16 Nisan 2019

Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır? / Nihal Atsız

Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır? Nihal Atsız ile ilgili görsel sonucu
Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır?
Nihal Atsız
Onbeşinci yüzyılda, bizde, belirli bir tarih görüşü vardı; Türk tarihinin en eski çağları olarak Oğuz Han Destanı'ndan bahsolunur, sonra pek kısa bir Selçuk tarihi anlatılarak Osmanlılara geçilirdi. Böylece eski tarihçiler, Osmanlıları daha mühim ve üstün tutmakla beraber, Türk tarihini bir bütün halinde gözden geçirirlerdi.

Fakat bu tarih görüşü köklenmeden baltalandı. Hele, Hoca Sadeddin gibi bir müverrihin, eserine doğrudan doğruya Osmanlılarla başlamasından sonra, bizim için Türk tarihi sadece "Osmanlı tarihi" olarak kaldı. Ve daha önceki Türklerden, az veya çok, yabancı milletler gibi bahsedilmeye başlandı.


XIX. yüzyılda Müşir Süleyman Paşa ile başlayan tepki, bu yanlış görüşü sarsmaya başladı. Varlık ve başlangıcımızın Osmanlılardan daha ileride olduğu anlaşıldı. Eski Türklerden bahseden bölümler okul kitaplarına kadar girmekle beraber, Türk tarihi sıralanmış bir bütün haline konulmadı. Çünkü çeşitli hükümdar sülâlelerinin zamanları ayrı ayrı devletlermiş gibi ele alınıyor ve Türkler birçok yerlerde birçok devletler kurup bunlardan hiç birisini uzun müddet yaşatamamış bir millet gibi gösteriliyordu.


Halbuki gerçek hiç de böyle değildir. Çünkü Türk tarihi aralıksız bir bütündür. Mesele, onu sistemleştirmekten ibarettir.
Türk tarihine bakışımız nasıl olmalıdır? Bu pek mühim bir meseledir. Çünkü Türk tarihi; İngiliz, Alman veya Fransız milletlerinin tarihi gibi ele alınamaz. Bunun sebebi, Türk tarihinin, o milletlerin tarihi kadar basit olmayışıdır.


Bugün, dünyadaki belli başlı milletlerin nasıl meydana geldiğini biliyoruz. Çünkü bu, tarihin gözleri önünde olmuştur. Halbuki Türk milleti tarih başladığı zaman teşekkül etmiş bulunuyordu.


Bundan başka bu milletlerin tarihi, hemen hemen, hep aynı dar bir alanda geçtiği için, onların tarihlerini sıraya koymak kolaydır. Fakat, Türk tarihi için bu, mümkün müdür? Bazen Çin'de, bazen Mısır'da, bazen Avrupa'da gördüğümüz Türklerin tarihini bir çerçeveye sığdırmak güç bir iş gibi gözükür. Bundan dolayıdır ki şimdiye kadar Türkler, kırk yerde kırk devlet kuran bir millet sayılmış ve Türk tarihini kronolojik bir düzene sokmak teşebbüsü görülmemiştir.


Eskiden, tarihin destanlarla karışık olduğu zamanlarda, Türklerin kafasında daha sistemli bir tarih görüşü vardı. Bugün, birçok bilinmeyen gerçekler meydana çıktığı için, artık, o eski görüş ile yetinmek mümkün değildir. Bunun için bir yeni tarih sistemi bulmak zorundayız. Milliyetçi olduğumuz ve büyük Türk birliğine inandığımız için de, tarihimize vereceğimiz sistem, dileklerimize uygun olmalı ve bu sistem, bize yalnız geçmişimizi en parlak şekilde göstermekle kalmamalı, aynı zamanda ilerisi  için de yol çizmelidir.


Birçok milletler için tarih, bir vatan tarihidir. Meselâ Fransızlar için vatan tarihinden başka bir tarih usulü gütmek mümkün değildir. Bundan dolayı da Fransızlar için millet, o vatan içinde oturan ve birbirine karışan insanların topluluğundan doğan varlık demektir. Çünkü Fransızlar ne Gol, ne Lâtin, ne de Germen olduklarını iddia edebilirler. Bu unsurların hepsinin aynı vatanda karışmasından doğan bir millet oldukları için, vatan tarihini esas olarak almaya mecburdurlar.


Araplar için tarih, bir millet tarihidir. Çünkü, vatanlarının sınırları değişik kalmakla beraber, bu millet, uzun asırlar devletini kaybetmiş, fakat milli varlığını saklamıştır.

İngilizler içinse tarih, bir devlet tarihidir. Çünkü, vatan dışına çıkınca kültür bakımından İngiliz kalmakla beraber İngilizden başka bir isim taşıyan İngilizler esas varlıklarını ana devletlerinde korumuşlardır.

Bununla beraber bu hükümler kesin sayılamaz. Fransızlar için vatan-devlet, İngilizler için devlet-vatan esasının varlığı da söylenebilir. Kesin olan şudur ki, tarihi kuruluşları başka olan milletler için, tarih sistemi de başka başkadır.

Bize gelince: Bizim şimdiye kadar sahip olduğumuz "tarihi görüş"ümüz yanlıştır. Çünkü bizim için millet-devlet esasını kabul etmek milli menfaatlerimiz için daha uygun olduğu halde, biz millet tarihi şöyle dursun, devlet ve vatan tarihini bile bir yana bırakarak, yalnız sülâle ve rejim tarihini esas olarak kabul ettik. Her sülaleyi bir devlet sayarak, şimdiye kadar, sülaleler sayısınca devlet kurduğumuzu ileri sürdük. Fakat düşünmedik ki o kadar devlet kurduksa, bunların hiç birisini de yaşatamamış olduk!

Halbuki elimizde, her zaman bir Türk devleti vardı. Çünkü gerçekte bu kadar devlet kurmuş değil, bu kadar sülâle değiştirmiş bulunuyorduk. Tarihi hayatları uzun olan bütün milletlerde olduğu gibi, bizde de birtakım hükümdar sülaleleri gelmişti. Başka milletler onları hükümdar sülâleleri diye saydıkları halde, biz, ayrı devletler diye kabul ettik. Bu çeşit hükümdar sülâlelerinin zamanlarını ayrı devletler olarak kabul etmek elbette ki yanlıştır. İngiltere'de, Fransa'da sülâleler nasıl birbirlerinin ardından gelmişse ve Fransa'da Kapet, Burbon, Orlean, Napoleon; Almanya'da Saksonya, Frankonya, Baviyera, Habsburg; İngiltere'de Anju, Tudor, Stuard Devletleri yoksa ve bunlar sadece hanedanlar ise; bunun gibi, Türkelinde de Kun, Gök, Türk, Uygur, Selçuk, Osmanlı Devletleri yok, sülâleleri vardır. Bazan iki veya daha çok sülâle idaresinde daha çok siyasi Türk zümresinin bulunması ve bunların birbirleriyle çarpışmaları bu kuralı bozamaz. Nasıl ki Almanya'da düne kadar aynı zamanda hâkim olan birçok sülâleler bazan birbirleriyle çarpıştıkları, hatta bunlardan bazıları Fransızlar ile birleşerek öteki Almanlara karşı yürüdükleri halde Alman Devleti bir devlet sayılıyor idiyse, bizde de aynı şekilde bir devlet olmak gerekir. Eğer bütün milletler tarihlerini bizdeki gibi değerlendirselerdi, o zaman, meselâ İngiltere'de İki Gül Savaşı'nda iki devlet bulunduğunu kabul etmek lazım gelirdi. Yine Fransa'da, kontlukların kuvvetlenip kral nüfuzunun gücünü kaybettiği zamanlarda, birkaç devlet bulunduğunu kabul etmek gerekirdi. Hele XVIII. ve XIX. yüzyıllar Almanyası, içinden çıkılmaz bir hâl alır, belki de Almanya denilen varlığın inkâr edilmesi lüzumu baş gösterirdi. 



Bizim tarihlerimizin, böyle aykırı bir şekilde yazılmasında hanedancılık zihniyeti büyük rol oynamıştır. Hanedanın kutsal bir varlık sayılması, onun düşmesiyle devletin yok olduğu düşüncesini doğurmuştur. Halbuki bu gibi hallerde değişen şey, zamanımızın kabine değişmeleri ile kıyaslanabilecek kadar basittir. Meselâ Doğu Türkelinde Gök Türk hanedanının düşüp Dokuz Oğuz hanedanının kurulması yeni bir devlet doğması gibi sayılabilir. Gerçekte ise aynı devlette hanedan değişmiştir. Halkı, sınırları, toprağı, teşkilâtı, dili, geleneği aynı olan bu iki devre arasındaki ayrılık, yalnız, başlarındaki hanedanın ayrı oluşundadır. Onun için, Göktürkler ile Dokuz Oğuzlara, nasıl, ayrı iki devlet diye bakabiliriz? Düşünmeli ki, Dokuz Oğuz devresi Göktürk devresinin tekâmülünden başka bir şey değildir. Ve nihayet, eğer, bizdeki hanedan değişmeleri başka milletlerdeki hanedan değişmeleriyle aynı şartlar içinde olmuyorsa, bunun sebeplerini milletlerin ruhî farklarında aramalıdır.


Şu halde, hanedanları ayrı devlet saymak, hanedancılık zihniyeti ile hareket etmek değil midir?
Bir de günümüzün tarihinden örnek alalım: Bizde hâkim olan yanlış tarih telâkkisine göre, Osmanlı Devleti yıkılmış, onun yerine Türkiye Cumhuriyeti gelmiştir. Bu düşünüş de yanlıştır. Çünkü, bir Osmanlı Devleti yoktu ki yıkılmış olsun. Sadece Osmanlı hanedanı vardı. Yıkılan odur. Yâni devlette rejim değişmiştir. İşte o kadar...
Sonra şunu da unutmamak gerekir ki; eğer biz, yıkılan sülâleleri devletler gibi gösterirsek, bundan, devletlerin siyasi hayatta istikrara sahip olmadıkları, devletlerini uzun zaman yaşatamadıkları sonucu da çıkar. Milletlerin ruhiyatı yüzyıllar içinde değişmediğine veya pek az değiştiğine göre, bu, Türkiye Cumhuriyeti'ni de uzun müddet yaşatamayacağımız gibi bir düşünceye yol açabilir. Bundan kazanacak olan da, elbette, biz olamayız.
Milletlerin hayatında iç savaşlar ve karışıklıklar görülür. Fakat bundan, hiçbir zaman o devletin ikiye ayrıldığı mânâsı çıkmaz. Eğer, böyle olursa, merkeziyetçi olmayan eski Türk idare şekline göre, milletimizin, pek dağınık bir hayat yaşadığı, birleşip devlet kuramadığı gibi bir mânâ da çıkabilir.
Yine, bazı iç karışıklık ve ayrılıkların uzun sürdüğü de olur. Anadolu'daki beylikler devri gibi. Bu beyliklerin hepsini birer devlet sayabilir miyiz? Bu, büyük bir yanlış olur. Çünkü gerçekte olan şey, batı Türklerinin başsız kalmalarından ibarettir. Nitekim 1806-1871 arasında Almanya da başsız kalmış, fakat kimse Prusya, Baviyera, Saksonya, Vurtemberg vesaireyi ayrı birer devlet saymamıştır. Tarih yine Almanya tarihi olarak sayılmış ve okunmuştur. Halbuki biz hâlâ, her sülaleyi ayrı devlet sayıyor ve Türkiye tarihi deyince, pek pek, Osmanlı hanedanı ve cumhuriyet devrini anlıyoruz.
***
O halde, bu yanlış görüşü nasıl düzeltmeliyiz?
Türk tarihini, ancak kendi şartlarımıza göre gereken değişiklikleri göz önünde tutarak, başka milletlerin kendi tarihlerini ele aldıkları usul gibi bir usulle değerlendirmek suretiyle bir düzene sokabiliriz.
Bu yolda yürüyünce, Türk tarihini ilk önce ikiye ayıracağız:
1 Anayurttaki Türk tarihi,
2 Yabancı illerdeki Türk tarihi.
Anayurttaki Türk tarihi, en eski çağlardan XI. yüzyıla kadar yalnız Doğu Türkelinde geçer. Bu Doğu Türkeli deyimine, bugünkü Moğolistan ile Moskof Avrupası'nın doğu bölümleri de girer.
XI. yüzyılda batıda, ikinci bir anayurt daha kurulmuştur: Türkiye. Bu da Anadolu, Erran, Azerbaycan, Irak ve Kuzey Suriye'den meydana gelen yurttur.
Doğu Türkeli ve Türkiye tarihleri, aralıksız bir bütün halinde Türklerin tarihidir. Hem de bu iki vatanın bazen birleşmeleri haliyle.
Yabancı illerdeki Türk tarihi ise, hâkim Türk sülâlelerinin yabancı milletlere dayanarak kurdukları devletlerin tarihidir. Bunlar sürekli olmamış, bir Türk sülâlesiyle o sülâlenin buyruğundaki bir Türk ordusunun başka milletlere hükmetmesiyle başlayarak, sonunda bu Türklerin yabancı çoğunluklar arasında dillerini ve milliyetlerini kaybetmeleri şeklinde devam etmiştir. Bu devletleri, bütün hayatları boyunca Türk devleti saymaya imkân yoktur. Meselâ bugünkü Mısır Devleti, Türk askerlerine dayanan bir Türk hanedanı tarafından kurulduğu halde, bugün Mısır tamamıyla bir Arap devleti olmuştur. Bunun için Çin, Hindistan, İran, Doğu Avrupa ve Mısır'da kurulan Türk devletlerini, hanedan ve ordu Türk karakterini taşıdığı müddetçe Türk tarihi kadrosuna sokabiliriz. Hanedan ve ordu Türklüğünü kaybettikten sonra onları Türk tarihi içinde görmeye imkân yoktur.
Buna göre, Doğu Türkeli ve Türkiye tarihlerinin şemalarını şöyle çizebiliriz:
Doğu Türkelinde:
Sakalar çağı M.Ö. VII. - M.Ö. III. yy. Kunlar çağı M.Ö. III. - M.S. 216 Siyenpiler çağı 216 - 394 Aparlar çağı 394 - 552 Gök Türkler çağı 552 - 745
Dokuz Oğuzlar - On Uygurlar çağı 745 - 840 Uygurlar çağı 840 - 940 Karahanlılar çağı 940 - 1123 Karahıtaylar çağı 1123 - 1207 Sekizler çağı 1207 - 1218 Çengizliler çağı 1218 - 1370 Aksak Temirliler çağı 1370 - 1501 Özbekler çağı 1501 - 1920 Türkiye'de:
Selçuklular çağı 1040 - 1249
İlhanlılar çağı 1249 - 1336
Büyük beylikler çağı 1336 - 1515
Osmanlılar çağı 1515 - 1922
Cumhuriyet çağı 1923'ten itibaren ***
Ciddî ilim adamlarından meydana gelecek küçük bir tarihçiler grubu, bu şemayı tartışıp, eksik ve yanlış taraflarını bulup düzelttikten sonra, Türk tarihi bu esaslar üzerinde yeniden ele alınmalıdır. Bu yapılmadıkça, okullarda tarihimizi Türk çocuklarına hazmettirmek imkânsız olmaya devam edeceği gibi, milletçe geçmişimize saygısızlık göstermiş olmaktan da kurtulamayız.
Türk Tarihinin Meseleleri
Bütün medeni milletler kendi tarihleri hakkında son ve kesin kararı vermişlerdir. Yani tarihlerinin nereden başladığını, hangi çağlara bölündüğünü, kimlerin kendi tarihlerine mal edilmiş olduğunu bilirler ve tarihlerini dolduran insanların adlarının hangi imlâ ile yazılacağı hususunda değişmez kanaatlere maliktirler. Bize gelince, her hususta olduğu gibi, tarihimizi anlayış konusunda da acıklı bir kargaşalık içinde bulunuyoruz. Tarihimizin nereden başladığı hakkında ortak bir fikrimiz yoktur. Tarihimizin bölündüğü devirler, herkesin keyfine göre değişmektedir. Bazılarının millî kahraman saydığı şahsiyetler, diğerleri tarafından da millî düşman sayılıyor: Çengiz Han gibi... Tarihe mal olmuş kahramanların ve şahsiyetlerin adlarını yazmak hususunda da aramızda birlik bulunmuyor.
Meşrutiyet'ten sonra karışmaya başlayan tarih sistemi, Cumhuriyet'ten sonra tamamen bozuldu ve Tarih Kurumu'nun ilk çalışmaları ile de bugünkü acıklı halini aldı.
Halbuki, eskiden tarih anlayışımız oldukça düzgün ve istikrarlı idi: Eski tarihimiz, efsanevi Oğuz Han ile başlatılır, Selçuklular ve Çengiz ile bitirilirdi. Çengiz, Müslüman olmadığı için bazen lanetlense bile çok defa kendisinden ve hele çocuklarından saygı ile bahsolunurdu.
Türkiye tarihi ise Anadolu Selçukluları hakkındaki kısa bir başlangıçtan sonra hemen Osmanlılara geçmekle devam ettirilir, Anadolu'nun öteki beğliklerinden ve özellikle bunların büyük olanlarından Türkiye'nin bir bölümünün meşru hükümetleri olarak bahsedilir, beğleri saygı ile anılırdı. Anadolu beğliklerinin gayrımeşru sayılması hakkındaki telâkki Fatih'ten sonra başlamıştır.
Hiç şüphesiz, bu tarih telâkkisi ilmî değildi. Fakat umum tarafından kabul olunmuştu. Yani tarihi anlayışımızda bir kanun vardı. Kanun, ne de olsa, kanunsuzluktan iyi olduğu için, o zamanki kıt bilgilerle kabul edilen tarih sistemi, bugünkü gelişmiş bilgilerimiz arasındaki şuursuz kargaşalıktan daha doğru idi.
Türk tarihinin, bugünkü, hemen halledilmesi gereken ve pek de güç olmayan meselelerinden bir kısmı şunlardır:
A. Türk Tarihinin Başlangıcı Meselesi
Bugünkü tarih kitaplarında Türk tarihi umumiyetle Hunlardan, yani Orta Asya Hunlarından başlatılmaktadır. Fakat, bu başlangıcı tanımayan tarihçiler de vardır. Bazıları, Türk tarihinin VI. yüzyılda Göktürklerden başlaması gerektiğini söyledikleri gibi, bazıları da Hunlardan daha önceki zamanlarda, Sakalar çağında başlaması fikrini gütmektedir. Hattâ son zamanlarda değerli bir tarih bilgini Prof. Zeki Velidi Togan, Türkistan'da Sakalardan önce yaşayan ve milâttan önce 1200-800 arasındaki varlıkları tespit olunan Şu veya Çu adındaki kavmin ilk Türkler olduğunu iddia etmektedir. Şu veya Çulardan daha önceki Sümerlerin de Türk olduğu, veya aralarında Türkler bulunduğu hakkında bazı ciddi ilim adamlarının fikir, nazariye ve iddiaları vardır. Bütün bu karşı fikirlerin bir sonuca bağlanması, ancak ilmî bir tarih kurultayının ciddi ve uzun tartışmalar sonundaki kararı ile mümkün olabilir. Belki bazı meselelerin çözülmesi için, bugünkü tarih bilgisi yetmez. Fakat ne de olsa işler bir prensibe bağlanır ve önüne gelenin Türk tarihine ayrı bir başlangıç çizmesi gibi korkunç bir olayın önüne geçilir. Bu yapılmazsa, Türk dünyasında birbirine aykırı nazariyeler ve fikirler doğacak ve aralarında gittikçe büyüyen ve soysuzlaşan tartışmalarla belki de milletin aydınları birbirine düşman iki veya üç takıma bölünecektir. Millet, bir çok unsurlarla birlikte, ortak tarihin de mahsulü ve sonucu olduğuna göre, ortak tarih telâkkisi olmayan insanların bir millet halinde toplu yaşamaları mânevi bir rahatsızlık doğuracak ve uzak gelecek için fesat tohumları atılmış olacaktır.
B. Türk Tarihinin Kadrosu Meselesi
Türk tarihinin başlangıcındaki anlaşmazlık, Türk tarihinin kadrosu hakkında da anlaşmazlık demek olmakla beraber, daha sonraki çağlarda kimlerin Türk tarihine sokulacağı meselesi bütün karmaşıklığı ile karşımızda durmaktadır. Meselâ, Karahıtaylar'ın Türkistan'da hâkimiyeti zamanını Türk tarihinin bir devri gibi kabul etmek doğru mudur? Yoksa Karahıtaylar Moğol oldukları için bu devir bir yabancı hakimiyet devri midir? Yahut Gazneliler Devleti Türk tarihi kadrosuna girer mi, yoksa yabancı halkın oturduğu yerlerde hakim oldukları için bunların milli kadrodan çıkarılması mı gerekir? Hangi Türklerin tarihi anavatan tarihidir ve hangilerininki sömürge veya sadece hanedan tarihi olarak göz önüne alınmalıdır? Bunlar Türk tarihinin ciddi meseleleridir ve henüz hallolunup kesin bir sonuca varılmış değildir.
Türk tarihinin kadrosu konuşulurken akla gelecek en mühim meselelerden biri Çengiz ve Temir'in millî tarihin kahramanları mı yoksa ırkımızın düşmanları mı olduğunun tespitidir. Çünkü iki mühim şahsiyet hakkında bizim tarihçilerimiz ortak kanaat sahibi değildir. Bir kısım tarihçiler bu iki şahsı Türk sayıyorlar ve onların yarattığı vakalar ve kurdukları devletleri Türk tarihi kadrosuna sokuyorlar. Bazı tarihçiler ise tamamıyla aksini savunuyorlar. Onlara göre Çengiz ve Temir Türk değildir; Moğol veya Tatardır. İkisi de ırkî düşmanlarımızdır. Tarihçilerimizden birisi ise Çengiz'i yabancı, Temir'i Türk sayıyor. Aynı milletin tarihçileri arasındaki bu büyük fikir ayrılığı ve görüş farkı, hiçbir millete eşi gösterilemeyecek bir milli anarşidir. Çünkü mesele belirli şahısların iyi mi, kötü mü; büyük mü, küçük mü olduğu meselesi değil, doğrudan doğruya millî tarihe mal edilip edilemeyeceği meselesidir. Bu anlaşmazlıklar Türk tarihinin başlangıcına, mitoloji ile karışık çağlarına ait olsaydı, bir dereceye kadar hoş karşılanabilirdi. Fakat XIII. ve XIV. yüzyıllarda yaşamış olan şahıslar üzerindeki bu fikir kargaşalığı, millî şuurun henüz gereğince uyanmamış olduğunu gösterir. Bu zıt kanaatlardan hiç şüphesiz, bir tanesi doğru, diğerleri yanlıştır. Yakın geçmişteki en büyük ana meseleler üzerinde doğruyu bulup çıkaramamak ise tarih belgelerinin eksikliğini değil, tarihi ve milli şuurun azlığını veya yokluğunu gösterir.
C. Türk Tarihinin Çağları Meselesi
Tarihin İlk Çağ, Orta Çağ gibi devirlere ayrılmasının pek indî olduğu artık anlaşılmıştır. Çünkü bu ayrılışlar bütün insanlığa göre değil, bir kıt'a veya bir kısım milletlere göre yapılmıştır. Taş Devri, Maden Devri nasıl bütün kavimlerde aynı zamanlarda başlamıyorsa; ortaçağ, yeniçağ gibi zamanlarda (eğer fikir hayatındaki tekâmül merhalelerini göstermek için kullanılıyorsa) bütün milletlerde aynı devri gösteremez. Eski Türk tarihini, İlkçağ'da Türk tarihi, ortaçağda Türk tarihi diye bölümlere ayırmak ilmî değildir. Batı Avrupa'nın kendisine göre yaptığı bir sınıflandırmaya körü körüne uymak elbette doğru olmaz.
Tarihimizi milli görüşe göre sınıflandırma teşebbüsü şimdiye kadar yalnız Dr. Rıza Nur ile Prof. Zeki Velidi Togan tarafından yapılmıştır. Rıza Nur, Türk tarihini "Eski Türk Tarihi" (= Türe ve Yasa Devri = Milli Devir), "Yeni Türk Tarihi" (=Müslümanlık Devri=Dinî Devir) ve "Taze Türk Tarihi"
(=Yeniden Doğuş ve Uyanma=İkinci Milli Devir) olarak başlıca üç çağa ayırdığı gibi Zekidi Veli Togan da XVI. yüzyıl ortasına kadar ilerleme ve yükselme çağı, Birinci Cihan Savaşı sonuna kadar gerileme ve çökme çağı, Birinci Cihan Savaşı'ndan sonra da üçüncü bir çağ olmak üzere üç ana çağa bölmektedir. Fakat bu iki sınıflandırma kimse tarafından dikkate alınmamıştır.
D. Adların İmlası Meselesi
Türk tarihindeki birtakım özel adların belli bir imlâya malik olmayışı da millî ayıplarımızdan biridir. XIII. yüzyıl kahramanının adı Çengiz mi, Çingiz mi, Cengiz mi? Sonra Temir mi, Temür mü, Timur mu? Tıpkı bunlar gibi prens unvanı alan kelime "tigin" mi, "tegin" mi? Karahanlı kahramanın adı Buğra mı, Boğra mı yazılması gerekir? Bu fikrî kararsızlıklar birçok yanlışlara yol açıyor. Bir yanlışın nasıl kökleştiğine en güzel örnek, Göktürklerin ilk kağanı Bumun veya Bumın'ın adında görülmektedir. Eski harflerle yazıldığı zaman "ı" ve "i" farkı belli olmadığı için yeni harflerden sonra bu kağanın adı Bumin şeklinde yazılmış ve tarih kitaplarına, piyeslere, soyadlarına kadar bu yanlış şekliyle girip yerleşmiştir.
***
Görülüyor ki, tarihimizi anlayış ve ele alış tarzımı z karışıklık içindedir. Bu karışıklığın içinden ne şahıslar, ne de özel teşekküller çıkamaz. Bu karışıklığı önlemek için resmî bir teşekkül lâzımdır. Böyle resmî bir teşekkül, Türk tarihinin meselelerini karara bağlamak için bir kurultay toplamalı ve kurultayda meseleler ilmî açıdan ele alınarak değerlendirilmeli ve tartışılmalı, karşılıklı iddialar basılarak umumî efkâra sunulmalıdır. Ancak, milli ve ilmi fikrin hâkim olacağı böyle bir kurultaydır ki, Türk tarihinin meselelerine bir çözüm yolu bulabilir.
Türkiye Tarihinin Meseleleri
Umumi Türk tarihinin olduğu gibi Türkiye tarihinin de çözülmemiş meseleleri vardır ki, bunlar, bir sonuca bağlanmadan ne okullarda millî menfaat hesabına tarih öğretebilir, ne de Türkiye Türklerinde milli tarih şuuru yaratabilir.
Bugün, umumi Türk tarihinin olduğu gibi, Türkiye tarihinin başlangıcı da belli değildir. Hattâ daha acıklı olarak, tarihi bir çağda kurulmuş olan Türkiye'nin başlangıcı hususunda, bugün, aramızda ikilik vardır. Bir millet, kendi tarihinin başlangıcını, tarihi bilgilerin azlığı yüzünden bilmezse, bu, o kadar mühim bir eksiklik sayılamaz. Fakat tarihin çok iyi bilinen çağları süresinde gelişmiş bir devletin kurulduğu zaman üzerinde fikir ayrılığı varsa, bu, ancak bir fikir kargaşalığının ifadesidir. Devletlerinin kuruluş yılında anlaşmazlığa düşmek, dedelerinin kim olduğu hakkında anlaşmazlığa düşen torunlara benzemek demektir.
Türkiye tarihinin önemli meseleleri şunlardır:
A. Türkiye Tarihinin Başlangıcı Meselesi
Türkiye tarihi Fransa, İngiltere ve Almanya'ya nispetle yenidir. Eski veya yeni olmak büyük bir mânâ ifade etmez. Böyle olduğu halde, nedense, insanlarda ve milletlerde, devletlerinin eski olması ruhi isteği vardır. Ancak, bu ruhi hal, tarihi değiştirmeye kadar varmamalıdır. Bir zamanlar, Anadolu'daki varlığımızı milâttan 2000 yıl önceye götürmek düşüncesiyle Hititlerin Türk olduğu iddia edilmişti. Halbuki, ilk memleketin tapusuna malik olmak için mutlaka ilk ahalisi olmak lâzımdır diye düşünmek de boştur. Böyle olunca, bugün var olan milletlerin hemen hepsinin, yaşadıkları topraklarda yabancı sayılmaları gerekir, hele Amerikalıların durumu büsbütün güçleşirdi.
Sonra Hititler Türk bile olsa, onlar ortadan kalktıktan iki bin yıl sonra aynı topraklarda kurulan yeni Türk devleti eskisinin devamı sayılamaz.
Türkiye tarihinin Selçuklularla başladığı, bugün, bütün ciddi tarihçiler tarafından kabul edilmiştir. Bunu ilk defa ortaya atan merhum Dr. Rıza Nur'dur. İlmî ve tarihi gerçek de bundan ibarettir. Ancak, kesin bir tarih söylemek gerekince, bunda fikir birliğine rastlanamıyor.
Birçoklarının fikrine göre, tarihimiz, 1071 Malazgirt Savaşı ile başlamaktadır. Fakat bu fikirde kesin bir isabet olduğu söylenemez. Çünkü Malazgirt Savaşı, kurulmuş bir devletin, yani Selçukluların, komşuları Bizans ile yaptıkları bir savaştır ve bu çarpışmadan sonra yeni bir devlet kurulmuş değil, zaten var olan bu devlete Küçük Asya'nın kapıları açılmıştır.
1940 yılında "Dokuz Yüzüncü Yıl Dönümü" adı ile yayınladığım bir broşürde, devletimizin kuruluş yılı olarak, Horasan'da Tuğrul Beğ'in istiklâl ilân ettiği 1040 yılını almış ve 1940'ta bu devletin 900. yılını tamamladığını, fakat resmî teşekküller tarafından bir anma töreni yapılmadığı için o küçük broşürün bu görevi yerine getirmek üzere yazıldığını bildirmiştim.
O zaman savunduğum fikir şuydu:
Bu devlet 1040'ta Horasan'da Selçuklu Tuğrul Beğ'in padişahlığı ile kurulmuş, sonra büyüyerek diğer birçok topraklarla birlikte Anadolu'yu kendisine eklemiştir. Fakat, tarihin garip bir cilvesi olarak bu devlet, üzerinde kurulmuş olduğu toprakları kaybetmiş, kuruluşundan sonra fethettiği yerlerde tutunmuştur.
Bu garip tarihi gidiş, başka devletlerin tarihinde yoktur. Almanya, Fransa, İngiltere ilk kuruldukları toprakları sonradan elden çıkarmamışlardır. Tarihçilerimizi şaşırtanın bu olduğunu sanıyorum.
Türkiye tarihini Malazgirt'ten başlatmak isteyen tarihçilerimiz bu tarihten sonra Anadolu'da ayrı sultanlar bulunduğunu, bundan dolayı da bunun yeni ve ayrı bir devlet demek olduğunu ileri sürüyorlar. Anadolu'da ayrı sultanlar bulunması bu ülkenin tamamen ayrı ve bağımsız bir devlet olduğunu göstermez. Eski Türk devlet sisteminin merkeziyetçi olmadığını hatırlamak, Anadolu sultanlığının ayrı bir devlet demek sayılamayacağını belirtmeye yeter. Göktürklerde de iki, hattâ bazen dört kağan bulunuyordu. Kağanlar, iç işlerinde bağımsızdılar. Fakat bu ayrı ayrı iki veya dört devlet demek değildi. Bunun gibi, Selçuk Devleti'nde de dört sultan bulunuyor, fakat bunların üçü Horasan'daki büyük sultana tâbi olarak yaşıyordu.
O halde, Türkiye'nin başlangıcı olarak hangi tarihi kabul edeceğiz? 1040 yılını mı, yoksa 1071'i  mi?
Bana göre doğru olan birincisidir. Fakat benim bu fikirde bulunmam, hattâ çoğunluğun bana taraftar olması hiçbir mânâ taşımaz. Aramızda tek fikir hâkim olmadıkça, evvelce de söylediğim gibi, uzak gelecek için fesat tohumları atılmış olur. Bu anlaşmazlığı ve fikir kargaşalığını da ancak bir tarih kurultayı önleyebilir. Kesin bir sonuca varıldıktan sonra, bütün tarih kitapları artık o başlangıç yılına göre kaleme alınır. Bir devletin hangi tarihte başladığını tespit etmek pek mühimdir. Başlangıç yılı belli olmayan devlet, medeni bir teşekkül sayılamaz.
B. Türkiye Tarihinde Hegemonyalar Meselesi
Bu mesele, Türkiye tarihinin ana çağlara bölünmesi meselesidir. Türkiye tarihinin yalnız Osmanlılardan ibaret olmayıp Selçuklulardan başladığını Osmanlı Meb'usan Meclisi'nde bir nutukla söyleyen ve bu fikri ilk defa ortaya atan merhum Rıza Nur Bey, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra yayınladığı 12 ciltlik Türk Tarihi'nde, Türkiye tarihini Selçuklular, beylikler, Osmanlılar diye üç ana bölüme ayırmaktadır ki, onun bu sınıflandırması birçokları tarafından kabul olunmuştur.
Başka bir tarihçi ise, Türkiye'de sırasıyla, Danişmendli, Selçuklu, Karamanlı, Osmanlı hegemonyalarının bulunduğunu söylemektedir. Bu fikre göre Anadolu'daki Türklerin Horasan'daki Büyük Selçuklu Devleti'yle bağlantısı yoktur.
Ben ise, bu hususta ancak Selçuklu, İlhanlı, beylikler ve Osmanlı hâkimiyetlerinin bahis konusu olabileceğini ileri sürüyorum. İlhanlıları yabancı ve hattâ düşman sayan Anadolucu zihniyete göre, bu sınıflandırmanın büyük itirazlara uğrayacağı muhakkaktır. Fakat bu çeşitli fikirlerden hangisinin doğru ve ilmî olduğu ise, ancak bir tarih kurultayında anlaşılabilir.
Burada konuşacak bilginler fikirlerini savunmak için büyük çalışmalara koyulacaklarından, belki yeni tarihî belgeler ve gerçekler de ortaya çıkar.
Medenî milletler kendi tarihlerindeki hükümdar sülâlelerini kesin şekilde bilirler. Bilmedikleri şey, çok defa, ilk hanedanın ilk hükümdarlarına ait tahta çıkış ve ölüm tarihleridir. Biz ise, Türkiye'de hangi hanedanların yüksek hâkimiyeti elinde tutmuş olduğunu bile bilmiyoruz.
C. Osmanlı Padişahlarının Sayısı Meselesi
Şimdiye kadar kaç Osmanlı padişahı geldiği hakkında dahi ortak kanaatimiz yoktur. Klasik telâkkiye göre Osman Gazi ile başlayan ve IV. Mehmed ile biten Osmanlı padişahları 6 Mehmed, 5  Murad, 4 Mustafa, 3 Osman, 3 Ahmed, 3 Selim, 2 Bayezid, 2 Süleyman, 2 Mahmud, 2 Abdülhamid, 1 Orhan, 1 İbrahim, 1 Abdülmecid, 1 Abdülâziz olmak üzere 36 kişidir. Fakat acaba bu telâkki doğru mudur? Yıldırım Bayezid'in oğulları olan Süleyman, Mûsa ve Mustafa Çelebiler ile Fatih'in oğlu Sultan Cem de Osmanlı padişahları arasında değil midir? Şimdiye kadar ki Osmanlı tarihi, saltanatı ele geçiren padişahların meşru olduğunu belirtmek düşüncesiyle yazıldığından, bazı tarihi gerçekler kasten örtbas edilmiş olamaz mı? Bizce Osmanlı padişahları klâsik 36 kişiden ibaret değildir.
Nitekim XIV. yüzyılda yaşayıp bugünkü bilgimize göre ilk Osmanlı tarihini yazan meşhur şair Ahmedî, Yıldırım Bayezid'den sonraki Osmanlı padişahı olarak Süleyman Çelebi'yi tanıdığı gibi, II. Murad ve Fatih devirlerinde yaşayıp Behçet üt-Tevârih adlı umumî tarihi yazan Şükrullah da Yıldırım'dan sonra Süleyman Çelebi'nin hükümdarlık ettiğini kabul etmektedir. Şükrullah, Süleyman Çelebi'den sonra Anadolu'da Çelebi Sultan Mehmed, Rumeli'de de Mûsâ Çelebi olmak üzere iki padişahın birden tahta çıktığını yazmaktadır.
Şükrullah'tan biraz daha sonraki müverrih Âşıkpaşaoğlu'nda da Süleyman Çelebi'nin Osmanlı padişahı sayıldığına dair bazı imâlar vardır.
Daha sonraki Osmanlı müverrihleri tarafından Süleyman Çelebi ile Mûsâ Çelebi'nin padişah sayılmayışının sebebi, iç kavgalardan sonra diğerlerinin öldürülerek Çelebi Sultan Mehmed neslinin hâkimiyete geçmiş olması ve ihtimal ki o zaman meşru sayılmayan bir saltanatın meşru gösterilmek istenmesidir. Son devir tarihçilerinin çoğu ve bu arada "Osmanlı Tarihi Kronolojisi" adı verilen bir eser yayınlayan İsmail Hâmi Danişmend, Süleyman ve Mûsâ Çelebileri Osmanlı padişahları arasında saymamakta, sebep olarak da bunların bütün Osmanlı ülkesine sahip olamadıklarını ileri sürmektedir. Halbuki eski Tarih Encümeni üyelerinden merhum Ali Seydi Bey, 1329'da yayınladığı Osmanlı Tarihi'nde Yıldırım Bayezid'den sonra Çelebi Süleyman'ı beşinci padişah olarak kabul etmektedir. O zaman devletin başkenti Edirne olduğundan, başkente hâkim olan şehzadenin meşru hükümdar sayılması da bir dereceye kadar doğrudur. Yine Yıldırım Bayezid'in oğullarından Mustafa Çelebi'nin Rumeli'de, Fatih'in oğlu Sultan Cem'in de Anadolu'da padişahlıklarını tanıttırmış olmaları ve aylarca, hattâ yıllarca hükümdarlık etmiş bulunmaları dolayısıyla, bunların da bir kalemde hükümdarlar silsilesinden atılmaları doğru değildir. Birçok beylere ve vezirlere hükümdarlıklarını kabul ettiren, para bastıran, ordusu olan ve memleketin büyük bir kısmında uzun zaman padişahlık eden bir prensin padişah sayılıp sayılamayacağı, ancak, ilmî bir kurultayda karar altına alınabilir.
Fakat mesele bu kadar da değildir. Son yıllarda Osman Gazi ile Orhan Gazi arasında başka bir padişahın da hükümdarlık ettiği iddia olunmuştur. Amasya Tarihi müverrihi merhum Hüseyin Hüsameddin Efendi, Tarih Encümeni Mecmuası'ndaki bir etüdü ile Osman Gazi'den Osmanlı tahtına oğlu Ali Erden Bey'in geçtiğini, dört yıl padişahlıktan sonra diğer Anadolu beylerinden yardım gören kardeşi Orhan Gazi tarafından tahttan indirildiğini iddia etmiştir. Bizans kaynaklarında da buna benzer bir vakıa kayıtlı olduğu için Hüseyin Hüsameddin Efendi'nin iddiası ciddiyetle tartışılmaya değer mahiyettedir.
D. Osmanlı
Tarihindeki Terimlerle Özel Adların İmlâsı Meselesi
Umumî Türk tarihinde de bulunan bu mesele, Osmanlı tarihinde belki daha şiddetle kendini göstermektedir. Okul kitaplarında olsun, ilmî eserlerde olsun özel adlardaki "d-t" meselesi keyfî imlaya tâbi olmakta devam etmektedir. Tarihteki Ahmed, Mehmed, Mahmud adlarının sonu "d" ile mi, "t" ile mi yazılacaktır? Bu hususta ortak bir kanaat yoktur. Yeni harflerin kabulünden sonra azalacağına, büsbütün artan imlâ anarşisi, tarihi adlara da sirayet etmiştir. Ben, tarihi şahsiyetlerin adlarının asıllarındaki şekilleriyle, yani Ahmed, Mahmud şeklinde yazılmasına taraftarım. Bugün yaşayanlar ise kendi adlarını istedikleri imlâ ile yazmakta serbesttirler. Başkaları da onların bu hakkına uymaya mecburdur.
Tarihî terimlerin imlâsı da ayrı bir meseledir. Osmanlı devrinin başbakanları olan şahısların unvanı hangi imlâ ile yazılacaktır? Bazıları bununda aslıdaki imlâ ile "sadr-ı âzam" şeklinde yazılmasını uygun buluyor. Ben ise Türkçeleşip halka mal olmuş bulunan bu kelimeyi umumun söyleyişi üzere "sadırazam" şeklinde yazmayı doğru sayıyorum. Bunun gibi, Diyanet İşleri başkanı olan zatın unvanı, eski okuyuşa göre "şeyhülislam" mı, yoksa halk söyleyişi şeklinde "şehislam" mı yazılmalıdır? Türlü türlü prensiplere göre yazılan ve mânevi bir güçsüzlüğün belirtisi olan bu hale ancak ilmi bir kongre son verebilir.

Atatürk’ü Anarken / Ord.Prof.Dr. Sadi Irmak


Atatürk’ü Anarken / Ord.Prof.Dr. Sadi Irmak

Ben talihimin en büyük mazhariyeti olarak Mustafa Kemal’i yakından görüp tanımak ve anlamaya çalışmak mazhariyetine kavuşmuş bir fâniyim. Onunla ilk ve gıyabî tanışmamız, bir efsane şöhreti yaratan, fakat bir gerçekten ibaret olan Çanakkale’deki kahramanlığıdır.. Onu şahsen ilk görüşüm, 4 ağustos 1920’de Konya’da, öğrencisi bulunduğum -o zamanki adıyla- Mekteb-i Sultanî’yi ziyaret ettiği güne rastlar. Millî Mücadeleye atılırken ilk gelişidir bu Konya’ya.. Gelişini Kışladan haber verdiler. Ben de tabiî, ilk defa olarak, hayalimde muazzam bir yer tutan adamı, şahsen de görmek hasretiyle mektebime koştum.. Bir akşam üzeriydi.. Atatürk mektebi dolaştıktan sonra.. O zamanki âdet veçhile edebiyat mualliminin yazdığı bir metni bir talebe, yukarı sınıf talebelerinden birisi okur.. Bir arkadaş bunu okudu. 

Okurken dikkat ediyorum, yüzü açılıyordu Atatürk’ün.. Memnuniyet… Âdeta genç arkadaşımızı teşvik eden, onun güç işini kolaylaştırmak üzere bir şefkatin eseriydi bu.. Fakat arkadaşımızın sözleri, hocanın yazdığına uymak mecburiyetinde olduğu için, şöyle bir cümle geçti: “Seni tarih büyük padişahların hizasına koyacaktır!” O anda baktım, o pembe, o gülen, o teşvik eden yüz birdenbire çelikleşti. Arkadaş mutlaka dedik… Fakat mânasını anlamıyoruz.. Hocamız da bunu yazarken büyük bir kompliman yaptığı inancıyla elbette, bunu yapmıştı. Akşam Atatürk Vali’nin evinde ziyafete gidiyor ve orada biraz daha açılıyor: “Bu gençleri Padişahçı filan bu kadar bağlı yetiştirmeyin!” sözü, ilk defa olarak orada.. Zannediyorum tarihimizde de 4 Ağustos 1920 akşamı oluyor.

Sonra gel zaman, git zaman 1923 de, benim İstanbul Üniversitesi’nde talebe bulunduğum sırada bir ilân görüyoruz: “Avrupa’ya talebe gönderilecektir”. Allah! Allah!. Daha Lozan yapılmış ama, tasdik olmamış… Memleket her köşesinden, bucağından kanıyor… Harabe içinde… Yunan tahrip etmiş.. Birinci Cihan Harbi’nin tahribatı devam ediyor… Tam bu sırada lüks gibi gelmesi düşünülebilen bir şey, Avrupa’ya talebe… Gidelim bari kaderimizi deneyelim.. İşte Necip Fazıl, Burhan Ümit’lerle beraber, o yüzelli kişi arasından onbir kişi seçilmişiz.. Nereye gideceğimizi bize sordukları zaman, dedik ki: “Hükümet nereyi isterse!” Bilhassa Atatürk acaba birşey ister mi?. Benim, naçizane adımın kenarına, “Berlin Üniversitesi’ne gitsin” diye yazmış. Artık başka yer hatıra gelebilir mi? Yola çıkacağım. O zaman uçak filan yok… Trene binmek üzere Sirkeci’ye gittim. Bir müvezzi benim adımı “Mahmut Sadi”yi filân arıyor.. Bir telgraf.. Atatürk’ten bir telgraf: “Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak geri dönmelisiniz!”. Şimdi gel de haylazlık et, bakalım!

Gel zaman, git zaman İstanbul Üniversitesi’nde -Darülfünun o zamanki adı- bir ıslahat yapmak lâzım.. Fakat bu ıslahat, daha evvel de denenmiş yarım yamalak tedbirler değil! Kabil olduğu kadar, Atatürk’ün her işinde yaptığı gibi kökten bir ıslahat.. Bunun için de Prof. Malche getiriliyor. Ben de doçent’im, hocayım.. Prof. Malche’ın sorduğu sualler arasında iki karakteristik soru var: 1- “Dersinizin kitabını yazdınız mı?” 2-Batı dillerinde yayımlanmış araştırmanız var mı?”. Gerçekçi sualler.. Adam elli sene kürsü işgal etmiş, fakat kitabı yok! İşte buna göre… Ve o büyük kütle… O muhterem tanıdığımız ve kendi janrlannda şöhret yapmış olan hocalarımızın pek büyük bir kısmı tasfiye edildi ve tasfiye işi şüphe yok ki Mustafa Kemal’in müsaadesiyle oldu. Ve bu tasfiye edilenler arasında huzuruna kabul ettiği, kendisiyle samimî görüştüğü arkadaşları da var.. İnkılâp ve memleket yararı söz konusu olduğu zaman şahsî dostluklar filân onun nazarında yok!

Gel zaman, git zaman kaderim daha iyi inkişaf etmiş olacak ki huzuruna girenler arasına, o mesut insanların arasına katılmak saadetine eriştim.. Huzur bir mefhum, bize mahsus.. Akşam saat dokuz civarında girilir ve sabahın beşine, altısına kadar huzurlarında kalınırdı. Ben Einstein’dan evvel zamanın izafiyetini Atatürk’ün yanında hissettim.. Dokuz’da gireriz, tâ ki bize izin verdiği zaman saate bakarız, saat beş olmuş.. İ timat ediniz, bu kadar saat gibi değil de sanki 1 o dakika geçmiş gibi gelirdi.. Bir sohbet adamı.. Yapacağı telkinleri orda yapar, fakat bizlere de rahatça fikirlerimizi söyleme imkânı verir.

Bunlar arasından, zamanın darlığı dolayısıyla sadece ikisini anlatmakta fayda görüyorum. Bir akşam: “Benim hakikî misyonum, ne olarak düşünüyor sunuz?” diye bir sual açtı. Kahraman… Büyük Kumandan… Asker… Fakat: “Hayır!” diyor.. Bunları söylüyoruz sırasıyla… Bir yedi sekiz kişi varız huzurunda.. Hiçbirini beğenmiyor.. Ve nihayet kendisi: “Ayol ben öğretmenim!” diyor, “Hiçbiriniz söylemediniz!” Sonra dank ediyor benim kafama, hakikaten baş vasıflarından bir tanesi de öğretmen.. Çünkü Anadolu’ya geçtikten sonra Atatürk ekibi denen insanları yetiştiren O.. Hepimiz dahil ama, bilhassa kendisinin en yakın mesâi arkadaşları -ki bunların hepsine de büyük minnet borçluyuz- bir bakıma kendi talebeleridir bunlar… Zamanla bunları en yüksek mevkilere getirmiştir ve onlara tarihî roller oynatmıştır. Hakikaten büyük öğretmen… Başka bir akşam: “Tarihte beni kiminle mukayese ediyorsunuz?” dedi. Tabiî bunu bir gurur gösterisi olarak değil, sadece bir sohbet vesilesiyle.. O akşam huzuruna ilk defa giren bir arkadaş, çok büyük bir iltifat ediyorum zannıyla: “Efendim, şüphe var mı?” dedi, “Napolyon!” Atatürk’ün kaşları çatıldı: “O, bir canidir!” dedi. Hepimiz dona kaldık… Ve ilâve etti: “Çünkü, harpleri zafer kazanmak için yapan, kan döken bir adamdır. Harpler zafer şevki için kazanılmaz. Bir milletin hayatında vazgeçilmez bir unsur olduğu zaman harpler mukaddestir.” O zaman birdenbire bende de bir hatıra canlandı, nakledeyim. İnönü zaferi kazanıldığı zaman, İsmet Paşa’ya çektiği telgraf: “Sen orada yalnız düşmanı değil, milletin tâli’-i makûsunu da yendin!” İşte harp, böyle olur.. Meşru harp, meşru zafer işte budur ve bunun gibisidir.

Atatürk memleketin her sahasına el atmıştır ve hür bir atmosfer, hür bir akademi yaratmıştır. Ve o akademiden geçenlere de ruhunun bir zerresini aşılamıştır. Bu hususta içimizde en talihli olan arkadaşımız, Âfet Hanımefendi hemşiremiz hurdadırlar. Kendilerinden tabiî, enteresan hatıralar dinleyeceğimizi sanıyorum. Şu var ki, bütün teferruat gibi görünen bu küçük hatıralar, zamanla insana mânasını daha iyi anlatıyor.. Yaşlar ilerledikçe, tecrübeler, müşahedeler arttıkça.. O zaman belki çok ehemmiyet vermediğimiz işaretleri, zamanla büyük bir anlam kazanmaktadır. Bu defalık bu kadarla yetinmenizi rica ediyorum. Teşekkür ederim.

NOT: Bu konuşma 10 Kasım 1983 günü Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu tarafından tertiplenen “Atatürk’ü Anma Günü”nde yapılmıştır.

Dua ile kaderin değişmesi ne demek?

Dua ile kaderin değişmesi ne demek? ile ilgili görsel sonucu
Dua ile kaderin değişmesi ne demek?

Kader ve dua ile kaderin değişmesi ilişkisine en kısa cevabımız şöyledir: Yüce Allah dualarmızı kabul ederse geçmişimizi, şimdiki zamanımızı ve geleceğimizi değiştirir. Kabul edilen dualar vesilesiyle bir hayat gidişatından başka bir hayat gidişatına sıçrayabiliriz. Yani Allah geçmişi günahlardan, şimdiyi belalardan arındırır. Dua geçmişteki günahların affına sebep olarak geçmişi değiştirir. O günahların şimdiki zamanda sebep olacağı belaları önleyerek şimdiki zamanın yönünü değiştirir. Geleceğimizin de daha büyük rahmetlerle dolmasına vesile olarak geleceğimizin yönünü değiştirir.

Bir hadiste şöyle rivayet edilmiştir: “Şüphesiz duanın, başa gelmiş ve gelecek olan şeylere etkisi vardır. Onun için ey Allah’ın kulları, duaya sımsıkı sarılın.” (Camiussağir – 4264)

Peki dua kaderi değiştirir mi?
“Dua kaderi değiştirir mi?” diye soran kişinin aslında kastı sözün anlamından farklıdır: Kişi, dua hayatımızı, yaşayacaklarımızı değiştirir mi diye sormaya çalışıyor. Maalesef kader yanlış öğrenildiği için de soru bu şekilde yanlış geliyor.

İstemenin Esrarı‘nda  detayları verildiği üzere, şartlarına uyularak yapılan makbul dua ile günahlardan belalardan kurtulup türlü nimetlere kavuşuyoruz. Yani dua ile hayatımız değişiyor. Zaten şu Kur’an ayetlerinden de bu gerçeği anlıyoruz: “Bana dua edin, duânıza karşılık vereyim.” (Mü’min, 60) “Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına karşılık veririm.” (Bakara, 186)

Fakat bu durum, dua ile kaderimizin değiştiği anlamına gelir mi? Hayır! Zira kader bu soruyu soran mantığın zannettiği şey değildir. Kader’in, Allah’ın zamanın öncesinden yazdığı ve bizim mecburen oynadığımız bir senaryo olduğu sanılıyor. Bu kadercilik  zannı insanı rüzgarın önündeki samana benzeten batıl cebriyeci kader anlayışıdır ve yanlıştır. Allah bizi bitkiler veya taşlar gibi değişmez bir hayat senaryosunun içine atmış değildir. Allah bize istiani ve özel olarak, kişisel seçim iradesi vermiştir. Kaderimizin genetik ve zorunlu ve doğuştan olan kısımları hariç, eylemlerimizle ortaya koyduğumuz kısımları Allah bizim dua ve  çabalarımıza göre belirlemektedir.

Öyleyse kader nedir?
Kader çoğu mantıkların kavrayamayacağı derinlikler içeren bir sırdır. Fakat basitçe kader, Herşeyin tek yaratanı olan Allah’ın, yarattığı ve yaratacağı herşeyi henüz yaratmamışken de, zatının ezeliyeti nedeniyle bilmesi, belirlemesi ve planlamasıdır.

Kuran’da kader kelimesini kullanan ayetlerden biri üzerinde düşünelim: “Şüphesiz biz herşeyi belli bir kaderle, (bir ölçüye, düzene ve plana göre) yarattık.” (Kamer, 49) Bu ayetin “İnnâ kulle şey-in ḣaleknâhu bikader“, yani kader ile ifadesi, belli bir ölçüyle, şekille, boyutla, planla, düzenle şeklinde çevriliyor.

Ruhsal Zeka‘nın son bölümünde detaylandırıldığı üzere, Kaderin etimolojisi, yani kelime kavram kökeni, “miktar, ölçü, sınır, şekil, çerçeve” olgularının bütünüdür. Türkçe’deki ktakdir etmek kader kökünden gelen bir sözdür. Böyle takdir ettim, böyle olmasını uygun gördüm anlamındadır. Bu kavram bütün nesnelerin bedensel özelliklerini içerdiği gibi, rüzgarın hareketi veya insanın konuşması gibi hareketleri de kapsamaktadır.

Mesela, elma ağacının ve meyvesinin şekli bir kader planıdır. Mesela suyun sıvıyken, donunca veya buharlaşırken alacağı yapı bir kader yazısıdır. Tıpkı herbirimizin genetik kodumuz gibi. Tüm doğa yasaları ve bu yasaların zaman çizgisinde ortaya koyduğu değişimlerin tamamı da kaderdir. Kader yaratılan herşeyin herşeyini kapsar.

Kader ile Allah’ın bilgisi arasındaki ilişki nedir?

Kader sadece Allah’ın yarattığı ve yaratacaklarına vereceği plan, düzen, şekil, hayat akışı, zaman tüneli, tarih döngüsü değildir. Kader aynı zamanda Allah’ın tüm yarattıklarını ve yaratacaklarını ezeli ilminde bilmesidir de. Yetersiz insan mantığı Allah’ın kaderi bilmesi hakkında çelişkilere düşüyor. Şöyle ki:

-Cebriceyi kader:
“Eğer Allah herşeyi önceden biliyorsa, herşey belli demektir. Allah benim ne yapacağımı biliyorsa, benim ne yapacağım belli demektir. Öyle ise Allah benim pencereden atlayacağımı biliyorsa, bu benim kaderimdir ve ne yaparsam yapayım bunu değiştiremem.” İşte bu batıl kader anlayışlarından biridir. Böyle düşündüğümüz zaman, cinayetlerin, zinaların, kumarların ve bütün kötülüklerin suçunu Allaha yüklemiş ve kendinizi rüzgarda savrulan iradesiz bir toz zerresi gibi görmüş olursunuz. Bu gerçek kader anlayışına göre bir küfürdür. Kader böyle olsa, o zaman Allah’ın bize dua edip, lütfundan nasimizi aramasını emretmesinin ne anlamı kaldı? Zalimleri cehenneme ve emirlerine uyanları cennete doldurmasının neresinde adalet? Böyle bir kader Allah’a karşı korkunç bir iftira, ihanet ve zulümdür.

-Mutezileci kader:
“Eğer yaptıklarımızı biz tercih ediyorsak, o zaman gelecek belirsiz demektir. Çünkü bir şeyi bizim seçmemiz için neyi seçeceğimizin önceden belli olmaması gerekir. Öyle ise Allah biz bir şeyi istemeden önce neyi isteyeceğimizi bilmemektedir.” Bu kader anlayışına göre ise kul, Allah’ın ilmini sınırlamaktadır. Allah’ın geleceğini bilmediğini ve gelecek yaşandıkça öğrendiğini savunmak durumuna düşmektedir. Bu fikir ise Allah’ı ilahlıktan -haşa- mahlukluk düzeyine indirir. Allah’ın yeni şeyler öğrendiğini, fikir değiştirdiğini, geliştiğini zannetmek küfürdür.

İyi eğitilmemiş her mantık eğer kader olgusunu kabul edecekse bu iki seçenekten birini seçecektir. Ama derin bir mantık bu ikisinden de öte bir üçüncü kader anlayının mevcut olduğunu ve bunun da, Allah’ın ezeliyetinden, yani zaman, mekan dışı oluşundan kaynaklandığını kavrar. Bu da bizim itikat ettiğimiz aşağıdaki ehlisünnet anlayışıdır:

Eş’ari/Maturidi kader anlayışı:
Kader Allah’ın yarattığı ve yaratacağı herşeyi kapsayan ezeli ve değişmez bilgisidir.  Bir şeyi sonradan öğrenmek veya bilgisini değiştirmek gibi bir yetersizlik Allah’a yakıştırılamaz. Ancak Allah’ın her şeyi bilmesi cebriyecilerin sandığı gibi önceden belirlemesi anlamına da gelmez. Mutezilecilerin Allah’ın geleceği bilmediği iddiası da yanlıştır. Burada orta ve doğru noktada, düz düşünen aklın anlamakta zorlandığı düğüm Allah’ın ezeli olmasının zamanla ilişkisidir. Yani Allah’ın zaman ve mekan üstü ve dışı olması ve bu sayede zamansızlık düzeyinden bakınca tüm zamanları birden bilmesidir.

Şu halde, dua kaderi değiştirir mi?
Dua Allah’ın ezeli bilgisini yani kaderi değil, ama hayatı değiştirir. Duamız kaderimizin nasıl şekilleceğinde bir rol sahibidir. Yani dua kaderin sonradan değişmesiyle değil, kaderin ezelde biçimlenmesiyle ilgilidir. Yani Allah’ın ezeli bilgisi bizim nelere dua edeceğimizi ve neler için çabalayacağımızı da kapsamaktadır. Allah ezelden, bizim özgür irademizle ne isteyip neye çabalayacağımızı da bilmekte ve kaderimizi bu bilgiye göre takdir etmektedir. Bu açıdan, Allah’ın ezelden bildiği kaderimiz bizim dua ve çabamıza dayanır. Allah dua ve çabamıza bir karşılık takdir (kader) eder ve takdir ettiği olayların takdir ettiği zamanı gelince de onu yaratır. Bu da bizim kaderimiz olur. Şimdi değişik anlatımlarla biraz açalım bu özetlediğimiz meseleyi…

Dua kaderi nasıl biçimlendirir?
Allah’ın kaderimizi bizim duamızla ve çabamızla takdir ettiğini daha iyi anlamak için şu ayetlere de bakalım: “Şüphesiz biz insana doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör.” (Dehr, 3) “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm, 39) Bu iki ayet bize, bizim özgür irademizle tercihlerde bulunacağımızı, seçimlerimizin bize ait olduğunu bildiriyor.

Peki kaderimiz tamamen duamıza mı bağlı?
Elbette ki hayır!  Hayatımızın çoğu yönleri duamız ve çabamız dışındaki şartlar tarafından biçimlenecek. Başıboş değiliz. Özgürlüğümüzü Allah mutlak ve sınırsız yaratmamıştır. Bir taşın elinden bir şey gelmez ama Allah mesela kuşlara her sabah yiyecek arama iradesini vermiştir. Bir depremin altında kalmayı veya bir salgına kurban gitmeyi bir insan kendisi seçmiyor.

Ancak, tekrarlayalım, kader üzerinde binlerce alim ihtilaf etmiş ve yanlışa düşmüşken böyle bir kaç paragrafla gerçeği tam ortaya koymak mümkün olamaz. Kaderi daha detaylı algılamaya çalışanın daha bir çok şeyi öğrenmesi gerekir. Ruhsal Zeka bize kaderin zaruri, şartlara ve özgür iradeye bağlanan üç boyutunu ve ayırt edilme inceliklerini izah ettiğinden bu yazıyı altından kalkamayacağımız detaylara boğmayalım.

“DUA GEÇMİŞİMİZİ DEĞİŞTİRİR VE GELECEĞİMİZİ ŞEKİLLENDİRİR. ALLAH’IN EZELİ BİLGİSİ GEÇMİŞ VE GELECEĞİ BİRLİKTE KUŞATIR. DOLAYISIYLA GELECEĞİN DUAMIZLA ŞEKİLLENMESİ, EZELİ KADER BİLGİSİNİN DEĞİŞMESİ ANLAMINA GELMEZ.”

Kader yüce Allah’ın bilgisidir ve Allah ezelidir, zaman ve mekân dışıdır. Kader bilgisi evren doğmadan da, kıyamette de sonsuzlukta da aynen var olacak. Kaderden kastımız, evrenin yaradılışından cennet cehennem yolculuğuna kadar tüm zaman-mekân akışını içeren olacaklar bilgisidir.

Kaderi anlamadan bu soru sorulamaz. Kader, yani Allahın bilgisi değişmez. Allah sonradan düşünmemiş, sonradan algılamamış, sonradan öğrenmemiştir. Tüm sonradanlıklar eksiklikten doğar ki, Allahın bilgisi, kudreti, iradesi mutlaktır. Allahın zamansız-mekânsız zatı için öncelik, sonralık imkânsızdır. Allah sadece tecellisiyle önceden ve sonradandır, zatıyla değil.  Zatının önceliği sonralığı imkânsız olanın bilgisinin önceliği sonralığı da imkânsızdır.

Neden dua edeyim?
Bu izahlardan sonra şu soru anlamını yitirmedi mi? “Madem dua kaderimi değiştirmeyecek, geleceğim de değişmeyeceğine göre neden çalışayım veya bela yaşarsam benim suçum ne?”

Siz -haşa- Allahın ne bildiğini mi biliyorsunuz? Yani kötü bir gelecek yaşayacağınızı biliyor da, bunu mu değiştiremeyeceğinizi varsayıyorsunuz? Bilmediğiniz-bilemeyeceğiniz bir geleceği değiştirmekten nasıl söz edebilirsiniz?

Kader ve en güzel dua...
Kader ve en güzel dua…
-“Tamam da, Allah önceden biliyor ya, belli ya… O hayalen ve mantıken bildiğimiz belli olan şey…”

Bu cümleyi kuran mantık yukarıdaki izahatı kavramamış demektir.  Allah’ın bir şeyi önceden bilmesinden söz edilemez. Biz Allah’ın, zamansızlıktan bakarak tüm zamanları kapsayan ezeli bilgisinden söz ettik, geleceği zamanın içinde önceden bilmesi demedik. Allah kavrayışımızı düzeltelim: Allah evvel-ahir, zahir-batın olarak tecellisiyle tüm âlemi kuşatan, zatıyla zaman-mekân dışı bir varlıktır. Allah ne önceden bilir, ne de sonradan! Allah olan ve olacak herşeyi uzay-zamanın dışından, zamansızlık içinde bilir. Zaman bir mahluktur, yaratılmış bir şeydir, mekanın peşpeşe yaratılmasından ibarettir. Allah ise mahluk değildir. Bu yüzden de Allah için önce sonra gibi kavramlaştırmalar yapılamaz. 

Allah’ın ezelden bilmesi ne demek?
Sorunumuz, uzay-zamana kilitli mantığımızın bu durumu anlayamaması, ısrarla Allah’ı zamanın içine çekip önceye, sonraya kaydırmaya çalışmasıdır. Balık suyu anlamaz, evrenin sadece varlığına tanıklık eden, yokluğunu ancak küçük yok oluşlarla kıyaslayarak ve hayalen tahmin edebilir.

Mantığın Allah’ın ezelden bilmesinin önceden bilmek olgusundan farkını daha iyi anlaması için aşağıda küçük bir ışık sunacağım –ki detaylı tartışmasını Sonsuzluk Yolculuğu kitabından okuyabilirsiniz:

Allah  bir şey irade ederse, sadece “ol der ve hemen olur.”  Bu açıdan aslında tüm evreni irade etmiş, evren de olmuştur. Bu ol deyip olması, Allahın ezeliyetine göredir; bize göre ise “o bir anda olan” hala olup gidiyor, çünkü aslı bir an olan şey dev bir uzay-zaman akışıdır.

Allah öyle bir kudrettir ki, zamansızlık içinde bir anın uzay-zamanını yaratır ve o bir anlık uzay-zamanın içerisine milyarlarca yıl sığdırır; o yılların bir köşesine de farklı uzay-zamanlar yerleştirir. Nihai balonun zamanı bir an, içindeki ise milyarlarca yıldır. Bir anlık dış balon söndüğünde, içinde aynı anda milyarlarca yıl yaşamış balon da ömrünü tamamlamış, onunla birlikte sönmüştür.

Zaman (süre) ezeli bir sabite değildir, itibaridir, göreceli bir gerçekliktir. Bir evren düzeyindeki göz açıp kapama süresinde, öteki evrende binlerce yıl yaşanabilir. Bu farklılığa yol açan, mekânın en derindeki tekrarlanma-değişim hızıdır. Zaman algısı da, zaten olay kesitlerinin bilinçte algılanma yoğunluğuna göre oluşur.  Kainatın içinde bulunduğumuz en alt katmanında zamanı belirleyen, maddeyi oluşturan ışığın hızıdır ve bu hız değiştiğinde bilimsel zamanlar değişir; farkındalık değiştiğinde de algılanan zamanlar değişir. Mekân yoksa zaman da yok olur. Mekânsız bir varlığın bir saniyesinden söz edilemez.

Dönelim “dua kaderi değiştirir mi?” sorusuna! Allahın ezeliyetten bildiği, bizim yarın veya gelecek nesillerin bin yıl sonra ne isteyeceği, neye çabalayacağı ve buna karşılık her birine ne vereceğidir. Bu açıdan duanın kaderi değiştirmesi değil, duanın ilahi kabul üzerinden kaderi biçimlendirmesi demek anlamlıdır.

Kaderimizin ezelde duamızı kapsaması?
Kader Allahın yaracaklarına dair ezeli bilgisidir, ama Allah yaratacağı olaylar serisini kuralsız, ilkesiz, şartsız oluşturmamıştır. Bunlara, kaderi, yani nihai ilahi seçimi-iradeyi biçimlendiren ilahi ilkeler veya sünnetullah diyelim… (Bkz. Ruhsal Zeka, “ilahi irade gücü” bölümü.) Peygamberimiz (asm) ve Kur’an bunları açıklıyor. Şükürsüz fakirleşir, anne-babaya isyan edenin bereketi, ömrü azalır vs. İlahi ilkeler açısından, geçmişte yaptıklarımız, gelecekte başımıza gelmesi gereken bir dizi alternatifler oluşturur. Biz bugünü değiştirdikçe gelecekteki alternatifleri de bize emrettiği ilkelerine göre Allah değiştirir. Her insan geçmişinden etkilenen alternatiflerle dolu bir gelecek bilgisiyle yaşamayı sürdürüyor. Bu sistemi Ruhsal Zekâ kitabımın son bölümünde açıkladım.

Adam zinaya dört nala gidiyor. Bir ay sonra düşecek ve o gün de bir kazada ölecek diyelim. Yaptıkları ilahi ilkelere vurulunca, geçmişi yüzünden bu geleceğe layık olmuş. Bu aşamadaki bilgi yazılıdır, akış düzeni açısından kayıtlarda mevcuttur. Bunları ilahi izinle rüyalarda vs görmek mümkündür. Muhtemeldir ki melekler de bu aşamadaki bilgiye muttalidir. Ancak bunlar yazılıp silinir, değişir, yenilenir.

Aynı kişi, bugün çok içten tevbe etti, işte bunu yapacağını, nurani genişlikle de olsa zamanın içinde yaşayan melekler bilemez, bugün veya şu an insanın iradesiyle ne yapacağını sadece mutlak zatıyla mahlûk âlemin ötesinde olan Allah bilebilir. Kuantum fiziği açısından, zamanın içindeki bir varlığın bir saniye sonrasını tahmin dışında bir yolla bilmesi imkânsızdır.

Dolaysıyla kişinin başına şunların bunların geleceği yazılarda belli olsa da, onlar geldiğinde ne yapmayı seçeceğini zatıyla zaman-mekân dışı olan Allahtan başkası bilemez.  Nihayet tevbesi kabul edildi ise, gelecekte layık olduğu o yazılı durum ortadan kalkar, ilkeler açısından önünde yeni alternatifler konumlanır; adeta geleceği yeniden yazılır.

Kader dediğimiz nihai, ezeli bilgi ise bu sürecin tamamını kapsar. Başına gelmeye hazırlananları da, onlardan değişecek olanları da.. Dua edeceğini de, tevbe edeceğini de vs.. Allah ezeliyetten bilir.

Kaderde iradenin payı nedir?
Bir şeyin olması için onu yapma isteğine ve kudretine bizzatini sahip olmak gerekir. İnsan yoktan yaratıldığından, kendisinin zati kudreti ve iradesi yoktur. Tüm kudret Allah’a aittir, fakat bir kısım kudreti insanın eline emanet etmiştir. Kalkar ve oturur insan. Tüm irade de Allah’a aittir. Fakat iradenin minik bir kısmını da insana emanet etmiştir. İnsan oturmak veya kalkmak ister.

İnsanın Allah’ın hakimiyetinde olduğunu şu ayet çok net anlatıyor: “Alemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.“ (Tekvir, 29)Yani bize verilen irade sonsuz ve mutlak değil. Bir kedinin iradesi bir bitkinin iradesinden büyük olduğu gibi, insanın iradesi tüm hayvanların iradesinden büyüktür. Lakin Allah’ın iradesi sayısız olayı dilediği gibi ve ansızın yapma sonsuzluğuna sahiptir. Biz hayır veya şer bir şeyi dilemek isteriz de ancak Allah onu dilememize izin verirse bu dilemek Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşir. İrademiz Allah’ın iradesine bağlıdır, çünkü irademizle yapmak istediklerimizi Allah’tan başka yaratacak bir kudret yoktur. Allah yaratmazsa kimse kendi gücüyle göz bile kırpamaz.

Her akıl yaptıklarında kendi iradesinin payını kestirebilir. Zaten herkes de sadece kendi iradesiyle seçtiğinin şimdi veya gelecekteki doğrudan veya dolaylı sonuçlarından sorumludur.  Belki bu yazı geçmişteki meraklarınızın kabulü nedeniyle karşınıza çıkarıldı. Ama, şimdi bu cümleleri kesinlikle özgür iradenizle okudunuz. Neyi isteyerek, neyi istemeyerek yaşadığınızı, neye yaptıklarınızın, neye başka şeylerin yol açtığını kolaylıkla ayırt edebilirsiniz. Kaderi iyi anlamadan insan özgürlüğünü kader ekseninde mantığa vurmak her düşüneni doğru kavrayışa sürüklemeyecektir.

Dua kaderi değiştirir mi sorusu çoğu zaman, “Evlilik kader midir?” sorusuyla birlikte soruluyor. Eğer bu soruyu sorma nedeniniz bu ikinci soruya cevap bulmaksa, bu izahatları, evlilik kader midir? yazımızdaki izahatlarla destekleyebilirsiniz.

Sonuç olarak,
yaşamak istediğimiz güzel bir gelecek mi var? Ona ulaşmak için Rabbimize yalvara yakara dua edelim. Bize cevap verecektir. Emrettiği gibi  işten işlere koşalım. Telbellik etmeyelim, gayret edelim. Şükredelim. Kaderimizin değişmesiyle değil, geleceğimizin güzelleşmesiyle ve geçmişimizin günahlarının temizlenmesiyle ilgilenelim. O takdirde emin olumuz ki Yüce Allah Üzerimizdeki lütuflarını arttıracaktır.

Türk Tarihi Üzerinde Çalışmalar / Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu

Türk Tarihi Üzerinde Çalışmalar / Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ile ilgili görsel sonucu

Türk Tarihi Üzerinde Çalışmalar / Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu

Türklerin dörtbin yıllık bilinen tarihlerinde, başta Asya, daha sonra da Avrupa ve Afrika kıtalarında çok değişik coğrafyalarda devlet kurmaları ve yaşamaları, her zaman dünyanın ilgisi çekmiştir. Zira dörtbin yıllık bu uzun dönemde, Çin, Hint, Fars, Bizans, Arap ve nihayet Batı kültürü ile karşı karşıya gelen ve iç içe yaşayan Türklerin, benliklerini kaybetmemeleri, sahip oldukları öz kültürlerini devam ettirmeleri, kendilerinin de ne denli sağlam bir kültüre sahip olduklarını ispat ederken bu medeniyetler arasında etkileşimin ölçüsü hep merak edilmiştir. Bilhassa Karadeniz'in Kuzeyinden Doğu Avrupa'ya, oradan da İtalya ve Fransa içlerine kadar ilerleyen çeşitli Türk kavimlerinin bıraktıkları etkiler ve daha sonra Balkanlarda oluşan Türk asıllı devletler bu ilgiyi daha da artırmıştır. Nihayet doğu-batı ticareti ve İslâm dünyasına hakim olan Türklerin ulaştıkları medeniyetin Batı üzerindeki tesiri, Batılı müsteşriklerin ve seyyahların eserlerine konu olmuştur.
Genel olarak Türk tarihinin temel kaynakları arasında Çin İmparator günlükleri, Arap ve Fars kaynakları, resim, şekil ve damgalar, yazıtlar ve arkeolojik buluntular en önemlileri olarak yer almaktadır. İşte Türk tarihine ait çalışmalar da bu kaynaklara dayanmıştır. Özellikle Çin İmparator günlükleri İngilizceye çevrilirken, ağırlıklı olarak Ruslar tarafından gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda elde edilen değerli buluntular, Türk tarihinin sağlam kaynaklarını oluşturmuştur. Daha 1675 yılında Çin'e gönderilen Rus elçisi Nicolaie Milescu tarafından Yenisey'de görülen yazıtlar, İsveçli Yüzbaşı Johann Philipp Tabbert'in Das nord-und östliche Teil von Europa und Asia (Avrupa ve Asya'nın Kuzey ve Doğu Bölümü) adıyla Stockholm'de 1730 yılında yayımladığı kitabıyla ilim âlemine tanıtılmıştı. Buna karşılık Orhun yazıtları, Nikolay Mihayloviç Yadrintsev'in başkanlığındaki Rus heyeti tarafından 18 Temmuz 1889 tarihinde bulunmuştur. 

İlk tanıtım Ruslar tarafından yapılmışsa da, bilim dünyasına geniş şekilde duyurulması Fin Arkeoloji cemiyetince gerçekleştirilmiştir.1 Buna karşılık yazıtlar Rus bilim adamı Wilhelm Radloff tarafından okunmaya çalışılmıştır.2 Radloff'a gelinceye kadar eski Türk Tarihi ve diliyle ilgili çalışmalar neredeyse yok denecek sayıda olması sebebiyle daha çok nazariyata bağlı kalmış, Finlandiyalı M.A.Castren'in ve Macar H. Vâmbery'nin araştırmaları ışığında yürütülmüştür. Radloff tarafından doldurulan bu boşluk, haklı olarak Onun Türkolojinin kurucusu ünvanını kazanmasına yol açmış, Türkoloji bir ilim dalı olarak Onunla bugünkü ilerlemesine ulaşabilmiştir.
Radloff'un okumaya çalıştığı Orhun kitabelerini okumak, Onun çağdaşı ve arkadaşı olan Danimarkalı Vilhelm Thomsen'e nasip oldu.3 Thomsen, Radloff'un tesbit ettiği yazıtları okumak suretiyle, Türk dili ve tarihine paha biçilmez bir hizmette bulunmuştur. Orhun yazıtlarının okunması, Türk tarih araştırmalarında milat olarak değerlendirilebilir. Esasen bütün ömrünü buna veren Radloff'un, Türkolojiyi, yani Türklerin manevî ve maddî kültürünü Dünyada tanıtması, Batılı ilim dünyasının ilgisini Türk dili ve tarihine yöneltmiştir.4 Nitekim 1889'da Köl Tigin ve Bilge Kağan bengü taşlarının bulunmasından hemen sonra 1893'te Göktürk yazısının çözülmesi, 1897'de Tonyukuk anıtının keşfi, aynı yıl Kutadgu Bilig'in Mısır nüshasının bulunması, 1898-1914 arasında Doğu Türkistan'da pek çok Eski Uygur Türkçesi metin ve kitapların ortaya çıkarılması,5 1906'da Atabetü'l-Hakayık'ın, 1915'te Dîvânı Lügati't-Türk'ün keşfi bunun bir sonucudur.

Asya ve Moğolistan'da gerçekleştirilen keşifler sonucu ortaya çıkan olağanüstü medeniyet kalıntıları, Orta Asya'da arkeolojik çalışmaları hızlandırmıştır. Özellikle Rus arkeologlarından M.A. Masson, M. Voronets, G.V. Grigoryev, V.A. Şişkin, A.A. Freiman, A.İ. Vasilyev, V. A. Vorobyev ve A.N. Bernstam gibi arkeologlar önemli buluntular elde etmişlerdir.6 Bu buluntular arasında İskit tipinde oklar, ok ve kamçı sapları, silahlar, altın küpe, gerdanlık, yüzük, toka gibi süs eşyaları, madenî aynalar, çeşitli hayvan tasvirleri v.s. sayılabilir. Özellikle Rudenko asistanı Griaznov'la birlikte Altay dağlarında Çulımanış sıradağlarının Pazırık vâdisindeki Hun kurganlarında gerçekleştirdikleri kazılarda, M.Ö. V ilâ III. yüzyıl arasına ait araba parçaları, at kadavrası, keçe yaygı-duvar örtüsü, çadır direkleri merdiven, masa ayakları, kadın baş takısı ve halı bulunmuştur.7 Dünyanın ilk düğümlü halısı olarak bilinen Pazırık halısı, gerek motifleri, gerekse ince sanat uslûbu bakımından dikkate şayan bir özellik göstermektedir.

Keza Kazakistan'da bulunan Alma-atı şehrinin 50 km. doğusunda Yesik=Eşik Kurgan'da yapılan kazılarda da, M.Ö. V-IV. yüzyıldan kaldığı sanılan mezarda dört bine yakın altın eşya gün yüzüne çıktığı gibi, üzeri baştan başa altın plâkalar ve aplikasyonla kaplanmış genç bir adamın cesedi de bulunmuştur. Bu Altın Elbiseli Adam'ın başındaki börkün ve elbiselerinin baştanbaşa altınla donatılması ve bu altın plâkalar üzerinde pars, at, dağ koyunu, dağ keçisi, sığır figürlerinin işlenmesi, Hunların faunasında bulunan ve plâstik sanatlarında uyguladıkları aynı hayvan cinslerini hatırlatmaktadır8 Ayrıca bu kazıda Altın Elbiseli Adam'la birlikte Göktürk harflerinin en eski şekli olduğu sanılan bir yazıya da rastlanmıştır. Bu buluş Türk yazısının Milattan önce teşekkül etmiş olabileceğini gösterdiği gibi, bulunan altın eşyalardaki yüksek sanat uslûbu Türklerin sanat seviyesini ortaya koymaktadır.
Bunun yanısıra A.Y. Yakuboskiy9 ve Wilhelm Bartold10 gibi bazı araştırıcılar, Orta Asya'nın bu en bilinmez tarihinin Avrupa'da tanınmasında birinci derecede rol oynamışlardır. Eserini daha 1826 yılında yayımlayan Alman Heinrich Julius von Klaproth, Türklerin anayurdunun Altay çevresinde olduğunu yazmıştı.11 Onu Hermann Vâmbery,12 D. Rasovskiy, György Almâssy, M.A. Czaplicka, G. J. Ramstedt, A. Zeki Velidî Togan ve ünlü Macar Türkoloğu Gyula Nemeth13 takip etmiştir. 1799'dan 1806 yılına kadar İstanbul'da yaşayan Avusturyalı şarkıyatçı J. Freiherr von Hammer14 ise Osmanlı tarihi hakkında eser verenlerin en önünde gelmektedir.15
Yeni kuşak Türk tarihçiliğinin önde gelen simaları içerisinde ise Bernard Lewis,16 Alman şarkıyatçısı ve Türkolog Carl Brockelmann,17 Fransız tarihçi Fernand Braudel,18 Geza Feher,19 Rene Grousset,20 Claude Cahen,21 Robert Mantran,22 Gyula Kaldy-Nagy,23 Stanford Show'un24 yanısıra Ziya Gökalp,25 Fuad Köprülü,26 Ö. Lutfi Barkan, Yusuf Akçura,27 Zeki Velidî Togan,28 Halil İnalcık,29 Kemal Karpat,30 Osman Turan,31 İsmail Hakkı Uzunçarşılı,32 Cengiz Orhonlu,33 Akdes Nimet Kurat,34 E. Ziya Karal,35 Mehmet A. Köymen3,6 Bahaeddin Ögel,37 İbrahim Kafesoğlu,38 Mükrimin Halil Yinanç,39 Emel Esin,40 Aydın Sayılı,41 Ahmet Temir,42 Oktay Aslanapa43 gibi Türk âlimleri, Türk tarihini yeni bir anlayışla ele almışladır. 
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra Türk tarihçiliği ve Türkoloji alanında önemli gelişmeler olmuştur. 1931 yılında Atatürk tarafından Türk Tarih Kurumu'nun kurulması, bu hususta atılan en önemli adımdır. Bundan önceki dönemlerde Türkler tarafından Türk tarihi, hanedanlara dayalı bir anlayışla ele alınır ve yazılırken, bu tarihten sonra, tarihi bir bütün olarak değerlendiren yeni bir yaklaşım ağırlık kazanmıştır. Zira Türk tarihi binlerce yıl geriye giden engin ve bir büyük kültürün eseriydi. Bu kültürün ve tarihin araştırılması, milleti millet yapan ortak değerleri ortaya çıkaracak ve millî birliğin temeli atılacaktı. Nitekim Atatürk'ün bu konudaki görüşü, Türk tarih tezini teşkil etmiştir. Atatürk: "Büyük ve haysiyetli bir millet olan Türklerin tarihi insanlık kadar eskidir. Osmanlılar ve Selçuklulardan önce de Türkler, dünyanın dört bucağında devletler, imparatorluklar vücuda getirmişlerdir. Nerede bir Türk devleti batmış ise, bunun yıkıntıları üzerinde daima yeni yeni devletler kurmuşlardır. Şimdi de böyle bir tarihî an gelmiş çatmıştır. Osmanlı Devleti çökmüştür, fakat tarihî zincir kopmayacaktır"44 sözüyle bu konuda çalışanları yönlendirmiştir. Nitekim Türk Tarih Kurumu'nun ilk yayınladığı eser Türk Tarihinin Ana Hatları ile Türklerin Medeniyete Hizmetleri, ikincisi ise Pirî Reis Haritası olmuştur. Bu akım, uzun müddet Türk Tarih Kurumu'nun öncülüğünde yürütülmüş, gerek ders kitaplarının hazırlanması, gerekse bini geçen ilmî yayın bu şekilde tarih ilmine kazandırılmıştır. Nitekim uluslararası olarak düzenlenen ve 1999 yılında Osmanlı Devleti'nin 700. kuruluş yılı münâsebetiyle XIII. sü gerçekleştirilen kongreler, dünyanın çeşitli ülkelerindeki Türk tarihinin tanınmış ilim adamlarını misafir etmiştir. Kongreler sonucu basılan bildiriler ise otuzbeş cilde ulaşmıştır.
Türk Tarih Kurumu tarafından daha sonraki yıllarda da Türk tarihi ile ilgili pek çok kaynak ve araştırma yayımlanmıştır. Ayrıca 1991'den sonra Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla, 1995 yılından itibaren Tanrı dağlarında ve Kırım taraflarında arkeolojik kazılar başlatılmıştır.45 Keza Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı'nın (TİKA) yürütücülüğünde Moğolistan'da Orhun yazıtlarının bulunduğu alanda başlatılan kazılar ve âbidelerin kurtarılması ve eski haline getirilmesi çalışmaları da dikkate değer niteliktedir.46
Türk Tarihinin Genel Değerlendirmesi
Çin kaynaklarına göre Türklerin tarih sahnesine ilk çıkışları Asya'da Köğmen Dağları'nda idi. Modern tarihçilerin araştırmaları da bu efsaneyi doğrulamaktadır. Nitekim en eski kalıntılara Köğmen dağlarında rastlanmıştır. Köğmen dağlarının kuzey eteklerinde Türkçe adı Kem olan Yenisey ırmağındaki Tagar Adası'nda kalıntıları ilk defa bulunan ve M.Ö. VII. yüzyılda başlayan Tagar adını alan kültür en eski Türklere atf edilmektedir. Tagar kültürü Karasuk kültürü denilen ve M.Ö. II. bine kadar uzanan aynı kıyılarda gelişmiş eski bir kültüre dayanmaktaydı. 
Tagar kültürünün verdiği tesirler, doğuya, Göktürk kitabelerinin Ötüken Yış dediği Hangay dağları silsilesi ve Orkun ırmağı kıyılarında "Yassı Taşlar" kültürüne ve Çin'in kuzey sınırına, Ordos, yani "Ordular" denen bölgeye, Türkçe Yaşıl Ögüz denen Hoang-ho (Sarı Su) nehrine varmakta idi. Doğu'da Türklerin yoğun yaşadıkları sahaların sonunda, Sarı Deniz'e doğru Tunguzlar, onların güneyinde Mongoloid ırklardan Çinliler ve Tibetliler ile karışık olarak, yine proto-Türkler ve Türkler yaşıyordu. Çinlilerin "Chou" adını verdiği, Türk olması muhtemel bir boy, bugünkü Çin'in kuzeyinde bir devlet kurmuştu (M.Ö. 1050-249).
Batı'da ise Tagar kültürünün ilişkileri, Türkçe adı Altın Yış olan Altay bölgesi ve Altay'ın Mayemir kültürü bölgesi ile başlıyordu. Oradan da Kama ve İtil ırmakları kıyılarına ve Hazar Denizi'ne uzanıyordu. Türk boylarının yayılma bölgesinin batısında, İranlılarla karışık, fakat Türkler ve Doğu ile de ilgileri olan Saka (İskit) göçebeleri bulunuyordu.
Tagar kültürünün yayıldığı geniş bölgelerde, Çin tarihlerinde adı Tegreg veya Tölis olan Kagnılı Türkleri yaşadığı için Tagar kültürü onlara atf edilmektedir. Tegreg sözü (tekerlek mânâsına) bugün "kağnı" dediğimiz büyük tekerlekli arabaların adı sanılmaktadır. Tegreg Türkleri, kubbeli ve künbed biçiminde olan çadırlarını kağnı üzerine kurar ve öyle göç ederlerdi.
Bugünkü Kazakistan'da bulunan Alma-atı şehrinin 50 km. doğusunda Yesik Kurgan'da yapılan kazılarda, M.Ö. V. veya IV. yüzyıldan kaldığı sanılan mezarda ortaya çıkarılan ve Göktürk harflerinin en eski şekli olduğu sanılan bir yazı bulunmuştur. Bu buluş Türk yazısının Milattan önce teşekkül etmiş olabileceğini gösterdiği gibi, bulunan altın eşyalardaki yüksek sanat uslûbu Türklerin sanat seviyesini ortaya koymaktadır. Buna benzer olarak Altay dağlarında (Altın Yış), en eski mezarlardan olan Pazırık'ta çıkan ünlü sanat eserleri, tunç ve altın levhalar, tokalar, tahta oymaları, at koşumları, geyik maskeleri, renkli keçelerdeki resimli örtüler, kağnı üzerine oturtulmuş çadırlar ve dünyanın en eski düğümlü halısı, yine Türk medeniyetinin ve sanatının seviyesini ortaya koymaktadır.
Orta Asya'dan göç eden Türk kavimleri hariç diğer Türk topluluklarında kültür ve medeniyet gelişerek, fakat bir bütünlük içinde İslâmî döneme kadar birbirinin devamı niteliğinde gelmiştir. Nitekim Doğu'ya Mançurya ve Kore'ye giden Türk kavimleri kültür ve sanat tarihine yenilikler getirdiler. Burada maden işleri ve duvar resimleri ile kendini gösteren bir sanat ortaya çıktı. Avrupa yönüne gidenler ise, gerek diğer Türk kavimleriyle birleşmeleri ve gerekse gittikleri yörelerdeki Sarmat ve Goth gibi boylarla karışmaları ve Bizans'ın etkisiyle bazı ayrı tarzlara da sahip oldular. Buna bağlı ola-rak Türkler, temasta bulundukları değişik din mensuplarının etkisiyle Şamanizm, Budizm, Maniheizm, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi farklı dinlere girdiler. Bu suretle de farklı kültür yapıları olarak tapınaklar, mezarlar, balballar ve âbideler ortaya koydular. Bu farklı dinî yapılanma, Türk medeniyet ve sanatının iki ayrı yönünü ortaya çıkardı Bunlardan biri, yukarıda belirtilen Müslüman olmayan Türklerin sanatı, diğeri de aşağıda anlatılacak olan Müslüman Türklerin sanatı. 
İslâmiyetin Türkler arasında yayılmasıyla Türk kültür ve medeniyetinde de değişiklikler meydana gelmiştir. Özellikle IX. yüzyılda ilk İslâmî Türk eserlerinin belirmesi ile sanat tarihimizde bir dönüm noktasına varılmıştır. Özellikle dinî âbidelerde Müslümanlık öncesiyle aşılmaz ifade farkları ortaya çıkmıştır. İslâmî olmayan tapınaklarda mâbud heykelleri ve resimleri bulunuyordu. İslâmda ise dînî sanat, maddeden arınmış, manevî anlayışı ortaya koyan timsaller ve yazı ile ifade ediliyordu.
IX-X. yüzyıllarda İslâmiyete girmiş illerden Yinçü-ögüz kıyılarında Sütkent ile Buhara yakınında "Türk Melikinin Şehri" Kökşibagan'daki ribat, mescid ve mezarlık kalıntıları muhafaza edilmiş en eski İslâmî Türk âbidelerindendir.
926 yılı civarında Kâşgar Türk hakanları sülâlesinden Satuk Buğra Han'ın İslâmiyeti kabulü ile burada Müslüman Türk sanatı başlamış oldu. Kâşgar'da X. yüzyılda Budist âbidelerin İslâmiyete vakf edildiği ve böylece Budist Türk sanatının, başlangıçtan beri İslâm sanatına tesir ettiği muhakkaktır. Nitekim X. ilâ XIII. yüzyılların ilk devre Müslüman Türk sanatının özellikleri, aynı devirdeki Türk Budist sanatı ile büyük yakınlık göstermektedir. Eski "Buyan" yapısı tekke, han, medrese, mescid ve külliyeye; "stûpa"lar türbeye; "ediz ev"ler minâreye çevrilmişti. Keza Müslüman olmayan Türk hakanlarının ongunlarından kartal ve arslan, Karahanlı devrinde İslâmî sanata girmişti. Bu motifler Arapça ibareler ile birlikte karıştırılarak, İslâm sanatı içinde yer aldı; hayvan şekilleri gittikçe geometrik veya bitki türü motiflere benzetildi. Bu suretle Karahanlı sanatı, geçmiş Türk medeniyetinin temellerine dayanarak, kendine has bir İslâmî üsluba varıp, yüksek bir noktaya ulaştığı için, daha sonraki Müslüman Türk sanatının üslubunu tayin etmiştir. Gerçekten de daha sonraki gelişmiş Selçuklu ve Harezmşahlar gibi Müslüman Türk devletlerine bakıldığında, bu devir sanatına kadar uzanan kökleri olduğu görülmektedir.
İslâmın kültür ve sanata getirdiği en önemli yenilik, dinî binalardan maddî dünyayı hatırlatan şekillerin silinmesiydi. İslâm Allah'ı her türlü şekil ve tasavvurdan öte ve her şeyden arındırılmış bildiği için heykellere ve resimlere tapmayı putperestlik saymıştır. Bu nedenle heykel ve resimlerin dinî binalardan yok olması neticesinde, geometrik ve tabiî dekor ve bilhassa Kur'ân yazısı ile olan yazı sanatı gelişmiştir. Bununla beraber Akkoyunlu Devleti gibi bazı devletlerde mezar taşlarının koyun suretinde bulunduğu, Selçuklularda bir kısım hayvan resimlerinin taş oymacılığında kullanıldığı görülmektedir. Kervansaraylardaki ve medreselerdeki mimarî üslup ise Selçuklu sanatının zirvesini teşkil eder.
İslâmî Türk sanatın en gelişmiş olduğu dönem ise, bütün İslâm ve büyük çapta Türk dünyasını birleştiren Osmanlı Devleti zamanında olmuştur. Özellikle mâbedler, zamanlarının en mükemmel mimarisini yatsıtmıştır. Bilhassa dinî yapıların üzerindeki Osmanlı hat sanatı, İslâm Türk sanatının şâheserleri olarak görülürler. Selçuklularda olduğu gibi, Osmanlılarda da eski Türk mezar geleneği olan türbe mimarîsi önemli yer tutmuştur. Keza cilt, çini, müzehhiblik gibi geleneksel sanat dallarında da paha biçilmez derecede eserler ortaya konulmuştur.
Asya'da kurulan Hun, Göktürk, Sarı Türgiş ve Uygur devletlerinden ayrı olarak Batı Türkleri olarak niteleyebileceğimiz Avrupa Hunları, Bulgarlar, Avarlar, Hazarlar, Peçenekler ve Kumanlar Kafkasya, Karadeniz'in kuzey kısımları, Balkanlar ve Doğu Avrupa'da V. yüzyıldan XI. yüzyıla kadar varlık göstermişlerdi. Asya'nın daha güneyinde Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu devletleri ile Mısır'daki Tolunoğulları ve Ihşidliler İslâmî dönem Türk devletleri olarak IX. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar varlıklarını devam ettirmişlerdi. İşte, Türklerin İran ve Ortadoğu topraklarına gelişleri, gerek Türk tarihinde, gerekse İslâm ve Avrupa tarihinde ilginç oluşumların başlangıcı olacaktır. Zira Hıristiyan dünyasının Haçlı seferleri düzenlemek suretiyle başlattığı hilâl-haç çatışmasında İslâmın koruyuculuğunu da üstlenen Türklerin, Anadolu ve Rumeli'ye bir daha ayrılmamak üzere girmeleri ve bu toprakları vatan haline getirmeleri, bu tarihten sonra hız kazanacaktır.
Tarih kaynaklarına göre, Türklerin Anadolu topraklarına ilk gelişleri V. yüzyıllara kadar uzanmaktadır. Ancak, köklü ve devamlı kalmak için gelmeleri XI. yüzyıldır. Önce Selçuklular, ardından da Osmanlı Devleti'nin kurulmasıyla sonuçlanan bu siyasî oluşum, dünya tarihini etkileyen en önemli olaylardan biri olmuştur. Geniş bir pencereden bakıldığında, Türkiye Selçuklularının Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu hızlandıran ve ona sağlam bir zemin hazırlayan bir görevi yerine getirdiği görülür. Öte yandan Osmanlı Devleti'nin kurulmasıyla, bir yerde Avrupa tarihinin de yeni bir mecraya girmesine ve hattâ bugünkü Avrupa'nın şekillenmesine yol açtığı söylenebilir. Zira Osmanlı Türklerinin Rumeli'ye geçişleri, İstanbul'u alarak Doğu Roma'ya son vermeleri, Hıristi-yan dünyasının yeni bir biçim ve anlam kazanmasına, kendilerine rakip ve en büyük düşmanları olan bu devletin, ticarî yollara sahip olmak suretiyle ekonomik üstünlük kurması, coğrafî keşiflerin gerçekleşmesine ve Avrupa'nın Türklerle olan mücadelesinin farklı bir boyut kazanmasına yol açmıştır. Diğer bir deyimle Avrupa, bu sayede Avrupa olmuştur.
Türkiye Selçuklu Devleti'nin zayıflamasından sonra Anadolu'da çeşitli Türk boylarına mensup pek çok beylik ortaya çıkmıştı. Bu beylikler içerisinde Kayı boyuna mensup olup Söğüt-Yenişehir-Bilecik bölgesinde Osmanlı Beyliği teşekkül etmişti. Bu beylik kısa zamanda Anadolu'daki beylikleri birleştirerek Türk birliğini kurmuştu. Osmanlıların Türkleri birleştirmelerinin yanında, komşuları Bizans'la da mücadele ettikleri görülmüştür. Nitekim, İstanbul ve civarına sıkışıp kalan Bizans, bu küçük Türk beyliğiyle mücadelede âciz kalmıştır. Bu sebeple Osmanlılar önce Rumeli'ye geçmişler, daha sonra da İstanbul'u alarak, Anadolu ve Rumeli'de geniş topraklara sahip bir devlet haline gelmişlerdir. Osmanlı Devleti, Rumeli'ye geçince Sırplar, Bulgarlar, Macarlar, Venedikliler, Avusturya-Alman İmparatorluğu, İngiltere, Papalık, İspanyollar, zaman zaman Fransa ve Rusya'yla mücadele etmiştir. Doğu ve Güney'de ise her biri birer Türk devleti olan Akkoyunlular, Timurlular, Memlükler, Safevîler ve Karamanoğulları devletleriyle rekabete girmiştir. Sistemli bir devlet teşkilâtına, kuvvetli bir orduya ve maliyeye sahip Osmanlı Devleti, Doğu'da, Batı'da, Kuzey'de ve Güney'de önemli topraklar elde etmiş, devletin sınırları Kuzey'de Kırım'dan Güney'de Sudan ve Yemen'e, Doğu'da İran içlerinden ve Hazar Denizi'nden Batı'da Viyana ve Fas'a kadar uzanmıştır. Ancak XVI. yüzyıldan itibaren coğrafî keşiflerle gelişen Avrupa'ya karşı teknik, malî ve askerî üstünlüğünü kaybeden Osmanlı Devleti, yeni gelişmelere ayak uyduramamış ve bu yüzyıldan itibaren dengeler Avrupa devletleri lehine gelişmiştir. XIX. yüzyılda başlayan milliyetçilik akımları ve Rusya ile Avrupa devletlerinin Balkanlardaki milletleri teşkilâtlandırmaları, Osmanlı Devleti'nin büyük topraklar kaybetmesine ve Osmanlı topraklarında bağımsız devletler oluşmasına sebep oldu. Devletin yıkılışında, ötedenberi bir haçlı anlayışıyla hareket eden Batılı devletlerin Osmanlı Devleti'nin paylaşılması demek olan Şark meselesini yürürlüğe koymalarının rolü büyüktür. Birinci Dünya Savaşı'nda Almanların yanında yer alan Osmanlı Devleti'nin toprakları, bu devletin yenilmesi üzerine İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya ve Yunanistan'ın işgaline uğradı. Ancak Türk milleti bütün olumsuz şartlara ve yokluğa rağmen düşmanı topraklarından attı. Osmanlı Devleti'nin yerine, Türk kurtuluş mücadelesinin lideri ve seçkin siması Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. 
Osmanlı Devleti, Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca devrinin en hoşgörülü yönetimini sağlayan bir devlet hüviyeti taşımaktadır. Gerçekten de beşyüz yıl idaresinde bulunan farklı dinlerden ve ırklardan insanları bir arada tutabilmiş, din ve vicdan hürriyeti sağlamak suretiyle, bünyesindeki milletlerin kültür ve dillerinin muhafazasında önemli bir rolü üslenmiştir. Bunda, bir hukuk devleti olması ve yönetimde katı bir mutlakiyet idaresi yerine, yasama ve yürütmenin meclise dayalı bir hüviyet taşıması önemlidir.
Osmanlı Devleti, kendisinden önce yaşamış bütün Türk devletlerinin kültür, bilim, sanat ve devlet yönetimi birikimine sahip bir devlet olarak, dünya insanlık tarihine bilimsel yönden olduğu gibi, kültür eserleriyle de önemli katkılarda bulunmuştur. Kendisine has mimarîsi, hat sanatı, ciltcilik, taş oymacılığı, çinicilik, süsleme, minyatür gibi sanat alanlarında nadide eserler vücuda getirmiş, öte yandan dünya siyasetinde yüzyıllarca etkili olmuştur.
İşte yakın tarihimiz olan Osmanlı tarihi, bugün Türkiye'de Türk halkının en çok öğrendiği ve onunla millet şuuruna ulaştığı bir tarihtir. Aslında Türk tarihi sadece Osmanlı tarihi olmamakla beraber, Batı Türklerinin, Avrupa ile gizliden gizliye olan rekabetinde Osmanlı tarihinin ön plâna çıktığı bir anlayışı sergilemektedir. Buna karşılık Avrupa da, Türk tarihinin, Viyana önlerine kadar gelen ve belki de Avrupa'da en büyük istilâyı gerçekleştiren Osmanlı bölümüyle bu sebeple yakından ilgilenmektedir ve Türk imajını Osmanlı ile ifade etmektedir. Nitekim bugün, Avrupa devletlerinin Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı yürüttükleri politikalar da büyük çapta buna bağlı olarak tayin edilmektedir. Ancak 1990'lı yılların başı, Türk tarihi açısından yeni bir dönüm noktası olarak tarihe geçmiştir. Zira, Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle, eski Türk coğrafyası yeniden şekillenmiş, dünya siyasetine yeni Türk devletleri dahil olmuştur.
1 Inscriptions de l'Orkhon recuellies par l'expedition Finnoise 1890 et publiees par la Societe Finno-Ougrienne, Helsingfors 1892.
2 F. Wilhelm Radloff, Atlas der Alterthümer der Mongolei, St. Petersburg 1892.
3 Inscriptions de l'Orkhon dechiffrees, Helsingfors 1894-96; Dechiffrement des Inscriptions oe l'Orkhon et de l'Ienissei, Kopenhag 1894.
4 Bkz. Sibirya'dan Seçmeler, trc. Ahmet Temir, Ankara 1986 (Aus Sibirien adlı eserinden).
5 1933 yılında Tacikistan'da Hayrâbâd köyünden 3 km. mesafede Zerefşan Irmağı'nın sol kıyısında, Mug dağında A. A. Freiman, A. I. Vasilyev ve V. A. Vorobyev tarafından yapılan kazıda, 81 adet yazılı vesika bulunmuştur (V. I. Avdiyev, Orta Asya'da Tarih ve Arkeoloji Tetkikleri, trc. Abdülkadir İnan, TTK, tercüme eserler, nr. 40/102, s. 23).
6 V. I. Avdiyev, Orta Asya'da Tarih ve Arkeoloji Tetkikleri, çev. Abdülkadir İnan, TTK, tercüme eserler, nr. 40/102.
7 E. Fuat Tekçe, Pazırık, Altaylardan bir Halının Öyküsü, Ankara 1993.
8 Bkz. Nejat Diyarbekirli, Hun Sanatı, İstanbul 1972; Ayr. Hasan Oraltay, "Altın Elbiseli Adam", Türk Kültürü, Sayı 100 (Ankara 1971), 303-305.
9 Razvalini Urgenca (Ürgenç Harabeleri), Leningrad 1930.
10 Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul 1927.
11 Tableaux historiques de l'Asie, I-II, Paris 1826.
12 Das Türkenvolkin Seinen Ethnologishen und Etnographischen, Leipzig 1885.
13 Attila ve Hunları, çev. Şerif Baştav, Ankara 1982.
14 Hammer hakkında daha geniş bilgi için bkz. İlber Ortaylı, "Hammer-Purgstall", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XV (İstanbul 1997), 491-494.
15 Geschichte der Osmanischen Reiches (trc. Mehmed Atâ, Devlet-i Osmaniyye Tarihi, ı-X, İstanbul 1329-1337), ı-X, Pesth 1827-1835.
16 Modern Türkiye'nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Ankara 1970.
17 Hayatı ve eserleri hakkında bkz. Nuri Yüce, "Brockelmann, Carl", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, VI (İstanbul 1992), 335-336.
18 La Mediterranee et le mond mediterranen â l'epoque de Philippe II., Paris 1949 (Eserin Türkçe çev. Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, I-II, İstanbul 1989-1990).
19 Bulgarların Tarihi, Ankara 1984.
20 Histoire de l'Asie, Paris 1966.
21 l'Islam des origines au debut de l'empire Dttoman, Paris 1970.
22 Histoire de la Turquie, Paris 1961.
23 Budai Török Szamadaskönyvek 1550-1580, Budapest 1962.
24 The Turkish War of National Liberation (1918-1923, I-VI, Ankara 2000-2001.
25 Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1926.
26 Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1928.
27 Türk, Cermen ve Islavların Münesabât-ı Tarihiyeleri, İstanbul 1330.
28 Umumî Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1970.
29 Studies in Ottoman Social and Economic History, London 1985.
30 Ottoman Population 1830-1914. Demographic and Social Character, London 1985.
31 Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1966.
32 Osmanlı Tarihi, I-IV, Ankara 1995.
33 Osmanlı İmparatorluğu'nun Güney Siyaseti, Habeş Eyâleti, Ankara 1996.
34 Rusya Tarihi, Başlangıcından 1917'ye kadar, Ankara 1993.

35 Osmanlı Tarihi, V-IX, Ankara 1994-1996.
36 Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, I, III, V, Ankara 1991-1993.
37 İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Orta Asya Kaynak ve Buluntularına Göre, Ankara 1991.
38 Türk Millî Kültürü, İstanbul 1984; Harezmşahlar Devleti, Ankara 1992.
39 Türkiye Tarihi. Selçuklular Devri, Anadolu'nun Fethi, İstanbul 1944.
40 İslâmiyetten Önce ki Türk Kültür Tarihi ve İslâma Giriş, İstanbul 1978.
41 The Observatory in Islam and It's Place in the General History, Ankara 1960.
42 Türk-Moğol İmparatorlukları ve devamı, İstanbul 1976; ayr. Moğolların Gizli Tarihi, Ankara 1948.
43 Türk Sanatı, I-II, Ankara 1972-1973.
44 Bekir Sıtkı Baykal, "Atatürk ve Tarih", Belleten, XXXV/140 (Ankara 1971), 539.
45 Kırgız arkeoloji uzmanlarından Doç. Dr. Kubat Tabaldiyev ile Türk uzmanı Yrd. Doç. Dr. Rüstem Bozer başkanlığında ilk olarak Tanrı dağlarının Son-Köl bölgesinde açılan kurganlarda başta İskit dönemi olmak üzere Hun ve Göktürkler'e ait iskelet, seramik ve at iskeletleriyle koşumlarına ait buluntular elde edilmiştir. Prof. Dr. Bozkurt Ersoy başkanlığında, Ukrayna'nın Özi ve Akkerman yöresinde yapılan kazılarda da çiniler, lüleler, seramikler v. s. buluntular elde edilmiş olup, Türk Tarih Kurumu'nca yayınlanmak üzere hazırlanmaktadır.
46 1999 yılından itibaren sürdürülen çalışmalarda, özellikle 2000 ve 2001 yıllarında önemli buluntular elde edilmiştir ki, bunlardan Bilge Kağan hazinesi birinci derecede önem taşımaktadır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...