06 Eylül 2014

ZULKİFL ALEYHİSSELÂM





ZULKİFL ALEYHİSSELÂM


     2 Zülkifl Aleyhisselâmın İsmi Ve Soyu: 2 Zülkifl Aleyhisselâmın Peygamberliği Ve Bazı Faziletleri: 2 Zülkifl Aleyhisselâmın Vefatı Ve Yaşı: 2     Zülkifl Aleyhisselâmın İsmi Ve Soyu:    Başa Dön   Bişr (Zülkifl) b.Eyyûb Aleyhisselâm'dır.[1]   Zülkifl Aleyhisselâmın Peygamberliği Ve Bazı Faziletleri:    Başa Dön   Yüce Allah; Eyyûb Aleyhiselam'dan sonra, Bişr b. Eyyûb Aleyhisselâmı, Pey­gamber olarak göndermiş[2] ve ona Zülkifl ismini vermiş, halkı, Tevhîd akîde-sine = Allah'ın Birliğine inanmağa davet etmesini, kendisine emretmiştir. Zülkifl Aleyhisselâm, Şam'da otururdu. [3] Yüce Allah, Enbiyâ sûresinde Eyyûb Aleyhisselâm in kıssasından sonra, Zül-Kifl Aleyhisselâm hakkında şöyle buyurur: ' 'İsmail'i, İdris 'i, Zülkifl'i de (an! Bunların) her biri de, Sabr (ve sebat) edenlerdendi. Onları da, rahmetimizin içine idhal ettik. Onlar, hakîkaten, Sarihlerdendi. [4]" Yine, Yüce Allah, Sâd sûresinde Eyyûb Aleyhisselâmın kıssasından sonra, şöyle Duyurur: "Kuvvetlerin ve basiretlerin sahipleri olan kullarımız İbrahim'i, Ishâk'ı, Yâkub'u da, an! Çünkü, biz, onları, katkısız (şaibesiz) bir hasletle -ki, yurd(lan)nı hatırlamaları jb onun için, çalışmalaradır- Hâlis (insanlar) yaptık. Çünkü, onlar, bizim katımızda, cidden seçkinlerden, hayırlı (Zat)lardandı. [5]  "İsmail'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de, an!  (İşte) Bütün bunlar, hayırlı (insan)lardı. [6] Zülkifl Aleyhisselâmın, Kur'ân-ı kerimde, böyle, Kendilerinden, övülerek bah­sedilen büyük Peygamberler arasında zikredilişi, kendisinin de, Peygamber ol­duğunu açıkça gösterir. Meşhur olan da, budur. [7] Zülkifl Aleyhisselâm'a; Rum toprağındaki halk, iman ettiler, tâbi oldular ve ken­disini, doğruladılar. Bunun üzerine, Yüce Allah, onlara, Allah yolunda cihad etmelerini, emredin­ce, bunu, yerine getirmekten kaçındılar ve zaa'f gösterdiler: "Ey Bişr! Biz, hayatı sever, ölümü, sevmeyiz. Bununla beraber, Yüce Allâha ve Onu Resulüne âsi olmaktan da, hoşlanmayız. Eğer, ömürlerimizi, uzatmasını ve ancak, biz, dilediğimiz zaman, bizi öldürme­sini, Allâh'dan dilersen, Ona, ibadet ve Onun düşmanları ile cihad ederiz!" dediler. Zülkifl Aleyhisselâm, onlara: "Siz, benden, büyük bir şey istediniz. Bana, ağır teklifte bulundunuz." dedi. Sonra, kalkıp namaz kıldı ve: "Ey Allah'ım! Sen, Elçilik vazifelerini tebliğ etmemi, bana, emrettin, tebliğ ettim. Düşmanlarınla, cihad etmemi, emrettin. Sen de, biliyorsun ki, ben, kendimden başkasına güç yetirmeğe mâlik değilim. Kavmimin, bu hususta benden istediklerini, Sen, benden daha iyi biliyorsun. Beni, benden başkasının günahı ile muâhaze etme! Ben, Senin gazabından rızâna, ukubetinden affına sığınırım!" dedi. Yüce Allah, Zülkifl Aleyhisselâma: "Sen kavmine, benim, onlar için seçtiğimin, kendilerinin, kendileri için seçtik­lerinden daha hayırlı olduğunu öğretmedin mi?" diye vahy etti. Bunun üzerine, onlar, ecelleri sonunda ölmeye razı oldular ve ecellerinde öldüler. [8]   Zülkifl Aleyhisselâmın Vefatı Ve Yaşı:    Başa Dön   Zülkifl Aleyhisselâm, Şam'da vefat etti. [9] Vefat ettiği zaman, yetmiş beş yaşında idi. [10] Ona ve bütün peygamberlere selâm olsun![11]       [1] Taberî-Tarih c.1,s.167, Hâkim-Müstedrek c.2,s.582, Sâlebî-Arais s.163, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.136, Ebülfida-Elbidayevennihaye c.1,s.225 . M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/323. [2] Taberî-Tarih c.1,s.167, Hâkim-Müstedrek c.2,s.582, Sâlebî-Arais s.163, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.136, Muhyiddin b.Arabî-Muhâdarat'ülebrar c.1,s.128, Ebülfida-Elbidaye vennihaye ç.1,s.225. [3] Taberî-Tarih c.1 ,s.167, Hâkim-Müstedrek c.2,s.582, Sâlebî-Arais s.163, İbn.Esîr-Kâmil c.1 ,s.136, Ebülfida-Elbidayevennihaye c.1,s.225. [4] Enbiyâ: 85-86. [5] Sâd: 45-47. [6] Sâd: 48.                                                                 [7] Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s.225. [8] Sâlebi-Arais s. 164. M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/323-324. [9] Taberî-Tarih c.1,s.167, Hâkim-Müstedrek C.2.S.582, Sâlebî-Arais s.164, ibn.Esîr-Kâmil c.1,s.136. [10] Taberî-Tarih C.1.S.167, Hâkim-Müstedrek C.2.S.582, İbn.Asakîr-Tarih c.5,s.269, ibn.Esîr-Kâmil C.1.S.136, Muh-yiddin b.Arabî-Muhadaratülebrar c.1,s.128. [11] M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/324.

    PEYGAMBERLER TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ 1 nci CİLT VE PEYGAMBERLER TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ 2 nci CİLT


    PEYGAMBERLER TARİHİ  ANSİKLOPEDİSİ 1 nci CİLT  
    VE  
    PEYGAMBERLER TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ 2 nci CİLT


    PEYGAMBERLER TARİHİ  ANSİKLOPEDİSİ
    nci CİLT
    PEYGAMBERLER TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ
    nci CİLT

    ELYESA ALEYHİSSELÂM




    ELYESA ALEYHİSSELÂM


      Elyesa' Aleyhısselamın Soyu:   Elyesa' b.Ahtub[1], b.Adiy, b.Şütlem, b.Efrâîm, b.Yûsuf, b.Yâkub, b.İshak, b.İb-rahim Aleyhisselâm'dır[2]. Elyesa' Aleyhisselâm'ın, İlyas Aleyhisselâm'ın amcasının oğlu olduğu da söylenir[3].   Elyesa' Aleyhisselâm'ın İlyas Aleyhisselâm'a Halef Ve Peygamber Oluşu Ve Bazı Faziletleri:   İlyas Aleyhisselâm, Bâlebek kralı tarafından arattırıldığı sıralarda, bir gece, İs­rail oğullarından çok yaşlı bir kadının evine sığınmış, saklanmıştı. Kadının, Elyesa' adındaki oğlu, çok hasta idi. İlyas Aleyhisselâm'ın duasıyla iyileşince, Elyesa' İlyas Aleyhisselâm'a iman ve onun Peygamberliğini tasdik etti ve artık, yanından hiç ayrılmadı. İlyas Aleyhisselâm, nereye giderse, Elyesa'a Aleyhisselâm da oraya giderdi. İlyas Aleyhisselâm, yaşlanmış ve yaşı da bir hayli ilerlemişti. Elyesa' Aleyhisselâm ise, yetişmiş bir gençti[4]. İlyas Aleyhisselâm, Bâlebek kralından kurtulmak için Kasiyon dağında gizlen­diği zaman, Elyesa' Aleyhisselâm da kendisininin yanında bulunuyordu. İsrail oğullarının arasından ayrılıp giderken de, onu, yerine bırakmıştı[5]. Yüce Allah: İlyas Aleyhisselâm'dan sonra, Elyesa' Aleyhisselâm'ı İsrail oğul­larına peygamber olarak gönderdi. [6] İlyas Aleyhisselâm gibi, onu da, vahy ile te'yid eyledi[7]. İsrail oğulları, Elyesa' Aleyhisselâm'a iman ettiler, saygı gösterdiler. Emir ve re'yine göre hareket ettiler[8]. Elyesa' Aleyhisselâm; ömrünün sonuna kadar, İsrail oğullarının arasında ka-lıp[9] İlyas Aleyhisselâm'ın yoluna ve şeriatına sarılarak onları, Allah'a davete de­vam etti[10]. Yüce Allah; Kur'ân-ı keriminde, Peygamberlerden:Nûh, İbrahim, Lut, İshak.Yâ-kub, Yûsuf, Eyyûb, Mûsâ, Harun, Dâvud, Süleyman, İlyas, Zekeriyya, yahyâ ve İsâ Aleyhisselâmları överek andıktan sonra[11], "İsmail'i, Elyesa'ı Zülkifl'i de, an! (İşte) bütün bunlar, hayırlıflnsanjlardı'[12]. "İsmail'i, Elyesa'ı, Yûnüsü Lut'u da (hidayete, peygamberliğe kavuşturduk) Her birine, âlemlerin üstünde yüksek meziyetler verdik. Onların babalarından, zürriyetlerinden, kardeşlerinden kimini de (yine üstün im­tiyazlara mazhar kıldık). Onları seçtik, onları doğru bir yola götürdük. İşte, o (yol), Allah'ın hidayet yoludur ki, o, bunu kullarından, kime dilerse ona nasîb eder. Eğer, onlar da (Allah'a) şerîk koşsalardı, yapageldikleri her şey, kendi hisapları-na, elbette boşa gitmişti. Onlar, kendilerine Kitab, Hikmet ve Peygamberlik verdiklerimizdir..." buyurur[13]. Ona ve gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun![14] [1] Taberî-Tarih c.1,s.239, Sâlebî-Arais s.259, ibn.Esîr-Kâmi! 0.1,s.213, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2,s.4. [2] ibn.Asâkirden naklen Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.4. [3] Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.4. M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/143. [4] Taberî-Tarih c.1,s.239, Sâlebî-Arais s.259, ibn.Asâkir-Tarih c.3,s.99, [5] Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.4 [6] ibn.Kuteybe-Maarif s.24, Taberi-Tarih c.1, S.240, Sâlebî Arais s.261. [7] İbn Kuteybe-Maarif s.24, Sâlebî-Arais s.260. [8] Sâlebî-Araîs s.260. [9] Taberî-Tarih c.1,s.24O, Sâlebî-Arais s.260, Ebülfidâ-Elbidaye vennihaye c.2,s.4. [10] Ebülfidâ-Elbidaye vennihaye c.2, s.4. [11] En'am: 74-85. [12] Sâd: 48. [13] En'am: 86-89. [14] M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/143-144.

      İLYAS ALEYHİSSELÂM




      İLYAS ALEYHİSSELÂM


        İLYAS ALEYHİSSELÂM   İlyas Aleyhisselâmın Soyu:   İlyas b. Yasin, b. Finhas, b. Ayzar, b. Hârûn, b. İmran (A.S)'dır.[1]   İlyas Aleyhisselâmın Şekil Ve Şemaili:   İlyas Aleyhisselâm: uzun boylu, zayıf bedenli, kıvırcık saçlı,[2]  büyük başlı, çekik ve yapışık karınlı, ince bacaklı idi. Kendisinin başında da, kırmızı bir ben vardı. [3]   İlyas Aleyhisselâmın Peygamber Oluşu:   İlyas Aleyhisselâm; Yüce Allah tarafından gönderilen Peygamberlerdendi. [4] Kendisi, dağlar ve çöller sahibi olup Rabb'ine, tenhâlarda ibâdetle meşgul olurdu. [5] Hızkıl Aleyhisselâmdan sonra, İsrail oğulları içinde bir çok bid'atlar ihdas edil­miş[6] onlar, Yüce Allah'ın, kendilerinden aldığı Ahd ve Mîsâkı, unutmakla kal­mamışlar, putlar dikip onlara tapmağa da, başlamışlardı. Bunun üzerine, Yüce Allah, onlara, İlyas Aleyhisselâmı, Peygamber olarak gönderdi. [7] Mûsâ Aleyhisselâmdan sonra İsrail oğullarına gönderilen Peygamberler, an­cak, kendilerinin, Tevrat'tan unuttuklarını, onların hatırlarına getirmekte, yenile­mekte idiler. [8] İsrail oğulları, o zaman, Şam ülkesinde dağınık bir halde ve başlarında da, bir çok krallar bulunuyordu. Çünkü, Yûşa' b. Nün Aleyhisselâm; Şam ülkesini feth ettiği zaman, oraya, İs­rail oğullarını hâkim kılmış ve Şam topraklarını, onlar arasında bölüştürmüştü. İsrail oğullarının on iki Sıbtından biri olan İlyas Aleyhisselâmın Sıbtı da, Bâle-bek ve nahiyelerini almış ve oralara yerleşmiş bulunuyordu. Yüce Allah, onlara, İlyas Aleyhisselâmı Peygamber olarak göndermişti. [9] Şam krallarından her bir kral, hükmü altına aldığı nahiyeyi sömürmekte idi. [10] Şam krallarından Bâlebek kralı, diğer krallar arasında, doğru yolda idi. [11] Bunun için, İlyas Aleyhisselâm, onun yanında bulunur, işlerini, yoluna koyardı. Gerek kral ve gerekse kralın zevcesi, İlyas Aleyhisselâmı dinler ve doğrulardı. Öteki İsrail oğulları ve kralları ise, edinmiş oldukları Ba'l putuna taparlardı. [12] Ba'l: altundan yapılmış bir kadın heykeli olup göz bebekleri Yakuttan yapılmış, başına da, inci ve cevherlerle süslü tac konulmuştu. [13] İlyas Aleyhisselâm, kavmine: "Siz (Allâh'dan) korkmaz mısınız?! O, en güzel Yaratanı, sizin de, önceki atalarınızın da, Rabb'i olan Allah'ı, bıra­kıp ta, Ba'l'e mi tapıyorsunuz?!" dedi. [14] Onları, Yüce Allah'a iman ve ibadete davet etti. [15] Fakat, onlar, İlyas Aleyhisselâmı, yalanladılar. [16] Bâlebek kralından başka hiç birisi, onu, dinlemediler ve söylediklerini, kabul etmediler. [17] Bâlebek kralının sarayının yanında, İsrail oğullarından sâlih bir zatın, güzel bir bahçesi bulunuyor, kendisi, oradan, geçimini sağlıyordu. Kral ve karısı, orada, gezinirler, yerler, içerler, istirahat ederlerdi. Halk, orayı, krala lâyık görürler, sahibinin elinden almadığına şaşarlardı. Kral; bahçe sahibine karşı, komşuluk hakkını, gözetir, çok iyi davranırdı. Kralın karısı ise, bahçeyi, ele geçirmeyi, düşünür, kralı, bu hususta kandı­ramazdı. Kralın, uzun bir sefere çıkışından yararlanarak, bahçe sahibini, krala sövme iddiası ve yalancı şâhidler ikamesiyle öldürtüp bahçesini gasbetti. Kral, seferden dönünce, karısına; "Sen, hükmünde, hiç de, hayra isabet etmemişsin. Ben, bundan sonra, hiç bir zaman, felah bulacağımızı sanmıyorum!.. Senin, ona karşı, bir cür'etin, ancak, cahilliğinden, kötü görüşlülüğünden, so­nucu, nereye varacağını, düşünememenden ileri gelmiştir!" diyerek itabetti, çıkıştı. Kralın karısı: "Ben, ona, ancak, senin için kızdım ve senden dolayı, o hükmü verdim." dedi. Kral: "Bir kraliçe olarak, senin, bir tek adamı ve onun komşuluk hakkını korumak üzere göstereceğin geniş usluluğun, büyük hoşgörülüğün ve affediciliğin nerede kaldı?" dedi. Kraliçe: "Olmayacak şey, oldu!" dedi. Yüce Allah, İlyas Aleyhisselâma, bu hâdiseyi vahy ile bildirdi. Yaptıkları şeyden dolayı, tevbe etmedikleri ve gasbettikleri bahçeyi, öldürülen zatın varislerine geri vermedikleri takdirde, o bahçe içinde her ikisinin de, öldü­rülüp bırakılacaklarını ve etlerinin, kemiklerinden ayrılacağını, haber verdi. Bunun üzerine, kral, İlyas Aleyhisselâma kızdı. [18] Kralın yanına, putlara tapanlardan bir topluluk gelmişti. Ona: "Sen, dalâlet ve boş şeyden başkasına davet olunmuyorsun! Sen de, kralların taptığı şu putlara tap! Üzerinde bulunduğun dini, bırak!" dediler. [19] Bunun üzerine, kral, bir gün: "Ey İlyas! Vallahi, ben, senin davet ettiğin şeyin, boş olmaktan başka bir şey olmadığını görüyorum!" dedi ve İsrail oğulları krallarından, Allah'ı, bırakıp puta tapanları birer birer sayarak: "Onlar da, bizim gibi yiyor, içiyor ve nimetler içinde hüküm sürüyor! Senin, bâtıl ve boş dediğin din ve inanışları, onların dünyasından hiç bir şey eksiltmiyor. Kendimizde ise, onlara nazaran, bir üstünlük görmüyoruz!" deyince[20] İlyas Aleyhisselâmın, başının saçı ve vücudunun tüyleri ürperdi, dikenleşti. [21] "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn = Bizler, Allah'ın kullarıyız ve Ona, dönücü­leriz!" diyerek kralın yanından ayrıldı. Kral da, putlara tapan öteki arkadaşlarının yaptıklarını, yaptı, Allah'ı, bırakıp putlara taptı. [22] Sonra da, ilyas Aleyhisselâmı öldürmeğe kalkıştı. Bunun üzerine, İlyas Aleyhisselâm, dağlarda ve mağaralarda yedi yıl gizlendi. Yerdeki bitkilerden ve ağaçlardaki meyvalardan yiyerek yaşadı. Kral, onu, yakalatmak için, adamlar saldı ise de, ele geçirmeğe muvaffak olamadı. [23] İlyas Aleyhisselâm, kral tarafından arattırıldığı sıralarda, bir gece, İsrail oğulla­rından bir kadının evine sığınmış, saklanmıştı. Kadının, Elyesa' b. Ahtub adındaki oğlu çok hasta idi. İlyas Aleyhisselâmın du-asıyla iyileşince, Elyesa' Aleyhisselâm, İlyas Aleyhisselâma iman ve onun pey­gamberliğini tasdik edip artık, onun yanından hiç ayrılmadı. İlyas Aleyhisselâm, nereye giderse, o da, oraya giderdi. İlyas Aleyhisselâm, yaşlanmış ve yaşı da, bir hayli ilerlemişti. Elyesa' Aleyhisselâm ise, yetişmiş bir gençti. [24] İlyas Aleyhisselâm, İsrail oğullarının azdıklarını görünce: "Ey Allâhı'm! İsrail oğulları, Seni, tanımamağa, Senden başkasına tapınmağa başladılar. Nimetlerinden, onlara verdiklerini, değiştir! Ey Allah'ım! Onlardan, yağmuru, tut!" diyerek dua etti. Üç yıl, yağmur yağmadı. Büyük küçük baş hayvanlar, böcekler, ağaçlar, kuraklıktan, mahvoldu. İnsanlar, çok şiddetli bir kuraklık ve darlık içine düştüler. [25] İlyas Aleyhisselâm, İsrail oğullarının yanına varıp, onlara: "Siz, kuraklıktan, darlıktan, mahvoldunuz. Ehlî, vahşî hayvanlar, kurtlar, kuşlar, böcekler, ağaçlar da, sizin hatalarınız yü­zünden, mahvoldular. Siz, boş şey üzerinde aldanıp duruyorsunuz. [26] Eğer, bu filinizden dolayı, Allah'ın, size gazap ettiğini; kendisine yalvardığınız ve hak ve hayırlı olduğunu söylediğiniz putların, öyle olup olmadığını, öğrenmek istiyorsanız, onları çıkarınız ve kendilerine yalvarınız. Eğer, onlar, sizin duanızı kabul ederlerse, dediğiniz gibi, onlar, haktır. Şayet, onlar, bunu, yapamazsa, biliniz ki: Siz, boş bir şey üzerindesinizdir. Ondan, hemen ayrılınız. Ben de, üzerinizdeki belânın kaldırılması için, Allah'a dua edeyim."'dedi. "Sen, insaflı davrandın!" dediler. Hemen putlarını çıkarıp onlara yalvardılar. Kendilerinin ne duaları kabul olundu, ne de, üzerlerindeki belâ kaldırıldı. [27] Dalâlette ve boş bir şey üzerinde bulunduklarını, anladılar. [28] "Ey İlyas! Biz, mahvolduk. Allah'a, bizim için, dua et!" dediler. İlyas Aleyhisselâm da, onların üzerlerindeki belânın kaldırılması ve yağmura kavuşmaları için, Allah'a dua etti. Allah'ın izniyle, denizin arkasından kalkan gibi bir bulut çıkarıldı. Ona, bakıp durdukları sırada, buluttan, iri damlalı yağmur atıştırmağa ve son­ra da, çoğalmaya başladı ve en sonunda, Allah, yağdırdığı yağmurla, onları ku­raklıktan kurtardı. Kuraklıktan yanıp kavrulmuş olan yurdları, canlandırıldı, içinde kıvrandıkları belâ, üzerlerinden kaldırıldı. [29] Fakat, onlar, ne putperestlikten ayrıldılar, ne de, hakka döndüler. [30] Üzerinde bulundukları hali, daha kötü olarak devam ettirdiler. İlyas Aleyhisselâm; onların, böyle küfürlerinde direndiklerini gördüğü zaman, artık, ruhunu kabzetmesini, onlardan kurtarıp rahata kavuşturmasını, Rabb'inden, diledi. Kendisine: "Filan günü, bekle! [31] Filan yere, git! Orada, sana gelecek şeyi'[32], ateş gibi renkli hayvanı, gördüğün zaman, ona, bin! [33] Ondan, korkma!" buyruldu. [34] Gidilecek gün, geldiği zaman[35]', İlyas Aleyhisselâm, yanında, Elyesa' Aleyhis­selâm olduğu halde, kendisine anılan ve gitmesi emrolunan yere gitti. [36] At suretinde, ateş renginde[37], ateşten bir at gelip İlyas Aleyhisselâmın önün­de durdu. İlyas Aleyhisselâm, hemen, onun üzerine sıçrayıp bindi ve gitti. Elyesa' Aleyhisselâm, arkasından: "Ey İlyas! Ey İlyas! Bana, ne emrediyorsun?" diyerek seslendi. [38] Yüce Allah, İlyas Aleyhisselâmı, Şam'a kaldırdı, semâya değil. [39] İlyas Aleyhisselâm, kilimini, gökten, Elyesa' Aleyhisselâma, bıraktı ki, bu, ken­disinin, onu, İsrail oğullarının üzerine Halîfe yaptığına bir alâmetti. [40] Zâten, ay­rılırken, onu, yerine bırakmış bulunuyordu. [41] İlyas Aleyhisselâmın, hâlâ sağ olup her yıl Hac Mevsiminde Hızır Aleyhisse-lâmla buluştukları da, rivayet edilir.[42] İlyas Aleyhisselâm, gittikten sonra, Yüce Allah, Bâlebek kralı, kıraliçesi ve İs­rail oğulları üzerine, düşmanlarını, musallat ve muzaffer kıldı. Akılları, başların­dan, gitti. Nereye, gideceklerini, kaçacaklarını, bilemediler. [43] Kral da, kraliçe de, sahibini öldürüp gasbettikleri bostanda öldürülerek bıra­kıldılar. Etleri, dökülünceye, kemikleri çürüyünceye kadar cesedleri orada ortada kaldı! [44] Yüce Allah, İlyas Aleyhisselâm hakkında şöyle buyurur: "Biz, ona, sonra gelen (Peygamberler ve ümmet)ler içinde (iyi bir nam) bıraktık. (Bizden) selâm İlyas'al Şüphe yok ki: Biz, iyi hareket edenleri, böyle mükâfatlandırırız. Gerçekten, o, Mü'min kullarımdandı!" [45] Ona ve gönderilen bütün Peygamberlere selâm olsun![46]     [1] ibn.İshak'dan naklen Taberî-Tarih c.1,s.239, Sâlebî-Arais s.252, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.212. M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/135. [2] Mîr-Hâvend-Ravza-tussafa Terceme s.298. [3] Hâkim-Müstedrek c.2,s.583. M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/135. [4] Sâffât: 123. [5] Hâkim-Müstedrek c.2,s.583. [6] Mûsâ Aleyhisselâmın Şeriatı ve Tevrat bozulmuş (Mîr Hâvend-Ravzatussafa Terceme s.294). [7] Taberî-Tarih C.1.S.238-239, Sâlebî-Arais s.252, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.212, Muhyiddin b.Arabî-Muhâdaratülebrar c.1,s.132. [8] Taberî-Tarih c.1,s.239, Sâlebî-Arais s.252, İbn.Asâkir-Tarih c.3,s.98, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.212. [9] Sâlebî-Arais s.252-253. [10] Taberî-Tarih c.1,s.239, İbn.Asâkir-Tarih c.3,s.99, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.212. [11] İbn.Asâkir-Tarih c.3,s.99. [12] Taberî-Tarih c.1,s.239. [13] İbn.Asâkir-Tarih c.3,s.99. [14] Sâffât: 124-126. [15] Taberî-Tarih c.1,s.239. [16] SâHât: 127. [17] Taberi-Tarih c.1,s.239. [18] Şâlebî-Arais s.253-254. [19] İbn.Asâkir-Tarih c.3,s.99. [20] Taberî-Tarih c.1,s.239, Şâlebî-Arais s.254, ibn.Asakir-Tarih c.3,s.99, ibn.Esîr-Kâmil c.1,s.212. [21] Taberî-Tarih c.1,s.239, İbn.Asâkir-Tarih c.3,s.99. [22] Taberî-Tarih c.1,s.239, ibn.Asâkir-Tarih c.3,s.99, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.212. [23] Sâlebî-Arais s.254. [24] Taberî c.1,s.239, Salebî s.259, ibn.Asâkir c.3,s.99. [25] Taberî-Tarih c.1,s.239, Sâlebî-Arais s.258, İbn.Asâkir-Tarih c.3,s.99,100. [26] Taberî-Tarih c.1,s.24O. [27] Taberî-Tarih c.1,s.24O, Sâlebî-Arais s.259. [28] Taberî-Tarih c.1,s.24O. [29] Taberî-Tarih c.1,s.24O, Sâlebî-Arais s.259, İbn.Asakir-Tarih c.3,s.100, ibn.Esîr-Kâmil c.1,s.213. [30] Taberî-Tarih c.1,s.24O, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.213. [31] Taberî-Tarih c.1,s.24O, Sâlebî-Arais s.259, İbn.Asakir-Tarih c.3,s.100 [32] Taberî-Tarih c.1,s.24O, Sâlebî-Arais s.259 [33] İbn.Asakir-Tarih c.3,s.1O0 [34]  Taberî-Tarih c.1,s.24O, Sâlebî-Arais s.259. [35] İbn.Asakir-Tarih c.3,s.100 [36] Taberî-Tarih c.1,s.24O, Sâlebî-Arais s.259 [37] İbn.Asakir-Tarih c.3,s.100 [38] Taberî-Tarih c.1,s.24O, Sâlebî-Arais s.259, İbn.Asakir-Tarih c.3,s.100. [39] Hâkim-Müstedrek c.2,s.583. [40] Sâlebî-Arais s.259, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.214 [41] Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2,s.4 [42] Taberî-Tarih c.1,s.188, Sâlebî-Arais s.224, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.16O. [43] Sâlebî-Arais s.259 [44] Sâlebî-Arais s.259-260, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.214. [45] Sâffât: 129-132 [46] M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/135-140.

        YUŞA B. NUN ALEYHISSELAM




        YUŞA B. NUN ALEYHISSELAM

        2 Yûşa' B. Nûn Aleyhisselâmın Soyu : 2 Yûşa' b. Nun Aleyhisselâmın Şekil Ve Şemaili: 2 Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâmın Peygamber Oluşu Ve Bazı Faziletleri: 2     Yûşa' B. Nûn Aleyhisselâmın Soyu :    Başa Dön   Yûşa' b. Nûn, b. Efrâim, b. Yûsuf, b. Yâkub[1], b. İshak, b. İbrahim Aleyhisse-lâm'dir. [2]   Yûşa' b. Nun Aleyhisselâmın Şekil Ve Şemaili:   
        Yûşa' b. Nun Aleyhisselâm: orta boylu, buğday benizli, yassı yağrınılı, büyük gözlü, mücâhid, gazi ve yiğit bir zât idi. [3]   Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâmın Peygamber Oluşu Ve Bazı Faziletleri:    
        Mûsâ Aleyhisselâm; vefat edeceği sıralarda, Yüce Allah, Mûsâ Aleyhisselâma, Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâm'ın, Kubbetüzzeman'a götürülüp bereketinin ona geç­mesi için, elini, onun üzerine koymasını, kendisinden sonra, İsrail oğullarının ida­resini, üzerine almasını ona vasiyet etmesini emir buyurdu. Mûsâ Aleyhisselâm da, böyle yaptı. İsrail oğullarına: "Bu Yûşa' b. Nûn, benden sonra, içinizde sizi yönetecektir. Onun sözlerini, dinleyiniz! Emirlerine, itaat ediniz! O, aranızda hak ve adalet üzere hükmedecektir. Ona, muhalefet ve isyan eden, mel'undur!" dedi[4] Tîh çölünde kırk yıllık mecburî ikamet sona erdikte[5] ve Mûsâ Aleyhisselâm vefat ettikten sonra, Yüce Allah, Yûşa' b.Nûn Aleyhisselâmı, İsrail oğullarına Pey­gamber olarak gönderdi. [6] Hızır Aleyhisselâmla buluşmağa giderken, Mûsâ Aleyhisselâma yoldaşlık eden genç adam[7], Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâmdı. [8] İsrail oğullarını; Mûsâ Aleyhisselâmın, Erîha'daki zorbalarla savaş emrine itâ-ata davet ve teşvik ettikleri ve Allah'ın nimetine erdikleri bildirilen İki Er'den[9] bi­risinin de, Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâm olduğu rivayet edilir.'[10] Erîha'da, Ken'an ilinde yerleşen Âmâlık[11]', zorbaları ile savaşmaktan korkan yaşlı İsrail oğulları, kırk yıl içinde ölüp gitmiş, onların yerlerini, güçlü ve gözüpek nesilleri almış bulunuyordu. [12] Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâm; genç İsrail oğullarını çağırıp kendisinin Peygam­ber olduğunu, yüce Allah'ın, Ken'an ilindeki zorbalarla savaşmayı, kendisine em­rettiğini, onlara haber verdi. İsrail oğulları, ona, bey'at ettiler ve kendisini, doğruladılar. [13] Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâm, İsrail oğullarını, Tîh çölünden çıkarıp[14] Erîha'yı (Beytülmakdis'i) altı ay kuşatarak fethettikten sonra, Şam ve çevresindeki kral­larla da, çarpışıp onları, yenilgiye uğrattı. Ele geçirdiği Şam ülkesine Valiler tayin etti. [15] Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâm; Mûsâ Aleyhisselâmdan sonra, İsrail oğullarını, Tev­rat hükümlerine göre[16]', yirmi dokuz[17] veya yirmi yedi yıl idare etti. [18] Bu yirmi yedi yılın, yirmi yılı Fars kralı Minuşihr (Cihr), yedi yılı da, İfrasyab za­manında idi. [19] Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâm, yüz yirmi[20], veya yüz yirmi altı[21] veya yüz yirmi yedi yaşında iken[22] vefat edip Efrâim dağına gömüldü. [23] Ona ve gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun![24]       [1] İbn.Kuteybe-Maarif s.20, Taberî-Tarih C.1.S.225, Mes'ûdî-Murucuzzeheb c.1,s.51, İbn.Esir-Kâmil c.1,s.20O, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s.319. [2] Taberî-Tarih c.1,s.225, Mes'ûdî-Murucuzzeheb C.1.S.51, İbn.Esîr-Kâmilc.1,s.2OO, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s.519. M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/121. [3] Mîr Hâvend-Ravzatussafa Terceme s.291. M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/121. [4] Yâkubî-Tarih C.1.S.45, 46. [5] Taberî-Tarih c.1,s.225. [6] Taberî-Tarih c.1,s.225, Sâlebî-Arais s.248, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.20O. [7] Kehf: 60. [8] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.12O, Buharî-Sahih c.5,s.232, Taberî-Tefsir c.15,s.271. [9] Mâide: 23. [10] Taberî-Tefsir c.6,s.176, Mes'ûdî-Murucuzzeheb c.1,s.52, Sâlebî-Arais s.250. [11] Sâlebî-Arais s.240. [12] Sâlebî-Arais s.243. [13] Taberî-Tarih c.1,s.225, 227, Sâlebî-Arais s.248. [14] Yâkubî-Tarih C.1.S.46 [15] Taberî-Tarih c.1,s.228, Mes'ûdî-Murucuzzeheb c.1,s.50-51, Sâlebî-Arais s.248, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.2O2, Ebülfida-Elbidaye vennihaye d.s.323. [16] Ebülfida-Elbidaye vennihaye C.1.S.325. [17] Mes'ûdî-Murucuzzeheb c.1,s.51. [18] Yâkubî-Tarih c.1,s.47, Taberî-Tarih c.1,s.234, Sâlebî-Arais s.250, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.2O3, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s.325. [19]  Taberî-Tarih c.1,s.234, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.199, İbn.Haldun-Tarih c.2,ks.1,s.89. [20] Mes'ûdî-Murucuzzeheb c.1,s.52, Sâlebî-Arais s.250. [21] Taberî-Tarih c.1,s.229, İbn.Esîr-Kâmil c.l.s.203. [22] Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s.325. [23] Taberî-tarih c. 1,8.229, Sâlebî-Arasi s.250. [24] M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/121-122.

        HIZIR ALEYHİSSELÂM





        HIZIR ALEYHİSSELÂM  

         2 Hızır Aleyhisselamın Soyu, İsmi Ve Bazı Faziletleri: 2 Mûsâ Aleyhisselamın Hızır Aleyhisselamla Buluşup Arkadaşlık Etmesi: 2 Kur'ân-I Kerimin Mûsâ Ve Hızır Aleyhisselamların Buluşmaları Hakkındaki Açıklaması: 7     Hızır Aleyhisselamın Soyu, İsmi Ve Bazı Faziletleri:    Başa Dön   Rivayete göre: Hızır Aleyhisselamın soyu: Belya (veya İlya) b. Milkân, b.Falığ, b.Âbir, b.Salih, b.Erfahşed, b.Sâm b.Nuh Aleyhisselam olup babası, büyük bir'kral-dı.[1] Kendisinin; Âdem Aleyhisselamın oğlu[2] veya Ays b.İshak Aleyhisselamın oğullarından olduğu[3] veya İbrahim Aleyhisselama iman ve Babil'den, Onunla birlikte hicret edenlerden birisinin, ya da Farslı bir babanın oğlu ol­duğu, kral Efridun ve ibrahim Aleyhisselam devrinde yaşadığı, büyük Zülkarneyn'e Kılavuzluk ettiği, İsrail oğulları krallarından İbn. Emus'un zamanında İsrail oğullarına peygamber olarak gönderildiği, halen, sağ olup her yıl, Hacc Mevsiminde İlyas Aley-hisselamla buluştukları da, rivayet edilir. [4] Hızır; Hızır Aleyhisselamın asıl ismi olmayıp Künyesi idi. [5] Eshab'dan Ebû Hüreyre'nin rivayetine göre: Peygamberimiz Muhammed Aleyhis­selam; Hızır Aleyhisselama, Hızır denilmesinin sebebini açıklayarak "Hızır, otsuz, ku­ru bir yere otururdu da, ansızın, o otsuz yer, yeşillenerek onun ardı sıra dalgalanır-dı!" buyurmuştur. [6] Hızır Aleyhisselama, Allah tarafından; Mûsâ Aleyhisselamın bile, bilmediği özel bir ilim verilmişti ki, Mûsâ Aleyhisselam, onu öğrenmek için, uzun bir yolculuğu, gö­ze almıştı. [7] Hızır Aleyhisselamın soyu, devri ve hâlen sağ olup olmadığı hakkındaki türlü ihti­lafları ve uzun tartışmaları bir yana bırakarak, Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i şeriflerin ver­dikleri kesin bilgilerle yetinmeyi daha uygun ve yararlı buluyoruz.[8]   Mûsâ Aleyhisselamın Hızır Aleyhisselamla Buluşup Arkadaşlık Etmesi:    Başa Dön   Abdullah b. Abbas; Mûsâ Aleyhisselamın arkadaşı hakkında, bir gün, Hür b. Kays'la tartışmış "O, Hızır'dır!" demişti. O sırada, Übeyy b. KâVüT Ensarîye rastlamışlar, İbn.Abbas, Onu, çağırmış[9]', kendi­sine "Ey Ebüttufeyl! Yanımıza gel! [10] Ben, Mûsâ Aleyhisselamın, kendisiyle buluşma yolunu aramış olduğu arkadaşı hak­kında şu arkadaşımla tartıştım. Sen, onun hal ve şanını anlatırken, Resûlullâh Aleyhisselâmdan işittin mi?" dedi. Übeyy b. Kâb[11] "Evet! Onun hal ve şanını, anlatırken[12] Resûlullâh Aleyhisselâmdan işittim, şöyle buyuruyordu: Mûsâ (Aleyhisselâm), İsrail oğullarının ileri gelenlerinden bir topluluk içinde bulundu­ğu sırada, ona, bir adam gelip: 'Senden daha bilgili bir kimse biliyor musun?' diye sordu. Mûsâ (Aleyhisselâm) da: 'Hayır! Bilmiyorum!' dedi. Bunun üzerine, Yüce Allah, Mûsâ (Aleyhisselâm)'a: 'Hayır! Kulumuz Hızır vardır!' diye Vahy edince, Mûsâ (Aleyhisselâm), onunla buluş­mak yolunu aradı. Yüce Allah da, balığı, onun için, bir alâmet ve nişan yaptı. Kendisine: 'Balığı, kaybettiğin zaman, geri dön! Muhakkak, ona, kavuşursun! denildi.'[13] Bunun üzerine, Mûsâ (Aleyhisselâm), Yüce Allah'ın dilediği kadar gitti'[14] Genç adamına: 'Kuşluk yemeğimizi, getir!' dedi. Mûsâ (Aleyhisselâm), kuşluk yemeğini istediği zaman, Mûsâ (Aleyhisselâm)'ın genç adamı[15] Mûsâ (Aleyhisselâm)'a: 'Bak hele! Kayanın dibinde barındığımız sırada, ben, balığın gittiğini haber vermeyi, unutmuşum. Onu, haber vermemi, bana unutturan da, şeytandan başkası değildir!' dedi. Mûsâ (Aleyhisselâm): 'Zâten, bizim istediğimiz de, bu idi!' dedi. Hemen, izlerine basa basa geri dönüp Hızır Aleyhisselâmı buldular. Yüce Allah'ın Kitabında anlatmış olduğu da, onlann hal ve şanlarından ibarettir!" dedi. [16] Saîd b. Cübeyr der ki: "Ben, Ibn. Abbas'a: 'Nevfelbikâlî, israil oğullarının Sahibi olan Mûsâ Aleyhisselâm, Hızır Aleyhisselâ-mın arkadaşı olan Mûsâ[17] değildir. [18] O, başka bir Musa'dır[19] diye iddia ediyor!?' dedim. Ibn. Abbas: 'Yalan söylüyor Allah düşmanı! [20] Bana, Übeyy b. Kâ'b rivayet edip dedi ki[21] Ben, Resûlullâh Aleyhisselâmdan, şöyle buyurduğunu işittim. [22] "Mûsâ Aleyhisselâm, kavmi içinde, onlara, Allah'ın nimet ve imtihan günlerini andı­ğı, hatırlattığı[23] gözlerinden yaşlar boşandığı ve kalbler rikkata geldiği bir sırada, bir adam: 'Ey Allah'ın Resulü! Yer yüzünde, senden daha âlim bir kimse var mı?' diye sormuştu." Oda: Yoktur! demişti'. [24] Diğer rivayete göre: Mûsâ Aleyhisselâm, İsrail oğullan içinde hutbe irâd etmeğe kalktığı sırada, kendisine: tnsanlann en bilgilisi, hangisidir? diye sorulmuştu. Mûsâ Aleyhisselâm da: Ben'im! demişti. Bu hususu, Allah, daha iyi bilir! diyerek Allah'a havale etmediği için, Yüce Allah, ona hitab etmiş; Senden daha bilgili vardır! buyrulmuştu.[25] Mûsâ Aleyhisselâm "Yâ Rab! Nerededir o?" diye sordu. [26] Yüce Allah: "İki denizin bitiştiği yerde kullarımdan biri vardır ki: o senden daha bilgilidir?" diye vahyetti. Mûsâ Aleyhisselâm: "Yâ Rab! Ona, nasıl bir yol bulayım?" diye sordu. [27] "Azıklık, tuzlanmış[28] ölü[29] bir balık al! [30] Onu, bir zenbilin içine koy! [31] zenbil içinde yanında taşı. [32] Ona, nerede can verilirse[33], onu, nerede kaybedersen işte, o kulum, oradadır!" bu-yuruldu. [34] Mûsâ Aleyhisselâm, bir balık alıp zenbilin içine koydu. [35] Genç adamı, Yûşa' b.Nûn'a: "Seni, ancak, balık, nerede yanından aynlırsa, onu, bana haber vermekle görevlen­diriyorum!" dedi. [36] Mûsâ Aleyhisselâm, gitti. Hizmetini gören genci, Yûşa' b. Nûn'u da, yanında götürdü. İki denizin bitiştiği yerdeki kayanın yanına vanp ulaşınca, başlarını, yere koyup uyu­dular. [37] Yûşa' b. Nûn, uyanıp kayanın gölgesinde oturduğu, Mûsâ Aleyhisselâm da uyuduğu sırada, tuzlu balık, kımıldamağa başladı. Yûşa' b. Nûn, kendi kendine: "Uyanıncaya kadar, onu, uyandırmayayım!" dedi ve ona, haber vermeyi unuttu[38] Balık; kımıldayarak, zenbilden sıçrayıp çıktı ve denize düştü! Yüce Allah; ondan, denizin akışını tuttu da, denizin içinde, su künkü gibi bir boşluk ve böylece, balık için, bir yol meydana geldi. Deniz içinde, böyle bir yolun açılması, Mûsâ Aleyhisselâm ile hizmetini görene, şaşı­lacak bir hâdise oldu. Uyandıktan sonra, o günlerinin kalanı ile bütün gece gittiler. Sabah olunca, Mûsâ Aleyhisselâm, genç arkadaşına: "Kuşluk yemeğimizi getir! Bu yolculuğumuzdan, yorgunluk duymağa başladık!" dedi. •Halbuki, Mûsâ Aleyhisselâm, Allah tarafından, kendisine emrolunan yerin ötesine geçmedikçe, yorgunluk duymamıştı. Genç yoldaşı, Mûsâ Aleyhisselâma: "Bak hele! Kayanın dibinde barındığımız zaman, balığın çıkıp gittiğini haber vermeyi unutmuşum. Onu haber vermemi bana unutturan da, şeytandan başkası değildir. Balık, şaşılacak bir surette deniz içinde yolunu tutup gitti!" dedi. Mûsâ Aleyhisselâm: "Zaten, arayacağımız da, bu, idi!" dedi. İzlerinin üzerinde gerisin geri döndüler. Kayanın yanına varınca, baktılar ki: Elbisesine, bürünmüş[39] elbisesinin bir tarafını, ayaklannın altna, bir tarafını da, ba­şının altına sermiş, arkasının üzerine dümdüz yatmış, orada, Hızır Aleyhisselâm, duru-yordu. [40] Mûsâ Aleyhisselâm, ona: "Esselâmü aleyküm = Sizin üzerinize selâm olsun!" diyerek selâm verdi. [41] Hızır Aleyhisselâm, yüzünden, örtüyü açıp[42] "Selâm bilmeyen şu yerde, bu selâm, nereden geliyor? [43] Ve Aleykümüsselâm = Sizin üzerinize de, selâm olsun!" dedi. [44] "Kimsin sen?" diye sordu. Mûsâ Aleyhisselâm: "Ben, Musa'yım!" dedi. Hızır Aleyhisselâm: "Kimin Musa'sı'[45] İsrail oğullarının Mûsâsı mı?" diye sordu. Mûsâ Aleyhisselâm: "Evet[46] İsrail oğullannın Mûsâ'sıyım!" dedi. [47] Hızır Aleyhisselâm; "Seni, buraya getiren, nedir? [48] Hal'ü sânın, nedir?" diye sordu. [49] Mûsâ Aleyhisselâm: "Sende bir ilim bulunduğu, bana haber verildi. Sana arkadaş olmak istiyorum. [50] Sana, öğretilen rüşd'ü hidâyetten bana da, öğretmen için, geldim." dedi. [51] Hızır Aleyhisselâm: "Elinde Tevrat'ın bulunması ve kendine vahiy gelip durması, sana, yetmiyor mu?! [52] Ey Mûsâ! Sende, Allah'ın Kendi ilminden, sana öğrettiği öyle bir ilim vardır ki: ben, onu, bilemem! Bende de, Allah'ın, Kendi ilminden bana verdiği öyle bir ilim vardır ki, sen de onu bilemezsin! Hem sen, benimle arkadaşlık etmeğe hiç dayanamazsın! [53] Ey Mûsâ! Bende bir ilim var ki, onu, sana öğretmem, lâyık değildir. Sende de, bir ilim vardır ki, onu da, benim öğrenmem lâyık değildir! [54] Haberini, ihata edemediğim şeye[55] iç yüzünü kavrayamadığın, görünüşü, hoşa git­meyen şeyleri görmeğe'[56]sen, nasıl sabredebilir, dayanabilirsin?" dedi. [57] Mûsâ Aleyhisselâm: "Senin buyruğunu, yerine getireceğim! [58] İnşâallâh, beni sabırlı bulacaksın! Sana, hiç bir işinde de, karşı gelmeyeceğim!" dedi. Hızır Aleyhisselâm: "Eğer, sen bana, bu suretle tâbi olursan, artık, ben, sana anıp söyleyinceye kadar, bana, hiç bir şey sorma!" dedi. [59] Mûsâ Aleyhisselâm: "Olur dedi. [60] Gemileri, olmadığı için[61], Hızır Aleyhisselâmla Mûsâ Aleyhisselâm, deniz kıyısında yürüyerek gittiler: Bir gemiye rastladılar. Kendilerini, gemiye alsınlar diye gemicilerle konuştular. Gerniciler, Hızır Aleyhisselâmı tanıyıp[62] "Allah'ın, Salih kulu!" dediler. [63] Onları, gemilerine, ücretsiz aldılar. [64] Gemiye bindikleri zaman[65], bir serçe, geminin kenarına konup[66]'denizden, bir yu­tum su aldı. Hızır Aleyhisselâm: "Ey Mûsâ! Benim ilmim ile senin ilmin, Allah'ın ilmini, şu serçenin denizden aldığı bir yudum su kadar bile eksiltmez! [67] Vallahi[68], senin ilmin, benim ilmim[69] ve bütün yaratıklann ilmi[70], Allah'ın ilminin içinde şu serçenin gagasıyla aldığı damla kadar hiç kalır!" dedi. [71] Sonra da, el atıp gemi tahtalarından birini, söktü! Mûsâ Aleyhisselâm: "Şu kavim, bizi, gemilerine, ücretsiz bindirmişlerken, sen, onların gemilerine kasde-dip içindekileri batırmak için mi, gemiyi deliyorsun?! [72] Doğrusu, sen, çok büyük bir şey, bir suç işledin!?" dedi[73] Hızır Aleyhisselâm: "Ben, sana, benimle arkadaşlık yapmağa dayanamazsın?" demedim miydi?" dedi. Mûsâ Aleyhesselâm: "Şu unuttuğum şeyden dolayı, beni, sorumlu tutma ve bana, güçlük gösterme?" de­di. [74] Gerçekten de, Mûsâ Aleyhisselâmın, ona karşı, bu ilk davranışı, bir dalgınlık ve unutkanlık eseri idi. [75] Gemiden çıktılar. Deniz sahilinde yürüyüp gittikleri sırada, bir de baktılar ki, bir oğlan çocuğu[76], başka oğlan çocuklan ile birlikte oynuyor. Hızır Aleyhisselâm, hemen, oğlanın başını, eliyle tutup kopardı ve onu, öldürdü![77] Mûsâ Aleyhisselâma onun yanında, son derecede bir korku ve dehşet duydu. [78] Hızır Aleyhisselâma: "Sen, günahsız, masum bir canı, hiç bir can karşılığında olmaksızın öldürdün hâ!?" dedi. Hızır Aleyhisselâm: "Ben, sana benimle arkadaşlık yapmağa dayanamazsın! demedim miydi? Bu, birincisinden de, ağırdır!" dedi. [79] Mûsâ Aleyhisselâm: "Eğer, bundan sonra, sana, bir şey sorarsam,benimle arkadaşlık yapma! Arkadaşlık yapmamakta, benim yönümden bir özre erişmişsindir. mâzursundur." dedi. Yine, gittiler. Nihayet, bir kariye halkının yanına vardılar. [80] Onlann, bütün Meclislerini dolaştılar. [81] Onlardan, yemek istediler. Ahali, bunları, konuklamaktan kaçındılar. [82] Mûsâ Aleyhisselâm, çok acıktı. Onları, konuklamadılar. [83] Orada, yıkılmağa yüz tutmuş[84] eğilmiş[85] bir duvar buldular. [86] Hızır Aleyhisselâm, eliyle mesh ederek[87] onu, doğrulttu. [88] Mûsâ Aleyhisselâm: "Bunlar, öyle bir kavimdir ki, yanlarına geldiğimiz halde, bizi, ne konakladılar, ne de, bize yemek verdiler. [89] İsteseydin, hiç olmazsa, şu hizmetine karşılık, onlardan, bir ücret alabilirdin!?" de­yince, Hızır Aleyhisselâm: "İşte, bu, benimle senin ayrılışındır!" dedi. [90] Peygamberimiz Aleyhisselâm, kıssayı, buraya kadar anlattıktan sonra: "Allah, bize[91] ve Musa'ya rahmet etsin! [92] Ne kadar isterdim[93] isterdik[94] ki, ne olurdu[95] o, sabretseydi de, ikisi arasında geçen işler, bize, Allah tarafından, haber verilseydi[96] Eğer, o, acele etmemiş olsaydı, muhakkak, daha bir çok şaşılacak şeyler görecekti. [97] Fakat, onu, arkadaşı tarafından bir kınama tuttu da[98], utandı." buyurdu. [99] Mûsâ Aleyhisselâm, Hızır Aleyhisselâmın elbisesinin ucundan tuttu'. [100] "Haydi, bana, (söyleyeceğini) söyle!" dedi. [101] Hızır Aleyhisselâm: "Şimdi, sana, üzerinde sabredemediğin, dayanamadığın şeylerin iç yüzünü, haber vereceğim.[102] O delmiş olduğum gemi ki, denizde iş yapan yoksullarındı. [103] Onun için, ben, onu, kusurlu yapmak istedim ki, arkalarında, her sağlam gemiyi zorla almakta olan'[104] Hüded b. Büded adında bir hükümdar vardı. Hükümdann, geminin yanına vardığı zaman, onu, kusuru yüzünden geri bırakmasını ve onun yanından geçip gittikleri zaman, onanp ondan yararlanmalannı istedim. Gemicilerden kimisi: "Deliği, şişelerle tıkayınız! Kimisi de: Deliği, ziftle tıkayınız!" diyordu. [105] Gemiyi, bedelsiz olarak zabtedecek olan hükümdar, geldiği ve onu delik halde buldu­ğu zaman, bıraktı, zabtetmekten vazgeçti. Sonra, gemi sahipleri, bu delik gemiyi bir tahta ile onardılar. [106] Ondan, yararlanmağa devam ettiler.'[107] Oğlana gelince; o, daha yaratıldığı günden, kâfirlikle tabiatlı, ve damgalı idi. [108] Onun anası ve babası ise, Mü'min idiler. Oğullan, kâfirdi. [109] Bu ana ve baba, oğullarının üzerine titremekte idiler. Şayet, o oğlan çocuğu, olgunluk çağına erişseydi, anasını, babasını azıtacak, onları da, küfre bürüyecekti. [110] Ona, sevgileri yüzünden, onun dinine tâbi olmalarından korkup[111] istedik ki, onla-nn Rabbi, bunun yerine, kendilerine, dinen ondan daha hayırlısını, ana ve babasına da­ha yakın ve merhametlisini versin. [112] Duvara gelince; bu duvar, o şehirdeki iki yetim oğlanın olup altında, onlara aid bir define vardı. [113] bu da, altın ve gümüşten ibaretti. [114] Babalan, iyi bir adamdı. Bunun için, Rabb'in diledi ki: ikisi de, erginlik çağına ersin-ler, definelerini çıkarsınlar. Bu, Rabb'inden, bir merhamet ve esirgeme idi. Ben, bunlan, kendi rey ve görüşümle yapmadım. İşte, senin, üzerinde sabredemediğin şeylerin iç yüzü!" dedi. [115] Mûsâ Aleyhisselâmın, Hızır Aleyhisselâmla bu arkadaşlığı, on sekiz gün sürmüştür. [116]   Kur'ân-I Kerimin Mûsâ Ve Hızır Aleyhisselamların Buluşmaları Hakkındaki Açıklaması:    Başa Dön   Mûsâ Aleyhisselâmla Hızır Aleyhisselâmın buluşmaları ve aralarında geçenler, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle açıklanır: "Bir zaman, Mûsâ, genç adamına şöyle demişti: "Ben, iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayıp gideceğim. Yahud, (maksadıma erinceye dek) uzun za­manlar geçireceğim!" Bunun üzerine, onlar, bu iki deniz arasının birlekşik yerine ulaşınca, balıklarını, unuttular. (Balık) denizde bir deliğe doğru yolunu tutmuştu. Vaktâ ki, (Oradan geçip gittiler) Mûsâ, genç (adamına): Kuşluk yemeğimizi getir! Bu yolculuğumuzdan, yorgun düştük!" dedi. Genç: "Bak hele! Kayaya sığındığımız vakit ben, balığı unutmuşum! Gerçek, onu, söylememi, şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir suretle denize (atladı) yolunu, tutup gitti" dedi. (Mûsâ): "İşte, bizim arayacağımız, bu idi."dedi. Hemen, izlerinin üzerinden, gerisin geri döndüler. Derken, kullarımızdan, (öyle) bir kul buldular ki, biz, ona, tarafımızdan, bir rahmet vermiş, kendisine, nezdimizden (özel) bir ilim öğretmiştik. Mûsâ, ona: "Sana öğretilen ilimden, bana da, öğretmek üzere, sana, tâbi olayım mı?" dedi. O da (Musa'ya): "Doğrusu, sen, benim yanımda, asla sabredemezsin! (İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredebilirsin ?" dedi. Oda: Allah, dilerse, beni sabredici bulacaksın. Sana, hiç bir işde karşı gelmeyeceğimi" dedi. (O da) bu suretle bana tâbi olursan, artık, ben, sana anıp söyleyinceye kadar, ba­na, hiç bir şey sorma!" dedi. Bunun üzerine, kalkıp gittiler. Nihayet, (bir) gemiye bindikleri zaman, o, bunu, deliverdi. (Mûsâ): "içindekileri (suda) boğasın diye mi, onu, dektin?I" "And olsun ki: Sen büyük bir iş işledin!" dedi. Oda: "Sen, beraberimde asla sabredemezsin! demedim mi?" dedi. (Mûsâ): "Unuttuğum şeyden dolayı, beni sorumlu tutma! Şu arkadaşlığımızda bana, güç­lük yükleme!" dedi. Yine, gittiler. Nihayet, bir oğlan çocuğuna rastladıkları zaman, o, hemen, onu öldürdü! (Mûsâ): "Sen, tertemiz (masum) bir can (diğer) bir canı karşılığı olmaksızın öldürdün hâl? And olsun ki: sen çok kötü bir şey yaptın!" dedi. (O zat): "Ben, sana: beraberimde asla sabredemezsin!" demedim mi?" dedi. (Mûsâ): "Eğer, bundan sonra, sana, bir şey sorarsam, artık, benimle arkadaşlık etme! (o takdirde) tarafından muhakkak bir özre ulaşmışsındır (benden ayrılmakta mâzursun-dur) dedi. Yine, gittiler. Nihayet, bir memleket halkına vardılar ki, ora ahâlisinden, yemek istedikleri hade, kendilerinin, konuklamaktan kaçınmışlardı. Derken, yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular. O, bunu, hemen doğrultuverdi. (Mûsâ): "İsteseydin, herhalde, buna karşılık, bir ücret alabilirdin!?" dedi. O: "İşte, dedi, bu, benimle senin aynlışımızdır. Sana, üzerinde asla sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim: O gemi ki, denizde iş yapan yoksullarındı. Onun için, ben, onu, kusurlu yapmak istedim ki, arkalarında, her (sağlam) gemiyi zorla almakta olan bir hükümdar vardı. Oğlana gelince; Onun anası da, babası da iman etmiş kimselerdi. Bunun için, onları, bir azgınlık ve kâfirlik bürümesinden endişe ettik te, istedik ki, onların Rabbi, bunun yerine, kendilerine, temizlikçe daha hayırlısını, merhametçe daha yakınını versin. Duvara gelince; bu, o şehirde iki yetim oğlancığındı. Altında da, onlara ait bir defi­ne vardı. Babaları, iyi bir adamdı. Bunun için, Rabb'in diledi ki, ikisi de, erginlik çağına ersinler, definelerini çıkarsın­lar. Bu, Rabb'inden bir merhametti. Ben, bunları kendi rey ve görüşümle yapmadım. İşte, üzerlerine sabredemediğin şeylerin içyüzü![117]   [1] Taber-i Tarih c.1,s.188, Sâlebi-Arâis s.220,lbn.Asâkir-Tarih c.5, s.144, Ibn.Esir-Kâmil c.1,s.16O Ebülfida-Elbidaye vennihaye el, s.326. [2] İbn. Asakir-Tarih c.5,s.145. [3] ibn. Asâkir-Tarih c.5,s.144. [4] Taberi-Tarih c.1,s.188 Sâlebi-Arâis s.220,223,224, İbn. Esir-Kâmil c.1,s.160-161, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.l,s.326-336. [5] Sâlebi-Arâis s.220, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1 ;s.327 [6] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.2,s.312, Buhari-Sahih c. 4.S.129 Tirmizi Sünen c.5,s.313, Taberi-Tarih c.l,s.194, Sâlebi-Arâis s.220. [7] Kehf: 65, Ahmed b. Hanbel-Müsned C.5,s.118-119, Buhari-Sahih c.l,s.38 Müslim-Sahih c.4,s. 1847-1848, Tiri-mizî-Sünen C.5.S.309. [8] M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/107. [9] Ahmed b. Hanbel-Müsned c.5,s.116, Buhari-Sahih c.1 ,s.26 27, Müslim-Sahih C.4.S.1853 [10] Müslim-Sahih c.4,s.1853. [11] Ahmed b. Hanbel-Müsned c.5,s.116, Buharî-Sahih c.1 ,s.26-27, Müslim-Sahîh c.4,s.1853. [12] Ahmed b. Hanbel-Müsned c.5,s.116, Buharî-Sahih c.1 ,s.26-27. [13] Ahmed b. Hanbel-Müsned c.5,s.116, Buharî-Sahih c.1,s.26-27,Müslim- Sahih C.4.S.1853. [14] Müslim-Sahîh C.4.S.1853. [15] Ahmed b. Hanbel-Müsned C.5.S.117, Müslim-Sahih c.4,1853 [16] Ahmed b. Hanbel-Müsned C.5.S.117,122 Buharî-Sahih c.1,s.27-28, Müslim Sahih c.4,s.1853. [17] Zamanımızdaki Müslüman Müelliflerinden de, maalesef bu görüşü benimseyerek Tavratta, böyle bir hâdiseden bahsedilmemiş olduğunu, Kılkamış Destanında Mûsâ adındaki bir Balıkçıdan söz edildiğini, Buharînin Sa-hih'inde bulunmadıkça, Müfessirlerin görüşlerini kabul edemeyeceğini ileri sürenler bulunduğu işitildiğinden, hâdiseyi, Sahih-i Buharı ve diğer Hadis Mecmualarından nakil etmeyi uygun gördük. [18] Buharî-Sahih c.4,s.127, Müslim-Sahih c.4,s.1847, Tirmizî-Sünen c.5,s.3O9. [19] Buharî-Sahih c.1,s.38. [20] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.117, Buharî-Sahih c.1,s.38   Müslim-Sahih c.1,s.38 c.4,s.127, Müslim-Sahih c.4,s.1847, Tirmizî-Sünen c.5,s.3O9. [21] Buharî-Sahih C.5.S.230. [22] Müslim-Sahih c.4,s.1847, Tirmizî-Sünen c.5,s.3O9. [23] Ahmed b. Hanbel-Müsned c.5,s.121, Müslim-Sahih c.4,s.185O. [24] Ahmed b. Hanbel-Müsned c.5,s.12O, Buharî-Sahih c.5,s.232. [25] Ahmed b. Hanbel-Müsned c.5,s. 118, Buharî-Sahih c.5,s.234. [26] Buharî-Sahih c.5,s.232. [27] Ahmed b. Hanbel-Müsned c.5,s.118, Buharî-Sahih c.1,s.38, c. 5, s. 230, Müslim-Sahih C.4.S.1847-1848, Tirmi-zi Sünen c.5,s.3O9. [28] Ahmed b. Hanbel-Müsned c.5,s.119-121, Müslim-Sahih c.4,s. 1850. [29] Ahmed b. Hanbel-Müsned C.5.S.120 Buhâri-Sahih C.5.S.232. [30] Ahmed b. Hanbel-Müsned C.5.S.118-120, Buhâri-Sahih c.5,s. 230, Müslim-Sahih c.4,s.185O. [31] Ahmed b. Hanbel-Müsned C.5.S.118-120 Buharî-Sahih c.5,s.23O. [32] A.b.Hanbel-Müsned c.5,s.117, Buharî-Sahih c.1,s.38, c.5,s. 230 Müslim-Sahih c.4,s.1848, Tirmizî-Sünen c.5,s.3O9. [33] Ahmed b. Hanbel-Müsned c.5,s.12O, Buharî-Sahih c.5,s.232. [34] A.b.Hanbel-Müsned c.5,s.118, Buharî-Sahih C.1.S.38, c.5,s. 230 Müslim-Sahih c.4,s.1848, Tirmizî-Sünen C.5.S.309. [35] Ahmed b. Hanbel-Müsned C.5.S.117, Buharî-Sahih c.5,s. 230-232. [36] A.b.Hanbel-Müsned c.5,s.12O, Buharî-Sahih c.5,s.232. [37] Buharî-Sahih c.1,s.38-39. [38] Ahmed b. Hanbel-Müsned c.5,s.12O Buharî-Sahih c.5,s.232. [39] Ahmed b. Hanbel-Müsned c.5,s.117-118,Buharî-Sahih c.1,s.39, c.5,s.230-231, Müslim-Sahih c.4,s. 1848-1849,Tirimizî-Sünen c.5,s. 309-310. [40] Ahmed b. Hanbel-Müsned c.5,s.12O, Müslim-Sahih c.4,s.1851. [41] A.b. Hanbel-Müsned c.5,s.12O, Buharî-Sahih c.1,s.39, Müslim-Sahih c.4,s.1851, Tirimizî-Sünen c.5,s.31O. [42] A.b. Hanbel-Müsned c.5,s.12O, Müslim-Sahih c.4,s.1851. [43] A.b. Hanbel-Müsned c.5,s.12O, Buharî-Sahih c.5,s.231, Müslim-Sahih c.4,s.1848, Tirmizî-Sünen c.5,s.31O. [44] Müslim-Sahih c.4,s.1851. [45] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.119, Müslim-Sahih c.4,s.1851. [46] A.b. Hanbel-Müsned c.5,s. 120, Buharî-Sahih c.1,s,39, Müslim-Sahih c.4,s.1848, Tirmizî-Sünen C.5.S.310. [47] A.b. Hanbel-Müsned c.5,s.119, Buharî-Sahih c.1,s.39, Müslim-Sahih c.4,s.1848, Tirmizî-Sünen C.5.S.310. [48] Müslim-Sahih c.4,s.1851. [49] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.12O, Buharî-Sahih c.5,s. 233. [50] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.119 [51] A.b. Hanbel-Müsned c.5,s.12O, Buharî-Sahih c.5,s.233, Müslim-Sahih c.4,s. 1851. [52] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.12O Buharî-Sahih c.5,s.233. [53] A.b. Hanbel-Müsned c.5,s.118-119, Buharî-Sahih c.1,s. 39, c.5,s. 231, Müslim-Sahih c.4,s.1849, Tirmizî-Sünenc.5,s.31O. [54] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s. 119. [55] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s. 119. [56] Müslim-Sahih c.4,s.1849, Tirmizî-Sünen c.5,s.31O. [57] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s. 119, Müslim-Sahih c.4,s. 1849, Tirmizî-Sünen c.5,s. 310. [58] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s. 119. [59] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s. 119 c.5,s.231, Müslim-Sahih c.4,s. 1849, Tirmizî-Sünen c.5,s.31O. [60] Buharî-Sahih c.5,s.231, Müslim-Sahih c.4,s. 1849, Tirmizî-Sünen c.5,s. 310. [61] Buharî-Sahih c.1,s. 39. [62] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s. 119-120 Buharî-Sahih c.1,s.39, c.5,s.231, Müslim-Sahih c.4,s.1849 Tirmizî-Sünen c.5,s. 311. [63] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.12O, Buharî-Sahih c.5,s.233. [64] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s. 119-120, Buharî-Sahih c.1,s.39, c.5,s.231, Müslim-Sahih c.4,s. 1849, Tirmizî-Sünen c.5,s.311. [65] Buharî-Sahih c.5,s.231. [66] Buharî-Sahih c.1,s.39, Müslim-Sahih c.4,s. 1850. [67] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.118, Buharî-Sahih c.1 ,s.39, c.5,s.231, Müslim-Sahih c.4,s. 1850. [68] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.235. [69] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.12O, Buharî-Sahih c.5,s.235. [70] Buharî-Sahih c.5,s.12O [71] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.12O Buharî-Sahih c.5,s.235. [72] Buharî-Sahih c. 1 ,s.39, c.5,s.231 Müslim-Sahih c.4,s. 1849, Tirmizî-Sünen c.5,s.311. [73] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.119, Buharî-Sahih c.4,s.231, Müslim-Sahih c.4,s.1849 Tirmizî-Sünen c.5,s.311. [74] A.b. Hanbel-Müsned c.5,s.119 Buharî-Sahih c.1,s.39c.5,s.231, Müslim-Sahih c.4,s.1849, Tirmizî-Sünen c.5,s.311. [75] Ahmed b. Hanbel-Müsned c.5,s.12O, Buharî-Sahih c.1,s.39, c.5,s.231, Müslim-Sahih c.4,s.185O . [76] İsmi Ceysur idi. A.b. Hanbel-Müsned c.5,s.12O, Buhari-Sahih c.5,s.233). [77] A.b. Hanbel-Müsned c.5,s.119, Buharî-Sahih c.5,s.235, Müslim-Sahih c.4,s.1850, Tirmizî-Sünen c 5.S.311. [78] Müslim-Sahih c.4,s. 1851. [79] A.b. Hanbel-Müsned c.5,s.118, Buharî-Sahih c.1 ,s.39, c.5,s.231 Müslim-Sahih c.4,s.1849, Tirmizî-Sünen C.5.S.311. [80] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.119, Buharî-Sahih c.1 ,s.39, c.5,s. 231-232 Müslim-Sahih c.4,s. 1849. Tirmizî-Sünen c.5.s. 311. [81] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.121, Müslim-Sahih c.4,s. 1852. [82] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.119, Buharî-Sahih c.1,s.39 c.5,s. 231, Müslim,Sahih, c.4,s. 1849 Tirmizî-Sünen c.5,s.311. [83] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.119. [84] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.118, Buharî-Sahih c.1,s.39, Müslim-Sahih c.4,s. 1849, Tirmizî-Sünen c.5,s.311 [85] Buharî-Sahih c.1,s.39, Müslim-Sahih c.4,s.1849, Tirmizî-Sünen C.5.S.311. [86] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.119, Buharî-Sahih c.1,s.39, Müslim-Sahih c.4,s. 1849, Tirmizî-Sünen c.5,s. 311. [87] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.12O, Buharî-Sahih c.5,s.233 Müslim-Sahih c.4,s.1849, Tirmizî-Sünen c.5,s.311 [88] A.b.Hanbel-Müsned C.5.S.119, Buharî-Sahih C.1.S.39, Müslim-Sahih c.4,s.1849, Tirmizî-Sünen c.5,s. 311. [89] Buharî-Sahih c.5,s.31, Müslim-Sahih c.4,s.185O, Tirmizî-Sünen c.5,s.311. [90] A.b.Hanbel-Müsned c.5,s. 118-119, Buharî-Sahih c.1,s.39, c.5,s.23132, Müslim-Sahih c.4,s. 1850, Tirmizî-Sünen c.5,s.311. [91] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.5,s.121 Müslim-Sahih c.4,s. 1851. [92] A.b.Hanbel-Müsned c.5,s.118-121, Buhârî-Sahih c.1,s.39 Müslim-Sahih c.4,s. 1850, Tirmizî-Sünen c.5,s.312 [93] Buharî-Sahih c.1,s.4O, Müslim-Sahih c.4,s.185O. [94] Tirmizî-Sünen c.5,s.312. [95] Ahmed b.Hanbel.Müsned c.5,s.121. [96] A.b.Hanbel-Müsned c.5,s.118-121, Buharî-Sahih c.1,s.4O, Müslim-Sahih c.4,s. 1850, Tirmizî-Sünen c.5,s.312. [97] Müslim-Sahih c.4,s. 1851. [98] Ahmed b.Hanbel.Müsned c.5,s.119, Müslim-Sahih c.4,s,1851. [99] Ahmed b.Hanbel.Müsned c.5,s.119. [100] Ahmed b.Hanbel.Müsned c.5,s.119, Müslim-Sahih c.4,s.1852. [101] Ahmed b.Hanbel.Müsned c.5,s.119. [102] Buharî-Sahih c.5,s.235, Müslim-Sahih c.4,s.1852, Tirmizî-Sünen c.5,s.311. [103] Ahmed b.Hanbel.Müsned c.5,s.119, Müslim-Sahih c.4,s.1852. [104] A.b.Hanbel-Müsned c.5,s.119, Buharî-Sahih c.5,s.233, Müslim-Sahih c.4,s. 1852. [105] Buharî-Sahih c.5,s. 233-234. [106] A.b.Hanbel-Müsned c.5,s.119,Müslim-Sahih c.4,s. 1852. [107] Ahmed b.Hanbel.Müsned c.5,s.119. [108] A.b.Hanbel-Müsned c.5,s.119, Müslim-Sahih c.4,s.1852, Tirmizî-Sünen c.5,s.312. [109] Buharî-Sahih C.5.S.234. [110] Ahmed b.Hanbel.Müsned c.5,s.119, Buharî-Sahih c.5,s.234, Müslim-Sahih c.4,s.1852. [111] Buharî-Sahih c.5,s. 234. [112] Ahmed b.Hanbel.Müsned c.5,s.119, Buharî-Sahih C.5.S.234, Müslim-Sahih c.4,s.1852. [113] Ahmed b.Hanbel.Müsned C.5.S.119, Müslim-Sahih c.4,s.1852. [114] Tirmizî-Sünen c.5,s.313. [115] Ahmed b.Hanbel.Müsned c.5,s.119, Müslim-Sahih C.4.S.1852 [116] Mîr Havend-Ravzatussafa Terceme s.276. M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/108-116. [117] Kehf:60-82. M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/116-118.



        [HIZIR - İlyas Çelebi]

        Güvenilir hadis kaynaklarında yer alan Hızır’la ilgili haberlerin, ana hatlarıyla Kur’ân-ı Kerîm’deki çerçeveyi korumakla birlikte yer yer orada bulunmayan veya müphem olan bazı ayrıntılar içerdiği de görülmektedir. Nitekim Kur’an’da Hz. Mûsâ’nın Hızır’ın varlığından nasıl haberdar olduğu beyan edilmezken hadislerde bunun Mûsâ’ya yöneltilen bir soru üzerine Allah tarafından kendisine bildirildiği ifade edilmektedir. Ayrıca yine hadislerde Kur’an’da adı geçen Mûsâ’nın, yahudilerin iddia ettiği gibi Mûsâ b. Mîşâ değil Mûsâ b. İmrân, yanındaki gencin Yûşa‘ b. Nûn, ilâhî ilim ve rahmete mazhar kılınan sâlih kişinin de Hızır olduğu açıklanmakta ve Hızır İsrâiloğulları’nın eşrafından biri olarak tanıtılmaktadır. Bu haberler içinde, Kur’an’daki bilgilere aykırı bir husus mevcut olmadığı gibi Hızır’ı tarihte yaşamış sâlih bir kişi konumundan çıkarıp onun varlığını günümüze kadar devam ettiren olağan üstü bir şahsiyet olduğuna dair bilgiler de bulunmamaktadır. Buhârî’nin Abdullah b. Abbas’ın görüşü olarak yer verdiği bir rivayette (“Tefsîr”, 18/4) buluşma yerindeki kayanın dibinde “hayat” denilen bir su kaynağı bulunduğu, damlalarının dokunduğu her şeyin canlandığı, söz konusu balığa da bu sudan birkaç damlanın isabet ettiği ifade edilmekte, Tirmizî’de ise (“Tefsîr”, 19/1) bazı insanların böyle iddia ettiği belirtilmektedir.

        Müteahhir hadis kaynaklarıyla tarih ve tasavvuf kitaplarında Hızır’ın mitolojik bir kişiliğe büründürülerek tarihte uzun süre yaşayanlardan olduğu, kıyamete kadar da yaşamaya devam edeceği şeklinde bilgiler yer almaktadır. Bazı hadisçilerle tarihçilerin kaydettiği rivayetlere göre Hızır’ın Deccâl’i yalanlaması için ömrünün uzatıldığı (İbn Hacer, el-İśâbe, I, 431), Deccâl’in karşısına çıkacak kişinin Hızır olacağı (Nevevî, XVIII, 72), Hz. Peygamber döneminde hayatta olduğu ve Peygamber’in elçisi olarak Enes’in kendisiyle görüştüğü (Beyhakī, V, 423), Resûlullah vefat ettiği zaman gelip Ehl-i beyt’e tâziyette bulunduğu (İbn Kesîr, I, 141), Ömer b. Abdülazîz ile İbrâhim b. Edhem, Bişr el-Hâfî, Ma‘rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdâdî ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıflar tarafından görüldüğü, Hızır’ın denizlerde, İlyâs’ın karada yaşadığı, sık sık bir araya geldikleri (İbn Hacer, el-İśâbe, I, 432), Cebrâil, Mîkâil ve İsrâfil ile her yıl arefe günü Arafat’ta buluştukları haber verilmiştir. Bunlardan bir kısmı, Hızır’ın dünyanın sonuna kadar yaşamasını Hz. Âdem’in bir vasiyetine ve duasına (a.g.e., I, 431), bir kısmı da onun âb-ı hayâttan içmesine (Taberî, Târîħ, I, 220) bağlamaktadır. Hızır’ın uzun ömürlü olduğunu söyleyenler ise onun Hz. Mûsâ zamanında, Hz. Muhammed’in nübüvvetinden önce veya ölümünden sonraki ilk yüzyıl içinde vefat ettiğini ileri sürerler.

        Başta Buhârî, İbrâhim el-Harbî, Ebû Hayyân el-Endelüsî, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Muhammed Abdürraûf el-Münâvî, Takıyyüddin İbn Teymiyye ve Süyûtî olmak üzere birçok hadis ve tefsir âlimi Hızır’ın hayatta olmadığını söylemiş; onun yaşadığına dair nakledilen haberler İbnü’l-Cevzî, Ali el-Kārî, Muhammed Dervîş el-Hût gibi hadis tenkitçileri tarafından reddedilmiştir. İbn Kayyim el-Cevziyye de Hızır’ın hayatına dair nakledilmiş rivayetlerin hepsinin uydurma olduğunu ifade etmiştir (el-Menârü’l-münîf, s. 67). Hızır’ın hayatta olmadığını ileri sürenler onun öldüğüne dair Kur’an’a, sünnete ve akla dayanan çeşitli deliller zikretmişlerdir. Kur’an’ın, Muhammed’den önce birçok peygamberin gelip geçtiğini ve hiçbirine ebedî hayat verilmediğini (Âl-i İmrân 3/144; el-Enbiyâ 21/34), her nefsin ölümü tadacağını (Âl-i İmrân 3/185; el-Enbiyâ 21/35; el-Ankebût 29/57) bildiren âyetleri ve Hz. Peygamber’in vefatına yakın günlerde söylediği, “Yüz sene sonra bugün yeryüzünde yaşayanlardan hiç kimse kalmaz” (Buhârî, “Ǿİlim”, 41; Müslim, “Feżâǿilü’ś-śaĥâbe”, 219) sözünü delil getirmektedirler. İbn Kayyim ayrıca, bu konuda muhakkık ulemânın icmâının bulunduğunu söyleyerek onun yaşadığına ilişkin haberlerin doğru olmadığını değişik aklî delillerle ispat etmeye çalışmaktadır (el-Menârü’l-münîf, s. 73-76). Son devir âlimlerinden Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî ve Kâmil Miras gibi müellifler de Hızır’ın her insan gibi öldüğü kanaatindedirler.

        Hızır’ın henüz hayatta olduğunu, fakat zamanı gelince öleceğini kabul eden az sayıda âlim bu durumun Kur’an ve Sünnet’e ters düşmediğini ileri sürerse de görüşlerinin yukarıda kaydedilen âyetlerle bağdaştırılması çok zor görünmektedir. Hızır’ın hayatta oluşunun hikmetini anlamak ve ona atfedilen fonksiyonları açıklamak da kolay değildir. Çünkü Allah çeşitli âyetlerde kâinatı kendisinin yaratıp yönettiğini beyan etmekte, ayrıca yönetimini kendisinin koyduğu kanunlara bağladığını haber vermektedir (meselâ bk. Fâtır 35/39-45). İnsanların dünya ve âhiret mutluluğunu elde edebilmeleri için Allah’ın emirlerine ve bütün kanunlarına uymaları gerekir.

        İslâm âlimleri Hızır’ın peygamber, velî veya melek olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Onun nebî olduğunu söyleyenler Allah tarafından kendisine rahmet ve ilim verilmiş olmasını (el-Kehf 18/65), kıssada anlatılan işleri kendiliğinden yapmadığı yönünde açıklama yapmasını (el-Kehf 18/82), vahiy ile yönlendirilmesini, sahip olduğu bilgiler dolayısıyla Mûsâ’dan üstün bir konumda tanıtılmasını delil gösterirler. Hızır’ın velî olduğunu kabul edenler ise ona verilen bilginin doğrudan Allah’tan gelen bir ilham olabileceğini söylerler. İbn Teymiyye, Hızır kıssasını ileri sürerek velîlerin şeriatın dışına çıkabileceklerini söylemenin yanlış olduğunu kaydeder. Ona göre Hızır’ın Mûsâ’nın şeriatının dışına çıkmadığı, yaptığı işlerin gerekçesini söylediğinde Mûsâ tarafından onaylanmasından anlaşılmaktadır. Ayrıca Hızır’ın nebî kabul edilmesi durumunda Mûsâ’nın ümmetinden olmadığını, dolayısıyla onun şeriatına uymakla yükümlü bulunmadığını da söylemek gerekir (Risâle fî Ǿilmi’l-bâŧın ve’ž-žâhir, s. 250). Hızır’ın melek olduğu iddiası (İbn Hacer, el-İśâbe, I, 429) pek taraftar bulmamıştır. Genellikle tasavvuf erbabı onun velî olduğunu, kelâm, tefsir ve hadis âlimlerinin çoğu da nebî olduğunu düşünür.

        Hızır telakkisi Nusayrîler başta olmak üzere aşırı Şiîler (Gāliyye), Yezîdîler ve Dürzîler arasında önemli bir yere sahiptir. Kur’an ve sahih hadis kitaplarında anlatılan hususlara zamanla birçok hurafe ve mitolojik unsurun eklendiği, bunun sonucunda birbiriyle ve İslâm inancıyla çelişkili yorumların ortaya çıktığı görülmektedir. Bu yeni unsurların genişleyen İslâm coğrafyasında yerli kültürlerden kaynaklandığı, meselâ Yahudilik’teki Elijah ve Hıristiyanlık’taki Saint George (Circîs) inançlarının halk kültürünün oluşmasında etkili olduğu söylenebilir.

        Bazı şarkiyatçıların Hızır kıssasına kaynak teşkil ettiğini ileri sürdükleri destan ve efsaneler şunlardır: a) Gılgamış Destanı. İlk örneği milâttan önce IV. binlere ait Sumer metinlerine kadar çıkan Gılgamış destanının Akkad, Babilonya, Hitit ve Hurrî dillerinde varyantları vardır. Destandan anlaşıldığına göre Mezopotamya’da güçlü bir kral olan Gılgamış ilâhî menşeli Engidu ile arkadaş olur. Arkadaşının ölümü üzerine onu yeniden hayata döndürmeye çalışan Gılgamış, insanı ebedî hayata kavuşturan bir ot bulunduğunu öğrenir. Bu otun yerini bilen tek kişi,

        HZ. HARUN (A.S.) HAYATI KISSASI ONYEDİNCİ BÖLÜM




        HZ. HARUN (A.S.) HAYATI KISSASI ONYEDİNCİ BÖLÜM

        1 HZ. HARUN (A.S.) 1         ONYEDİNCİ BÖLÜM   HZ. HARUN (A.S.)   Hz. Harun (a.s.)'ın adı Kur'ân-ı Kerim'de yirmi yerde geç­mekle birlikte, hayatı hakkında fazla bilgi verilmemektedir. Ge­nellikle yardımcısı olduğu küçük kardeşi Hz. Musa (a.s.) ile be­raber zikredilmiş ve onun yanında ikinci plânda kalmıştır. Kız kardeşleri Meryem'in küçüğü olan Hânın, Hz. Musa (a.s.)'dan üç yaş büyüktür. Mısır'da İsrailoğulları'na ağır baskı uygulayan Firavun II.Ramses zamanında, erkek çocuklarının öl­dürülmesi emrinden önce veya uygulamanın bu çocukların bir yıl öldürülüp diğer yıl sağ bırakılması şeklinde yürütülmesi do­layısıyla onların öldürülmediği yıl içinde doğduğu zikredilmekte­dir.[1] Hayatının ilk yılları hakkında bilgi bulunmayan Hz. Harun (a.s.), Tevrat'ta bildirildiğine göre Elişeba ile evlenmiş ve ondan dört oğul sahibi olmuştur.[2] Hz. Mûsâ, Medyen dönüşü Sînâ dağında peygamber olarak görevlendirilip tebliğ için Firavun'a gitmesi emredilince, bu ağır görevi yerine getiremeyeceği endişesiyle, dilindeki tutukluğu ha­tırlatıp Yüce Allah'tan güzel konuşan ağabeyi Harun'u kendisine yardımcı olarak vermesini ve onu bu göreve ortak kılmasını is­temişti. Bunun üzerine Allah, önceden geçtiği gibi, onun bu dileğini kabul etti ve Harun'u da peygamber olarak görevlendirip küçük kardeşi Hz. Müsâ (a.s.)'a yardımcı tayin etti.[3] Bundan itibaren Harun, kardeşine vekâlet ettiği durumlar hariç, hep o-nun yanında bulundu. Peygamberlik görevini üslendikten sonra Mısır'a dönen kardeşiyle birlikte tebliğ için Firavun'un huzuruna çıktı. Sihirbazlarla müsabaka sırasında onunla beraber oldu. Hz. Mûsâ, Allah tarafından mikâta çağrılıp Sînâya çıktı­ğında yerine onu vekil bırakmıştı. Hz. Harun (a.s.), bu görevi esnasında büyük zorluklar yaşadı; bütün gayretine rağmen kav­minin Sâmirî isimli şahıs tarafından yapılan altın buzağı heykeline tapmasını engelleyemedi. "Ey kavmim! Andolsun siz bununla fitneye  düşürüldünüz.  Rabbiniz çok esirgeyendir, siz bana uyun, emrime itaat edin" (Tâhâ, 20/90) diye çırpındıysa da, sözünü İçlerinden ancak küçük bir gruba d inle te bilmişti.[4] Hz. Mûsâ (a.s.), Sînâ dağından dönünce, kavminin altın buzağıya tapmasını ve bu yüzden şirke düşmesini engelleyeme-diği gerekçesiyle Hz. Harun (a.s.)'i şiddetli bir şekilde azarlamış; saçından ve sakalından çekip şiddetle sarsmıştı. Bunun üzerine Hânın, bu hususta çok uğraştığını söyledi ve daha fazlasını ni­çin yapamadığını şöyle açıkladı: "Ey anamın oğlu, saçımı başımı tutma! Ben, senin, İsrail-oğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü tutmadın' diyeceğinden korktum."[5] İsrâiloğulları'nm kırk yıl müddetle Tîh sahrasında sürgün cezasına çarptırılmasından sonra yine kardeşinin yanında olan Hz. Harun (a.s.), bu sürenin sonlarına doğru Hz. Musa (a.s.)'dan bir süre önce vefat etti. Onun vefatıyla ilgili çeşitli rivayetler ak­tarılmıştır. Bu rivayetlerden birine göre, Allah Teâlâ, Harun'un ruhunu alacağını Hz. Mûsâ (a.s.)'a bildirir ve onu bir dağa ge­tirmesini söyler. Bu dağa geldiklerinde, benzeri görülmemiş bir ağaç, bir ev ve üzerinde yatak olan bir sedir bulurlar. Bu yatağa uzanan Hz. Harun (a.s.)'ın ruhu kabzedilince yatak ve ev semâya yükseltilir. Geriye yalnız dönen Hz. Mûsâ (a.s.), İsrâiloğullan tarafından kardeşini Öldürmekle itham edilir. İftiracılar, onun bu cinayeti halkın Harun'u daha fazla sevmesi yüzünden kıskançlık sebebiyle işlediğini söylerler. Hz. Mûsâ (a.s.), durumu Al-lah'a arz edince, Harun'un üzerinde vefat ettiği yatak onların yanına indirilir ve bu manzara karşısında gerçeği kabul ederler. Bir di­ğer rivayette, semâya çekilme söz konusu değildir. Dolayısıyla Hz. Mûsâ (a.s.), onu dağda defneder ve kavminin kendisini it­hamı üzerine, onları kabre götürür. Kabrin başına varıldığında Allah'ın lütfuyla canlanan Hz. Harun (a.s.), gerçeği onlara açıklar ve tekrar ruhunu teslim eder.[6]     [1] Salebî,168; İbn Kesir, Kasasu'l-enbiyâ, II, 468. [2] Çıkış, 6/23; Sayılar, 3/2. [3] Meryem sûresi, 19/53; Tâhâ sûresi, 20/29-36; Purkân süresi, 25/35. [4] Ne gariptir ki, Tevrat'ta bu buzağının Hz. Harun (a.s.J tarafından yapıldığı söylene­rek ona büyük bir iftirada bulunulmaktadır (Çıkış, 32/2-6; Tesniye, 9/20). Ayrıca o, kâhinler sınıfının atası olarak gösterilmekte ve Rab Yahve'nin emri ve Hz. Mû­sâ (a.s.)'m yardımıyla kâhinlik müessesesini kurduğu söylenmektedir(Çikış, 28/1-2; 29; 40/12-15). Hz. Mûsâ (a.s.)'a ait çeşitli mucizelere vesile oian asa da Tevrat'ta bazen Harun'a nisbet edilmiştir (örnekler için bkz. Çıkış, 7/19-20; 8/1-7, 16-17). [5] Tâhâ sûresi, 20/92-94. [6] Salebi, 214-216; ayrıca bkz., İbnül-Esir, I, 199-200. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 464-466.

        HZ. MUSA (A.S.) HAYATI KISSASI ONALTINCI BÖLÜM





        HZ. MUSA (A.S.) HAYATI KISSASI ONALTINCI BÖLÜM


        1 HZ. MUSA (A.S.) 1 ONALTINCI BÖLÜM   HZ. MUSA (A.S.)   A. Firavun'ün İsrailoğullari'nin Erkek Çocuklarını Öldürtmesi   İsrailoğulları, önceden geçtiği gibi, yaklaşık M.Ö. 1600 yıl­ları civarında Hz. Yusuf (a.s.) zamanında onun daveti üzerine ataları Hz. Yakub (a.s.) ile birlikte Mısır'a gitmişler ve orada Hz Yusuf (a.s.) tarafından kendilerine tahsis edilen bölgeye yerleş­mişlerdi. Müteakip asırlarda nüfuslarının artmasıyla ülkede ö-nemli bir unsur haline geldiler. Hz. Yusuf (a.s.)'m ölümünden u-zun bir süre sonra Mısır iktidarını elegeçiren yeni hanedan fira­vunları,[1] düşmanlarıyla işbirliği yapmak suretiyle hakimiyetleri­ni tehdit edebileceklerini düşünerek gittikçe çoğalan İsrailoğulla­rı üzerinde baskı uygulamaya başladılar. Önce mal ve mülklerini ellerinden aldılar, ayrıca onları her türlü devlet işlerinden uzak­laştırdılar. Kendilerini Güneş tanrısı Raftın oğlu kabul eden bu firavunları,[2] putperestliği ve firavunların ulühiyeti inancını red­deden İsrailoğullari'nı ağır işlerde çalıştırdılar. Güçlerini bütü­nüyle kırmak için, muhteşem şehir ve saraylarını yaparken in­şâat işlerini bütünüyle onlara yüklediler. Hz. Musa (a.s.)'m doğumundan önceki yıllarda tahtta olan Firavun II. Ramses, kibir ve gurur sahibi çok zâlim bir hüküm­dardı. Halkı sınıflara ayırmış, kimilerini ezip sömürürken, kimi­lerine önemli imtiyazlar tanımıştı. Yöneticiler ve işbirlikçilerin­den meydana gelen zengin sınıf, lüks ve refah içinde yüzüyor; ülke gelirinin büyük kısmı, nüfusun küçük bir kısmından ibaret bu seçkin sınıfın cebine akıyordu. Toplumda ekseriyeti teşkil eden ezilen sınıflar ise, temel insan haklarından dahi mahrum bulunuyordu. İsrailoğulları üzerindeki baskı ve zulmü daha da artıran bu zâlim Firavun, bunları yetersiz görerek sonunda korkunç bir zulme daha başvurdu. Onlardan doğacak erkek çocukların öldü­rülmesi için bir kanun çıkardı. Bu maksatla görevlendirdiği ca­suslarını, onların içine saldı. Bu şahıslar, İsrailoğulları'ndaki hamile kadınların doğum günlerini takip ederler, doğurdukları çocukların oğlan olduğunu öğrendiklerinde, durumu derhal bu çocukları öldürmekle görevlendirilmiş memurlara ihbar ederler­di. Ayrıca ebelere de, bu çocukları öldürmeleri emri verilmişti. Firavun, bu uygulamasıyla, bir taraftan İsrailoğulları'nm erkek nüfusunu azaltmayı, diğer taraftan da kızlarını sağ bırakıp onla­rı Kıbtî erkeklerle evlendirmek suretiyle Kıbtî nüfusu arttırmayı hedefliyordu. Allah Teâlâ, Firavun'un bu uygulamasının safhala­rı hakkında şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten Firavun, bulunduğu, ülkede büyüklenip zorbalığa kalkıştı. O yerin halkını, fırkalara böldü. İçlerinden bir fırkayı za­yıflatıp eziyor, onların oğullarım öldürtüyor ve kızlarını sağ bırakı­yordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan biriydi. "[3] Mısır firavunu, Hz. Musa (a.s.)'ın peygamberliği sırasında bu zulmü yeniden uygulamaya koymuştur. Bu ikinci zulmü yeri geldiğinde ele alacağız. [4]   B. Allah Teâlâ'nın Ezilmişleri Üstün Kılıma İrâdesi   XIX. Hanedan firavunlarından olan II. Ramses, İsrailoğulla-n'nı ezmek ve erkek çocuklarını öldürerek çoğalmalarını önle­mek suretiyle saltanatını yıkılmaz hale getireceğini zannediyor­du.[5] Ancak gerçek güç sahibi Cenab-ı Hak onun gibi düşünmüyor, aksine bu zâlimin saltanatını zayıf düşürüp, onu bizzat ez­mekte olduğu İsrailoğullan vasıtasıyla ortadan kaldırmayı arzu ediyordu. Zayıfların kuvvetlileri devirmesi, ancak Allah'ın yardı­mı ile mümkündü. Bu defa da öyle olacak, her türlü hakları elle­rinden alınmış zayıflar Allah'ın yardımıyla, gurur ve kibir sahibi zâlim müstekbirlere üstün gelecekti. Bu gerçek, Hz. Musa (a.s.)' in hayatına genişçe yer verilen Kasas süresinin ilk âyetlerinde şöyle dile getirilmiştir: "Biz ise istiyorduk ki, o ülkede ezilmekte olanlara lütufta bu­lunalım. Onları dinde önderler yapalım ve (Firavun'un güç ve kuv­vetinin) mirasçıları kılalım. Ve onları yeryüzünde kuvvetli hale getirelim. Firavun'a, Hâmdn'a ve askerlerine, sakındıkları, şeyi, o zayıfların eliyle gösterelim. "[6] Hz. Musa (a.s.) kıssası, bir bakıma bu iki âyette özetlenen hakikatin gerçekleşmesinin anlatımından ibarettir. Uz. Musa (a.s.) ve kavmi, çileli ve sıkıntılı bir sabır sürecinin ardından Al­lah tarafından desteklenerek bu mutlu sona ulaştırılmıştır. On­ların mücâdelesi, şu âyette ifade edildiği şekilde sonuçlanmıştır: "Hor görülen o kavmi de, mübarek kıldığımız yerin doğuları­na ve batılarına vârisler yaptık. Böylece sabretmelerinden dolayı, Rabbinin îsrailoğullan'na olan o pek güzel va'di yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta oldukları ve yükselttikleri şeyleri de yerle bir ettik. "[7]   C. Hz. Musa (A.S.)'ın Doğumu Ve Sandık İçinde Nîl'e Bırakılması   Hz. Musa (a.s.)'m İsmi, Kur'ân-ı Kerim'de, 34 sûrede 136 ayette geçmektedir. Kur'ân'da ismi en fazla zikredilen peygamber odur. Hz. Musa (a.s.), dinler tarihi kitaplannda da geniş yer tu­tar. Bu durum, onun peygamberler içindeki önemini ve yürüt­müş olduğu tevhid mücâdelesinin ehemmiyetini göstermektedir. Bilindiği gibi o, dünyanın en zâlim ve en güçlü hükümdarların­dan biri zamanında, ilahlık taslayan bu mağrur hükümdar ve onun zulmü altında ezilen halkı hakka davet için gönderilmiştir. Ezilmişlik sebebiyle insanî duyguları dejenere olmuş kavmi îsra-iloğulları'ni hidâyete ulaştırmak ve kaybettikleri değerleri yeni­den kazandırmakla görevlendirilmiştir. Mısır toplumunun ceha­let ve zulmü çok şiddetli olduğundan, ona verilen mucizeler de, diğer peygamberlere verilenlere göre daha kuvvetlidir. Hz. Musa (a.s.)'m tevhid mücâdelesi, aynı zamanda, mü'minler için örnek bir mücâdeledir. Cenab-ı Hak, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'e hitaben şöyle buyurmuştur: "Sana Musa ile Firavun arasında geçen olayların bir kısmı­nı, iman eden insanlar için, bütün gerçeğiyle anlatacağız. "[8] Semavî dört büyük kitaptan Tevrat Hz. Musa (a.s.)'a veril­miş, bu kitap Hz. İsa (a.s.) dahil İsrailoğulları'nin bütün pey­gamberleri tarafından tatbik edilmiştir. Hz. Musa (a.s.)3 Hz. Yakub (a.s.)'ın oğullarından Levi sıbtı-na mensuptur. Tarihçiler, onun soyağacını Hz. İbrahim (a.s.)'a kadar şöyle vermektedirler: Musa b. Imrân b. Lâhib (veya Yashir) b. Âriz (veya Kâhis) b. Levi b. Yakub b. îshak b. İbrahim (a.s.). Musa (a.s.), M.Ö. XIII. asırda yaşamıştır. Firavun'un aldığı tedbir, ileride kendisini tahtından edecek bebeğin hayatta kalmasını engelleyemedi. Hz. Musa (a.s.), Al­lah'ın kudretini ve kendisine verdiği değeri gösteren fevkalâde bir şekilde dünyaya geldi, O'nun lütfü ile öldürülmekten kurtuldu. Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s.)'ı Firavun ve adamlarından korumak bir tarafa, bizzat onun tarafından sarayda büyütülmesini sağla­dı. İsrailoğulları'ndan Imran ve hanımı, erkek bir çocukları dün­yaya geldiğinde, şüphesiz büyük bir korkuya kapılmışlardı. Ci­ğerparelerinin, Firavun'un adamları tarafından bulunup öldü­rülmesi an meselesiydi; çünkü çıkarılmış olan kanun bunu ge­rektiriyordu. Bunu engelleyebilecek bir güçleri de bulunmuyor­du. Ancak yetişen ilâhî yardım, onları bu sıkıntıdan bir ölçüde kurtardı. Şöyle ki, Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s.)'m annesine, do­ğurduğu bebeğini emzirmeye devam etmesini, öldürülmesinden korktuğu zaman ise onu bir sandık içinde nehre bırakmasını vahy/ilham etti. Ayrıca ona, nehre bıraktığı çocuğu dolayısıyla korkmamasını ve üzülmemesini söyledi. Bebeğini kurtarıp bir süre sonra kendisine geri göndereceğini ve onu ileride peygam­ber olarak görevlendireceğini haber verdi. Kendisine gelen bu ilâhî bilgi sayesinde rahatlayan ve verilen talimata uyan anne, söylendiğine göre, doğumdan yaklaşık üç ay sonra, küçük yav­rusunu bir sandık içinde Nü nehrine bıraktı. Doğum ve ilâhî talimat sonunda bebeğin nehre bırakılması, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılmaktadır: "Biz, Musa'nın annesine şöyle ilham ettik: Çocuğu emzir. Başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman ise, onu hemen sandığa koyup nehre bırak. Sakın (ölecek diye) korkma ve ayrılı­ğına üzülme. Biz, onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamber­lerden yapacağız. "[9] Cenab-ı Hak, Hz. Musa (a.s.)'m annesine, ayrıca bebeğini zât-ı bârîsine ve bebeğe düşman olan birinin yanında büyüttüre­ceğini ve iyi bir şekilde bakılmasını sağlayacağını müjdelemişti. Nitekim Hz. Musa (a.s.)'a hitaben kendisini besleyecek kimsele­rin sevgisini kazanması için onu sevimli kıldığına işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Hani bir zaman   Biz, annene önemli hususlar ilham etmiştik. Ona şöyle demiştik: Musa'yı sandığa koy, nehre bırak da ne­hir onu sahile atsın, onu benim de, onun da düşmanı oları biri alsın. Seni sevimli kıldım ki, muhafazam altında yetişesin."[10]   D. Firavun Ailesinin Hz. Musa (A.S.)'ı Nehirden Alması   Nil nehri, içinde Hz. Musa'nın bulunduğu sandığı, Firavun sarayının bulunduğu yere götürmüştü. Bâzı cariyeler, sandık içinde bir bebek görünce onu nehirden çıkarıp hemen kraliçeye getirdiler. Kraliçe bebeğin yüzünü açtığında, onun çok güzel bir bebek olduğunu görmüş ve kalbinde ona karşı kuvvetli bir sevgi hissetmişti. Ancak bir süre sonra bebeği gören Firavun, hanımı­nın aksine bebeği öldürmekten başka bir şey düşünmüyordu. Çünkü o ve saray ricali, nehre bırakılmış bu sahipsiz bebeğin, İsrailoğulları'ndan bir aileye ait olduğunu çok iyi biliyorlardı. Çocuğunu bir kaç ay gizleyebilen aile, onu daha fazla gizleyeme­yeceğini anlamış, belki biri sahip çıkar ve ona bakar diye, bir sandık içinde nehre bırakmış olmalıydı. Ancak Firavun ve adamlarının bu kötü düşüncesine rağ­men korkulan olmadı. Çünkü kraliçe, Allah'ın sahiplenümesini kolaylaştırmak ve bu sayede büyütülmesini sağlamak için se­vimli kıldığı bu bebeği çok sevmiş ve ona candan bağlanmıştı. Sözlerinden o sırada erkek çocuğu olmadığı anlaşılan bu kadm,[11] kocası Firavun'a,   "Onu Öldürmeyip evlât edinelim,  bizim çocuğumuz olarak büyüdüğü takdirde, umulur ki bize faydası dokunur." dedi. Firavun, hanımı Âsiye'nin bu teklifini kabul e-dince, Musa adı verilen bebek[12] ölümden kurtulmuş oldu. Fira­vun ve yakınları, kaderin kendileri için gizlediği gerçeği, yani nehirden çıkarıp evlat edindikleri çocuğun, ileride kendileri için bir düşman ve üzüntü kaynağı olacağını, saltanatlarının onun elinde sona ereceğini nereden bileceklerdi! Onların hile ve tuzak­ları, ilâhî iradeyi asla engelleyemezdi. Çocuğun nehirden çıkarı­lıp saraya alınışı, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır: "Firavun ailesi, ileride kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak çocuğu bulup getirdiler. Şüphesiz Firavun, Hâmân ve as­kerleri yanilıyorlardı. Firavun'un hanımı, ıBu benim için de senin için de sevinç kaynağı bir çocuk. Onu Öldürmeyin; belki bize fay­dalı olur veya onu evlât ediniriz.' dedi. Onlar, işin farkında değil­lerdi."[13] Diğer tarafta ise, 3 aylık bebeğini bir sandik içinde nehre bırakan anne, Allah tarafından kendisine teminat verilmesine rağmen, çocuğunun başına gelenlerden habersiz, endişeyle bir­likte şaşkınlık ve tasa içinde bulunuyordu. Telaş ve acelecilikten,  neredeyse durumun anlaşılmasına yol açacak davranışlarda bulunup oğlunu ele verecekti. Ancak Allah Teâlâ, ileride oğlunun peygamberliğine İman ederek mü'minlerden olacak bu anneye dayanma gücü ve sabır verd\ Bu sayede kendini tutmaya mu­vaffak olan anne, yine de çocuğunu kimin aldığını öğrenmek istiyordu. Bu maksatla kızma,[14] sandık içinde nehre saldığı kü­çük kardeşinin peşini takip etmesini ve onu kimin aldığına dair bir haber getirmesini söyledi. Gizli bir şekilde hiç bir kimseye görünmemeye çalışarak nehirdeki sandığın peşinden giden kız kardeşi, bebeğin Firavun ailesi tarafından "saraya alındığını gör­müştü. Henüz 10-12 yaşlarında olduğu bildirilen bu kız, anlaşı­lan oldukça zeki bir çocuktu. Nitekim o, kardeşinin kimler tara­fından alındığını görmekle yetinmeyip, Firavun'un sarayına ka­dar girerek, küçük kardeşinin o andaki durumunu öğrenmeye de muvaffak oldu. O, Firavun ailesinin, nehirde buldukları bebe­ğe sütanne ve bakıcı aramakta olduklarını, bu maksatla bebek sahibi bâzı kadınları saraya getirdiklerini görmüştü. Ancak kar­deşi, bu maksatla getirilen hiç bir kadından süt emmiyordu. Orada bulunanların aralarında onu emzirebilecek tanıdık kadın­lardan bahsettiklerini duyunca, söze karışarak kendisinin de bunu yapabilecek bir tanıdığının olduğunu söyledi. Bahsettiği kadın ve ailesinin bu bebeğe çok iyi bakabileceklerini anlattı. Onu dinleyenler, bahsettiği kadını denemekte bir beis görmemiş­lerdi. Kız kardeşinin tavsiyesine uyulmuş, böylece nehirdeki sandıkta bulunan bebeğe süt vermesi için gerçek annesi saraya getirilmişti. Diğer kadınları emmeyen Musa, hemen onu emmeğe başladı. Firavun'un eşi Âsiye buna çok sevinmişti. Tanımadığı bu kadını sütanne olarak kiralamaya karar verdi ve ona çocuğun sütten kesilmesine kadar sarayda kalmasını teklif etti. Ancak bu kadın, evdeki çoluk ve çocuğunu yalnız bırakamayacağını, dola­yısıyla bebeğe ancak kendi evinde bakabileceğini ve bunda bir kusur etmeyeceğini söylemişti. Âsiye, buna izin verdi ve bebeği aralarındaki yakınlığı aklından dahi geçirmediği, öz annesine teslim etti. Bu durum, şüphesiz ki, en çok Musa'nın ailesini se­vindirmişti. Kur'ân-ı Kerim, bu konuyu şöyle anlatmaktadır: "Musa'nın annesinin gönlünde, oğlundan başka bir şey yok­tu. Eğer mü'minlerden olması için, kalbini pekiştirmeseydik, nere­deyse Musa'nın kendi çocuğu olduğunu açığa vuracaktı. Annesi, Musa'nın kız kardeşine, 'Onu takip et!' dedi. O da, Musa'yı uzak­tan gözetledi. Firavun ve adamlarından kimse işin farkında değil­di. Biz, annesi gelmeden Musa'nın başka kadınları emmesine engel olmuştuk. Bunun üzerine, Musa'nın kız kardeşi, 'Sizin i-çin,ona bakıp onu yetiştirecek ve şefkatli davranacak bir aile gös­tereyim mi? ' dedi. Böylece biz, Musa'yı annesine geri verdik, se­vinsin, üzülmesin ve Allah'ın vaadinin hak olduğunu bilsin diye. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler."[15] "Bir zaman da kız kardeşin, Firavun'un sarayına gidip, 'Si­ze, onu bakıp yetiştirecek birini buluvereyim mi?' diyordu. Böylece annen sevinsin, üzülmesin diye Seni, tekrar ona verdik."[16]   E. Firavun'un Sarayında Büyütülen Hz. Musa {A.S.)'a Hikmet Ve İlim Verilmesi   Çocukluğunun ilk yıllarını, Firavun tarafından sütanne olarak kiralanan öz annesinin kucağında hem de kendi evlerinde geçiren Hz. Musa (a.s.), süt emme çağını tamamladıktan sonra saraya alındı ve orada büyütüldü. Kur'ân-ı Kerim, onun çocuk­luk ve gençlik yıllarını nasıl geçirdiği konusunda bilgi vermemiş­tir. Yine, Firavun ailesinin sütanne olarak bildiği gerçek annesiy­le olan ilişkilerinden bahsetmemiştir. Ancak bu konularda bilgi olmasa da Hz, Musa {a.s.)'ın zulüm merkezi sarayda bulunmakla, çocukluk yıllarından itibaren ülkede bilhassa İsrailoğulları'na yapılan zulme yakından vâkıf olduğu ve bundan duyduğu rahat­sızlığı uzun bir süre gizlemek zorunda kaldığı açıktır. Diğer ta­raftan sütanne sıfatıyla kendisini emziren öz annesinin, aklı er­meğe başladığı günlerde Önemli sırrını açıp ona kim olduğunu açıkladığı, zulme mâruz kalan kavmi ve kavminin dini hakkında bilgi verdiği anlaşılmaktadır. Firavun'un sarayında bir prens olarak büyüyen Hz. Musa (a.s.), her türlü olumsuzluklara rağmen, Allah'ın yardımıyla sa­rayın kokuşmuşluklarından uzakta kalmayı başardı. Gençlik yıllarında, güzel ahlâk ve üstün faziletler iyi e temayüz etmiş, Al­lah tarafından mükafatlandırılmaya lâyık muhsinlerden biri ol­muştu. Bedenî ve zihnî açıdan gelişip rüşdüne erince, Allah ta­rafından kendisine, hikmet ve ilim verildi. Keskin anlayış ve hükmetme kabiliyetiyle donatıldı; hem dînî hem de dünyevî ilim­lerle teçhiz edildi. Kur'ân-ı Kerim, bu hususu şöyle açıklar: "Musa, rüşdüne erip olgunlaşıaca, ona hikmet ve ilim verdik. Biz, iyileri (muhsinleri) işte böyle mükaj'atlandırırız."[17]   F. Elinden Çıkan Kaza-Medyen'e Kaçışı Ve Medyen Yılları   Hz. Musa (a.s.), gençlik yıllarında bir gün şehre indiğinde, biri Kıbtî diğeri İsrâiloğulları'ndan iki adamın kavga ettiğini gör­müştü. İsrâiloğulları'ndan olan şahıs kendisinden yardım iste­yince, ona yardım etmek için kavgaya karıştı. Bu davranışından da anlaşıldığı gibi Hz. Musa (a.s.}, Firavun'un sarayında bir prens olarak büyüse de, kendisinin İsrâiloğulları'ndan olduğunu biliyor, kavmine akla gelmedik zulümler yapan Firavun ve adam­larına öfke duyuyordu. Büyük ihtimalle o sırada saraydan ay­rılmış; hatta Firavun ve adamlarının zulmüne karşı çıkmasıyla meşhur olmuştu. Her ne ise, kavgaya karışan Hz. Musa (a.s.), Kıbtî'ye bir yumruk atarak onu yere yıktı. Ancak, hiç istemediği ve beklemediği bir şey olmuş; yumruğu yiyen Kıbtî düşüp ölmüştü. Asla onu öldürmek gibi bir niyeti olmayan Hz. Musa (a.s.), buna çok üzüldü ve bu işin şeytanın işlerinden biri oldu­ğunu söyledi. Allah'a sığınarak, elinden çıkan bu kazadan dolayı kendisini affetmesi için yalvardı. Kavgayı ve kendisinin Kıbtî'ye vurduğunu yardım isteyen şahıstan başka gören olmamıştı. Bir daha suçlulara ve günahkârlara destek olmayacağına söz vere­rek hemen olay mahallinden uzaklaştı. Kur'ân-ı Kerim'de bu hâdise şöyle anlatılmaktadır: "Musa, halkının habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Ora­da, biri kendi kabilesinden diğeri düşman tarafından olan iki çı­damın kavga ettiğini gördü. Kabilesinden olan adam, düşmanına karşı ondan yardım istedi Bunun üzerine Musa, ötekine bir yum­ruk indirip ölümüne sebep oldu. (Onun öldüğünü görünce), 'Bu şeytan işidir. Şeytan, gerçekten, saptırıcı apaçık bir düşmandır. Rabbiml Doğrusu kendimi ziyana uğrattım. Beni bağışla!' dedi. Allah da onu bağışladı. Çünkü Allah, gafurdur, rahimdir. Musa, 'Rabbim! Bana lütfettiğin nimetlere andolsun ki, artık suçlulara asla yardımcı olmayacağım.' dedi."[18] Elinden çıkan kazanın Mısırlılar tarafından görülmemiş olmasını bir nimet sayan Hz. Musa (a.s.), geçtiği gibi, büyük bir pişmanlık içinde, bundan sonra asla suçlulara yardım etmeye­ceğine dair Allah'a söz vermişti. Ancak yine de gönlü rahat değil­di, geceyi korku ve endişe içinde, etrafı gözetleyerek geçirdi. Sa­bahleyin sokağa çıktığında, bir de ne görsün, bir gün önce ken­disini yardıma çağıran ve başına bu sıkıntının gelmesine sebep olan şahıs, yine biriyle kavga ediyor! O, bu ikinci olaydan yardım ettiği şahsın geçimsiz ve kavgacı biri olduğunu kesin olarak anlamış ti. Tekrar yardım isteyince, bu defa onun yardım isteğini reddetmekle kalmayıp, onu suçladı ve ona gerçekten azgın bir kimse olduğunu söyledi. Ardından onları ayırmak maksadıyla onun kavga etmekte olduğu Mısırlı şahsı tutmaya çalıştı. Bunun üzerine o Mısırlı, Hz. Musa (a.s.)'ı kendisini öldürmek niyetinde olmakla itham ederek şöyle dedi: "Ey Musa, dün birini öldürdün, bugün, de beni mi Öldürmek istiyorsun?" Belli ki o, Hz. Musa (a.s.)'m kavmine yapılan haksızlıklara tahammülsüzlüğünü bil­diğinden veya yardım isteyen düşmanının sözlerinden, önceki gün işlenen faili meçhul cinayetin onun tarafından işlenmiş ol­duğunu tahmin etmişti.[19] Yine, olayın Hz. Musa {a.s.) dışındaki tek şahidi olan her iki kavganın kahramanı Benî İsrailli şahıs, sırrını kendi kabilesinden olanlara açmış, ağızdan ağıza dolaşan bu haber, Kıbtîler tarafından da duyulmuş olabilirdi.[20] Bu ihti­maller bir tarafa, Kibtî şahsın sözlerini duyan Hz. Musa (a.s.), onu tutmaktan vazgeçti. Bundan istifade eden bu şahıs ise hemen oradan ayrılarak, kavmi Kıbtîler'e koştu, Musa'yı ihbar edip onun bir Mısırh'yı öldürdüğünü söyledi. Mısır eşrafından bir grup, bu olayı duyunca Hz. Musa (a.s.)'ı öldürmeye karar vermişler ve aralarında onu ne şekilde öldüreceklerini konuşmaya başlamışlardı. İsrailoğullan'ndan bi­ri, onların bu konuşmalarını duymuştu. Hemen Hz. Musa (a.s.)'a gelerek, durumu ona anlattı ve canını kurtarması için mümkün olan en kısa zamanda şehirden kaçmasını söyledi. Bu haber üzerine Hz. Musa (a.s.), kendisini zâlimlerden kurtarması için Allah'a dua ederek, vakit kaybetmeksizin korku ve endişe içinde gizlice şehirden ayrıldı. Hayatî tehlikeyle yüz yüze geldiği bir an­da Allah'ın lütfuyla bu tuzaktan haberdar olmuş ve kurtulmayı başarmıştı. Kur'ân-ı Kerim, onun başından geçen bu hadiseyi şöyle anlatır: "Şehirde korku içindeydi ve etrafı gözetleyerek sabahladı. Sabahleyin bir de ne görsün! Daha dün kendisinden yardım iste­yen kimse, feryat ederek yine kendisinden yardım istiyor. Musa ona dedi ki: 'Doğrusu sen besbelli bir azgınsın!' Derken Musa, kendisinin ve yardım isteyen şahsın ortak düşmanları olan öbür adamı yakalamak istedi. Bunun üzerine o adam, 'Ey Musa! Dün birini öldürdüğün gibi, şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun? De­mek arabuluculardan olmak istemiyor da, bu yerde yaman bir zorba olmayı arzüluyorsun sen!' dedi. Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: 'Ey Musa! Şehrin ileri gelenleri seni öldürmek için hakkında mü­zakere ediyorlar. Derhal buradan çık! İnan ki, ben senin iyiliğini isteyenlerdenim.' Musa, korka korka, etrafı gözetleyerek şehirden ayrıldı, 'Rabbim, beni zâlimler güruhundan kurtar!' dedi."[21] Yüce Allah, zâlim Firavun'dan koruduğu ve ona büyüttür­düğü Hz. Musa (a.s.)'ı başına gelen bu sıkıntıdan da kurtarmış ve kendisine bir kötülük ulaştırılmasına izin vermemişti. Yakın­larından biri vasıtasıyla, Firavun ve adamlarının kendisini öl­dürmek için plân hazırladıklarını öğrenen Hz. Musa (a.s.), vakit kaybetmeden şehirden çıktı ve Mısır'dan ayrılarak bir haftayı aşan yorucu bir yolculuktan sonra, Kızıldeniz'in Akabe körfezi sahilinde yer alan Medyen şehrine ulaştı. Bu şehir, Mısır İmpa­ratorluğu sınırlarının dışında kalan en yakın merkezdi. Bulun­duğu bölgenin sınırları, Akabe körfezinin kuzeyinden Sînâ yarı­madasının içlerine ve Ölü Deniz'in doğusunda Moab dağına ka­dar uzanıyordu. Şehrin sakinleri, Arap Amur/Anıorite kabilesi idi. Hz, Musa (a.s.), Medyen suyuna vardığında, orada sürülerini sulamakta olan bir grup insanla karşılaştı. Uzak bir yerde bekle­yen ve su kaynağına gitmek isteyen sürülerini o tarafa bırakma­yan iki kadm onun dikkatini çekmişti. Koyunların suya gitmesi­ni  engellemelerinin  sebebini  sorduğunda,  erkeklerin  izdihamı sebebiyle suya yaklaşamadıklarını, erkek çobanların sürülerini sulama işini bitirmelerine kadar beklediklerini ve hayvanlarını ancak onların ayrılmasından sonra suladıklarım söylediler. Ayrı­ca, evlerinde erkek olarak sadece ihtiyar babalarının bulundu­ğunu ve onun çobanlık yapacak bir durumda olmadığını, bu yüzden kadın olmalarına rağmen çobanlık yapmak zorunda kal­dıklarını ilâve ettiler. Onlara acıyan Hz. Musa (a.s.), yardım için harekete geçti ve sürülerini su tarafına götürerek sulayıverdi. Daha sonra orada bulunan bir ağacın gölgesine çekildi ve bu sırada hiç kimseyi tanımadığı bu yabancı diyarda Allah'ın yar­dımına ne kadar muhtaç olduğunu düşünerek, kendisine yar­dım etmesi için Allah'a dua ve niyazda bulundu. Kur'ân-ı Kerim, Medyen'e vardığı sırada onun başından geçenler ve bu duası hakkında şöyle demektedir: "Musa, Medyen tarafına yönelince, 'Umanm, rabhim, bana doğru yolu gösterir!' dedi. Medyen suyuna, vardığında, orada hayvanlarını sulayan bir çok insan buldu. Onların gerisinde de, hayvanlarının suya gitmesini engellemeye çalışan iki kadın gör­dü. Onlara, 'Derdiniz nedir?' dedi. Şöyle cevap verdiler: 'Çobanlar sülayıp çekilmeden biz (onların içine sokulup hayvanlarımızı) su­lamayız. Babamız da oldukça yaşlıdır.' Bunun üzerine Musa, on­ların hayvanlarını sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi, 'Rabbim! Göndereceğin yardıma ve nzka çok muhtacım! ' dedi"[22] Beklediği yardım gecikmedi. Hz. Musa (a.s.), ağacın gölge­sinde oturmuş durumunu düşünüp Allah'ın yardımını dilerken, biraz önce hayvanlarını sulayıverdigi kızlardan biri ona gelerek, utangaç bir vaziyette, babalarının kendilerine yapmış olduğu yardımın mükâfatını vermek için kendisini evlerine çağırdığını söyledi. Uzun yolculuğu sebebiyle oldukça yorgun bir durumda ve yabancı bir ülkede bulunmanın garipliği içinde olan Hz. Musa (a.s.), bu nazik daveti kabul ederek, genç kadın ile birlikte onla­rın evine gitti. Kızların babası,[23] onun başından geçenleri dinle­dikten sonra, zâlimlerden kurtulmuş olması dolayısıyla onu teb­rik etti. Boylu-boslu bir genç olan Hz. Musa (a.s.)'daki ahlâkî olgunluk, ihtiyar baba ve iki kızını çok etkilemişti. Bu iki kızdan keskin ferâsetiyle meşhur olanı, onun dürüst ve emin bir kişi ol­duğunu söyleyerek, babasına, onu çoban tutması teklifinde bu­lundu. Kızının teklifini yerinde bulan ihtiyar, bu işi daha uygun gördüğü bir şekilde çözmek istedi. Hz. Musa (a.s.)'a, kabul eder­se, sekiz yıl çobanlık yapması karşılığında, iki kızından hangisiy­le isterse evlenebileceğini söyledi. Eğer süreyi on yıla tamamla­mak isterse, bunun kendileri İçin bir ikram olacağını hatırlattı. Yabancı bir ülkede kendisine bir barınak arayan Hz. Muşa (a.s.), ihtiyarın bu teklifini kabul ederek onun sürülerini gütmeye baş­ladı. Yıllar birbirini kovaladı, rivayete göre, çobanlık süresini, kayınpederine daha uygun gelecek şekilde on yıla tamamladı. Bu sürenin sonunda, kızlardan istediğiyle evlendi ve onu alıp Medyen'den ayrıldı. Kur'ân-ı Kerim, bu safhayı şöyle anlatmak­tadır: "O sırada, o iki kızdan biri, utana utana yürüyerek ona gel­di 'Babam, hayvanlarımızı sulamanın karşılığını ödemek için seni çağırıyor.' dedi. Bunun üzerine Musa, kızların babasına gelip, başından geçenleri ona anlatınca, ihtiyar şöyle dedi: 'Korkma ! Artık, o zâlim kavimden kurtuldun.' İhtiyarın iki kızından biri, 'Babacığım, onu ücretle çoban tut! Çünkü, ücretle çoban tutacağın en iyi kimse, bu güçlü ve güvenilir adamdır.' dedi Kızların babası dedi ki: 'Bana sekiz yıl çalışmana karşılık, şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer süreyi on yıla tamamlarsan, o da senden bir lütuf olur; yoksa sana ağırlık vermek istemem. înşaallah, beni iyi kimselerden bulacaksın.' Musa şöyle cevap verdi: 'Bu seninle benim aramda yapılmış kesin bir sözleşmedir. Bu iki süreden hangisini doldurursam dol­durayım, demek ki, bana karşı husumet yok. Söylediklerimize Allah vekildir.' Musa, hizmet süresini doldurunca, (oradan ayrıl­mak üzere) ailesiyle birlikte yola çıktı. "[24]   G. Medyen'den Ayrılış-Peygamberlik Görevinin Verilişi   Çobanlık süresini tamamlayıp uşak durduğu ihtiyarın kı­zıyla evlendikten sonra ailesiyle birlikte Medyen'den ayrılan Hz. Musa (a.s.), epeyce bir yol katettikten sonra bir gece Sînâ dağı tarafında bir ateş gördü. Bu esnada, o ve hanımı şiddetli soğuk sebebiyle üşümüş ve karanlıktan dolayı yollarını da kaybetmiş bir durumda bulunuyorlardı. Hz. Musa (a.s.}, hanımına, ateşin yanına gidip oradan bir haber veya ısınmak için bir ateş getire­ceğini söyleyerek, ondan geri dönene kadar kendisini bulunduk­ları yerde beklemesini istedi. Ateşi görmüş olduğu yere geldiğin­de,[25] orada bulunan vadinin sağ yanındaki bir ağaçtan kendisi­ne, "Ey Musa! Bil ki, ben, bütün âlemlerin rabbi olan Allah'ım." diye seslenildiğini duydu. Ardından, aynı ses tarafından ayağın­daki nalınları çıkarması ve elindeki asayı bırakması emrolundu. Bu emir üzerine elindeki asayı bıraktığında, bir de ne görsün, asa canlanmış, bir yılan gibi hareket ediyor! Bu manzara karşı­sında korkuya kapılan Hz. Musa (a.s.), arkasını dönüp kaçmaya başlayınca, aynı ses korkmamasını söyledi ve ona güvende oldu­ğunu bildirdi. Devam ederek, elini koynuna sokmasını ve elini koynundan dışarı çıkardığında elinin bembeyaz olduğunu göre­ceğini haber verip, artık korkmaktan vazgeçmesini istedi. Daha sonra da ona, asa ile beyaz el mucizelerinin, Firavun ve adamlarina karşı  kullanılmak üzere  Rabbinden kendisine verilen  iki delil, iki önemli mucize olduğu hatırlatıldı. Bu mübarek gece ve bu kutsal mekânda böylece peygam­ber olarak görevlendirilen Hz. Musa (a.s.)'a, tebliğ için Firavun'a gitmesi emredilmişti. Bunun üzerine o, Firavun'un kavminden birini öldürdüğünü ve bu yüzden Firavun ve adamlarının kendi­sini öldürmelerinden korktuğunu söyledi. Ayrıca Firavun ve hal­kının  kendisini yalanlamalarından  çekindiğini belirterek daha düzgün ve daha etkili konuşan kardeşi Hz. Harun (a.s.)'ı kendi­sine yardımcı olarak görevlendirmesini istedi. Onun bu isteğini kabul eden Allah Teâlâ, ikisine büyük bir güç ve kuvvet vereceği­ni, dolayısıyla Firavun ve diğer kâfirlerin onlara bir şey yapama­yacaklarını, neticede kendilerine iman edenlerle birlikte Firavun' a karşı üstünlük sağlayacaklarını müjdeledi. Hz. Musa (a.s.)'m Medyen'den ayrılışı ve Sînâ dağında peygamber olarak görevlen­dirilip tebliğ için Firavun'a gitmekle emrolunması, Kur'ân-ı Ke-rim'de bir kaç defa anlatılmıştır. Bu konu Kasas sûresinde şöyle geçmektedir: "Artık Musa, hizmet süresini doldurunca, ailesiyle birlikte yola çıktı. Yolda Sînâ dağı tarafında bir ateş gördü. Ailesine, 'Siz burada bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir ha­ber, yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm.' dedi. Ateşi gördüğü yere gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, -oradaki ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: 'Ey Musa! Bil ki, ben, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'ım.' Ve, 'Asanı at!' denildi. Musa, yere attığı asayı yılan gibi dep-renir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı/Ey Musa! Beri gel, korkma, çünkü sen, emniyette olanlardansın.' buyuruldu. 'Elini koynuna sok, kusursuz bembeyaz çıkacaktır. Korkudan açılan kollarını kendine çek. îşte bu ikisi, Firavun ve adamlarına karşı rabbin tarafından iki kesin delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır.' diye seslenildi. Musa dedi ki: 'Rab-bim! Ben onlardan birini öldürmüştüm, beni öldürmelerinden kor­kuyorum. Kardeşim Harun'un konuşması benimkinden daha düz­gündür.  Onu da,  beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum.' Allah buyurdu: Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size Öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz sayesinde onlar size erişeme­yecekler. Siz ve size tâbi olanlar üstün geleceksiniz."[26] Hz. Musa (a.s.)'ın peygamber olarak görevlendirilmesiyle il­gili bu önemli mülakat, Tâhâ sûresinde biraz daha geniş bir çer­çevede anlatılmış bulunmaktadır: "(Ey Muhammedi) Musa'nın kıssası sana ulaştı mı? Hani o, bir vakit bir ateş gördü de, ailesine, 'Siz burada durun, benim gözüme bir ateş ilişti, belki size ondan bir yalın kor getiririm veya ateşin yanında bir kılavuz bulurum.' dedi. Ateşin yanına vardığı zaman, kendisine şöyle seslenildi: 'Ey Musa! Haberin olsun, şüphesiz ben, senin Rabbinim. Ayakkabıla­rını çıkar, çünkü sen mukaddes vadi Tuvd'dasın! Ben, seni pey­gamber olarak seçtim, şimdi vahyedilecekleri dinle! Şüphesiz ki, ben, Allah'ım! Ben'den başka hiçbir İlâh yoktur. Onun için Bana ibâdet et ve Beni anmak için namaz kıl! Çünkü Kıyamet mutlaka kopacaktır. Onun vaktini gizliyorum ki, herkes yaptığının karşılı­ğını görsün. O halde Kıyamete inanmayıp da nefsinin peşine tab­lan kimse, sakın seni ona iman etmekten alıkoymasın; yoksa he­lak olursun. Sağ elindeki nedir, Ey Musa!? Musa şöyle dedi: 'O benim asamdır. Ona dayanırım ve onunla davarlarıma yaprak çırparım. Benim daha başka ihtiyaçlarımı da görür.' Allah şöyle buyurdu: 'Onu yere bırak!' Musa elindeki asayı yere bıraktı. Bir de ne görsün, bir yılan gibi koşuyor! Allah şöyle buyurdu: 'Tut onu, korkma. Biz, onu yine evvelki şekline çevireceğiz. Bir de elini koynuna sok da, diğer bir mucize olmak üzere, kusursuz bembeyaz olarak çıkıversin. Böylece sana en büyük mucizelerden bir kısmını göstermiş olalım. Firavun'a git, hakikaten o çok azdı.' Musa dedi ki: 'Ey Rabbim! Göğsüme genişlik ver, işimi ko-laylaştır. Dilimden de düğümü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar.[27] Bana kendi ailemden bir de vezir/yardıma ver. Yani kardeşim Harun'u. Onunla beni güçlendir. Onu, vazifemde bana ortak kıl Tâ ki, Seni çok teşbih edip, çok analım. Şüphe yok ki, Sen bizi hakkıyla görensin.' Allah, 'Ey Musa! Dilediğin sana verildi' de­di"[28] Bu muazzam olay, Neml sûresinde ise kısa bir şekilde ifâde edilmektedir: "Hani bir zaman Musa, ailesine, 'Ben bir ateş gördüm, size ondan bir haber getireceğim, yahut yalın bir kor getireceğim, belki onunla ısınırsınız.' demişti. Ateşin yanına gelince, kendisine şöyle seslenildi: 'Ateşin bulunduğu yerdeki de, çevresindeki de, müba­rek kılınmıştır. Alemlerin Rabbi olan Allah, her türlü noksanlıktan münezzehtir. Ey Musa! Gerçek şu ki, ben, Aziz ve Hakim olan Al­lah'ım. Asanı bırak!' Musa, bıraktığı asasının bir yılan gibi kıvrılıp hareket ettiğini görünce, arkasına bakmadan dönüp kaçtı. (Allah şöyle buyurdu): 'Ey Musa! Korkma, Benim huzurumda, peygam­berler asla korkmaz. Ancak kim haksızlık yapar, sonra da yaptığı kötülüğü iyiliğe çevirirse, Ben, onu da bağışlayıcıyım, merhamet edenim. Bir elini koynuna sok; Firavun ve kavmine dokuz mucize­den biri olarak, kusursuz bir beyazlıkta bembeyaz olarak çıksın. Çünkü onlar, yoldan çıkmış bir toplum oldular. Bu şekilde ayetle­rimiz, hakikati gözlerine sokarak, onlara vardığı vakit, 'Bu apaçık bir büyüdür!' dediler. [29]    H. Hz. Musa (A.S.) Ve Hz. Harun (A.S.) Firavun'la Yüzyüze   Allah Teâlâ, Sînâ dağında Hz. Musa (a.s.)'ı peygamber ola­rak görevlendirmiş, ona doğrudan hitap ederek sadece kendisine kulluk etmesini, Âhiret gününe inanmasını ve namaz kılmasını emretmişti. Kıyametin muhakkak kopacağını, insanların daima hazırlıklı olmalarını sağlamak için onun zamanım gizli tuttuğu­nu  bildirmiş,   Kıyamet gününde  herkesin dünyada yaptığının karşılığını bulacağını haber vermişti. Ona ayrıca Firavun ve a-damlarına karşı kullanması için iki büyük mucize lütfetmiş, yardım isteğini de kabul ederek, kardeşi Hz. Harun(a.s.)'ı ona yardımcı yapmıştı. Cenab-ı Hak, Hz. Musa (a.s.) ve kardeşi Hz. Harun (a.s.)'i peygamber olarak görevlendirdikten ve onları mucizelerle donat­tıktan sonra, Firavun'a gitmelerini emretmiş, o ikisini, emirlerini insanlara tebliğ hususunda, gevşek davranmaktan sakındırmış-ti. Ayrıca, Firavun'a gittiklerinde, ona karşı yumuşak bir üslub ile konuşmalarını emrederek Firavun'un yumuşak ve güzel söz­lerden etkilenip nasihat dinleyebileceğini hatırlatmıştı. İki kar­deş, Firavun'un kendilerine kötülük yapmasından korktuklarını söylediklerinde, Yüce Allah, onlarla beraber olduğunu ve onları Firavun ve adamlarının kötülüklerinden koruyacağını bildirdi. Firavun'a giderek, Allah'ın iki elçisi olduklarını açıklayıp, onu İsraüoğulları'na baskı ve işkence yapmaktan vazgeçmeye çağır­malarını ve İsrailoğulları ile birlikte Mısır'dan ayrılmalarına izin istemelerini emretti. Ve Allah tarafından kendilerine verilen mu­cizelerle geldiklerini bildirerek; peygamberlere inananların hidâ­yete ulaşacaklarını, onları yalanlayanların ise mutlaka azaba uğrayacaklarını hatırlatmalarını söyledi. Allah Teâlâ, bu konuda şu bilgiyi vermektedir: "Ey Musa! Sen ve kardeşin, mucizelerimle gidin. İkiniz de, beni anmada ve emirlerimi tebliğde gevşeklik göstermeyin. İkiniz Firavun'a gidin; çünkü o, hakikaten azdı. Ona varınca, yumuşak sözler söyleyin; umulur ki, Öğüt alır veya korkar. Musa ve Harun, dediler ki: 'Ey Rabbimiz! Firavun'un bize saldırmasından, yahut aşın gitmesinden korkuyoruz.' Allah da şöyle buyurdu: 'Korkmayın! Zîrâ ben sizinle beraberim. Her şeyi işitir ve görürüm. Hemen gidin de ona şöyle deyin: Biz, Rabbinin iki elçisiyim. Artık îsrailoğulları'nı, bizimle gönder. Onlara işkence etme. Biz, sana Rabbinden bir mucize ile geldik. Selâm hidâyete iâbi olanlaradır. Bize vahyolunmuştur ki, peygamberleri yalanla­yıp onlardan yüz çevirenlere mutlaka azap vardır."[30] Kur'ân-i Kerim, Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.)'m Fira-vun'a gönderilişini bir başka yerde şu sözlerle dile getirmektedir: "Bir vakit de Rabbin Musa'ya nida edip, 'O zalimler güruhu­na; Firavun'un kavmine git Hâlâ (başlarına gelecekten) sakınma­yacaklar mı onlar?' diye seslenmişti. Musa şöyle dedi: 'Rabbim, doğrusu beni yalanlamalarından korkuyorum. Bu durumda göğsüm daralır, dilim dönmez, onun için Harun'a da elçilik ver. Hem onların bana isnat ettikleri bir suç var. Ondan dolayı, korkarım ki, hemen beni öldürürle?-.' Allah, şöyle buyurdu: Hayır, (seni asla öldüremezler), haydi ikiniz, mucizelerimizle ona gidin. Şüphesiz ki, biz sizinle berabe­riz. Her şeyi işitiriz. Doğruca Firavun'a varın. Ona, 'Biz alemlerin Rabbi olan Allah'ın peygamberiyiz. îsraüoğullan'm serbest bırak bizimle beraber gönder.' deyin."[31] Doğduğu günden itibaren Allah Teâlâ tarafından korunan, can düşmanı olacak Firavun'un sarayında büyüttürülen ve daha sonra Medyen'de güven içinde yaşatılan Hz. Musa (a.s.), artık peygamber olarak da görevlendirilmiş, mucizelerle ve kendisi gibi peygamber seçilen kardeşi Hz. Harun (a.s.)la takviye edil­mişti. Allah (c.c), Firavun'a gönderdiği iki peygamberine, kendi­leriyle birlikte olduğunu ve onları düşmanlarına karşı koruyaca­ğını da bildirmişti. Hz. Musa (a.s.}, Sînâ dağında ilâhî mesajı aldıktan sonra Mısır'a doğru yola çıktı. Oraya varınca yıllardır hasretlerini çek­tiği annesi ve kardeşi Hz. Harun (a.s.Jla buluştu. Ardından O ve Hz. Harun (a.s.), Allah'ın emrine uyup sarayına giderek Fira­vun'un huzuruna çıktılar ve peygamber olarak görevlendirildik­lerini söyleyip ilâhî mesajı ona tebliğ ettiler. Ayrıca ondan İsrailoğuliarı'nı kendileriyle birlikte serbest bırakmasını ve ülke­den ayrılmalarına izin vermesini istediler. Hz. Musa (a.s.), bu esnada kendisinin ancak doğruyu söylediğini belirterek şöyle demişti: "Musa dedi ki: 'Ey Firavun! Ben, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından gönderilen bir peygamberim. Bana gereken, Allah'a karşı ancak doğruyu söylememdir. Gerçekten ben, size Rabbinizden bir mucize getirdim. Artık İsrailoğuliarı'nı benimle birlikte gön­der."[32] İlâhlık taslayan bir kral için, sarayında besleyip büyüttüğü bir gencin peygamberliğine iman etmek veya onun talebini kabul ederek kavmini onunla birlikte göndermek kolay değildi. Nitekim o, Hz. Musa {a.s.)'in davetini, üzerinde düşünmeye bile gerek görmeden şiddetle reddetti ve önceden yapmış olduğu iyilikleri onun başına kaktı. Ardından onu halkından birini öldürmekle suçladı ve nankörlükle itham etti. Hz. Musa (a.s.) ise, o adamı öldürmek gibi bir niyetinin bulunmadığını, onun ölmesi üzerine de böyle bir olaya sebep olmaktan duyduğu üzüntü içinde kor­kup kaçtığını belirtti. Aradan yıllar geçtikten sonra ise Rabbinin kendisini peygamber olarak görevlendirdiğini açıkladı. Başına kaktığı nimet hususunda da gerekli cevabı verdi. Yapmış olduğu iyiliğin sebebinin, İsrailoğuliarı'nı kul-köle edinmesi ve onların erkek çocuklarını öldürmesi olduğunu söyledi. Zîrâ böyle bir uygulama olmasaydı kendisi bir sandık içinde Nil nehrine atıl­mayacak ve Firavun tarafından büyütülmeyecekti. Yaptıklarının bu zulmün bir neticesi olduğunu belirterek, iyilik sandığı şeyin gerçekte zulümden ibaret olduğunu hatırlattı: "Firavun şöyle dedi: 'Seni çocukken himayemize alıp yanı­mızda büyütmedik mi? Hayatının birçok yılını aramızda geçirme-din mi? Sonunda, o yaptığın (kötü) işi de yaptın; sen nankörlerden birisin!' Musa, 'Ben, o suçu o vakit bilmeyerek, istemeyerek işledim. Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Nihayet Rabbim bana bir hikmet verdi ve beni peygamberlerden yaptı. Başıma kaktığın o nimete gelince, gerçekte îsrailoğuUarı'm kul-k'öle edin­miş olmandır.' dedi.[33] Firavun, daha sonra Hz. Musa (a.s.)'a ''Âlemlerin Rabbi de nedir? "sorusunu sordu. Hz. Musa (a.s.), O'nun bütün kâinatın Rabbi olduğunu, hakikati görenlerin bunu bildiğini söyleyince, duyduklarına şaşırdığını gösteren alaylı bir tavır içinde etrafın­daki adamlarına yönelip,. "Onun cevabını duymuyor musunuz?" diye sordu. Sözlerini devam ettiren Hz. Musa (a.s.), "Alemlerin Rabbi olan Allah, sizin de atalarınızın da Rabbidir." diyerek, Al­lah'ın bir sıfatını daha zikretti. Bu açıklama, Firavun'u öfkelen­dirmişti, yine etrafındakilere dönerek, "Size gönderilen bu pey­gamberiniz mutlaka delidir." dedi. Hz. Musa (a.s.), onun şiddetli öfkesine ve ağır iftirasına aldırmadan, âlemlerin Rabbi olan Al­lah'ı tanıtmaya devam etti. O'nun doğunun, batının ve araların­da bulunan şeylerin Rabbi olduğunu, aklını doğru bir şekilde kullananların bunu bildiğini söyledi. Ancak Firavun ve adamla­rının bu hakikatler üzerinde düşünmek bile istemedikleri belliy­di. Kur'ân-ı Kerim, bu tartışmayı şöyle anlatmaktadır: "Firavun, 'Âlemlerin Rabbi de nedir?' diye sordu. Musa, 'B-ğer gerçekten doğruyu öğrenmek ve onu yürekten benimsemek is­tiyorsanız, O, göklerin, yerin ve aralarında bulunan şeylerin Rab­bidir. ' dedi. Firavun, etrafındakilere, 'işitmiyor musunuz?' dedi. Musa şöyle dedi: 'O, sizin de Rabbiniz, daha Önceki atalarınızın da Rabbidir.' Firavun, 'Size gönderilen bu peygamberiniz mutlaka delidir.' dedi. Musa, 'Şayet aklınızı kullansanız anlarsınız ki, O, doğunun,-batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir.' karşılığını verdi. [34] Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.), Firavun ve adamlarını ikna etmeye çalıştılar, onları kâinat ve ondaki intizamı düşün­meye sevketmek için çok uğraştılar, ancak onların buna asla yanaşmadıklarını gördüler. Bu defa, peygamberlerini yalanlayan kavimlerin azaba çarptırıldığını hatırlatarak onu ve adamlarını ikaz ettiler. Firavun ise, tartışmayı davet dışında bâzı konulara çekmek istiyordu. Konuyu değiştirmek niyetiyle, Hz. Musa (a.s.)' a geçmiş milletlerin durumunu sordu. Hz. Musa (a.s.), bunun bilgisinin sadece Allah katında olduğunu söyledikten sonra, Fi­ravun'u düşünmeye sevkedeceğini sandığı bâzı hakikatleri sıra­ladı. Allah'ın hata etmediğini ve hiçbir şeyi unutmadığını, yeryü­zünü yaratıp, orayı insanların yaşayabileceği şekle getirdiğini, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yağmur indirerek yeryü­zünde çeşitli bitkiler bitirdiğini, bütün bunlarda akıl sahipleri için yeterli ibretin bulunduğunu söyledi. İnsanların aslının top­rak olduğunu, öldükten sonra yine toprağa döneceklerini ve Kı­yamet gününde tekrar oradan çıkarılacaklarını hatırlattı: "Gerçekten bize vahyolundu ki, şüphesiz azap, peygamber­leri yalanlayanların ve haktan yüz çevirenlerin üzerinedir. Fira­vun şöyle dedi: 'O halde, sizin Rabbiniz kimdir ey Musa?' Musa, 'Bizim Rabbimiz, herşeye hilkatini veren, sonra da yolunu göste­rendir. ' dedi. Firavun, 'Öyle ise, geçmiş asırlar halkının hâli ne­dir?' diye sordu. Musa şöyle dedi: 'Onların hakkındaki bilgi, Rabbimin katındaki bir kitapta/Levh-i Mahfuz'dadır. Benim Rab-bim, hata da etmez, unutmaz da. O ki, yeryüzünü, size bir döşek yaptı. Orada, sizin için yollar açtı. Gökten bir yağmur indirdi' îşte bu yağmur ile türlü bitkilerden çiftler çıkardık. Hem siz yiyin, hem de hayvanlarınızı otlatın. Şüphe yok ki, bunda akıl sahipleri için elbette ibretler vardır. Biz, sizin aslınızı topraktan yarattık, öldükten sonra sizi oraya döndürürüz. Kıyamet günü de, oradan tekrar çıkaracağız.[35]   I. Fıravun'un İlahlık İddiası   Hz. Musa (a.s.) tebliğini ısrarla devam ettirerek, akl-ı selim sahiplerini düşünmeye sevkedecek bâzı hakikatleri dile getiriyor ve Allah'ın kendisine lütfettiği mucizeleri gösteriyordu. Onun bu tutumu karşısında Firavun, meclisinde bulunan devlet ricalinin Hz. Musa (a.s.)'dan etkilenmesinden ve bu yüzden onların üze­rindeki nüfuz ve otoritesinin sarsılmasından korktu. Ülkesinde kendisinden başka bir otorite tanımak niyetinde olmayan bu zâlim, yanındaki adamlarına dönerek, onların rabbi olduğunu ve onlar için kendisinden başka bir ilâh tanımadığını söyledi: "Musa, Firavun'a en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat Fira­vun, onu yalanladı ve âsi oldu. Sonra yüz çevirip fesat çıkarmaya girişti. İnsanları topladı ve haykırarak şöyle dedi: 'Ben, sizin en yüce rabbinizim!' Bunun üzerine Allah, onu, ahiret ve dünya aza­bına uğrattı. Bunda Allah'tan korkan için büyük bir ibret vardır.)[36] İlahlik iddiasında bulunan Firavun, ayrıca veziri Hâmân'a, kendisi için yüksek bir kule inşâ etmesini, bu kuleye çıkıp, ya­lancılardan biri saydığı Hz. Musa (a.s.)'m Rabbine ulaşabileceği­ni sandığını söyledi: "Firavun, 'Ey ileri gelenler! Ben, sizin için, benden başka i-lûh tanımıyorum. Ey Hâmân! Haydi benim için, çamuru pişir (tuğ­la imal et de) bana bir kule yap ki, Musa'nın ilâhına çıkayım; ama sanıyorum, o, mutlaka yalan söyleyenlerdendir.' dedi."[37] Firavun'un bu sözleri ve onun gafleti, Kur'ân-ı Kerim'de bir başka yerde şöyle aktarılmıştır: "Firavun, veziri Hâmân'a, 'Ey Hâmân! Benim için yüksek bir kule yap. Belki, onunla yollara, göklerin yollarına ulaşırım da Mu­sa'nın ilâhını görürüm. Çünkü ben, Musa'nın yalancı olduğunu sanıyorum.' dedi İşte Firavun'un kötü ameli, kendisine böylece güzel gösterildi ve doğru yoldan alıkonuldu. Firavun'un tuzağı hüsrandan başka bir şeye yaramadı.[38] Kur'ân-ı Kerim, Firavun'un inşaatını emrettiği bu kulenin yapılıp-yapılmadığından bahsetmemiştir. Muhtemelen o, halkı kandırmak maksadıyla böyle söylemiştir. Ancak bâzı rivayetler­de, böyle bir kulenin yapıldığı ve hatta Firavun'un maksadını gerçekleştirmek arzusuyla yani Hz. Musa (a.s.)'ın Rabbini gör­mek niyetiyle kulenin üzerine çıktığı, oradan inişinde kana bu­lanmış bir ok getirip, Hz. Musa (a.s.)'ın ilahını öldürdüğünü ve ok üzerindeki kanın onun kanı olduğunu söylediği zikredilmiş­tir.[39]   I. Hz. Musa (A.S.)'ın Mucizeleri-Sihirbazlarla Müsabaka   İman etmek niyeti taşımayan ve Hz. Musa (a. s.)'in söyledik­lerini reddedecek deliller bulmaktan da aciz kalan Firavun onu davetten vazgeçirmek için kuvvete başvurdu. Hz. Musa (a.s.)'i kendisinden başka birini ilah kabul etmeye devam ettiği takdirde tutuklamakla tehdit etti. Bu sırada Hz. Musa (a.s.), peygamber olduğunu ve doğru söylediğini gösteren apaçık deliller getirse de mi aynı şeyi yapacağını sordu. Fîravun'un meydan okurcasına, "Doğrulardan isen delilini getir!" demesi üzerine, asa ve beyaz el mucizelerini gösterdi. Ancak Firavun, bu açık deliller karşısında da, ona inanmak yerine, aksine onu sihirbazlıkla itham etti. Si­hir yoluyla kendilerini ülkelerinden çıkarmak için çalışmakla suçladı. Hz. Musa (a.s.)'a ne yapılması gerektiğini, huzurunda bulunan devlet adamlarına sordu. Yüksek devlet ricali, kendisi­ne ülkedeki meşhur sihirbazları toplamasını, onlarla Hz. Musa (a.s.)'ı karşı-karşıya getirmesini tavsiye ettiler. Hz. Musa (a.s.) ile Firavun ve yakınları arasında geçen bu konuşmalar, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle nakledilmektedir: "Firavun, 'Yemin olsun ki, eğer benden başkasını ilâh edi­nirsen, seni zindana atılanlardan ederim.' dedi. Musa, 'Sana apaçık bir delil getirmiş olsam da mı?' dedi. Firavun, 'Eğer doğru söyleyenlerden isen, getir onul' dedi. Bunun üzerine Musa, asasını yere bırakıverdi. Bir de ne görsün­ler, apaçık bir ejderha! Elini de (koynundan) çekip çıkardı, bir de ne görsünler! Bakanlara bembeyaz görünen, nur saçan bir el! Firavun, çevresindeki ileri gelenlere, 'Gerçekten bu, çok bilgi­li bir sihirbaz. Büyüsüyle sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor, ne emredersiniz?' dedi. Onlar ise, 'Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere sihirbazları toplayacak kimseler gönder. Ne kadar çok bilgili sihirbaz varsa sana getirsinler.' dediler."[40] Yönetimde önemli bir yeri olan devlet ricali de, anlaşıldığı gibi Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.)'ın   dâvetine, Firavun'un bakışıyla bakıyorlar, onun zıddına hiçbir şey düşün emiyorlardı. Apaçık mucizeleri sihir olarak niteleyen Firavun ve yakınları, İsrailoğulları ile birlikte Mısır'dan ayrılmalarına izin verilmesini isteyen iki peygamberi, sihirleriyle ülkelerini ve iktidarlarını elle­rinden alacak iki sihirbaz olarak görüyorlardı. Onların bu dü­şüncesi ve Hz. Musa ile aralarında geçen konuşma, Kur'ân-ı Ke­rim'de bir başka yerde şöyle zikredilir: "Sonra o peygamberlerin arkasından Firavun ve topluluğuna mucizelerimizle Musa'yı gönderdik Fakat onlar, mucizelerimize karşı haksız davrandılar. Bozguncuların akıbeti nasıl olurmuş bir bak! Musa dedi ki: 'Ey Firavun! Şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bana, Allah'a dâir ancak gerçeği söylemem yaraşır. Rabbinizden size apaçık bir delil getirdim. Artık İsrailoğullan'm benimle beraber salıver.' Firavun, 'Şayet doğru söyleyenlerden isen ve bir delil getir-diysen, onu ortaya koy!' dedi. Bunun üzerine Musa, asasını yere attı. Asa, hemen apaçık bir yılan oluverdi. Elini koynundan çıkardı. Bir de ne görsünler, bakanlara nur saçan bembeyaz bir el! Firavun kavminin ileri gelenleri şöyle dediler: 'Şüphesiz bu, çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor.' Fi­ravun, onlara, 'O halde ne emredersiniz?' dedi. Onlar, 'Onu ve kardeşinin işini şimdilik ertele ve şehirlere sihirbazları toplayacak adamlar gönder. Ne kadar bilgili sihirbaz varsa, hepsini sana getirsinler.' dediler."[41] Firavun ve adamları, büyük ihtimalle, Hz. Musa (a.s.)'m a-sa ve beyaz el ile ilgili olarak gösterdiklerinin mucize olduğunu anlamışlardı. Fakat gerçeği kabul etmek çıkarlarına aykırı olun­ca, halkı Hz.Musa (a.s.)'a inanmaktan alıkoymak ve ona karşı kışkırtmak için, onun bir sihirbaz, maksadının ise sihir yoluyla ülkelerini ve saltanatlarını ellerinden almak ve kendilerini ülke­lerinden sürüp-çıkarmak olduğunu söylemeyi gerekli gördüler. Böyle olunca, iki kardeşi, ancak daha üstün sihirbazlarla mağ­lup edebilirlerdi. Bu düşünce ile Hz. Musa (a.s.)'dan sihirbazlarla yapacağı toplantı ve müsabaka için kendilerine   bir gün ve yer belirlemesini istediler: "Şüphesiz ki, Firavun"a mucizelerimizin hepsini gösterdik. Buna rağmen Firavun onları yalanladı ve iman etmemekte diren­di. Musa'ya şöyle dedi: 'Sihrinle bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin ey Musa!? Biz de mutlaka sana, senin sihrin gibi bir sihir getireceğiz. Şimdi sen, bizimle senin aranda bir buluşma zamanı ve yeri tayin et. Ondan ne biz cayalım ne de sen. Buluşacağımız yer münasip bir yer olsun.' Musa, 'Buluşma zamanımız insanların süslenip kuşluk vak­tinde toplandıkları bayram günü olsun.' dedi."[42] Firavun, Hz. Musa (a.s.)'m bu zaman tayinini kabul etmiş­ti. Hz. Musa (a.s.) ile Mısır'ın en meşhur sihirbazları arasındaki buluşma ve müsabaka, bayram günü, bayram yerinde kalabalı­ğın en yoğun olduğu kuşluk vaktinde yapılacaktı. Böylece büyük bir kalabalık, gözlerinin önünde cereyan edecek olayları bizzat müşahede etmiş olacaktı. O dönemde Mısır'da sihir çok yaygındı. Bilhassa firavunlar ve devlet adamları, sihire büyük önem verirler, sihirbazları taltif ederlerdi. Bu sebeple ülkede çok sayıda sihirbaz bulunuyordu. Firavun'un gönderdiği adamlar, ülkenin muhtelif şehirlerinde yaşayan meşhur sihirbazları bir bir arayıp buldular ve onları bu önemli yarışma için başkente getirdiler. Bu sihirbazlar, Hz. Musa (a.s.) ile karşılaşacakları bayram günü, bayram alanına getirildiler. Diğer taraftan halkın yoğun bir şekilde katılımını sağlamak için gereken her şey yapılmıştı. Görevlilerin teşvikiyle bayram yerine koşan insanlar, aralarında, sihirbazlar galip gelirse onlara uyacaklarını konuşuyorlardı. Ga­lip geleceklerinden emin görünen sihirbazlar ise, devlet ricalinin ortasında tahtına kurulmuş oturan Firavun'a, galip geldikleri takdirde alacakları mükâfatı soruyorlardı. Firavun da, onların üstün geleceğinden emindi, bu takdirde sadece maddî mükafat vermekle yetinmeyeceğini, onları aynı zamanda yakın adamları arasına alacağını vâdediyordu. Yüce Allah, onların bu durumu­nu şöyle açıklamıştır: "Böylece sihirbazlar, belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi. Halka, ' Siz de toplanıyor musunuz? (haydi çabuk olun!)' denildi. İnsanlar, 'Üstün gelirlerse herhalde sihirbazlara uyarız.' de­diler. Sihirbazlar geldiklerinde, Firavun'a, 'Şayet biz galip gelir­sek, muhakkak bize bir ücret var, değil mi?' dediler. Firavun ce­vaben, 'Evet, o takdirde hiç şüphe etmeyin^ gözde kimselerden olacaksınız.' dedi."[43] Müsabakanın başlaması için artık her şey hazırdı. Ancak Hz. Musa (a.s.), müsabakaya başlamadan önce karşısında top­lanan sihirbazları uyarmak ve onları bu işten vazgeçirmek istedi. Allah adına yalan ve hileye başvurmaları durumunda büyük bir azaba çarptırılacaklarını hatırlattı. Onun bu sözlerinden etkilen­dikleri anlaşılan sihirbazlar, aralarında fısıldaşarak yaptıkları konuşmada, Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.)'m Mısır halkının dinini değiştirmek, Firavun ve kavmini yurtlarından çıkarıp ikti­darı ellerine geçirmek için çalışan iki sihirbaz olduğunda görüş birliğine vardılar. Daha sonra mücadeleye başlamak için saflar halinde ilerlediler ve Hz. Musa (a.s.)'a İster sen başla, ister biz başlayalım!' dediler. Hz. Musa (a.s.), 'Siz başlayın!.' deyince, si­hirlerini ortaya koydular. Sihir malzemesi olarak kullandıkları iplerini ve bastonlarını yere bıraktıklarında, bunlar canlanıp yılanlara dönüşmüştü. Hz. Musa (a.s.) da diğer insanlar gibi, bu yılanları hareket eder bir halde gördü. Kur'ân-ı Kerim, yarışın başlaması anını şöyle anlatmıştır: "Bunun üzerine Firavun, dönüp tedbir almaya girişti. Ne ka­dar sihirbaz varsa onlan topladı ve sonra buluşma yerine getirdi. Musa, sihirbazlara, 'Vay halinize! Sakın Allah'a karşı yalan uydurmayın. Yoksa sizi azabıyla helak eder. İftira atanlar mutla­ka hüsrana uğrar!' dedi. Onlar aralarında durumlarını tartıştılar ve gizlice fısildaştılar. Dediler ki: 'Şüphesiz bunlar, iki sihirbazdır; sizi yerinizden çıkarmak ve sizin üstün yolunuzu (dosdoğru dini­nizi) ortadan kaldırmak istiyorlar. Onun için, siz hilenizi toplayın, sonra saflar halinde gelin. Bugün galip gelen mutlaka zafere er­miş olacak!' Sihirbazlar, 'Ey Musa! Ya sen at, veya önce biz atalım.! de­diler. Musa, 'Hayır, siz atın.' dedi. Bir de ne görsün, attıkları ipleri ve bastonları, onların sihirleri dolayısıyla, Musa'ya gerçekten ha­reket ediyorlarmış gibi görünüyor!"[44] Sihirbazların yapmış olduğu bu sihirle ortaya çıkan görün­tüler, Firavun ve adamlarını sevindirmişti. Onların galip gelece­ğinden son derece emindiler. Bu ürkütücü manzara, gözleri bü­yülenmiş olan halkı ise çok korkutmuştu. Kur'ân-ı Kerim, onla­rın gözlerinin büyülenmesine ve korkularına şöyle işaret etmek­tedir: "Sihirbazlar şöyle dediler: 'Ey Musa! Hünerini önce sen mi ortaya koyacaksın, yoksa ilk başlayanlar biz mi olalım?' Bunun üzerine Musa, 'Önce siz atın.' dedi. Sihirbazlar marifetlerini orta­ya koyup sihirlerini yapınca, insanların gözlerini büyülediler ve onlan korkuttular. Böylece büyük bir sihir getirmiş oldular."[45] Bu dehşet verici manzara, Hz. Musa (a.s.)'ın gönlünde de bir korku husule getirmişti. Belki de onun asıl korkusu, halkın, sihirbazların sihir ve büyüsüne aldanacağı endişesinden kay­naklanıyordu. İşte tam bu esnada, Allah Teâlâ yardımına yetişti, ona korkmamasını söyledi ve sihirbazlara karşı mutlaka üstün geleceğini müjdeleyerek elindeki asasını yere atmasını emretti. Sihirbazların yaptığının ancak bir sihirbaz tuzağı olduğunu ve asanın onları yutacağını, nereye giderlerse gitsinler sihirbazların asla iflah olmayacaklarını bildirdi. Hz. Musa (a.s.), Allah (c.c.)' dan aldığı emir üzerine asasını yere bırakınca, büyük bir ejder­haya  dönüşen   asa  bütün  yılanları yu tu vermiş ti.   Bu  müthiş manzara karşısında sihirbazlar onun yaptığının bir sihir olmadı­ğını anlayıp derhal secdeye kapandılar ve bir ağızdan, "Musa ile Harun'un Rabbine iman ettik." dediler. Kur'ân-i Kerim, bu anı şöyle açıklamaktadır: "Musa, içinde bir korku hissetti. Biz, ona şöyle dedik: 'Korkma! Üstün gelecek mutlaka sensin, sen! Sağ elindeki asanı at da, onların yaptıklarını yutsun. Çünkü onların yaptıktan, ancak bir sihirbaz tuzağıdır. Zâten sihirbaz, her ne isterse istesin asla felah bulmaz.' Musa'nın asası, bütün sihirleri yutunca, sihirbaz­lar, secdeye kapandılar ve, 'Biz, Harun ve Musa'nın Rabbi'ne i-man ettik.' dediler."[46] Hz. Musa (a.s.)'m asası, Yüce Allah'ın lütfuyla büyük bir yı­lana dönüşmüş, sihirbazların yılan şeklinde görünen ip ve sopa­larını bir bir yutmuştu. Toplanmış olan kalabalık, gözleri önünde cereyan eden bu müthiş manzarayı büyük bir hayretle seyretti. Böylece, Hz, Musa (a.s.)'a verilen mucize, sihirbazların büyüleri­ni ortadan kaldırmış, açık bir şekilde hak bâtıla üstün gelmişti. Kendilerine son derece güvenen meşhur sihirbazlar, bütün ma­haretlerini kullanarak gerçekleştirdikleri sihrin bir anda yok olduğunu görünce şaşırmışlar, Hz. Musa (a.s.)'ın yaptığının, kendilerinin yaptığı gibi bir sihir değil; aksine İlâhî bir güç oldu­ğunu anlamışlardı. Bu müthiş mucize karşısında hemen secdeye kapanarak, âlemlerin Rabbi olan, Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.)'m rabbine iman ettiklerini söylediler. Bir kaç saniye önce­sine kadar Firavun'un kendilerine vereceği bahşişi düşünen bu insanlar, öfkeden köpürmüş bir vaziyette kendilerini Hz. Musa (a.s.)'ın talebeleri olmakla itham edip ölümle tehdit eden Fira­vun'un sözlerine hiç aldırmadılar, öldürülmekten korkmadıkla­rını; aksine iman etmiş olmakla Allah tarafından affedilme ümidi taşıdıklarını ve bu yüzden rahat olduklarını açıkladılar. Kur'ân-ı Kerim, müsabaka ve onların tavrını şöyle açıklamaktadır: "Musa, sihirbazlara, 'Ortaya koyacağınız ne varsa koyun.' dedi Onlar, sihir iplerini ve asalarını atıp, 'Firavun hakkı için mut­laka galip gelecek olanlar biziz.' dediler. Musa da, asasını bırakıverdi. Bir de ne görsünler, asa onla­rın uydurdukları şeyleri hep yutuyor! Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar. 'Alemlerin Rabbine, Musa'nın ve Harun'un Rabbine iman ettik.' dediler. Firavun, 'Ben size izin vermeden, ona iman mı ettiniz? Meğer o, size sihir öğreten büyüğünüzmüş! Yakında göreceksiniz, mutla­ka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!' dedi. İman eden sihirbazlar, 'Zaran yok, bizim için fark etmez nasıl olsa biz, Rabbimize döneceğiz! îman edenlerin ilki olduğu­muzdan, Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını kuvvetle ümit ederiz!' dediler"[47] Sihirbazların Hz. Musa (a.s.) karşısında mağlup düşmekle kalmayıp, onun gerçek peygamber olduğunu kabul ederek ona iman ettiklerini söylemeleri, Firavun'u öfkeden çıldıracak hale getirmişti. Rivayete göre, bilgileri sayesinde gerçeği gören bu si­hirbazların peşinden İsrailoğulları'nm pek çoğu da Hz. Musa (a.s.)'a iman etmişti. Firavun, sihirbazlarının kendisinden izinsiz Hz. Musa (a.s.)'a iman etmelerine akıl erdiremiyordu. Şüphesiz ki, bunun, kamu oyunda Hz. Musa (a.s.) lehine çok güçlü bir delil kabul edilmesinden de çok korkmuştu. Allah'a ve peygam­berine iman edilince, tahakküm ve zulüm yollarının kapanaca­ğını bildiği için, kamuoyunu yanıltarak, Hz. Musa (a.s.) lehine gelişen olumlu havayı ortadan kaldırmak istedi. Sihirbazları, kendisini ve kavmini ülkeden çıkarmak maksadıyla Hz. Musa (a.s.) ile işbirliği yapmak ve bu tuzağı birlikte hazırlamakla itham etti. Onların, İsrailoğulları'nm desteğiyle iktidarı ellerine alıp, Mısır'ın yerli halkı Kıbtiler'i ülkeden çıkarmak niyetinde oldukla­rını söyledi. Halbuki o, ülkesinin muhtelif şehirlerinden toplatmış olduğu bu sihirbazların uzun bir süre Medyen'de kalan Hz. Musa (a.s.) ile tanışmadıklarını çok iyi biliyordu. Maksadı, vatan elden gidiyor telâşına düşürerek halkı galeyana getirmekti. Geç­tiği gibi, sihirbazları öldürüp cesetlerini astıracağına yemin et­mişti. Ancak gerçeği görüp samimi bir şekilde iman etmiş olan sihirbazlar, bu tehditlere hiç aldırmadılar. Cenab-ı Hakk'a duâ ederek, kendilerine sabır vermesini ve müslümanlar olarak öl­meyi nasip etmesini istediler. Kur'ân-ı Kerim, hadiseyi bir başka yerde şöyle dile getirir; "Biz, Musa'ya, 'Asanı bırak!' diye vahyettik. Bir de ne gör­sünler, asa, onların büyü ile uydurdukları şeyleri yutuyor. Artık hak meydana çıktı ve onların bütün yaptıklarının gerçek olmadığı anlaşıldı. Artık orada yenilmişler ve küçük düşmüşlerdi. (Gördük­leri gerçek karşısında) sihirbazlar, secdeye kapandılar ve şöyle dediler: 'Alemlerin Rabbine Musa ve Harun'un Rabbine iman et­tik.' Firavun şöyle dedi: 'Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha! Şüphesiz bu,halkı ülkeden çıkarmak için şehirde kurmuş ol­duğunuz bir tuzaktır. Yakında başınıza gelecekleri göreceksiniz: Yemin olsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim! Sonra da, topunuzu astıracağım!' Sihirbazlar ise ona, 'Şüphesiz biz, Rabbimize döneceğiz. Se­nin bize kızman ve bizden intikam alman da, sırf Rabbimizin âyet­leri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır.' dediler (ve sözleri­ni şu duâ ile tamamladılar) Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür."[48] Firavun'un öfke ve tehdidi, gerçeği anlayınca hemen iman eden sihirbazları hiç etkilememişti. Çünkü onlar, artık gerçeği görmüşler ve samimi bir şekilde iman etmişlerdi. İnançları uğ­runda çarptırılacakları her türlü cezayı göze alabilirlerdi. Nite­kim, kendilerini yoktan var eden Allah'a karşı asla Firavun'u tercih edemeyeceklerini söylediler. Firavun'un vereceği cezanın sadece bu dünyada geçerli olacağını belirterek, o anda kendileri­ne düşenin Allah'a sığınarak, yapmış oldukları kötülükleri ve bilhassa Firavun'un zorlaması sonucu yaptıkları sihrin günahını affetmesini dilemek olduğunu ifade ettiler. Bu tür tehditler, Al­lah'a ve Ahiret gününe gerçekten inanan mü'minleri dinlerinden döndürmek şöyle dursun; aksine her defasında olduğu gibi i-manlarmı güçlendirmeye yaramıştı. Çünkü imanın kuvveti ve samimiyeti ancak bu tür zorluklar karşısında ortaya çıkıyordu. Sihirbazlar, iman ettikten sonra bambaşka bir dünyanın insanı olmuşlardı, artık sadece yaşamakta oldukları geçici dünya haya­tını değil, ebedî hayat olan âhireti de düşünüyorlardı. Kendilerini en korkunç bir şekilde öldüreceğini söyleyen Firavun ve adamlarina, âhirette kötülerin ve iyilerin karşılaşacakları durumları hatırlatarak, bundan sonra bütün davranışlarında, orada karşı­laşacakları durumu dikkate alacaklarını bildiriyorlardı. İmanla-rındaki samimiyetlerinde en küçük bir şüphe dahi bırakmayan ibret dolu cevaplan şöyle olmuştu: "Firavun, sihirbazlara, 'Ben izin vermeden Musa'ya inandı­nız ha! O, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Öyleyse, ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dal­larına asacağım! O zaman hangimizin azabı daha şiddetli ve da­ha sürekli imiş, bileceksiniz!' dedi. îman etmiş olan sihirbazlar dediler ki: 'Biz, seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap, sen ancak bu dünya hayatında (istediğini) yapabilirsin. Biz, Rabbimize inandık ki O, bizim günahlarımızı ve senin bizi yapma­ya zorladığın sihiri bağışlasın. Allah, daha hayırlı ve O'nun müka­fat ve cezası daha süreklidir.' Şüphesiz, kim Rabbine suçlu olarak gelirse, onun için Ce­hennem vardır; orada ne ölür, ne de yaşar. Kim de Rabbinin hu­zuruna sâlih ameller işlemiş bir mü'min olarak gelirse, işte onlar için yüksek dereceler vardır. İçinde ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada sürekli kalırlar. İşte kendisini günahlardan arındı­ranın mükafatı budur."[49] Hz. Musa (a.s.)'a iman eden bu sihirbazlar, bâzı rivayetlere göre, Firavun tarafından hemen o gün öldürülmüşlerdir. İbn Ke­sir, olayların akışından, onların aynı gün şehid edildiğinin anlar sildiğini belirtir.[50] Ancak Kur'ân-ı Kerim, bu konuda bilgi ver­memiştir. Buna bakarak, onların idam edilmemiş olabileceğini düşünenler de olmuştur.  [51]   K. İkinci Defa İsrailoğulları'nın Erkek Çocuklarını Öldürme Kararı-Zâlimlerin Akıbeti   Firavun, Hz. Musa (a.s.)'ın göstermiş olduğu mucizeleri gö­rünce, onların gerçek olduğunu anlamıştı. Ancak o ve adamları, sırf zalimlikleri ve kendilerini büyük görmeleri yüzünden, vic­danlarının doğruluğuna kesin kanaat getirdiği bu mucizeleri in­kâr ederek onların sihir olduğunu söylemeye devam ettiler. Ger­çeği kabul edip ona boyun eğmeyi hiç mi hiç düşünmediler. Yüce Allah, bu gerçeği şöyle açıklamıştır: "Bu şekilde âyetlerimiz/mucizelerimiz, hakikati gözlerine sokacak tarzda açık-seçik gelince, (Firavun ve avânesi), 'Bu apa­çık bir sihirdir!' dediler. Ve vicdanları bunların doğruluğuna kesin kanaat getirdiği halde, sırf zulüm ve kendilerini büyük görmeleri yüzünden, bu mucizeleri inkâr ettiler. Fakat bak, o bozguncuların âkibeti nasıl oldu!"[52] Gerçeği görüp anladıkları halde kibir ve zalimlikleri sebe­biyle iman etmeyen Firavun ve adamları, halkın Allah'ın dinine girmesini engellemekte de kesin kararlıydılar. Atalarının dinine sahip çıkmak ve başka bir dinin yayılmasını önlemek gerekçesiy­le, insanları Hz. Musa (a.s.)'a inanmaktan alıkoymaya çalıştılar. Bu konuda baskı ve şiddete başvurdular. Firavun'un zulmü, halkı gerçekten korkutmuştu. Bu korku yüzünden, kendi kavmi İsrailoğulları'ndan az bir grup hariç, insanlar Hz. Musa (a.s.)'a iman etmekten çekindiler: "Bu ilk peygamberlerin ardından da Musa ve Harun'u âyet­lerimizle Firavun ve erkanına gönderdik. Ama onlar büyüklük tasladılar ve suçlu bir millet oldular. Katımızdan onlara hak gelin­ce, 'Doğrusu bu apaçık bir büyüdür.' dediler. Musa 'Size gelen gerçeğe dil mi uzatıyorsunuz? Bu sihir mi­dir? Sihirbazlar zaten başarı kazanamazlar.3 dedi. Onlar, Mu­sa'ya, 'Sen, bizi, babalarımızı üzerinde bulduğumuz dinden çe­virmek için ve yeryüzünde üstünlük ikinizin olsun diye mi geldin? Her ne olursa olsun biz size inanmıyoruz.' dediler. Firavun 'Bütün bilgin sihirbazları bana getirin.' dedi Sihir­bazlar gelince Musa onlara, 'Atacağınızı atın!' dedi. Attıklarında, Musa, 'Yaptığınız sihirdir, fakat Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah bozguncuların işini elbette düzeltmez. Suçlular istemese de Allah sözleriyle hakkı gerçekleştirecektir.' dedi. Firavun ve devlet ricalinin kendilerine fenalık yapmasından korktukları için, Musa'ya kavminden az bir topluluk dışında iman eden olmamıştı. Çünkü Firavun o yerde çok üstün ve gerçekten aşırı gidenlerdendi. Musa kendine iman edenlere, 'Ey milletim! Siz, Allah'a ger­çekten iman etmiş ve teslim olmuşsanız O'na güvenin!' dedi. Onlar, 'Biz Allah'a güvendik. Ey Rabbimiz! Bizi, o zâlim kavmin fitnesine düşürme! Ve rahmetinle bizi o kafir kavimden kurtar!' dediler."[53] Firavun ve adamları, üzerinde bulundukları bâtıl inançla­rını savunmak için, bütün müşrikler gibi, ata dinine sahip çık­ma edebiyatına başvuruyorlar, bu yolla vicdanları baskı altında tutmaya çalışıyorlardı. Atalarından, Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.)'m söylediklerine benzer bir şey duymadıklarını iddia ederek iki peygamberi bozgunculuk ve bölücülükle suçluyorlardı. Onlar İnatlarında dİrenseler de, Hz. Musa (a.s.), kimin hidâyet üzere olduğunu Allah'ın daha iyi bildiğini, zâlimlerin ise asla felaha eremeyeceğini söylüyor; uydurma sihirdir diyerek Allah'ın, ayet ve delillerini yalanlayanların, ancak zâlimler olduğunu belirti­yordu: "Musa onlara, apaçık mucizelerimizi getirince, 'Bu, uydu­rulmuş bir sihirden başka bir şey değildir. Biz, atalarımızdan hiç böyle bir şey işitmedik.' dediler. Musa, 'Rabbim, kendi katından, kimin hidâyet rehberi getirdiğini ve hayırlı akıbetin kime nasip olacağım en iyi bilendir. Muhakkak ki, zâlimler kurtuluşa eremez­ler. ' dedi."[54] Firavun'un engellemesine rağmen, Hz. Musa (a.s.)'a iman edenlerin sayısı, az da olsa, günden güne artıyordu. Bu durum karşısında ileri gelenler, bu gelişmeyi, büyük bir tehlike sayarak, Firavun'u, Hz. Musa (a.s.) ve ona iman edenleri serbest bı­rakmakla suçlamaya başladılar. Bunun üzerine Firavun, Hz. Musa (a.s.) ve ashabına yapılan baskının arttırılacağını ve İsrail-oğulları'nın doğacak erkek çocuklarının da doğumdan hemen sonra öldürüleceğini açıkladı. Kur'ân-ı Kerim, bu korkunç karar hakkında şu bilgiyi vermektedir: "Kavminin ileri gelenleri, Firavun'a şöyle dediler; 'Musa ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve ilâhlarını terk etsinler diye mi serbest bırakıyorsun?' Firavun, şöyle cevap verdi: Onların oğullarını Öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette, onların üzerinde kahredici bir güce sahibiz."[55] Mısır'ın idarî ve askerî erkânı, mevcut statünün devamını sağlamak hususunda Firavun'dan da kralcı kesilmişlerdi. Âyette işaret edildiği gibi, Hz. Musa (a.s.) ve mü'minleri takipte onu ılımlı buluyorlar, ona bu tavrı bırakıp şiddet politikasına baş­vurmayı teklif ediyorlardı. Onu atalarının dinine ve ilahlarına daha ciddî bir şekilde sahip çıkmaya çağırıyorlardı. Ne Fira­vun'un ne de onların, hiç bir işlerine karışmayan sahte ilâhla­rından herhangi bir şikayetleri vardı. Buna karşılık, o ilâhları terkederek hayatlarına yön verecek bir Allah ve peygamberlerine inanmayı ve işlerini onlara teslim etmeyi istemiyorlardı. Firavun, verdiği karar doğrultusunda, Musa kavminin er­kek çocuklarını öldürtmeye başladı. Hz. Musa (a.s.)'m doğu­mundan önce İsrailoğulları'nın Firavun'un tahtını tehdit edebile­cekleri korkusuyla uygulanan bu zulüm, bu defa, insanları onun dinine girmekten alıkoymak veya girenleri dininden döndürmek için tatbik ediliyordu. Firavun'un bu zulmü, ilk günlerde, sâdece mü'minlerin imanlarını kuvvetlendirmeye ve Firavun'a olan düşmanlıklarını arttırmaya yaramıştı. Hz. Musa (a.s.) da bu zulüm karşısında, ashabını sabretmeye çağırıyor, gösterecekleri sabrın sonunda mutlak bir zafer kazanacaklarını vâdediyordu. Allah dilemeyince hiç kimsenin bir şey yapamayacağını, kuvvet ve kudretin sadece O'nun elinde olduğunu ve yeryüzünde üstün­lüğü dilediğine vereceğini açıklıyordu. Ancak İsrailoğulları, bir süre sonra bu baskıdan usandılar ve şikâyetlere başladılar. Ön­ceden de çeşitli sıkıntılara uğratıldıklarını söyleyerek, içinde bu­lundukları durumdan dert yanıyorlardı. Hz. Musa (a.s.), Allah Teâlâ'nın düşmanlarını helak edip kendilerini hakim kılacağını müjdeleyerek, onların ümitsizliklerini gidermeye çalışıyordu: "Musa. kavmine, 'Allah'dan yardım isteyin, sıkıntılara kat­lanın, şüphesiz ki, yeryüzü Allah'ındır. Kullarından kimi dilerse, yeryüzüne onu mirasçı yapar.' dedi. İsrailoğulları şöyle dediler: 'Sen bize peygamber olarak gel­mezden önce de, geldikten sonra da biz işkenceye uğratıldık.' Musa, şöyle cevap verdi: Umulur ki, Rabbiniz, düşmanları­nızı helak edecek, yeryüzüne sizi vâris kılacak ve nasıl hareket ettiğinize bakacaktır."[56] Firavun'un Hz. Musa (a.s.) ve ashabına yaptığı bu zulüme, Mü'min sûresinde de işaret edilmiştir: "Andolsun ki, Musa'yı ayetlerimizle ve açık bir delil ile, Fira-vun'a, Hâmân'a ve Karun'a gönderdik. Onlar dediler ki: 'Bu bir sihirbaz, bir yalancıdır.' Bunun üzerine, kendilerine tarafımızdan gerçeği getirince de, 'Onunla beraber iman etmiş olanların oğullarını öldürün, ka­dınlarını sağ bırakın!' dediler. Kâfirlerin düzeni, hep boşa çıkma­ya mahkumdur."[57] Firavun'un bu zulmü karşısında Yüce Allah, Hz. Musa (a.s.) ve kardeşi Hz. Harun (a.s.)'a Mısır'da İsrailoğulları için ken­dilerine mahsus bir mahalle kurmalarını, orada ibadet edecekle­ri evler edinmelerini ve mü'minlere namazlarını bu evlerde kıl­malarını söylemelerini emretti. Ayrıca inananların er geç kurtu­lacaklarını müjdeledi: "Biz de, Musa ile kardeşine şöyle vahyettik: 'Kavminiz için Mısır'da bir takım evler hazırlayın, bu evleri de kıbleye yönelenznamazgahlar yapın,   namazı   dosdoğru   kılın.' Aynca  Musa'ya, 'Mü'minleri müjdele1.' dedik."[58] Firavun ve devlet ricali, gerçeği gördükleri halde, gurur ve kibirlerini terk edip bir peygambere iman etmeyi hiç mi hiç dü­şünmüyorlardı. Çünkü bu sonuç, onları sıradan insanların mer­tebesine, hatta önceden köle ve hizmetçi olarak kullandıkları İsrailoğulları'nin seviyesine indirecek ve onlarla eşit yapacaktı. Halbuki onlar, insanlar üzerinde kurmuş oldukları hâkimiyet ve saltanatı asla terketmek istemiyorlardı. Bu üstünlüklerini devam ettirebilmek için bütün güçlerini kullanmaya ve her yola baş­vurmaya hazırdılar. Mevcut şartlar da bütünüyle kendilerinin lehine görünüyordu. Ancak, hiç akıllarına getirmeseler de kibir ve gurur sahibi bütün münkir zâlimlerin sonu gibi, onların sonu da hüsran olacaktı. Zâlimlerin akıbeti hakkındaki bu değişmez gerçek, Kur'ân-ı Kerim'de, Firavun ve yakınlarıyla İlgili olarak da dile getirilmiş ve şöyle buyurulmuştur: "Sonra bir takım âyetlerimiz ve açık bir ferman ile Musa'yı ve kardeşi Harun'u, Firavun ve halkının ileri gelenlerine gönder­dik. Fakat onlar, kibirlerine yediremediler ve zaten onlar büyük­lük taslayan bir topluluk idiler. Onlar, 'Musa ve Harun'un kavimleri bize kölelik edip durur­ken, şimdi biz, kalkıp bizim gibi iki insana iman eder miyiz?!' de­diler. Musa ve Harun'u yalanladılar da bu yüzden helak edilen­lerden oldular."[59] "Musa, Firavun'a en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat Fira­vun, onu yalanladı ve âsi oldu. Sonra yüz çevirip fesat çıkarmaya girişti. İnsanları topladı ve haykırarak şöyle dedi: 'Ben, sizin en yüce Rabbinizim!' Bunun üzerine Allah, onu, Ahiret ve dünya a-zabına uğrattı. Bunda Allah'tan korkan için büyük bir ibret var­dır.[60] Cenab-ı Hak, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'e hitaben, yer­yüzünde büyüklük taslayan ve Allah'a döndürülmeyeceklerini  zanneden Firavun gibi zâlimlerin sonu hakkında şöyle buyur­maktadır: "Firavun ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tas­ladılar. Bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de, Firavun'u ve askerlerini yakalayıp denize attık. Ey Muhammedi Zâlimlerin akı­beti nasıl oldu bir bak! Biz, onlan dünyada insanları Cehennem ateşine çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü de yardımsız bira-kılacaklardır. Bu dünya hayatında onları lanete uğrattık. Kıyamet günü de onlar, hor ve hakir görülen kimselerden olacaklardır."[61] Firavun ve Mısır eşrafı, büyük servetlere sahip İdiler. Onlar arasında Firavun'a yakınlığıyla bilinen Karun'un hazinelerinin sâdece anahtarlarını, ancak güçlü kuvvetli bir topluluk taşıyabi­liyordu. Kur'ân-ı Kerim'de onun azgınlığı, kibri ve serveti hak­kında şöyle denilmektedir: "Şüphesiz ki, Karun, Musa'nın kavmindendi. Fakat, onlara karşı kibirlenip azdı. Bİz ona, öyle hazineler vermiştik ki, onların anahtarlarını, güçlü-kuvvetli bir topluluk zorlukla taşıyabiliyordu. Bir vakit, kavmi ona şöyle demişti: Şımarma, şüphesiz ki Allah, şımaranlan sevmez. Allah'ın sana verdiği nimetlerle Ahiret yur­dunu da gözet! Dünyadan nasibini de unutma! Allah'ın sana ih­san ettiği gibi sen de başkalarına iyilik et! Yeryüzünde bozguncu­luk isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez."[62] Malı ve mülküyle şıınarıp böbürlenenlerin başında, hiç şüphesiz, tanrılık taslayan Firavun geliyordu. Üstünlüğün dün­ya malında ve dünyevî iktidarda olduğunu sanan bu zâlim, ser­vetiyle övünür, maddî sıkıntılarla karşı-karşıya kalan Hz. Musa (a.s.) ve kavminin durumuyla alay ederdi: "Firavun, kavminin içinde bağırıp şöyle dedi: 'Ey kavmim! Mısır krallığı ve sarayımın altından akan şu nehirler benim değil mi? Artık gözünüzü açsanıza! Yoksa, ben hem zavallı hem de ne­redeyse meramını anlatmaktan aciz olan şu adamdan daha ha­yırlı değil miyim? Eğer o, dediği gibi ise, üzerine altın bilezikler atılsa veya beraberinde melekler gelip onu destekleseler ya!' Firavun, kavmini tahkir etti. buna rağmen onlar, ona itaat ettiler. Doğrusu onlar, yoldan çıkmış fâsık bir kavim idi.[63] Firavun ve devlet erkanının bu zenginliğine karşılık, halkın büyük bir ekseriyeti geçim sıkıntısı içindeydi. Ancak onlar, dün­yalıklarına bakıp, Firavun'u Hz. Musa (a.s.)'dan daha üstün ve buna bağlı olarak haklı zannediyorlar veya korkularından öyle görünüyorlardı. Ayette işaret edildiği gibi, kendilerini aşağılama­sına rağmen bu fâsıka itaate devam ediyorlardı. [64]   L. Firavun Ve Kavminin Çeşitli Sıkıntılara Uğratılması   Hz. Musa (a.s.)'m getirmiş olduğu açık mucizeler ve verdiği güzel öğütler, Firavun ve yakınlarının akıllarını başlarına getirmeye yetmemişti. Aksine onlar, küfür ve inatlarını devam ettiri­yorlar, kendileri inanmaya yanaşmadıkları gibi, halkın inanma­sını engelliyorlar ve inananları dinlerinden döndürmek için her yola başvuruyorlar, şiddetlerini gittikçe artırıyorlardı. Bu durum karşısında, onların sahip oldukları zenginlik ve kuvvete güvene­rek böyle davrandıklarını bilen Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.), Allah'a yalvararak, onları mallarını ellerinden almakla im­tihan etmesini istediler. Umulur ki, sahip oldukları mallar yü­zünden şımaran bu azgınlar, servetlerini kaybedince akıllarını başlarına toplarlar, içine düşecekleri maddî sıkıntılar, onların kalbî duygularını harekete geçirir de, onları mü'minlere işkence yapmaktan alıkoyar; hatta müslüman olmalarına zemin hazır­lardı. Yüce Allah, kabul ettiğini bildirdiği bu duayı, Hz. Musa (a.s.)'m dilinden şöyle hikaye etmektedir: "Musa, şöyle duâ etti: 'Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, Firavun ve kavminin ileri gelenlerine dünya hayatında ziynetler ve nice nice mallar verdin. Rabbimiz! Neticede bu dünyalıklar, onları yo­lundan saptırsın diye mi? Rabbimiz! Onların mallarını yoket! Kalplerini sıktıkça sık, çünkü onlar, can yakıcı azabı görmedikçe iman etmeyecekler.' Allah, 'İkinizin duası da kabul edildi. Doğru yolda yürümeye devam edin. Kendilerini bilmeyenlerin yoluna uymayın.' dedi. "[65] Cenab-ı Hak, Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Harun (a.s.)'m, Fira­vun ve kavminin kıtlıkla imtihan edilmesi hususundaki duaları­nı kabul etmişti. Dolayısıyla akıllarını başlarına almaları, küfür ve zulümden vazgeçip iman etmeleri için, ilâhî bir uyarı olan fiilî âyetler gönderdi. Mısır'da şiddetli bir kuraklık ve bunun sonun­da kıtlık başladı. Ancak onlar, bu sıkıntıların, mü'minlere yap­makta oldukları kötülükler ve işledikleri günahlar sebebiyle gel­diğini bir süre farkedemediler. Daha sonra ise, ansızın başlayan şiddetli yağmurlar sebebiyle yükselen sular, ovalan ve yerleşim yerlerini kapladı. Malları ve hayvanları telef etti. Bu ikinci felâket sebebiyle, sanki akıllarını başlarına toplamışlardı. Hz Musa (a.s.)'a gelerek, ondan yağmurları durdurması için rabbine duâ etmesini istediler. Duâsıyla yağmurlar kesildiği takdirde kendisine iman edeceklerine ve İsrailoğullarıyla birlikte Mısır'dan ay­rılmasına izin vereceklerine söz verdiler.  Hz.  Musa (a.s.) Yüce Allah'a yalvarmca,  duası kabul  edildi ve yağmurlar bir anda durdu, sular çekildi, toprak zirâat edilebilir hâle döndü. Hatta o yıl, toprak çok bol ürün verdi. Ancak onlar verdikleri sözü tut­madılar ve Hz. Musa (a.s.) ile mü'minlere kötülük yapmaya de­vam ettiler. Cenab-ı Hak, bu defa onları çekirge ile imtihan etti. Ortaya çıkan çekirge sürüleri,  bütün mahsulü yiyip bitirmiş, yenilmedik   ekin   bırakmamıştı.   Sözlerini   tutmayan   Mısırlılar, tekrar Hz. Musa (a.s.)'a geldiler ve yine söz vererek rabbine duâ etmesini istediler. Hz. Musa (a.s.), onları bu defa da geri çevir­memiş ve duası sonucu çekirgeler kaybolmuştu. Bu sayede tek­rar bol ürün elde eden Mısırlılar, ahidlerini yine bozmuşlar, yeni bir cezayı haketmişlerdi. Onlar üçüncü olarak haşerât ile cezaya çarptırıldılar.  Ekinleri yiyen böcekler veya insanlara musallat olup onları rahatsız eden ve uykudan alıkoyan bitler olarak an­latılan bu haşerât, onların dünyasını karartmıştı. Tâkatları tü­kenince, tekrar Hz. Musa (a.s.)'a gittiler, kendilerine acımasını isteyerek yine duasına başvurdular. Onun duasının bereketiyle bu kere de belâdan kurtulmuşlardı. Ne var ki onlar, yine ahdi bozmakta gecikmemişlerdi. Allah Teâlâ, bu hâin topluma, bu defa kurbağaları musallat kıldı.  Her yer kurbağalarla dolup-taşmiştı. Evlerini, elbiselerini ve yemek kaplarını kurbağalardan temizle -yeriliyorlardı.  Bir kimse,  elbisesini veya yemek kabını açacak olsa, içinde muhakkak bir çok kurbağa buluyordu. Ağız­larını açanlar, bir anda kurbağaların ağızlarına sıçradığını görü­yorlardı. Çaresizlik, onları tekrar Hz. Musa (a.s.)'a götürmüştü. Onun duasının bereketi, Firavun ve kavmini, ancak az bir süre rahat ettirdi. Çünkü onlar, yine ihanet etmişlerdi. Bu defa, onlar kan ile sıkıntıya uğratıldılar;  suları bütünüyle kana bulandı. Nehir veya kuyulardan aldıkları sular, anında kana dönüşüyor­du. Firavun ve kavmi, bütün bu ilâhî cezalara rağmen, bir türlü uslanmıyor ve bu olaylardan alınması gereken ibreti almıyordu. Hatta onlar, bu sıkıntıların   Hz. Musa (a.s.) ve ashabı yüzünden yaşandığını iddia ediyorlardı. Kur'ân-ı Kerim, bu cezalar ve onla­rın tutumlarını şöyle anlatmaktadır: "Şüphesiz biz, düşünüp ibret alsınlar diye, Firavun kavmini senelerce kıtlık ve ürün-meyve azhğıyla cezalandırdık. Fakat ken­dilerine iyilik ve bolluk geldiği zaman, 'İşte bu bizim hakkımızdır, bize aittir.' dediler. Başlarına bir kötülük geldiği takdirde ise, bu­nu, Musa ve beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı. İyi bilin ki, onların uğursuzluk saydıkları şey, Allah katındandır. Fakat çoğu bunu bilmez. Firavun kavmi, Musa'ya, 'Bizi büyülemek için ne kadar mu­cize getirirsen getir, sana inanacak değiliz.' dediler. Bunun üzeri­ne onlara açık mucizeler olarak tufan, çekirge, haşerât, kurbağa ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve suçlu bir kavim oldular. Üzerlerine azap inince, şöyle dediler: 'Ey Musa! Sana verdiği ahde binâen bizim için Rabbine duâ et. Eğer bu azabı biz­den kaldırırsan, yemin olsun ki, sana iman eder ve İsrailo-ğulları'nı seninle beraber göndeririz.' Ne zaman ki, varacakları bir süreye kadar üzerlerinden a-zabı kaldırdık, hemen yeminlerini bozmaya giriştiler. Bunun üze­rine onlan cezalandırdık. Ayetlerimizi yalanladıkları ve onlardan gafil oldukları için denizde boğduk.![66] Anlaşıldığı gibi Firavun ve kavmi, sıkıntıların kalkması du­rumunda iman edeceklerine söz vererek Hz. Musa (a.s.)'dan bu­nun için duâ istiyorlar, ancak sıkıntılar kalkınca sözlerinden dönüyorlardı. Peş peşe yaşadıkları büyük sıkıntılar ve bu sıkıntı­ları ortadan kaldıran mucize ve delillere rağmen, gafletten u-yanmamışlardı. Aksine onlar, mucizelerle alay ediyorlar ve onları Hz. Musa {a.s.)'in sihri olarak niteleyip bozgunculuklarını arttı­rarak devam ettiriyorlardı: "Andolsun ki, Musa'yı, mucizelerimizle, Firavun ve kavmine gönderdik. Musa, 'Haberiniz olsun, ben bütün âlemlerin Rabbinin peygamberiyim.' dedi. Onlara böyle mucizelerimizle vardığında, onlar hemen bu mucizelere gülüverdüer. Onlara gösterdiğimiz her mucize, diğerin­den daha büyüktü. Belki vazgeçerler diye tuttuk onlan azaba çek­tik. Bu halde iken bile, diyorlardı ki, 'Ey sihirbaz! Sende olan ahdi hürmetine bizim için duâ et, çünkü artık biz yola geleceğiz' Bunun üzerine, kendilerinden azabı kaldırdığımız zaman hemen cayıverdiler.[67] Firavun, peşpeşe gönderilen bu dokuz büyük fiilî mucizeye rağmen, hâlâ Hz. Musa (a.s.)'ı sihirbaz olarak nitelemeye devam ediyordu. Nitekim Yüce Allah, Peygamberimiz (s.a.v.)'e hitaben şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki biz, Musa'ya apaçık dokuz mucize vermiştik. Ey Peygamber! İsrailoğulları'na sor, Musa kendilerine geldiğinde Firavun, 'Ey Musa! Öyle sanıyorum ki, sen büyülenmiş birisin.' demişti. Musa da, 'Ey Firavun! Biliyorsun ki, bu mucizeleri göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'tan başkası indirmemiştir. Onlar, benim doğruluğumu açıkça ortaya koymaktadır. Ben de sanıyorum ki, ey Firavun, sen helak olacaksın.' dedi.[68] Hz. Musa (a.s.)'a bu âyette işaret edilen dokuz mucizeden başka mucizeler de verilmiştir. Yeri geldikçe bunlara da işaret edeceğiz. Bu âyetteki dokuz mucize, Firavun ve kavminin müşa­hede ettiği mucizelerdir. Ne var ki, onlar, bunların sihir oldu­ğunda diretmişler, asla imana yanaşmamışlardır. [69]   M. Fîravun'un, Hz. Musa'yı Öldürme Kararı-Ona Karşı İman Ettiğini Açıklayan Ve Hz. Musa'yı Savunan Mü'min   Firavun, Hz. Musa (a.s.)'ı davetten vazgeçirmek ve insanları ondan uzaklaştırmak maksadıyla aldığı ve giderek sertleştirdiği tedbirlerin işe yaramadığını gördükçe çileden çıkıyordu. Hz. Mu­sa (a.s.)'ı sihirbaz olarak nitelemesi, ona İman edenleri ölümle tehdit etmesi ve İsrailoğulları'nm yeni doğan erkek çocuklarım öldürme kararı alması, ne onu davetten vazgeçirmiş, ne de ona katılımı durdurmuştu. Bu durum karşısında Firavun, meseleyi temelden halletmek için Hz. Musa (a.s.)'ı öldürmeye karar verdi. Bunun için de bir gerekçe uydurmuştu: Halkının dinini değiş­tirmesinden ve yeryüzünde fesat çıkarmasından korkması! "Firavun dedi ki: 'Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim. Varsın o Rabbine yalvarsın! Çünkü ben, onun, dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum."[70] Firavun, Hz. Musa (a.s.)'m kavminin dinini değiştirmesin­den korktuğunu söylerken uykularını kaçıran gerçeği dile getiri­yordu. Çünkü Hz. Musa (a.s.), onun ve kavminin bâtıl dini put­perestliği ortadan kaldırmakla görevlendirilmişti. Ancak, yeryü­zünde fesat çıkarmak, Hz. Musa (a.s.)'ın değil, ona bu ithamda bulunan Firavun'un işiydi. Çünkü Hz. Musa (a.s.}, yeryüzüne ıslah için gönderilmişti ve görevi bunu gerçekleştirmekti. Firavun gibi bozguncular ise, nefislerinin emrinde sadece kendi durum­larını düzeltmeye çalışıyor, halkı sömürmelerini engelleyecek hidayet rehberlerine iftira atarak onları fesat çıkarmakla suçla­ma yoluna gidiyorlardı. Firavun tuzağını kura dursun, Allah Teâlâ'nm onun hilesi­ni başına yıkarak Hz. Musa (a.s.)'ı onun tuzağından kurtaracağı muhakkaktı. Çünkü Hz. Musa (a.s.), onun gibi raüstekbirlerin zulmünden Allah'a sığmıyor ve onları Allah'a havale ediyordu: "Musa da Firavun'a ve kavmine şöyle dedi: Ben, hesap gü­nüne inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım."67 Hz. Musa (a.s.)'ı Öldürmeye karar veren Firavun, yakın a-damlarıyla onu nasıl öldüreceğini konuşacaktı. Ancak, konuyu açtığında hiç beklemediği bir itirazla karşılaştı. Kendi ailesinden ve onun önemli devlet adamlarından olan bir şahıs Hz. Musa (a.s.)'a iman etmiş, bu durumu o ana kadar gizlemişti. Fira­vun'un bu teklifi, önceleri iman ettiğini gizleyerek bâzı tedbirlerle bir süre Firavun'u oyalamaya çalışan bu adamı harekete geçirdi. Büyük bir cesaretle Firavun'un yüzüne, Hz. Musa (a.s.)'a iman ettiğini açıkça söyledi. Ona karşı Hz. Musa (a.s.)'ı savundu, o-nun öldürülmesine karşı çıkarak bildiği gerçekleri korkmaksızm dile getirdi. Hz. Musa (a.s.)'m ölüm cezasını gerektirecek bir suç işlemediğine dikkat çekerek, "Rabbim Allah'dır" diyen ve doğru­luğunu İspat için açık mucizeler getiren bir kimsenin öldürül-memesi gerektiğini söyledi. Hz. Musa (a.s.)'m söylediği şeylerde yalancı olduğu farzedüse bile, bu yalanın sadece kendisine zarar vereceğini, şayet doğru söylüyorsa, haber verdiği azabın başları­na gelebileceğini hatırlattı. Sahip oldukları güç ve kuvvetin Al­lah'ın azabını kendilerinden uzaklaştıramayacağını ifade etti. Geçmiş kavimlerin işledikleri kötülükler yüzünden Allah'ın ga­zabına uğradıklarını hatırlatarak, kendilerinin başına da böyle bir azabın gelebileceğini söyledi ve bilhassa Ahiret gününün a-zâbmdan sakınmalarını istedi. Ayrıca Hz. Musa (a.s.)'m getirdiği mesajın yeni olmadığını, Önceden Hz. Yusuf (a.s.)'m da atalarına aynı mesajı getirmiş ol­duğunu vurguladı. Ancak Firavun, inadında direniyordu. Onun kesin tavrı üzerine bu cesur mü'min, ölümü de göze alarak, onu ve avenesini sapıklıktan uzaklaşmaya ve yalancı dünyaya al-danmamaya çağırdı. Ebedî olan ahiret yurdu için çalışıp hazırlık yapmalarını Öğütledi. Orada iyilik ve kötülük yapanların, yaptık­larının karşılığını aynen bulacaklarını, mü'minler kurtulurken kafirlerin azaba duçar olacaklarını söyledi. Daha sonra, kendisi­nin onları kurtuluşa çağırdığını, onların ise kendisini ateşe davet ettiklerini hatırlattı. Tapmakta oldukları sahte ilâhların ne dün-, yada ne de ahirette bir fayda verebileceklerini söyleyip, dönüşün Allah'a olduğunu açıkladı. Bu cesur ve bahtiyar kişi, zâlim Firavun'un karşısında gös­terdiği üstün cesaret ve fedakarlığının dünyadaki mükafatını, kavminin uğradığı kötü azaptan kurtularak almıştı. Şüphesiz asıl mükafatını, ebedî âlemde alacaktı. Cenab-ı Hak, onun du­rumu hakkında şu bilgiyi vermiştir: "Firavun ailesinden, imanını gizleyen mü'min bir adam, kavmine hitaben şöyle dedi: 'Bir adamı, Rabbim Allah'dır, dediği için öldürecek misiniz? Halbuki o size, Rabbinizden apaçık deliller getirmiştir. Eğer yalancı ise, yalanının vebali sadece kendisinedir. Eğer doğru söylüyorsa, size vadettiği azabın bir kısmı mutlaka başınıza gelir. Şüphesiz ki Allah, haddi aşan yalancıyı, hiç bir zaman hidâyete eriştirmez. Ey kavmim! Yeryüzünde galip olarak bugün hâkimiyet si­zindir. Eğer bize Allah'ın azabı gelip çatarsa, bizi O'nun azabın­dan kim kurtarabilir?' Firavun şöyle dedi: 'Ben, size sadece kendi görüşümü söylüyorum. Ben, sizi ancak doğru yola sevkediyorum.' Firavun ailesinden imanını gizleyen o mü'min adam şöyle dedi: 'Ey kavmim! Doğrusu, peygamberlerine karşı gelen topluluk­ların uğradıkları azap günleri gibi bir günün başınıza gelmesinden korkuyorum. Nuh, Âd, Semüd ve onlardan sonra gelen kavimlerin azabı gibi. Yoksa Allah, kullarına zulmetmeyi asla istemez. Ey kavmim! Sizin için, insanların birbirlerine bağnşıp-çağnşacaklan o Kıyamet gününden korkuyorum. O gün, arkanızı dönüp Allah'ın azabından kaçmak isteyeceksiniz. Fakat hiç kimse, sizi Allah'ın azabından koruyamayacaktır, Allah, kimi doğru yoldan saptırır-sa, artık onu hidâyete erdirecek hiç bir kimse yoktur. Andolsun ki, daha önce Yusuf da, size apaçık delillerle gelmişti. Onun getirdik­lerinden de devamlı şüphe etmiştiniz. Yusuf ölünce de, 'Allah, bundan sonra hiç bir peygamber göndermeyecek.' demiştiniz. İşte Allah, haddi aşan şüphecileri böyle saptırır. O şüpheciler, kendilerine verilmiş bir delil bulunmadan Al­lah'ın ayetleri üzerinde münakaşa ederler. Onların bu hareketleri, Allah'ın nezdinde de, mü'minlerin yanında da, büyük bir gazap vesilesidir. Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.[71] Hz. Musa (a.s.)'a iman ettiğini açığa vurup onun uğrunda Firavun'a başkaldırmaktan çekinmeyen bu cesur mü'min, ko­nuşmasını devam ettirdi. Firavun ve maiyetine, kendisine uy­dukları takdirde, onlara doğru yolu göstereceğini söyleyerek, dünya hayatının geçici olduğunu ve buna aldananların kaybede­ceğini, asıl ebedî yurdun ahiret olduğunu hatırlattı. Dünyada peygamberlere inanarak iyilik yapanların âhirette cennetle mü-kafatlandırılacaklarmı, kötülük yapanların ise bu kötülüklerin karşılığını göreceklerini söyledi. Onlarla kendisi arasındaki du­ruma hayret ettiğini belirtip, 'Ben sizi kurtuluşa çağırırken, siz beni ateşe, cehenneme çağırıyorsunuz.' diyerek, üzerinde bulun­dukları şirk inancının yanlış olduğunu, Allah'a ortaklar koşma­nın bu dünyada veya âhirette hiç bir faydasının olmayacağını ifade etti. Sonunda Allah'a dönüleceğini, haddi aşanların cehen-nem'e gideceğini ve orada bu söylediklerini hatırlayacaklarını söyledi. Allah'ın bütün bunları bildiğini vurguladı. Kur'ân-ı Ke­rim, onun bu nasihatini aktardıktan sonra, Allah'ın onu Fira­vun'un elinden kurtardığını, Firavun ve kavmini ise helak ettiği­ni ve âhirette de onları şiddetli azaba çarptıracağını bildirmekte­dir: "Firauun'Un ailesinden imanını gizleyen o mü'min, sözlerini şöyle devam ettirdi: 'Ey kavmim! Bana uyun, size doğru yolu gös­tereyim. Ey kavmim! Muhakkak bu dünya hayatı gelip geçici bir geçimlikten ibarettir. Âhiret ise, şüphesiz karar kılınacak ebedî bir mekandır. Kim bir kötülük yaparsa, ancak yaptığı kötülük kadar ceza görür. Kim de, erkek olsun, kadın olsun mü'min olarak bir sâlih amel işlerse, işte onlar, cennete girerler ve orada hesapsız nimetlerle rızıklandınlırlar. Ey kavmim! Nedir, bu başıma gelen? Ben, sizi kurtuluşa da­vet ediyorum, siz ise, beni ateşe çağırıyorsunuz. Siz, beni Allah'ı inkâr etmeye ve mahiyetini bilmediğim bir şeyi O'na ortak koşma­ya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi, her şeye galip ve çok affedici olan Allah'a davet ediyorum. Şüphesiz ki, sizin beni davet ettiği­niz şey, ne bu dünyada ne de âhirette çağrılmaya lâyık bir şeydir. Bizim dönüp-varacağımız yer, Allah'ın huzurudur. Haddi aşanlar, işte onlar, cehennemliklerin ta kendileridir. İleride size söylediklerimi hatırlayacaksınız. Ben, işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah, kullarım çok iyi görendir.' Allah, o mü'min adamı Firavun ve adamlarının kötülükle­rinden korudu. Firavun'un taraftarlarını ise kötü bir azap kuşatı-verdi. O azap, onların sabah akşam mâruz kalacakları ateştir. Kıyamet kopunca, 'Firavun'un taraftarlarını azapların en şiddetli­sine sokun!' denilecektir. "[72]   N. Mısır'dan Çıkış-Firavun Ve Ordusunun Denizde Boğulması   Hz. Musa (a.s.) davetini yürütmek için, Firavun ve kavmi­nin kötülüklerine karşı sabır zırhına bürünerek bütün güç ve gayretini kullanmış ve bir süre sonra kendisine samimiyetle ina­nan bir mü'minler cemaati oluşturmuştu. Ona inananlar, inanç­larını korumak hususunda, kendilerine yapılan kötülüklere sa­bırla göğüs germişler, imanlarmdaki samimiyetlerini ispat ede­rek, Allah tarafından kurtarılmayı haketmişlerdi. Diğer tarafta ise gördüğü bütün açık delillere ve iman eden malum şahsın ikazlarına rağmen Firavun ve yakınları düşman­lıklarından vazgeçmiyorlardı. Firavun, Hz. Musa (a.s.)'ı öldürmek ve taraftarlarını şiddetle cezalandırmakta kesin kararlıydı. Bu yüzden başına nelerin gelebileceğini hiç mi hiç düşünmüyor, Hz. Musa (a.s.)'ı öldürmek için çeşitli plânlar hazırlıyordu. İnananla­ra yapılan zulmün had safhaya ulaştığı bu günlerde Allah Teâlâ, Firavun ve adamlarının zulmünden ve onların ölüm tuzakların­dan kendisine sığman Hz. Musa(a.s.)'a mü'minlerle birlikte bir gece gizlice Mısır'dan ayrılmasını emretti. Peşlerine düşecek olan Firavun ve askerlerinin denizde boğulacaklarını haber verdi. Asâsıyla vurarak denizde açacağı yolu kendi halinde bırakmasını emretti ve arkalarından gelen Firavun ve ordusunun orada bo­ğulacağını bildirdi: "Andolsun ki, onlardan önce Firavun kavmini de imtihan etmiştik. Onlara, çok şerefli olafı Musa peygamber gelmiş ve şöyle demişti: 'Allah'ın kullarını bana teslim, edin; çünkü ben size gön­derilmiş emin bir peygamberim. Allah'a karşı büyüklük taslama­yın. Ben size apaçık bir mucizeyle geldim. Ve haberiniz olsun ki, beni taşlayarak öldürmenizden, benim de, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınmışımdır. Eğer bana iman etmiyorsanız, bari benden uzaklasın.' Sonra Musa, Rabbine, 'Bunlar gerçekten günaha bat­mış suçlu bir kavimdir!' diyerek duâ etti. Rabbi de ona şöyle dedi: Hemen geceleyin kullarımı yola çıkar. Siz mutlaka Firavun ve askerleri tarafından takip edileceksiniz. Asanı vurarak (yol) açtığın denizi o sakin halinde bırak. Çünkü onlar, orada boğulmaya mahkum bir ordudur."[73] Hz. Musa (a.s.)'a verilen emir, Kuran-ı Kerİm'de bir başka yerde şöyle geçmektedir: "Gerçekten biz, Musa'ya, 'Sana iman eden kullarımızı gece­leyin al götür. Asam denize vurarak onlar için kuru bir yol aç. Düşmanlarının yetişmesinden korkma, boğulacaklarından da en­dişelenme!' diye vahyettik."[74] Hz. Musa (a.s.), aldığı ilâhî emre uyarak, bir gece kavmiyle birlikte gizlice Mısır'dan ayrılarak Filistin'e doğru yola çıktı. Ne var ki, alman tedbirlere rağmen, durum düşman tarafından he­men farkedildi. Bundan haberdar olan Firavun, hemen askerî hazırlıklara başladı. Seferberlik ilan ederek, bütün şehirlerden asker toplanmasını emretti. Niyeti, hazırladığı bu büyük orduyla İsrailoğulları'nm peşine düşmek, yakalayınca onları toptan kat­liama tabi tutmaktı. Onları küçümsüyor; ancak önemsiz bir top­luluk olmalarına rağmen, kendilerinin rahatını kaçırdıklarını söylüyordu. Kur'ân-ı Kerim, onun bu andaki düşünce ve hissiya­tını şöyle açıklar: "Musa'ya, 'Kullarımı yola çıkar, mutlaka takip edileceksi­niz. ' diye vahyettik. Bu arada Firavun, şehirlere asker toplamak üzere adamlar gönderdi. Onlara şöyle dedi: 'Bunlar (îsrailoğullan), basit ve sayısı çok az bir topluluktur. Ne var ki, bizi öfkelendiriyorlar. Biz ise, gerçekten ihtiyatlı ve uyanık bir kitleyiz.[75] Hazırlıklarını tamamlayan Firavun ve ordusu, müreffeh bir hayat sürmekte oldukları şehri, oradaki evlerini, bağlarını, bos­tanlarını, hazinelerini ve diğer kıymetli varlıklarını geride bırakarak, büyük bir Öfke içinde, Hz. Musa (a.s.) ve îsrailogulları'nm peşine düşmüştü. Şüphesiz onlar, başlarına gelecek büyük a-zaptan habersizdiler; bu nimetlerin tümünü ebediyen terk ettik­lerinin de farkında değillerdi. Firavun, bir sabah vakti, Kızıldeniz sahilinde Süveyş körfezi yakınında, İsrailoğulları'na ulaştı. Onun kalabalık ordusuyla kendilerine yetiştiğini gören İsrailoğullan, çok korktular. Çünkü önlerinde deniz, arkalarında ise Firavun ordusu vardı. Beşerî güçler dikkate alındığında, imha edilmekten kurtulmaları, hiç mümkün görünmüyordu. Bu zor durumda katliâma mâruz kalacaklarını sanmışlar, korkudan gözleri ye­rinden oynamış, yürekleri ağzına gelmişti. İşte tam bu esnada, Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s.)'a elindeki asa ile denize vurmasını emretti. Hz. Musa (a.s.) asâsıyla denize vurunca, deniz -yarılıp sular kenara çekilmiş ve denizin ortası geçmeleri için düzgün ve kuru bir yol haline gelivermişti. O ve kavmi, açılan bu yoldan Kızıldeniz'in karşı sahiline doğru yürüdüler. Arkalarından yeti­şen Firavun da, onları kaçırmaktan korkarak peşlerinden ordu­suyla birlikte denizdeki yola girdi. Ancak Hz. Musa (a.s.) ve kav­mi bu yolu takiben karşı sahile ulaştıktan hemen sonra, kenara çekilmiş olan sular dev dalgalar halinde Firavun ve ordusunun üzerini kaplayıverdi. Firavun ve askerlerinin tamamı denizde boğuldu ve onlardan kurtulan olmadı. Böylece, Cenab-ı Hak, peygamberlerini yalanlayan Firavun ve kavmini şiddetli bir aza­ba çarptırmış; buna karşılık inananları kurtararak, yeryüzünde hükümranlık hakkını onlara vermişti. Firavun ve ordusunun helaki, buna karşılık mü'minlerin kurtuluşuyla sonuçlanan bu muazzam mucize, Kur'ân-ı Ke-rim'de birkaç yerde, çeşitli üslup ve ifade tarzıyla anlatılmıştır. Şuarâ sûresinde şöyle geçmektedir: "Nihayet biz, Firavun ve kavmini, bahçelerden, bağlardan, akarsulardan, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık. İşte böyle yaptık. Onların sahip olduğu bu nevi imkanlara îsrailoğulla-n'nın kavuşmasını sağladık. Firavun ve adamları, güneş doğarken onların ardına düştü­ler. İki topluluk yaklaşıp birbirini görünce, Musa'nın taraftarları, İşte yakalandık!' dediler. Musa, 'Hayır! Şüphesiz Rabbim, benimledir. Bana mutlaka kurtuluş yolunu gösterecektir.' dedi. Bunun üzerine biz, Musa'ya, 'Asanı denize vur!' diye vahyettik. (Asasını denize vurunca) bir anda deniz yanlıverdi; yükselen suların her bir kısmı, kocaman bir dağ gibiydi. Geriden gelen Firavun ve a-damlannı da oraya yanaştırdık. Musa ve beraberindekilerin hep­sini sağ-sâlim kurtardık. Sonra diğerlerim suda boğuverdik. Şüp­hesiz ki, bunda büyük ibret vardır. Fakat çokları, gene de iman et­mediler. Şüphesiz, senin Rabbin, azizdir, rahimdir, her şeye galip­tir, çok merhametlidir. "[76] Firavun ve kavminin, içinde yüzdükleri nimetlerden bu bü­yük helake gidişleri, Kur'ân-ı Kerim'de bir başka yerde şöyle an­latılır: "Onlar, bağlardan, pınarlardan, ekinlerden, süslü mahfeler­den, güzel konaklardan, içinde sefa sürdükleri o nimetlerden nice şeyleri geride bıraktılar. îşte öyle oldu ve o nimetlerin tamamını, başka bir topluluğa miras kıldık! Sonuçta, ne gök ne yer üzerleri­ne ağladı. Ne de kendilerine bir mühlet verildi. Andolsun ki biz, İsrailoğullan'nı o horlayıcı azaptan kurtarmıştık. Firavun'dan da; çünkü o Firavun, haddi aşanlardan bir mütekebbirdi.[77] Kur'ân-ı Kerim, zâlim Firavun ve kavminin helakine karşı­lık,Yüce Allah'ın kendisine iman eden ve bu yolda çeşitli sıkıntı­lara sabırla göğüs geren Hz. Musa (a.s.) ve kavmini nasıl kurtar­dığını bir başka yerde şöyle hatırlatır: "Hakaretlere mâruz bırakılmış olan kavmi de, feyizli ve be­reketli kıldığımız ülkenin doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. Ve Rabbinin, İsrailoğulları'na olan güzel va'di, sıkıntılara sabretmele­ri sebebiyle tamamen gerçekleşti. Firavun ile kavminin yapmış olduğu eserleri ve yükselttikleri binaları ise yere serdik."[78] Kur'ân-ı Kerim, boğulacağını anladığı sırada Firavun'un, Allah'a iman ettiğini söylediğini haber vermiş; ancak yeis anın­daki tevbe ve imanın geçerli olmadığını ve sahibine hiçbir fayda vermeyeceğini hatırlatarak, onun durumunun, bu muazzam olayı yaşayanlara ve daha sonrakilere ibret olması için cesedinin deniz tarafından sahilde yüksekçe bir yere atıldığını bildirmiştir: "îsraİloğuttannı denizden geçirdik. Firavun ve ordusu, onla­rın ardından, şiddetli bir saldırıya geçmişlerdi. Firavun, boğulaca­ğı anda şöyle dedi: 'İsrailoğullan'nın iman ettiği ilâhtan başka ilâh olmadığına iman ettim. Ve ben, müslümanlardamm.' Önceden ömrün boyunca isyan etmiş ve daima fesatçılardan olmuşken şimdi mi iman ediyorsun? Biz de, ardından gelenlere bir ibret olman için, bugün seni, cansız bir beden olarak denizin dışı­na atıp cesedini koruyacağız. Şüphesiz ki, insanların çoğu, buna rağmen delillerimizden gafildirler. "[79]   Firavun'un Cesedi   Müfessirlerin anlattığına göre, Firavun ordusuyla birlikte denizde boğulduğu halde, yıllarca onun zulmü altında ezilmiş olan İsrâloğulları, bu zâlimin öldüğüne inanamamışlardı. Bunun üzerine, olayın şahidi oldukları halde, onun öldüğüne inanmak­ta güçlük çeken îsrailoğulları için kesin bir delil, sonrakiler için de bir ibret tablosu olmak üzere, sadece onun cesedi, Allah'ın emriyle deniz tarafından sahilde yüksekçe bir yere atıldı.[80] Allah Teâlâ, belki de, aynı zamanda onun tanrı olduğunu kabul eden ve ölüsünü görmedikçe onun öldüğüne inanmayacak olanlara, onun da bir insan olduğunu ve ilâhlık taslayan bu zâlimin aciz­liğini anlatmak istemişti. Yüce Allah, denizde boğulan binlerce insan cesedi içinden, sadece halkına karşı "ben sizin en büyük rabbinizim" diyen firavunun cesedini çıkarmakla her şeye kadir olduğunu da göstermiş oluyordu.[81] Firavun Mineptah'm deniz tarafından dışarı atılan cesedi, zamanımız müfessirleri arasındaki yaygın görüşe göre günümüze kadar gelmiştir. Ancak ona ait olduğu söylenen iki cesetten bah­sedilmektedir. Bu iki cesetten biri, 1900 yılında Uksur'da yapı­lan kazılar esnasında, diğer firavun mumyalarıyla birlikte II. Amenhotep Mâbedi'nde bulunmuştur. Büyük bir itinâ ile hazır­landıkları açıkça görülen ve her biri bir sanat şaheseri olan diğer kabirlerin aksine, sadece onun mezarının, kısa sürede aceleyle hazırlanan bir kabir özelliği taşıması dikkat çekmektedir. Mineptah'm mezarının bu durumu, âyette belirtildiği şekilde, deniz tarafından sahile atılmış cesedinin, Mısırlılarca oradan alı­nıp mumyalandıktan sonra alel-acele hazırlanan mezarına ko­nulduğuna bir delil sayılmıştır. Mezarın bu durumu beklenme­yen bir ölümün izlerini taşımaktadır. Ona ait bu ceset, yakın bir zamanda, bu mezardan alınarak Kahire Müzesi'ne nakledilmiş ve orada koruma altına alınmıştır.[82] Boğulan firavuna ait olduğu söylenen ikinci ceset ise, bo­ğulma hadisesinden 13 asır sonra, 19001ü yıllarda İngiliz arkeo­loglar tarafından Sînâ yarımadasının batısındaki Cebelü Fir'avn dağının yanında Ebu Zuneyme denilen mevkide bulunmuştur. Üzerinde mumyalama işlemi yapılmamış bir vaziyette olduğu belirtilen bu ceset, bugün Londra'da British Museum'dadır. Bâzı araştırmacılar, âyette ibret için korunacağı bildirilen ve boğulan firavuna ait olan cesedin, bu ikinci ceset olduğunu ileri sürmüş­lerdir.[83] Ancak Hz. Musa (a.s.)'m muasırı olarak bilinen iki fira­vuna ait cesetlerin Uksur'da II. Amenhotep Mâbedi'nde mumya­lanmış bir halde günümüze ulaşmış olması; Kızıldeniz sahilinde mumyasız bir halde bulunan bu cesedin o ikisinden birine ait olması ihtimalini zayıflatmaktadır. Ayette geçen ibret için ko­runma sözünü bir işaret olarak düşünsek de, bu cesedin firavu­na ait olduğunu ispata yetmez. Çünkü, onun cesedinin mumya­lanmış bir halde kalması durumunda da, ibret için saklanması gerçekleşmiş demektir. Zîrâ bu durumda, onunla birlikte boğu­lan komutan ve askerlerinin cesetleri arasından, üzerinde zırh olduğu halde sadece onun cesedi, deniz tarafından dışarı atıla­rak ibret için kalması sağlanmış olmaktadır. Orduda bulunma­dıkları için sağ kalan Mısır erkanının, bunun hikmetinden gâfıl bir halde, onun cesedini mumyalayıp kısa sürede hazırladıkları mezara koymaları mümkündür. Doğrusunu şüphesiz Yüce Allah bilir. Denizden geçiş yerine gelince, bu mevki kesin olarak bi­linmemektedir. Tevrat'ta İsrailoğulları'nın uğradığı mevkilerin isimleri sayılsa da, bu bilgilerin doğru olup olmadığı bir yana, bugün bu mevkiler başka isimlerle bilinmektedir. Kızıldeniz'de Süveyş körfezinde Birketü Fir'avn olarak isimlendirilen bir mevki bulunmaktadır. Gemiciler, burayı geçiş yere olarak kabul eder­ler. Abdülhâlim en-Neccâr, akşam vakti Süveyş'ten hareket eden buharlı gemilerin, ancak gece yarısından sonra buraya ulaşabil­diğini belirterek, geçiş noktasının Süveyş'ten bu kadar uzak ol­maması gerektiğini söylemektedir. Ona göre, Süveyş körfezi o dönemde Acı göllere (el-Buhayratül-mürre) veya ona yakın bir mevkie kadar uzanıyordu. Hz. Musa (a.s.) ve îsrailoğullan işte körfezin bu noktasından geçmiş olmalıdır. Diğer bir ifadeyle, Uyünu Musa diye bilinen mevkiinin kuzey kısmından, Süveyş şehrine uzak olmayan bir mıntıkadan, şehir ile Acı göllerin ara­sından geçmişlerdir.[84] Bâzı kaynaklarda, denizden geçiş noktası olarak, Mısır'ın Akdeniz sahillerinde bir koy gösterilmiştir.[85] Firavun ve kavmi, rivayete göre Muharrem ayının onuncu günü yani Âşura günü boğulmuşlardı. Nitekim İbn Abbas'tan, şöyle nakledilmiştir: Rasülullah (s.a.v.), Medine'ye geldiğinde, orada yaşayan ya-hudilerin Âşûrâ günü oruç tuttuklarını görmüştü. Onlara, "Bunun sebebi nedir?" diye sordu. Yahudiler, "Bugün Allah'ın İsrail-oğullan'nı düşmanlarından kurtardığı mübarek bir gündür. Bu münasebetle, Hz. Musa (a.s.) o gün oruç tutmuştur." dediler. Bunun üzerine Rasülullah {s.a.v.J, "Ben Musa (a.s.)'a siz­den daha yakınım." dedi ve Âşûra günü oruç tuttu, ashabına da o günde oruç tutmalarını tavsiye etti.[86] Firavun, yeryüzünde büyüklük taslayıp azgınlık gösterenler için bir ibret oldu. Kur'ân-ı Kerim, ibret alınması için, onun kor­kunç sonunu ve onun gibi inkarcı liderlere ve bu liderlere uya­rak doğru yoldan uzaklaşan kâfirlere dünya ve âhirette verilecek müthiş azabı, tekrar tekrar haber vermiştir: "Ey Muhammedi Sana, Musa'nın haberi geldi mi? Hani Rab-bi, Tuvâ denilen mukaddes vadide ona şöyle hitap etmişti: 'Fira-vun'a git! Çünkü o azdı. Ona şöyle de: Temizlenmeye arzun var mı? Sana Rabbini tanıma yolunu göstereyim ki, O'ndan korkasın!' Musa, Firavun'a en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat Firavun onu yalanladı ve isyan etti. Sonra yüz çevirip fesat çıkarmaya gi­rişti. İnsanları topladı ve haykırarak şöyle dedi: 'Ben, sizin en yü­ce rabbinizim.' Bunun üzerine Allah, onu ahiret ve dünya azabına uğrattı. Bunda, Allah'tan korkanlar için büyük bir ibret vardır.[87] "Haberiniz olsun! Biz size üzerinize şahit olacak bir peygam­ber gönderdik; tıpkı Firavun ve kavmine gönderdiğimiz gibi. Fira­vun, o peygambere isyan etti. Bunun üzerine, biz de onu şiddetli bir azapla yakaladık. Eğer siz de inkâr ederseniz, çocukları ihti­yarlatan o günün azabından nasıl kurtulacaksınız? O günün şid­detinden gök parçalanır ve Allah'ın vaadi mutlaka yerine gelir. Doğrusu, bu âyetler, birer öğüttür. Dileyen Rabbine giden bir yol tutar. [88] "Bunun üzerine, onları (Firavun ve kavmini) cezalandırdık. Ayetlerimizi yalanladıkları ve onlardan gafil oldukları için denizde boğduk.[89] Firavun'un kıyamet gününde kendisine tabî olan kavminin önüne düşeceği ve onları cehenneme götüreceği hakkında da şöyle denilmektedir: "Şüphesiz ki biz, Musa'yı mucizelerimizle ve apaçık bir kuv­vetle Firavun ve kavmine peygamber olarak gönderdik. Fakat halkı, Firavun'a uydu. Oysa Firavun'un emri, doğruya ülaştıncı değildi. Firavun, Kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onlan ateşe götürecektir. Varılacak o yer ne kötü bir yerdir! Onlar, hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete uğramışlardır. Bu, paylarına düşen ne kötü bir paydır."[90] "Firavun ve askerleri, yeryüzünde haksız yere böbürlendiler ve büyüklük tasladılar. Bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de Firavun'u ve askerlerini yakalayıp denize attık. Ey Muham­medi Zâlimlerin akıbeti nasıl oldu bir bak! Biz, onlan, dünyada cehennem ateşine çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü de yardımsız kalacaklardır. Bu dünya ha­yatında biz, onları lanete uğrattık. Kıyamet günü de onlar, hor ve hakir görülen kimselerden olacaklardandır.[91] "Allah onu kavminin şeytanî tuzaklarından korudu. Firavun ailesi ise şiddetli bir azabın pençesine düştü. O ateş ki, onlar sa­bah akşam ona sokulurlar. Kıyamet günü gelince de, 'Firavun ailesini en şiddetli azaba sokun!' denilir.[92] Büyüklenme ve peygamberleri yalanlamanın akıbeti hep helak olmuştur: "Bir de Musa'nın kıssasında da ibret verici deliller vardır ki, onu açık bir delille Firavun'a göndermiştik. Firavun, saltanatına güvenerek, Musa'ya iman etmekten yüz çevirmiş, 'O bir sihirbaz­dır veya bir delidir.' demişti. Bunun üzerine biz de, Firavun ve ordusunu kıskıvrak yakalayıverdik. Ve Firavun kınanmış bir hal­deyken onlan denize atıverdik.[93] "Biz, Karun'u, Firavun'u ve Hâmân'ı helak ettik. Doğrusu Musa kendilerine mucizelerle gelmişti de, yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Onlar azabımızdan kaçıp kurtulamazlardı. Biz, on-lann her birini günahları yüzünden cezalandırdık. Kiminin üstüne taş yağdıran kasırga gönderdik, kimini korkunç bir çığlık yakala­dı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Aslında Allah onlara zulmetmedi; fakat onlar kendi kendilerine zulmetti­ler.[94]         O. Allah (C.C.) Mülkü Dilediğine Miras Kılar   Nemrut ve Firavun gibi nice saltanat sahipleri, ellerindeki mülkün ebedî sahipleri olduklarını sanmışlar; hatta kavimleri arasında ilâhlık iddiasına kalkışmışlardır. Ancak gurur ve kibir sahibi bu zâlimlerin mülk ve saltanatı, hiç tahmin etmedikleri bir anda, hem de çoğu kere küçümseyip hakir gördükleri ve zu­lüm altında ezdikleri toplulukların eline geçmiştir. Mülkün asıl sahibi Yüce Allah, mülkünü onların elinden alarak, istediği top­lumlara vermiştir. Nitekim, Firavun'un saltanatı tarihe karışır­ken, onun baskı ve zulmü altında yaşayan İsrailoğullan bir süre sonra güç ve kuvvetlerini artırarak Filistin ve civarına hâkim olmuşlardır: "Firavun, Musa'yı ve İsrailoğulları'nı yeryüzünden silip sü-pürmek istedi. Biz de onu ve beraberindekilerin hepsini suda bo-ğuverdik. Bundan sonra İsraüoğullan'na şöyle dedik: 'Haydin artık yeryüzünde güvenlik içinde siz yerleşin. Vâdedilen Kıyamet günü gelince, sizleri bir araya toplarız'[95] "Hor görülen o kavmi de mübarek kıldığımız ülkenin doğu­suna ve batısına vârisler yaptık. Böylece sabretmelerinden dolayı, Rabbinin İsraüoğullan'na olan o pek güzel va'di yerine geldi. Fira­vun ve kavminin yapmakta oldukları ve yükselttikleri binaları da yerle bir ettik. [96] "Nihayet biz, Firavun ve kavmini bahçelerden, akarsular­dan, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık. İşte böyle yaptık ve onların kaybetmiş olduğu dünyalıkların benzerlerine İsrailoğulları'nı mirasçı kıldık."[97]    Ö. İsrailoğulları'nın Hz. Musa'dan Put İstemesi   Hz. Musa (a.s.}, Firavun ve ordusunun boğulmasının ar­dından Filistin istikâmetinde yürüyüşünü devam ettirdi. Ancak çok geçmeden, kavminin garip bir teklifiyle karşılaştı. İsrailoğullan, bir peygamber jle birlikte olmalarına, Firavun'un zulmünden büyük bir mucize neticesinde kurtularak Allah'ın sınırsız kudretini açıkça görmelerine rağmen, bu olaydan kısa süre sonra peygamberleri Hz. Musa (a.s.)'a kendileri için bir put yapmasını teklif ettiler. İnsanı hayrete düşüren bu garip olay şöyle yaşanmıştı: Onlar, Kızıldenizi geçtikten sonra yola devam ederken putperest bir kavmin yurduna uğramışlardı. Putperest olan bu kavmin putlarını gördüklerinde[98] onlardan hoşlanıp, bü­yük bir cahillik göstererek Hz, Musa (a.s.)'dan kendileri için on­ların putlarına benzer putlar yapmasını istediler. İsrailoğullan' nın kurtuluştan sonra küfre ilk meyilleri olan ibret dolu bu ger­çek, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır: aİsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Onlar bir kavme uğradık­larında, halkı kendilerine ait bir takım putlara tapmakta iken gör­düler. Bunun üzerine Musa'ya şöyle dediler: 'Ey Musa! Bunların nasıl ilâhtan varsa, bizim için de öyle ilâhlar yap!' Musa, 'Şüphesiz ki siz, cahillik eden bir kavimsiniz. Çünkü şu gördüğünüz putlara ibadet edenlerin, üzerinde bulundukları din yıkılmaya mahkumdur. Ve yaptıkları ameller batıldır. Ben, size Allah'tan başka bir ilâh mı isterim! Halbuki O, sizi âlemlere üstün kılmıştır.' Dedi.[99] İsrailoğulları'nın put isteği, Hz. Musa (a.s.)'m da söylediği gibi, bu kadar yaşananlara rağmen, hâlâ ne kadar cahil oldukla­rını açıkça göstermektedir. Demek ki onlar, Hz. Musa {a.s.) ile birlikte olmalarına ve ona verilen mucizelerle Firavun'un zul­münden kurtulmalarına rağmen, ruhlarında kök salmış Mısır putperestliğinin etkisini zihinlerinden çıkaramamışlar ve kabul etmiş oldukları hak dinin tevhid anlayışını gerektiği şekilde kav­rayamamışlardı. Çünkü, böyle bir isteğin, sadece Allah'a iman ve sadece O'na ibadet ederek hiç bir şeyi O'na ortak koşmayan mü'minlerden gelmesi mümkün değildi. Şuurlu iman ve ibâdet, sahibini her türlü şirk bataklığına düşmekten korurdu. Hz. Musa {a.s.)'ı çok uğraştıran İsrailoğullan, arkası gelme­yecek ihanetler silsilesini böylece başlatmışlar, tek Allah inancını hâkim   kılmak   için   görevlendirilen   peygamberlerinden,   Allah Teâlâ   dışında   ilâhlar   edinmesini   istemişlerdi.   Halbuki  Allah Teala, Hz. Musa (a.s.)'a inanmaları sebebiyle onları, o dönemde yaşayan diğer insanlara, yani bütün müşriklere tercih etmiş ve üstün duruma getirmişti. Ne gariptir ki, İsrailoğulları, bütün bu nimetlere ve Hz. Musa (a.s.)'ın  aralarında 20 yıldan fazla süredir davette bulunmasına rağmen, böylesine şaşırtıcı bir teklifte bu­lunmuşlardı.  Aydınlığa kavuşmuşken,  karanlık ve cehaleti ne kadar kısa sürede özlemişlerdi! Onlar, cahillikleri, hıyanetleri ve hamâkatlerinin eseri olan bu tür isteklerini, sonraları da sık sık tekrar edeceklerdi. Bu durumlarda Hz. Musa {a.s.) ise, Allah'ın nimetlerini tekrar tekrar hatırlatır, onları nankörlükten vazge­çirmeye çalışırdı: "Hani bir zaman, Musa kavmine şöyle demişti: 'Allah'ın siz­lere verdiği nimeti hatırlayın! Allah, bir zamanlar sizi, size da­yanılmaz işkenceler yapan, oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı sağ bırakan Firavun ailesinden kurtarmıştı. Bütün bunlarda, sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.' Yine bir zaman Rabbiniz, size şunu bildirmişti: 'Yemin olsun ki, şükrederseniz, size olan nimetlerimi mutlaka artırırım. Şayet nankörlük ederseniz, şüphesiz ki, azabım çok şiddetlidir,' Musa şöyle demişti: 'Sizler ve yeryüzündeki bütün insanlar, Allah'ın nimetlerine nankörlük etseniz, Allah'a hiç bir zarar vere­mezsiniz. Çünkü Allah, ğaniyy'dir, hamîd'dir, hiç bir şeye muhtaç değildir, övülmeye lâyıktır."[100]   P. Hz. Musa (A.S.)'a Tevrat'ın Verilmesi   Firavun'un zulmünden kurtulup bağımsızlıklarına kavuş­tukları sırada, henüz Hz. Musa (a.s.)'a kavminin tâbi olacağı şeriat gönderilmemişti. Bundan kısa bir süre sonra, bu şeriatın talimi için, Hz. Musa (a.s.) Allah Teâlâ tarafından Sînâ dağına mîkata çağrıldı. Bu davet üzerine kavminin başında kardeşi Hz. Harun (a.s.)'ı yerine vekil bırakan Hz. Musa (a.s.), buluşma yerine git­mek için onlardan ayrıldı.[101] Yola çıkarken Hz. Harun (a.s.)'a bâzı nasihatlerde bulundu, daha sonra Sînâ dağının sağ eteğine tır­mandı ve dağın tepesinde bulunan mağaraya ulaşarak Allah tarafından verilen emir doğrultusunda, vahye hazırlık olmak üzere 30 gününü orada oruç tutarak ve ibadet yaparak geçirdi. 30 gün dolduğunda kendisine 10 gün daha oruç tutması emre­dildi. Hz. Musa (a.s.) va'dedilen 40 günü ibâdetle tamamlayınca, Cenab-ı Hak,  meleklere olan kelâmı gibi,  doğrudan doğruya, ancak perde arkasından olmak üzere hitap ederek, ezelî kelâ-mıyla ona ihsanda bulundu. Bu ilâhî hitap, perde arkasından olmakla birlikte, onu son derece heyecanlandırmıştı. Bu esnada onda Yüce Allah'ın mukaddes cemâlini görme arzusu arttı ve O'nu görmek istediğini söyledi. Allah Teâlâ, Musa'ya kendisini görmesinin imkansız olduğunu bildirdi. Bu İmkansızlığı bir Ör­nekle açıklamak için, ona tecellî edeceği dağa bakmasını, şayet bu esnada dağ yerinde durabilirse o zaman onun da kendisini görebileceğini haber verdi. Ardından Allah dağa tecellî edince, dağ parçalanıp yerle bir oluverdi. Hz. Musa (a.s.), gördüğü man­zaranın dehşetinden bayılarak yere düştü, kendisine gelince Al­lah'ı şanına lâyık bir şekilde tenzih ettiğini, O'nun, gözlerin idra­kinden yüce olduğunu anladığını, görmeyi istemekle haddi teca­vüz etmiş olmaktan dolayı tevbe edip kendisine sığındığını ve bu yüce tecellîye iman eden mü'minlerin ilki olduğunu söyledi. Allah Teâlâ, bundan sonra, kendisini vahyi ve kelâmıyla seçtiğini bildirerek İsrailoğulları'nın muhtaç bulunduğu bütün hükümleri ve öğütleri ihtiva eden mukaddes kitap Tevrat'ı Hz. Musa (a.s.)'a verdi. Kavmine Tevrat'ın hükümlerine uymalarını ve isyandan kaçınmalarını emretmesini, aksi halde azapla karşı­laşacaklarını bildirmesini emretti. Allah'ın âyetlerini yalanlayan­ların amellerinin boşa gideceğini bildirdi. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Musa (a.s.)'m mîkata çağrılışı, Cenab-ı Haklan ona doğrudan hitabı ve Tevrat'ı vermesi hususunda şöyle denilmektedir: "Musa'ya, otuz gece va'dettik. Sonra, buna on gece daha i-. lâve ettik. Böylece Rabbinin tayin ettiği süre kırk geceye tamam­lanmış oldu. Musa, kardeşi Harun'a, 'Bana vekil olarak kavmimin başına geç, onlan ıslah et ve bozguncuların yoluna uyma!' dedi. Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi kendisiyle konu­şunca, şöyle dedi: 'Rabbim! Bana kendini göster, seni göreyim!' Allah, 'Beni göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o dağ yerinde durabilirse, o zaman sen de beni görebilirsin.' dedi. Rabbi o dağa tecellî edince dağı yerle bir etti. Bunu gören Musa, baygın düştü. Aydınca şöyle dedi: 'Rabbim! Seni tenzih ederim. Sana tevbe et­tim. Ben, (Sen beni göremezsin' tecellisine) iman edenlerin ilki­yim. ' Allah şöyle dedi: 'Ey Musa! Vahyettiğim şeylerle ve seninle konuşmamla sana insanlar arasında üstün bir yer ayırdım. O halde sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol!' Onun için levhalara her konuda bir öğüt ve her şey hakkın­da yeterli açıklamalar yazdık. Ve ona, 'Onlara sıkıca sanl. Kav­mine de emret, en güzel hükümlerini alsınlar, size ileride ofâsıklann yurdunu göstereceğim.' Dedik.[102] Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri ayetlerimden uzak­laştıracağım. Onlar, her ayeti görseler, yine ona iman etmezler. Doğru yolu gördükleri zaman onu kendilerine yol edinmezler. Fa­kat azgınlık yolunu gördüklerinde onu kendilerine yol edinirler. Bunun sebebi, ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil kalma­larıdır. Ayetlerimizi ve ahiret gününe kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Çünkü onlar, yaptıklarından başka şeyle mi ödüllendirileceklerdi ?"[103] Bu ayetlerde verildiği bildirilen levhalar, Tevrat'ı içine alı­yordu. Hz. Musa (a.s.)'a gönderilen bu kutsal kitap, Kur'ân-ı Kerim'de pek çok yerde zikredilmektedir. Birkaç örnek şöyledir: "Sonra iyilik işleyenlere nimetimizi tamamlamak ve her şeyi geniş bir şekilde açıklamak için bir hidâyet ve rahmet olmak üzere Musa'ya Kitab'ı verdik ki, Rablerine kavuşacaklarına iman etsin­ler.[104] "Musa'ya (vahyetmek üzere) kırk gece söz vermiştik. Sonra haksızlık ederek buzağıyı tann edindiniz. O davranışlarınızdan sonra akıllanıp şükredersiniz diye sizi affettik. Doğru yolu bulaşı­nız diye, Musa'ya Kitab'ı ve hak ile bâtılı ayıran hükümleri ver­dik.[105] "Biz, Musa'ya Kitab'ı vermiştik. Onu İsrailoğüllan'na bir hi­dâyet rehberi yapmıştık. Onlara, 'Benden başkasını kendinize vekil edinmeyin.' demiştik."[106] "Yemin olsun ki, biz, Musa'ya ve Harun'a, hakkı batıldan ayıran, muttakiler için bir nur ve öğüt olan Furkan'ı verdik. Muttakiler, kendisini görmedikleri halde Rablerinden korkarlar. Onlar, kıyâmet'in dehşetinden ürperirler."[107] "Yemin olsun ki, biz, Musa'ya Kitab'ı verdik. Kardeşi Ha­run'u da kendisine vezir yaptık. Onlara, 'Ayetlerimizi yalanlayan Firavun kavmine gidin!' dedik. Sonunda o kavmi tamamen helak ettik."[108] "Şüphesiz ki, biz, ilk nesillleri helak ettikten sonra Musa'ya insanların basiretlerini açacak deliller, hidayet rehberi ve rahmet kaynağı olarak, düşünsünler diye, Kitab'ı verdik."[109] "Şüphesiz ki biz, Musa'ya bir hidâyet rehberi verdik. İsrail-loğulları'na da, Kitab'ı miras bıraktık. Tevrat, akil sahipleri için bir hidâyet rehberi ve bir öğüttür."[110] "Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp da, onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir? Biz, mutlaka suçlulara lâyık olduktan cezayı vereceğiz. Şüphesiz biz, Musa'ya Kitab'ı vermiş-, tik. Ey Muhammedi Sakın Musa'nın o kitaba kavuşması husu­sunda şüpheye düşme. Biz, onu İsrailoğüllan'na bir hidâyet reh­beri kılmıştık."[111]    R. İsrailoğulları'ndan Buzağıya Tapanlar-Tevbeleri   Hz. Musa (a.s.), Cenab-ı Hak ile mîkat için Sînâ dağına gi­derken, önce geçtiği gibi, kavminin başında yerine kardeşi Hz. Harun (a.s.)'ı vekil bırakmış, önceden vâdedilen otuz güne, on gün daha ilâve edilince 40 gün müddetle kavminden uzak kal­mıştı. Onun mîkat için Sînâ'da bulunduğu bu süre içinde, İsrai-loğulları'nın ekseriyeti, büyük bir fitneye düştü. Kızıldeniz'i geçtikten hemen sonra yola devam ederken putperest bir toplu­ma uğradıklarında Hz. Musa (a.s.)'dan kendileri için o kavmin putuna benzer put yapmasını isteyen İsrailoğulları, bu defa onun gıyabında, içlerinden Sâmirî adındaki bir sapığın yapmış olduğu altın buzağıyı tanrı edindiler. Bu esnada kendilerini uya­ran ve bu sapıklığa düşmemeleri için büyük çaba sarfeden Hz. Harun (a.s.)'m ikazlarına kulak kabarttılar. Çünkü onlar, henüz cahillikten kurtulup, inançlarını muhafaza etmelerini sağlayacak bir bilgi ve kültür seviyesine ulaşamamışlardı. Allah Teâlâ ile mîkatta bulunmak üzere kendilerinden ayrı­lan Hz. Musa (a.s.)'m dönüşünün uzaması, İsrailoğulları arasın­da bir takım sıkıntıların çıkmasına sebep olmuştu. Bu sırada Sâmirî isimli bir şahıs, kadınlarının Mısır Kıbtîleri'nden almış oldukları mücevheratı bir arada toplayıp ateşte eriterek altından bir buzağı heykeli yaptı.[112] Onun yaptığı buzağı heykeli, rüzgâr ağzından karnına girerken, inek sesine benzer bir ses çıkarıyor­du. Sâmîrî, inek sesi çıkaran bu altın buzağının tanrılığını iddia ederek İsrailoğulları'na ona tapmalarını emretti. Bu durum kar­şısında, Hz. Musa {a.s.)'m vekili sıfatıyla başlarında bulunan Hz. Harun (a.s.), onları uyardı. Sâmirî'yİ dinlememeleri için elinden gelen her şeyi yaptı; ancak onları bir türlü buzağıya tapmaktan vazgeçiremedi. Sâmirî'ye uyanlar, kendileriyle konuşmaktan ve en küçük bir hareket yapmaktan dahi âciz, hiç bir fayda ve zarar getiremeyecek bu buzağının Hz. Musa (a.s.)'ın ilâhı olduğunu id­dia ederek, ibâdet niyetiyle onun etrafında neşe ve sevinç içinde raks e diyorlardı.  Hz.  Harun  (a.s.),  içlerinden ancak küçük bir grubu   onlara   uymaktan   vazgeçirebilmişti.   Buzağıya   taparak Sâmirîye tâbi olan ekseriyet, onu ağır bir şekilde tehdit etmiş­lerdi; hatta neredeyse öldüreceklerdi. Allah Teâlâ, doğrudan hi­tap ettiği ve Tevrat'ı verdiği Hz. Musa (a.s.)'a, Sînâ dağında bu­lunduğu sırada Sâmiri'nin İsrailoğulları'm dinlerinden döndür-mesiyle ilgili bu olayı da haber vermişti. Dolayısıyla Hz. Musa (a.s.),  kavmine bu sapıklıkları yüzünden duyduğu büyük bir öfke ve üzüntü ile döndü. Kavmine ulaştığında, Allah'ın kendilerine hidâyet ve nur kaynağı   olan   Tevrat'ı  vermeyi  vâdettiğini   ve  yanlarından   bu maksatla ayrıldığını hatırlatarak, buna rağmen küfre dönmeleri­ne hayret ettiğini söyledi. Bunun sebebinin kendilerinden ayrı kalışının uzaması mı, yoksa Allah'ın gazabını gerektirecek bir iş yapmak mı olduğunu ve verdikleri sözü bu yüzden mi bozdukla- . rım sordu. Buzağıya tapanlar ise, bu sapıklığa kendi iradeleriyle değil, ancak inançlarını bozan Samirî tarafından kandırılmaları sebebiyle düştüklerini söylediler. Sâmirî adını taşıyan bu şaıs, erittiği mücevherattan inek sesi çıkaran bir buzağı heykeli yap­mıştı. Bu heykelin, kendilerinin ve Sînâ dağına Rabbini aramaya giden Hz. Musa (a.s.)'m Rabbi olduğunu iddia ettiğini açıkladılar. Onları dinleyen Hz. Musa (a.s.), büyük bir üzüntü ve kız­gınlık içinde, kardeşi Hz. Harun (a.s.)'a yöneldi. Saç ve sakalın­dan yakalayarak, niye buna engel olmadığını, niye arkasından gelerek durumu kendisine bildirmediğini sordu. Bu gelişmeler dolayısıyla aynı şekilde son derece üzgün olan Hz. Harun (a.s.), kardeşinden kızgınlığı yüzünden kendisini de zâlimlerle ortak kabul etmemesini istedi. Onları uyardığını, ancak kendisini din­lemediklerini belirterek, kavmini ikiye ayırdığı takdirde, onları böldüğü ve bir kısmının uzaklaşmasına sebep olduğu için kendi­sini azarlamasından çekindiğini, aralarında bir çatışma çıkma­sına yol açtığı zaman, vasiyetini tutmayıp onları düşmanlar ha­line getirdiğini söylemesinden korktuğunu ve bu yüzden istediği tedbirlerin tamamını alamadığını, onları bölmemek ve onları bir­birine kırdırmamak için böyle davranmak zorunda kaldığını be­yan etti. Hz. Musa (a.s.), bu defa Sâmirî'ye döndü ve ona bütün bunları niçin yaptığını sordu. Sâmirî, önceden Hz. Musa (a.s.)'ın dinine tabi olduğunu ancak sonra dinini terkederek, nefsinin hoş gösterdiği altın buzağıya tapmaya başladığını söyledi. Onu dinlerken öfke ve üzüntüsü daha da artan Hz. Musa (a.s.), bu sapığı huzurundan kovdu. Bu esnada ona âhirette çekeceği bü­yük azap dışında, bu dünyadaki hayatı boyunca da "bana do­kunmayın" demekle cezalandırıldığını haber verdi. Artık bundan sonra o, herhangi bir kimsenin kendisine dokunmasından son derece rahatsızlık duyuyor, bir kimseyle karşılaşınca, dokunma­sından korkarak "Bana dokunma!" diyerek feryat ediyordu. Kardeşi Hz. Harun (a.s.)'m açıklamalarından işin iç yüzünü öğrenen Hz. Musa (a.s.), kardeşinin özrünü kabul etti. Sert dav­ranışı yüzünden gönlünü almak niyetiyle, ellerini açarak onun ve kendisinin affı için Allah'a yalvardı. Diğer taraftan, altın bu­zağıyı ateşte eriterek parçalarını denize savurdu. Kur'ân-ı Kerim, bu önemli gelişmeleri şöyle açıklamaktadır: "Allah, Musa'ya şöyle haber verdi: 'Şüphesiz biz, senin ayrı­lışından sonra, kavmini imtihan ettik. Sâmirî, onları saptırdı.' Musa, büyük bir öfke ve üzüntüyle kavmine döndü: 'Ey kav­mimi Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Yoksa ayrılı­şımın üzerinden çok mu zaman geçti? Yahut Rabbinizin gazabına uğramayı mı istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?' dedi. Şöyle cevap verdiler: 'Biz, sana verdiğimiz sözden kendi irâ­demizle caymadık. Fakat Mısır'dan çıkarken o kavmin mücevher­lerinden yükler dolusu alıp getirmiştik. Bu mücevherleri ateşe at­tık; Sâmiri de, mücevherleri oraya atmıştı.' Nihayet Sâmiri, onlara, içinden rüzgâr geçtikçe höğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yapmıştı. Sâmiri ve taraftarları, İşte sizin de Musa'nın da rabbi budur. Fakat Musa bunu unuttu.' dediler. Onlar, bu heykelin kendilerine sözle hiç bir mukabelede bu­lunmadığını, bir zarar veya bir fayda vermek kudretinde olmadı­ğını görmüyorlar mıydı? Doğrusu, daha önce Harun, onlara şöyle demişti: 'Ey kavmim! Siz bununla İmtihan edildiniz. Muhakkak ki, sizin Rabbiniz, rahman olan Allah'tır. Haydi sözlerimi dinleyin, benim emrime itaat edin.' Kavmi ise, 'Musa bize dönünceye kadar, bu heykele tap­maktan vazgeçmeyeceğiz.' dediler. Musa kavmine dönünce, 'Ey Harun! Bunların sapıttıklarını gördüğün zaman, bana uymana ne mani oldu? Yoksa benim em­rime isyan mı ettin?'dedi Harun şöyle cevap verdi: 'Ey anamın oğlu ! Sakalımı ve ba­şımı tutma! Doğrusu ben, îsraüoğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü dinlemedin, demenden korktum' Musa, Sâmiri'ye, 'Ey Sâmiri! Ya senin yaptığın şey nedir?' dedi. Sâmiri, 'Ben, İsrailoğullan'nın görmediklerini gördüm. Bina­enaleyh, elçinin (Cebrail'in) izinden bir avuç toprak alıp onu erimiş mücevheratın içine attım. îşte böyle, nefsim, bana bunu hoş gös­terdi. ' dedi. Musa, Sâmiri'ye şöyle dedi: Haydi git! Hayatın boyunca, (insanlardan kaçacak) bana dokunmayın, diyeceksin. Dünyadaki bu ceza yanında, âhirette de sana kaçıp kurtulamayacağın vâdedilmiş bir azap vardır. Tapıp durduğun ilahına şimdi ne ya­pacağız bir bak! Onu muhakkak yakacağız, sonra onu parçalar halinde denize savuracağız.  Sizin ilâhınız,  ancak,  kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah'tır. Onun ilmi her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.[113] îsrailoğullari'nın önemli bir kısmının buzağıya tapmaları ve Sînâ dağından dönen Hz. Musa (a.s.) ile aralarında geçenler, Kur'ân-ı Kerim'de bir başka yerde şöyle anlatılmaktadır: "Musa'nın (Allah'ın va'dine uyarak Sînâ dağına gitmesinin) ardından, onun kavmi, ziynet eşyasından böğüren bir buzağı heykeli yapmışlardı. O buzağının kendileri ile konuşamadığını ve kendilerine bir yol göstermediğim görmemişler miydi? Onlar buza­ğıyı tann edinmekle zâlimler oldular. Ne zaman ki, saptıklarını anlayıp şiddetli bir pişmanlığa düştüler, 'Yemin olsun ki, eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamaz ise, muhakkak hüsrana uğrayanlardan oluruz!' dediler. Musa kızgın ve üzgün olarak kavmine döndüğü vakit, onlara şöyle dedi: 'Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız! Rabbinizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?' Levhaları yere attı ve kardeşinin başından tutup kendisine doğru çekmeye başladı. Bunun üzerine kardeşi Harun şöyle cevap verdi: 'Ey anamın oğlu! Bu kavim, beni küçümseyip hırpaladı; onlar neredeyse beni öldü­rüyorlardı. Bana karşı düşmanları sevindirecek , onları bana gül­dürecek bir şekilde davranma, beni bu zâlim kavimle bir tutma!' Musa, Allah'a şöyle yalvardı: 'Ey Rabbimİ Beni ve kardeşimi bağışla ve bizi rahmetinin içine koy. Merhametlilerin en merha­metlisi şüphesiz sensin.' Buzağıyı ilâh edinenlere, şüphesiz rablerinden bir gazap ve dünya hayatında da zillet erişecektir. İşte biz, iftira edenleri böyle cezalandırırız. Kötü ameller işleyip de ardından tevbe ve iman edenler bilsinler ki, Rabbin kötü amelden sonra tevbe edenler için çok affedici ve çok merhamet edicidir. Musa, kızgınlığı geçip sakinleşince, yere attığı levhaları aldı. Levhalardaki yazıda, Rablerinden korkanlar için bir rahmet ve hidâyet vardı. "[114] İsrailoğulları, Hz. Musa (a.s.)'ın uyarıları sonucu hataların­dan dolayı pişman olduklarını belirterek Allah'tan af ve mağfiret dilediler. Bunun üzerine Yüce Allah, Uz. Musa (a.s.)'a onların tevbelerinin, ancak nefislerini öldürmeleri, yani nefislerini şeh­vetlerden uzak tutmaları, günah ve kötülüklerden temizlemeleri, her türlü süfli arzu ve istekten arındırmaları durumunda kabul edileceğini bildirdi: : "Ve bir vakit Musa, kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Cidden siz, o buzağıya tapmakla kendinize zulmettiniz. Gelin tevbe ede­rek yaratanınıza dönün ve nefislerinizi Öldürün. Böyle yapmanız, yaratanınız yanında sizin için daha hayırlıdır.' Böylece tevbenizi kabul buyurdu. Gerçekten o, tevbeleri çok kabul eden, çok mer­hamet edendir."[115] İsrailoğulları, kendilerini şirke düşüren bu büyük günah­tan tevbe etmeye karar vermişlerdi. Hz. Musa (a.s.), bu tevbenin içlerinden seçeceği 70 kişi ile birlikte, Sînâ dağında yapılacağını açıkladıktan sonra, bu maksatla seçtiği şahıslara, oruç tutmala­rını, nefislerim ve elbiselerini temizlemelerini emretti. Ardından onları  Sînâ  dağına  götürdü.   Orada  Cenab-ı  Hak,   Hz.   Musa (a.s.)'a tekrar hitap etmişti. Fakat yanındaki adamlardan bazıla­rı, Allah'ı açıkça görmedikçe ona seslenenin Allah olduğuna i-nanmayacaklarım söylediler. Bu haksız ısrarları yüzünden onla­rı korkunç bir sarsıntı sarıverdi. Hepsi bir anda düşüp bayıldı­lar, hatta bir rivayete göre öldüler.[116] Bunun üzerine Hz. Musa (a.s.), Allah'a tazarru ve niyazda bulunarak, onları yeniden haya­ta döndürmesini, içlerindeki sefihler yüzünden kavmin tamamını cezalandırmamasını istedi. Yanında bulunanlar arasında buza­ğıya tapan kimse olmadığını söyledi. Onun duasını kabul eden Yüce Allah, onları bağışladığını haber verdi. Hz. Musa (a.s.)'m kavmi için rahmet ve mağfiret dilemesi üzerine ise, bunun irâde ve dilemesine bağlı olduğunu, rahmetini âyetlerine iman eden, zekatım veren ve günahlardan sakınanlara vâdetmiş olduğunu bildirdi: "Musa, tayin ettiğimiz o vakit için kavminden yetmiş kişi seçmişti. Onlan kuvvetli bir sarsıntı yakalayınca, Musa şöyle de­di: 'Ey Rabbiml Eğer dileseydin, bunları ve beni daha önce helak ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mı edeceksin? Bu olanlar ancak senin bir imtihanındır. Sen, bu imtihanla dilediğini saptırır, dilediğini de hidâyete erdirirsin. Sen bizim velimizsin. Arak bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağış­layanların en hayırhsısın. Bize, hem bu dünyada hem de âhirette iyilik yaz. Biz, sade­ce sana yöneldik.' Allah şöyle buyurdu: Azabıma, kimi dilersem onu uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Rahmetimi, Al­lah'tan korkanlara, zekâtını veren ve âyetlerimize iman eden kim­selere yazacağım."[117]    S. Tevrat'a Bağlı Kalacaklarına Dair Söz Alınması   Hz. Musa (a.s.) levhaları kendilerine arzedince, onlarda ya­zılı yükümlülükleri ağır bulan İsrailoğulları, bunları kabul et­mekten kaçındılar. Ancak bu sırada ilâhî bir ikazla karşılaştılar. Cenab-ı Hak tarafından Sına dağı başlarının üzerine kaldırıldı ve onlara levhalardaki hükümleri kabul etmedikleri takdirde dağın üzerlerine bırakılacağı bildirildi. Onlar dağın başlarına düşeceği korkusuyla levhalarda yazılı bütün yükümlülükleri kabul ettiklerini ve onlara bağlı kalacaklarını bildirerek secdeye kapandı­lar:[118] "Hani bir vakit dağı gölgelik gibi İsrailoğulları'nın üzerine kaldırmıştık da onu üzerlerine düşecek zannetmişlerdi. Ve onlara, 'Size verdiğimiz kitabı kuvvetle tutun ve ondaki hükümleri düşü­nün. Belki Allah'tan gerektiği şekilde korkarsınız.' demiştik. "[119] İsrailoğulları, Tevrat'taki bütün kuralları kabul edecekleri­ne ve onlara tâbi olacaklarına dair Allah'a söz verdikleri halde, bu sözlerini yine tutmadılar. Tehlikelerden kurtuldukları ve du­rumları iyileştiği zamanlarda ahitlerini tekrar tekrar bozmayı alışkanlık haline getirdiler: "Bir zaman sizden Tevrat ile amel edeceğinize dâir kesin söz almıştık. Üzerinize Sînâ dağını kaldırmış ve demiştik ki: 'Size verdiğimiz kitabın hükümlerim kuvvetle tutun. Onda olanlarla amel etmek şartını hatırlayın. Ta ki günahlardan sakınasınız.' Ama siz, bunun ardından yine sözünüzden döndünüz. Eğer size Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı, şüphesiz hüsrana uğra­yanlardan olurdunuz."[120] "Şüphesiz Musa, size apaçık delillerle geldi. Sonra siz, onun ardından zâlimler olarak buzağıyı ilâh edindiniz. Bir vakit sizden kesin bir söz almıştık. Sînâ dağını üzerinize kaldırmış, 'Size ver­diğimiz Tevrat'a kuvvetle sanlın ve dinleyin.' demiştik. Onlar ise, 'Dinledik, ama itaat etmiyoruz' dediler. İnkârlarından dolayı buzağının sevgisi kalplerine işlemişti. Ey Muhammedi Onlara de ki: 'Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor!"[121] İsrailoğulları, Tevrat'ı insanlara açıklayacaklarına ve onda olan hiçbir şeyi gizlemeyeceklerine söz vermişlerdi. Ancak onlar, zamanla Allah'a verdikleri bu sözü de bozdular, Tevrat'ta bulu­nan hükümleri gizlemeye ve az bir para karşılığında ondaki ger­çekleri tahrif etmeye başladılar. "Bir zaman Allah, kendilerine kitap verilenlerden, onu insan­lara açıklayacaklarına, onda olanları gizlemeyeceklerine dair ahid almıştı. Onlar ise, bu taahhütlerini kulak arkasına attılar ve onu küçük bir kazançla değiştirdiler. Bu alış verişleri ne kötüdür!"[122] Yahudi âlimleri, az bir dünyalık karşılığında Tevrat'ta baş­lattıkları bu tahrifleri, giderek alışkanlık haline getirdiler. Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)'e hitaben, onlann bu tavırları yü­zünden lanetlendiğini, onların çoğundan hainlik göreceğini ve içlerinden pek azının müslüman olacağını haber vermiştir: "Verdikleri sözü bozdukları için onlan lanetledik ve kalpleri­ni katüaştirdık. öyle ki, onlar, kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler), kendilerine öğretilen ahkâmın önemli bir bölümünü de unutmuşlar. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onlan affet ve yaptıkları­na aldırış etme. Şüphesiz ki Allah, iyilik yapanları sever."[123] "Yahudilerin bir kısmı, kelimelerin yerlerini değiştirerek: 7-şittik, isyan ettik, dinleyin ama kulak asmayın' derler. Yine dille­rini eğip bükerek, 'râinâ' diyorlar. Böyle diyeceklerine: 'İşittik itaat ettik, dinle ve bizi gözet.' deselerdi, kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, inkârları yüzünden onlara lanet etmiştir. Onun için onlar, pek azı dışında, imana gelmezler."[124] "Nihayet onların ardından yerlerine kötüler gelip kitaba vâ­ris oldular. Onlar, şu dünyanın geçici menfaatini alırlar ve 'İleride affolunuruz.' derler. Aynı menfaatle karşılaştıkları zaman onu yine alırlar. 'Allah hakkınd.a gerçekten başka bir şey söylemeyin diye Tevrat'ta kendilerinden söz alınmamış mıydı? Ve orada olan­ları okumamış mıydılar? Allah'tan korkanlar için âhiret yurdu daha hayırlıdır. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?"[125] "Onların size uyacaklarım mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bir cemâat, Allah'ın kelâmını dinleyip iyice anladıktan sonra onu bile bile tahrif ediyorlar!"[126] Yahudiler, toplu azabı gerektirecek bu ağır suçu tekrar tekrar İşlediler. Ancak Allah'ın va'diyle, azapları kıyamete erte­lenmişti: "Şüphesiz ki biz, Musa 'ya Kitab 'ı vermiştik. Onun hakkında ihtilafa düşmüşlerdi. Eğer azaplarının Kıyamet gününe kadar ertelenmesi hususunda rabbinin önceden verilmiş bir va'di olma­saydı, onlar hakkındaki hükmünü çoktan verirdi. Doğrusu onlar, Tevrat hakkında şüphe ve tereddüt içindedirler."[127] Yahudiler, işi daha da ileri götürmüşler, hattâ Hz. Musa (a.s.)'dan sonra gönderilen Benî İsrail peygamberlerinden bâzı­larını yalanlamışlar, bâzılarını da öldürmüşlerdi. Halbuki bu peygamberler, onları Tevrat'ın hükümlerine uymaya çağırmak­tan başka bir şey yapmıyorlardı: "Şüphesiz ki biz, Musa'ya Tevrat'ı verdik. Ve ondan sonra birbiri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem oğlu isa'ya da açık mucizeler verdik. Ve onu Ruhülkudüs İle te'yid ettik. Ey Ya­hudiler! Her peygamber, size nefislerinizin istemediği şeyleri ge­tirdiği zaman büyüklük taslayıp bir kısmını yalanlıyor, bir kısmını da öldürüyor musunuz? (Onlar cevap olarak), 'Kalplerimiz perde-lenmiştir.' dediler. Hayır, Allah onlan inkârlarından dolayı lânet-lemistir. Ne de az iman ederler."[128] Yahudiler, 'Allah insana bir şey indirmedi.' diyerek, Allah'ı gereği gibi tanıyamadılar. Ey Muhammed, de ki: 'Musa'nın insan­lar için bir nur ve hidâyet olmak üzere getirdiği kitabı kim indirdi? Siz, onu parça parça kâğıtlar haline getirip işinize gelenini açıklıyor, çoklarını da gizliyorsunuz. Sizin de atalarınızın da bilmediğiniz şeyler, size o kitapta öğretilmişti.' De ki: 'O kitabı Allah indirdi.' Sonra bırak onlan daldıkları sapıklıkta oyalanadursun-lar."[129] Yahudiler, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'e karşı da düşmanca bir tavır takındılar. Halbuki, Tevrat ve ellerinde bulunan diğer dînî kitaplarda verilen bilgilerden, onun sıfatlarını öğrenmişlerdi. Hatta kendilerinden olacağını zannettikleri bu peygamber sayesinde güç ve kuvvet kazanacaklarını söyleyerek İslâm öncesinde onunla Yesrib/Medine Araplarını tehdit ediyor­lardı. Ancak özelliklerini çok iyi bildikleri o peygamber, sandıkla­rının aksine Araplar arasından seçilince, bunu kıskanarak ona düşman kesildiler. Kur'ân-ı Kerim, onların bu durumunu şöyle açıklamaktadır: "Onlara, Allah katından ellerinde bulunan Tevrat'ı tasdik etmek üzere bir kitap (Kur'ân) gelince; önceden inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken, o tanıdıkları (peygamber) kendi­lerine gelince, tuttular onu inkâr ettiler. Allah'ın laneti kâfirlerin üzerine olsun. Allah'ın, kullarından dilediğine lütfundan bir şey indirmesini kıskanarak, O'nun indirdiklerini inkâr etmekle, karşı­lığında kendilerini harcamaları ne çirkindir! Bu yüzden onlar, ga­zap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için hor ve hakir kılıcı bir azap vardır."[130] Yahudi âlimleri, Rasülullah (s.a.v.)'i dinlerken, ona gönde­rilen vahyi yalanlamak maksadıyla, aynı konularda Tevrat'ta bulunan bilgileri tahrif ederek aktarırlar, münafıkları bu yanlış­ları kabule çağırırlardı: "Ey Peygamber! Kalbleri inanmadığı halde ağızlarıyla, 'iman ettik' diyen münafıklardan ve yahudilerden inkârda yarışanlar­dan dolayı üzülme. O münafiklar, her türlü yalanı can kulağıyla dinlerler, sana gelmeyen başka bir kavme çokça kulak verirler. Yahudiler ise, kitabın kelimelerini asıl yerlerinden değiştirip, ma­nalarım tahrif ederler, kendilerine uyanlara, 'Bu değişik şekliyle size verilirse alın, verilmezse kaçının.' derler. Allah, bir kimsenin fitneye düşmesini dilerse, senin Allah'a karşı yapacak hiçbir şe­yin yoktur. İşte onlar, Allah'ın, kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Dünyada onlar için zillet, âhirette de büyük bir azap vardır."[131] Medine yahudileri, bâzı suçların cezası ellerindeki Tevrat ta yazılı olduğu halde, onu bilmezden gelerek Rasülullah (s.a.v.)'e giderler ve ondan bu suçların cezasını takdir etmesini isterlerdi. Ancak niyetleri kötü olduğu için, Rasülullah (s.a.v.)'in verdiği hükme uymazlardı. Onların bu sahtekârlığı da Cenab-ı Hak ta­rafından yüzlerine çarpılmıştır: "Allah'ın hükmü, yanlarında bulunan Tevrat'ta yazılı olduğu halde, nasıl oluyor da seni hakem tayin ediyor, sonra da verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar? İşte onlar gerçek mü'min değildirler. Doğrusu biz içinde hidâyet ve nur bulunan Tevrat'ı indirdik. Ken­dilerini Allah'a teslim etmiş peygamberler, yahudüere onunla hükmederlerdi. Rablerine samimi olarak kulluk edenler ve bilgin­ler de Allah'ın Kitabı'ndan elde mahfuz kalanla hükmederlerdi. Tevrat'ın hak olduğuna şahit idiler. O halde insanlardan korkma­yın, benden korkun, âyetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin. Al­lah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir. Biz, Tev­rat'ta onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe dişle kısas yapıldığını yazdık. Yaralarda da karşılıklı kısas vardır. Kim kısas hakkından vazgeçerse, bu onun günahlarına keffâret olur. Allah'ın indirdiği ile hükmetmey enler, işte onlar zâ­limlerdir."[132] Medine yahudilerinin küstahlığı, Rasülullah (s.a.v.)'den kendilerine gökten bir kitap getirmesini teklif etme noktasına kadar varmıştı: "Kitap ehli, senin kendilerine gökten bir kitap indirmeni is­terler. Onlar, Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve ona, 'Bize Allah'ı apaçık göster.' demişlerdi. Zulümlerinden ötürü onlan yıldırım çarpmıştı. Kendilerine apaçık deliller geldikten son­ra da,, buzağıyı tanrı olarak benimsediler, fakat bunları affettik ve Musa'ya apaçık bir hüccet verdik. Söz vermeleri için Sina dağını üzerlerine kaldırdık ve onlara, 'Kapıdan secde ederek girin.' dedik ve onlara, 'Cumartesi günü yasağını çiğnemeyin!' dedik, onlardan sağlam bir söz aldık."[133]    Ş. Hz. Musa (A.S.) Ve Hz. Hızır (A.S.)   Kur'ân-ı Kerim, Hz. Musa (a.s.) ile ondan daha bilgili sâlih bir kul olarak tanıttığı bir şahsın yolculuklarını anlatmış; ancak bu kul hakkında bu yolculukta geçenler dışında bilgi vermemiş­tir. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise buna ilâve olarak, bu sâlih kulun oturduğu kurak ve otsuz yerlerin derhal yeşillendiğini ve adının Hızır olduğunu söylemiştir.[134] Kur'ân-i Kerim'de Hz. Musa (a.s.) ile bu arkadaşının yolcu­luklarının başlangıç sebebi hakkında bilgi bulunmamaktadır. Ancak bu konuda bâzı hadisler nakledilmiştir. Bu rivayetlerden birine göre, Hz. Musa (a.s.) bir gün kavmine hitap etmiş, etkili konuşmasıyla herkesi ağlatmiştı. Bu sırada kendisine insanların en bilgilisinin kim olduğu soruldu. Hz. Musa (a.s.), fazla düşün­meden, en bilgili insanın kendisi olduğunu söyleyivermişti. Bu­nun üzerine Cenab-ı Hak, bu cevabının doğru olmadığını haber vererek onu uyardı. Çünkü cevabını kesin olarak bilmediği bu soruyu Allah'a havale etmesi gerekiyordu. Onu uyaran Cenab-ı Hak, şöyle vahyetti; "Aksine, senden daha bilgili bir kulum vardır, O kul iki denizin birleştiği yerdedir."[135] Bu konuda aktarılan diğer bir habere göre ise, Hz. Musa (a.s.), Yüce Allah'a kendisinden daha bilgili bir kul olup olmadığını sormuş; eğer var ise kendisi­ni o kula götürmesini istemişti.[136] Neticede Hz. Musa (a.s.)'a Allah tarafından bir balık alıp sepete koyarak yola çıkması, balığı nerede kaybederse, o bilgili kulu orada bulacağı bildirildi. Bunun üzerine Hz. Musa (a.s.), bir balık alıp sepete koydu, hizmetkârı olan genç (Yûşâ b. Nün)[137] ile birlikte yola koyuldu. İki denizin birleştiği yere geldiklerinde, istirahat için bir kayanın üzerine oturmuşlardı. Bu esnada Hz. Musa (a.s.) uykuya daldı.Tam o sırada hareketlenmeye başlayan balık, hizmetkârın gözlerinin önünde denize düştü ve sür'atle denizin derinliklerine daldı. Hz. Musa (a.s.) uykudan uyanınca, kendisine sepetteki ba­lığın canlanarak denize daldığını söylemeyi unutan hizmetkârı ile birlikte yoluna devam etti. O ikisi, günün kalan kısmını ve geceyi yürüyerek geçirdiler. Ertesi gün Hz. Musa (a.s.), hizmet­kârına yorulduklarını söyleyerek ondan yiyecek torbasını getir­mesini istedi. Efendisinin yiyecek torbasını İstemesi üzerine de­likanlı, sepetteki balığın canlanarak denize daldığını hatırladı ve bunu unutmuş olduğu için çok üzüldü. Pişmanlık içinde önceki oturdukları yerde balığın denize kaçmış olduğunu söyledi. Du­rumu olay yerinde uykusundan uyandığı anda haber vermeyi düşündüğünü, ancak şeytanın bunu kendisine unutturduğunu söyleyerek ondan özür diledi. Fakat korktuğu başına gelmemişti. Aksine duyduklarından memnun kalan Hz. Musa (a.s.), "Bizim istediğimiz de buydu!" diyerek hizmetkârıyla birlikte balığın kay­bolduğu yere geri döndü. Balığın denize atlamış olduğu kaya­ya[138] geldiklerinde, bir adamın o kayanın üzerinde elbisesine bürünmüş bir halde oturduğunu gördüler. Kur'ân-i Kerim, Hz. Mu­sa {a.s.) ile hizmetkârı olan gencin yola çıkmaları ve kaya üze­rinde kendilerini bekleyen bu sâlih kul ile buluşmalanyla ilgili olarak şu bilgiyi vermektedir: "Musa, genç arkadaşına, 'Ben iki denizin birleştiği yere u-laşmaya, yahut yıllarca yürümeye kararlıyım.' demişti. İkisi iki denizin birleştiği yere ulaşınca, balıklarını orada unutmuşlardı. Balık bir delikten kayıp denizi boylamıştı. Oradan uzaklaştıkla­rında Musa, yanındaki gence, 'Azığımızı çıkar, andolsun bu yolcu­luğumuzda yorgun düştük.' dedi. O genç, 'Bak sen! Kayalığa vardığımızda baliği unutmuş­tum. Bana onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır. Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitti.' dedi. Musa, 'İstediğimiz zaten buydu.' dedi. Hemen geldikleri yol­dan izleri üzerinde geri döndüler. "[139] Selamlaşma ve tanışmanın ardından, Hz. Musa (a.s.), ka­yanın üzerinde buldukları adama, yanma kendisine verilen ilim­den öğrenmek için geldiğini söyledi. Sâlih kul (Hızır a.s.), şöyle cevap verdi: "Ey Musa! Ben bir ilim üzereyim ki, o ilmi bana Allah Öğret­miştir, sen onu bilmezsin. Sen de Allah'tan verilen, O'nun öğrettiği bir ilim üzeresin ki, onu da ben bilemem." Hz. Musa (a.s.), ona ilim öğrenmek maksadıyla bir süre yanında kalacağını ve bu süre boyunca kendisine tabi olacağını söylemişti. Ancak o, kendisiyle birlikte olduğu takdirde müşahe­de edeceği bâzı şeylerin hikmetini anlayamayacağını ve bunlara sabredemeyeceğini hatırlattı. Hz. Musa (a.s.), Allah'ın izniyle gördüklerine sabredeceğine ve onun hiçbir işine itiraz etmeyece­ğine söz verince, ikisi birlikte yola çıktılar. O sırada sahile yakla­şan bir gemiye binmişlerdi. Hz. Hızır (a.s.), bir süre sonra, gemi­cilere fark ettirmeden geminin bâzı yerlerini tahrip edip delmeye başladı. Gördükleri karşısında dehşete kapılan Hz. Musa (a.s.), ona verdiği sözü unutarak, gemilerine almak suretiyle kendileri­ne iyilik yapan gemicilere nasıl olup da kötülük yapabildiğini sordu. Ancak onun yola çıkarken yapmış oldukları sözleşmeyi hatırlatması üzerine pişman olup ondan özür diledi. Gemiden in­dikten sonra, oyun oynamakta olan bir kaç çocuğa rastlamışlar­dı. Hz. Musa (a.s.)'in arkadaşı bu çocuklardan birini aldı ve uzakça bir yere götürüp onu öldürdü. Gördüğünden dehşete kapı­lan Hz. Musa (a.s.), bu defa da kendisini tutamamıştı; arkadaşı­na suçsuz bir çocuğu öldürmekle çok kötü bir iş yaptığını söyle­di. Sâlih kul, tekrar başta söylediklerini hatırlatınca, Hz. Musa (a.s.), yine pişman olduğunu açıkladı. Bunun son olacağını, ar­tık bundan sonra bir şey sorarsa, kendisini terkedebileceğini söyledi. Sonra yürümeye devam ettiler. Yorgun ve aç bir vaziyet­te bir köye girdiler. Köylülerden yiyecek şeyler istediler. Ancak köylüler onlara hiç bir şey vermedi. Bu köyden çıkarlarken, yı­kılmak üzere olan bir duvar görmüşlerdi. Sâlih kul, hemen işe girişip duvarı düzeltti, onu sağlam hale getirdi. O sırada yiyecek bir şeyler satın alabilmek için paraya çok ihtiyaçları olduğu hal­de yaptığı bu iş karşılığında bir ücret de istememişti. Onun bu haline hayret eden Hz. Musa (a.s.), yine kendisini tutamadı ve, "Keşke bu iş karşılığında bir ücret olsaydın, onunla yiyecek bir şeyler satın alırdık!" deyiverdi. Arkadaşı, bu üçüncü itirazından sonra yollarının ayrıldığını söyleyip, yapmış olduğu üç anlaşıl­maz işin hikmetlerini açıkladı: Bindikleri geminin yoksul bir aileye âit olduğunu, sağlam gemilere el koyan hükümdarın bu gemiyi almasını engellemek niyetiyle gemide tamiri mümkün bir delik açtığını belirtti. Böyle­ce zâlim hükümdarın beğenip almadığı gemi, sahiplerinin elinde kalacaktı. Öldürdüğü çocuğa gelince, kötü mizaçlı ve kötü ah­laklı azgın biri olan bu çocuğu, mü'min ve hayırlı birer insan olan anne ve babasını da küfre sevketmesinden korktuğu için öldürdüğünü söyledi. Tamir ettiği duvarın ise iki yetime ait oldu­ğunu ve altında bir hazine bulunduğunu belirtti. Allah'ın o hazi­nenin bu iki yetimin menfaati için korunmasını istediğini, bu maksatla, duvarın yıkılması durumunda ortaya çıkacak hazineyi, iki yetim büyüyüp ergenlik çağına geldiklerinde çıkarsınlar diye, duvarı tamir ederek gizlediğini söyledi. Ayrıca bütün bu yaptıklarını, doğrudan kendi düşüncesi ve görüşüyle değil, ken­disine gönderilen bir ilimle yaptığını açıkladı. Kur'ân-i Kerim, Hz. Musa (a.s.) ve bilgisine başvurduğu arkadaşi/sâlih kul arasında geçen konuşma hakkında şunları aktarmaktadır: "Musa ve hizmetkârı kayaya vardıklarında, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz sâlih kullarımızdan birini buldular. Musa ona, 'Allah'ın sana öğ­rettiği hayra götüren ilim ve hikmetten bana öğretmen için peşin­den gelebilir miyim?' dedi. O kul, 'Sen doğrusu, benimle arkadaşlığa ve benim yaptıkla­rıma dayanamazsın, hikmetini kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirsin?' dedi Musa, 'Allah dilerse sabrettiğimi göreceksin, sana hiç bir iş­te karşı gelmeyeceğim,' dedi. O ise, 'O halde, eğer benim peşimden geleceksen, ben sana anlatmadıkça yaptığım herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın.' dedi. Bunun üzerine kalkıp gittiler; sonunda bir gemiye bindiklerinde, sâlih kul, gemiyi deliverdi. Musa, 'Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın!' dedi. Sâlih kul, Musa'ya, 'Ben sana yaptığım işlere dayanamaz­sın demedim mi?' dedi. Musa, 'Unuttuğum için bana çıkışma, şu işimde bana zorluk çıkarma!' dedi. Yollarına devam ettiler, sonunda bir erkek çocuğa rastladı­lar. Sâlih kul hemen çocuğu öldürdü. Musa, 'Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıy­dın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın!' dedi Sâlih kul, 'Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın deme­dim mi?' dedi. Musa, 'Bundan sonra sana bir şey sorarsam benimle arka­daşlık etme. Artık ondan sonra benden ayrılmakta mazur sayılır­sın. ' dedi. Yine yola koyuldular; sonunda vardıkları bir kasaba halkın­dan yiyecek istediler. Kasaba halkı, bu ikisini misafir etmek iste­medi. İkisi, şehrin içinde yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Musa'nın arkadaşı hemen o duvan doğrultuverdi Musa, 'Dilesey-din buna karşı bir ücret alabilirdin!' dedi O şöyle cevap verdi: İşte bu, seninle benim ayrılmamızı ge­rektiriyor. Şimdi sana dayanamadığın işlerin hikmetlerini anlata­cağım: O deldiğim gemi, geçimini denizden sağlayan birkaç yok­sula aitti; ona hasar vermek istedim, çünkü peşlerinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı. Öldürdüğüm erkek çocuğuna gelince; onun anası ve babası inanmış kimselerdi Ço­cuğun onları azdırmasından ve o ikisini de inkâra sürüklemesin­den korktuk. Rablerinin o ana-babaya bu çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik. Ücretsiz düzelttiğim duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; babalan da iyi bir kimseydi Rabbin onların ergenlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rah­met olarak hazinelerini bizzat çıkarmalarını istedi. Dolayısıyla ben, bütün bunları kendiliğimden yapmadım. İşte sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur."[140] Musa-Hızir kıssası, burada sona ermektedir. Bu şekilde sona eren kıssada, ilme verilen önem, ilim ve ilim öğrenmek için gösterilen fedâkârlık dikkat çekmektedir. Hz. Musa (a.s.), bir peygamber olduğu halde, bu sâlih kuldan ilim öğrenmek için büyük zahmete katlanmış, kendisini hayrete düşüren durumla­ra rağmen sonuna kadar sabretmesini bilmiştir. O, talebede bu­lunması gereken edep ve ilim tahsilinde gururun terki hususun­da da örnek olmuştur. Diğer taraftan bu kıssanın muhtevasında, iki zarardan büyüğünü küçüğüyle gidermenin, daha büyük kö­tülüklere yol açılmaması için onları önleyecek bâzı yasaklan yapmanın, malın tamamını kurtarmak için bir kısmını tahrip etmenin cevazı vardır. Yine sâlih ana-babamn çocuklarına; ha­yırlı evlâdın da onlara faydası açıkça görülmektedir. [141]   T. İnek Kurbanı Meselesi   Bu konuda aktarılan bâzı rivayetlere göre, İsrailoğulları i-çinde zengin bir adam vardı. Çocuğu olmayan bu adamın fakir bir yeğeninden başka mirasçısı bulunmuyordu. Bu yeğen, mira­sına bir an önce konmak için yaşlı amcasını öldürüp cesedini yola attı. Ardından Hz. Musa (a.s.)'a gelerek, amcasının meçhul bir şahıs tarafından öldürülüp cesedinin yola atılmış olduğunu haber verdi; bir peygamber olarak katili ancak kendisinin bilebi­leceğini söyledi ve ondan katili bulmasını istedi. Bunun üzerine Hz. Musa (a.s.), bu olayın içyüzünü ortaya çıkarabileceklerin kendisine gelmelerini istemişti. İnsanlar etra­fında toplandığı sırada, Cenab-i Hak ona, katili ortaya çıkarmak için, kavmine bir inek boğazlamalarını emretmesini vahyetti. Allah'ın emrini onlara aktaran Hz. Musa (a.s.), beklemediği bir tavırla karşılaştı. İsrailoğulları, inek kesmemek için bahaneler aramaya başladılar. Anlaşılan onlar, Mısırlılar'dan etkilenerek benimsemiş oldukları ineğin kudsiyeti ve ineğe tapma İnancını henüz kafa ve gönüllerinden çıkaramamışlardı. Tevhid inancını gerektiği şekilde benimseyip-benimsemediklerini de ortaya koya­cak bu imtihanda onlar, önce Hz. Musa (a.s.)'m kendilerini alaya aldığından şikayet ettiler. İşin ciddî olduğunu öğrenince İse ince ayrıntılara girdiler ve ineğin rengini, yaşını ve diğer özelliklerini sayıp dökmeye başladılar. Her yeni soru, hoşlarına gitmeyecek bir özellik getirdi ve sonunda Allah tarafından o dönemde özel­likle tapınmak için seçilen altın sarısı renginde bir inek kurban etmeleri emredildi. Kur'ân-ı Kerim, bu konuda yaşananları şöyle dile getirir: Musa kavmine, 'Allah, muhakkak bir sığır boğazlamanvzı emrediyor.' demişti 'Bizi alaya mı alıyorsun?' dediklerinde de, 'Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım.' dedi. Onlar, 'Rabbine bizim adımıza yalvar da ineğin özelliklerini bize bildirsin.' dediler. Musa, 'O, onun ne çok yaşlı, ne de çok genç, ikisinin ortası bir sığır olduğunu söylüyor, size emrolunanı yapın.' dedi. 'Rabbine bizim adımıza yalvar da ineğin rengim bize bildir­sin!' dediler. Musa, 'Rabbim, onun, bakanların içini açan parlak san renkli bir sığır olduğunu söylüyor.' dedi. 'Rabbine bizim adımıza yalvar da, mahiyetini bize bildirsin, çünkü sığırlar, bizce, birbirine benzemektedir. Allah dilerse biz şüphesiz doğruyu bulmuş oluruz.' dediler. Musa şöyle dedi: 'Yeri sürüp, ekini sulayarak boyunduruk altında ezilmemiş, kusursuz, alacasız bir sığır olduğunu söylüyor.' 'Şimdi gerçeği bildirdin.' deyip sığırı boğazladılar; az kalsın bunu yapmayacaklardı. Hani siz bir kimseyi öldürmüş ve suçu birbirinize atmıştınız; oysa Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktı. 'Sığırın bir parçasıyla ölünün cesedine vurun.' dedik. İşte böylece Allah ölüle­ri diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size ayetlerini gösterir. Bu mucizeden sonra, kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Zîrâ taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. "[142] Anlaşıldığı gibi, en yakın bir akrabasını malı için öldürmek suçunu işleyen cânî, kendisini töhmetten kurtarmak maksadıy­la, Allah'ın elçisinden katili ortaya çıkarmasını istemekle, aslın­da kendisini ele verecek bir yola girmişti. Diğer insanlar ise, bir inek kesmelerini isteyen Hz. Musa (a.s.)'ı kendilerini alaya al­makla itham etmişler, bundan kurtulmak için bahane üstüne bahane aramışlardı. Halbuki peygamberlerinin emrine uyarak herhangi bir ineği kesiverseler maksat hasıl olacaktı. Ancak on­lar, her defasında ineğin çeşitli özelliklerini Allah'tan sormasını isteyerek işi uzattılar. Sonunda âyetlerde tarif edilen bir inek bulunup boğazlan­dı. İnekten alınan bir parça ile öldürülmüş olan sahsm cesedine vurulunca, ceset canlanıp ayağa kalktı ve kendisini malına kon­mak için şikâyet sahibi yeğeninin öldürdüğünü söyledikten son­ra tekrar öldü. Bunun üzerine katil yeğen, göz koyduğu ve uğru­na amcasını öldürdüğü maldan hiçbir fayda görmeden kısas gereği öldürüldü. Böylece ineğin kurban edilmesi neticesinde gizli cinayet meydana çıkmış, âyette belirtildiği gibi, insanların bu cinayet sebebiyle birbirini  suçlamaları yüzünden başlayan fitne ve tartışmalar sona ermişti. Kesilmiş olan ineğin bir parça­sıyla vurulan cesedin mucize olarak yeniden canlanması, aynı zamanda ölülerin Cenab-ı Hak tarafından diriltilmesine bir ör­nek olmuş, ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmenin yanlışlığı bu olayda da ortaya konmuştu. Ne var ki, İsrailoğulları'nın taştan daha katı kalpleri bu büyük mucizelerden hiç mi hiç etkilenmi­yordu. [143]   U. İsrailoğulları'nın Hz. Musa (A.S.)'ı Düşman Karşısında Yalnız Bırakması   Hz. Musa (a.s.), Mısır'dan ayrıldıktan sonra kavmini Allah tarafından kendilerine va'dolunan topraklara (=Filistin ve civarı) doğru götürüyordu. Onlara, zaman zaman Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri ve faziletleri anlatıyor, aralarından peygamber­ler göndererek doğru yola ulaştırdığını, başkalarına boyun eğ­mekten kurtararak hürriyetlerine kavuşturduğunu ve güzel rızıklar verdiğini hatırlatıyordu. O kavmiyle birlikte bir yılı aşkın bir süre Sînâ dağı civarında kaldı. Sonra Allah tarafından kendi­sine İsrailoğullan'nı Filistin'e götürüp orayı fethetmesi emredildi. Bu emir üzerine onların başında yola çıkan Hz. Musa (a.s.), böl­geye yaklaştıklarında, Allah'ın aralarından peygamberler gön­dermek ve kendilerini Mısır'da yaşadıkları esaret hayatından kurtararak hürriyetlerine kavuşturmak suretiyle o ana kadar hiçbir topluma nasip olmayan ihsanlarda bulunduğunu hatırla­tıp, Allah'ın Kudüs ve civarını Levh-i mahfuz'da kendileri için yazdığını söyleyip, onları korkaklıktan ve cihadı bırakıp geriye kaçmaktan sakındırdı ve ısrarla o bölgeye girmelerini emretti. Geriye dönüp kaçtıkları takdirde yeniden zillete düşeceklerini belirtti: "Musa, kavmine, Ey milletim! Allah'ın size olan nimetini ha­tırlayın; hani içinizden peygamberler çıkarmış ve sizi melikler yapmış, dünyada kimseye vermediği nimetleri (kölelikten kurtarıp kendi işinize hükümran olmayı) size vermişti. Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes topraklara girin, ardınıza dönüp cihaddan kaçmayın, yoksa kaybedenler olarak dönersiniz.' demişti."[144] Kudüs'e yaklaştıklarında, Hz. Musa (a.s.), kavmini tanzim etti, her bir s ıb ti/kabileyi müstakil bir grup halinde düzenledi ve oniki kabileden her birinin başına bir sorumlu/nakîp tayin etti. Sonra onlardan iman ve tevhid üzerine bağlılık yemini aldı: "Andolsun ki Allah, İsraüoğullan'ndan söz almıştı. Biz, onla­ra içlerinden oniki başkan göndermiştik. Allah, onlara şöyle de­mişti: 'Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onlara yardım ederseniz ve Allah'a güzel borç verirseniz, muhakkak ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan son­ra, içinizden kim inkâr ederse, şüphesiz doğru yoldan sapmış olur."[145] Kabilelerinden sorumlu bu başkanlar emredilenleri yerine getirmek hususunda onlara kefil olmuşlardı.  Kabileleri adına bağlılık yemini, onlar tarafından yapılmıştı. Hz. Musa (a.s.}, da­ha sonra bu nakipleri, Kudüs halkı Ken'ânîler hakkında bilgi toplamaları için keşif kolu olarak gönderdi. Nakipler bu topluma ulaştıklarında onların güçlü kuvvetli insanlar olduklarını görün­ce onlardan korktular ve korku içinde geriye döndüler. Kadeş'te kendilerini beklemekte olan Hz. Musa (a.s.)'a raporlarını sundu­lar. Onlardan duydukları korku yüzünden savaştan vazgeçme teklifinde bulundular. Ancak içlerinden ikisi yani Yûşa ile Kâleb, Allah'a verdikleri sözü bozmaktan korkarak, kesinlikle savaşılmasını istediler ve şehre nasıl girileceği hususunda tekliflerini açıklayıp, sonrası için Allah'a güvenmelerini söylediler.[146] Diğer on nakib ise, Ken'ânîler şehirde bulunduğu sürece oraya asla girmeyeceklerini açıklayarak, Hz. Musa (a.s.)'a şöyle demişlerdi: "Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız!" İsrail oğulları'nın düşman karşısında peygamberlerini yalnız bırakması, Kur'ân-i Kerim'de şöyle anlatılmaktadır: "Ey Musa! Orada zorba bir millet vardır, onlar oradan çık­madıkça biz oraya girmeyeceğiz. Eğer şehirden çıkarlarsa, biz de hemen gireriz." dediler. Allah'tan korkanlardan, Allah'ın kendile­rini nimete erdirdiği iki adam, 'Onların üzerine kapıdan yürüyün, oraya girdiniz mi, şüphesiz galip gelirsiniz. Eğer inanıyorsanız, sadece Allah'a güvenin,' demişlerdi. Diğer nakibler, 'Ey Musa! Onlar orada oldukça biz asla ora­ya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, doğrusu biz bura­da oturacağız.' demişlerdi."[147]   Ü. İsrailoğulları'na 40 Yıl Sürgün Cezası=Tih/Çöl Hayatı   Nakipleri dinleyen İsrailoğulları'nın savaşmayı reddetmeleri üzerine, Hz. Musa (a.s.) onları ikna etmeye çalıştı. Bu toprakla­rın Allah tarafından kendilerine yazıldığını, savaşı göze aldıkları takdirde orayı muhakkak fethedeceklerini söyledi. Ne var ki, onu destekleyen Yûşâ ile Kâleb, çoğunluğun tepkisine mâruz kaldı­lar. Savaşmamakta kararlı olan çoğunluk, bu iki nakibİ taşa tutmaya kalkıştılar. Bu durum karşısında onları ikna edemeye­ceğini anlayan Hz. Musa (a.s.), Cenab-ı Hak'tan, kendisiyle fâsık kavminin arasını ayırmasını istedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, İsrailoğulları'nın kırk yıl süre ile Arz-ı mukaddes'e girmelerinin yasaklandığını ve bu müddet içinde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklarını bildirdi;  ayrıca Hz.   Musa (a.s.)'ı  teselli  ederek yoldan çıkmış bu toplum için üzülmemesini tavsiye etti: "Musa, 'Rabbim! Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçi-rebiliyorum; artık bizimle bu yoldan çıkmış toplumun arasını ayır.' dedi. Allah, 'öyleyse orası onlara kırk yıl haram kılındı; bu müd­det içinde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen, yol­dan çıkmış millet için tasalanmaf' dedi."[148] İsrailoğulları, bundan sonra geriye İzlerine döndüler. Allah tarafından cezalandırılmanın bir sonucu olarak 40 yıl boyunca çölde evsiz-yurtsuz bir vaziyette şaşkın şaşkın dolaştılar. Her sabah bir yurt seçmek niyetiyle yola çıkıyorlar; ancak bir yerde karar kılamıyorlardı. Bu yıllarda Amâlikalılar, Amorîler, Moablar, Edomitler ve Medyenliler'in saldırılarına mâruz kaldı­lar. Bu müddet içinde, çok garip haller yaşadılar.[149] Bu ceza, korkaklıkları ve Hz. Musa (a.s.)'ı düşman karşı­sında yalnız bırakmaları yüzünden İsrailoğulları'na, akıllarını başlarına almalarını sağlamak ve onları terbiye etmek için veri­len sürgün hayatı veya sahrada geçirilen müebbet hapis mahiye­tindedir. Onlar, zulüm altında ezilmiş olmanın ruhlarında tabiat haline getirdiği zilleti, korkaklığı, ihaneti ve dönekliği üzerlerin­den atmaları İçin, böyle bir imtihana tabi tutulmuşlardır. Bu sayede,  irade gücü, verilen vazifeyi kararlılıkla yerine getirme kabiliyeti ve davete icabet gibi üstün hasletler kazanmaları is­tenmiştir. Çok kalabalık bir halde Sînâ yarımadasına girdiklerinde, başlarını sokabilecekleri evleri ya da çadırları olmadığı gibi, ora­da gölgesinde serinleyebilecekleri ağaçlar dahi bulunmuyordu. Bu durumda, Allah'ın yardımı olmaksızın çölün yakıcı sıcağın­dan kurtulmaları, yiyecek ve içecek maddelerini temin etmeleri mümkün değildi. Benî İsrail, çölde başlarında bulunan iki pey­gamber sayesinde, kendilerine verilen terbiye maksatlı bu sür­gün cezası esnasında da, çeşitli mucizevî nimetlerden istifâde ettiler. Allah Teâlâ, yapmış oldukları itaatsizliklere rağmen, onla­ra burada da çeşitli ikramlarda bulundu. Gerek kendilerinin gerekse hayvanlarının su içmesi için pınarlar, onları gölgeleye­cek bulutlar, yiyecek maddesi olarak kudret helvasıyla bıldırcın­lar ihsan etti. Ancak onlar, bu nimetlere nankörlük etmekten de çekinmediler, yine zulme başvurdular: "Biz, onlan (İsrailoğullan'nı) oniki sıbta/kabileye, oniki top­luluğa ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde, Musa'ya, 'Asa­nı taşa vur.' diye vahyettik. Taştan oniki pınar kaynayıp aktı. Böylece bu topluluklardan her biri, su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Onların üzerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvasıyla (el-menn) bıldırcın (es-selvâ) indirdik. Sonra da şöyle dedik: 'Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyiniz.' Onlar (gü­nahkâr davranışlarıyla} bize zulmetmiyorlar; fakat kendi kendile­rine zulmediyorlar."[150] İsrailoğulları'nm çoğu, yine şükretmesini bilmiyordu. Bu nimetlerle yetinmeyerek Hz. Musa (a.s.)'a geliyorlar ve kendileri­ne ikram edilen bu nefis yiyeceklerden bıktıklarını açıklayıp, önceden yedikleri bakliyat cinsinden yiyecekler vermesi için Al­lah'a dua etmesini istiyorlardı: "Musa, milleti için su aramıştı. 'Asanla taşa vur!' dedik; taş­tan oniki pınar fişkırdı her kabile su içeceği yeri bildi. Allah'ın rızkından yiyin, için, yalnız yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. 'Ey Musa! Bir çeşit yemeğe dayanamayacağız, bizim için Rabbine yalvar, bize, yerin bitirdiği sebze, hıyar, sarımsak, mer­cimek ve soğan yetiştirsin.' demiştiniz de, Musa, 'Hayırlı olanı daha düşük şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? (öyleyse utanç ve zillet içinde) Mısır'a dönün, şüphesiz orada istediğiniz vardır.' de­mişti. Onlara yoksulluk ve zillet damgası vuruldu, Allah'ın gaza­bına uğradılar. Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerindendi. Bu, isyan etmelerinden ve taşkınlık yapmalarından ileri gelmekte idi.[151]   V. Hz. Musa Ve Hz. Harun'un Vefatları   İsraüoğulları'ndan Tîh sahrasında girdikleri sırada yirmi yaşını aşmış olanların çoğu, bu sahrada şaşkın şaşkın dolaş­makla geçirilen kırk yıllık sürede vefat etmişlerdi. Rivayetlere göre, onlarla birlikte olmalarına rağmen Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla sürgün hayatı kendilerine kolaylaştırman Hz. Musa (a.s.) ve kar­deşi Hz. Harun (a,s.) da ölenler arasında idi. O ikisi dağdaki bir mağaraya gitmişler, Hz. Harun (a.s.) orada vefat etmişti. Onu defnedip İsrailoğullan'nın yanma yalnız başına dönen Hz. Musa (a.s.), rivayete göre, kardeşini öldürmekle itham edildi. İftiracılar, onun bu cinayeti, halkın Hz. Harun (a.s.)'ı daha fazla sevmesi yüzünden kıskançlık sebebiyle işlediğini söylüyorlardı. Onların bu iftirasını Allah'a arzeden Hz. Musa (a.s.), onları kardeşinin kabrinin bulunduğu yere götürmekle emrolundu. Kabrin başına vardıklarında Allah'ın izniyle canlanan Hz. Harun (a.s.), onlara normal bir ölümle öldüğünü söyledi.[152] Hz. Musa (a.s.), kardeşi Hz. Harun (a.s.)'dan 3 veya 6 yıl sonra vefat etti. Geçtiği gibi O, Allah tarafından kendilerine va'dolunan Filistin'e girmek için harekete geçmiş, orada kuvvetli bir kavim gören İsrailoğulları, savaşmaktan kaçınmışlardı. Son günlerde Arz-ı mukaddes'e yaklaşmak için Doğu Ürdün'deki Moab dağına doğru giden Hz. Musa (a.s.), Allah'a yalvararak, Kudüs'e yakın bir yerde ölmek istediğini bildirmişti. O sırada Moab ve civarını fethederek Heşban ve Ş itim'e ulaştı. Neticede, Erîha civarındaki Abanm dağında öldü ve kırmızı kumlarla kaplı bir tepenin alt tarafında yol kenarına defnedildi. Rasülullah (s.a.v.), onun kabrinden bahsederken,   "Orada olsaydım,  onun kırmızı kum tepesinin alt tarafında yolun kıyısında kalan kabrini sizlere gösterirdim.' demiştir.[153] Musa (a.s.), rivayete göre, 120 yıl yaşamıştı. [154]   Y. Hz. Musa'nın Kavminden Gördüğü Eziyetler   İsrailoğulları, peygamberleri Hz. Musa (a.s.)'a yaptıkları e-ziyetlere son vermiyorlar, peygamber olduğunu bildikleri halde, onu rahatsız etmek için bahane üstüne bahane buluyorlardı. Kur'ân-ı Kerim, onların bu küstahlığına şöyle işaret eder: "Hani bir zaman Musa, kavmine, 'Ey kavmim,! Allah'ın sizle­re gönderdiği bir peygamber olduğumu bildiğiniz halde, niçin ba­na eziyet ediyorsunuz?' demişti. Onlar, doğrudan sapınca, Allah da onların kalplerini saptırmıştı. Allah, doğru yoldan çıkan bir kavmi hidâyete erdirmez."[155] Cenab-ı Hak, onların bu durumunu örnek vererek, biz müslümanları, yahudiler gibi olmaktan men etmiştir: "Ey iman edenler! Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın. Al­lah, Musa'yı onların iftiralarından temize çıkarmıştır. Musa, Allah nezdinde değerli bir kul idi."[156] Rasülullah (s.a.v.) de, Hz. Musa (a.s.)'ın kavminden gördü­ğü bu eziyetlere ve onlara karşı gösterdiği sabıra işaret etmiştir. İbn Mesud'dan nakledildiğine göre, Huneyn ganimetlerinin tak­simi sırasında, bir şahıs, bu taksimde haksızlık yapıldığını ve dağıtımda Allah rızâsının gözetilmediğini söylemişti. İbn Mesud, onun bu yu yakışıksız sözlerini Rasülullah (s.a.v.)'e aktarınca, öfkesinden yüzünün rengi değişti ve şöyle buyurdu: "Allah'ın rahmeti Musa'nın üzerine olsun! Şüphesiz o, bun-dan daha fazla  eziyet görmüş,   buna  rağmen  sabretmiştir."[157]   

        Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...