ġçgüdülerinin, duyularının ve basit toplumsal alt bilincin güdümünden çıkarak
    „insan bilinci‟ne ulaĢ.
    Celâl‟den yansıyan çokluk gazabının girdabına kapılma.
    Tek‟in çok gibi görünmesindeki arzuyu anla.
    Olayların ve düĢüncelerin içine dalıp da
    „her Ģey O‟nu anlatıyor‟ gibi tefekkürlerle vakit kaybetme.
    Sonsuza kadar, sonsuz tecellileri incelesen
    yine de önüne sonsuz sayıda sonsuz gelir.
    Ve senin bilincini „celal tecellisi‟olarak boğar.
    Ufk-i ezelde doğan bir GüneĢ,
    Gider mi acep zevâle doğru.
    Ezel boyutunda hiç doğmayan, hiçbir zaman ölmez.
    Sen doğmamıĢ olan GüneĢ‟sin
    ve „yok‟ olamayacak özelliktesin.
    Geçen her an için;
    „eyvah ömrümden bir saniye daha gitti diye üzülme.‟
    Gitmek ve geçmek yoktur. Her an mükemmelleĢmek vardır.
    Ġfâte etme kıymetli vakti,
    Çevir yüzünü Cemâl‟e doğru.
    Akrebin ve yelkovanın hareketine vakit denir.
    Senin vaktin o değil.
    Senin vaktin, beynindeki düĢünce gücüdür.
    Beynini ve düĢünceni boĢa harcama.
    Cemâl‟den doğan tek‟lik ilmini ancak bu bedenle
    ve bu dünya yaĢamında elde edebilirsin.
    Kalbe dönüĢmüĢ aklının gücünü
    Celâl perdesinde çoklukta görünen Cemâl tek‟liğine çevir.
    ġiirdeki anlamlar hayretimi uyandırdı. Fakat derdimi yine halletmemiĢti. Âlimlerin reisi de bendeki Ģiirleri okudu. Onun da aradığı sualin cevabı orada yoktu. Beraberce Serendip adasına gitmeye karar verdik. Aylarca yürüdük. Serendip adasında Hz. Âdem‟in indiği yalnızlık tepesini ve o tepede yalnız yaĢayan en büyük ârifi bulduk. Elimizdeki levhaları ona verdik. Aradığımız cevapların suallerini arz ettik.
    6. CEVAPLAR
    En büyük ârif bize aradığımız cevapları bizden hiçbir hizmet istemeden verdi. Önce benim kulağıma eğilerek;
    “Birinci levhadaki Ģiirler Kaf Ġle Simurg Anka‟yı bildiriyor.
    ġiirlerde anlatılan sonsuz özelliklerin sahibi Kaf harfi ile anılır.
    Kaf; sonsuz âlemleri ilminde ilmi ile var etmiĢ olandır.
    Simurg Anka ise Kaf‟ın sonsuz tecellileridir.
    Her tecellî Kaf‟dır.
    Kaf kendi hakikatini unutunca simurg Anka adını alır
    ve aslı olan Kaf‟ı aramaya baĢlar.
    Simurg Anka ve Kaf iki ayrı yerde, iki ayrı varlık değildir.
    Sen Simurg Anka ve Kaf‟sın.
    Ġki isimden de sıyrılırsan Simurg Anka‟nın Kaf Dağı‟na olan yolculuğu sona erer
    ve kuĢ yuvasına döner.
    Yuvasına dönmüĢ Simurg Anka‟ya da Ġnsan-ı Kâmil denilir.
    Simurg Anka‟ya göre ikinci levhadaki Ģiir yedi baĢlı ejderhanın sualine cevap vermektedir.
    Bize sonsuz ve sınırsız görünen bu varlıklar âlemi
    bir kervan gibi aĢk nûruna
    ve aĢk sırrına doğru akıp gitmektedir.
    Bu gidiĢ, bu yolculuk, durmak bilmeyen bu hareket
    ezelî ve ebedidir.
    Bu kervan Hak‟kın kendinden gelip
    yine kendine gitmektedir”
    dedi. Sonra âlimlerin reisinin de aradığı cevabı verdi. Memleketlerimize döndük.
    Yolculuğa çıkalı yedi yıl olmuĢtu. Yarın son gündü ve ejderha gelecekti. Halk bizim dönüĢümüzden ümidini kesince kurbanlarını hazırlamıĢ ve gözyaĢlarıyla beklemekteydi.
    Ejderha geldi. Ben de karĢısına çıkıp cevaplarının hazır olduğunu söyledim. Eğer cevaplarım yanlıĢsa hem beni alacak hem de kurbanların sayısını yetmiĢ kıza ve yetmiĢ erkeğe çıkaracaktı. Tekrar düĢünmemi ve son kararımı vermemi istedi.
    Cevabımı yüzüne karĢı haykırdım:
    “Ey ifrit!
    Her an olgunlaĢmakta olan bu varlıklar âlemi,
    durmadan yürümeye mahkûm bu kervan,
    hayalin dahi kapsayamayacağı eĢsiz sırra,
    ilâhî cemâlin her Ģeyi kendine çeken nûruna doğru koĢup gitmektedir .
    Bu kervan kendinden gelip kendine gitmektedir.”
    Cevabı alan yedi baĢlı ejderha korkunç bir çığlık atarak alevler içinde kaldı. Alevler sönünce bir de baktık ki o ejderha genç bir kıza dönüĢtü.
    Genç kız önümde saygı ile eğilerek ;
    “Ben Ġlâhî Kudret‟in var ettiği varlığın en güzeliyim. Fakat olaylar beni ejdere çevirdi. KurtuluĢum da senin verdiğin cevaplara bağlıydı. ġimdiye kadar hiç kimse doğru cevabı verememiĢti. Bu andan itibaren hizmetinizdeyim” dedi.
    Ülkede bayram ilan edildi. Kurban olarak ayrılan yedi kız ve yedi erkeğin düğünü yapılarak evlendirildi. Ben de varlığın en güzeli olan kız ile evlendim. Yol arkadaĢım Bahadır vezirim oldu. Babam tahttan çekildi ve ben ülkemin âdil hükümdarı oldum.
    Çok uzun yıllar ülkemi yönettim. Bir gün eĢim ile birlikte at gezintisi yapıyordum. Atımın ayakları tökezledi ve aĢağı yuvarlandım. Gözlerim acıdan fal taĢı gibi açılınca karĢımda Aynalı Baba‟yı buldum.
    “HoĢ geldin Hükümdârım” dedi.
    A‟mak-ı hayaldeki bir saltanatım daha sona ermiĢti. Mezarlıktaki otların üstünde yerde yuvarlanıyordum. En çok da dünya güzeli sultandan ayrı düĢtüğüme üzülmüĢtüm.
    Aynalı Baba üzüntümü bildiği için;
    “Üzülme.
    Yedi baĢlı ejderha,
    senin yedi boyutlu nefsindir.
    Her nefs boyutun aslına döndükçe güzelleĢir.
    Sonunda en güzel varlık olan nefs-i sâliha haline döner.
    Fakat bu dönüĢte alevler içinde çok yanarsın.
    Sonunda da nefsin senin hakikatinin önünde eğilerek hizmetine girer.
    Nefsteki ikiliğin bitip sona ermesi hayal âleminde evlilik ve düğün-bayram olarak görülür. Sen sultanın olan nefsinle asıl Ģimdi buluĢtun”
    dedi ve evime uğurladı.
    Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (8. Bölüm)
    Yazar Editr Tarih Aralık 31st, 2007
    1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm 4. Bölüm 5. Bölüm 6. Bölüm 7. Bölüm
    yedinci gün
    AZAMET DERYASI VE ULULUK GĠRDABI
    ikilik birlik içindir
    1. EVRENSEL MUTLULUK
    “Ġlim bir noktadır; onu cahiller çoğaltmıĢtır.” Hz. Âli
    Bu gün Aynalı Baba son derece sevinçli idi. Sevincini daha da belirginleĢtirmek için külahına iki tane büyük ayna parçası ve cüppesine de iki adet sarı teneke kapağı yapıĢtırmıĢtı. Ona minnettar bir talebe olarak derin saygı duyuyordum. Cüppesine iki tane teneke parçası değil, iki tane gazyağı tenekesi taksa yine de saygımda noksanlık meydana gelmezdi. Çünkü o benim frenk takım elbiseme, gömleğime, kravatıma ve Ġstanbul beyefendisi imajımı yansıtan yanımda taĢıdığım bastonuma ciddi hürmet gösteriyordu. . .
    Sevincinin sebebini sordum;
    “Bizim berber Hacı Molla‟yı bilirsin! Kedisi Pamuk yavrulamıĢ. Saf beyaz çok Ģirin bir yavrusu var” deyince, ĢaĢkınlıktan tekrar sordum;
    “Af buyurunuz azizim! Bir kedi yavrulamıĢ diye bu derece sevinmeye ne gerek var?”
    “Sevgili dostumuz Pamuk hanımefendi çok Ģükür sağ salim doğum yaptı, çektiği eziyetten kurtuldu. Hayattaki en samimi dostları olan bizler sevinmeyeceğiz de kimler sevinecek. Hem de Ģenlik yapacağız.”
    Elimde olmadan Ģaka havası içinde sordum;
    “Kedi yavrusu için ha? Bu saygıdeğer yavrunun adı konulduğunda da Ģenlik yapılacak mı?”
    “Ġsmi konulmuĢtur. Fakat Hacı Molla ile tam dört saat münakaĢa ederek isminde karar kıldık”
    “Dört saat mi uğraĢtınız?”
    “Evet, ciddi konularda acele karar vermemek lazımdır. Önce Pamuk koyalım dedik. Annesinin ismi de aynı olduğu için uygun görülmedi. Ak ismini de çağırma açısından münasip bulmadık. Ak, Ak, Ak derken ördek zannedilip avcılar tarafından vurulabiliriz diye düĢündük. Farsça‟da ak anlamına gelen „sefid‟ ismini teklif ettim. Hacı Molla çok kızdı. Çocukken okulda „Bahr-i Sefid‟in (Ak Deniz‟in Osmanlı Türkçe‟sindeki adı) nerede olduğunu bilemediği için yediği dayak aklına gelirmiĢ, kabul etmedi. Kar ismi soğuk düĢtü. Pamuğun Farsça‟sı olan Pembe ismini de kırmızıyı hatırlattığı için reddettik.”
    “Siz ciddi olarak çok yorulmuĢsunuz”
    “Evet yorulduk ama sonunda Zararsız ismini bulduk. Çok hoĢ oldu.”
    “Ve Ģenlik yapmak karar altına alındı.”
    “Evet. Neden gülüyorsun? Sen hâlâ ciddi konular ile gayrı ciddi konuları birbirinden ayıramıyor musun? Bir padiĢahın çocuğu doğsa bütün ülke bayram yapıyor. Halbuki padiĢah çocuğu büyük ihtimalle Ģımarık, cahil ve zararlı bir geleceği vaat eder. Ġstikbalde hayırlı mı, Ģerli mi olacak belli olmayan bir insan bebeği için peĢin Ģenlik yapılıyor. Ġleride kesinlikle zararsız olacak olan „Zararsız‟ için bizim Ģenlik yapmamız akla ve mantığa daha uygundur. Zararsız‟ın dünyaya avdet etmesi iki insanın sevinmesi için yeterli sebeptir.”
    Ġnsanların âdetlerini alaylı bir dille eleĢtirirken bile hikmetli dersler veren bu adama hayranlıkla bakarken, ney üfleyip Ģiir söylemeye baĢladı. Kahveyi demleme görevi bu sabah bana aitti. Acemice ateĢ yakmaya uğraĢtım. Dumandan gözlerim kızardı. Kendi demlediğim kahveyi içmek de pek keyif veriyordu.
    Aynalı Baba‟nın gazelini dinlemeye baĢladım.
    Ey dil (gönül)! Cihanda sen Ģu‟lezensin,
    Meçhulü her ân tâyin edensin.
    Âyine, eĢyâ (Ģeyler), manzûr (görünen) sensin!
    Ey gönül! Varlık âleminde varlığının ıĢığını saçan sensin.
    Bilinmeyeni her an açığa çıkaran sensin.
    Esmâ tecellîleri (Ģeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül aynası sensin. Aynada görünen de sensin.
    Vahdetle her Ģey, mâruf-i vicdan,
    Vicdanla âlem, eĢyâ-yi insan,
    Âyine, eĢyâ (Ģeyler), manzûr (görünen) sensin!
    Her Ģey tek olduğu için akıl ve kalb tarafından bilinebilmektedir.
    Ġnsan Ģeyleri (Esmâ tecellîlerini) küllî aklın ayırt etme gücüyle anlamaktadır.
    Esmâ tecellîleri (Ģeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül aynası sensin. Aynada görünen de sensin.
    Bâtın tecelli eyler, Ģuûnda
    Zâhir taayyün eyler, butûnda.
    Âyine, eĢyâ (Ģeyler), manzûr (görünen) sensin!
    Aklın ve gözün algıladığı olaylar varlığın iç yüzünün seyridir.
    Zâhirin ayrı bâtının ayrı olmadığı yine bâtın ilmi olan ilmi ledün ile anlaĢılır.
    Esmâ tecellîleri (Ģeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül aynası sensin. Aynada görünen de sensin.
    Elvâh-i kavnin, tevhîdi sensin,
    Ayât-i Hak‟kın, tecvidi sensin,
    Âyine, eĢyâ (Ģeyler), manzûr (görünen) sensin!
    Kâinat levhalarının bir araya getirilmiĢ özeti sensin. Sonsuz boyutlar gönül aynasının çerçevesi içinde tek bir öz olarak toplanmıĢtır. Hakkın hatasız okunan ayetleri sensin.
    Esmâ tecellîleri (Ģeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül aynası sensin. Aynada görünen de sensin.
    Aynalı Baba insan gönlünün muazzamlığını Ģiir halinde okurken uyumuĢum.
    2. ĠKĠ‟DEN BĠR‟E MĠ‟RÂC (YÜKSELĠġ)
    “Cablisa Ģehrine kervan kalkıyor. Yolcular akĢama kadar katılsın. Gelen gelir, gelmeyen kalır!” diye bağıran tellalların gür sesiyle uyandım.
    Aklım ve Ģuurum tam yerindeydi. Fakat a‟mak-ı hayalimdeki bir boyutta o âlemin bir ferdi olarak var olduğumu da biliyordum. Çok uzun yıllar yaĢadığımı hissedecektim. Belki bir yıl belki on yıl tam buralı gibi kalacaktım. Aslında burada kaldığım süre dünya süresine göre birkaç saniye idi. Üst boyut Ģartları bedenimizin ıĢık hızında hareket etmesine izin veriyordu. Dünyada saatte on kilometre hızla on yılda yapacağımız tüm olayları burada ıĢık hızıyla bir saniyede yapacaktım.
    Hızımı kontrol için odada yürüdüm. Yine saatte on kilometre gibiydi. Hücrelerim, bedenim, diğer varlıklar, üzerinde yaĢadığım gezegen, gezegenin güneĢi kısaca her Ģey ıĢık hızıyla hareket ettiği için yürüyüĢ hızımı ayırt edemedim.
    Odada ĢaĢkın ĢaĢkın dolanırken aynada kendimi gördüğüm an çığlığı kopardım. BaĢımın ortasında tek gözüm vardı. Hemen altında tek kulak, onun altında tek burun deliği duruyordu. Göğsümün ortasından ise tek kol çıkıyor, tek bacağım vardı ve zıplayarak yürüyordum.
    Çığlığı duyan eĢim odanın kapısını açıp içeri zıplayarak girdi. Onu ve kendimi yan yana görünce gülmeye baĢladım.
    EĢim özlemle yüzüme bakarak; “Tabii ki önce sevinç çığlığı ardından da mutluluk kahkahaları gelir. Ben de senin gibi organlarımı çift hale getirmek için yola çıkıyor olsaydım ben de gülerdim. Haydi! EĢyalarını hazırlayalım da kervana yetiĢ” dedi.
    GümüĢ evden çıktım. Herkes benim gibi tek organlı idi. Ġki ayaklı bir merkebe binerek Ģehir dıĢına doğru yöneldim. Tüm Ģehir gümüĢtendi. Kervana yetiĢtim. Birisinin yanına sokularak arkadaĢ oldum. Sordum:
    “Burası hangi Ģehir?”
    “Burası GümüĢ Cablisa Ģehri.”
    “Nereye gidiyoruz?”
    “Altın Cablisa Ģehrine.”
    “Kaç günde varırız?”
    Altın Cablisa‟ya yedi yılda varırız.”
    “Niye gidiyoruz?”
    “Ġki gözlü, iki kulaklı, iki kollu iki bacaklı olmaya, tek organlarımızı çiftlemeye gidiyoruz.”
    Kervandaki geveze yoldaĢımla yedi yıllık yolculuktan sonra Altın Cablisa Ģehirine ulaĢtık. ġehirde bizim kervanı gören halk sokaklara fırladı. Çift organlı olan insanlar bizimle eğlenmiyorlardı. Samimi bir dille; “MaĢallah! MaĢallah! Tek gözlü kalmaya razı olmayanlar, tek bacakla zıplamak istemeyenler, tek kolla tutmak istemeyenler hoĢ geldiniz. Çift olmaya hoĢ geldiniz” diyerek iki elleriyle alkıĢ tutuyorlardı.
    Buraya gelmeyi hak etmiĢtim ama nasıl hak ettiğimi de bilmiyordum. Bir an önce teklikten kurtulmalıydım.
    Altın Cablisa‟da bizim onurumuza kırk gün Ģenlikler düzenlendi. Son gün aksakallı bir bilgenin rehberliğinde toplandık. Çok bilgili görünüyordu. Yedi yıldan beri tek organ çift organ dıĢında bir tek konu konuĢmadığım için patlamak üzereydim. Bilgenin yalnız olduğu bir anda yaklaĢtım.
    “Efendim ben kendi özüme seyahate çıkmıĢ birkaç saniyede on yıl yaĢayan, bir saniyede on yıllık yol kat eden bir zaman yolcusuyum” dedim.
    Bilge tuhaf tuhaf yüzüme baktı,
    “Senin aklın yerinde mi evlat? Tek bacağınla saatte beĢ kilometreyle zor zıplıyorsun. Hızlı zıplaman ise on kilometre saattir en fazla.”
    Beni anlamasını umarak;
    “Gerçekten efendim ben baĢka bir dünyada tam organlı Râci isimli bir beyefendiyim.”
    “BaĢka dünya mı? Sen tam zırdelisin. Yüce Tanrımızın tek bir dünyası vardır. Orası da burasıdır. Dünyamızda iki Ģehir vardır, GümüĢ Cablisa ve Altın Cablisa. GümüĢ Cablisa‟da bin yıl hiçbir Ģey konuĢmadan çift organ olacağım zikrini yapan buraya gelmeye hak kazanır. Burada çift organlı olur ve ebedi Ġrfan Cennetinde kalır.”
    “Ġrfan Cenneti nerede?”
    Bilge eliyle iĢaret etti. O yöne doğru yürüdük.
    ġehrin sınırına geldik. Aklım gördüğü manzara karĢısında donma derecesine geldi. Yerden itibaren bir derya sonsuz gökyüzüne uzanıyordu. Bir tek damla bile damlatmayan sonsuz yükseklikte su duvarı görüyordum. Bu Azâmet Deryası idi.
    Su duvarının çevresinde yıllarca yürüdük. Tecellî ġelalesi‟ni ve Ululuk Girdabı‟nı görecektik. Nihayet amacımıza ulaĢtık
    Azâmet Deryası‟ndan daha fazla aklı donduran bir manzarayla karĢılaĢtık. Sonsuz su duvarının tam ortasından yüz kulaç geniĢliğinde „Tecelli ġelalesi‟ fıĢkırıyordu. ġelale yere doğru inceliyor ve kuru bir
    fındık kabuğunun içine doluyordu. Eğilip kabuğun içine baktım, kupkuruydu. Tek damla su yoktu.
    Bilge hayretimi anlamıĢtı. Akıl almaz olayı anlattı.
    “Azâmet Deryası‟nın suyu sonsuz geçmiĢten beri Tecelli ġelalesi ile Ululuk Girdabı olan fındık kabuğuna dökülür. ġimdiye kadar ne Azâmet Deryası‟nın suyundan bir damla eksildi ne de Ululuk Girdabı‟nın kabuğu doldu. Ezelden ebede böyledir.
    Ululuk Girdabı ile Tecelli ġelalesi‟nin yanında birkaç yıl kaldık. Ġlk günlerdeki akıl donukluğum, hayretim azalmıĢtı. Hatta son günlerde akla hayale sığmayan manzaralar basit gelip hiç ilgimi ve dikkatimi çekmez oldu. Buralara boĢuna gelmiĢim diye düĢünmeye baĢladım.
    Rehberimize “ġu sonsuz derya sonsuz zamandan beri Ģu fındık kabuğuna akıyor. Fındık kabuğu dolmuyor. Bu ne anlama geliyor. Bize ne anlatmak istiyor?” dedim.
    “Gördüğün Ģey gördüğündür. Hiçbir Ģeye iĢaret etmez. Bu sonsuz deryadır, bu fındık kabuğudur bu da bir Ģelaledir. Sen ne arıyorsun, anlayamadım” dedi.
    Bu boyutta her Ģey sonsuz ve sınırsızdı. Fakat olaylar ve sözler tek anlamlıydı, anlam içinde anlamlar yoktu. Ġnsanların mantık yapılarında bir olaydan ya da sözden anlam çıkarmak yoktu. Doğmak, ölmek, var olmak, yok olmak, mutluluk, mutsuzluk gibi olaylar ve kavramlar yoktu. Aksakallı bilgenin bilgisinin bize göre çok yüzeysel olduğunu fark ettim.
    Belki de “Ġlim” onlar için “tek bir nokta” halinde tecelli ediyordu.
    Bizim boyutta olaylar ve kavramlar zıtlarıyla mevcut olduğu için iĢaretlerle, mecazlarla “çoğaltmıĢ” olabilirdik.
    Kafam karıĢık halde iken dünyada asla duyamayacağım Ģiddette gürültü meydana geldi. Sesin sonsuz Ģiddetinden bayılmıĢız. Ayıldığımız zaman tek olan vücut organlarımızın iki olduğunu fark ettik. Sevinçten birbirimize sarıldık.
    3. BĠR‟DEN ĠKĠ‟YE NÜZUL (ĠNĠġ)
    Bilge bizi halka halinde oturttu. Bana dönerek “Anlattığın akıl dıĢı Ģeylerden arkadaĢlarına da bahset, meydan senin” dedi.
    Anlamayacaklarını bildiğim halde, normal bedene dönmenin verdiği sevinçle bizim boyuta göre tuhaf olan manzaralardan ne anladığımı özetledim:
    “Önce organlarım iki idi. Bu âleme geldim teke düĢtü. Altın Cablisa‟da yine iki oldu. Organlarımın görünüĢü ve sayısı değiĢime uğradı ama düĢüncelerim, bilincim, benliğim hep aynı kaldı. Ġki organla da aynı görüp iĢitiyordum, tek organla da.
    Sizin âleminizde sizlerle yaklaĢık on yıl geçirdim. Kendi âlemimde ise henüz bir saniye yaĢamadım.
    Sonsuz deniz Azamet Deryası bilincimizdeki sonsuz esmâ boyutudur. Fındık kabuğu; eski sûfîlerin kalb dediği beynimizdeki düĢünce merkezidir. DüĢünce merkezimiz görünüĢte fındık kabuğu kadar sonlu sınırlıdır. Fakat sonsuz sınırsız olan Azamet Deryası‟nın tüm varlığını kapsayabilecek kapasiteye sahiptir. Hatta tüm sonsuzluğu yutar da bir zerre yeri dolmaz.
    Tecellî ġelalesi, esmâ boyutu ile düĢünce merkezimizi birleĢtiren tefekkür bağıdır.
    Duyduğumuz muazzam ses;
    insanın kendi hakikatini hatırlama anıdır.
    Yıllarca okumanın, üstadların ilmini hazmetmenin, hayatın maddi manevi çilelerini çekmenin sonucunda yaĢanan “an”dır.
    DüĢüncenin en keskin virajıyla kendine döndüğü “vuslat” saniyesidir.
    Kul‟un kendi hakikati olan Hak ile vuslat anıdır.
    Ġki‟nin bir ile aynı sayı olduğunu bildiği andır. . .”
    Sevincimden sonsuza kadar konuĢabilirdim. Fakat Altın Cablisa‟lıların uyku horultuları keyfimi kaçırmıĢtı. Ak sakallı ihtiyar bilge de benim sohbetimden o kadar sıkılmıĢtı ki, sıkıntıdan sakal tellerini yoluyordu.
    Altın Cablisa‟lılar zaten teklik halindelerdi. Hiçbir zaman benim gibi iki olmamıĢlardı. Ġkiyi bilmiyorlardı. ġirki bilmiyorlardı.
    Ben hem ikilik cehennemini hem de teklik cennetini yaĢadığım için “Bir”lik edebiyatını “ikilik” lügati ile çok iyi parçalayabiliyordum.
    Altın Cablisa‟lılara acıdım. Hiç cennet halinden çıkmamıĢ olan bu zavallılara cennetin değerini nasıl anlatabilirdim ki? Asla anlatamazdım, onlar da asla anlamazdı.
    Kendi dünyama, kendi boyutuma dönmek istedim. Evet, isteğimi denetleyebiliyordum. DönüĢüm kendi irademdeydi artık. Biraz sonra gözümü açacaktım ve Aynalı Baba‟nın mütebessim cemâliyle karĢılaĢacaktım.
    Ve gözlerimi açtım.
    Aynalı Baba;
    “An içre on yıllık iĢ ve oluĢ icrâ eden ey Hak nûru! HoĢ geldin!” dedi. Kahvemi de önüme koymuĢtu. Neyine üfleyip gazel okumaya baĢladı:
    Hep ikilik, birlik için,
    Bak iki göz, bir görüyor!
    Birlik ise, dirlik için,
    Bak iki göz , bir görüyor!
    Cennetin en yüksek makamı olarak tanımlanan bilinç hâlinde “birlik” (Ahadiyet) ve “ikilik” (Ģirk) gibi zıt kavramlar yoktur. Ġnsan cennetin en son makamına çıkmak için birliğin ve ikiliğin soyut olarak var olduğu “dünya/beĢ duyu” halini “ömür” olarak tadar. Fakat soyutluk “madde” etkisiyle yaĢanır. Taktirinde olanlar “dünya”nın bir rüya anı olduğunu fark ederek, birliğin ve ikiliğin olmadığı en son bilinç mertebesinin gerçeğine ererler. O mertebeyi anlatacak bir iĢaret kelimesi kullanmak gerekirse “AHAD” yazabiliriz.
    Rûh-ü ceset, arĢ-ü felek,
    Ġns-ü peri, cinn-ü melek!
    Birlik için hep bu emek,
    Bak iki göz , bir görüyor!
    Ġnsan beyninin çalıĢma sistemi; bütünü parçalayarak (analiz) ve parçaları birleĢtirerek (sentez) bilgi
    üretmek Ģeklindedir. Bu iĢlemi yaparken de; var-yok, bir-iki, tevhid-Ģirk, siyah-beyaz, nur-zulmet, aĢk-nefret. . .gibi iki tabanlı sayı sistemine dayalı mantığı kullanır. Ġnsan‟ı ruh ve beden olarak analiz eder. Aslında insan ruh da değildir beden de değildir. Ġnsanın tanımı yoktur. Zorunlu olarak bir tanım yazacak olursak o tanım sadece “AHAD” olur.
    Ruh, beden, arĢ, felek, insan, peri, cin, melek. . . ve diğerleri sadece “bütünün” parça imiĢ gibi anlatımı ve tanıtımıdır.
    ġirkten eyle hazer,
    Vaktini boĢ etme güzer!
    Âleme bir eyle nazar,
    Bak iki göz , bir görüyor!
    DüĢünce gücümüzü önce,
    ikinin (Ģirkin) gerçekte var olmadığını anlamaya yöneltmeliyiz.
    Sonra tek‟i anlamalıyız.
    Daha sonra da tek‟in iki‟nin iĢaretiyle varlık kazandığını çözmeliyiz.
    Tek‟in mantık dünyasının zıtlarından biri olduğunu hissedip,
    “AHAD” kelimesiyle iĢaret olunan “hal”i yaĢamalıyız.
    Âlemin (gerçeğin) bu bilgi penceresinden seyredilmesi gerekir.
    Sen de seni, sen de seni
    Bil ki budur “allemenî”!
    Birliğe gör can-u teni,
    Bak iki göz , bir görüyor!
    Sen sendesin… Sen baĢka bir Ģeyde değilsin. Hz. Âli‟nin “Bir harf öğretenin kölesi olurum” anlamındaki “allemenî” sözünden maksat budur.
    Can ve beden iki ayrı “Ģey” değil aynı “Ģey”dir. Küll (bütün, Ahad) ve cüz (parça) aynıdır.
    Göz ikidir ama gözde gören birdir.
    Aynalı Baba gazeli bitirdi. Neyini koynuna soktu. Hiçbir Ģey demeden “sarayına” girip kapıyı kapattı.
    Ayağa kalktım. Fötrümü taktım. Kravatımı düzelttim. Bıyıklarımın ucunu büktüm. Bastonumu elime aldım, “Üsküdar‟a gideriken aldı da bir yağmur” Ģarkısını ıslıkla çalarak mezarlığın kapısına doğru yöneldim.
    Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (9. Bölüm)
    Yazar Editr Tarih Aralık 31st, 2007
    1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm 4. Bölüm 5. Bölüm 6. Bölüm 7. Bölüm 8. Bölüm
    sekizinci gün
    EBEDÎ BĠLMECE
    ruh bedendir beden ruhtur
    1. ÂLEMLER VATANIM, ĠNSANLIĞIN IZDIRABI RUHUMDUR
    “Verrâsihûne fil-ilm”
    “Ġlimde derinleĢenler ise, biz ona inandık, hepsi Rabbımız katındadır derler…”
    Âl-i Ġmrân sûresi, âyet: 7
    Sabahın alaca karanlığında mezarlıktayım. Aynalı Baba; “Evlat, ne olacak bu memleketin hali? MuhteĢem Ġmparatorluk yok olmak üzere. Üç kıtadan geriye mendil kadar toprak kaldı. Onu da Ġstanbul aydınları Amerikalıya mı Ġngilize mi kiralayalım diye tartıĢıyorlar..
    PadiĢahın eli kolu bağlı iradesiz yetkisiz halde, atası Osman Gazi Hazretlerinin mirası üstünde oturuyor. Biz ise Ģu yıkık dökük mezarlıkta kaval çalıp ayakta hayal görüyoruz. Vatan elden gidiyor. Gafletten uyanıp nice gafilleri de uyandırmak gerek değil mi?” diye, hiç beklemediğim bir tarzda konuĢtu.
    Aynalı‟yı dünya iĢlerinden el etek çekmiĢ bir ahret adamı zannediyorken onun ülke ve dünya siyasetiyle yakın ilgisi beni ĢaĢırttı. Birden vatanperverlik hislerim kabardı. “Evet efendim! Bu uyuĢuk milleti uyandırmanın zamanı geldi” dedim ve oturduğum yerden sinirle ayağa fırladım, yumruğumu sıkarak havaya kaldırdım.
    BaĢımın arkasına topuz yaptığım saç kafamın üzerinden atlayıp burnuma indi. Burun kemiğim sızladı. Saçımın topuzu çok sertti ve arasında değerli taĢlar vardı.
    Çevreme bakındım. Yoksulluğun ve sefaletin kol gezdiği Çin diyarının Nankin ġehri halkından ilim ve mârifet peĢinde koĢan, saçı topuzlu bir Çinli bir talebeydim. Halkım ise iĢgal altındaki ülkeyi kurtarma peĢindeydi.
    Yüce Çin kralımız Ġngilizlerin kuklası olmuĢ. YaĢlı âlimler ve bilgeler uyuklamanın adına tefekkür koymuĢ. Zavallı halk aç sefil ne yapacağını ĢaĢırmıĢ. Benim ise içimde çözemediğim karmaĢalar var. Bu vatan toprakları, bu halk, bu sefalet ve rezalet bana yabancı geliyor. Kendimi sahte vatansever gibi hissediyorum. Çinli olmak bana gurur ve Ģeref vermiyor. Kendimden utanıyorum.
    Köksüz ot gibi Ģehir Ģehir dolaĢıp içimdeki bilgelik açlığını bastıracak bir üstat arıyorum. Ama nafile. Çin‟de yok. Nihayet yaĢlı bir adam aradığım Ģeyin Hindistan ormanlarında yaĢayan bir Brehmen rahipte olduğunu söylüyor. Tarif ettiği yere gitmek imkansız diye üzülüyorken yaĢlı bilge minik fincanla nilüfer çayı ikram ediyor. Bir yudum alıyorum, baĢım dönüyor, gözlerim bulanıyor. Çok aç olduğumu hissediyorum. BaĢımı kaĢımak için elimi saçlarıma götürüyorum fakat kafam ustura ile kazınmıĢ parlak deri halinde. Nilüfer çayından aldığım bir kaç yudumla özümdeki Hindistan‟a ve Brahman tecellime ulaĢtığımı hissediyorum.
    Etrafıma bakıyorum, benim gibi yüzlerce Brahman rahip adayı var. Hepimiz de Delhi Ģehrinden bu ıssız ormandaki gizli tapınağa gelmiĢiz. Daha doğrusu Ġngiliz iĢgali altındaki vatanımız olan Hindistan için savaĢmaktan kaçmıĢız. Amacımız ilim irfan değil, vatan uğruna çalıĢmaktan kaytarmak. Vatanım Hindistan çok yoksul bir yer. Ailem, halkım hayvanlardan daha zor Ģartlar altında yaĢıyor. Ben ise içimde aradığım bir gerçeğin peĢindeyim. Buradakilerden sadece benim amacım savaĢtan kaçmak değil, gerçeği aramak. Yine de kendimi vatan haini gibi hissediyorum. Geride bıraktığım kardeĢlerim vatan aĢkıyla Ģehit olup ebedi huzura kavuĢmak için uğraĢırken ben ise ne olduğunu bilmediğim bir gerçeği arıyorum. Çanlar çalmaya baĢladı ve tapınağa girdik.
    Ġlk ders baĢladı. Brehmen üstat ile karĢılıklı çok uzun müddet oturduk. Nihayet mezardan gelen iniltiye benzer bir sesle bana hitap etti:
    “Ey Çinli talebe! Derdin nedir? Ne arıyorsun?”
    Ben Hindistanlıydım. Brehmen ise bana Çinli olarak hitap etti. Ġtiraz etmedim. Üstadın bildiği vardır deyip sustum. Fakat derdimi hemen söyledim.
    “Ebedî bilmeceyi. Ruhun hakikatini arıyorum”
    “Herkes onu arıyor! Fakat onu diriler bulamaz. Sen ölmeye razı mısın?”
    “Evet.”
    Brehmen kulağıma eğilerek; “Yalnız kalacağın odaya git. Buraya tekrar gelmeye hazır oluncaya kadar „omm, omm, omm‟(*) diye zikir çek. Bunun anlamı „büyük ruh‟tur, büyük ruh ise senin vatanındır. Gerçek vatanını hatırlayıncaya kadar bu zikre devam et.”
    Bir kiĢinin büzülerek oturabileceği karanlık odama girdim. Kapıyı üzerimden kilitlediler. Karanlığa gömüldüm. Bir gün sonra duvardan bir delik açıldı. Ġçeri bir avuç kavrulmuĢ mısır ve bir fincan su uzattılar. Hizmetçinin alaycı sesi;
    “Bunlar hayvanlığı artıracak Ģeyler ise de henüz nefsi kırmaya ve perhize alıĢmadığın için birkaç gün verilecektir!” dedi.
    Yedi yıl bu karanlık hücrede kaldım. Günlük besinim olan bir avuç mısır ile bir fincan su bir müddet sonra iki günde bir, bir yıl sonra üç günde bir, üç yıl sonra üç günde bir verilmeye baĢlandı. Hareketsizlikten dolayı bu kadarı dahi fazla gelmeye baĢladığı beĢinci yılda haftada bir avuç mısır yemeyi ve yirmi günde bir fincan su içmeyi kendim tercih ettim.
    Yedinci sene baĢında „vatanım‟ zikrinin (omm) etkisi belirginleĢti. Bedenim tüm evreni kaplamıĢtı. Evren bedenimdi, bedenim de vatanımdı. Evrendeki her zerre sonsuz bir acı ve ıstırap içinde çılgınlar gibi kendi etraflarında dönerek belli bir istikamete doğru akıp gidiyorlardı. Fakat ne acılarının sonu vardı ne de yolculuklarının sonu vardı. Ruhumun çektiği acı ebedî sonsuz vatanını yitirmiĢ olmaktı. Ebedi sonsuz vatanımı „ben varım‟ düĢmanı iĢgal etmiĢti. Varlık zannım; iĢgalci uluslara ve iĢgal edilen gerçek ise Hindistan‟a benziyordu.
    2. BEDENĠN ARINMASI, RUHUN ARINMASIDIR
    Yedinci senenin sonunda kaldığım hücreden çıkarıldım. Brehmen‟in huzuruna götürülürken tarif edilmesi ve anlatılması imkânsız bir güç ve durum kazanmıĢtım. Yürümüyor adeta ayaklarım yere değmeden birkaç santim havada süzülüyordum. EĢyalar saydamlaĢmıĢtı. Baktığım her Ģeyin içini ve arkasını görüyordum. Renkler pastelleĢmiĢti. Ġnsanların aklından geçen her düĢüncenin özel renklerini ayırt edebiliyordum. Her insanın ne düĢündüğünü renk analizini ve renklerin söz kalıplarına transferini yaparak okuyabiliyordum. Bana karĢı yöneltilen hayranlık, sevgi ve saygı düĢünceleriyle; kıskançlık, nefret ve küfür sözleri arasında hiçbir değer farkı yoktu. Herkese kendi düĢünceleri ne olursa olsun pozitife çevirip iade ediyordum. Bana söven de beni seven de benden pozitif enerji almakta eĢitti artık.
    Brehmen‟in huzuruna girdim. Eline uzanıp öptüm. Bu kadar basit ve yumuĢak hareketten o kadar korkunç bir gürültü çıktı ki normal halimde olsam kulaklarım sağır olurdu. Aslında çıkan ses Ģiddeti normal idi, fakat kulak hassasiyetim tam kapasite ile çalıĢmaya baĢlamıĢ ve duyamadığım ses boyutlarını algılar hale gelmiĢtim. Bu da sesin Ģiddetini sonsuz özellikte duymama neden oluyordu.
    Binlerce halk ve rahip yere eğilerek “Omm! Omm!” (Vatanım! Vatanım!) diye inleyerek yukarı bakıyorlardı. Neden yukarı baktıklarını merak ettim. Birden kendimin ve Brehmen‟in havada durduğunu anladım. Brehmen elimden tuttu, boĢlukta yürüyerek duvara doğru götürdü. Duvara yaklaĢtıkça saydamlaĢtığını ve bize engel olmadığını anladım. Sis bulutunun içinden geçer gibi duvarın içinden geçtik ve yere indik. Brehmen;
    “ġimdi ebedî bilmecenin cevabını buldun, zannederim. Ruhun gerçeğini bildin, sanırım” dedi.
    “Hayır, ruhun ne olduğunu hâlâ bilemedim.”
    “Büyük Brahma! Kendinin ruh olduğunu hâlâ anlamadın mı?”
    “Büyük Brahma derken bana baktın. Brahma ben miyim? Ruh ben miyim?”
    “Büyük Brahma! Havalarda uçar, her boyuttan geçer, madde ve enerji ona engel değildir. Hâlâ Brahma kendisinden Ģüphe içinde mi?”
    “ġüphe yok. Ben incelmiĢ bir bedenim ve hâlâ ruhumu göremiyorum. Yarın bir gün bu bedenim dağılacak, ruhum da yok olacak ve ben diye bir Ģeyim kalmayacak.”
    3. KENDĠ CENAZESĠNĠ YAKAN ĠNSAN
    Brehmen muazzam bir sadâ ile yere yığıldı. Birkaç kez bana bakarak “Büyük Brahma!” dedi. Bedeni gevĢedi ve öldü. Rahipler hemen koĢarak geldiler. Hizmetçiler anında oraya odun yığdılar. ÖlmüĢ olan Brehmen‟in cenazesini odun yığınının üzerine koydular. Üstadım yakılacaktı. Ġçimi müthiĢ bir acı kapladı. Beni Ģimdi kim eğitecekti.
    Yüzü tülle örtülü birisi duvardan içeri süzülerek elindeki meĢaleyle odunları tutuĢturdu. Çevreyi ağır bir et kokusu ve daha ağır baharat tütsü kokuları kapladı. Kusacak gibiydim. Birden meĢaleli adamın yüzü dikkatimi çekti.
    Brehmen bana bakarak tebessüm ediyor ve kendi cansız bedenini yine bir baĢka fakat aynı canlı bedeniyle yakıyordu. Kendi cenaze törenini kendisi icra ediyordu. Ġçimden gelen bir ses,
    „Kendi cenaze namazına katılan velîleri hatırla‟ diye titreĢti.
    Brehmen; “Ey Çinli talebe! Ruhu Ģimdi anladın mı?” dedi. Daha cevap vermeden arkamdan bir el omzuma dokundu. Döndüm baktım aynı Brehmen arkamdan bana bakıyor.
    Birisi yanıyor, birisi önümde birisi ardımda. Üçü de aynı. Üç‟ü bir‟e; bir‟i üç‟e eĢit. Derken dördüncüsü beĢincisi… Tüm tapınak ağzına kadar aynı Brehmen ile doldu. Her birisi birbirinden bağımsız hareket ediyor ve benimle konuĢuyordu. Nereye baksam onun yüzünü görüyordum.
    4. KENDĠ KALBĠNĠ KĠLĠTLEYEN, KENDĠ KALBĠNĠ AÇAN, O‟DUR
    Kendime bakmak istedim. Parlak duvara gittim. Duvardaki görünen yine Brehmen‟di. Çinli talebe ve Brehmen diye iki ayrı beden ve ruh yoktu. Ölen, doğan, yanan, birbiri ile konuĢan tek bir ruh ve tek bir gerçek idi. Ruh ve beden ayrılığı düĢüncesini tamamen kaybetmiĢtim. Daha doğrusu o yanılgıdan kurtulmuĢtum.
    Bir ses bana “Sizi Çinli bir talebe çağırıyor” dedi. Ben Brehmen‟dim ve “Gelsin” dedim. Birden kendimin Çinli talebeye dönüĢtüğünü hissettim ve karĢımda Brehmen üstat ve binlerce halk eski haliyle göründü.
    Brehmen tekrar “ruhu anladın mı?” dedi.
    “Hayır efendim. Ben anlamak istemiyorum artık anlayamayacağımı anladım ve „olmak‟ arzu ediyorum.”
    “Olmak! Olmak! ĠĢte bu mümkün değil.
    Olmak için evvela olmamak gerekir.
    Senin ruh olman için önceden de Ģimdi de gelecekte de „ruh‟ olmaman gerekir.
    Ama sen ruhsun ve asla değiĢmeyeceksin.
    Sadece kendini beden zannediyorsun ve bedene hapsolmuĢ bir ruhun olduğunu var sayıyorsun.
    Bu zannından kurtulmadıkça ne beni anlarsın ne de kendi gerçeğini.”
    “Yanılgıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir?”
    “Yedi yıl boyunca ölmeden evvel ölmeyi öğrendin. Ebedi yanılgıdan ebediyen kurtulmak için de ebedî varlığını feda etmen gerekiyor. Buna razı mısın?”
    “Varlığımı sıfırlarsam, tamamen yok olursam ne olacak?”
    “Hiç. Hiçbir Ģey olmayacak. Geriye Brahma (külli ruh-tanrı) kalacak.”
    “Ben yok olacağım, Brahma var olmaya devam edecek, öyle mi?”
    “Evet.”
    “Bu ilahi vahĢet değil mi? Önce beni var ediyor, sonra ebedi yok ediyor ve kendisi var olmaya devam ediyor. Peki, Brahma niçin yok olmayı ve beni ebedi var yapmayı kabul etmiyor?”
    Brehmen‟in gözlerinde bir sevinç ıĢıltısı belirdi.
    “Evet, Ģimdi doğru soruyu sordun ve doğru cevabı buldun. Brahma zaten bunu yaptı. Kendisini ebedi olarak yok edip sen, ben ve her Ģey tecellisinde ebedî var oldu.”
    “Ben önce Brahma mı idim? O var iken ben yok, ben var iken o mu yok oldu? Brahma eskiden bütün idi Ģimdi parçalandı mı?”
    “Bu daha doğru bir soru! . . Brahma hiçbir zaman bütün ve parça değildi. Hep Ģimdiki gibiydi, hep bu halde var idi ve var. Brahma sana dönüĢmedi. Fakat kendisini sen olarak ben olarak, o, bu, Ģu olarak ebedî unuttu. Bazılarımızda „hatırlamayı tercihli‟ (kalpleri çalıĢan, örtüsüz) olarak kendini unuttu. Çoğunlukta ise kendini „hatırlama engelli‟ (kalpleri kilitli, mühürlü, örtülü) olarak ebediliği tercih etti.”
    ġimdi Çinli talebe olarak ebedi yokluğu tercih edip ebedi varlığı yani ebedi ruh olmayı kabul ediyor musun? Var olmakla yok olmayı anlayabiliyor musun?”
    “Evet.”
    Elimden tuttu, gizli bir odaya götürdü. Kilitli bir sandığı açtı, içinden çıkardığı levhayı önüme koydu ve “Yedi bin yılda ancak yedi kiĢi ebedi yokluğu kabul edebilir. Sen yedincisisin. Ġsmini oraya yaz” dedi.
    Ġsmimi yazdım. Ama yazdığım isim benim adım değildi. Hiç bilmediğim harflerle karaladığımı okudum „Râci‟ yazıyordu.”
    Brehmen; “ġimdi kendini kurtardın, vatanına döndün. Ruhun hakikatini anladın. Bedenin ruh, ruhun beden olduğunu bildin. Artık geriye dönüp biraz da ulusal toprak kurtarmak vaktidir” dedi.
    Gözlerimi açtığımda yumruğum hâlâ havada duruyordu.
    Aynalı Baba gülümseyerek,
    “Heyecanlanma nûrum vatan toprağı lafla kurtarılmaz.
    Cepheye giderken
    geride bıraktığın
    dünya servet ve nimetlerini
    aklına getirmemekle
    kurtarılır”
    dedi.
    Benim aklımda ise baĢka bir Ģey vardı. Ruhu anlamıĢtım ama hâlâ aklımda Ruhun aslı nedir düĢüncesi yatıyordu. Bir mezar kenarına oturdum. Yine dalmıĢım.
    5. KONUġAN BEBEK KĠM?
    Tüm letafetimle havada süzülerek “bilgi dağına” gidiyordum. Yol ortasında kundaklı bir bebek görüp durdum. Bebek gözlerini açarak “Merhaba ey mârifet yolcusu” dedi.
    Bebeğin konuĢmasına ĢaĢırmıĢtım. Bebek;
    “Ben her insanın saf ve temiz gönül aynasıyım. Benim konuĢmam seni ĢaĢırtmasın. Çünkü konuĢan ben değilim. Sen kendi gönül aynanı bebek olarak görüyorsun ve onda bozuntusuz yansıyan sonsuz bilgiyi algılıyorsun” dedi.
    Kendimin zamansız yönümü anımsadım. Aklıma Râci‟lik tecellimde bir türlü anlayamadığım „beĢikte konuĢan Ġsâ‟ hikayesi geldi. Bebek aklımdan geçeni okumuĢtu, hemen cevapladı:
    “Babasız doğan mucize bebeğe insanlar inanmayacak. Bebek de her insanda mevcut olan üzeri tozlanmıĢ gönül aynasının tozu altına tecelli edip onlara kendi vicdanlarından seslenecek. Ve gönül aynaları kararmıĢ insanlar kendi saflıklarını konuĢan bebek Ģeklinde dıĢlarında algılayacak.”
    Aldığım bu cevap kendi özümden gelmiĢti. Ben de kendi sonsuz özümü ya da öteki adıyla konuĢan bebeği dıĢa yansımıĢ görüyordum. Bebek bu sefer ruh düĢüncemi cevapladı.
    “Sen ruh olmak için ebedi hayatını feda ettiğini zannettin.
    Fakat zaten Râci olarak sahip olmadığın ebediyeti yine feda edememiĢ oldun.
    Sadece o mevzudaki yanlıĢ fikirlerini düzelttin…
    Ruh düĢüncesinden hiçbir fert ve hiçbir zerre ebedi olarak kurtulamaz.
    Ancak ruh hakkındaki yanlıĢ bilgilerden kurtulabilir.
    Bunun için de var olmayı ve yok olmayı bir tutmak gerekir.”
    Gözlerimi açmıĢım ve farkında olmadan;
    “Varlıkla yokluğun aynı olduğunu nasıl ispat edebilirim?”
    demiĢim. Aynalı Baba gülerek;
    “Varlıkla yokluğun aynı olduğunu;
    bilmek ve bilmemek arasında
    fark olmadığını
    bilen deliler ispat edebilir”
    dedi.
    Midemde yedi bin yıllık açlık hissediyordum. Beynim ise hâlâ sonsuz derecede aç idi. Aynalı Baba; “Bu gün yeterince yoruldun. ġimdi evine git ve dinlen. Yarın beynindeki ilim ve irfanın açlığını dindirecek olan „ilmin ve irfanın efendisi‟ ile buluĢmak vaktidir” diyerek büyük bir fincan kahve ikram etti.
    Hâlâ damağımda hissettiğim nilüfer çayının kokusuyla karıĢan kahvemi içtim ve mezarlıktan ayrıldım.
    Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (10. Bölüm)
    Yazar Editr Tarih Ocak 24th, 2008
    1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm 4. Bölüm 5. Bölüm 6. Bölüm 7. Bölüm 8. Bölüm 9. Bölüm
    dokuzuncu gün
    ULULAR MECLĠSĠ
    her Ģey olduğu gibidir
    1. PĠYANĠST EVLĠYÂ
    “Yolları ne var ayrı ise? Hep sana âĢık / Her birisi bir yol ile gülzâra gelirler”
    Niyâzi-i Mısrî
    Sisli bir sabahta erkenden uyandım. Ġçimde sebebini bilemediğim bir sıkıntı vardı. YavaĢ yavaĢ mezarlığa doğru yürümeye baĢladım. Bu gün havanın sisli, içimin sıkıntılı olmasından dolayı hüzünlü ney iniltisi dinlemek istemiyordum..
    Mezarlığın duvarına yaklaĢtıkça kulağıma saz sesi gelmeye baĢladı. Sabah ziyaretine gelen bir medrese mollası yüzünü ekĢiterek; “Bizim Aynalı deliye bu gün yine Ģeytan karıĢmıĢ herhalde, ölülere saz çalıveriyor” dedi.
    Kulübenin önüne geldiğimde Aynalı Baba bir iskemleye oturmuĢ, neĢeli bir saz taksimi geçiyordu. Sessizce yanına vardım, boĢ duran diğer iskemleye de ben oturdum. Kendinden geçmiĢ halde hem çalıyor hem de söylüyordu:
    Zâhid bize ta‟n eyleme,
    Hak ismi okur dilimiz,
    Sakın! Efsâne söyleme,
    Hazrete gider yolumuz.
    Ey katı ve taklitçi dindar!.. Saz çalan Ģu mümini kınama, küfürle suçlama.
    Hakkın ilminden baĢkasını dilimiz söylemez.
    Sakın bize ilim irfan diye hikâye ve masal anlatmaya kalkıĢma.
    Bizim yolumuz her an hakikat huzurunda olmaktır.
    Erenlerin çoktur yolu,
    Cümlesine dedik beli,
    Ko desinler bize deli,
    Usludan yektir delimiz.
    Kendi özünü tanıyanların hakikati anlatıĢ yolları farklı farklıdır.
    Biz bunların hepsinin aynı hakikati farklı mantıklarla izah ettiğinin bilincindeyiz.
    Her yolun hakikate çıktığını söylemek delilik ise, bundan korkumuz yok, deli desinler bize.
    Ama bizim delimiz onların en akıllılarından daha da akıllıdır.
    Muhyi sana ola himmet,
    ÂĢık isen canan minnet!
    Elîf Allah, mim Muhammed,
    Kisvemizdedir dâl‟ınız.
    Ey Muhyî! Sana Hakk‟ın ilim ve irfanla sağladığı yardımı ulaĢsın.
    Eğer gerçekten Hakk‟a âĢıksan etrafın dedikodusuna aldırmazsın. Hatta çevrenin baskı ve zulmü senin değerini açığa çıkarır.
    BaĢı ve sonu olmayan düz çizgi (elif harfi- ) Allah’
    - ) olur.
    Mim ya da Muhammed ismi ile de kendi hakikatini idrak eden bilinç boyutuna işaret olunmaktadır.
    Elif’in bir vechi (yönü) zahir isminin, diğer vechi (yönü) bâtın isminin tecellisidir.
    Elif’in iki vechi (yönü) ortadan kıvrılıp kendini seyre dalınca (dal-) harfi olur.
    Bu da abdiyyet sû’ hakikatinin dal harfiyle anlatımıdır.
    Abdiyyet hali bu sırrı taĢıdığı içindir ki en yüce mertebe sayılmıĢtır.
    Aynalı‟nın saz ile okuduğu Ģiirin derin anlamları içinde yüzerken birden seslenince irkildim.
    “Evlat ben sadece saz çalmam. Her türlü musıkî aletini de çalarım” dedi.
    Sisin verdiği sıkıntımı biraz olsun hafifletip neĢelenmek için içimden espri yapmak geldi. “Piyano da çalar mısın?” diye gülerek sordum. Bana en az bir düzine batılı piyano bestekâr ismi ve eserlerini saydı. Her eserin ana temasını da ses ve ıslıkla tarif etti.
    Kerameten (keramet olarak) söylüyordur diye düĢünüyordum. Koluma girerek kulübesine götürdü. Ġlk defa içeri giriyordum. LoĢ odanın bir köĢesindeki eski örtüyü kaldırınca gözlerime inanamadım. Eski bir piyano
    tam karĢımda duruyordu. Gaz lambasını yaktı. Piyanonun baĢına oturdu. Nota defterinden bir yaprak seçti ve kısa bir konser verdi.
    Ney çalan evliya olabilirdi. Çünkü ney Nebî mesleği çobanlığın kavalını andırıyordu. Saz da Horasan erenlerinin kopuzuyla tasavvuf dünyasına girmiĢti. Ama piyano bir Osmanlı evliyasının kullanabileceği bir çalgı aleti değildi. Hele mezarlıkta yaĢayan ve kendini tamamen ahirete vakfetmiĢ bir evliya?
    Aynalı aklımdan geçen her suale arifane cevaplarını verdi.
    “ġeytan çalgı çalmaz nûrum. O zavallının ne mızrap tutacak eli var ne de tuĢ basacak parmakları var.
    Ney üfürmek, saz çalmak hocasız mektepsiz öğrenilebilir. Ama piyano çalmak bir sanattır. Deftersiz, kalemsiz, üstatsız ve mektepsiz olamaz. Sanatı üstadından öğrenmek Allah‟ın kanunudur, kerameten piyano çalmak Allah kanunlarına isyandır. Âsiden ârif değil hokkabaz olur.
    Çalınması en zor enstrüman „insan‟dır. Ġnsan denilen sonsuz akort ayarlı enstrümanı doğru olarak çalmak için en zor çalgı aletlerinden birini öğrenmek gerek. Ben de piyanoyu tercih ettim ve üstadından öğrendim.
    Dünya ve ahiret bizim için iki ayrı mekân değildir. Dünyaya küsen ahirete de küser. Dünyayla barıĢan ahiretle de barıĢır.
    Kendini tanrı dostu zannetmenin onulmaz marazına düĢen (Ģizofren) zavallılar,
    halka ahiret adamı olarak görünür.
    Gerçek Allah dostları ise dünya ve ahiret arasındaki sınırı kaldırıp her Ģeye hakkını verirler.”
    Aynalı Baba konuĢurken kafamdaki yanlıĢ bilgiler yıkılıyordu. Kulaklarımda ise Avrupa saraylarında dinlediğim senfoniler yankılanmaya baĢlamıĢtı. Farkında olmadan a‟mak-ı hayalime dalmıĢım.
    2. BEġERĠYETĠN SORUSU
    Gayet büyük bir sarayın içinde bir locadayım. Saray duvarları yüzlerce küçük loca ile dolu. Her locada bir insan oturuyor. Sarayın salonu ise binlerce insan alacak kadar geniĢ.
    Salonun ortasında sıralanmıĢ tahtlar var. Birisi diğerlerinden daha yüksekte duruyor. Tahtlarda yüzleri peçeli, heybetli insanlar oturuyor.
    Birisi ayağa kalkarak konuĢtu:
    “GeçmiĢ ve gelecek tüm insanların namına „beĢeriyet‟ gelmiĢ. Meclisimize bir suali varmıĢ. Münasip bulursanız gelsin” dedi.
    Mecliste bulunanlar baĢlarıyla onayladılar.
    Sefil kıyafetler içinde, sakat, hasta ve zavallı „BeĢeriyet‟ sararmıĢ çehresiyle ürkerek içeri girdi. Reis vekili hitap etti:
    “Ey BeĢeriyet! Otur. Rahat et ve sualini sor.”
    BeĢeriyet oturmadan dedi ki:
    “Oturmak ve rahat etmek mi? Yüzbinlerce yıldan beri oturup rahat edecek vakit mi buldum? Bir taraftan geçim sıkıntısı ve ihtiyaçların tazyiki, diğer taraftan bedenimdeki bin türlü hastalık… Rahat etmeye imkân yok. Bu kadar zor Ģartlar altında intihar etmeden varlığımı sürdürmem çok zor. Bu intihar düĢüncesi beni rahatsız ediyor. Hiç olmazsa bu sefalete niye katlandığımı ve niçin intihar etmediğimi birisi bana izah etse”
    BeĢeriyet son derece dertli ve çaresiz idi. Meclisi zavallı „beĢeriyet‟in ümitsizliği ve karamsarlığı kaplamıĢtı. Birisi ayağa kalkarak BeĢeriyet‟i teselli etmek için Ģunları söyledi:
    “Ġnsanı hayata bağlayan bin türlü lezzetler ve çeĢitli beĢeri bağlar var. Ama hayat denilen Ģey ise kısa bir ömür ve binlerce dert ile keder dolu. Buna rağmen herkes onun peĢinde koĢmaktadır. Bunun hikmeti nicedir, kimse bilmez.
    Hayat insanı bir an rahat bırakmaz. Ġnsan doğunca ağlar, bebekliğinde, çocukluğunda içi yana yana ağlar. Gençliğinde dünya tazyikinden sessizce feryad eder, kimse duymaz. Bitmez tükenmez beklentileri vardır. Ġhtiyarlığında ise yüz bin meĢakkat ve sıkıntı çeker.
    Ecel vakti geldiği zaman bitmeyen ömrün sadece „bir an‟dan ibaret olduğunu anlar. Bunca sefalet bir an için miydi der.
    Hayattaki bu zevk ve kıymet, akıllı kimseler için Allah‟ın kudret eserlerini seyretmek; cahiller için de yemek ve Ģehvetten ibarettir.
    Ârifler zevk ve keder denilen Ģeylerin Hakk‟ın cemal ve celal esmasının birbiri ardınca tecellisi olduğunu bilirler.
    Cahiller ise „Celalsiz‟ bir „Cemal‟ peĢinde koĢmak;
    hayvani acısız, elemsiz, kedersiz bir ömür sürmek sevdasındadırlar.
    Zevkleri hemen unuturlar acıların ise özellikle kendilerini bulduğunu iddia ederler.
    Ve ömürleri Hz. Celal‟e isyan ile geçer. Hz. Cemal‟i ise tanrı edinmek isterler”.
    BeĢeriyet bir ah çekti ve:
    “Doğru, doğru… Bana söyleyiniz, merhamet ediniz; hayattan tiksiniyorum, onsuz da edemiyorum. Sonsuz mutluluk nedir? Bunu izah ediniz” dedi.
    Reis vekili:“Bu meseleyi ancak „ilmin ve irfanın efendisi‟ halledebilir” dedi ve meclis beklemeye baĢladı.
    3. ULULARIN CEVABI
    Saraydaki senfoni sustu. Ġlmin ve irfanın efendisi geldi. Meseleyi anladı. Mecliste bulunanlara sıra ile söz verdi.
    Ġbrahim a.s.
    “Sonsuz mutluluk; çalıĢmak, kazanmak ve kazandığını insanlarla paylaĢmaktır” dedi.
    Musa a.s.
    “Sonsuz mutluluk; nefsini, Firavun gibi insanın baĢına bela olan aĢırı isteklerden arıtmaktır” dedi.
    Çin diyarının âlimi Konfüçyüs,
    “Sonsuz mutluluk; bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri sığdırmaktır” dedi.
    Eski Yunan‟ın mistik filozofu Eflatun (Platon),
    “Sonsuz mutluluk; her Ģeyin hiç bozulmayan ideal özünü daima akılda tutmaktır” dedi.
    Eflatun‟un talebesi akıl ve mantık uzmanı Aristotales,
    “Sonsuz mutluluk; tüm eĢyayı ve tüm olayları cinsine göre sınıflayıp mantık süzgecinden geçirmektir” dedi.
    Orta doğunun gizemli insanı ZerdüĢt,
    “Sonsuz mutluluk; aydınlığın karanlığı yok etmesidir” dedi.
    Hinduizm‟in büyük üstadı Brahma,
    “Sonsuz mutluluk; nefsinin her isteğine tersini vermek ve zannımızın aksinin doğru olduğunu anlamak” dedi.
    Ġsâ Mesih a.s.
    “Sonsuz mutluluk; geçmiĢi unutmak, Ģimdiki hali hoĢ görmek ve geleceği düĢünmemektir” dedi.
    Lokman Hekim,
    “Ġnsanlar bu kavramı elde edemedikleri her Ģeyi ifade edebilmek için icad etmiĢlerdir” dedi.
    Hızır,
    “Sonsuz mutluluk; gönüle bitmek tükenmek bilmeyen isteklerin girmemesidir. Böyle bir gönül her an her yerde bir hayalet gibi tecelli edebilir” dedi.
    Buda, ayağa kalkarak,
    “Ey BeĢeriyet! Sonsuz mutluluk; evrenle bütünleĢip yok olmanın diğer adıdır. Nirvana! Nirvana!” dedi ve oturdu.
    Salonun ortasındaki beĢeriyetin baĢı döndü, sendeledi ve yere düĢerek, “Hangisi doğru?” dedi.
    4. BEġERĠYETĠN ĠLACI
    Ġlmin ve irfanın efendisi ayağa kalkarak;
    “Ey BeĢeriyet!
    Mutluluk,
    hayatı olduğu gibi algılamak,
    hayatın sırtımıza yüklediği yükleri taĢımak
    ve
    her Ģeyin daima daha mükemmele gitmesi için
    üzerimize düĢeni yapmaktır!”
    dedi.
    BeĢeriyet ayağa kalktı. Canlı ve dinç bir sesle;
    “Ey ilmin ve irfanın efendisi!.
    Her boyutun tanıdığı bilgi kaynağı!.
    Her beĢerin kendi levhi mahfuzundaki
    „okunası bilgileri‟
    irsal etme sisteminin kurucusu!
    BeĢeriyetin dertlerini anlayan
    Ve
    ilacını tam olarak tavsiye eden
    yalnız sensin sen”
    dedi.
    Hayatı olduğu gibi algılayabilmek için algılama aracı olan bilincimizin (kalbimizin) ilim ve amel ile arınması doğal haline dönmesi gerekir.
    Hayatın yükleri; kendi elimizle hazırladığımız geleceğimiz ve kendi elimizde olmadan geleceğimizi etkileyen olaylardır. Acı ve tatlı her olayı kendi ruh sağlığımızı bozmayacak Ģekilde karĢılamalıyız.
    Biz istesek de istemesek de yaĢadığımız iyi ve ya kötü olaylar her birimi en mükemmel geleceğine taĢımaktadır.
    A‟mak-ı hayalimden çıktım. Sis dağılmıĢtı. Gayet dinç olarak ayaktaydım.
    Saraydaki „beĢeriyet‟in ben olduğumu anladım. Hayalimin derinliklerinden bana hitap edenler gerçekte o Ģahıslar değildi. Benim yıllar boyunca kütüphane köĢelerinde yaptığım çalıĢmaların bilincimde oluĢturduğu birikim boyutlarıydı. Aynalı Baba kahve âlemlerinde beynimin akordunu „kendimle buluĢmaya‟ ayarlıyordu. Ve ben levhi mahfuzumdaki külli bilgiden nasibim kadarını indirebiliyordum yani „irsal‟ ediyordum.
    Kulübenin önünde bir fincan kahve ve kapalı bir zarf duruyordu. Çevremde Aynalı Baba gözükmüyordu. Zarfın üzerinde inci gibi bir yazıyla “ Kahveni iç ve zarfı aç” yazıyordu.
    Gayet sakin kahvemi içtim. Keyifle zarfı açtım. Ġkiye katlanmıĢ kâğıdı okudum:
    “Elvedâ! Gün gelir ki, yine görüĢürüz.”
    AkĢama kadar “bom boĢ” mezarlıkta hazîn hazîn ağladım…
    (devam edecek..)
    Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (11. Bölüm)
    Yazar Editr Tarih Ocak 27th, 2008
    MANĠSA TIMARHÂNESĠ
    akıl oyunları
    1- ġĠZOFREN
    Aynalı Baba‟yı bulmak umuduyla onuncu gün erkenden mezarlığa gittim. Kulübe‟nin olduğu yere geldim. Aynalı Baba olmadığı gibi kulübenin yerinde de yeller esiyordu. Toprakta, otlarda ve çevredeki bitkilerde daha önce orada bir kulübe olduğuna ve bir insan yaĢadığına dair hiç bir iz yoktu..
    Çevrenin bu kadar izsiz olması imkânsızdı. Kulübenin kaldırıldığı yerde kuru toprak olması lazımdı. Derme çatma kazıkların söküldüğü yerde çukurlar olmalıydı. Kahve demlediğimiz çalı çırpı ve kömür ateĢinin mutlaka külleri olmalıydı.
    Yoktu. Hiçbir Ģey yoktu. Orası yüz yıldan beri hiç yaĢanmamıĢ kadar tabii görünüyordu. Tam kulübenin yerinde uzun yemyeĢil otlar vardı. Bir günde çıkamayacak kadar normal otlar.
    Dokuz gün rüya mı görmüĢtüm?
    Hayır. Her yönüyle gerçek, dokuz ayrı boyuta yolculuk yaptığım gerçek günler yaĢamıĢtım.
    Dün gördüğüm medrese mollası zât bana doğru geldi ve selam verdi. ġaĢkın ĢaĢkın çevreyi incelememden bir Ģeyler aradığımı fark etmiĢti. Merakla sordu:
    “Hayırdır muhterem! Ne arıyorsun?”
    “Hiç!”
    “Hiç aranmaz. Hiç zaten yoktur. Haydi, söyle bana ne kaybettin? Ya da ne bulmak istiyorsun?”
    “Aynalı Baba‟yı ve kulübesini arıyordum.”
    Molla tatlı tatlı güldü ve alaylı bir tavırla konuĢtu:
    “Sen akıllı birisine benziyorsun ama sen de mi efsane peĢindesin? Aynalı deli buradan gideli neredeyse yüz yıl olmuĢ. Herkes onun evliya olduğuna inanmıĢ. Arada sırada burada görünür yalanı uydurulmuĢ. Ama o evliyadan değil, cinlerin zır zır delisinden olsa gerektir. Evliya olsa mezarlıkta saz mı çalar? Kaval mı üfler. Hele hele kâfir çalgısı piyano mu çalar? Ne evliyası be! O cinlere karıĢmıĢ bir deli!”
    Daha fazla Ģey konuĢmadan eve döndüm. Yüzümün tuhaf ifadesi annemi kuĢkulandırdı. Israrla ne olduğunu sordu.
    Aynalı‟ya ilk buluĢmamızda verdiğim sözü unutarak her Ģeyi olduğu gibi anlattım. Hâlbuki hiç kimseye Aynalı‟dan bahsetmemem gerekiyordu. Annem çığlık çığlığa komĢulara koĢtu. Hem kapı kapı dolanıyor hem de bağırıyordu;
    “YetiĢin komĢular! Benim oğlana mezarlıkta cinler karıĢtı. Kafayı üĢüttü. Aynalı deliyi gördüğünü zannediyor. Olmayanı görüyor. Ġmdât!..”
    Aynı gün tüm mahalle geçmiĢ olsuna geldiler. Yine aynı günün akĢamı iki zâbit, bir deli hekimi ve iki deli hademesi gelerek beni zavallı gözü yaĢlı annemden teslim aldılar.
    Yolda ellerinden kaçtım. Yıllarca Anadolu ve Rumeli yakasında Aynalı‟yı aradım. Ne gören vardı nede duyan vardı. Nihayet bir gün yakalandım ve tekrar zabitlere teslim edildim.
    Ne dediysem, ne kadar sırlardan bahsettiysem, insanın aslının ve hakikatinin hak olduğundan dem vurduysam da hep deliliğime bağlayarak teĢhisimi iyice ağırlaĢtırdılar. Akıllanmaz ve iflah olmaz akıl hastalığı (Ģizofren) sınıfına sokup en kısa zamanda Manisa Tımarhanesine kapattılar. Soğan gözlü cinlerin boyutunu ve oradaki halimi hatırladım. Onlarla hiç konuĢmayarak anlaĢabilmiĢtim ama kendi cinsim olan beĢer sınıfıyla anlaĢamamıĢtım.
    2- MEKTUPLAR
    Aklımı kaçırdığımı tüm eski dostlarım da duymuĢtu. Birisi beni zavallı yerine koyarak hazîn bir mektup göndermiĢ. Aklımda kaldığı kadarıyla Ģöyle yazmıĢ.
    Azizim Râci!
    AyyaĢlık devresinden sonra hastalık devresine gireceğini tahmin ediyordum. Ama ince hastalık (verem ve siroz) beklerken her zamanki gibi bizi ĢaĢırtarak akıl hastası oldun. Evliya gördüğünü, gâipten sırlar elde edip Hakk‟a vasıl olduğunu iddia etmiĢsin. Kafanın içinde sonsuz âlemler barındırdığını ve her âleme gidip yıllarca dolaĢıp aynı saniyeler içinde geri döndüğünü saçmalıyormuĢsun.
    Azizim Râci, sen nasıl bir filozof ve aydın batılı bilim adamısın? Hani Ġslam‟ın üstünlüğünü batıya kanıtlayacaktın? Kanıtların dokuz tane cin âlemi hikâyesi mi?
    Uykudan, rüyadan, keĢiften, kerametten Ģeriatta kanıt olmaz diyen sen değil miydin?
    Eski zarif üstadım Râci olduğun günler hatırına bana cevap ver.
    Allah; yakalanmıĢ olduğun “avanaklaĢma” (Ģizofren) hastalığına sağlık ve sıhhat bağıĢlasın.
    Dostun Sâmi.
    ArkadaĢıma anladığı dilden bir cevap gönderdim:
    Sevgili Sâmi!
    Mektubunu okudum. Hatırın için hayalimin derinliklerindeki aydınlıktan, sizin karanlık çukur dünyanıza beĢ dakikalığına çıkıp Ģu mektubu yazdım.
    Âlemin tımarhane, insanların da deli olduğunu söyleyen sen değil miydin? ġimdi benim deliliğime niçin hükmediyorsun? Senin gibi düĢünmediğim için mi aklımı yitirdim? Ya da herkes gibi deli olmadığım, tüm delilerin içinde tek akıllı olduğum için mi hepiniz bana deli diyorsunuz? Ne dediğiniz umurumda değil.
    Ben âlemlerin bir hayal perdesi olduğunu anladım. Gerçek ise hayal perdesinin iĢaretiyle anlaĢılabilir. Her gerçek daha üstün bir gerçeğe göre yine hayal hükmündedir. Bu sonsuza kadar böyle sürer gider.
    Basit dünya aklı ve fen bilimleri adi vak‟aları formüllerle anlatır. Ben bu bilimleri hak ya da batıl olarak tartıĢarak boĢa vakit harcamam. Benim amacım doğum ve ölüm arası yaĢamda dünyaya niye geldiğimizi, ne olacağımızı anlamak ve bizi göndereni tanımaktır.
    Benim amacıma, senin hayvanların yeme içme ve iyiyi seçme içgüdüsüyle aynı olan aklı meaĢın (dünyasal akıl) cevap veremez. Fen bilimlerinin de “ruh” diye bir bâbı (bilim dalı) yoktur.
    Ben aradığım soruların cevabını içine düĢtüğüm hayal aleminde, a‟mak-ı hayalde buldum.
    Senin göremediğin yıldız kümelerini, uzayın sonsuz derinliğini ben ıĢıksız ve gözsüz görüyorum. Maddenin en küçüğünün milyarlarca daha küçüklerini elsiz tutup, onlarla dilsiz konuĢuyorum. Ben öyle bir öz oldum ki; uzak ve yakın, görünen ve görünmeyen, madde ve ruh aynı oldu. Madde âleminin aslı benim emrimin tecellisi, mânâ alemi ise benim irademin yansımasıdır. Ama ben yine de aç olan ruhumu doyuramadım. Hâlâ ilme ve irfana açım.
    Ġlmin ve irfanın efendisi HER ġEYĠN OLDUĞU GĠBĠ olduğunu ilan etti. Hayatı olduğu gibi kabul edip, sonsuza kadar mükemmelleĢmeye gayret etmek yapacağımız tek iĢ.
    YaĢamda, “Ben evrenle bütünleĢip „nirvana‟ oldum” ya da „Benim varlığım yok oldu, Allah bâki kaldı (fena
    fillah)‟ ve benzeri Ģeylerle her hangi bir Ģey olmak yok. Sadece bilmek var. Bilmenin de sonu yok. Bundan dolayı ben sonsuz bir halde aç kalmaya mahkûmum. En büyük çile bitmeyen ilim ve irfan açlığıdır. Gerisi bedensel eziyet ve terbiyedir.
    En büyük çilem benim en büyük ruhsal zevkimdir. Bu delilikse ve mekânı tımarhâne ise, bedensel zevklerin yeri de sizin mekânınızsa, herkese hak ettiği yer hayırlı olsun dostum.
    Mezarlıkta gördüğüm Aynalı‟ya kimisi cin, kimisi cinlere karıĢmıĢ deli, kimisi de hayalet dedi. Herkes doğru söyledi. Çünkü her insan ne görüyorsa ya da ne göremiyorsa ona göre hüküm verir.
    Aynalı, sizin basit algılama organlarınızın algılayamayacağı kadar gerçektir. Ve siz hükmünüzde mazursunuz, kapasiteniz kadarını beyan edersiniz.
    Benim kapasitemi dile getirmemin adı “avanaklaĢma” ise “sadece benim gördüğüm ve benim bildiğim doğrudur” diyenlerin de hastalığına ben ad bulamıyorum. Yerine bir tımarhâne anısı yazıyorum.
    Geçen gün bizi toplu olarak tebdili mekân maksadıyla mezarlığa götürdüler. Mezarlıkta serbest gezinen bir deli gördüm. Elindeki teraziyle oynuyordu. Ne yaptığını sordum. ġu cevabı verdi:
    “Ahmaklıkla mârifeti tartıyorum.”
    “Bundan maksadın nedir?”
    “Mevcut malımı anlamak!..”
    “Ne kadar malın var?”
    “Ahmaklığım o kadar ağır ki, sanırım bu zamanın Kârun‟u benim.”
    Beni unutman ve meĢgul etmemen dileğiyle, hoĢça kal.
    3- AġK YA DA BEĞENĠ
    Hastane yönetimi benim zararsız deli olduğuma karar verdiği için haftada bir gün çarĢı izni vermeye baĢlamıĢlardı.
    Deli olmadığımı kimseye anlatamadığımdan dolayı zorunlu olarak periĢan bir görünüĢe dönüĢmüĢtüm. Saçım sakalım birbirine karıĢmıĢ, kıyafetlerim eskimiĢ ve solmuĢtu. Kunduralarımı da hademeler gasp etmiĢti. Ayaklarıma çaput sararak dolaĢıyordum.
    Ġzin günümü “Ayn-ı Âli Sultan” Ģehir mezarlığında geçiriyordum. Eski halimi bilen sade vatandaĢlar, son halimi evliyalığa bağlamıĢlardı. Makamımı gizlemek için periĢan giyinip, anlaĢılmaz laflar söylediğime ve benim bu özelliklerimden dolayı da Melâmi evliyası (kendini çeĢitli yollarla gizleyen ârif) olduğuma inanıyorlardı.
    Halkı bu düĢüncelerinden dolayı eleĢtiremezdim. Ben de Aynalı‟yı saz ve piyano çaldığı için sahte evliya zannetmiĢtim. Müslümanların Ģartlanmalarında evliya tipi sadece fakir ve düĢkün görünümdü.
    Yollarda önüme geçip dua, Ģefaat, nasip isteyenler olduğu gibi alay edenler, sövenler de oluyordu. Hiçbir Ģeye tepki vermiyordum. Tepki versem de vermesem de deliliğime ve ya evliyalığıma bağlanıyordu. En iyisi susmaktı. Tepkisizlikte tefekkür daha güzel oluyordu.
    Sevene de kızana da yine suçlamada bulunamıyordum. Halkın görmediğini görmek ve gerçek olduğunu iddia etmek, hem delilik hem de velilîk alâmeti olarak kabul görüyordu. Ben de Aynalı‟yı görmesem ve birisi gördüğünü iddia etseydi mutlaka akıl hastalığına hükmederdim.
    Bu düĢünceler içinde mezarlığa geldim ve ebegümeçleri arasındaki bir mezar taĢına dayandım. Eski dostum Sâmi beni Melâmice yaĢamdan kurtarmak ümidiyle ve muhtemelen annemin ısrarıyla mezarlıkta bekliyordu. Aynı anda baĢka bir kadın da her hafta geldiğimi bildiği için yolumu gözetiyordu.
    Ġkisine de heykel gibi bakarak “Niçin geldiniz?” diye sordum. Sâmi periĢan görüntüme dayanamayıp ağlamaya baĢladı.
    Kadıncağız da gözyaĢı seliyle diz çökerek derdini anlatmaya baĢladı;
    “Ah Ģeyhim!
    Meczûb efendim!
    Evliya beyciğim!
    Zavallı kızım Nefise on beĢ yaĢında çıldırdı. Lütfullah Bey‟in oğluna gizli sevda beslemiĢ. Oğlan attan düĢüp ölünce kızım dayanamayıp aklını kaçırdı. Neyim var neyim yok hepsini satıp türbelere, mahalle Ģeyhlerine adaklar sundum, hediyeler verdim. Hiç fayda olmadı. Kızımı tımarhaneye koydular. Son çare seni tavsiye ettiler. Senin duanı Allah geri çevirmezmiĢ dediler. Ne olur bana yardım et!”
    Kadının göz yaĢı seline Sâmi dayanamayıp teselli etmeye çalıĢtı. Ama kadının gözü evliya zannettiği benim üzerimdeydi. Bense taĢ gibi hiç oralı olmadım. Gözümü boĢluğa dikip „aĢk‟ ve „çılgınlık‟ hakkında tefekküre baĢladım.
    Sâmi baĢıma dikelip;
    “ġu zavallı kadıncağızın kızına dua etsene be taĢ kalpli duyarsız, akli dengesi kayık evliya!” diyerek beni alayla karıĢık azarladı.
    Kadın, Sâmiye “Aman çelebim, saygılı konuĢ, sonra benim yüzümden çarpılırsın” dedi.
    Yaslandığım yerden ayağa kalkarak Sâmi‟ye seslendim:
    “Ben mi deliyim yoksa sen mi delisin behey divâne! Milyonlarca yıldan beri biri âĢık olur, biri ölür, biri çıldırır, biri de ağlar. Bu kadar adi ve basit bir hayat kanunu karĢısında sen dengeni aniden kaybedip üzerime saldırdın. Bense bu kadının dilinden bana ulaĢan evrensel mesajlar üzerinde yoğunlaĢtım.
    AĢk nedir? AĢkta neden ikilik görülür de teklik görülmez diye düĢündüm. Seven ve sevilen tek varlığın iki kutbudur. Bunu anlayan gerçek aĢkı bulur, anlamayan ise keçinin otu beğenmesi gibi birbirlerini beğenirler ve adına da aĢk derler. Bana ne Nefise‟nin bir oğlanı beğenisinden. Size ne Nefise‟nin hakikatindeki sırları bilmekten! Nefise ve aĢkı benim için ikilik değil teklik mesajıdır ama sizin dünyanızda ille de ikili beğenidir!
    Anlattıklarımdan bir Ģey anlamıyorsunuz, biliyorum. Çünkü alık alık yüzüme bakıyorsunuz. Kusuruma bakmayın ben çılgınım ve ne dediğimi bilmiyorum(?).
    Çıldırmak nedir?
    Çıldıran kimdir ve niçin çıldırmaktadır?
    Size okkalı bir cevap vereyim mi?
    Yine anlamazsınız ama ben anlatayım.
    Seven varlık sevgisini vereceği ikinci bir varlık bulamaz ve sevilen olarak kendisini baĢka bir isim ve resimle peydâ eder. Bir an sonra kendini böyle kandıramayacağını ve aĢkın asla gerçek olmadığını fark eder. Ve sonsuz yalnızlığın sonsuz karanlığına gömülür. Sen yalnızlıktan de ben de teklikten diyeyim, ikisi
    de aynıdır ve çıldırma nedenidir.
    Ağlamak nedir?
    Ağlayan kimdir ve niçin ağlar?
    Kadın ağlar da demir ağlamaz mı?
    Evet kadın ağlar, demir ağlamaz. Kadın nedir? Demir nedir?
    Ağlayan nedir, ağlamayan nedir?
    Bu suallerin cevabı yok. Niçini ve nedeni de yok.
    Her Ģey niçinsiz ve nedensiz. Çünkü tek olan niçinsiz ve nedensiz.
    (Sâminin kolunu acıyla büktüm)
    Ben sen değilim. Eğer ben sen olsaydım kolunu bükemezdim ve sen acı duymazdın. Bu senin gerçeğindir.
    Benim gerçeğimde ise büken el ve bükülen kol tek varlığın kendisini arada sırada kontrolüdür. Kendini ebedi hayalden uyandırmak için nâfile çimdiklemeleridir.
    Size göre aĢk bir beğeni zevkidir. Bu tür zevk en aĢağı bedensel boyutun duygusudur. Bize göre aĢk, âĢıksız (sevensiz) ve mâĢuksuz (sevilensiz) hakikattir ki ruhsal zevkin zirve duygusudur.
    Ey Sâmi! Bu kadına acıyorsun da ezelin ve ebedin yalnızlığından çıldırmak üzere olan Ģu zavallı Râci‟ye neden acımıyorsun? Onun kızı çıldırmıĢ benim ise tüm kâinatım çıldırmak üzere.
    Beni neden meĢgul ediyorsunuz? Beni yine niçinli ve nedenli süfli aleme indirdiniz. Tam tüm tezatları cem etmek üzereydim ki beni yine kesrete sürüklediniz.”
    Hitabımdan bir Ģey anlamayan Sâmi ve kadın mezarlıktan uzaklaĢtılar. Ben de tımarhaneye döndüm.
    4- BEN AYNALI‟YIM, AYNALI DA RÂCĠ
    Bir gün tımarhane avlusunda güneĢleniyordum. Deliler birisinin etrafında halka olmuĢlar “Aynalı! Aynalı!” diyerek dönüyorlardı. Neredeyse kalbim duracaktı. Yıllarca karıĢ karıĢ aradığım Aynalı Baba delilerin arasından bana tebessüm ederek bakıyordu.
    Bu sefer temkinli davrandım. ĠĢi gücü deli dövmek olan Gulyabani lakaplı hademeye sordum:
    “ġu deli halkasının ortasında birisini görüyor musun?”
    Gulyabani merakla baktı;
    “Hayır görmüyorum! Bu dayak delileri yine oyun oynuyor. Sen görüyor musun?” diye aniden bana sordu. Görüyorum desem kesinlikle dayak yiyecektim. Hayır diyerek Gulyabaninin gitmesini bekledim.
    Aynalı Baba da delilerin arasından sıyrılıp yanıma geldi. Hiç tepki vermedim. Aynalı bozulmuĢ gibi sordu;
    “HoĢ geldin demek yok mu nûrum?”
    “Hayaletlere hoĢ geldin denmez.”
    “Ben hayalet değilim.”
    “Var da değilsin.”
    “Hayal perdesinde yokum ama zamansız bir bilincin gerçek âleminde varım.”
    “Yüz yıl önce kaybolduğunu söylediler.”
    “Evet, yüz yıl önce beĢ duyu dünyasına görünmeme kararı aldım, buna ölüm diyebilirsin.”
    “Bana neden görünüyorsun?”
    “Ben sana görünmüyorum. Sen beni görüyorsun.”
    “Beynim hayal mi üretiyor?”
    “Hayır senin beynin sağlıklı. Bilincin benim hayatta iken ulaĢtığım ilim irfan boyutuna ulaĢınca kendini „Aynalı Baba‟ olarak gördün. Gören de görünen de sensin. Çokluk mantığından teklik mantığına döndüğün için kendini baĢka isim ve resimle görüp sevebiliyorsun.”
    “Aynalı ben isem Râci kim?”
    “Tek ve yalnız olan Aynalı‟nın Râci isminde ve resminde bir tecellisidir.”
    “Ben senim, sen de bensin. Bu iki öznenin toplamı bir mi ediyor.”
    “Evet, vahdet matematiğinde her sayının toplamı, çarpımı, bölümü bir‟e çıkar. Fakat herkes bu hesabı yapamaz. Ġkiye iki, üçe üç, beĢe beĢ derler.”
    “Bu ne tür bir oyun?”
    “Külli aklın, kendi kendisiyle „akıl oyunları‟dır.”
    “Akıl içinde akıl. Her akıl bir alt akla göre deli kabul edildiği bir oyun, öyle mi?”
    “Evet nûrum öyle. Hadi git hastane ocağından iki kahve al gel.”
    “Olmaz, dayak yerim.”
    “Sen al gel. Sen delisin iki fincana bir fincan desen ve ocakçıya üç fincan parası versen, ocakçı seni Gulyabani‟ye karĢı korur. Ama iki fincana bir fincan desen ve bir fincan parası versen dayağı yersin!”
    Tımarhane duvarından içeri atılan bozuk paraları toplayıp sakladığım yerden aldım. Aynalı‟nın dediği yaptım. Ocakçı Gulyabani‟ye fısıldadı. Gulyabani bana iliĢmedi ama kendi kendime konuĢtuğumu ve iki fincanı da benim kullandığımı kendi mantığına göre algılayarak uzaktan beni göz hapsine aldı.
    Aynalı Baba ile kahvemizi yudumlarken kendi kendime sordum:
    “Ben gerçekten Ģizofren miyim?”
    * * *
    12. BÖLÜM
    „ÇĠFTE HAFIZLAR, CIRTLAK EFE, DOKTOR KURU SIKI ve DOĞA YASALARI‟
    Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (12. Bölüm)
    Yazar Editr Tarih Ocak 27th, 2008
    DOĞA YASALARI
    biz birbirimizi biliriz
    Ġnsanın yegane bilgisi, bir Ģey bilmediğini itiraf ve tasdik etmektir.
    1. ÇĠFTE HAFIZLAR
    Tımarhane avlusunun (bahçesinin) çevresi demir parmaklıklarla çevriliydi. Ġnsanlar hayvanat bahçesinde hayvanları seyreder gibi parmaklıklar arkasından biz delileri seyrederek eğlenirlerdi. Çoğu hastanın yakını ve bakıcısı olmadığı için masraflarını çıkarmak için seyircilerin önünde çeĢitli tuhaflıklar yaparlardı. Ġnsanlar da gülerler ve daha çok numaraya teĢvik etmek için parmaklıklar üzerinden içeriye bozuk para, tütün, yiyecek, içecek gibi Ģeyler atarlardı..
    Gerçek bir hafız ve arkasında sürekli dolaĢan bir Kıptî arabacı vardı. Hafız duvar önünde diz çökerek Davudî sesiyle makamlı Kur‟an okurdu. Arabacı da hemen arkasından hafızın okuduğu yerleri daha güzel bir tegannî (melodik ses) ile okurdu. Kelimeleri yanlıĢ seslerle okumasına rağmen dinleyenlerin çoğu fark edemezdi. Çünkü halkın yüzde doksan dokuzu arapçayı ve yüzde doksanı da Kur‟an okumayı bilmiyordu. Arabacı içeri atılan Ģeylerin çoğunu topluyordu. Hafız, Arabacının hafız olmadığını, her kelimeyi yanlıĢ okuduğunu söylerdi fakat kimse aradaki farkı anlayamazdı. Bu iki arkadaĢa “Çifte Hafızlar” deniyordu.
    Müslümanların ekseriyeti, kâinat kitabını “okuyan” Hz. Resulullah a.s.‟ın hatırası ardında dolaĢan ve âyetlerin anlamını bilmeden tekrar eden “Çifte Hafızlar” gibiydi. Bilmediğin bir lisanın kelimelerini doğru da telaffuz etsen yanlıĢ da söylesen anlamlarına ermedikten sonra “okumuĢ” sayılmazsın.
    Arabacıya niçin böyle yaptığını sordum. Gayet akıllı cevap verdi:
    “Ben kıptîyim. Ġnsanlar hakaret kastıyla bize çingene derler. Atlı araba ile helal rızık çıkarmak istedim fakat kimse iĢ ve para vermedi. Dilencilik ve hırsızlık yapmamak için Hâfızın peĢine takıldım ve buralara kadar düĢtük.”
    “Nasıl akıl ettin de taklidi hafızlığa baĢladın?”
    “Allah bizi çalgıya, çengiye, Ģarkıya, türküye mütemâyil yaratmıĢtır. Fıtraten yetenekliyizdir. Aramızda kalsın Aynalı Baba‟ya saz çalmayı ben öğrettim. O da karĢılık olarak bana kendi hakikatimi okumayı, tevhid ve kader sırlarını öğretti. Böylece çingenelik mühürünün ruhuma kazıdığı kezzaplı aĢağılık duygusundan kurtuldum. Allah‟ın Çingene Arabacı olarak da zâhir olabileceğini hazmettim. Fakat bunu ne Kıptiler ne de kendilerini üstün ırk zanneden milletlerin fertleri anlar.”
    Ġçimde yanmaya baĢlayan aĢk ateĢinin tesiriyle;
    “Yâ Rabbî! Seni her kılık ve kıyafet altında, her isim ve resim tecellisinde her an gördüğüm halde SENĠ tanıyamadan geçirdiğim ömrümün tümüne toptan tövbe ediyorum” diye bağırdım.
    Gulyabani bağırıĢımı deliliğime vererek pala bıyıklarının altından gülümsedi.
    2. MAKAM DÜġKÜNÜ BĠR DELĠ
    (Cırtlak Efe)
    Askerliğini Jandarma eri olarak yapmıĢ bir Efe vardı. O da tımarhanede vakit geçiren akıllılardandı. Yedi yıl dağlarda haydut ve eĢkıya kovalamıĢ. Dağ köylerinde bir derviĢten asıl eĢkıya ve haydudun ilim ve irfan nuruyla aydınlanmamıĢ emmare nefs olduğu bilgisini almıĢ. O derviĢin sohbetleriyle olgunlaĢmıĢ ve piĢmiĢ. Benim gibi ağzını tutamadığı için tımarhaneye kapatılmıĢ.
    Bedenin ülke, aklın padiĢah, bilincin vezir ve emmâre nefsin de cehalet dağlarında gezen, yakalanıp terbiye ve tımar edilmesi gereken bir âsi olduğunu anlatması askerlikte delirmesine bağlanmıĢ.
    Cırtlak Efe de kimsesizlerden olduğu için seyircilere eĢkıya hikâyeleri anlatarak rızkını çıkarıyordu.
    Bir gün yanıma gelerek “Ârife târif abesle iĢtigaldir” (Zâhiri görüntünün Bâtınî anlamını bilene, kelimelerin iĢâret ettiği mânâları anlatmak vakit kaybıdır) diyerek selam verdi. Bir fincan kahve ısmarladım ve bir hikâye dinledim.
    (Önce italik yazıyı baĢtan sona okumanızı sonra dönerek açıklama ile birlikte tekrar okumanızı öneririz)
    “Bu memlekette bin kadar eĢkıya çetesi var.
    Beden ve bilinç boyutunda hakikati örten perdeler var.
    ġefleri Kara Efe, yardımcıları Ak Efe, Mor Efe, YeĢil Efe ve Kızıl Efe.
    En kalın kara perde tevhid ilminden bihaber olmaktır. Ġlim öğrendikçe peredeler incelir, renkler açılır.
    Hepsi adamlarıyla dağa çıktı.
    Nefs, tevhid ilminden dağa kaçan eĢkıya gibi kaçar
    Ben bütün Türk ülkesinin Ordu BaĢ Kumandanı olduğumdan BaĢvekilden bu haydutları tutup
    ıslah etmek için emir aldım.
    Bedenimin ve ruhumun vicdanı nefs karanlıklarımı aydınlatmayı istiyor.
    Omuzlarımdan bin tane kol çıkardım.
    Aklımı bir tabağa koyarak bin parçaya böldüm.
    Her bir parçayı her kol çavuĢunun heybesine koydum.
    Her perdeyi kaldıracak bir mârifet ilmi vardır. Levhi mahfuz olan aklımızda külli bilgi mevcuttur. Her perde için külli bilgiden bir kıvılcım çıkarmak gerekir.
    ÇavuĢlar akılları ermedikleri vakit benim aklımı heybelerinden çıkarırlar, ne yapacaklarını danıĢırlar.
    Her an baĢka bir tefekkür haline düĢerim. Her an bir perde kaldırırım.
    ĠĢte bu sayede ne Kara Efe kaldı ne Mor Efe, hepsini yakaladım.
    Ġlmin ve irfanın aydınlığı ile cehaletin karanlıklarını dağıtıp nefs Ģubelerimi asıllarına döndürdüm.
    Bu muvaffakiyetimi Ulu PadiĢaha rapor etmiĢler.
    Ruhum mutmain oldu.
    Bana kırk cariye, kırk deve yükü altın ve beĢ yüz deve yükü niĢan (madalya) ihsân etti.
    EĢkıya hükmündeki nefs Ģubelerim cariye misali emrime girdi. Bu aydınlanma dünyadaki en büyük kârdır. Âlemlerdeki her isim ve sıfat tek Zâta ait niĢanlardır, tecellilerdir.
    Önceki niĢanlarımla sonraki niĢanlarımın toplamı kırk bin deve yükü oldu.
    Her an yeni bir tecelli halindeyim. Önceki ve sonraki tecellilerim birbirine benzemediği gibi her an sayısız ve sonsuz olarak artmaktadır.
    Hepsini kırk bin âlem katarına yükledim.
    Âlemler benim tecelli gâhımdır.
    Her niĢanı bir vagon duvarına asıp üzerine
    „ ĠĢ bu niĢanlar Ordular BaĢkumandanı Cırtlak Efe‟ye aittir‟
    diye yazdırıp her gittiğim yere taĢıyacağım.
    Her katarın (varlık silsilesinin) her ferdinde benim cemalim ve celalim görünür.
    NiĢanlar âĢikâr eylenmezse ne iĢe yarar?”
    Hakk‟ın güzellikleri Kâmil Ġnsan bilinciyle algılanmazsa ne anlamı kalır?
    Cırtlak Efe‟nin seyircileri güldüren zır deli saçmalarının ardında anlayan için nice sırlar mevcuttu.
    3. DELĠLĠĞĠ AKILLILIĞA TERCĠH EDEN BĠRĠSĠ
    (Dr. Kuru Sıkı)
    Üzüm bağlarına sahip bir zengin servetinin tamamını kaybetmiĢ. Aklı bu yüzden bozulmuĢ. Elinde kalan birkaç dönüm üzüm bahçesinden daha iyi verim elde etmek için kendince bir ilaç formülü geliĢtirmiĢ.
    Ziraat mühendislerinin terkiplerini beğenmeyip, asma kütüklerinin bit ve kurt hastalığına kökten çözüm geliĢtirmiĢ.
    Cıva, asit, barut, Ģap, kibrit eczası ve birkaç daha zehirli sıvıyı karıĢtırıp macun yapmıĢ. Elindeki son asma kütüklerine bol miktarda dökmüĢ. Sonuç, her derde devacı sahte Doktor Kuru Sıkı‟nın ilaçlarının sonucu gibi olmuĢ. Asma kütüklerindeki bit ve kurtlar yok olduğu gibi toprağıyla birlikte üzüm bağı da beĢ yıl kullanılamaz hale gelmiĢ.
    Eski zenginin nâmı Dr.Kuru Sıkı olarak kalmıĢ.
    Dr. Kuru Sıkı çok az konuĢan birisi olduğu için akıllı mı deli mi anlayamadım. Nadiren özlü sözler konuĢurdu.
    Mesela “Teferruata gerek yok, kökten çözüm; varlığı yok etmektir.” Der ve susardı.
    Cümlenin anlamı, mutlak yokluk olan „fakr hâli‟ ile mutabık (uygun) görünüyor. Fakat Dr. Kuru Sıkı‟nın fakr hali ile ilgisi delilik derecesindeki meczubiyetiyle birleĢince, ilacı gibi zehirleyici dozda bir velî tipi ortaya çıkıyordu. Ġnsanlara akıllarının alamayacağı üslupla hitap ediyor ve bilgisinden istifade olunamıyordu.
    Bu tip velîler haramın ve helalin sınırlarını belirleyen Ģeriat hükümlerini aklı cüz ile birleĢtiremezdi.
    Aklı cüze göre baĢkasının malını çalmak, toplumun örfî ve devletin resmî onayı (nikah) olmadan evlilik hayatı (birliktelik-zinâ) yaĢamak, insan öldürmek gibi büyük yasaklar vardır.
    Varlığın hakikatini sadece soyut olarak tefekküre yarayan aklı kül mantığını, aklı cüzün haramlarına uygulayan meczup (akıl ile alakası olmayan) kiĢiler; hırsızlık, zinâ ve cinayet gibi haramları „hakkın fiili‟ zannedip helal kabul edebilirler. Bu mantıkla hareket eden meczup kiĢiye „velî‟ de denilemez. Ancak velayetle ilgili bazı nefsi mülheme bilgilerini sızdıran aklî dengesi bozulmuĢ bir tip denilebilir. Bunlardan
    her hal ve Ģartta uzak durmakta yarar vardır. Hükümleri Ģeriata terstir, yaĢantılarında örnek olamazlar ve irĢad edici (yol gösterici) kabul edilmezler.
    Mesela bir gün bir delinin diĢi ağrımıĢtı. Dr. Kuru Sıkı hademelerden kerpeden, çekiç, keski istedi. Ne yapacağını sordular. DiĢ ağrısını kökten çözmek için hastanın çene kemiğini çekeceğini söyledi.
    Ben de namaz kılmayı bazen unuttuğumu söyleyip bir nasihat istedim. Kulaklarımın hakikatin sesi olan ezana karĢı tıkalı olduğunu ve kulakları iki taraftan birleĢinceye kadar matkapla delmek gerektiğini söyledi. Hemen koĢarak hademelerden matkap bulmaya gitti.
    Allah‟a nefsimizi nasıl kurban edeceğimizi sordum; çocuğun senin en değerli nefsindir, çocuğunu kes dedi. Bu cevabı ile Kur‟an‟daki ve Ġsrâiliyattaki (Yahudi Hikayeleri) mecazi anlatımları gerçekten ayırt edemeyecek derecede zahirden ve bâtından kopuk olduğunu anladım.
    Bazen de çok esrarlı cevaplar veriyordu. Bana Allah‟ı anlat dedim; benden mi dinlemek istersin yoksa kendisinden mi dinlemek istersin dedi, sustu ve konuĢmadı.
    4. RÜYA, RÜYA ĠÇĠNDE
    Manisa Tımarhanesinde gerçek delilerin arasında birkaç akıllı (?) vardı. Cırtlak Efe, Arabacı Kıpti, Doktor Kurusıkı ve ben akıllı delilerden idim. Bizi de tımarhane dıĢındakiler tanıyamamıĢ, deli (?) zannetmiĢlerdi.
    Biz dört akıllı (?) aynı koğuĢta kalıyorduk. GüneĢ doğmadan önce kalkmıĢ yataklarımızda oturuyorduk. Sabah çorbasına kadar kapı kilitli kalıyordu. Gözlerim isteğim dıĢında duvara döndü. Duvardan Aynalı‟nın süzülerek odaya geçiĢ yaptığını gördüm.
    Hiçbir Ģey olağan üstü gelmiyordu ve doğa yasalarıyla mucizeler arasında da bir fark görmüyordum. Çünkü bu âlem ezelden ebede „her Ģey olabilir‟ mayası ile mayalanmıĢtı. Sürekli görüp de kanıksadığımız olaylara „doğa yasaları‟ diyorduk. Arada sırada oluĢan ya da sadece bir kez bir Resul veya velî vesilesiyle görülen olaylara da „doğaüstü‟ diyorduk. Doğaüstü bir olay mesela Hz. Musa dönemindeki „denizin yarılması‟ her beĢ bin yılda tekrar etse mucize olmaktan çıkar doğal bir hadise haline gelirdi.
    Bir kez gerçekleĢen olaylar mucizedir. Aslında her insan da bir kez zahir olmak itibarıyla mucizedir.
    Aynalı Baba bu arada odanın ortasına kadar yürüyüp durdu. Selam verdi. Herkes selama karĢılık verince, diğerlerinin de onu gördüğünü anladım. Aynalı tatlı sesiyle;
    “Haydi! Erenler toparlanın, sabah kahvesini benim Ģatoda içelim” dedi.
    Günlük kıyafetlerimizde pijama ve elbise ayrımı olmadığı için hepimiz de zaten hazır haldeydik. Buradan nasıl çıkacağız diye sormadım. Dünya hayatı tümüyle bir rüyaydı. Uyuduğumuzu zannettiğimiz sürecin rüyasında duvardan geçiyorduk. ġu anda da uyanıklık rüya sürecini yaĢıyorduk. Uyumak ve uyanık olmak dünya rüyasının iki haliydi. Hepimizde aynı bilinçte olduğumuz için yoğun bir sis perdesinden geçiyormuĢçasına duvardan geçip gittik.
    Hastane bahçe duvarından da aynı Ģekilde geçtik. Akıllı (?) insanlar biz delileri (?) görmüyordu. Biz bize boyutundaydık. Geçen yıl tanzim edilen yeni at pazarına gelince Aynalı durakladı. Ġnsanlar Ģiddetli pazarlıklarla at alıp satıyorlardı. Bizler baĢka boyutta olduğumuz için görünmüyorduk fakat atlar gördüğü için ürküyorlar, Ģaha kalkıyorlardı.
    Aynalı parmağıyla parke taĢlarının arasındaki bir karınca yuvasını gösterdi. Oraya dikkatle bakmamızı istedi. Biz dört deli (?) yuvaya bakmaya baĢladık. TaĢların üzerinde beĢ yüz kadar mini karınca toplanmıĢ, kaynaĢıyordu. Biraz sonra bir at tam yuvanın üzerine geldi. Yeni doğmakta olan güneĢe gölge oldu. Aynalı„nın iĢaretiyle yürüyüĢe devam ederek at pazarından çıktık.
    Mezarlığın ortasında Aynalı‟nın önceki kulübesinin aynısı duruyordu. BeĢimiz yeĢil otların üzerine oturduk.
    Bu sefer Aynalı Baba kahvemizi yeni temin ettiği bir ispirto ocağında demledi. Büyük fincanlarla ikram etti.
    Sabah ziyaretine gelenler vardı. Bir kaçı bizim oturduğumuz yere doğru yöneldiler. Birisi benim içimden geçti gitti. Ben de merak saikasıyla onun üzerine yürüdüm. Ben de onun içinden geçtim. O benim farkımda değildi. Ben ona göre ruh idim, o da bana göre ruh idi. Fakat ikimizde kendi boyutumuzda kendimizi madde olarak algılıyorduk.
    YaĢlı birisi ortamıza oturdu. Bizi ve kulübeyi görmüyordu fakat arkadaĢına Ģöyle seslendi. Belli ki kalbi daha saf ve hisleri daha kuvvetliydi:
    “Burada ruhlar hissediyorum. Canım da taze çekilmiĢ kahve çekti.”
    Ziyaretçiler uzaklaĢtılar. Yıllardan beri özlediğim kahve âleminin keyfiyle kendimden geçmiĢim.
    5. KARINCALARIN ĠMANI VE ĠRFANI
    Zifiri karanlık bir mağarada beĢ yüz kadar karınca yavrusu vardı çevremde. Kendime baktım ben de karıncaydım. IĢık olmamasına rağmen çevremi çok net görüyordum. Hemen yanımda yatanlar da yine karınca tecellisine dönüĢmüĢ olan tımarhane arkadaĢlarımdı.
    Birbirimize antenlerimizle mesaj göndererek haberleĢiyorduk. Hepimiz birkaç günlük yavruyduk ve hızlı eğitimden geçiriliyorduk. Öğreticilerimiz yaĢlı karıncalardı. Bir Ģeyi bir kez söylüyorlar ve hepimiz de aynı anda anlıyorduk.
    Bir hafta içinde yuva dıĢına çıkacak kadar büyümüĢ ve her Ģeyi öğrenmiĢtik. Öğrenmek kavramı bana biraz ters geliyordu. Sanki anlatılanlar beynimin içine kendiliğinden yerleĢiyordu. DavranıĢlarımı düĢünmeden yapıyordum. Her seferinde doğru olan karar ve fiil otomatik olarak açığa çıkıyordu. Sevki tabii (içgüdü) denilen Ģey bu olmalıydı.
    Ġç duygularımda kin, nefret, hırs, kibir, gurur gibi Ģeyler yoktu. Tembellik yapamaz durumdaydım, tüm zerrelerim enerjiyle kaynıyor, sürekli hareket etmek istiyordum. Suç iĢlemiyordum. Çünkü sevki tabiimde suç iĢleme programı yoktu. Bu durumda insanlardan ve meleklerden üstün olmamız gerekiyordu. Hâlbuki insanlar âlemindeki tasnife göre en alt sıradaydık, çünkü hayvandık.
    Ġnsana en üste çıkma Ģansını; isyan, hata, tembellik, gurur, kibir ve benzeri davranıĢlara müsait olması fakat bunları terk ederek disiplin altına alması mı veriyordu? Bu davranıĢların hiç birisini terk etmediğimi ve disiplin altına almadığımı hatırladım. Demek ki benim insanî tecellimin sadece görünüĢü insan imiĢ, bilinç olarak Ģu anki hayvanî tecellimden daha da aĢağıda imiĢim.
    Antenlerimize yeni bir titreĢim geldi. Yuvamızın en yaĢlı ve en âlimlerinden oluĢan heyet bizi dıĢarıda bir konferansa davet ediyordu. Bölükler halinde tüm yavru karıncalar dıĢ dünyada toplandık. Yuva dıĢına çıktığım anda insanlık ve hayvanlık Ģeklinde olan çift bilinç duygumu kaybederek tamamen karınca oldum.
    DıĢ dünyada çok tuhaf Ģekiller vardı. TaĢlar köĢeli idi ve yan yana sıralanmıĢtı. Bir tanesini on bin karınca kıpırdatamazdı. Sonra bu köĢeli taĢlar muntazam olarak toprağa gömülmüĢtü. Yuvamızın çıkıĢı bu mucizevî taĢların arasındaydı.
    En yaĢlı âlim, ârif ve filozof karınca yüksek bir yere çıkarak konferansa baĢladı.
    “Sevgili gençler. Hepinizi bir arada görmek bana çok büyük Ģeref verdi. Biz yaĢlandık, yakında da ölürüz. Fakat içimiz huzurlu ve rahat. Bu gün burada sahip olduğum evrensel sırların tamamını sizlere aktarmayı düĢünüyorum. Sizin hepinizin benim sahip olduğum ilme ve irfana lâyıkıyla vâris olacağınızdan eminim.
    Milyarlarca yıldan beri atalarımızın bize devrettiği ilme göre; anteni sonsuz uzunlukta olan tek ve yüce tanrımız tüm evreni biz antenli karıncaların hizmeti için yarattı. Dünyada karıncalardan baĢka varlıklar olduğunu da biliyoruz. Fakat onları göremiyoruz. Belki de onlar bizi görüyordur. Ve bize özenerek
    bakıyorlardır. Çünkü en güzel sûret karınca görünüĢüdür.
    Mâneviyatı açık karıncaların keĢfî bilgilerine göre diğer varlıkların; acaip, garip, yetersiz vücutları ve yeteneksiz beyin yapıları olduğundan eminiz.
    Meselâ Ģu köĢeli taĢları buraya baĢı bulutlara değen akılsız devlerin döĢediğine inanıyoruz. Bu taĢların doğaya ve karıncaya hiçbir yararı yok. Devler akılsız oldukları için içgüdüleriyle taĢları yontup döĢüyorlar. Kendilerine de yararı olmayan bu iĢi yapma nedenleri yüce antenli tanrının onları öyle programlamıĢ olmasıdır. Anlamsız amel iĢleyecek mahlûk olarak yaratılmadığımız için ne kadar Ģükretsek azdır.
    Bir yıldan beri yüce antenli yaratıcımız doğaüstü olaylarla bize vahiy gönderiyor. Kendisini unutmamamız, verdiği nimetlerin değerini bilmemiz için mucizeler gönderiyor.
    Bir yıl önce devler yuvamızın çevresine köĢeli taĢlar döĢedi. DüĢünün bu bizim yapamayacağımız muazzam bir iĢtir. Bin karınca bin yıl çalıĢsa bir taĢı ancak döĢer. DüĢünün ve itiraf edin! Bu devleri mutlaka yaratıcı sonsuz antenli bir tanrı sevk ve idare ediyor, onlara bu iĢleri yaptırıyor. TaĢlara bakın, taĢlardaki dizayn ve mühendisliğe bakın, ne kadar mucizevidir. Bu sanatı akılsız olan ve sadece içgüdüleriyle yaĢayan insan denen devler yapabilir mi? Demek ki bu taĢlar bizim iĢimize yaramasa da yüce antenli yaratıcımız bu taĢlarda insan denilen mahluk elinden tecelli ettirdiği harika san‟atıyla bize kendi varlığını ihtar ediyor.
    ġu üzerimizdeki dört sütunlu buluta bakın! Milyarlarca yıldan beri bulutlar hep havada gezerdi. Bu mucize bulutun yerden baĢlayıp da gökyüzüne uzanan dört tane hareketli sütunu var. Tam yuvamızın üstüne gelerek bizi güneĢten koruyor.
    Bu mucizevi bulut arada sırada sıcak yağmur yağdırıyor. Öğretim görevlilerimiz, profesörlerimiz ve yüzlerce yüksek lisans öğrencilerimiz mucize bulutlar ve sıcak yağmurlar hakkında tezler hazırlıyorlar. Henüz bu iĢlemin mucize mi doğa yasası mı olduğunu çözebilmiĢ değiliz.
    Yüce antenli tanrımızın, ve yüce rabbimizin hikmetinden sual olunmaz ama bizim karınca kullar olarak üzerimize düĢen bilim farzını da icra etmemiz gerekiyor. ġimĢeksiz, bulutsuz ve gök gürültüsüz atmosferde birden ortaya çıkan bu sıcak yağmur bulutlarının gaybî sırlarını da çözmek zorundayız.”
    Dördümüzün baĢı döndü. Antenlerimizle mesajlaĢtık. Karınca bilincimizin yanında insanî bilincimiz de tekrar devreye girmiĢti. Ben söz isteyerek yüksek yere çıktım. YaĢlı âlim karınca gururla öğrencisini dinlemeye baĢladı.
    “Sayın üstadlarım ve değerli arkadaĢlarım. Ben âcizane kardeĢiniz, haddim olmayarak üstadlarımın ve değerli bilim karıncalarının tezlerine karĢılık olarak bir anti tez sunmak istiyorum.
    Ġlk olarak yüce antenli tanrımızın biz karıncalara benzeyen antenlerinin olmadığını ve karınca gibi bir bilinci olmadığını iddia ediyorum.
    (Üç karınca hariç diğerleri yoğun bir titreĢim koparır)
    Lütfen antitezime saygılı olun. Belki de burada gerçeği ama sadece gerçeği bilen dört karınca vardır. Hepiniz yanılıyor olabilirsiniz. Beni anlarsanız hakikat ehli olursunuz.
    Yüce yaratıcı ne karıncaya ne de dev varlıklara benzer. O sadece kendisine benzer. Hatta o tek olduğu ve sonsuz olduğu için benzeyecek ve ya benzemeyecek varlıklardan münezzeh olmak zorundadır.
    Bir yıldan beri baĢımıza musallat olan olaylar mucize değildir. Tanrının vahyi, ikazı ve iĢareti de değildir. Sizin karınca gözüyle algılayamadığınız ancak bulutumsu yoğunlukta görebildiğiniz Ģey dört bacaklı bir hayvandır. Elli milyar karınca toplam ağırlığına eĢit bir hayvandır.
    BaĢınıza yağan da sıcak yağmur değil at, beygir ve merkep isimli dev hayvanların idrarlarıdır.”
    Âlimler, profesörler ve karıncalar Ģok olmuĢlardı. Hepsi birden beni linç etmek için üzerime hücum ettiler. Hepimiz tek top karınca kümesi olmuĢ kaynaĢıyorduk. Birden tepemizdeki at idrarını salıverdi. Bizim dörtlü ile birlikte tamamımıza yakını idrar içinde boğularak ölmüĢtük.
    Ortalık kuruyunca bizi yuvaya taĢıdılar. Ölü olduğum halde çevremi algılıyordum. Birisi beni yavaĢ yavaĢ sallıyordu. Gözlerimi açtığımda beni sallayanın Aynalı Baba olduğunu gördüm.
    Aynalı Baba tebessüm ederek
    “Ġnsanoğlunun da
    ilmi, irfanı, imanı ve gaybi sırlara vâkıfiyeti
    ancak âlim karınca kadardır”
    dedi.
    Bizi tımarhaneye doğru uğurlarken elindeki sazıyla da bir türkü tutturmuĢtu.
    GüneĢ yanar, âlem döner,
    Bir gün gelir, hepsi söner.
    Ey sâhib-i ilm-ü hüner,
    Bilir misin, sebebi kim?
    Ne gelen var, ne giden var,
    Ne solan var, ne biten var,
    Ne gülü var, ne diken var,
    Bilir misin, sebebi kim?
    Her zerre ferd yoktur eĢi.
    Aceb bunlar kimin iĢi?
    Ey kendini bilmez kiĢi,
    Bilir misin, sebebi kim?
    Haktır desen mânası ne?
    Sebep midir? Bir kelime:
    Soruyorum sana yine,
    Bilir misin, sebebi kim?
    13. BÖLÜM: „LEYLÂ‟LI MECNÛN‟
    (Bilgi notu: Üç kısa ve bir uzun bölüm birleĢtirilerek yorumlanmıĢtır.)
    Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (13. Bölüm)
    Yazar Editr Tarih Ocak 29th, 2008
    LEYLÂ‟lı MECNÛN
    peçenin ardındaki güzel
    Mecnûn hançeri kaldırır ve tam kalbine saplamak üzereyken durur.
    “Hayır, Leylâ! Ġntihar etme” der.
    Leylâ ve Mecnûn hakkında açıklama :
    Leylâ ve Mecnûn Osmanlı divan Ģairi ve tasavvuf edebiyatı üstâdlarından Fuzuli tarafından yazılmıĢ bir hikâyedir. Leylâ ve Mecnûn isimli Ģahıslar tamamen hayali kahramanlar olup tarihte yaĢadıklarına dair hiçbir iz yoktur..
    Fuzulî bu hikâyeyi beĢerî aĢk tarzında anlatmıĢtır. Fakat hikâyenin anlamının beĢeri aĢk ile uzaktan ve yakından hiçbir alâkası yoktur. Hikâye tamamen tasavvufi içeriklidir.
    Leylâ; tasavvufî yolculuk olan seyr-i süluk (bilincin hakikate yükseliĢ aĢamaları) ile ulaĢılacak gâyenin sembolüdür. Mecnûn da nefsin (o gâyeye yükselen bilincin) sembolüdür.
    Leylâ; gece, geceye ait, gecenin rengi gibi anlamları içeren bir isimdir. Tasavvufta gece, karanlık ve siyah kavramları Allah‟ın zâtî yönüne iĢaret eden sembolik bir renktir. Ġnsan kalbinin ya da daha doğru bir ifade ile insan bilincinin AHADĠYET (teklik) ilmini tanıyıp o ilme âĢık olması olayı siyah renk ile anlatılır. Bunun da kaynağı; Hz. Muhammed a.s.‟ın Mekke‟yi fethettiği gün sancağının ve sarığının renginin siyah olmasıdır.
    Zâhirde Mekke‟yi fetheden Resulullah a.s. hakikatte Ahadiyet ilminin zirvesini fethetmiĢtir. Ahadiyet ilminin zirvesi ise a‟ma (mutlak yokluk, mutlak teklik, mutlak karanlık) makamıdır. Aydınlıkta varlığın kesreti (çokluğu) görünür ama gece olunca ıĢıkta görülen tüm çokluk kalkar ve yerini sonsuz bütünlük olan tekillik kaplar.
    Mecnûn kelimesi “göze ve bilince gizli olmak” anlamındaki kök harflerden gelmektedir. Cennet, cin, cinnet kavramları birbirine akraba sözcüklerdir. Cin “beĢ duyuya gizli varlık” anlamındadır. Cennet de yine “beĢ duyumuza gizli bir mekân” anlamını içerir.
    Cinnet geçirmek; sebebi gözle görülemeyen bir olay nedeniyle akli kontrolü kaybetmek anlamındadır. Mecnûn ismi de hikayeye özgü olarak cinnet derecesinde tüm bilincini AHADĠYET ilmine odaklamak ve o ilimden baĢka tüm varlıktan ilgiyi kesmek anlamlarını içerir.
    “Mecnûn‟un Leylâ‟ya aĢkı baĢlangıçta beĢeri bir aĢk idi sonradan Leylâ yerine Mevlâ‟yı buldu ve aĢk ilahi aĢka dönüĢtü” gibi basit bir yorumu tamamen terk etmemiz gerekir. Leylâ ve Mecnûn hikayesi ilâhî aĢkı da anlatmaz. Mecnûn; kendisini Ahad‟dan ayrı bir varlık zanneden bilincin tekrar Leylâ‟ya; yâni kendi Ahadiyetine dönüĢünün hikâyesidir. Ġnsanın kendi hakikatini idrakidir. Ġnsan ve ismi Allah olan bir tanrının birbirini sevmesi değil Allah‟dan gayrı varlığı olmayanın kendine olan aĢkıdır. Allah‟ın kendine olan aĢkının hikâyesidir.
    1- RAPORLU TABURCU
    Manisa tımarhanesindeki çilemi doldurmuĢ ve annemin dilekçesiyle hastaneden taburcu edilmiĢtim. ÇıkıĢ belgemde “Yaptığı Ģeylerden ve düĢündüğü Ģeyleri söylemesinden mes‟ul değildir” yazıyordu.
    Ben “her dilediğini sualsiz yapacak ve yaptığından asla sual olunmayacak” bir belgeye ulaĢmıĢtım. Buna delilik mi, velîlilik mi denilir? Siz karar verin.
    Cebimdeki belgeye göre her düĢündüğümü kimseyi dikkate almadan ifade etmek özgürlüğüm de vardı. Yâni ben Râci olarak sanki evrende “tek” varlık imiĢim gibi her Ģeyi kendi kendime konuĢabilirdim. Nasıl olsa ben‟i ben‟den baĢkası duyamayacaktı. . .
    BaĢta anneciğim ve tüm tanıdıklar benim için üzülüyorlardı. Fakat onulmaz akıl hastalığına düĢmüĢtüm, tedavi olunamazdım, çârem yoktu. Ben de, bana acıyan akıllı (?) akrabalarıma ve dostlarıma üzülüyordum. Onların da benim gibi hastalanması için dua ediyordum.
    Aynalı Baba‟yı da aramıyordum. Ben nerede isem o oraya geliyordu. Manisa‟dan Ġstanbul‟a dönmüĢtüm. Canım Aynalı ile buluĢmak, ispirto ocağında demlenmiĢ bir fincan kahvesini içmek dilediğinde a‟mak-ı hayalimde bir boyut açılıyor ve sadece ikimiz o âlemde buluĢup keyif ediyorduk.
    “Aynalı ve Aynalı Baba” boyutu dıĢımda bir varlık değil, düĢünce dünyamda oluĢturduğum sanal bir ortamdı. Ben Aynalı Baba idim ve aynı zamanda Râci idim. Kendi hakikat boyutlarından dilediğini oluĢturma gizemine ermiĢ, duâ sırrını çözmüĢ bir Râci idim. Kendimle her an buluĢan vahded idim. Kendimle her an buluĢan kesret idim.
    Püsküllü fesimi baĢıma taktım. Ġtalyan iskarpinlerimi giydim. Hâkim yaka beyaz gömleğimin üzerine saçaklı kırmızı ipek kuĢağımı sardım. Ġspanyol paça pantolonum, üstünde yelekli ceketim, elimde bastonum ile Ġstanbul‟un parke taĢlı yollarını arĢınlamaya hazırdım. Bıyıklarımın ucunu burdum ve Beyoğlu sırtlarına doğru yürümeye baĢladım.
    Eski dostlarım için bu fiyakalı kılığım artık eski akıllı Râci‟nin değil yeni deli (?) Râci‟nin sembolüydü.
    Unkapanı‟ndan TarlabaĢı‟na doğru çıkarken küçük bir bostan içinde yaĢlı bir çınar ağacı vardı. Aynalı Baba‟nın orada oturmuĢ beni bekliyor olmasını kafamda kurguladım. NeĢeli adımlarla bostana girdiğimde ispirto ocağının ve MısırçarĢısı‟nda satılan meĢhur Hacı . . . kahvesinin kokusunu çoktan almıĢtım.
    Aynalı Baba her zamanki haliyle tebessüm ederek “HoĢ geldin nûrum” dedi ve hemen kahveleri iri fincanlara doldurdu. Beraberce çınar ağacına yaslandık kahvelerimizi içmeye baĢladık.
    Çınarın arkasında eski piyano ve üzerinde ney öylece arazi üzerinde duruyordu. “Neyi anladım ama piyano oraya nasıl gelmiĢti?” diye düĢünmedim. Belkıs‟ın Tahtı‟nı ne getirdiyse; piyanoyu, neyi ve hatta Aynalı Baba‟yı da aynı güç getirmiĢ olmalıydı. Yâni Süleymân‟da, Süleymân olarak zâhir olan Bâtın, Ģimdi de Râci olarak Zâhir idi ve aynı fiili tekrar ediyordu.
    2- EMMÂRE NEFSĠN, MÜLHĠME NEFSE AġKI
    Aynalı Baba;
    “Evlât bu gün biraz coĢkunum. Sana ney çalayım” dedi ve üfürdükçe yerler gökler inlemeye baĢladı. Kendimden geçmiĢim.
    Emel Ģehri beyinin oğluymuĢum.
    Annemin ve babamın bir tanesiydim. Oldukça gösteriĢliydim. Çok Ģık giyiniyordum. Ġpek atlas kıyafetlerle inci mercan süslü atımla dolaĢmaya çıktığımda halk beni görünce; “Fetebârekellâhu Ahsen-ül hâlikin, var edicilerin en güzeli olan Allah‟ın Ģânı ne yücedir!” âyetini okuyarak bakarlardı. Genç kızlar benimle evlenmek için hayaller kurarlardı. Fakat kalbimde doldurulamaz bir boĢluk hissediyordum. O boĢluğun ne olduğunu da bilmiyordum. Hiçbir saltanat nimetinin ve dünya güzelinin aĢkının ruhumdaki sonsuz girdabı doldurabileceğini zannetmiyordum.
    Ne aradığını bilememek ve bulamamak derdi ile zamanla hastalandım, yatağa düĢtüm. Günden güne
    sararıp soluyordum. Derdime çâre olması için ülkenin her yerinden hekimler getirildi ama hiç birisi devâmı bulamadı.
    Nihayet dağ baĢında yalnız yaĢayan bir yaĢlı âlim gelerek hastalığımı teĢhis etti. Babama;
    “Ey efendi! Oğlunuz seviyor. AĢk hastasıdır” dedi.
    “Muhterem hocam kimi seviyor?”
    “Hiç kimseyi. ĠĢte aĢkın en öldürücü Ģekli budur. Bu gencin bağrını yakan aĢk mutlak aĢktır. Yâni hiçbir Ģeye karĢı olmayan ve hedefi bulunmayan bir aĢktır. Bu aĢka bir hedef bulmalı; ondan sonra aĢkın ateĢini, cana can katan kavuĢma hâli ile söndürme yolunu düĢünmeli. Böyle olmazsa ölümü muhakkaktır.”
    Aileme göre iĢ basit olup sadece beğeneceğim bir kız bulmaktı. Oysa benim derdim dıĢ dünyada değil iç dünyamda idi. Bilincimin emmare nefs boyutu her Ģeye doymuĢtu. Kendini beğeniyor, gücünün ve kuvvetinin sonsuz derecede artmasını ve Firavun gibi ölümsüz bir tanrı olmayı planlıyordu.
    Emmâre nefsim aklımı ve ruhumu emrine almıĢtı. Aklım ve ruhum kölesi olmuĢ Emmâre için “Fetebârekeallâhu Ahsen-ül hâlikîn!” diyorlardı. Fakat Emmârem yaĢamın sonlu, gençliğin geçici, Ģan ve Ģöhretin çökücü, saltanatın yok olucu olduğunu çok iyi biliyordu. Bunları nasıl tanrısallığa dönüĢtürebilirdi? Derdi buydu. Tanrı olmaya âĢık olmuĢtu.
    Ben de bu derdimi imansızlık, kâfirlik, dalâlet, sünneti seniyyeyi terk gibi Ģeriat suçlarıyla yargılanmamak ve dıĢlanmamak için açıkça söyleyemiyordum.
    Bir gün sokaktan geçen adam Ģöyle bağırıyordu:
    “Kapalı bir sandık satıyorum. Ġçinde ne olduğunu bilmiyorum. Alan da piĢman olur, almayan da!”
    Ġlk defa içimde bir merak duygusu uyanmıĢtı. Babam o gizemli sandığı hemen bin altına satın aldı. Sandığı kırmadan açmak bana büyük bir zevk vermiĢ, tam iki gün Ģifresini kırmak için çalıĢmıĢtım. Nihayet açıldı. Ġçinden Maksûd ġehri PadiĢâhı Sultan Kerâmet‟in dünya güzeli kızı âyine-i AĢk Bânu Sultan‟ın bir resmi ve bir yazı çıktı.
    Bânû‟nun resmi bu kadar güzel ise kendisi nasıldır diye merak ettim ve yazıyı okudum.
    “Bu resmi gören herkes Bânû‟ya âĢık olur. Fakat ona âĢık olmak ölüm demektir. ġimdiye kadar bin genç bu yolda ölmüĢtür. Kendini seven bu sevdadan vazgeçsin!”
    Emmâre nefsim ölümsüz tanrı olunca yanına da ölümsüz bir tanrıça istiyordu. Emmâreden sonraki en esrârengiz nefs boyutu „mülhime‟ idi. Mülhime kapalı bir hazine sandığı gibiydi. Ölümlü emmârenin aradığı ölümsüzlük suyu Âb-ı Hayât‟ın formülü onda mıydı? Onda olduğuna inanarak bu sefer de „mülhime‟ye âĢık olarak sırlarını araĢtırma yolculuğu olan seyr-i süluka hazırlanıyordu.
    Aileme Maksûd Ģehrine gidip Bânû‟yu alıp geleceğimi söylediğimde çok Ģiddetli itiraz ile karĢılaĢtım. Israrım sonucu iknâ oldular ve yola çıktım. Bir yıl süren yolculuktan sonra hedefe vardım. Beni sarayda konuk ederek hemen Bânû‟nun huzuruna çıkardılar. Bânû beni beğendiğini itiraf ederek bana yazık olmaması için bu sevdadan vazgeçmememi ve evime dönmemi ısrar etti. ġöyle dedi:
    “Ey Genç! Benimle evlenmen için suallerime doğru cevaplar vermen gerekir. Fakat Ģimdiye kadar kimse doğru cevabı veremediği için helak oldu. Sorularıma doğru cevabı bulabilenler ise zaten benimle evlenmeye ihtiyaç duymaz. Benden daha güzel olan „GüneĢ‟ Sultan sevdasına yakalanırlar.”
    Nefsi emmârenin kararları delikanlılık çağındaki duygusallığa mağlup olan gençler gibidir. Emmâre her Ģeyi bildiğini iddia eder. Fakat hatalarına levm ederek (piĢman olarak) aynı hataları yinelemeden bir yol gösterici desteğiyle mülhime nefs boyutunda sırlar ilminin bahçesine adım atar. En kaygan zemin olan bu
    boyutta ayağı kaymazsa Mutmain Nefs‟in hakikati „GüneĢ‟ gibi doğar. Emmâre nefs artık aradığı aĢkı kendi hakikati olarak Mutmain nefsde bulmuĢtur ve Mülhime‟ye (Bânû‟ya) tekrar dönemez.
    “Hayır ey Bânû! Âlemde senden daha güzel bir varlığın olabileceğine inanmıyorum. Ben senin sevdandan vazgeçemem. Bana sorularını sor.”
    “O halde günah benden gitti. Ya hem beni kaybedersin ya da hem kendini kaybedersin. Ya da GüneĢ Sultan‟ın çekimine kapılarak yine beni kaybedersin. Her halükârda ikimizin sağlıklı olarak kavuĢması ve bir arada durması imkânsızdır” dedi ve bir ah çekerek suallerini yöneltti;
    “Bir;
    elif mi noktadan, nokta mı eliften çıkmıĢtır?
    Ġki;
    bu ne vakit olmuĢtur?
    Üç;
    elifle noktanın aynı olduğunu canlı örnekle kanıtlayabilir misin?”
    Bu suallaerin sonunda Bânû yüzündeki peçeyi kaldırdı. Ben o eĢsiz güzellikteki yüzü görünce göz kamaĢtırıcı güzelliğine dayanamayarak “Allahu Ekber” feryadı ile düĢüp bayıldım.
    YaratılıĢça saf ve temiz olan “nefs” bölgesel Ģartlanmalardan, toplumsal saplantılardan ve kiĢisel özelliklerden dolayı saflığını kaybeder. Hatalı ve kısıtlı bilgi ile donanmıĢ anlamındaki “emmâre” nefs sıfatını alır. Emare nefs bilincini yaĢayan birey içinde bulunduğu toplumun dinsel, mistik, tasavvufî ya da felsefî soyut konularına ilgi duyarsa “öz eleĢtiri/tefekkür” yapan anlamındaki “levvâme” nefs sıfatını alır. Levvâmenin kalıplarını kırıp evrensel düĢünceye ilk adımını attığında Ģartlanmalarından öğrendiği tanrı düĢüncesini yıkarak “Allah” gerçeğini çok genel hatlarıyla kavramaya baĢlar. Ġlk anda kendini ve tüm varlığı Allah‟ın projeksiyonu gibi kavrar. Emmâre ve levvâmenin dar kalıplarına göre bu projeksiyon düĢüncesi sonsuz sınırsız bir keĢif gibi gelir. Hâlbuki Allah‟ın projeksiyonu olmak hâlâ özünde tanrı inancını ve ikiliği barındırmaktadır. Buna rağmen sûfî‟nin burada müthiĢ bir Ģekilde baĢı döner. Allah ile arasındaki perdelerden sadece birincisi kalkmıĢtır henüz. Daha sonsuz perdeler olmasına rağmen kalkan ilk perdede dahi sonsuz güzelliği tam seyrettiğini zanneder.
    Bânû‟nun yüzündeki peçeyi kaldırması Râci‟nin ilk tasavvufi keĢiflerinden birisinin sembolik anlatımıdır.
    Gözümü açtığım zaman Aynalı Baba tebessümle konuĢuyordu:
    “Elif harfinin üstüne bir çizgi at „e‟ olsun. Altına çizgi at „i‟ olsun. Üstüne vav koy „û‟ olsun. Elif nasıl oluyor da böyle kılık değiĢtiriyor? Elifi değiĢtiren çizgilerdir demek cevap değildir. Asıl cevap ise akıl tasını çatlatır. Hak her an baĢka bir tecellidedir desen herkes baĢ sallar „evet‟ der. Ama Hak tecelli etmez kendisi olarak; sen , ben, o olur desen Hallac gibi baĢını kaptırırsın. Bu elif bâ meselesi de amma çetin Ģey! „Sen elif dersin hoca, mânâsı ne demek‟ diyen Türkmen Yunus gibi burada susmak gerek”
    Aynalı Baba neyini koynuna soktu. Piyanosunu tarlada bırakarak bostandan çıktı gitti. Aslında oradaki piyano bana göre vardı. Hatta sadece piyano değil; Aynalı Baba, neyi ve kahve takımı bana göre vardı. Normal insanların beĢ duyusu bunları algılayamıyordu. Ben de piyanoya ne olacak düĢüncesinde olmadığım için Tarla baĢı mahallesinden Beyoğlu semtine doğru yoluma devam ettim.
    14. BÖLÜM: „LEYLÂ‟sız MECNÛN‟
    Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (14. Bölüm)
    Yazar Editr Tarih ġubat 8th, 2008
    LEYLÂ‟sız MECNÛN
    peçesiz güzel
    Bu gün canım Ġstanbul Boğazı‟nda sandal gezintisi yapmak istedi. Üsküdar‟da gözüme boĢ bir sandal kestirdim. Sahibi yüzünü peĢtamalla kapatmıĢ uyukluyordu. Biraz ağır adımla bastırarak bindim.
    “Kaptan-ı Deryâ, asıl küreklere” dedim. Yüzündeki peĢtamalı kaldırdı. Tahmin ettiğiniz gibi bana gülerek bakan Aynalı Baba idi..
    “Nereye nûrum” dedi.
    “Elbette Bânû‟nun olduğu boyuta” dedim.
    Kıyıdan biraz açıldık. Ġspirto ocağında kahvemizi demledik. Sandalın periyodik yalpaları ve kahvenin rahatlatıcı tadıyla kendimden geçmiĢim.
    Bu günkü hayalim dün kesildiği yerden baĢlamıĢtı. Ben bayıldıktan sonra Bânû da derinden ah çekerek bayılmıĢtı.
    Önceki bölümde açıkladığımız gibi Bânû Mülhime Nefs‟i sembolize ediyordu. Mülhime nefs emmâre nefse muhtaçtır. Çünki faaliyet için gereksinim duyduğu yaĢam enerjisini emmareden alır. Bunun için tasavvufta emmare nefsi öldürmek, yok etmek yoktur. Sıfatlarını ve iĢletim sistemini düzenleyerek üst nefs boyutlarının emrine vermek vardır. Bunun kaynağı yine Resulullah‟dır. ġöyle ki:
    Üç sahabe bazı kararlar alarak Resulullah a.s.‟a gelirler. Birisi Hristiyan ruhban keĢiĢler gibi tamamen cinselliğini öldürüp ibadet etmek istediğini söyler. Diğeri dağ baĢına çekilip mağarada ibadet edeceğini söyler. Üçüncüsü de ömrü boyunca oruç tutacağını bildirir.
    Resulullah a.s. üçünün de yolunun yanlıĢ olduğunu ve kendisinin Allah‟ı en çok bilen ve O‟ndan herkesten daha çok haĢyet duyan olduğu halde; aile hayatı yaĢadığını, toplum içinde doğal hayat sürdüğünü ve bazen oruç tutup bazen tutmadığını belirtir.
    Bu üç husus Ġslâm Sûfizmini
    Hristiyan mistisizminden ve Hint felsefesinden (Budizm, Hinduizm vs.) ayırır.
    Bireyi
    “Toplum içinde inzivaya,
    zahirini halk ile aynı yaĢamaya,
    bâtınını Hak ile daimi birliğe
    ve
    her nefs boyutunun ölçülü olarak hakkını vermeye”
    yöneltir.
    Bânû‟nun bayılması emmareyi temsil eden Ģehzade ile aynı anda olmuĢtur.
    Emmarenin değiĢen sıfatları
    Kur‟an ve Sünnet ölçüsünde olursa
    emmare nefsin
    ismi
    melekî mülhime nefs adını alır.
    Eğer emmare nefsin değiĢen sıfatları
    kendini tanrısal güçleri olan
    bir evliya olarak gösteri amacına dönerse
    ismi
    Ģeytânî mülhime nefs adını alır.
    Emmâre nefs (Ģehzade) baygınlık konumundan hangi değiĢimle ayılırsa Bânû (mülhime) da o konuma paralel olarak ayılacaktır.
    Kendime geldim. Eğer Bânû‟nun suallerine doğru cevabı bulamaz ve ona kavuĢamazsam yaĢayamam ve intihar ederdim. Doğru cevabı bulmak için yanımdaki âlim kiĢilerle hemen yola çıktım.
    Cevaplar “delilik ülkesi”ndeydi .
    Delilik ülkesi neredeydi? Her yerdeydi. Biz de delilik ülkelerinde doğru cevabı verebilecek olanları araĢtırmaya baĢladık.
    Üç aylık arayıĢtan sonra izbe bir mezarlıkta bir grup deliyi oturuyor bulduk. Ġçeri girerken çıkardığımız seslerden birisi rahatsız olarak;
    “Hey ne oluyor? Ezan mı okunuyor?” dedi.
    Belli ki bu deli her ses ve olayı Allah‟ın Ekber‟iyeti olarak algılıyordu. Diğer deli ise Ģöyle dedi:
    “Bizim bilincimize cehaletin mantığı ve ayak gürültüleri giremez. Çünkü bizim memleketimizde hiçbir değer yargısı, içgüdülere hizmet eden akıl türü ve kanıtlara dayalı iman arayan ilimler yoktur.”
    Bir diğer deli de;
    “Birisi Kâfirûn Sûresi mi okuyor? Bilinci bedensellikle örtülü olanlar mı geldi? Örtülülerin mantığı ile bizim mantığımız uyuĢmaz. Herkes kendi yoluna!” Dedi.
    Birisi;
    “Bülbül ötüyor!”
    Birisi;
    “Hayır, çorba tenceresi kaynıyor!”
    Birisi;
    “Ne buyurdunuz? Kahve cezvesi mi taĢmıĢ?”
    Birisi;
    “Dalga sesi olmalı!”
    Sonuncusu;
    “Helvacı bağırıyor galiba biraz alsak!”
    diyerek hepsi sessizliğe gömüldü. Bize mantıksız ve kopuk kopuk gelen bu cümlelerle gayet güzel anlaĢarak bizim amacımızı birbirlerine aktardılar.
    Tam kırk gün delilerin bu tür anlam iletiĢimini dinledik. Elbette ki hiçbir Ģey anlamadık. Sonunda birisi bize bakarak;
    “Size nasıl bir mal satalım?” dedi.
    “Sizden ilim almaya geldik” dedim.
    “Âh cümle hâlette yine kendini zevk ederek,
    Küllü hizbin remzini hâtemine çekmiĢ ferhûn”
    Âh bütün hallerde yine kendini zevk ederek böbürlenenler,
    „Her grup kendi yanlarında olanla böbürlenicidirler‟
    (Mü‟minûn: 53) âyeti
    ile iĢaret edilen durumu kendilerine mühür yapmıĢlar.
    Diye karĢılık verdi.
    Elini öpmek istedik Ģöyle dedi:
    “Hacer-i Esved‟i var öp, eğer öpmekse muradın,
    Hiç‟i pûs etmek için hâlet-i bisân gerek.
    Can derâguĢ olunur mu mütenâhi sözlerle,
    Leb değil öpmek için ah-ı cân gerek!..”
    Eğer öpmekse muradın Hacer-i Esved (taĢını) öp.
    Kendi varlığını hiç‟e eĢlemiĢ kimsenin elini öpmek için hiç olmak gerek.
    Sonlu anlamlarla sonsuz can kavranabilir mi?
    Öpmek için dudak değil ta candan gelen bir ah gerek.
    “Ey ârif kiĢi. . .”
    der demez sözümü keserek;
    “Ve körün unvanını ârif koyarak,
    Görenin ismine divâne denildi,
    Nice efsâneleri saydırmıĢ ilim,
    Ġlm-ü irfânına efsâne denildi.”
    dedi.
    Bunlardan bir Ģey öğrenemeyeceğimi zannetmeye baĢladığımda iki deli kendi aralarında konuĢmaya baĢladılar.
    “Ey hayrete dalmıĢ! Okudun yazdın ne anladın?”
    “Elif-bâ‟nın mânâsını anladım!”
    “Mânâsı ne demekmiĢ?”
    “Birin iki, ikinin bir olmasıdır.”
    “Nasıl?”
    “Allah bir‟dir, Elif‟dir.
    Kendini bir‟leyecek ikinci varlık
    yani ikinci harf B‟nin asla var olamayacağını bilir.
    Elif vardır Bir,
    B yoktur Ġki.
    “Bunun ismi nedir?”
    “Kelime-i tevhid yani; Lâ ilahe illallah, diyerek Allah‟ın bir olduğunu söylemektir.”
    “Bir‟in bir olduğu nasıl söylenir. Bir zaten bir değil mi? Bir ikiye mi bölünmüĢ de birliyorsun, tevhid ediyorsun?”
    “Bir‟e ben bir dersem; bir ve ben iki eder. Ama „Ben‟ diyen Bir‟in kendisi ise ikilik olmaz.”
    “Yani Allah sana söyletiyorsa ya da dilinde söyleyen O ise mi ikilik olmaz?”
    “Aynı akıllılar gibi konuĢmaya baĢladın. Kendine gel! Deliler gibi düĢün. Allah‟dan baĢka ben mi var? Allah baĢka birisinin dilinin içine mi girip konuĢturacak? Ya da uzaktan talimat mı gönderecek. Sen bu mantıkla akıllılar ülkesinde padiĢah olursun.”
    “Tamam kızma. Sadece senin akıllanıp akıllanmadığını anlamak için sordum. Hâlâ delisin, iyi…
    Allah‟ın kendisini tasdikine kabul deniyor. Allah‟ın baĢka varlık olmadığını ilanına da inkâr yani „lâ‟ deniyor. Peki, bu nasıl bir iĢ ve oluĢtur?”
    “Bunun üç püf noktası vardır.
    Bir:
    Yaratma sanatı.
    Yaratma sanatının püf noktası;
    içinde ve dıĢında baĢka bir varlık yaratmayıp,
    varlığı ilminde vehmetmektir.
    Ġki:
    Bilinme sırrı.
    Bilinmenin püf noktası;
    Allah‟ı bilecek
    ya da
    bilmeyecek
    ikinci varlığın olmamasıdır.
    Üç:
    Vahdet oyunu.
    Vahdet oyununun püf noktası;
    kendisini tevhid etmek için
    baĢkası olup,
    sadece Allah ismini birlemesidir.
    “Bu ne zaman olmuĢtur?”
    “Zaman aklın ve gözün yanılgısıdır.
    Zaman yoktur.
    Tek bir an vardır.
    Tek bir an sonsuz esmâ âlemidir.”
    “Elif-Bâ nedir?”
    “Varlığın hakikatini anlatmak için
    kullanılan bir semboldür.
    Elif Allah‟a iĢâret eder.
    Elif; ahadiyete, tekliğe iĢaret eder.
    Yani Allah‟ın vahdet halini anlatan harftir.
    B harfi
    Allah‟ın
    biribirine hiç benzemeyen
    isimler ve resimler altında
    zahir olmasını ifade eder.
    Buna kesret sırrı da denilebilir.”
    “Elif mi asıldır, be mi asıldır?”
    “Elif ve be iki değil ki;
    biri asıl
    diğeri sahte olsun!”
    “Varlığın aslı nedir?”
    “Varlık ayrı,
    asıl ayrı değildir.”
    “Elif mi noktadan çıkmıĢtır? Nokta mı eliften çıkmıĢtır?”
    “Nokta;
    isimsizlik, sıfatsızlık, fiilsizlik halidir.
    Nokta;
    Ģekilsiz ve anlamsızdır.
    Nokta;
    Elif olup dile gelir.
    Elif noktadan çıkar.”
    “Nasıl olur? Göster!”
    Deli cebinden bir parça balmumu çıkararak avucunda sıcak nefesle yumuĢattı, ovaladı ve yuvarlak hale getirdi.
    “ĠĢte nokta!”
    diyerek mumu ovalayıp uzattı;
    “ĠĢte Elif !”
    dedi. Uzun mumu hilal gibi büktü, bir ucundan bir parçacık kopardı ve hilalin altına yapıĢtırdı;
    “ĠĢte Be harfi!”
    dedi.
    Diğer deli ayağa kalktı;
    “Elif‟in baĢka adı var mı?”
    diye sordu. Deli;
    “Evet var fakat kulağına söylerim”
    diyerek fısıldadı. Sonra bana dönerek;
    “Ey genç!
    Nokta;
    elif oldu, elif „b‟ oldu.
    B‟yi ısıttım geri çevirdim tekrar nokta oldu.
    Aslında var olan hep nokta idi.
    Elif de
    „b‟ de
    yirmi sekiz hece de
    noktadan baĢka değildir.
    ġimdi beni iyi dinle!
    Nedir bu gösteri ve sihir?
    ĠĢte cevabı:
    Hak
    kendi güzelliğine âĢık oldu.
    Kendini seyretmek için
    Mim
    (Mecnun isminin ilk harfi)
    ve
    lâm
    (Leylâ isminin ilk harfi)
    oldu.
    Kendi aĢk ateĢinde yanarak eridi ve bütünleĢerek nokta oldu.
    Kendisini sevecek
    ikinci bir varlık olmadığını bildi.
    Yine
    kendisinin seveceği ikinci bir varlık olamayacağını da bildi.
    ĠĢte bu gerçeğe aĢk denir.
    AĢkda ikilik yoktur.
    Ġkili sevginin adı aĢk değil
    birbirini beğenidir.
    ġimdi;
    Leylâsız Mecnûn oldun.
    Çünkü Mecnûn Leylâ oldu.
    Sonra ikisi de kendi hakikatine döndü
    Ve
    dönünce dönenlerin iki değil tek olduğunu anladı.
    Leylâ ve Mecnûn isimlerini aradan çıkarırsan
    benim fısıldadığım ismi de duyarsın!”
    Diyerek kendi mantık boyutlarına döndüler. Tekrar bize anlamsız gibi gelen cümlelerle anlaĢmaya baĢladılar.
    Üç sorunun cevabını bulmuĢtum. Aslında bulduğum cevaplar varoluĢ sırrı idi. Ġçine düĢtüğüm boĢluğun yalnızlık ve karĢı cinse olan sevgi arayıĢından kaynaklanmadığını anladım. Aradığım Bânu değildi. Bânu‟nun da aradığı ben değildim. Biz kendimize olan aĢk sırrını arıyorduk. Hak‟kın tecellileriydik ve kendi gerçeğimize âĢık Mecnûnlar ve Leylâlar idik.
    AĢk sırrının verdiği huzur ile gözümü açtım. KarĢımda Aynalı Baba küreklere asılarak gülüyordu. NeĢeyle;
    “Peçe kalktı,
    güzel göründü.
    Beğeni söndü,
    aĢk Ģâha kalktı.”
    Diyerek ardından bir beyit okudu:
    Ona Mecnûn mu denilir ki onun Leylâ‟sı,
    Yeni bir cilve-i Ģevket ile Mevlâ olmuĢ.”
    Leylâ‟sı ilâhi kudretin yeni bir tecellisi ile
    perdesiz Hak olan kimseye
    Mecnûn denilemez.
    Kahve içerken uyuklamıĢ ve birkaç saniye içinde birkaç aylık zaman dilimi yaĢamıĢ olarak ayılmıĢtım. Gerçek ve hayal arasında gidip gelmeler bende Ģüphecilik duygularımı körüklemiĢti.
    Aynalı Baba‟dan anladığım kadarıyla varlık tümüyle Hak‟kın hayali idi. „Ben‟ olarak varsaydığım zâtım da hayal içinde hayal idi. Bir de hayalimin derinliklerinde „gördüğüm‟ ve „olduğum‟ Ģeyler vardı. Onlar ise; hayalin, hayalinin hayali idi.
    Bu hayali hangi gerçek üretiyordu?
    Hak gerçektir;
    âlemler,
    ben
    ve
    bendeki hayal âlemleri
    Hak‟kın hayalidir desem
    korkunç bir paradoksa düĢüyordum.
    „Ben‟ hayal‟im ve hayal olduğumu biliyorum demek;
    Hak‟kın varlığından baĢka
    geçici ya da kalıcı olarak var olmamı gerektirirdi.
    Ben Hak‟kım
    Ve
    her Ģeyi ben hayal ediyorum desem
    Firavun gibi Rablik (tanrılık) iddiasına kalkıĢmıĢ olurdum.
    Bu çeliĢkiden çıkamayacağımı anladığım anda
    Aynalı Baba yine imdadıma yetiĢerek paradoksu çözdü.
    “Ezelî ve ebedî tekliğin verdiği acıyı bilir misin?
    Doğmamanın ve doğurmamanın verdiği yalnızlığı bilir misin?
    Görünebileceğin baĢkasının olmaması
    Ve
    seni görebilecek baĢkasının olmaması
    gerçeğinin verdiği boĢluğu bilir misin?
    Ey kulum
    Ve
    Yâ Rabbim
    muhabbetinin iki varlık arasında
    olamamasının verdiği hüsrânı bilir misin?
    Hayalinde dahi
    ikiliği (Ģirki) var etmemek
    kudretinden doğan
    „Ahadiyet‟
    mahkûmiyetini bilir misin?
    Nereden bileceksin?
    Sadece Ģu kadar söyleyeyim;
    „her Ģey olsaydı iĢte böyle olurdu‟.”
    Aynalı Baba sözlerini bitirince öyle bir sessizliğe ve hüzne büründü ki sararmıĢ solmuĢ bir heykel gibi oldu. Sanki evrende ondan baĢka hiçbir Ģey yokmuĢçasına bir derinliğe gömüldü. Kıyıya gelmiĢtik. Sandaldan indim. O hâlâ sandalda bir put gibi gizemli görünüyordu.
    Benim de gönlüme bir hüzün çökmüĢtü. Aynalı Baba‟yı sanki bir daha göremeyecekmiĢim gibi duygularla evime döndüm.
    15. BÖLÜM: „VEDÂ‟
    Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (15. Bölüm)
    Yazar Editr Tarih ġubat 11th, 2008
    VEDÂ
    Aynalı ve Râci‟nin ebediyen ayrılıĢı
    Aynalı Baba ile tanıĢtıktan sonra kendimi tanıyamaz hale geldim. Nereden geldiğimi nereye gittiğimi karıĢtırdım. Ben kimim? Hangi memlekette oturuyorum? ĠĢim, mesleğim, ailem, çevrem, arkadaĢlarım kimdir? Bilemiyordum ve her Ģey birbirine karıĢmıĢtı..
    Son sandal gezintisinden sonra üzerimdeki kat kat hayal perdeleri kalkmaya baĢladı. Ben aslında doğma büyüme Ġstanbulluydum. Akıl ve Ruh Hastalıkları Hastanesi‟nde doktordum. Ne oldu, nasıl oldu anlayamadan kendimi Anadolu‟nun küçük bir Ģehrinde tren yolculuğunda buldum. Hiç tanımadığım yaĢlı bir kadın annemmiĢ ve onunla yaĢıyordum. Çevremde sürekli meyhanelerde içtiğim bir arkadaĢ grubu buldum. Trenle bir kasabaya seyahat ettik. Kır âleminde iki derviĢ gördüm. ġehre döndüm, amaçsızca gezinirken eski bir mezarlığa girdim. Orada Aynalı Baba‟yı tanıdım. On gün kadar kahve âlemleriyle hayalimin derinliklerine gidip geldim.
    Bir ara Aynalı‟yı kaybettim. Birkaç yıl Anadolu‟da karıĢ karıĢ onu aradım. Aklımı kaçırdığımı zanneden annem beni Manisa Tımarhanesi‟ne kapattırdı. Orada birkaç akıllı deli ile dost oldum. Aynalı ile tuhaf bir Ģekilde Tımarhane‟de tekrar buluĢtuk.
    ġimdi Ġstanbul‟dayım. Yine annemleyim fakat Anadolu‟daki annem değil, gerçek annemleyim.
    Aynalı‟yı nerede bulmak istersem orada buluyorum. Bu durumun tek açıklaması var. Ya âlemler birbirine girdi ya ben gerçekten aklımı oynattım ya da rüyadayım ve uyanamıyorum.
    Kesin emin olduğum tek Ģey ise Ġsmimin Ahmed Râci olması, alkolden kurtulmam, sâde bir ibadete ve karmaĢık bir tefekkür hayatına baĢlamıĢ olmamdır. Bunların haricinde hiçbir Ģeyden emin değildim.
    En kısa zamanda Aynalı Baba‟yı bulmam ve hayal âleminde miyim gerçek âlemde miyim netleĢtirmem gerekiyordu.
    Aynalı Baba en çok mezarlıklarda yalnız yaĢamayı ve eski derme çatma kulübelerde birkaç dostuna ney faslı ve kahve ikram etmeyi seviyordu. Onu bulmak niyetiyle Karaca Ahmet Mezarlığı‟na gittim. Evet oradaydı. Asırlık bir çınar ağacına yaslanmıĢ ney çalıyordu. Uzaktan seyrettim. Benim geldiğimi görmemiĢti. Kendimin rüyada mı gerçekte mi gezindiğini test etmek için Aynalı‟ya görünmeden geri döndüm.
    Üsküdar rıhtımından hızlı bir kayık kiralayıp Eyüp Mezarlığı‟na geçtim. Eğer rüyada ve hayal âlemindeysem Aynalı Baba‟yı Eyüp Mezarlığında yine asırlık bir çınara yaslanmıĢ ney çalarken bulmam gerekiyordu. Mezarlığın izbelerine yürüdüm. Evet yanılmamıĢtım. O, tam umduğum gibi karĢımdaydı, benden habersizmiĢ gibi neyine üfürüyordu.
    YavaĢça yaklaĢtım. Selam verdim. Her zamanki edâsıyla;
    “HoĢ geldin nûrum! Hele gel de bir fincan kahvemi iç” dedi.
    Hemen çalı çırpı toplayıp isli ateĢte eski cezvesiyle kahve demleyip alaca desenli porselen fincanda ikram etti.
    Kafam karma karıĢık fikirlerle doluyken kahveyi yudumladım. BaĢım dönmedi, kendimden geçmedim. Gerçeğe dönmek istiyordum. Tüm cesaretimi toplayıp sordum:
    “Efendim, affınıza sığınarak bir Ģeyler sormak istiyorum.”
    “Estağfurullah evlâdım, dilediğini sor!”
    “Ben rüyada mıyım yoksa gerçek hayatta mıyım?”
    “Aslında ikisi de aynıdır ama avama göre ayrı ayrıdır. Avama göre rüyâ âlemindesin.”
    “Kimin rüyasındayım? Kendi rüyamda mıyım? Sizin rüyanızda mıyım?”
    “YaĢam dediğin Ģey Tek Varlık olan Hak‟kın ilminde varsaydığı rüyâ âlemleridir. Rüya senin veya benim değildir. Biz ancak Ġlâhî rüyanın ruhsuz, bedensiz, bilinçsiz, dilsiz, kulaksız. . . „fakirleri‟yiz. Sende meydana gelen rüya da O‟na aittir, bende meydana gelen rüya da O‟na aittir. O‟ndan gayrı ne var ki? Yine avama göre kabul edelim; senin rüyandayız.”
    “Rüya benimse sizin durumunuz nedir? Siz gerçek hayatta var mısınız? Yoksa benim rüyamda benim bilincimin yansıttığı bir hayal misiniz?”
    “Uyanınca anlarsın.”
    “Ben uyanırsam sizi ebediyen yok etmiĢ olmaz mıyım? Eğer Ģu anda rüyada isem uyanınca sizin hiçbir zaman var olmamıĢ birisi olduğunuzu anlayacak isem, ben ebediyen bu rüyadan uyanmak istemiyorum. Sizden ayrılmak istemiyorum.”
    “Üzülme evlât! Ben hiçbir zaman var olmadım ki; sen uyanınca yok olayım. ġu anda da var olan sensin. Beni var zannediyorsun.”
    “Siz gerçek hayatta hiç var olmadınız mı?”
    “Senden yüz yıl önce Aynalı nâmı altında bir tecellîyat oldu. Ġnsanlar beni var kabul etti. Fakat ben asla var olmadığımı bildim.”
    “Siz beni rüyamda irĢat etmek için mi geldiniz?”
    “Hayır, ben senin rüyana gelmedim. Her insanda tüm insanların tüm yaĢam ve bilgi kayıtları mevcuttur. Sen kendi özündeki „levhi mahfuz‟ kayıtlarından Aynalı Baba boyutuna yükseldin. Aynalı‟nın ulaĢmıĢ olduğu bilgileri rüyâ âleminde Ģekil ve olaylara bürüyerek „okudun‟. Ben seni irĢad etmedim. Sen gerçek hayatta alın terinle tahsil ettiğin ilimlerin ve tefekkür çilesinin mükâfatı olarak kendini Aynalı Boyutu (Aynalı Baba‟nın bilincinin yükselmiĢ olduğu nefs mertebesi) ile ödüllendirdin.”
    “Hayır! Sizin beni irĢat etmediğinize inanmam. Sizin gerçek olmadığınızı asla kabul etmem. Sırf tevazu olsun diye böyle konuĢuyorsunuz.”
    “Sadece sen değil, senin uyandığın zaman yazacaklarını okuyacak olanlar da benim hayal ürünü olduğumu kabullenmekte zorlanacaklar. Ġnsanlara rüyada, hayal âleminde sırları fethetmek, aniden ilmi ledüne sahip olmak gibi fanteziler çok cazip gelir. Gerçek tasavvufta hazıra konmak yoktur. Her çağın değiĢmeyen tasavvufi eğitim esası; gerçek hayatta gerçek üstatlardan alın teri ile ilim tahsil etmektir. Bu duruma göre okumakla da olur, sohbetlerini dikkatle dinlemekle de olur. Âdetullah budur, aksi iddialara itibar etme.”
    “Uyanınca sizi rüyamda tekrar görebilir miyim?”
    “Allah‟ın sisteminde sadece bir Ģey imkânsızdır; ikilik. . . Bundan baĢka her Ģey mümkündür. Rüyalara bel bağlama. Bu gördüğün rüyalar, hayaller irĢat değil sadece zihinsel bir mâcerâ idi.”
    “Sizden ayrılmak, sizi unutmak çok zor.”
    Meseleyi anlamıĢtım. Rüyada rüya gördüğümü bilecek Ģuurdaydım. Biraz sonra uyanacaktım ve Aynalı‟ya ebediyen vedâ edecektim. Her Ģeyin hayal olmasına rağmen Hayalim‟e; Aynalı‟ya sarıldım. Elimde olmadan ağlamaya baĢladım. Aynalı da ağlamaklı bir sesle beni bağrına bastı:
    “Ne yapalım evlâdım! Dünyâ dediğimiz Ģey okyanusun gel git dalgaları gibidir. GörünüĢlere aldanmamalı. „Külle yevmin hüve fi Ģe‟n…‟ O her an yeni bir iĢ ve oluĢtadır. . . Her an kâinatta hükmünü yürütmektedir. . . (er-Rahmân: 29) Biz Allah‟ın sistemi dıĢında kalamayız ki….”
    Aynalı Baba, daha doğrusu „hayalimdeki Aynalı Baba hayali‟ yavaçça asırlık çınara dayandı. Gözlerini sonsuzluğa dikti. Bir daha kıpırdamadı. Yüzüne baktım, her zamanki tebessümü vardı. Yanında oturdum, oturdum, oturdum. Eline dokundum buz gibi olmuştu.
    Mezarlığı bu arada sis kaplamıĢtı. Sislerin içinden dört siluet belirdi. Çifte Hâfızlar, Dr. Kuru Sıkı ve Cırtlak Efe hüzünlü adımlarla Aynalı‟nın yanına oturdular. Deli Hafız Yâ Sîn‟i okudu, Arabacı her zamanki gibi ardından yalan yanlıĢ taklit etti. Dr. Kuru Sıkı ve Cırtlak Efe yeri kazdılar. Cenâze duası için (cenaze namazı) imamlık vazifesi bana düĢtü. Aynalı‟yı çok sevdiği kıyafetiyle toprağa verdik. Dört deli sislerin içinde tekrar kayboldular.
    Aynalı Baba‟nın kulübesine girdim. Bana miras olarak bir not defteri, iki isli cezve, yüz gram kahve ve
    Ģeker ile iki büyük fincan bırakmıĢtı. Aynalı benim hayalimdi. Onu kaybetmekten ben üzüldüm.
    Ben kimim? Ben de birisinin hayaliyim. Siz de beni kaybetmekten üzülmeyin. Çünkü ben de Râci olarak hiçbir zaman var olmadım. Biraz sonra ben de uyanacağım ve kendimi ġehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi‟nin „hayal âleminde‟ bulacağım.
    Ya siz uyanınca kendinizi nerede bulacaksınız?
    Yine kendinizde, „ötenizdeki birisi‟nde değil. . .
    ..SON
    Yorumlayan ve özetleyen:
    Kemal Gökdoğan
    www.yorumsuzblog.net.tc

    Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...