Değişim Pompacıları
Askerliği doğru-dürüst yaptıkları kuşkulu birileri de komutanları eleştirdiklerini sanıyor
Siyasal edebiyatımızda her gün, nerdeyse her saat, yeni güldürü örneklerine rastlamaktayız. Hem de kara güldürü. Herşeyi bildiğini, herşeyden anladığını sanıp her konuda bilgiçlik taslayan kimi sütun fırıldakları, yeni yalanlarla yağcılık ve yalakalıkta ölçüsüzlüklerini ortaya koyuyorlar. Yaranmak, yanaşmak çabalarını (aşağılık duygularının, ruhsal-beyinsel bozukluklarının ve bilgi boşluklarının etkisiyle) arkasında kuyruklaştıkları “malûm”ların gözüne girmek için utanmazlıkla sürdürmekte, saldırıya dönüştürerek kimliklerini açıklamaktadırlar. Bir ara Bülent Ecevit için, hattâ “Dün ne isek bugün de oyuz” diyen Devlet Bahçeli’nin partisi için “Değişti... Değişti!” diye yelken açmışlardı. Şimdi de AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, her sözü, her davranışı, buyruğuyla yapılan her işlem, atama ve düzenlemeyle değişmediklerini vurgulamasına karşın değiştiklerini savlayan, bunu yineleyip kanısında direnenler, “Kraldan çok kralcı” tipler türedi. Üstelik hiç gereği yokken, görevini namus bilerek, vicdanını yastık yaparak, hiçbir kötüyle ve kötülükle ilişkisi söylenmeden emekli olanların adını küstahça sıralayıp karşılaştırarak. Kendi maoculuğunu, çıkar çukurunda debelenmesini unutturmak, iktidar goygoyculuğunu geçiştirmek isterken bu saygın adları unutturmamış olması da karakterine uyan bir çelişki. Askerliği doğru-dürüst yaptıkları kuşkulu birileri de komutanları eleştirdiklerini sanarak kendi zavallılıklarını, medyadaki yozlaşmanın kanıtları olarak, yansıtıyorlar. Ne tarih, ne hukuk bilgileri var ne de ulusal güvenlikten, siyasetten, demokrasiden, yönetimden anlıyorlar.
Galiçya’yı, Yemen’i, Trablusgarb’ı, Halep’i, Bağdat’ı, Kafkasya’yı, Silistre’nin nerede olduğunu, önemli savaşların tarihini bilmezler. Yurttaşlık ve insanlık bilincinden yoksundurlar. Terbiyeleri de yoktur. Kimlerin çocuğu, torunu oldukları hemen seziliyor. Yurt, yurttaş, devlet, ulus nedir, bilmiyorlar. Geçmişi karanlık, şaibeli, sanık-hükümlü, önünde saygıyla eğilip “Devleti çok iyi koruyorsunuz, sizi tüm kalbimle kutluyorum” dediği insanı şeriatçılara yaranmak için aynı nedenle kötüleyen kendini bilmezler de var. Kadınlarımızın geleneksel, alışkanlık ve tertemiz inançlarına göre gerekli sayarak kullandıkları olağan başörtülerini, “türban” yalanıyla dini siyasallaştırarak demokrasiyi dinselleştirmek için simge niteliğinde sıkmabaş-bohçabaş biçimine çevirmeyi modernleşme, ilerleme, küreselleşme, sekülerleşme gösterme direnişi, köktendinci teröre karşın “irtica olmadığı” inadı, lâikliği, cumhuriyeti ve Atatürkçüleri suçlama sapkınlığı paranoya değil midir? Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, aydınlanmayı, barışı, insan haklarını, eşitliği, demokrasiyi savunup zorunlu olmayan savaşları, sömürgeciliği, yoksulluğu, hastalıkları, terörü, tüm kötülükleri kınayanlara saldıranların yaşadığı sokakları tanımlamak güçtür.
Şimdiki yönetim 28 Şubat’ın intikamı peşinde
ABD baskılarına, Avrupalıların dayatmalarına, 2. Sevr’e karşı çıkanlardan biri olarak eğilmeden, ezilmeden, ödün vermeden, AB’ne eşit konumda katılma istediğimiz için bizi eleştirenlere ne söylesem azdır. Çöreklendikleri köşelerden topluma zehirlerini saçanların silâh gibi kullandıkları kalemleri, sahiplerine en yararlı araçtır. Kendilerini tanımlayıp tanıttıkları sözcükler, düzeylerinin, kişiliklerinin, niteliklerinin, kimlerin nesi olduklarının ipucunu vermektedir. Şarlatanları şamatalarıyla, palyaçoları polemikleriyle, şirretleri şımarıklıklarıyla başbaşa bırakmak en uygun tutumdur.
Kimilerinin dediği gibi “Yalaka-salaka, bağnaz-yobaz, yılışık-karışık, şişkin-pişkin, sap-saman, gerzek-geveze, aptal-şapşal, ahmak-avanak, ayva-armut, oynak-manyak, nankör-hain, sapkın-satılık, geçim-o biçim, safsata-şamata, hırsız-uğursuz, yalı-çalı, adî-alçak, uçuk-kaçık, madrabaz-maskara, binek-dönek, arsız-yüzsüz, ahlâksız-onursuz, salatalık-muşmula, mütarekeci-mandacı, numaracı-çıkarcı, şımarık-şirret, ayyaş-liboş” koalisyonlarından başlayarak duyduk-larımızdan sözetmek bize yakışmaz. Yalanla yoğrulan, kendi sıfatlarını başkalarına yükleyerek rezilliğini, pespayeliğini gizlemeye çalışan kanı, sütü, mayası bozuklarla, kapı kapı dolaşıp yozlaşanlarla, ağzından çıkanı kulağı duymayanlarla, yaptıklarından ve kendine söylenenlerden yüzü kızarmayan fosilleşmiş bulaşıcılarla zaman yitirmemelidir. Sırıtarak, kıvırtarak bildiklerini okurlar. “Misak-ı Millî tabusu” eleştirisiyle yaptıranları bırakıp yapanları karalayarak 27 Mayıs Devrimi’ne, 28 Şubat dönemecine karşı çıkarlar. Şimdiki yönetim de 28 Şubat’ın intikamı peşindedir.
Teröristlere kolaylık sağlanırken devleti, hak ve özgürlüklerini koruyanlar teröre açık tutuluyor
Değişim, olumlu ya da olumsuz olur. İleriye doğru, beğeni toplayacak biçimde gelişme olumlu değişimdir. Evreler, aşamalar, süreç, duyguda, düşüncede, yapıda, varlıkta bireysel ya da toplumsal değişimi sağlar, gerçekleştirir. Eğitim-öğretim, çalışma, görgü ve zaman, kimi etkenlerdir. Geriye doğru, kınanacak bir belirginlikle iyiden kötüye dönüş, kazanılanı yitiriş, düşüş, bozuluş, olumsuz değişimdir. Başka tanımları da yapılabilir ama özetlediğim anlamıyla kavranması kolaydır. Peki, Recep Tayyip Erdoğan ne yapmış da değişmiş? Konuşması, giyimi-kuşamı, düşüncesi, tutumuyla mı? Öncekinden ayrı olan yanları ne? Kendinden önceki siyaset adamlarının söylediklerinin kimilerini yinelemesi, onların açtığı yoldan yürümesi, yapılması gecikmiş kimi işlem ve düzenlemelerin kendi zamanına rastlaması mı değiştiğinin kanıtıdır? AB’yi o mu buldu? ABD ile “stratejik” olduğu söylenen dostluk onun zamanında mı başladı? Yoksa onun için değişen Türk Ceza Yasası, Anayasa gibi Ege, Kıbrıs, Güneydoğu sorunlarıyla Irak’ın kuzeyi konusunda, IMF ve AB ilişkilerinde ödünler, gereksiz söz vermeler, yanlış adımlar, kimi suskunluk ve içine sindirmeler ayrık mı tutuluyor? Haksız, gerekçesiz, nedensiz görevden almalar, emekli işlemleri, atamalar, sırıtan kadrolaşma, üniversiteleri uydu yapma, dinci eğitime ayrıcalık ve ağırlık verme, özel okulları kullanma, değiştirilmesi bile önerilemez lâikliği tartışma, sıkmabaşı kavga aracı yapma, özelleştirme yağma-talanını hızlandırma, ihale oyunlarını genişletme, orman ve sit alanları kıyımı, barış ve eve dönüş adıyla kendilerini ve yandaşlarını kurtarma kurnazlıkları, kendi yolsuzluklarını kapatmak için baskıcı komisyonlar kurdurup başkalarını suçlama, Bakanların gereksiz konuşmalarıyla savcılara baskıları nedir? Teröristlere kolaylık sağlanırken devleti, hak ve özgürlüklerini koruyanları teröre açık tutma, hedef gösterme çabaları ne oluyor? Bunlara ne demeli? Demokrasiyi amaç değil, araç sayan görüşle, inanç katılığı, bağımlılığı ve sömürüsü açıklayan söz ve şiirlerden dönüldü mü? İş çevrelerinin isteklerini buyruk gibi algılama alışkanlığından, Millî Görüş birlikteliğinden gerçekten vazgeçildi mi? Yabancıların katıldığı çarşaflı nikâh gösterileri, devlet protokolündeki uygar görünümünü karartan (ayakları açık, başı bohçalı) giyim biçimini “tesettür modası” olarak benimsetmeye çalışmak değişmek midir? İnsan hakları, demokrasi kavramları ve hukuk kendi dinci açılımlarına elverişliliği ölçüsünde kullanılmakta, bağımsızlıktan, hukukun üstünlüğünden, kadın-erkek eşitliğinden, lâiklikten, Atatürk ilkelerinden, üniversite özerkliğinden, yargı bağımsızlığından asla söz edilmemektedir. Tersine, Atatürkçülük ve lâiklik suçlanmaktadır. Köktendinci terörün süre tanıdığı, takiyyelerin sonucunu beklediği anlaşılmaktadır. Korkmasalar Atatürk’ü de suçlayacaklardır. Hortumcuyu, soyguncuyu, rüşvetçiyi, hırsızı, katili, haini bırakıp tam bağımsızlığı savunanlara yönelmişlerdir. Bunlar siyasal kapkaççı sayılmaz mı? “Realist ve idealist çalışıyoruz” sözüne kimler kanar? Batı aydınlığına karşı, doğu karanlığına yandaş olanlara, tiyatroyu, operayı, baleyi, bilimi, felsefeyi, kültürü dışlayanlara kimse inanmaz. Memuru, işçiyi, emekliyi, öğrenciyi, özürlüyü düşünmeyip bu kesimlerle alay edip gözdağı veren, yurttaşlarını kolluk güçlerine dövdürenler, dokunulmazlığı sınırlama sözlerini unutup kendi dosyalarını işlemden kaldıranlar değişmiş olamaz. Ulusal egemenlikle ulusal istenci birbirine karıştırıp çoğunluk diktasına kaymak, şeriat diktasına heveslenmek olumlu değişimi değil, geriye gidişi anlatır.
Askerlere çuval giydirmeyi kadınlara çarşaf giydirmekle bir tutuyorlar
Tanzimat-Meşrutiyet kafası, mütareke zayıflığı ve yabancı bağımlılığıyla değişimden söz edenler topluma zarar veren işgüzarlardır. Saplantılılara, soytarılığı kendine yakıştıranlara bir şey demeye değmez. Yavanlıkları, yavşaklıkları çuvallara sığmayacak mızraklar biçiminde. İbda-C’yi Hizbullah’ı, hücre evlerini, domuz bağlarını, aczmendi ahlâksızlıklarını görmezlikten gelip irtica tehlikesi olmadığını, yeşil sermaye dayanışması ve tarikat okulları bulunmadığını söyleyip yazanlar da değişme reklâmcısı. Askerlere çuval giydirmeyi kadınlara çarşaf giydirmekle bir tutanlar yanında, Irak’a asker göndermeyi dışsatımla eşit gösterenler, Kıbrıs, Ege, Irak, ermeni ve kürt devletleri konularında Türkiye karşıtlığını yabancılardan daha ağır biçimde, düşmanlık türü gündeme getirenler de değişme özürlülerden. Demokrasiyi, bağımsızlığı, ulusallığı, devleti, kamu mallarını, tarihsel ve doğal varlıklarla kaynakları savunmak değişmemek sayılıyor. Satılmak, kiralanmak, uydu ve uşak olmaktansa, onursuz kalmaktansa, değişmemek, aç kalmak yeğlenir. Ne verilse yiyip yutacak, ne yapılsa içine sindirecek olanlar “adam” sayılamazlar. AB’ye katılmak yasadan, antlaşma, anlaşma ve sözleşmeden çok kafayla, gönülle, anlayış ve tutumla olur. Bizi AB karşıtlığıyla eleştiren çocuklara 1951’de öğrenci kuruluşlarının “Avrupa” çalışmalarına katıldığımızı anımsatırım. Teslimiyetçi tutum kişilikle bağdaşmaz.
Tayyip Erdoğan değişti mi
Devletinin eğitim düzenini karalayıp çocuklarını dost katkısıyla (!) yurtdışında okut, kovuşturulacak bankacıların araçlarıyla seçim gezileri yap, Cumhurbaşkanı’na saygı ve Silâhlı Kuvvetler’e güvenle bağdaşmayacak sözlerle davranışları yinele, cami alanlarıyla ilgili yönetmelik kurallarını değiştir, çocuklarını okutmayanlara uygulanacak yaptırımları yumuşat, devletin yayın organlarına dalkavukluk sayılacak yoğunlukta propagandanı yaptır, Atatürk fotoğrafını kaldırarak konuşmalarını banda aldır, “saydam, devrim, reform” sözcüklerini kullanarak yasaları boz ve buda, vatan satıcılığına girişen vatan arayıcılarının alkışları, övgüleriyle celâllen, bu mudur değişim, bu mudur değişmek? Önceki çalışma arkadaşlarını yanına al, birçoğunu devletin önemli yerlerine oturt. “Baba gibi satmak”tan “Bankalarda faizsiz şeriat yöntemini uygulamak”tan sözedenler, hiçbir çekinme duymadan yakınlarına iş verenler, kamu mallarını oldu bittilerle ellerine geçirenler, neler neler… YAŞ kararlarına “muhalefet şerhi” koymanın yürürlükteki Anayasa karşısında hiçbir önemi, “kıymeti harbiyesi” yokken, sırf tabana selâm için bunu yapmak değişmek midir? “Muhafazakâr demokrat” söylemi de anlamsız, yararsız, içi boş bir öykünmedir. Tıpkı “Milliyetçi-mukaddesatçı, Türk-İslâm Sentezi” söylemleri gibi aldatıcı ve tutuculuk ağırlıklı gösteri sözüdür. Hem demokrat, hem muhafazakâr olunamaz. İslamiyet yalnız AKP için midir, yalnız onun inancı mıdır, islâmiyetin temsilcisi midir ki islâmiyetle demokrasiyi anlaştıracak, bağdaştıracaklarmış. İslâmiyet değişmeyeceğine göre demokrasiyi islâmiyete uydurarak dinselleştirecekler. Kendileri “Zaman sana uymazsa sen zamana uy” ilkesini benimseselerdi zorunlu olmadığı bayan Bakan ve Milletvekillerinin kullanmamasıyla doğrulanan sıkmabaş için direnmez, kavga çıkartmazlardı. Değisselerdi lâik devlet yöneticilerinin de bu niteliğe uygun gören anlayışı içinde olmalarını benimserlerdi. En çağdaş milliyetçilik, barış ve dostluğa açık Atatürk milliyetçiliğidir. Demokrasi inançlar yönünden yansızdır, kamu düzenini bozmadıkça dinle ilgisi yoktur.
Değişme gerçek olsaydı, değişene uyumla yönetim katlarında ve toplum yaşamında da belirtileri izlenirdi. Orman yangınları mı, trafik kıyımı mı durdu? Terör mü kesildi? Eğitim, sağlık, yargı hizmetleri mi iyileşti? Memurun, emeklinin, işçinin yaşam güçlükleri mi azaldı? Daha az para ile daha çok mal mı alınıyor? Aylık ve ücretler arttı mı? Gelir dağılımındaki adaletsizlik sona erip denge sağlandı mı? Vergi yitikleri, enerji kaçakları, kaçakçılıklar önlendi mi? Hırsızlık, kapkaç, iflâs, intihar, yaralama ve öldürme azaldı mı? İç ve dış borç yükü hafifledi mi? Bütçe açıkları kapandı mı? IMF baskısı ve boyunduruğu kalktı mı? Başta Anayasa, nice antidemokratik kural değişti mi? Siyasal partilere Hazine yardımı kesildi mi?
Gözboyacı, doyurucu ve gerçekçi olmaktan uzak, AB’ye “işte yapıyoruz” iletisi amaçlı, bir iki sözcük ve tümce değişikliği içeren düzenlemeleri, kafası değişmeyenler, reform sanıyorlar. Oysa aynı uyum yasaları insanımıza birşey getirmiyor, baskı kuralları durduğu gibi “cemaat” yapısı hortlatılıyor. Bir de kalkıp komutanların konuşmalarına takılıyorlar. Orgenerallere konuşma öğretmek “ölçüsüzlüğü”ne düşerek. Kendilerinin kim ve ne olduklarına bakmadan. Emekliliği yalnızlaşma ve güvencesizlik sayıp veryansın ederek. 1. Ordu Komutanı’nın ve Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nin haklı, doğru, zamanında konuşmalarını kimi gazetelerin veriş biçimindeki çirkinlik ibretle izleniyor. Komutanlar kişisel görüşlerini açıklıyorlar. Buna kimse bir şey diyemez. Uygun ortamda, törenlerde konuşuyorlar, çok doğal. Öyleyse neye kızıyorlar, işlerine gelmediği için. Bu konuşmalar Silâhlı Kuvvetler adına, onu temsilen, onun sözcüsü olarak yapılmıyor. Ama Silâhlı Kuvvetler içinden, yetkili, görevi sona erse de hizmetten ayrılmadan yapılıyor. Demek ki ayrı düşünenler olduğu bir gerçek. Olmalı da. Mustafa Kemal’in Büyük Taarruz Plânı’na karşı çıkanlar da olmuştu. Bu durumları yurtsever komutanları alaya alıp yıpratmak ve birbirine karşı göstermek için kullanmak düzgün kişilikle bağdaşmaz. Birleşmiş Milletler kararı bir yana, TBMM karar vermeden, oy kullanacak milletvekillerini etkileyecek biçimde yapılan konuşmalara değinmediler. Çünkü işlerine öyle geliyordu.
Komutanların konuşmaları Genelkurmay’ı bağlamasa da önemlidir, yabana atılamaz
Hiç kuşkusuz Genelkurmay adına Genelkurmay Başkanı ya da yetkili kılınan görevli konuşur. Genelkurmay’da ilgili birimlerden geçmeden, komutanlarca üzerinde birleşilip sonuca varılmadan Genelkurmay görüşü oluşmaz. Bu duruma gelen görüşler Genelkurmay Başkanlığı’nın, bunun dışındakiler ise Genelkurmay Başkanı’nın görüşüdür, yani kişiseldir. Genelkurmay Başkanı’nın her sözünü, söyleşilerdeki yanıt ve esprilerini Genelkurmay Başkanlığı’na bağlayıp değerlendirmek de kanımca yanlıştır. Hani “Hükümetle orkestra düzeninde, şiir gibi çalışıyoruz” denildiği yazılmıştı ya. Komutanların konuşmaları Genelkurmay’ı bağlamasa da önemlidir, yabana atılamaz, gülünüp geçilemez. Bunları bahane sayarak özgün görevli, ölme ödevli askere sataşmak, onun üzerinden yazarlık ve demokratlık görünümüyle siyaset yapmak, kimilerine yaranma yarışına katılmak son derece sakıncalıdır. Askere ya da başka birilerine dalkavukluk da kişiliksizlerin, onursuzların işidir. Doğrudan, gerçekten, haklıdan yana olmak başlıca erdemdir. Konuşmalarda adları geçmemesine karşın portreleri çizildiği için “yarası olan gocunur” sözünü anımsatan bir feryatla ortaya çıkıp esip savuranlara bakmak yeter. Ne konular kimlere kaldı, üzülmemek elde mi? Komutanların söylediği doğrular, siyasetteki “eğri”leri rahatsız etti. Yardakçı ve hacıyatmazlarla Silâhlı Kuvvetler’e çatmayı yüreklilik sayan kimi aymazlar neler yazıp söyleyecekler göreceğiz. Olumsuz belirtilerin artmasına karşın kararsız ve umutsuz olmayacağız. Medyatik neferler ne yazarsa yazsın..
Değişim oyun değil, olgudur, olgunluktur. Lâf ebeliği ile, afra-tafra, cart-curt, zart-zurtla olmaz. Zorla, baskıyla olmaz. Yapaylık sırıtır. Değişim, pompalama ve reklâmla, çığırtkanlık ve gürültü ile olmaz. Bozulma değil, düzelme ve gelişmedir. İniş değil, yükseliştir. Daha doğrusu, anlamlısı, değerlisi, önemlisi ve ciddiye alınması gerekeni böyle nitelikli, düzeyli, beğenilir olanıdır.
Tutuculuktan özgürlükçülüğe ve ilericiliğe, dikta hevesi ve özentisinden demokratlığa, darbecilikten devrimciliğe, sertlik ve şiddetten anlayışlı ve hoşgörülü olmaya, para tutkusundan özveriye, büyüklenmeden alçakgönüllülüğe, serkeşlikten efendiliğe, bilgisizlikten bilgilenmeye, terbiyesizlikten saygınlığa geçiştir. Değişenin kendi savından çok karşısındakiler bunu saptar ve doğrular. Gerçek olup olmadığı belirlenir.
Değiştiği savlananlar yerinde saymıyor geri gidiyorlar
Ülkemize özgülersek, kurtuluş ve kuruluşun iç ve dış koşullarını, ortamı, olanakları, Türk Mucizesi’yle Türk Devrimi’ni, teokratik monarşiden demokrasiyi yaşama geçiren cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşı’nı bilmek, kul-kölelikten bireyliğe ve yurttaşlığa, ümmetten ulusa yükselişi anlamak istemeyenlerin, 1919-1950’yi suçlayıp sonrasını ve sorumlularını övenler koalisyonunun, tanıklığı, itişiyle değişme kabûl edilemez. Bunların diktesi ve diktası değişken olduğundan değişmeye dayanak alınamaz, kanıt olamaz.
Değiştiği savlananlar ve sanılanlar, yerinde saymıyor, geri gidiyorlar. Ufku olmayanın, ilericiliği kınayıp tarikat ve âşiret düzenine yapışanların, karanlığı çağrıştıranların nasıl değiştiği sürekli tartışılır. Değişmeyen, değişmesi olanaksız olan kimseyi değişmiş gösterip tanıtarak halkı aldatmak kişiliksizlikten kaynaklanır. Ama özellikle tutulmuş görevliler gibi şeriat, çıkar, gösteri dürtüsüyle çabalayan pompacılar var. Yönetimden, yöneticilerden, cıvık ilişkilerden bir şeyler umarak gündemde kalmak, caka satmak güdüsü pompacıyı küçültür, bitirir. Bunların değeri “üfürük”ten öte “tükürük”leşmeleriyle hiçleşir. Her tasmaya uyan boyunlarını yeni sahiplerine uzatarak çöplükten çıkmaya çalışırlar.
Hukukçu geçinip ancak fakülte 1. sömestri öğrencisi düzeyinde bilgisi olanların kılavuzluğuyla değişim gülünçlüktür. Yaş, eğitim, yetenek, psikoloji de değişimin etkenleridir. “Değiştim” ya da “Değişti” demekle, sözle, olumlu bir gelişme denilecek değişim olsaydı değişmeyen pek az kimse kalırdı. Değişim, densizlerin, patavatsız ve saygısızların, kişiliksizlerin savunacağı bir olgu değildir. Onlar kötülüklerin koruyucusudur. İyilikleri, olumlu gelişmeleri yazamazlar. Elleri titrer, parmakları uyuşur, dilleri tutulur. Ancak kendi adlarını, sıfatlarını, niteliklerini söylerken dilleri çözülür.
Patronlarından korkup ilericilere saldırıyorlar
Atatürk ilkelerini yadsıyan, soylu davranışları kınayan, ABD ve AB körükçülüğüyle kararan yeni sömürgeci-mandacı anlayışın duyuru tahtası ve düdüğü durumundaki yalancı ve karaçalıcılar herkesi kendileri gibi sanıyorlar. İlerleme, kalkınma, demokratikleşmeyi bunlar konuşmayı öğrenmeden isteyip savunuyor, bu yoldaki çabaları destekliyorduk. Kendileri bu kavramları Türkiye’mize getirip kurumlaştıran, yurt kavramını, ulus kurumunu somutlaştıran Atatürk’ten, çağdaşlaşmayı onurla gerçekleştirmeyi amaçlayan Atatürkçülükten korkuyor, bu nedenle Atatürkçülere saldırıyorlar. Patronlarından, etnik ve köktendinci terörden, para babalarından korkuyorlar. Utanmadan, gerçek ilericileri, gerçek demokratları, gerçek yurtseverleri suçluyorlar. Bugünlerde tepkisiz kalıp izlemekle yetinenlerin Atatürk’e söz verenlerin, and içenlerin, sessizliğe gömülen yetkili ve sorumlularının donukluğu düşündürüyor. Neredeler? Dizleri titreyerek ayakta durulmaz. “Kızıl elma koalisyonu” benzetmesiyle kendi özlemlerini dışa vuran, ırkçı-turancılık kuruntusuna kapılan, barışcı ve ulusalcıları suçlayan “verkurtulcular”, ilkelerde birleşmenin gerçek gelişme ve değişme olduğunu ayırt edemeyecek ölçüde körleşmişlerdir. Savunup alkışladıkları değişim keşke gerçek olsaydı da yararlansaydık, sevinseydik. Göreceğiz. İnkâr, iftira, ihtiras, ihânet kendileri için mârifet olanlara “iyi saatler!” diyelim.
Zaman zaman kimi aymaz, bağnaz ve sapkın “28 Şubat’ın kışkırtıcısı” olarak adımı vermektedir. O dönemde Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak görevimin gereklerini yerine getirme özenimden başka bir çabam olmamıştır. 28 Şubat’ın oluşumuyla hiçbir ilgim yoktur. Fikri olan, 28 Şubat’ın fikir babalarından olduğumu söyleyemez. Bu, gerçekdışı sav, usdışı bir yaklaşımdır. Ama 28 Şubat kararlarını benimsiyor, çok doğal, hukuksal ve demokratik buluyorum.Anayasa’nın 174. Maddesi’nde belirtilen Devrim Yasaları’nın yadsınması ve irticanın Başbakanlık konutundaki gövde gösterisi karşısında görev bilinci olanlar başka şey yapamazdı. Yalanla yaşayan dönek ve terbiyesizlerin yakıştırması keşke gerçek olsaydı, katkım bulunsaydı, övünürdüm.