24 Temmuz 2014

101 EMİR PDF E-KİTAP




101 EMİR PDF E-KİTAP
ÖNSÖZ
Ey Müslüman Kardeşim! 
Rabbimiz, Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’ında 83 yerde namazı, 43
yerde: “ekîm” kelimesiyle namazı dosdoğru kılmayı, 13 yerde 
rükû etmeyi ve 64 yerde de secdeyi emretmektedir. Bu 83
yerdeki namaz emrinin 33’ü, zekâtla birlikte zikredilmiştir. 
Peygamberimiz ise hadisi şerifinde namazı ibadetlerin en 
hayırlısı olarak tavsiye etmiştir.(K.Sitte, 2324.) 
*** 
Đşveren bir patronu düşün! İşçisine 83 defa şu işi yap diye 
bir emir verir. Sıkı sıkı tembih eder. Fakat işçi o işi 
yapmazsa işveren onun hakkında ne düşünür? *** 
Ana babayı düşünün? Oğluna veya kızına 83 defa şu işi 
yapacaksın der. O iş yapılmazsa acaba o ana baba evladına 
nasıl muamele eder dersiniz? 
83 defa namaz emrini veren ne işverenindir, ne de baban. 
(Sana el veren, ayak veren, göz veren, kulak veren, eş veren, iş
veren, azık veren, rızık veren, hayat veren, seni yoktan var eden; 
RAB’bindir bu emri veren!)
İşte Hayat Bu, İyi Düşün! 
Dünyada insan ömrü ortalama 70 yıldır. 
Bunun 15 senesi çocukluk çağlarına gidince geriye 55 yıl kalır. 
55 yılın toplamı 20.075 gün eder. Eğer Günde beş vakit namaz 
kılsan; her vakit namaz da 20 dakikanı alsa günde 100 dakika 
yapar. 55 yılda namaza ayırdığın zaman; 1.394 gün veya 33.458 
saat eder. 70 yıllık koskoca bir ömür de namaz ibadeti için 
harcanan vakit 3 yıl 9 ay 29 gün eder.
*** 
Sana çok cömert birisi 70 altın verse, senden bu altınların 
3.5’unu kendisine geri hibe etmeni istese, bunu vermemek 
nankörlük olmaz mı? 

ZOR GÜNLER PDF E-KİTAP


ZOR GÜNLER PDF E-KİTAP
ÖN NASİHAT
 Kıymetli din kardeşim! - O yüce peygamberimiz (s.a.v) sahabeyi Kuzin’e şöyle derdi: 
 “Ey Allah’ın kulları Allah’tan gelen emirleri size tebliğ Ettim mi? Anlattım mı?
 Onlar da: “Anlattın Ya Resullallah” deyince, peygamberimiz; 
 -“Şahit ol yarab! Şahit ol yarab!” derdi. 
 - Bizler de o peygamberin ümmetleri değil miyiz? 
 O güzel peygamberimiz, “El Ulema Verasetül Enbiya” 
 Yani, 'Alimler peygamberlerin varisleridir, buyurmuştu.
 - Her ilim sahibi erkeği, kadını, derecesi ne olursa olsun, vazifeli olsun veya olmasın, yeter ki Hakkı anlatsın. Ulaşabildiği kadar, Ümmeti Muhammed’in cehenneme gitmesini önlemek için uyarması üzerine, bir borç olduğunu unutmaması lazım. 
 -Çünkü, Peygamberimiz (s.a.v.) bir çok hadis-i şerifleri ile bizlere, “ailelerinizin yanına dönünüz öğrendiklerinizi onlara öğretiniz!" buyurmuştur Buhari,
 İlim, 25 -“Tebşîr edin ve kolaylaştırın; öğretin, nefret ettirmeyin!» buyurmuşlar,….M, Eşribe, 
70 “Kur’ân-ı ve feraiz ilmini öğrenin ve insanlara da öğretin” T. Feraiz, 
-“Haydin (kendi ailelerinizin yanına) dönünüz, onlara (dîni)Öğretiniz”buyurmuştur Buhari, Edeb, 27 
 -“Kur'an'ı öğreniniz, onu insanlara da öğretin. 
Çünkü ben ölümlü bir kimseyim. 
İlim de yakında’ alınıp yok edilecek ve fitneler ortaya çıkacak” buyurmuştur… Darimi, Mu,, 24 
-“İlim öğretin, kolaylaştırın ve zorlaştırmayın İbn Hanbel, I,”
 -Bu vesile ile okuyanları, yazanları, cümle ümmet-i Muhammedi uyaranların Cenab-ı Hâk’tan affını diliyorum. 
 Yine yüce mevladan bu kitapçığın kabulünü, kusurlarımızın bağışlamasını diliyorum… Amin…

KİMLER NE KADAR SEVERDİ PDF E-KİTAP





KİMLER NE KADAR SEVERDİ
PDF E-KİTAP

ÖN NASİHAT 
Ey Allah’ın dostunu seven dostlar!...-Şunu iyi bilelim ki Sevgi ile hallolmayan hiçbir iş olmaz. Hele hele bu sevgi Allah ve Peygamber sevgisi ise. -Üç kişi bir kişiyi zor zabteder. Ama sevgi karşısında insan kendini ateşe atar. Hatta (Allah korusun!) sevgi karşısında canına kıyar.Onun içindirki,-Mü’min Kardeşim;Yerin ve göğün kötülüklerle dolu olduğug gökler de İnternetler, yerlerde İnciller alenen dağıtılmakta. Gençlerimiz elimizden çalınmakta. Peygamberimizin yerine İsa (a.s)'ı, Kur'an yerine İncil'i sevdirerek Hıristiyanlığı aşılamaktalar. -Burada her Mü'min'e görev düşmekte. Gençlerimize Rasülümüzün sevgisini güzel adetlerini, güzel  ahlakını aşılamamız lazım. 

KUR'AN-I KERİM'DEKİ AYETLER 10 KISIMDIR PDF E-KİTAP







KUR'AN-I KERİM'DEKİ AYETLER 10 KISIMDIR
PDF E-KİTAP

1- İkaz edici, 
2- Müjdeleyici, 
3- Nâsih [Hükümsüz bırakan âyetler], 
4- Mensuh [Hükmü kalkan âyetler], 
5- Nasihat [Öğüt verenler], 
6- Temsil [Örnekli olanlar], 
7- Muhkem [Hükmü kesin olanlar], 
8- Müteşabih [Tevili gerektirenler], 
9- Helâli bildirenler, 
10- Haramı bildirenler. (Ebu Nasr) 


O GÜN KİM KİMDEN KAÇACAK PDF E-KİTAP





O GÜN KİM KİMDEN KAÇACAK
PDF E-KİTAP

DERSİMLİ DİYAP AĞA VE ATATÜRK

Bir Dersim hikayesi: Diyap Ağa'dan torun Gürsel'e

Akşam'dan Gürkan Hacır, CHP'de kritik gelişmelere imza atan Gürsel Erol ve dedesi Diyap Ağa ile ilgili dikkat çekici satırlara imza attı. Cumhuriyet öncesi ve Cumhuriyet'e geçiş sürecinde Dersimli Diyap Ağa'nın tutumunu ve yaptığı 2 çarpıcı konuşmayı hatırlatan Hacır, "Dede Diyap Ağa, ilk Kemal'e (Atatürk) mutlak bağlıydı, torun Gürsel Erol ise son Kemal'e (Kılıçdaroğlu)" diye yazdı.
 İşte Dersimli ve CHP'li bir ailenin hikayesi...
Uzun zamandır Dersimli Diyap Ağa'yı yazmak istiyordum. Fırsat olmamıştı. Geçtiğimiz hafta CHP'deki kurultay dengelerini ve liste savaşlarını yazarken özellikle bir kişiden söz ettim; hatırlarsınız. CHP'yi yeniden dizayn eden adam Gürsel Erol'dan. Hatta ona 'CHP'nin Cüneyt Zapsu`su' adını takmıştım. Öyle ya, hem parti içinde çok etkili hem hiçbir resmi görevi yok. Hem dizayn ediyor, yön veriyor hem de hiç makam, mevki talebinde bulunmuyor! 1 numaraya daima çok yakın!

DERSİMLİ DİYAP AĞA'NIN TORUNU

Hafta içi, 'gercekgundem.com' internet gazetesi sahibi arkadaşım Barış Yarkadaş'ın köşe yazısında gördüğüm bir cümle kafamda şimşek çaktırdı. Gürsel Erol , Dersimli ünlü Diyap Ağa'nın torunuydu. Hemen Erol'u aradım. Önce geçtiğimiz hafta yazdıklarım için tebrik etti. Ardından da ince bir sitem.
Listelerin hazırlanmasında Ekrem Kerem Oktay'ın etkisinin olduğunu, sekreterya işini onun yüklendiğini ama listelere son şekli yine Kemal Bey'in verdiğini söyledi. Ben de 'aksi bir şey yazmadım zaten' dedim. 'Son gün listelerden haberim vardı' diye ekledi. Oysa ben son gün Kemal Bey'in onu tamamen 'by-pass' ettiğini yazmıştım, öyle olmadığını söyledi. 'Ekrem Kerem Oktay vardı ama ben de vardım' dedi.
Tam anlaşamadık!

DEDESİ İLK KEMAL'E O SON KEMAL'E BAĞLI

Neyse... Benim merakım başkaydı. 'Diyap Ağa'nın torunuymuşsunuz doğru mu?' dedim. 'Evet! Annemin dedesi olur' dedi. 'O zaman bu hafta bir Diyap Ağa yazısı yazmam şart oldu' dedim. Gülüştük, telefonu kapadım.
(Telefondayken aklımdan ironik bir çağrışım geçmedi değil. Dedesi ilk Kemal'e (Atatürk) mutlak bağlıydı, torunu (Gürsel Erol) ise son Kemal'e. Ne ilginç değil mi?)
Cumhuriyet neden Diyap Ağa'ları çoğaltamadı diye hep sorarım kendi kendime. Neden Cumhuriyete ve ülkenin bölünmez bütünlüğüne gönül vermiş yerel fikir önderlerini yaşatamadık?
Oysa Diyap Ağa'lar yaşasaydı ve çoğalsaydı bugün Kürt sorununu halletmiş olmaz mıydık?

SEYİTHAN'IN OĞLU DİYAP

Peki kimdi Diyap Ağa?
1852'de Çemişgezek'de dünyaya geldi. Kürt ve alevi bir ailenin çocuğuydu. Ait olduğu aşiret Ferhatuşağı Aşireti'ydi. Hemen hemen tüm Dersimli aşiretler gibi kökleri Orta Asya, Horasan'a dayanıyordu. 17. Yüzyılın sonlarında Dersim'e göç etmişlerdi.

DEVLETE İSYANA KALKIŞAN AŞİRETLERDEN OLMADI

Ferhatuşağı Aşireti diğer Dersimli aşiretlere göre daha varlıklı, toprağı iyi kullanan bir aşiretti. Görece daha refah içinde yaşıyorlardı. Bu yüzden Osmanlı'dan bu yana devlete isyana kalkışan aşiretler içinde yer almamışlardı.
Diyap Ağa'nın babası Seyithan Ağa'nın 3 çocuğu oldu. Diyap, Hüseyin ve Ane Hatun. Hüseyin hiç evlenmedi. Ane Hatun ise Diyap Ağa'nın meclise gittiği zamanlarda aşireti yönetti. Çok dirayetli ve kudretli bir kadındı. Diyap Ağa çok genç yaştan itibaren aşiret reisi oldu. 2 evlilik yaptı. İlk evliliğinden çocuk sahibi olmadı. İkinci evliliği Sultan Hatun'dan ise tam 7 çocuğu oldu. Veli, Mahmut, Hüseyin, Hasan, Süleyman, Elif ve Nare. (Ailenin büyük çoğunluğu soyadı kanunundan sonra Yıldırım soyadını aldı. Eski Çankaya Belediye Başkanı Doğan Taşdelen de aynı aileye mensuptur.)
Diyap Ağa genç yaşına karşın Dersim'de saygı duyulan ve biraz da korkulan bir liderdi. 1915 olayları sırasında Ermenilere karşı kalkan olmuş, bölgesindeki Ermenilerin mallarına kimseyi dokundurtmamıştı. 1915'deki bu tavrı onu bölgede bir otorite haline getirmişti.
(Diyap Ağa'yı milli mücadele dönemini anlatan bir çok eserde bulabilirsiniz. Ama yaşamına ilişkin en derli toplu çalışma Kağan Gökalp&Suat Bulut'un yazdığı 'Dersimli Diyap Ağa' adlı kitaptır. Kripto Yayınları)

DERSİM VEKİLİ OLARAK MECLİS'E DAVET EDİLDİ

İlk mecliste Dersim mebusu olarak Ankara'ya davet edildi. Peki bu nasıl olmuştu.
İşte burada henüz tam olarak doğrulanamayan bir bilgiye sahibiz. Rivayet o ki Erzurum Kongresi'nden Sivas'a geçecek olan Mustafa Kemal'e, Ali Galip bir saldırı planlamaktadır. Erzurum Kongresi'nden sonra liderliği giderek pekişen Mustafa Kemal'i bu kez yolda avlayacaktır. Bu iş için Dersimli Haydar Ağa'ya yüklü miktarda para verir. Haydar Ağa ise Mustafa Kemal'in yolunu çevirir ve Ali Galip'ten aldığı parayı ona vererek 'Paşam mücadelenizde lazım olur' der.
Atatürk Meclis'in açılışında onu Dersim mebusu olarak çağırır ancak o 'Benim yerime Diyap gelsin' diyerek amca çocuğu olan Diyap Ağa'yı gönderir.
Bu versiyon doğrulanamıyor. Ama Diyap Ağa ile Atatürk'ün özel bir tanışıklıkları olduğu ve bunun da zamanla çok özel bir dostluğa ve ilişkiye dönüştüğünü biliyoruz.
Çünkü Diyap Ağa, ilk mecliste, Mustafa Kemal'in Dersim özel temsilcisi gibidir. Devrimleri, Mustafa Kemal'in yapmak istediklerini Dersimlilere bizzat o anlatır.
Diyap Ağa, kısa süreli parlamento hayatında hiç komisyonda yer almadı. Ama verdiği iki önerge ve iki kürsü konuşması var ki ikisi de birbirinden etkili ve iz bırakan çıkışlar oldu.

KÜRTLER TÜRKLER BİRDİR

1922'de Dersim'in Elazığ'dan ayrılıp vilayet yapılmasını teklif etti. Atatürk'ün de desteğiyle bu teklifi kabul edildi. Dersim vilayet oldu. Meclis konuşmalarına gelince...
Lozan'da Kürtlerin temsil edilip edilmeyeceği tartışılıyordu. Türk heyetinden ayrı bir de Kürt delegasyon gidecek miydi? Bugünlerde sıklıkla dile getirilen temsil hakkına bakın; Diyap Ağa nasıl karşılık verdi.
'Allah yardımcıları olsun. Hangisini münasip görmüşse öyle etsin. Hamdolsun; gidenler dinini, diyanetini bilen adamlardır. Heyet içinde bulunanlar zannederim kendisine, diyanetine hıyanet etmek istemez. Hepimiz biriz. Ne Türklük ne Kürtlük davası vardır. Hep biriz; kardeşiz. Ama düşmanlar bizi birbirimize saldırtmak için tuzaklar kuruyorlar. Sen şöylesin, ben böyleyim filan diye hile yapıyorlar. Ülke ne kadar ileri giderse o kadar iyidir. Bizim dinimiz diyanetimiz birdir. Bazıları bilmiyorlar, birçok şey söylüyorlar. Lailahe İllallah Muhammedin Resulallah! İşte bu...'
Diyap Ağa, Kürt temsilci talebini işte böyle kestirip attı. Ancak konuşmadaki İslam vurgusuna dikkat ettiniz mi? Diyap Ağa Alevi olmasına ve dinsel bir önder olmamasına karşın birleştirici temel unsur olarak hep İslam dinine vurgu yapıyordu.

BAĞIMSIZ KÜRT DEVLETİNE KARŞI ÇIKTI

Diyap Ağa'nın milli mücadeledeki en büyük rolü Koçgiri İsyanı'nda oldu. Sivas, Dersim ve Erzincan Bölgesi'ni kapsayan ve tarihimizdeki en büyük Kürt ayaklanmalarından kabul edilen Koçgiri İsyanı'na Diyap Ağa destek verseydi Ankara hükümetinin işi çok zorlaşacaktı. Koçgiri aşiret reisi Alişan bey, bizzat gelip Diyap Ağa ile görüştü. Bağımsız Kürt devleti kurmalarının an meselesi olduğunu anlattı. Israr etti. Ama Diyap Ağa, anlatılanları dinlemedi bile. Sanki Cumhuriyet ilan edilmeden ulus devlet modeline inanmış gibiydi; 'Hayır' dedi. 'Biz hükümetin yanındayız. Hepimiz biriz; isyanda dökülecek kanın, yitecek canların vebali boynunuzadır' (Diyap Ağa mebusluğunun sona erdiği yıllarda patlak veren Şeyh Sait isyanına da destek vermedi. Şeyh Sait'i bir bela olarak niteledi.)

KAÇMAYA MI GELDİK!

Asıl efsane konuşması Büyük Millet Meclisinin Kayseri'ye taşınması sırasında yaptığı konuşmadır.
Tarih Ağustos 1921.
Meclisin önemli bir kısmında olası bir işgale karşı meclis binasının en güvenli sayılabilecek yer olan Kayseri'ye taşınması fikri hakimdir. Diyap Ağa ağır ağır Meclis kürsüsüne çıkar ve o ünlü nutkunu söylemeye başlar.
'Biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa kavga edip ölmeye mi?'
Meclis'te büyük bir alkış tufanı kopar. Bravo sesleri, alkışlar yükselir. Herkesin beklediği cesur ses Diyap Ağa'dan çıkmıştır.
'Eğer meclisi taşımak istiyorsanız buyurun gidin. Ama ben gidemem. Tek başıma bile olsam, bayrağım, dinim ve vatanım için son kurşunuma kadar savaşırım. Son kurşunu da kafama sıkarım. Bu böyle biline...'
Meclis'in Kayseri'ye taşınması fikrinden vazgeçilmesinde Diyap Ağa'nın önemli bir payı vardır.
1923'de milletvekilliği sona erdi. Hayattaki tek röportajını Enver Behnan Şapolyo'ya verdi. 1931'de artık iyice yaşlanmıştı. Uzun uzun kurtuluş yıllarını anlattı.
Diyap Ağa, bu röportajdan tam 4 yıl sonra 1935'de 83 yaşındayken öldü. Çemişgezek'deki Ekrek Köyü'ne gömüldü. Uzun yıllar mezarı yaptırılamadı. Yıllar sonra torunu Gürsel Erol dedesinin mezarını yaptırmak için çalıştı. PKK mezarın yapılmasına karşı çıktı, yıktırma tehdidinde bulundu. Ancak yine de mezar yapıldı.
***
Ne 1937'deki Seyit Rıza'nın başlattığı Dersim Ayaklanması'nı gördü ne de Ankara'nın başlattığı büyük Dersim harekatını... Her ikisine de kalbi dayanmazdı.
Ama özellikle Dersim'in adının TUNCELİ yapılmasına üzülürdü. Atatürk'e ve devrimlerine gönülden bağlı bir Dersimli olarak memleketinin adını değiştirmemesini Atatürk'ten rica ederdi. Ve onun yanına gelip o ünlü sözünü fısıldardı:
'Dersim Dağları Hepimize Yeter Paşam'
Twitter.com/gurkanhacir

Kur'an-ı Kerim'de laiklik var mı?

LAİK-rah ve ŞERRİ-at
2000'li yılların başıydı. Kulakları çınlasın; Hulki Cevizoğlu'nun meşhur TV programı “Ceviz Kabuğu”nu izliyorum. Konu laiklik… Canlı yayına bir İlahiyat Profesörü telefonla katıldı. Hoca, “Kur'an'da laiklik oluğunu” iddia ediyor… Cevizoğlu gibi herkes dikkat kesildi… Acaba Sayın İlahiyat Profesörü Kur'an'ın hangi ayetinden, nasıl “laiklik” çıkarıyordu…
Hoca Bakara Suresi 256. ayetteki “Dinde zorlama yoktur” ifadesine dikkat çekerek bu ayetin laikliğe işaret ettiğini söyledi… Zannettik ki Profesör beyefendi, “Dinde zorlama yoktur, laiklik de din özgürlüğü demektir…” şeklinde bir izah getirecek… Yook, Profesörün daha “zekice” bir buluşu vardı…
Hoca, ayetin Arapça okunuşunu hatırlatarak, “Ayette ‘LÂİK-rahe fiddin' deniyor, yani laikliğe işaret ediliyor!” demez mi?!!
Cevizoğlu'nun şaşkınlık ve hayal kırıklığının yansıdığı yüz ifadesi hala gözümün önündedir…
Başka bir yaşanmış hikaye anlatayım… yine 2000'lerin başlarıydı… Şeriat tartışmalarının pek revaçta olduğu günler… Yıllar önce ortaokulu birlikte okuduğumuz, aileden maddi anlamda pek nasibi olmayan bir arkadaşımla otobüste karşılaştım. Ortaokuldan sonra okulu bırakmış, geçim derdine düşmüş… Muhabbet ederken konu döndü dolaştı, bu “Şeriat” meselesine geldi.
Az - çok “İlahiyat” formasyonu olan biri olarak bana “Şeriat ne demek?” diye sordu. Ardından bütün saflığı ve iyi niyetiyle kendi kafasındaki Şeriat yorumunu yaptı: “Bence şeriat, ‘şerri at!' yani ‘kötü, şerli olan şeylerden uzak dur' demek” dedi. Bu “güzel” yorum karşısında hiçbir şey söyleyemedim.
Şimdi bir düşünün… O İlahiyat Profesörü Hoca Efendi darbe havalarının sıcak olduğu o dönemde bir yerlere yaranmak, “La ikrah”tan “Laiklik” çıkarmak için lisans okumuş; yüksek lisans, doktora yapmış, doçent olmuş… Profesör olmuş… Ve en üfürükçü yöntemlerle Kur'an'dan laiklik çıkarmayı başarmış… Bu “müthiş” yorum için ayda kim bilir kaç bin TL alıyor, ve sorsanız eminim maaşını da azımsıyor… Kışın sıcak, yazın serin odasında müthiş buluşlarla dolu akademik kariyerini sürdürüyor. ..
Nasıl olsa cenneti de garantilemiş...
Ama benim gariban arkadaşım sokaklarda kokanaların, “kahrolsun şeriat” diye yırtındıkları bir dönemde hiç sıkılmadan, komplekse kapılmadan “Şeriat”a sahip çıkıyor, dünyanın en güzel şeriat yorumunu yapıyor. Ve bunun karşılığında tek kuruş para almıyor. Sizce bunlardan hangisi profesör olmaya daha layık.
Diyanet İşleri Başkanlığı bir yana, bugün 50 civarında ilahiyat fakültesinde yaklaşık 5 bin öğretim üyesi var… Peki buralardan bilim adına, İslam'ın çağımıza verdiği mesaj adına ne üretiliyor?
Dünyada dindar insanlar olduğu gibi din ahlakını yaşamayan insanlar da vardır. Ancak bir ülkede dindar insanların da, din ahlakını yaşamayan veya farklı dinlere mensup insanların da hayat garantisi ve huzuru olmalıdır. İnsanlara bu güvenceyi en iyi veren sistem ise laikliktir.
  • Laiklik, tarihte ve günümüzde zaman zaman niçin yanlış anlaşılmış ve uygulanmıştır?
  • Laiklik, İslam dinine hangi açılardan uygundur?
Laiklik ilkesinin temel amacı, toplumda inanç ve ibadet özgürlüğünü tesis etmektir. Anayasada belirtildiği üzere "laiklik", Devletimiz’in vatandaşlarını bir dini benimseme, bu dinin gereklerini yerine getirme ya da getirmeme konusunda kendi vicdanları ile başbaşa bırakmasıdır; bu da onlara özgür bir seçim yapma imkanı vermektedir. Bu ilke doğrultusunda, Türkiye Cumhuriyeti'nin her vatandaşı, sahip olduğu inanca göre özgürce yaşama ve ibadet etme imkanını ve güvencesini bulacaktır.
1938 yılında yayımlanan Cumhuriyet Halk Partisi'nin 15. Yılı kitabında, Atatürk'ün sağlığında benimsenen 'Laiklik Prensibi', şu şekilde izah edilmiştir:
"Milli ve içtimai hayata ferdin dinsiz, şu veya bu itikat sistemine mensup oluşu, milli ve içtimai vazifesi bakımından ne bir kusur, ne de bir fazilet sayılamaz. Türkiye'de dinin dünya işlerinden ayrı tutulduğu, laikliğin ilan olduğu andan itibaren, hiç kimse, hiçbir ibadete icbar edilemez. Hiç kimse vicdanının ilhamı ile kabul ettiği ibadetten men olunamaz." (CHP XV. Yıl Kitabı, s. 12-13, zikreden; Ş.S. Aydemir, a.g.e., s. 454)
Laiklik, İslam Dininin Özüne Son Derece Uygundur
laik sistem
Laiklik, demokrasi, cumhuriyet kavramları İslam dininin özünde vardır ve Kuran’ın tümüne hakimdir. Çünkü İslam dini fikir ve inanç özgürlüğüne dayanır ve başka dinlere mensup kişilere, hatta inançsız olanlara bile özgürlük tanır. İslam dininin temeli olan şefkat, merhamet ve özgürlük anlayışı laiklik ve cumhuriyetin de temelidir.
Cumhuriyet, demokrasi ve laiklik kavramları bazı kitaplarda yazıldığı gibi Eski Yunan ve Romalılardan öğrenilmiş bir yönetim biçimi değildir. Tam tersine bu eski uygarlıklar laiklik ve demokrasiyi tahrif olmadan önceki Hristiyan ya da Musevi kaynaklarından diğer bir ifadeyle Hak dinlerden öğrenmişlerdir. Bilindiği  gibi Yüce Allah tüm hak dinlerde aslında aynı emir ve yasakları bildirmiş ve Hz. İbrahim (a.s.)’dan bu yana iman edenlerin tümünü Müslümanlar olarak adlandırmıştır. Dolayısı ile tüm hak dinler içinde tahrif olmadan günümüze kadar ulaşmış olan İslam dini laikliğin de temelidir. Ayette şöyle buyrulur: 
“Allah adına gerektiği gibi cehd edin (gayret edin). O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur'an'da) da sizi "Müslümanlar" olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şahid olsun, siz de insanlar üzerine şahidler olasınız diye. Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sarılın, sizin Mevlanız O'dur. İşte, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcı.”  (Hac Suresi, 78)
İslam, İnanç İçin Özgür İradeyi ve Vicdani Bir Kabulü Şart Koşar
Bir insanın İslam'ı din olarak benimsemesi tamamen kendi özgür iradesine bağlıdır. İslam'ı kabul ettikten sonra da, Kuran'da emredilen ibadetleri uygulaması ya da men edilen yasaklardan sakınması; tamamen şahsın kendi vicdanıyla ilgilidir. Elbette Müslümanlar, birbirlerini Kuran'da anlatılan ahlaki vasıfların uygulanması için uyarabilir, teşvik edebilirler. Ama bu konuda asla bir zorlama yapılamaz, kişi baskı yoluyla din ahlakını yaşamaya yönlendirilemez. Bu gerçek Kuran’da şöyle bildirilir:
“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulba yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.” (Bakara Suresi, 256)
laik sistem3
Laiklik Münafıklığı Ortadan Kaldırır
Laik sistemde insanlar fikirlerini dürüstçe açıklarlar, dinsiz olanlar dinsiz olduğunu açıkça söyleyebilir. İşte laiklik bir kişinin dinsiz olduğunu açıkça söylemesi hürriyetidir. Laikliğin olmadığı yerde münafık ve samimiyetsiz insanlar ortaya çıkar. Böyle bir ortamda dinsiz bir kişi  dindar olduğunu, hatta çok takva olduğunu söyler, bu konuda adeta rol yapar  ve bir sanatçı gibi oyun oynayarak etrafını kandırır. Bu ise son derece samimiyetsiz ve oldukça çirkin bir davranış biçimidir.
Laik anlayışta inançlı insanlar da, dinsiz insanlar da, farklı dinlere mensup kişiler de, yaşadıkları ülkenin vatandaşıdırlar ve ayrım yapılmadan herkes tüm hak ve özgürlüklere sahip birinci sınıf insandır. Ayette kişilerin inanç özgürlüğü şöyle vurgulanır:
“Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kafirun Suresi, 6)
Ayette bildirildiği gibi bu vatanın içerisinde herkesin inançları konusunda özgür bırakılması, candanlık ve  rahatlık sağlar. Bu ise ancak laiklikle mümkündür.
Laiklik, Müslümanlar, Hristiyanlar, Museviler ve hatta ateistler için de bir konfordur. Her insan başkasının kişisel hak ve özgürlüklerine saygılı olmalıdır. Bu ise ancak laiklik içinde muhafaza edilebilir. Bu nedenle laiklik herkes için bir lüks ve gereksinimdir.
Toplumsal Uzlaşma Laikliğin İyi Uygulanmasıyla Mümkündür
Laiklik, bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetini güvence altına almaktır. Atatürk'ün laiklik fikrini açıklayan Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, bu konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir:
"En canlı cephesi ve en kısa ifadesiyle laiklik, din hürriyetini ve bundan doğan vatandaşlık haklarını düşmanlarına karşı korumaktır. Devlet hayatında laikliğin gayesi budur. Laik devlet, din hürriyetini ve dindarı her çeşit saldırıya karşı koruyan devlettir."
Prof. Dr. Hamza Eroğlu da laikliği, 'din hürriyetinin ve bundan doğan hakların korunması ve teminatı' için zorunlu bir şart olarak göstermektedir. (Gerçek Yönüyle Atatürkçülük, Türk Devriminin Temel Prensipleri ve Cumhuriyet Rejimi, Ankara, 1965)
Bunun aksi bir devlet modelini düşünelim: Örneğin, insanların zorla Müslüman ya da Hıristiyan yapıldığı bir ülke olduğunu ve buradaki insanların, dinlerin hükümlerine göre yaşamaları için de zorlandıklarını farz edelim. Diyelim ki söz konusu devlet modeli, toplumdaki insanları namaz kılmaları ya da kiliseye gitmeleri için devletin kolluk kuvvetleriyle zorlasın. Ya da biraz daha 'ılımlı' bir yöntem benimseyip, namaz kılanlara ya da kiliseye gidenlere ödül verilsin. Böyle bir devlet, laikliğe tamamen aykırı bir devlet olacaktır. Dahası, bu tür tutumlar, İslam'a ve Kuran ahlakına da aykırı olacaktır. Çünkü, zorla ya da menfaat karşılığı elde edilen bir dini inancın ya da ibadetin, İslam'a göre hiçbir değeri yoktur. İnanç ve ibadet, Allah'a yönelik ve Allah rızası için olduğunda bir değer taşır. Eğer devlet, insanları inanca ve ibadete zorlayacak olursa, insanlar devletten korktukları için dindar olurlar. Din açısından makbul olan, vicdanların tamamen serbest bırakıldığı bir ortamda din ahlakının yaşanmasıdır.
Laik Sistem Mutlaka Gereklidir
laiksistem2
Bazı kişiler laikliğin, İslam ahlakının ve farklı din anlayışlarının yaşanmasına vesile olduğunu anlayamamaktadırlar. Oysa laik ortam olmazsa Türkiye’de +*Hz. Mehdi (a.s.) mücadelesini çok güç bir ortamda sürdürür, garip bir ortam meydana gelebilir, samimiyetsiz kişiler, münafıklar, yobazlar, türlü taktikler ve eylemlerle ortaya çıkarlardı. Ancak Yüce Rabbimiz’in görevlendirdiği  Hz. Mehdi (a.s.) Kuran’ın temeli olan bilime, sanata, özgürlüğe, insan haklarına İslam’ın özünde yer alan laiklik ile sahip çıkacak ve İslam dini ile ilgisi olmayan yobazlığa ve yobaz zihniyete yine laikliğin oluşturduğu güven ortamının vesilesiyle karşı durabilecektir.
Türkiye’ye ve dünyaya demokrasiyi, insan haklarını, nezaketi, estetiği, güzelliği, hürriyeti, yine İslamiyet’in özündeki laiklik sistemi getirecektir. Laikliğin oluşturduğu zemin vesilesiyle Hz. Mehdi (a.s.) faaliyetlerini daha rahat bir ortam içinde sürdürebilecek ve din ahlakına sonradan ilave edilmiş hurafeler Kuran ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in hadisleri ölçü alınarak, birer birer uygulamadan kaldırılacaktır. Bidat hiç kalmayacak ve din ahlakının gerekleri aynı Peygamberimiz (s.a.v.) zamanındaki gibi yerine getirilecektir. Hz. Mehdi (a.s.) vesilesiyle yaşanacak olan bu ortam bir hadiste şöyle bildirilmiştir:
“İNSANLAR KURAN’I KENDİ NEFİSLERİNE GÖRE YORUMLADIKLARI ZAMAN HZ. MEHDİ (A.S.) ONLARIN DÜŞÜNCELERİNİ KURAN’A DOĞRU YÖNLENDİRİP ONU KURAN’IN GERÇEKLERİNİN HİZMETİNE SUNACAK. SONRA SİZE KİTAB VE SÜNNETİN NASIL UNUTULDUĞUNU GÖSTERECEK VE ONUN CANLI ANLAMLARINI İHYA EDECEK.”(Nehcü’l Belağa, hutbe 134)
laiksistem3
Devletimizin Temel İlkelerinden Biri Laikliktir
Laiklik, hem vicdan özgürlüğü gibi temel bir insani değere hizmet ettiği, hem de bu değere büyük önem veren İslam diniyle uyum sağladığı için, her Türk vatandaşının benimsemesi ve savunması gereken bir ilkedir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, laiklik ilkesini şöyle açıklamıştır:
"Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz de dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye */karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, devlet ve millet işleri ile karıştırmamaya çalışıyoruz. Kasta ve eyleme dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz." (Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1971 Ahmet Gürtaş, s. 34)
"Türkiye Cumhuriyeti'nde her ergin kişi dinini seçmekte hür olduğu gibi, bir dinin töreni de serbesttir. Yani, ibadet hürriyetine dokunulamaz. Tabiatıyla ibadetler, asayiş ve genel ahlak kurallarına karşıt olamaz; politik nümayiş şeklinde yapılamaz. Türkiye Cumhuriyeti'nde herkes Allah'a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılamaz..." (Afet İnan, Medeni Bilgiler, s. 470 Rönesans, Kasım 1990, s. 23)
Atatürk'ün bu açıklamalarından da anlaşılacağı gibi laiklik din özgürlüğünü savunur. Bunun aksini savunan bazı art niyetli kişilere en güzel cevabı yine Atatürk vermiştir:
"Laik hükümet kavramından dinsizlik manası çıkarmaya çalışan fesatçılara fırsat vermeyiniz." (Osman Pazarlı, Sosyoloji, Lise III, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979)
Bir Fransız gazeteciyle yaptığı ropörtajda, 'inkılapların dine karşı nasıl bir tutum içerisinde olduğu' sorusuna da, Atatürk şu cevabı vermiştir:
"Siyasetimizi, dine aykırı olmak şöyle dursun, din bakımından eksik bile hissediyoruz." (Maurice Perno'yla ropörtaj, Akşam, 11 Şubat 1924 Cumhuriyet Gazetesi eki, Atatürk'le Konuşmalar, s. 111, Nisan 2000)
Atatürk'ün söz konusu laiklik tarifi, İslam'ın ruhuna ve amacına tamamen uygundur. Kuran-ı Kerim'de, bir kimsenin din ahlakına göre yaşamasının kendi kararına bağlı olduğu, dini kabul etmezse bunun için kendisine zorlama yapılamayacağı bildirilmiştir:
“Biz sana bu Kur'an'ı güçlük çekmen için indirmedik, 'İçi titreyerek korku duyanlara' ancak öğütle-hatırlatma (olsun diye indirdik).”  (Taha Suresi, 2-3)
Sayın Adnan Oktar Laik Sistemin Mutlaka Gerekli Olduğunu Anlatıyor
laik sistem4(1)
ADNAN OKTAR: Bir de bu aralar bir Atatürk düşmanlığı peyda oldu. Bunu şimdi buradan nezaketi ile uyarıyorum sonra demedi demesinler, çok müşkül durumda kalırlar. Kanunla, hukukla. Bu deliliği bıraksınlar.
Ben Müslüman kardeşlerimin hepsini çok seviyorum ama yobazlığa karşı da sessiz kalmayız. Çünkü laik sistem gittiğinde Atatürk’e karşı da hakaret etme eğilimi var, bazıları onun özgürlüğünü istiyorlar. Türkiye mahvolur, PKK’nın aradığı da bu. Sakın! Laiklik çok iyi bir güvence, yobazlığa karşı çok iyi bir güvencedir. Atatürk de yobazlığı çok güzel hizaya getirmiş, çok güzel dengesini kurmuş. Özgür akıllı bir sistemi yaşamamıza vesile olmuş. (8 Mart 2012, A9 TV)
ADNAN OKTAR: Laiklik Müslüman için çok büyük bir konfordur. İnsanlar fikrini dürüstçe açıklıyor, dinsizse ben dinsizim diyor, bu bir mertliktir. Laikliğin olmadığı yerde münafık türer, o zaman adam dinsiz olduğu halde dindar olduğunu söyleyerek etrafını kandırır. Dinsiz insandır, vatandaşımızdır, birinci sınıf insandır. Gayet normal, dinsiz olabilir ama bunu açıkça söylemesi gerekir. İşte laiklik kişinin dinsiz olduğunu açıkça söylemesi hürriyetini sağlar ona. Ayrıca Hıristiyanların da, Musevilerin de çok rahat ve huzur içinde yaşamalarını sağlar. Tabi ki hür ve bağımsız olarak bu vatanın içerisinde, candan bir rahatlık içerisinde yaşayacaklardır, bu ancak laiklikle mümkün. (26 Ekim 2008, İran İtimat Gazetesi)
SAYFA 372 : Nur Suresi 30 ve 31nci Ayetler
30.'Ey Muhammed! Erdemli erkeklere söyle, kadınlarla bir aradayken, gözleriyle kadınları rahatsız edecek şekilde davranmasınlar/bakmasınlar ve kişiliklerini edeplerini korusunlar. Bu onlar için daha temiz bir davranıştır elbette Allah yaptıklarından haberdardır.'
31.'Ey Muhammed! Erdemli kadınlara da söyle, erkeklerle bir aradayken gözleriyle erkekleri rahatsız edecek şekilde davranmasınlar/bakmasınlar, kişiliklerini edeplerini korusunlar ve doğal olması gereken yerler dışında, göğüslerinin üzerini örtüleriyle kapatsınlar. Ziynetlerini[göğüslerini] göstermesinler/Başkalarını cinsel tacize yol açacak ve tahrik edecek davranışlardan sakınsınlar. Ancak kocaları, babaları kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, diğer kadınlar, cinsel iktidara sahip olmayan erkek hizmetçiler, kadın hizmetçiler ve kadınların cinsel yerlerini henüz anlamayan çocukların yanlarında, istedikleri gibi giyinip davranmalarında bir sakınca yoktur. bunların dışındakilerin yanında, cinsel tacize yol açacak, tahrik edici yerlerini açıp dikkat çekici davranışlarda bulunmasınlar/ ayaklarını yere vurmasınlar. Ey inananlar, erkek-kadın hepiniz Allah'a yöneliniz ki, mutlu olabilesiniz.'
Mustafa Sağ'ın Bu ayetlerle ilgili olarak kitabının 373 ncü sayfasında yer alan açıklayıcı 417 no.lu dip notu :
24:31 Bu surenin 11nci ayetinde açıklanan, Peygamberimizin eşine ****** iftirayı yapan çetenin uzantılarının uydurdukları, çelişkili rivayetlerden hareketle, kur'an öncesi cahiliye Arap toplumunun kadına bakış açısını, Kur'andaki örtünme ile ilgili ayetlere de yansıtmışlar ve o bakış açısı doğrultusunda ve erkekler lehine yorumlamışlardır. Kur'an'ın mantığı ve bu surenin bütünlüğü içinde baktığımızda, kadınlarla erkeklerin toplum yaşamında yan yana olmak zorunda olduklarını, böyle bir çalışma ortamında,
birbirlerine karşı davranışlarında olsun, giyimlerinde olsun ölçülü olmaları, dostane olmaları, aşırıya kaçmamaları öğütleniyor.Zaten, aile ve akrabalar arasında bir kısıtlamanın olmayıp, özgürce hareket edebileceklerini aynı ayetin devamı açıklıyor. Kaldıki Kur'an ayetinde 'baş örtüsü' diye bir kelime geçmemektedir. Buna rağmen, tüm Kur'an tefsirlerinde ve çevirilerinde Kur'an ayeti 'baş örtüsü' olara çevrilmiştir. Halbuki ayette geçen 'HIMAR' kelimesi 'baş örtmek' anlamına değil sadece'örtmek' anlamına gelmektedir. Eğer herhangi bir şey örtülecek ise, o şeyin vurgulanması gerekir. Örneğin masa örtüsü derken, örtmek kelimesinin yanına masa kelimesinin gelmesi gibi, baş örtüsü dendiği zaman da 'örtmek' 'hımar' kelimesinin yanına 'baş' 're's' kelimesinin 'hımarü-re's' şeklinde gelmesi gerekir. Ayetteki 'hımar' 'örtü' kelimesinin yanında geçen ve vurgulayan kelime 'cuyub' kelimesidir ki 'yaka' veya 'göğüs' anlamına gelir. Çünkü, aynı kelime 'cuyub' bir başka ayette (28/32) Hz. Musa'nın 'güğsüne/koynuna elini soktuğu' şeklinde geçer. Yani 'cuyub' kelimesi, 'hımar' örtmek kelimesi ile kullanıldığı zaman,'bihumûrihinne ala cuyubihinne' başını örtmek değil,'göğsünün üzerini örtmek' anlamına gelmektedir.Geleneksel tüm yorumcular, Kur'an ayetini bilimsel bir bakışla değil de,birbirlerini taklit edip, 'Baş örtülerini yakalarının üzerine kadar örtsünler' diyerek, 'felyedribne' fiillini de 'örtsünler' diye tercüme etmişlerdir. Bu geleneksel yorumcular 'DaReBe' kökünden gelen bu kelimeyi burada ' Baş örtülerini .... örtsünler' derken bir başka yerde aynı 'DaRaBe' kelimesini 'Kadınları DÖVÜN' (Bak.4/34) diye çevirmişlerdir.
...................
Kuranı Kerim'in Nur Suresi'nin 30 ve 31. ayetlerinin Türkçeye çevirisindeki istismar sömürü tel tel ortaya dökülüyor.
Ortadoğu ve Libya'nın çöllerinde savaşmış Gazi Mustafa Kemal ve silah arkadaşları, ezanın Türkçe okunmasını ve Kuranın Türkçeye doğru düzgün çevrilmesini boşuna istememişler! öyle ya neden istesinler? Artik onlarin yarim kalan Arzularini bugün ülkemizin icinde bulundugu şartlar´i da göz önüne alirsak artik bu bizlerin vazifesi degilmi? Dinimizi İpotek altına alanlara onlarin elinden koparip alma zamani gelmistir.
Efendi Türkler 

DÜNYA NASIL OLUŞTU (ÖLÜMCÜL PATLAMA) GÖRSEL VE SESLİ VİDEO






DÜNYA NASIL OLUŞTU (ÖLÜMCÜL PATLAMA)

GÖRSEL VE SESLİ VİDEO


Big Bang: Büyük Patlama Teorisi’ne göre evren bundan yaklaşık 15 milyar yıl önce büyük bir patlamayla oluşmaya başladı. Büyük Patlama (Big Bang) adı verilen bu patlama sonrasındaki süreçte gök adalar, yıldızlar, gezegenler ve diğer gök cisimleri meydana geldi.Bu olıuşum evereleri sırasında dünyamızda da ölümcül çarpmalar ve patlamalar meydana geldi.

EDMUND HUSSERL FELSEFESİNDE MANTIK PDF E-KİTAP






EDMUND HUSSERL FELSEFESİNDE  MANTIK
PDF E-KİTAP

BİLGİNİN TEMELLERİ PDF E-KİTAP






BİLGİNİN TEMELLERİ PDF E-KİTAP

BİLİMSEL DÜŞÜNME SİSTEMİ PDF E-KİTAP







BİLİMSEL DÜŞÜNME SİSTEMİ
PDF E-KİTAP

SÜRREALİST MANİFESTOLAR PDF E-KİTAP




SÜRREALİST MANİFESTOLAR
PDF E-KİTAP

İKTİDAR VE PARA PDF E-KİTAP




İKTİDAR VE PARA PDF E-KİTAP

EMPERYALİZM KAPİTALİZMİN EN YÜKSEK AŞAMASI PDF E-KİTAP






EMPERYALİZM KAPİTALİZMİN EN YÜKSEK AŞAMASI
PDF E-KİTAP

BİLİMİN DEĞERİ PDF E-KİTAP





BİLİMİN DEĞERİ PDF E-KİTAP
 

HİDAYETE NAİL OLMANIZ İÇİN İMANA DÂVET





Resim
HİDAYETE NAİL OLMANIZ İÇİN İMANA DÂVET

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Mâide sûre-i şerif’inin 44. 45. ve 47. Âyet-i kerime’lerinde Allah’ın hükümleriyle hüküm vermeyenlerin kâfirler, zalim ve fasıklar olduğunu beyan buyurmaktadır.
Bunları arzu ile yapmak, küfür basamağına adım atmak demektir.
Bir kimseye dinden çıkması için pek çok para teklif edilse çıkmaz da, bilmediğinden ötürü Hazret-i Allah’ın hükmüne rıza göstermemekle küfre girdiğinin farkında olmaz.
Allah-u Teâlâ Mâide suresi’nin 44. Âyet-i kerime’sinde hükümleri ile hükmetmeyenlerin kâfir olduklarını haber veriyor:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
Bu ilâhi hükmü bırakıp kendisinin veya başkalarının verdiği hüküm ile hükmeden bir kimse kâfir olur. Çünkü Hazret-i Allah’ın indirdiğini reddetmekle küfür suçu işlemiştir.
Allah-u Teâlâ Mâide sûre-i şerif’inin 45. Âyet-i kerime’sinde Ahkâm-ı ilâhi ile hareket etmeyenlerin zâlim olduğunu haber vermektedir:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir.” (Mâide: 45)
Allah-u Teâlâ’nın dininden sözedebilmek için O’nun indirdiği ile, emir ve hükümleriyle hükmetmek gerekir. Çünkü O’nun hükümranlığının tecellisi budur.
Bu ilâhi emir ve hükümleri bırakıp kendi arzu ve istekleriyle bu hükümlere uymayanlar veya başkalarının hükümleri ile hükmedenler zâlim olurlar. Çünkü Hazret-i Allah’ın indirdiği fermân-ı ilâhi’yi, emir ve hükümleri çiğnemekle kişi zulüm suçunu işlemiş olur. Böylece zâlim olur.
Allah-u Teâlâ Mâide sûre-i şerif’inin 47. Âyet-i kerime’sinde Nezd-i ilâhi’sinden indirdiği hükümlerle hükmetmeyenin fâsık olduğunu haber veriyor:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar fâsıklardır.” (Mâide: 47)
Binaenaleyh Hazret-i Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, O’nun hükümlerinden saptıkları ve saptırdıkları için fâsık olurlar. İlâhi hükümleri bırakıp kendisinin veya tâbi olduğu imamın hükümlerini kabul ettiğinden hem kâfir, hem zâlim, hem fâsık olurlar.

Din Kuran ve Dinini Ayakta Tutmak İsteyenlere Gelince:
Allah-u Teâlâ Mü’minun Sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde benden korkun.” (Mü’minun: 52)
Cenâb-ı Hakk, inananları tek ümmet kabul ediyor ve bu teklikten ayrılanlar huduttan ayrılmış oluyor. Onlar bu emr-i ilâhi’yi dinlemediler ve korkmadılar. Yetmişüç fırkadan yetmişikisi huduttan böyle çıktı. Allah-u Teâlâ’nın emrine uymadıklarından ve ters düştüklerinden, dinden çıktılar.
Ve Allah-u Teâlâ: “Benden korkun!” emr-i şerif’ini buyurduğu halde: “Hayır, biz senden korkmuyoruz.” dediler. “Bizim imamlarımız var, papazlarımız var, masonlarımız var. Biz senden korkmuyoruz” dediler. Allah-u Teâlâ’ya meydan okudular.
Allah-u Teâlâ da cevaben buyuruyor ki:
“Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Mü’minun: 53)
Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve tüzükleridir.
Bu Âyet-i kerime her sapana ve sapıtıcıya hitap eder, yaptığı icraat ahkâm-ı ilâhi’ye ters düşüyorsa bu Âyet-i kerime’ye bakarak hükmedin ki ilâhi hükme ve din-i İslâm’a ters düştüğü için küfre kaymıştır.
Bu böyledir. Çünkü bu gibi hareketler küfür kapsamına girer.
Allah-u Teâlâ bölücülerin hepsi için “Tuttuğu yoldan memnundur.” diyor. Dikkat edin! Hepsi memnun değil mi? Memnun oldukları için bu Âyet-i kerime’nin kapsamı içine giriyorlar. Binaenaleyh Mü’minun sûre-i şerif’inin 53. Âyet-i kerime’si bir berzahtır.
İslâm’dan çıktıktan sonra her bir bölücü birer isim yaptı. Bu isimler birer dindir. Oysa İslâm’da bir tek ümmet, bir tek din vardır.
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imran: 19)
Allah-u Teâlâ’nın yanında makbul olan din yalnız budur.
Kitaba gelince; İslâm dininin kitabı birdir, o kitap Hazret-i Kur’an’dır. Onların kitapları ise kendi zanlarına göre uydurdukları hüküm ve tüzükleridir. Allah-u Teâlâ burada açık olarak işaret ediyor. Murad-ı ilâhî budur, bunu böyle bilmemiz lâzımdır.
Onların dini ayrıdır, kitapları ayrıdır. Her bölük kendi dinine göre, kendi kitabına göre hareket ediyor. Böylece dinden çıkıyorlar ve bundan pek memnundurlar, aralarında bununla seviniyorlar. Hepsine sor, hepsi de kendi tuttukları yoldan memnundur. Bu yoldan onları alıkoymak da mümkün değil.
Bu Âyet-i kerime’lere bak, bir de bunların icraatlarına bak. Kararını kendin ver.

İslâm Dininin En Ön Safında Gözükenlerin İç Durumu:
Yâsin Sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruluyor:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Bu Âyet-i kerime mucibince para toplayanların doğru yolda olmadığını Cenâb-ı Hakk bildirdiği halde, ya doğru yolda imiş gibi göstermek isteyenlerin durumu ne olacak?
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Binaenaleyh kim ki para topluyorsa doğru yolda olmadığını bu Âyet-i kerime beyan eder.
Bu para toplayanlar, bu Âyet-i kerime’ye iman etmiş değillerdir. İman edenlere ise bu Âyet-i kerime kâfidir. Çünkü hepsi eğri yoldalar, hepsi soyuyor, yoluyorlar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Onlara de ki: ‘Ben sizden bir ücret istersem eğer, o ücret sizin olsun. Benim ücretim Allah’a âittir. O herşeye şâhiddir.” (Sebe: 47)
Ve fakat, dini dünyaya âlet edenler, sofrada yemek için dâvet ederler ve orada halkı kaz gibi yolarlar, soyarlar. Bunu, her bölücü yapıyor.
Cemiyet içinde utandırarak evini, arabasını, parasını, elindeki avucundakini alırlar. Senet imza ettirirler. Oturduğu evi, bindiği arabasını, icra yolu ile alırlar. Hepsi faizle iştigal ederler.
Kimisi banka kurar, küfrünü açık ilân eder. Kimisi vaaz vereceğiz diye, gelenleri soyarlar.
Resulullah Aleyhisselâm, din-i İslâm’ı tebliğ ederdi. Onlar da kendi dinlerini, partilerini tebliğ ediyorlar. Çarşıda, pazarda, Arafat’ta, Kâbe’de, Medine-i münevvere’de evden eve gezerler, her çadıra girerler. Kendi din ve partilerini bahis edip, para toplarlar. Allah-u Teâlâ para istemeyi yasakladığı gibi, aynı zamanda bu paralar nereye harcanıyor? Hem istiyorlar, hem de zekât ve fitre diye toplanan paralar fakire ulaştırılmıyor. Oysa talebelerden de para alınıyor. Hem de kendilerini müslüman imiş gibi göstermek isterler.
Kim ki bunların toplantısına dahil olursa, bunlara para verirse;
“Fasığa ikram eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvi)
Hadis-i şerif’i mucibince İslâm dininin yıkılmasına yardım etmiş sayılır.
Hadis-i şerif’te:
“Onların dinleri para olacak.” buyuruluyor. (Münâvi)
O ise koyun postuna bürünüp dini dünyaya alet ediyorlar. Oysa din-i İslâm ile hiçbir ilgilerinin olmadığını yukarıdaki Âyet-i kerime’ler ile açıkladık.
“Ahir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyuruyor:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.” (Tirmizî)
Koyun postuna bürünüp halkı soyanlara sen müslüman der misin? Sen de onlardan mısın?
Bunlar mümin midir? Kâfir midir? Kararını kendin ver. Bu Âyet-i kerime’lere bak. Bunların icraatlarına bak, kararını kendin ver.

Deccal’den Daha Beter Olanı Sapıtıcı İmamlardır:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle, senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
Bu ilâhi hükümlere bir bakın. Eğer ahkâm gözü ve ölçüsü ile bakarsanız, sapıtıcı imamların deccalden daha beter olduğunu görmüş olacaksınız.
İşte bu Âyet-i kerime, bir bölücü ile bir mümin arasında bir berzahtır. Bütün bölücülerin İslâm dairesinden atıldıklarına dair hudut çizmektedir.
Allah-u Teâlâ onları kulluğundan tardetmiş, dininden atmış, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine de tardetmesi için emir buyurmuştur. “Benim onlarla ilgim yok, senin de olmasın.”
Resulullah Aleyhisselâm’a emrettiği gibi, gerçek müminlere de şamildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Sizin için Deccal’den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.”
“Onlar kimlerdir?”
“Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)
Eğer Allah-u Teâlâ’nın bu emr-i ilâhiye’sine uyarsan gerçek müslümansın. Onlardan ilgiyi kesersen imanını kurtarmış olursun. Çünkü: “Senin onlarla hiçbir ilgin yoktur.” buyuruluyor.

Hüküm Yalnız Allah’ındır:
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde:
“Yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur.” buyuruyor. (A’raf: 54)
Hazret-i Allah’ın hükmü esastır, mahlukun hükmü yoktur. Emir ve yasak koyma hakkı yalnız O’na âittir. Mülk O’nundur, O’ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmesine hakkı ve salâhiyeti yoktur. Yalnız emir, yasak, tedbir, irade, tam tasarruf O’na âittir. Hükmünü hiç kimse değiştiremez.
Zira:
“Hüküm yücelerin yücesi Allah’ındır.” (Mümin: 12)
Çünkü O mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O’nun verdiği hükümler belirli bir asır ve zaman ile sınırlı değildir, kıyamete kadar geçerlidir.
“Rabbinin sözü doğruluk bakımından da adalet bakımından da tamamlanmıştır, tam kemalindedir. O’nun sözlerini değiştire-bilecek hiç kimse yoktur.” (En’am: 115)
Tatbikini emir buyurduğu bütün hükümler kemâle ermiş, tamamlanmıştır. Hiç birisinde noksanlık ve eksiklik tasavvur edilemez, hükmünde yanılması düşünülemez. O’nun haber verdiği her şey gerçeğin ta kendisidir. O’nun emrettiği her şey adaletlidir, O’nun dışında hiçbir şey adaletli değildir. O’nun yasakladığı her şey bâtıldır. Hiç kimse O’ndan daha doğru söz söyleyemez, hiç kimse O’ndan daha adil hüküm koyamaz. Hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi hikmetle yapar.
O’nun sözlerini değiştirebilecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz.
Söz O’nun sözü, hüküm O’nun hükmü, kitap O’nun kitabıdır.
Binaenaleyh bütün insanlar ve cinler birleşerek bir araya gelseler, kasten bir Âyet-i kerime’yi inkâr etseler hepsi kâfir olurlar. Çünkü mahlukun hükmü yoktur, O’nun hükmü esastır.
O’nun hükmünü kim bozabilir? O’nun hükmünden kim kurtulabilir?
“Hüküm veren Allah’tır, O’nun hükmünü bozacak kimse yoktur.” (Ra’d: 41)
O’nun verdiği hükmü değiştirecek, engelleyip ortadan kaldıracak hiçbir kuvvet, hiçbir devlet, hiçbir makam ve merci yoktur.

Din kuran ve dinini ayakta tutmak isteyenlere gelince:
Onlar bu Âyet-i kerime’yi inkâr ettiler. Hazret-i Allah’ın hükmüne karşı geldiler, Âyet-i kerime’lerin hükmünü ortadan kaldırmaya çalıştılar. Fâize helâl diyenler, küfrü hoş görenler, ilâhlığını ilân edenler, tesettürü inkâr edenler, sahte halifeliğini ilân edenler ve daha nice sahte ve türemeler Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini ortadan kaldırdılar.
Emr-i ilâhi’yi kenara itip bırakan, kendi arzu ve reyini ortaya koyan, kendi nefsini ilâh olarak ilân etti demektir. Bu gibi kimselerin sözü doğrudur diyenler de onu ilâh edinmiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Nefis putuna dayanmış olduğundan, bunlara uyan ve tâbi olan kimse bunları ilâh olarak kabul etmiştir.
Bu Âyet-i kerime, her yoldan sapana ve sapıtıcıya hitap eder. Yaptığı icraat ahkâm-ı ilâhi’ye ters düşüyorsa bu Âyet-i kerime’ye bakarak hükmedin ki onlar nefsini ilâh edinmiş, şirke düşmüşlerdir.
Öyle ki; Allah-u Teâlâ nefsinin hevâ ve hevesini ilâh edinenin kulağını ve kalbini mühürler, gözünün üstüne perde çeker.
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Ve fakat bütün bölücülere bakın, imamlarına nasıl sarılmışlar. Sanki bu ilâhi hükümler kendilerine hitap etmiyormuş gibi kulak vermek bile istemezler.
Allah-u Teâlâ’ya karşı gelenlere gelince:
“İnsan bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir.” (Yâsin: 77)
Bu ilâhi bir emirdir ve hükümdür. İnsan; Hazret-i Allah’ın kendisini kerih bir nutfeden yarattığını görmedi, şeytana uydu ve apaçık hasım kesildi.
Buna rağmen insanoğlu; bir damla kerih sudan yaratıldığı halde Yaratan’a hasım kesiliyor, ihsan ve ikram sahibi olan Allah-u Teâlâ’ya isyan ediyor.
Günümüzde ortalığı ifsat ateşine veren kimseler, Hazret-i Allah’ın Din-i mübin’i olan İslâm’ı; menfaatlerine, gaye ve maksatlarına âlet ederek, İslâm’ın ulvî hükümlerini kendi çıkarları doğrultusunda bozmaya, değiştirmeye, yozlaştırmaya çalışarak Hazret-i Allah’a hasım kesilmektedirler.
Bu ise akl-ı selim sahibi olanların kabul etmeyeceği, hafsalanın almayacağı bir durumdur. Halbuki yaratıldığı aslî maddesini düşünseydi nankörlük etmez, hasım kesilmezdi.
Hiç şüphesiz ki iman nûruyla münevver, İslâm şerefiyle müşerref olmayan kişiler yaratılış icaplarını yerine getirmezler, Yaratan’a hasım kesildikleri gibi; dinini alaya alırlar, içten yıkmaya çalışırlar.
Allah-u Teâlâ en belirgin noktaları hatırlatarak başlangıcını ve sonunu düşündürmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Kahrolası insan! Ne kadar da nankör! Onu yaratan hangi şeyden yarattı? Onu nutfeden yaratıp merhalelerden geçirerek şekil verdi. Sonra ona tutacağı yolu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürür ve kabre koyar. Daha sonra dilediği zaman onu tekrar diriltir.” (Abese: 17-22)
Onu mahşere sevkeder, muhasebesini görür, ameline göre cezasını verir.
Bunca ihsan ve ikram sahibi olan Hazret-i Allah’a isyan eden münafıklar, bu ilâhî cezaya müstehak olmuşlardır.
Şeytan onları şaşırtmış, çıkmaza sokmuş. Onlar da ona kanmışlar, bu büyük hakikatı, Allah-u Teâlâ’nın yaratıcı gücünü göremez olmuşlar. İlk yaratılış apaçık önlerinde iken görmemezlikten gelmişler.
O bize ihsan ve ikram ederken hiçbir karşılık da talep etmedi. Sadece kendisini tanımamızı ve kulluk yapmamızı istedi.
Hazret-i Allah’a isyan eden münafıklara ise Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Çünkü insan çok zâlim ve câhildir.” (Ahzab: 72)
İddiâ ettiği gibi âlim değil, aksine çok câhildir. Çünkü her sözünde ve her icraatında cehaletini sergilemektedir.
“Gerçekten insan Rabbine karşı çok nankördür ve kendisi de buna şahittir.” (Âdiyat: 6-7)
O kadar ilâhî nimetlere nâil olduğu halde hiç birisinin şükrünü yerine getirmez. Mazhar olduğu bolca iyilikleri hiç hesaba katmaz. Rabbini unutur da, kulluk vazifelerini yapmaz. Maruz kaldığı musibetleri ve zorlukları dile getirerek itiraz eder durur.
Rabbine karşı çok nankör olduğuna insanın kendisi de şahittir. Bu durumu kendi vicdanı da kabul eder ve dile getirir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Kahrolası insan! Ne kadar da nankör!” buyuruluyor. (Abese: 17)
Başka bir delile ihtiyaç yoktur. Çünkü yaptıkları ayan-beyan ortadadır.
Bu Âyet-i kerime’lere iman ve İslâm ile nazar ederseniz bunlar mümin midir? Kâfir midir? Kararını kendin ver. İmanın varsa bunlardan nefret et ve imanını kurtar.

“Allah’ım nurun ile bu fitne ateşini söndür.
İmansız imamları kahret ve öldür.”

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...