25 Şubat 2019

Jakobenizm nedir? Jakoben kime denir? Jakobenlik ne demektir?



Jakobenizm nedir?
Jakoben kime denir?
Jakobenlik ne demektir?

“Jakobenizm, Jakoben laiklik, Jakoben Cumhuriyetçilik, Jakoben Kemalizm” ile ilgili görsel sonucu

“Jakobenizm, Jakoben laiklik, Jakoben Cumhuriyetçilik, Jakoben Kemalizm” ile ilgili görsel sonucu

Kemalizm’i Kıskaç Altına Almak ya da Kemalizm’i Jakobenizm ile Baştan Yaratmak / Hande Konca

“Jakobenizm, Jakoben laiklik, Jakoben Cumhuriyetçilik, Jakoben Kemalizm” gibi tabirler, yakın dönem Türkiye'nin siyasi düşüncesindeki söylemler olarak kullanılagelmiştir. Peki Jakobenizm nedir? Bunun cevabını genellikle tam olarak ifade etmeden geçiştirenlerin yaptığı algı operasyonları, bugün genç kuşakları etkisi altına almaktadır.
En yaygın ifadeyle Jakobenizm, tepeden inmeci, halkından kopuk olma durumu, halkın isteklerini ve iradesini bilmeden onun hakkında kararlar alan, “halka için halka rağmen hareket etme” anlamı taşır.Liberaller genellikle Jakobenizmi anti-demokratiklikle eş anlamlı kullanırken[1], Muhafazakârlar halkın kültürel yapısını bozan, din karşıtlığı olarak nitelendirir[2]. Sol-Ulusalcılar ise Jakobenizmi, Kemalizm’e eşdeğer tutar ve kelimeyi olumlar[3].
Jakobenizm1789 Fransız Devrimi'nden sonra dünyaya ithal edilen bir yöntemdir. Devrim sürecinde iki tür Jakobenizm vardır: Sol Jakobenizm ve Demokrat Jakobenizm. Fransa'da 1794'te Demokrat Jakobenlerin düşmesinden sonra Sol Jakobenizm güç kazanmış ve yöntem olarak, geniş kitlelerin desteğini aramaktansa iyi eğitilmiş bir grubun taşra üzerinde hakimiyet kurmasını benimsemiştir[4]. Sol Jakobenlerin uğraşları başarıya ulaşmadıysa da 1830 Devrimi sonrasında sol Jakobenizm yeniden ortaya çıkartılmıştır ve yeni şekli de eskisinden farksızdır: Örgütlenmiş bir elit, devleti ele geçirecektir[5].Bu anlatılan bile Fransa Devrim sürecinde bir yıllık bir devre tekabül etse de Jakobenizmin toptan kötü şöhretle anılmasına neden olmuştur.
Olumsuz anlamıyla Jakobenizm tartışmaları, Türkiye'de 1980'lerin ortalarında başlamış, 1990'larda harlanarak kamuoyuna servis edilmiştir[6]. Bu açıklamalarının varlığı ile hareket eden zümre, Türkiye yakın tarihine bu açıdan yaklaşarak, Meşrutiyet ve Cumhuriyet'in gerçekleştirdiği değişim ve gelişimleri, kitlelere bir doğal bir süreç olarak değil de üst aklın projesi olarak anlatmıştır. Bu servisiJakobenlik üzerinden yapmaları kadar normal bir şey olamazdı. Doğrudan Kemalizm'i hedef göstermek yerine çevresini kuşatıp, Jakobenizm ile ilişki kurdurmak ve Kemalist görüşü itibarsızlaştırmak daha temiz işti.
İlerleyen yıllarda Jakobenizm ve Kemalizm arasındaki, sözüm ona, bağ açık bir şekilde dile getirilmeye başlandı. Kemalizm’in Jakoben bir nitelik kazandığını öne süren bu anlayışın temsilcileri, kurucu kadronun halka yabancı değerleri yukarıdan aşağı bir tarzda yerleştirdiği görüşünü kamuoyuna aşıladılar. Ayrıca “halk için, halka rağmen” prensibiyle ifade edilen vesayetçilik, seçkincilik ve Jakobenizmin, Kemalist saflarda popülerleşmesine neden oldular[7].
Bu kuramsal örüntünün etkisi ile analiz edilen Türkiye yakın tarihi, liberalinden sol aydınına, muhafazakarından neo-liberaline kadar sivil toplumsuzluk, ateist sekülerizm, otoriterlik, kurucu akılcılık, vesayetçilik, otarşizm, seçkincilik gibi kavramlarla jakobenizme bağlandı ve olumsuzlandı. Jakobenizmi olumsuzlayan ve bu olumsuzlama üzerinden bir ülkenin 200 yıllık tarihsel değişim sürecini ve bu sürece etki eden yapıları içerdikleri dinamiklere bakmaksızın yargılayan bu analizlerin Türk sosyal bilim çevrelerinde kabul gördüğünü ve kamuoyu alanı yaratarak neredeyse meşru bir söylem haline geldiğini ifade etmek gerekir. Dahası bu zihniyet, farkında olarak ya da olmayarak oryantalist-sömürgeci söylemin içeride yeniden üretilmesinin bayraktarlığını yaptı[8]. Bugün alanın uzmanı kabul ettiğimiz kişiler ya da dergiler Türkiye’de bunu normalleştirdi.
Oysa ki dünden bugüne Kemalizm'in Jakobenizme benzetilmesi, son derece kusurlu bir yaklaşımdır. David Parker’ın dediği gibi her devrim kendine özgüdür. Dolayısıyla devrimci hareketi tek bir nedenden yola çıkarak yorumlamak ya da benzetim yapmak gerçeği yansıtmaz[9].  Arada bağ kurma denemeleri yapanlar, Türkiye'nin tarihi hafızasını, toplumsal yapısını, dinamiklerini, dinini, yönetim biçimini görmezden gelmektelerdir. Kaldı ki bu durum Fransız Devrimi konusunda da bilgi eksikliği olduğunun bir göstergesidir. Öncelikle dünya literatüründe Fransız Devrimi, toplumsal devrimler kategorisinde değerlendirilir[10]. Toplumsal devrim de adından da anlaşılabileceği üzere toplumun büyük bir kısmının mevcut yönetimden çeşitli sebeplerle hoşnut olmamasından kaynaklı olarak idareye başkaldırısı ve başkaldırının başarıya ulaşması durumunda ise yeni bir idare anlayışına geçilişidir.
Fransız Devrimi özelinde bakmaya devam edersek, yazının başından beri ifade edilen Jakobenler, aşağı toplum sınıflarından olan ‘Baldırı Çıplaklar’ (Sans-culots) grubuna dahillerdir. Yani Jakoben hareket, öyle sanıldığı gibi yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğru yayılmıştır. Bu yayılmayı da kurduğu kulüpler sayesinde mobilize etmiştir[11]. Dönemin Fransasında Jakobenler, ancakkulüplerde nefes alma imkânı bulurken, elitist ve muhafazakâr zümre bu kulüplere karşı linç kampanyası başlatmışlardır. Bu doğrultuda muhafazakâr tarih yazımı ve siyasal teori 1793 yılında yaşanan terör siyasetini Jakobenizm ile özdeşleştirerek kavramın içini boşaltıp, kötü anlam yüklemişlerdir[12].
Bu haliyle dünyaya ithal edilen Jakobenizm, Türk sınırlarından girdikten sonra kurucu kadro, muhaliflerinin dilinden düşmez olmuştur. Özellikle son yıllarda ulusal mücadelenin başkomutanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babası Mustafa Kemal Atatürk ile Jakoben liderler arasında bağ kuracak kadar ileri gitmişlerdir. Onların en çok vurguladıkları nokta Mustafa Kemal Atatürk’ün 1918’de Karlsbad’ta hatıratına yazdığı Avrupa ile Osmanlı arasındaki uçurum hakkındaki notlarıdır. Gazi, notlarında aynen şöyle der:
“Benim elime büyük salâhiyet ve kudret geçerse, ben sosyal yaşamımızda istenilen devrimi bir anda bir ‘coup’ ile uygulayabileceğimi sanıyorum. Zira ben bazıları gibi halk anlayışını bilenlerin kavrayışlarını yavaş yavaş benim anlayışımın ölçüsünde düşünme ve tasarlamaya alıştırmak suretiyle, bu işin yapılabileceğini kabul etmiyor böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden bu kadar yıllık bir yükseköğrenim gördükten, uygar yaşamı ve toplumu inceledikten ve özgürlüğümü elde etmek için hayatı ve yılları harcadıktan sonra neden cahiller derecesine ineyim? Onları kendi seviyeme çıkartırım. Ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar. Bununla birlikte bu konuda incelenmesi gereken bazı noktalar var.Bunları iyice değerlendirip kararlaştırmadan işe başlamak hata olur.”[13]
            Atatürk’ün bu sözlerinin cımbızlanıp sadece ilk bölümüne odaklanıldığı bir gerçektir. Sadece bu kadarı ile yetinirsek, bahsedilen gibi bir anlam çıkabilir. Özellikle anti-Kemalist gruplar için kolay sindirilebilir. Fakat sonraki ifadelere dikkat edersek, Atatürk, kendini çeşitli şekillerde geliştirdiğini vurgulayıp toplumun seviyesine inmektense onları da kendi seviyesine çıkarmaktan bahsediyor. Burada Jakobenizmden bahsetmek mümkün değildir. Zira hatırlanacağı üzere Jakobenizmin -ithal edilen anlamıyla- kitleleri eğitmek gibi bir amacı yoktur. Bunun yanında son cümleye dikkat edersek Paşa, konunun etraflıca incelenmesi gerektiğini, incelenmeden harekete geçilmesinin hata olacağını vurguluyor.
            Bununla beraber bahsedilmesi gereken önemli bir durum da Türkiye’nin yakın tarihi kendine has biçimde “Biz bize benzeriz” mottosuyla şekillendiğidir. En başta ulusal mücadele ve ihtilal süreçlerini aynı anda yaşayan bir başka toplum olmaması dahi başlangıç için yeterli bir bilgidir. Örneğin Fransız İhtilali’nin başlangıç nedeni çoğunlukla ekonomik iken Çin Devrimi’nin ideolojiktir. Fakat Türk Devrimi’nin hepsinden farklıdır. Türk Devriminin başlangıç nedeni var olmaktır. Unutmamalıdır ki Mustafa Kemal Paşa 1918’de ordular terhis edildiğinde İstanbul’a gelmiş ve kurtuluş çaresi için ilk olarak mevcut iktidar ile görüşmüştür. Bu konuda devlet erkanı ve padişah ile yaptığı görüşmeler bilinmektedir. Bunun mümkün olmadığının farkına varmasıyla ve Anadolu’ya geçmiş ve milli direnişi örgütlemiştir. Ama dikkat edilirse yine İstanbul Hükümeti’ni yok saymamıştır. Son kertede İstanbul Hükümeti’nin işbirlikçi tutumları ve Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin dağıtılmasıyla yeni bir meclisin, ulusal mücadelenin merkezi, Ankara’da toplanmasına karar verilmiş ve 23 Nisan 1920 tarihinde meclis açılmıştır. Meclisin açılmasıyla ülkenin dört bir yanından seçilmiş milletvekilleri toplantılara katılmıştır. I. TBMM içerisindeki milletvekillerin niteliklerine baktığımızda hemen her sınıftan her zümreden temsilciler olduğu görülür. Asker-sivil bürokratların yanında çiftçilere, tüccarlara, din adamlarına kadar çeşitli gruplardan milletvekilleri bulunmaktadır. Milletvekillerinin okul tahsilleri ise yükseköğrenimden ortaokula hatta ilkokul seviyesine kadar çeşitlilik göstermektedir[14].
            Yönetici elit ve halk arasında herhangi bir uçurumun olmamasını gösteren birçok faaliyet vardır. Atatürk’ün yurt gezileri, halk ile -korumasız- bir şekilde sürekli temasta bulunması, Millet mekteplerinin kurulması, gazetecilerle sık sık buluşulması, üniversitelere ya da üniversite öncesi okullara ziyaretler, Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi faaliyetler ile Atatürk’ün altı ilkesi hep devlet-halk bütünleşmesinin önemli göstergeleridir.
Sonuç olarak Neo-liberal iktisat politikalarıyla Türkiye'yi kapitalist sisteme entegre etme çabalarının yaşandığı bu dönemde, resmi tarih eleştirisi adı altında dile getirilen yorumların post-modern kimlik açılımları ekseninde kurucu iradenin yapı taşlarını etkisizleştirip, değersizleştirdiği[15] gözlemlenmektedir. En çabuk şekilde kurulan bu sorunlu ilişki giderilmeli ve Kemalizm’in gerçekte ne olduğu ve ne olmadığı okullar dahil kamuoyu önünde anlatılmalı, kitle iletişim araçları vasıtasıyla halk eğitilmelidir.
KAYNAKÇA
AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali, “Jakobenler ve Jakobenizm”, Bilim ve Ütopya, S.205, (2011), s.s.6-26.
AKYOL, Taha, “Jakobenizm Nedir?”, Milliyet, 18.01.1998.
ARSLAN, Bahar, II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e: İki Devrim, İki Süreç, Islık Yay., İstanbul, 2016.
ÇİÇEK, Hikmet, “Jakoben Olmaktan Başka Çare Yok!”, Aydınlık, 10.7.2011.
FERŞADOĞLU, Ali, “Din Karşıtı Jakoben Laiklik”, Yeni Asya, 9 Mart 2012.
FURET, François, Fransız Devrimini Yorumlamak, (Çev. Ahmet Kuyaş), Alan yay., İstanbul, 1989.
GÜNEŞ, İhsan, Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (1920-1923), T.İş Bankası Yay., İstanbul, 2009.
İNAN, Afet, Mustafa Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, (Haz. Nurer Uğurlu), Yeni Gün Yay., İstanbul, 1999.
İREM, Nazım, “Jakobenizm-Cumhuriyet Açmazında Kemalist Radikalizm”, DEÜ-İşletme Fakültesi Dergisi, C.5, S.2, s.s.1-15.
PARKER, David, “Devrime İlişkin Yaklaşımlar”, Batıda Devrimler ve Devrimci Gelenek 1560-1991, (Ed. David Parker), (Çev. Kemal İnal), Dost Yay., Ankara, 2003.
SARICA, Murat, 100 Soruda Fransız Devrimi, Gerçek Yay., İstanbul, 1981.
SKOCPOL, Theda, Devletler ve Toplumsal Devrimler: Fransa, Rusya ve Çin'in Karşılaştırmalı Bir Çözümlemesi, (Çev. S.ErdemTürközü), İmge Yay., Ankara, 2004.

[1] Bkz. Taha Akyol, “Jakobenizm Nedir?”, Milliyet, 18.01.1998.
[2] Bkz. Ali Ferşadoğlu, “Din Karşıtı Jakoben Laiklik”, Yeni Asya, 9 Mart 2012.
[3] Bkz. Hikmet Çiçek, “JakobenOlmaktan Başka Çare Yok!”,Aydınlık, 10.7.2011.
[4] François Furet, Fransız Devrimini Yorumlamak, (Çev. Ahmet Kuyaş), Alan yay., İstanbul, 1989.
[5]Murat Sarıca, 100 Soruda Fransız Devrimi, Gerçek Yay., İstanbul, 1981, s.s.158-163.
[6]Mehmet Ali Ağaoğulları, “Jakobenler ve Jakobenizm”, Bilim ve Ütopya, S.205, (2011), s.16.
[7]Nazım İrem, “Jakobenizm-Cumhuriyet Açmazında Kemalist Radikalizm”, DEÜ-İşletme Fakültesi Dergisi, C.5, S.2, s.15.
[8]Bahar Arslan, II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e: İki Devrim, İki Süreç, Islık Yay., İstanbul, 2016, s.s.75-76.
[9]David Parker, “Devrime İlişkin Yaklaşımlar”,Batıda Devrimler ve Devrimci Gelenek 1560-1991, (Ed. David Parker), (Çev. Kemal İnal), Dost Yay., Ankara, 2003, s.22.
[10]Örnek için bkz. ThedaSkocpol, Devletler ve Toplumsal Devrimler: Fransa, Rusya ve Çin'in Karşılaştırmalı Bir Çözümlemesi, (Çev. S.ErdemTürközü), İmge Yay., Ankara, 2004.
[11]Arslan, a.g.e., s.78.
[12]İrem, a.g.m., s.4.
[13]Afet İnan, Mustafa Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, (Haz. Nurer Uğurlu), Yeni Gün Yay., İstanbul, 1999, s.23.
[14]İhsan Güneş, Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (1920-1923), T.İş Bankası Yay., İstanbul, 2009, s.83.
[15]Arslan, a.g.e., s.74.

Allah ın Kanunları Vardır ve Peygamberler Dahi Bundan Muaf Değildir




Allah’ın Kanunları Vardır ve Peygamberler Dahi Bundan Muaf Değildir
Nureddin Yıldız’ın Musab bin Umeyr Davetçi Okulu için yaptığı “Musab Olmak” 
(6.) dersidir.
ِّللاِمْسِب.َّينِمَّلاَّعْلاِّبَّرِِّللُدْمَّحْلَّاِميِحَّّرلاِنْٰحَّّْرلا.َّينِعَّْجَّْاِهِبْحَّصَّوِهِلٰاَّلَّّعَّوٍدَّّمَُّمُاَّنِدِّيَّسَّلَّّعَّمَّّلَّسَّوُّللاّلَّّصَّو
Âlemlerin rabbi Allah’a hamd, Efendimiz Muhammed aleyhisselama, ailesine, ashabına salat ve selam olsun. Allah’a davet görevini üstlenen ya da böyle bir iddia ile işini belirleyen mümin, başında peygamberlerin bulunduğu şerefli, dünya-ahirette onur kaynağı olacak bir projeye dâhil olmuş demektir.  
Allah’a davet eden insan bu muhteşem görevlendirmeyi elbette Allah’ın yardımıyla yapacaktır. Zaten Allah yardım etmezse hiçbir işi başarmak mümkün değildir. Ancak Allah’ın yardımı ve lütfedeceği başarısının da Allah’ın koyduğu kanunlarla gerçekleşeceğini bilmesi gerekir. 
En başta peygamberler olmak üzere bütün davetçiler, Allah diye yeryüzünde gündem oluşturan herkes, bu kanunlarla iş görmüşlerdir. 
Bu kanunları koyan Allah’tır, uymamızı isteyen ve kanunları icra edecek olan da yine odur. Bunu şuna benzetebiliriz: Bir insanın çocuk beklentisi, evlilik isimli bir kanuna uymasına bağlıdır. Evlilik çocuğun kanunudur ve bu kanuna uymayan, çocuk sahibi olamaz. Çünkü Allah bir insana anne-baba olma meziyetini vermiş ve bunu evlilik kanununa bağlamıştır. Tıpkı buğday elde edilebilmesi için toprağın sürülmesi kanunu gibi. 
Caminin minaresine çıkıp bahçenin buğdayla dolması için sabaha kadar dua etse bir insan, sabahleyin buğday bulamaz. Çünkü kanuna aykırı iş yapmıştır.Bu kanunların hepsine ‘sünnetullah’ diyoruz. Bu konuda Allah’ın toleransı yoktur, peygamberlerine dahi. Peygamberler evlenmeden çocuk sahibi olamamışlar veya bulundukları şehre gökten buğday yağmamıştır. Kıtlık olduğu zaman peygamberlerin bulunduğu mahallede de olmuştur.Davetçinin bilmesi gereken kanunlarda duasına, şöhretine, bağlı olduğu şeyhe-âlime güvenip iş yapması batıldır. Kanun yerine getirilir, o kanunun sonucunda davetçi başarıya ulaşır. Davetçi sonuna kadar direnecek: Bu bir kanundur. Bu direnmeyi gerçekleştirmeden bir davetçi, talebelerinin evliyalar arasına katılmasını da bekleyemez. Böyle bir tolerans yoktur.Bazı insanların bu kanunları bilmeden hocalarının-liderlerinin-şeyhlerinin kerameti veya elindeki gücü zikretmesi gibi hurafeler peygamberler için bile geçerli olmamıştır. Olsaydı, en büyük kanunlardan birine Ebu Talib takılmıştı ve Efendimiz aleyhisselamın gözyaşları karşısında Kur’an ne dedi: َكَّنِإََلََِدْهتيَْنمََتْببْحأَََّنِكٰـلوَََّللَٱَيِدْهيَنمََءآشي“İnsanlar sen istiyorsun diye iman etmeyecek. Hidayete erdiren Allah’tır.” Allah’ın hidayet etmesi için de kanun, kişinin istemesidir. Ebu Talib hâlâ “kadınlar ne der arkamdan...” deyip mahalle baskısını düşünüyordu ve bu yüzden hidayet ona nasip olmadı.Ebu Talib hidayet için istekli olmayınca da Peygamber aleyhisselamın onca yalvarmasına, mübarek gözlerinden yaşlar akıtmasına rağmen kanunlara takılıp kaldı.Ebu Bekir radıyallahu anhın Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme hizmeti yirmi üç senedir. Efendimiz’in ardından iki sene de onun dinine hizmet etti: Yirmi beş sene. Ebu Talib vefat ettiğinde Efendimiz aleyhisselam elli bir yaşındaydı ve ona hizmet etmeye beş yaşındayken başladı. Yani kırk yedi sene. Bu, Ebu Bekir radıyallahu anhın hizmetinin iki katıdır. Üstelik açlık ve ölümle de karşı karşıya gelmiştir Resûlullah aleyhisselam için.Ama bunların hiçbiri Ebu Talib’in en azından imanla ahirete gitmesi için yeterli olmadı; çünkü kanuna takıldı. O kanunPeygamber  sallallahu  aleyhi  ve  sellemin hatırı için de bozulmadı, kırk küsur senelik 
hizmetin hatırına da. Ebu Talib’in iman arzusunu kalbinde kaynatması gerekiyordu, bunu yapmayınca da Allah, kanunu gereği, ona yalvarmayan kuluna ‘yalvarmadı’. Ama sözgelimi Ömer radıyallahu anh şirk bataklığından dönmeyi diledi ve döndü.Toplumu İslamlaştırma ve şeriat eksenine getirme mücadelesi yapan davetçibilecek ki belli kanunlar var ve bunlar etrafında çalışmaktadır.Bu kanunların muafiyeti ve kayırılması, istisnası yoktur ve herkes için geçerlidir.Davetçinin ayet-hadis bilir gibi bu kanunları (sünnetullah) da bilmesi gerekir. Bu psikolojik bir rahatlama getirir insana ve umudunun kırılmasını da önler. Davetin büyükleri olan peygamberler bu kanunları bilmedeniş yapmaya kalkışsalardı delirirlerdi herhâlde. İnsanların putlarını kırıyorsun ve o putları gelip tamir eden kişi öz baban oluyor; buna yürek dayanır mı? Ama İbrahim aleyhisselam, her şeyin Allah’ın kudretinde olduğunu ve kendisine de bir muafiyet tanınmayacağını biliyordu, öyle de davrandı.Bu kanunları bilmeyen sık sık depresyon geçirir, “olmuyor kardeşim, olmuyor yahu...” der.Kur’an-ı Kerim’imiz yirmi beş peygamberin isminden söz eder. Bunlardan sadece birinin, Yunus aleyhisselamın kavminin, başlarına gelen felaketten sonra topluca iman ettiklerini söylüyor Kur’an. Bunun dışında çok uğraştı peygamberler de kitleler hemen iman etti diye bir durum yok kitabımızda. Yani davetçi için de kitlesel bir dönüşüm beklentisi olmamalıdır. Kitlesel dönüşüm Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem için dahi gerçekleşmemiştir.Medine’de bu olduysa da küçük bir topluluk için geçerliydi. Ama Efendimiz’in sağlığında dahi Yemen’de sahte peygamberler zuhur etmiştir.Davetçi için geçerli kural şudur: Bin kişi namaz kılsın ister,bir kişi kılmasa bile yoluna aynen devam eder.Bu kanunları şimdi sıralayabiliriz:Birincisisebep kanunudur. Yani bir insan, önünde hoca bulacak ve bu bir sebeptir. Bir iletişim-kontak kurmak, sebeptir. Davetçi de hidayetin sebebidir. Eğer davetçi, bir görev aksatması yaparsa sebebin yani kanunlardan birinin kopmasına neden olur ve böylece de Allah’ın kanunlarından bir kanunun bozulmasına sebebiyet vermiştir.Ya ‘ben davetçi değilim, kendim cennete girerim, kimsenin cennetine de karışmam’ diyenlerden olacaksın ya da davetçi olduğunu söylüyorsan uyku sana haram olacak, çocuklarınla sofraya oturup yemek yemeye fırsat bulamayabileceksin. Çünkü davetçi, hidayetin sebeplerinden bir sebeptir. Nasıl ki Allah Teâlâ, Peygamber’imiz aleyhisselamı göndermiştir; seni de bulunduğun diyarın davetçisi olarak göndermiştir.Peygamberlerin ‘çok yoruldum, görevi başkası devralsın benden’ diye bir görev bırakmaları oldu mu? 950 sene emekli olamadı Nuh aleyhisselam. Davetçi de ihtiyarlar, konuşamayacak hâle gelir, kulağı duymaz, ameliyatlar olur... ama işini bırakmaz. Hastanede ziyaretine gelene bile ‘senin ağzın sigara kokuyor yavrum, içme’ der.Çünkü Allah seni son nefesini verinceye kadar hidayetin sebebi olarak yaratmıştır. Sen görevinden el çektiğin ve kendine bir isim uydurup -sözgelimi emekli-kenara çekildiğin zaman, bile bile ortaya çıkarılmış bir hatanın suçlusu olarak dirileceksin demektir.İkincisihidayet ve dalalet kanunudur. Bu dünya müminlerin ve kâfirlerin dünyasıdır; sadece kâfirlerin veya sadece müminlerin dünyası değil. Müminler ve kâfirler, gündüz ve gece gibidirler. Sadece gecelerin bulunduğu bir dünya olmadığı gibi sadece gündüzlerin bulunması da mümkün değildir.
Bu kanunu bilen bir davetçi hiçbir zaman, “Yahu bu kâfirler de amma azıttı...” demez. Çünkü okumaktaolduğu Kur’an, insanların çoğunun kâfir ve nankör olacağını söylüyor zaten. Davetçi görür ki çok kâfirin içinde bir grup mümin daima vardır ve bu müminler tohum gibidirler, tohum da her zaman az olur.Bir mümin çıkıpsözgelimi 2020 yılında bütün üniversiteliler, liseliler ve ortaokulluların hafız olacağını söylemez. Bu saflıktır ve olmaz böylesi dünyada. Bunu Ömer bin Hattab da görememiştir.Bu kanunu bilmek bize meydana çıkarken gerekli altyapı ve şuurla çıkmak avantajını sağlar. Aksi takdirde  kendini  safsaf avutur insan ve menkıbe-masallarla yol alır. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bile müşriklere karşı konuştuktan sonra müşrikler, اذامََلاقَاًفِنآdemişlerdir, “Bu adam demin ne anlatıyordu?”Bu sözü söyleyebildiklerinde hiç değilse Bedir gerçekleşmişti, yani muzaffer bir liderdi Resûlullah aleyhisselam. Buna rağmen alay ettiler onunla.Şimdi bir şeyh efendi çıkar ve konuşur da daha o konuşmaya başlamadan insanlar hidayete ermeye başlarlarsa bu anca masaldır, hidayet ve dalalet kanunlarının cariolduğu dünyada böyle bir şey olamaz. Olacak olsa Allah bunu sevgili Peygamber’ine ihsan eder ve onca yormazdı habibini.Üçüncüsüsürtüşme kanunudur. Hak ve batıl, iyiler ve kötüler arasındaki sürtüşme.Bakara ve Hac surelerinde bu kanundan söz eder Allah Teâlâ.Kötüler ve kötülüğün başı olan İblis, Siyonizm veya başka bir adla, daima var ve bu güç akşamları şarj olup gündüzleri piyasaya çıkan bir canavar da değildir. Sana sabaha kadar iman takviyesi yaptığı gibi şirke de küfür takviyesi yapıyor; aksi takdirde “ibadethaneler bile helak olurdu” buyuruyor Allah.Mümin, cennetin peşinde koşup cihat ettiği gibi kâfire de dünya tamahı veriyor Allah ve kâfir de cennet zannettiği dünya uğruna mücadele ediyor. Evi-koltuğu-belediyesi... nevarsa elinde onun cenneti de o, niye bıraksın ki cennetini. Bir mümin hiçbir zaman cennet için çalışmayı yeterli görüp bıkmadığı gibi kâfir de dünya için çalışmaktan bıkmaz.Her gün daha heyecanlı biçimde karşımıza çıkması çok normaldir.Kâfirin kaçması, müminin kâfirin peşinden koşması ve bunun sürekli hâline ‘tedafu’ kanunu diyoruz. Bundan da peygamberler dâhil hiçbir kulun muafiyeti yoktur.

Dördüncü kanun: Mülk suresinde Allah Teâlâ, kullarını niçin yarattığından söz ederkenََ
تْومْلاََقلخَي۪ذَّلااوَةوٰيحْلََْمكولْبيِل
buyuruyor: Sınamak için. 
İnsan sınanmak için vardır. Bu bir mümin-kâfir sürtüşmesi olduğu yani iyi ve kötü arasındacereyan ettiği zaman da insanın kendisi için söz konusu olduğunda da imtihandır. Bekârlık bir imtihan, evlilik iki imtihan; fakirlik bir imtihan, zenginlik başka bir imtihandır. Müminin ne gece ne gündüz, ne genç ne ihtiyarken imtihansız olması mümkün değildir zira hayat imtihan için vardır. Nefes almak da burnun tıkalı olup nefes alamamak da imtihandır. Sağlığın ayrı hastalığın ayrı bir imtihandır. Kur’an-ı Kerim’deki birden fazla ayette Allah Teâlâ, korku ve açlık dâhil her şeyle imtihan olacağımızı buyuruyor.Beşincikanun: Köpeksiz köy olur ama zalimi olmayan dünya mümkün değildir. Bütün zalimleri imha edelim diye bir karar alsa insanlık, bu sefer kendi kendine zulmetmeye başlar. Zalimin olduğu yerde de bir mazlum muhakkak vardır. Bu dünya, hak-batıl dünyası olduğu gibi zalim-mazlum dünyasıdır da.Zalim-mazlumu  niye  hak-batıl başlığında ele almadık? Çünkü hak-batıl, bir din ayrımıdır ama zulüm bazen müminin de yaptığı iş olabilir. Oğul babaya, hoca talebeye, arkadaş arkadaşa zulmedebilir. Zulüm bu dünyanın tortusudur ve tortusuz bir meyve yoktur.
Allah’a davet eden, zulümsüz bir dünya hayal edemez. Onun politikası, zulmü ebediyen önleme üzerinedir fakat doktorların iyi çalışması hastalığı hiçbir zaman önlemediği ama doktorluğun hastalık için acil bir tedbir olarak her zaman bekleyeceği gibi davetçi de aynı pozisyondadır.Elinde kırbacıyla dolaşan Ömer radıyallahu anh zamanında sıfırlanmadı zulüm ve hatta bir zalim tarafından şehit edildi.Zulmün sıfırlanması için çalışır davetçi ve bunu ister; ama böyle olmamasına daima hazırdır.Zulüm her zaman insanların birbirini, insanın eşinidövmesi de değildir. Sabah namazına kalkmayan kişi kendine zulmeden bir zalimdir, çocuğunu namaza alıştırmakta kusuru olan bir anne de öyle. Veya cep telefonuyla meşgul olduğu için talebenin dikkatini dağıtan hoca.Altıncıkanun: İhtilaf vardır. Bir evde altı nüfus yaşıyorsa o evde altı görüş var demektir. 

Kâinatta her insan kendi başına bir görüş demektir.َ
لوََنولازيََنيِفِلتْخمَْولوََءاشََكُّبرََلعجلََساَّنلاًََةَّمأًََةدِحاو“
Allah dileseydi insanları tek kalıp yaratırdı da tartışmazlardı aralarında.”  
Ama  Allah,  ihtilafı  dilemiştir  ve  herkesin  farklı  düşünmesi  rahmettir.  
Herkes  farklı düşündüğü içindir ki buğday ekmeği yerine kepek ekmeği, mısır ekmeği de üretiliyor. Davetçi bilmelidir ki ihtilafın varlığını önlemesi herhangi bir şekilde mümkün değildir. Bu dünyada ‘birlik olalım’ kadar büyük ayrılık nedeni zor bulunur. Birliği kışkırtmak bir ayrılık nedenidir çünkü birliği sağlamak için getirilecek yöntem yeni bir çalışmadır ve her yeni çalışma yeni bir grup demektirzaten.Bugüne kadar insanlığın birlik diye kurduğu her şeyin ikinci bir tanesi vardır muhakkak, arı gibi oğul vermiştir.Bu kanun da davetçinin zihnen rahatlamasına yarar. İhtilafta bir sıkıntı yok; ihtilaftaki görüşlerimizi putlaştırmada sıkıntı var. Kendi düşündüğünden başkasının batıl olduğu tezi batıldır. Yoksa ihtilaf gayet doğaldır; tıpkı yemek zevkimin kimseye benzememesi gibi.Ancak  elbette  Allah, Peygamber aleyhisselam ve  ashab-ı kiram konusundaki yani dinin temeline  dair meselelerdeki bir ihtilaftan söz etmiyoruz.Yedincikanun: Allah kıtlıkla helak etmez, bollukla helak eder. Davetçinin konuşacak insan, binecek araba bulamaması korkmasına gerek olmadığı anlamına gelir. Ama bir araba lazımken beş tane bulması iyiye alamet değil.اذِإوَانْدرأَنأََكِلْهُّنًََةيْرقَانْرمأَاهيِفرْتمَاوقسففَاهيِفَََّقحفَاهْيلعََلْوقْلاَاهانْرَّمدفَاًريِمْدت“Bir yeri helak etmek istediğimiz zaman zengin çocuklarını şımartırız. Onlar şımarınca da kanunumuz yerini bulur ve helak ederiz orayı.”Davetçinin korkması gereken kıtlık değil bolluktur. Çünkü kimse bir kaşık suda boğulmaz, okyanusta boğulursun.

Bu kanunu bilhassa bu zamanda çok iyi düşünmeliyiz.
Sekizincisi dönüşüm kanunudur. 
Rad suresinin 11. ayeti bu kanunu koyar.

ىّٰتحَاورِيغيَامََْمِهِسفْناِب
Yani toplum kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez. Dua ile veya gökten inen bir meleğin yaktığı tütsüyle filan değil. Toplumun eylemiyle ve hakka dönmesiyle dönüşüm mümkündür. Bunun negatifi de doğrudur. Bir toplum Allah’ın nimetleri içinde yüzerken küfran-ı nimet eder ve bir yığın nimeti nankörlükle karşılarsa Allah bu nimetlerini geri alır. 
Çünkü istikamet üzere olan bir toplum, istikamete yaraşmayan bir siyaset gütmüştür ve bedel, nimetlerin alınmasıdır. Davetçi, Allah’tan mucize bekleme hakkına sahip değildir; toplumu dönüştürüp sonuç bekleme hakkına sahip olabilir. 

Çünkü kanun, toplumun kendini değiştirmesini vaz ediyor.Hem çocuklarını Kur’an’dan uzak tutup hem de Kur’an devleti nasip etmesini Allah’tan dileyen toplum daha çok diler...
Emin Saraç hocamdan dinlediğime göre Seyyid Kutub da konferanslarına ىّٰتحَاورِيغيَامََْمِهِسفْناِبayetini zikrederek başlarmış. Malik bin Nebi’nin de aynı adla bir kitabı var.
Dokuzuncu suistidraç kanunudur. Bu ne yazık ki Müslümanlar olarak gündemimizden düşmüştür ancak kesinlikle böyle olmamalıydı.
İslam nimetini yanlış kullanan hacı-hoca-mütefekkir... 
kimse artık, sivri şahsiyetlere tuzak kurmasıdır Allah’ın. Buna istidraç denir.Mesela Ömer bin Hattab radıyallahu anh bir keresinde yağmur duası etmiş ve insanlar henüz âmin demeden gökten yağmur boşalmıştır. Buna keramet diyoruz ve haktır. Bazıları da ağzında sigarayla dua eder, yine de yağmur yağar.Ancak bu bir istidraçtır. Allah, dostunun da dediğini yapar; dostu olmayan dost kılıklının da dediğini yapar ki cehenneme daha çabuk düşsün diye.
Davetçi, kendisi sabah namazına kalkmadığı hâlde sabah namazıyla ilgili bir konferans verir ve insanlar o konferanstan sonra sabah namazına kalkmaya karar verirlerse, oturup bunun bir istidraç olabileceğini düşünmelidir. Allah onu yukarı doğru çekiyor ve aşağı düştüğünde parçalanmama ihtimalini ortadan kaldırıyor olabilir. Çünkü davetçi, şöhretini Allah ile kazanmış kimsedir ve hataları, ihlassızlığı normal insanın hatalarından daha büyük bir suçtur. Normal insanınki bir günahtır; ama davetçinin işlediği, Allah adıyla işlenmiş günahtır. Nimetler musluğun kapasitesinden hızlı akmaya başladığında istidraç kanunu devreye girdi demektir
..َّينِعَّْجَّْاِهِبْحَّصَّوِهِلٰاَّلَّّعَّوٍدَّّمَُّمُاَّنِدِّيَّسَّلَّّعَّمَّّلَّسَّوُّللاّلَّّصَّوو.َّينِمَّلاَّعْلاِّبَّرِِّللُدْمَّحْلَّ

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...