21 Haziran 2018

MUSTAFA İSLAMOĞLU OKUYUCULARINI FELAKETE SÜRÜKLÜYOR

Takipçilerini ebedi felakete sürükleyen 

sözde İslam alimi; Mustafa İslamoğlu

Mustafa İslamoğlu, 1960’ta Develi’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini doğduğu ilçede tamamladı. Yüksek İslam Enstitüsünde başladığı yüksek öğrenimini El-Ezher’de devam ettirdi. Yahudileşme Temayülü, Üç Muhammed, Gerekçeli Kur’an Meali ve bazı şiir kitapları yazdı. Yahudi asıllı oryantalist Igmoz Goldziher’in De Richtungen der İslamichen Koramıslegung adlı eserini Türkçe’ye çevirdi. Mustafa İslamoğlu; Ehl-i Sünnetten olduğunu söylüyor. Ve dört mezhebe dair bilgiler de beyan ediyor. Lakin söylediği on sözden altısı Ehl-i Sünnete muhaliftir. Yazdığı eserler, Şii taraftarı bir dille yazılmıştır. Zaten devamlı çıkıp konuştuğu televizyon kanalında halim selim bir tavırla 1400 yıllık İslam ilimleri geleneğine, icma-i ümmete, sonra sahabeye ve sünnete dil uzatır. Sünnileri daima yeniliğe davet eden ve kendisine göre reçeteler sunan ama Şiilere gülücükler dağıtan bir “Ehl-i Sünnet” müntesibidir. “Sünni medreseler, İslam dünyasını yenileme ve geliştirmede acizdir.” sözünde aslında haklıdır. Gerçekten Sünni eğitim kurumları yenilemede acizdir, çünkü reforma muhaliftir. Mustafa İslamoğlu’nun Sünni medreselere karşı çıkmasının sebebi, Ehl-i Sünnetin, kendisinin anormal fikirleri İslam’a enjekte etmesine mani olmasıydı. Bunun için ictihat kapıları açılmalıydı. Mustafa İslamoğlu da bunun ilk basamağı olarak Ehl-i Sünnet akidesine saldırıyor ve modernizmi İslam’a dikte etmeye çalışıyor. Bu bölümde Mustafa İslamoğlu’nun görüşlerine değineceğiz ve en sonunda Mustafa İslamoğlu’nun kader anlayışına cevap vereceğiz. İslamoğlu; kendisine yöneltilen, cennet ve cehennem ebediyeti hakkındaki suale karşı şu cevabı vermiştir: “Cennet ve cehennem yok olacaktır.” görüşü benim görüşüm değildir. Bir Kur’an talebesi olarak Kur’an’daki; “huld” ve “ebed” kelimelerini tahlil ettim. Cennet ve cehennemin ebediliğinin nasıl anlaşıldığını, sahabenin olayı nasıl yorumladığını söyledim. Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Abdullah bin Mesut başta olmak üzere birçok güzide sahabenin bu konudaki günümüz yaygın kanaatinin aksine olan görüşlerini serdettim. Cehennemim sonsuz olmadığını söylediklerini naklettim. Buna da İbn Kayyım el-Cevziyye’nin yazdığı Hadi’l Ervah İla Biladi’l Efrah adlı eserini kaynak gösterdim. Bu eser Arapça olarak piyasada var. Her yerde satılıyor. Bakmak isteyen açıp bakar. İbn-i Kayyım’ın ilmi yetkinliğinin derecesini siz bilmezseniz bilen birine sorabilirsiniz.” Mustafa İslamoğlu; Sahabe-i Güzine isnat ettiği çirkin görüşüne de verdiği kaynağa bakınca iddiasının mesnetten yoksun olduğu aşikâr olur. Zaten İslamoğlu’nun verdiği kaynak olan İbn-i Kayım’ın görüşlerini de verdik. İslamoğlu, Ehl-i Sünnet ulemanın şüpheyle yaklaştığı bir kişiden, cumhur görüşe muhalif bir iddia ile gelmiştir. Ama ne yazık ki kaynaktan yoksundur. Gerçi bu İslamoğlu’nun suçu değildir. Zira böyle başka bir kaynak yoktur ve kimse de getiremez. Yalan haberin hiç kaynağı olur mu? İslamoğlu’nun cennet ve cehennem ebedi değildir görüşünü Hz. Allah (c.c), Kur’an-ı Azimüşşan’da şöyle reddeder: “Onlar ebedi olarak onun altında kalırlar. Ne azapları hafifletilir, ne de kendilerine göz açtırılır.”[i] “…onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır.”[ii] “…Ve onlar ateş içinde ebedi kalacaklardır.”[iii] Ebu Hureyre (r.a.)’nin rivayet ettiği hadiste Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “…Allah cennetlikleri cennete cehennemlikleri de cehenneme koyduğunda ölüm boynundan çekilerek getirilecek cennetliklerle cehennemlikler arasında bir sur üzerinde durdurulacak sonra: “Ey cennetlikler” diye seslenilecek, onlarda korkuyla bakacaklar, sonra “Ey cehennemlikler” denilecek onlar da sevinç içerisinde şefaat umarak bakacaklar, sonra hem cehennemliklere hem de cennetliklere: “Bunu tanıyor musunuz?” diye sorulacak. Bunlar da onlar da hep birlikte onu tanıyoruz o ölümdür diyecekler. Sonra o ölüm cennetliklerle cehennemlikler arasındaki sur üzerinde bir koç şeklinde yatırılıp boğazlanacak ve şöyle denilecektir: “Ey cennetlikler ebedilik var ölüm yok! Ey cehennemlikler ebedilik var ölüm yok!”[iv] Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat uleması cennetin ve cehennemim ebediliği hususunda ittifak içindedirler. İbn-i Teymiyye ve İbn-i Kayyım El Cevziyye haricinde. Zaten onların sünnet yolundan ayrıldıklarını ilgili bölümlerde teferruatıyla yazdık. Mustafa İslamoğlu; İmamlar ve Sultanlar kitabında İmam-ı Ebu Yusuf Hazretlerini yargılar ve ona edepsizce sözlerde bulunur. Lakin aynı eserinde Ebu’l Ala El Mevdûdî’yi över. Mustafa İslamoğlu, Gerekçeli Meal-Tefsirinde Nisa Sûresinin 23. ayetinde geçen: “Kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olup himayenizde bulunan üvey kızlarınız (ın) nikâhı haram kılınmıştır.” kavl-i şerifinin 10 nolu dipnotunda şöyle diyor: “Kişinin önceki kocasından olma kızının yasak kapsamına girmesi için ‘aynı evde bir arada’ yetişmiş olma şartı öngörülmektedir. Bu şartın dışında kalanların yasak kapsamına girmediği görüşünü İbn-i Hazm, Ali ve Ömer’e nispet eder.”[v] Dört mezhebin kavline ters düşmüştür. Hanefi fıkıh kitaplarından el-Hidaye’de, Şafii fıkıh kitaplarından Haşiyetü’l Büceyremi’de, Maliki fıkıh kitabı olan Haşiyetü’s Savi, Hanbelî’nin Keşşafü’l Kına’ adlı kitaplarına göre bu hüküm geçerlidir. Yani kızların, üvey babalarının evlerinde bulunup onların terbiyeleri altında büyümeleri aralarındaki ebedi mahremiyetin şartı değildir. Böyle bir şart yoktur. İster üvey babalarının evlerinde olsunlar ister olmasınlar üvey babalarıyla nikâhlanamazlar. Mustafa İslamoğlu, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e salât getirmeyi şirk sayan Vehhabilerden etkilenmiş olsa gerek, aynı ideolojiyi farklı şekilde dile getirir ve Ehl-i Sünnete sitem eder: “Rabbinizin Hz. Peygamber (s.a.v.)’i örnek gösterdiği halde, nedense klasik ulema (burada kimleri kasteddiği malum) ille de onu efsaneleştirmek için ellerinden geleni arkalarına koymamışlardır. Verilmek istenen insan tipi taklit edebilecekleri bir nebi değil de kendisine sadece hayranlık duyulmak için oldukça aşkınlaştırılmış insanüstü bir peygamber tipi çizmektedir. Elbette efsaneler örnek alınsın diye değil, sadece insanlara “onlar kim, biz kim” dedirtmek ve hayret ıslıkları çaldırmak için oluşturulur. Geçmişte bu tavır niçin takınıldı bilemem. Lakin çağın mantığı da buna çok benziyor. Kutsa ve müzeye kaldır… Onun örnekliği iki ayaklı Kur’an oluşundan gelir.” “Klasik ulema” diye nitelendirdiği bütün âlimler zaten Resul-ü Zişan Efendimizin hayatını tastamam örnek almışlardır. Sanki âlimler, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’de olmayan özellikleri mi dile getirmişler? Yoksa Mustafa İslamoğlu’nun dilinin altında bakla var da gizliyor mu? Mesela mucizeler meselesi gibi. Tabî en iyisini Allah bilir. Mucizeler, Kur’an’da sabit olup kitabımızın çeşitli yerlerinde bunları ifade etmiştik. Tekrarına gerek duymuyorum. Asıl mesele, Mustafa İslamoğlu; iki cihan serveri Habibullah Muhammed Mustafa (s.a.v.)’ya yapılan övgüleri, gösterilen hürmeti neden hazmedemiyor. Ve O’na âşık olan âlimleri klasik diye nitelendiriyor. (Bu klasik nitelendirmesi anladığımız “kurumsallaşmış veya otoriteleşmiş” manasında değil de “eski” anlamında kullanılmıştır.) Hâlbuki O’na, Sahabe-i Kiram kadar âşık olanlar var mı? Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mübarek saçlarını tıraş olurlarken Sahabeler yarış ederlerdi ki o mübarek saçtan bir tel elde edebilmek için. Demek ki İslamoğlu’na göre Sahabe-i Kiram efendilerimiz de efsanecidirler. (hâşâ) Yüce Peygamber Efendimizi (s.a.v.) övmekten çekinen ve hürmet edenleri aşağılayan İslamoğlu; bakın mason üstadı Cemaleddin Efgâni hakkında ne diyor: “Tek kişilik bir ordu, tek kişilik bir ümmettir, göklerin kendisine dar geldiği kartaldır.” İşte riyakâr İslamoğlu’nun gerçek yüzü. Âlemlere rahmet gönderilen Hatemü’l Enbiya Hz. Muhammed Mustafa Efendimize (s.a.v.), övgüyü, salâtı, selamı, hürmeti çok gören İslamoğlu; Şii olduğunu ümmetten gizleyen bir takiyyeci, İngiliz oyuncağı olan bir mason, yalancı bir müfsid olan Efgâni’yi nasıl övüyor. Mustafa İslamoğlu’nun iddialarından biride; Hazret-i Peygamberimizin (s.a.v.), diğer peygamberlerden üstün olmadığıdır. İslamoğlu, Üç Muhammed adlı kitabında bu iddiasına mesned olması için şunları söylüyor: “Bakara 253’ün tefsirinde Kurtubî, bu ayetin “Hz. Peygamber diğer peygamberlerden üstündür” demeye dahi cevaz vermediği görüşündedir. Bu konuyu tartışan Kurtubi, peygamberlik açısından üstünlük iddiasının ayetin açık anlamına aykırı olduğu sonucuna varır.” Acaba hakikaten, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in üstünlüğü hakkında, İmam Kurtubî bu şekilde mi düşünmektedir? Evvela ayet-i celilenin mealini verelim: “Bu peygamberler (yok mu?) Biz onların bazısını, bazısından üstün kıldık. Onlar da bazıları ile (Hz. Musa ile) Allah söyleşti. Bazısında derecelerini yükseltti. Biz Meryem’in oğlu İsa’ya açık mucizeler verdik ve kendisini Cebrail ile te’yid ettik. Eğer Allah dileseydi, bunların arkasındaki ümmetler kendilerine mucizeler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Lakin onlar ihtilafa düştüler. Bazıları iman etti, bazıları da küfre saptı. Evet, Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Lakin Allah dilediğini yapar.” (Bakara 253) İmam Kurtubî, el Camiu li Ahkami’l Kur’an isimli müthiş tefsirinin üçüncü cildinde bu ayet-i kerimeyle alakalı kendi görüşlerini serdetmeden evvel ulemanın bu ayeti tevil etmede farklı görüşlere sahip olduklarını bildirir. Sair âlimlerin ve en son kendi hocasının görüşünü sunan İmam Kurtubi; “Derim ki” diye başlayarak devam eden cümlelerle, yine kendisine iftira atan Mustafa İslamoğlu’nun görüşlerini çürütür. “Derim ki: Bundan da daha güzel şu sözleri söyleyenin görüşüdür: Fazilet farkı gözetmenin yasaklanması, tek bir özellik olan ve fazilet bakımından hiçbir fark taşımayan nübüvvet açısındandır. Fazilet farkı ancak hallerin daha fazla olması özelliklerin, kerametlerin, letaifin ve birbirinden farklı olan mucizelerin durumlarının birbirinden üstün olmasından ileri gelir. Bizatihi nübüvvetin kendisinde ise fazilet farkı yoktur. Fazilet, nübüvvetten ayrı olarak diğer bir takım hususlar ile söz konusu olur. Bundan dolayı onlardan kimisi rasul ve azim sahibi peygamberdir. Kimisi Halil edinilmiş, kimisi ile Allah konuşmuş ve Allah onlardan kimini kiminin üstüne derecelerle yükseltmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki Biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır. Davud’a da Zebur’u verdik.” (İsra 55) Burada da: “İşte Biz bu peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık” diye buyurmaktadır. Derim ki: Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü bu açıklama, konu ile ilgili ayetler ile hadisleri nesh söz konusu olmaksızın te’lif etmiş, yorumlamıştır. Onlardan kiminin kiminden üstün ve faziletli olduğunu söylemek, o peygambere ihsan edilen faziletler ve bağışlanan ‘vesileler’ dolaysıyladır. İbn Abbas buna işaretle şöyle demektedir: Muhakkak Allah, Muhammed(s.a.v.)’i peygamberlere ve sema ehline üstün kılmıştır. Hazır bulunanlar: Ne ile ey İbn Abbas Allah onu sema ehline üstün kılmıştır? deyince şu cevabı verir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlardan kim: Ben ondan gayrı ilahım derse Biz onu cehennemle cezalandırırız. Zalimleri biz böyle cezalandırırız.” (Enbiya 29) Buna karşılık Muhammed (s.a.v.)’e de şöyle buyurmuştur: “Muhakkak Biz sana apaçık bir fetih verdik. Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın diye.” (Feth 1-2) Bu sefer: Peki sair peygamberlere üstünlük ne iledir? Diye sordular. Oda şu cevabı verdi: Yüce Allah (sair peygamberler hakkında) şöyle buyurmaktadır: “Biz ne kadar peygamber gönderdiysek, mutlaka onu kavminin diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın.” (İbrahim 4) Aziz ve celil olan Allah, Muhammed (s.a.v.)’e ise şöyle buyurmaktadır: “Biz seni ancak bütün insanlar için… gönderdik.” (Sebe, 28) Allah onu cinlere de insanlara da peygamber olarak göndermiştir. Bunu Ebu Muhammed ed-Darimî, Müsned’inde zikretmiştir. Ebu Hureyre ise der ki: Ademoğlunun hayırlıları Nuh, İbrahim, Musa ve Muhammed (s.a.v.)’dır. Rasuller arasında ulu’l azm olanlar onlardır. İşte bunlar İbn Abbas ve Ebu Hureyre tarafından fazilet sahibi olanların muayyen olarak zikredilebileceğine dair açık bir nastır. Bilindiği gibi kendisine risalet verilen peygamber, risalet verilmeyenden daha faziletlidir. Şüphesiz kendisine risalet verilen peygamber, risalet ile başkasına üstün kılınmış olur. Nübüvvet hususunda ise birbirlerine eşittirler. Çünkü rasüller, ümmetleri tarafından yalanlanmak ve öldürülmekle karşı karşıya kalırlar. Bu da açıkça görülebilen husustur. Şu kadar var ki, İbn Atiyye Ebu Muhammed Abdülhakk der ki: Şüphesiz Kur’an-ı Kerim aralarında üstünlük ve fazilet farkının olmasını gerektirmektedir. Bu ise genel bir husustur. Kimin fazilet itibariyle daha az olduğunun tayini söz konusu değildir. Hadis-i şeriflerde de böyledir. Bundan dolayı Peygamber (s.a.v.): “Ben Ademoğlunun efendisiyim” diye buyurmuş ve herhangi bir tayinde bulunmamıştır. Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Benim Metta’nın oğlu Yunus’tan daha hayırlı olduğumu söylemek kimseye düşmez.” Yine Hz. Peygamber: “Benim Musa’dan daha faziletli olduğumu söylemeyiniz.” diye buyurmuştur. İbn Atiyye der ki: İşte bu ifadede fazileti daha az olanın tayinini şiddetle yasaklamaktadır. Çünkü Yunus (a.s.) genç idi ve peygamberliğin ağır yüklerini zor taşımıştı. Muhammed (s.a.v.) hakkında (belli bir peygamberlerden üstün olduğunu söylemek açısından) durum böyle olduğuna göre; başkası için durumun böyle olması öncelikle söz konusudur. Derim ki: Bizim tercih ettiğimiz yüce Allah’ın izniyle daha uygundur. Çünkü yüce Allah, peygamberlerden kimini kiminden üstün tuttuğunu haber verince, bu sefer üstünlük sahibi bulunan bazılarını da beyan etmeye başladı ve kendileri sebebiyle faziletli kılındıkları hallerini söz konusu ederek buyurdu ki: “Allah onlardan kimisi ile söyleşmiş, kimisini de derecelere yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa’ya da açık deliller verdik.” Yine yüce Allah: “Davud’a da Zebur’u verdik.” (isra 55) buyurmaktadır. Bir başka yerde de: “Ona İncil’i verdik.” (Maide 46) derken; başka yerde de: “Andolsun ki Biz Musa ile Harun’a furkanı; ışık veren, takva sahiplerine de öğüt olmak üzere verdik.” (enbiya 48) … Derim ki, bu husus yüce Allah’ın izniyle ashab-ı kiram hakkında da böyledir. Sahabe olmak açısından ortaktırlar, fakat yüce Allah’ın kendilerine bağışlamış olduğu kabiliyet ve yaptıkları işlerle fazilet açısından birbirlerinden farklı farklıdırlar. O bakımdan sahabe olmak, adil olmak, övülmek, hepsini kapsamakla birlikte; bu özellikleriyle aralarında fazilet vardır. Hak olan Rabbimizin şu buyruğu ise bu konuda yeterlidir: “Muhammed Allah’ın Resulüdür, onunla birlikte olanlar ise kâfirlere karşı sert ve haşindirler.” (Feth, 29) Sanırsam Mustafa İslamoğlu’nun, İmam Kurtubi’ye isnat ettiği; ‘Hazret-i Peygamber (s.a.v.) diğer peygamberle aynı değerdedir.’ iddiasının yanlış olduğunu anlamış olduk. Mustafa İslamoğlu: “Ehl-i Sünnet içi tekfir yarışmasına Hanbelîler de Eş’ari’yi tekfir edip, kanının helal olduğu yollu fetvalar vererek katılırlar.” Ehl-i Sünnetin mezheplerini birbirine düşman gibi lanse etmekten kaçınmayan İslamoğlu, yalandan da geri durmamıştır. Hanbelîler dediği kimselerin, kendi görüşlerini yaymaya çalışarak bu mezhepten ayrılan İbn-i Teymiyye taraftarları olduğunu saklamıştır. Bu bana Hayrettin Karaman’ın; Arabistan’daki Vehhabiler için Hanbelî demesini hatırlatır. Mustafa İslamoğlu, konuşurken şöyle demektedir: “Ehl-i Sünnet okuluna göre şöyledir, Ehl-i Beyt okuluna göre böyledir.” Sanki Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Beyt’in görüşleri farklıymış gibi. İslamoğlu’nun ehl-i beytten kastının Şia’nın görüşü olduğu apaçık ortadadır. Yalnız kendisinin Şii avukatlığı yaptığını belli etmemeye çalışan İslamoğlu farklı argümanlar kullanmaya çalışır. İslamoğlu, dile getirdiğimiz bu taktiğini abdesti konu edinen Maide Sûresi 6. ayette yer alan ayakları yıkama ile ilgili görüşünde ispatlar: “Kıraat imamlarından Nafi, İbn Amir, Hafs, Kisaî ve Yakup’un okuyuşuna göre ayet ayaklarının yıkanmasını, geri kalanının okuyuşlarına göre ayaklara mesh edilmesini emreder… Ehl-i Sünnet okuluna mensup âlimlerin çoğunluğu birincisini, Ehl-i Beyt okulu mensupları ve Taberî gibi bazı Sünni imamlar ikincisini tercih ederler.”[vi] Mustafa İslamoğlu, burada ehl-i beyt derken kesinlikle Şia’yı kastediyor. Ehl-i Beyt’in en büyük imamları Hz. Ali (r.a.), Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.) değil midir? Hz. Ali: “Ayaklarınızı topuklara kadar yıkayın.” demektedir.[vii] İslamoğlu, Taberi’ye iftira atarak onun Sünni imamlara bu konuda muhalefet ettiğini söyler. Oysa Taberi, Şia’nın görüşüne zıt açıklama yapmıştır. Taberi; ayakların sadece mesh edilmesini kabul etmez. Ovalanarak yıkanmasının gerektiğini düşünür. Taberi, ilgili ayeti tefsir ederken şöyle diyor: “Abdestte ayaklarla ilgili vazife mesh değil gasildir(yıkamaktır).” Taberi, yine Cami’ul Beyan adlı eserinde şöyle demiştir: “Rasulüllah (s.a.v.)’den, abdestte ayaklarının tamamının suyla yıkanacağını emreder mahiyette gelen rivayetler, haberdar olanın elinde hiçbir özür bırakmayacak müstefiz (yaygın) nakillerle sabit olmuştur. Ayakların bu şekilde yıkanacağı O’ndan sahih olarak sabit olduğuna göre, yıkanmasını farz kıldığı bir uzvun, aynı durumda ve aynı vakitte bir kısmının yıkanmasını mubah görmüş olması kabul edilemez. Çünkü bu, bir şeyi aynı anda hem farz kılmak, hem de iptal etmek demektir. Bu ise Allah’ın ve Resulü’nün ahkâmında söz konusu değildir.”[viii] Mustafa İslamoğlu şöyle der: “Ben bu zamana kadar ne Kur’an’dan ne Resulullah’tan ne sahabeden ve ne de müctehit imamlardan Kur’an okurken abdestin farz olduğuna dair sahih bir şey okumadım, duymadım… Bilgime güvenmeyip “Kur’an okumak için abdest farzdır” diyen bir hadis, bir imam, bir âlim var mıdır diye Mektebetü’l Elfiyye’den dört yüz bin hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan bine yakın kitabı, tüm mezheplerin kırkı aşkın kaynaklarını taradım, böyle bir şey bulamadım. En iyisi bu konularda en katı davrandığını bildiğimiz Suyutî’nin: “Kur’an okumanın adabı” başlığında yazdıklarını aynen tercüme etmek: “Kur’an okuma sırasında abdest almak müstehaptır; çünkü tilavet zikirden efdaldır ve Peygamber(s.a.v.) temizlenmeksizin zikretmeyi hoş karşılamazdı. İmamü’l Harameyn dedi ki: “Abdestsiz Kur’an okumak mekruh değildir, çünkü Peygamber yellenme ihtiyacı hissetse, yellenme sırasında harfleri doğru telaffuz edemeyeceği ihtimaline karşı okumayı durdurur.”[ix] Mustafa İslamoğlu sözde kaynağını da verdiği yazısını 25 Eylül 2000 tarihinde Akit gazetesinde yazmış. Cevabımızı vermeden İslamoğlu’na şu soruyu sormak gerek; acaba seni ve senin gibileri, Hz. Kur’an’a ve Resulullah (s.a.v.)’a tazim, hürmet ve edep neden rahatsız eder. Kendinizi müctehit ilan edersiniz, üstatlarınız Efgânî gibi masona, Hamidullah gibi takiyyeci Şiiye övgüler yağdırırsınız da kitabımız Kur’an- ı Azimüşşan’a ve cümle âlemin var olma sebebi Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v.) saygı duymayı şirk sayarsınız. Gerçi sizlerin hedefiniz ve rotanız bellidir. Mustafa İslamoğlu, İmam Suyutî’den alıntı yaparak kendisini delillendireceğini sanıyor ama yanılıyor. Çünkü kaynak verdiği kitaptan alıntı yaptığı kısım, Kur’an’a abdestsiz dokunulup dokunulamayacağı ile ilgili bölüm değil, abdestsiz Kur’an’ı (dokunmamak suretiyle) ezberden veya bakarak kıraat edebileceğimize ait bölümdür. Kur’an’ı, bakarak veya ezberden abdestsiz şekilde okuyabileceğimizi cümle âlem biliyordu. Lakin Mustafa İslamoğlu, iki meseleyi birbirine karıştırmaktadır. Bütün Ehl-i Sünnet kaynaklarda, Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağı yazılıdır. İslamoğlu alıntı yaptığı İmam Suyutî’nin el-İtkan kitabını keşke iyi inceleseydi. Hâlbuki bu değerli eserin ileriki sayfalarında, tabiri caizse okuyanın gözüne sokar gibi şöyle yazıyor: “Bizim ve âlimler topluluğunun görüşü, abdestsiz olanın Kur’an’a dokunmasının haram olduğudur. O abdestsiz olan, ister küçük abdest almamış olsun, isterse büyük abdest. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de: “Kur’an’a ancak temiz olanlar dokunabilir.” buyrulmuştur. Sünen-i Tirmizi ve diğerlerinde geçen bir hadis şöyledir: “Kur’an’a ancak abdestli olanlar dokunabilir.”[x] İşte Mustafa İslamoğlu’nun kaynak aldığı kitapta dahi bunlar yazılıdır. Zannedersem Mustafa İslamoğlu’na delil olarak kullandığını bu mübarek eserden verilen cevap yeterlidir. Ebu Râfi (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, “Biz onu bunu bilmeyiz. Allah’ın kitabında ne görürsek ona uyarız, o kadar.” derken bulmayayım.” Bu hadis-i şerif bu eserimizde anlattığımız kişileri tarif ediyor desek sanırım hata etmeyiz. Üç Muhammed adlı kitabında kendisinden büyük sahabelerin dahi rivayette bulunduğu tabiinin büyüklerinden Ka’bu’l Ahbar (r.a.)’ı Kur’an’ı Yahudi tasavvuruyla okumakla suçlar ve bir de örnek verir: “Kökleri hermetik öğretiye ve oradan da Yahudi Kabbalizmine dayanan bir yaklaşımla Nur-ı Muhammedi teorisinin mucidi olduğunu tahmin ettiğimiz Ka’bu’l Ahbar,[xi] “Allah göklerin ve yerin ışığıdır.” ayetini bakın nasıl anlıyor: “İkinci nur sözcüğü burada, Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellemdir. Allah’ın “onun nurunun örneği” sözü, “Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellemin nuru” anlamına gelir.” Nur-ı Muhammedi teorisini desteklemede kullanılan bu “nur” rivayetleri, sadece aşırı mistik bir yorum olarak İslam geleneğine girmemiştir. Suyuti bu konuda bize hayli malumat veriyor: “Hâkim Tirmizi, Zekvan’dan naklen aktarıyor: “Rasulullah (s.a.v.)’ın, gün ya da ay ışığında gölgesinin yere düştüğü görülmemişti. İbn Seb’in el-Hasais’inde derki: “Onun gölgesi yere düşmezdi, çünkü o nur idi. O güneş ve ay ışığında yürüdüğü zaman onun gölgesi görülmezdi.” Bazıları buna, Resulullah’ın şu duasını delil gösterdiler: “Beni nur kıl!” Bu tipik bir aşırı yüceltmeci yanlış anlamaydı. İkisi de gnostik tabiatlı olan Kabalacı Yahudilikle Hermetizm’in karışımından ortaya çıkan yanlış anlama, bu noktada kalmadı. İş, “Hz. Peygamber’e kim ne kadar karizma katacak?” yarışına dönüştü.”[xii] Ayrıca aynı eserin 90. sayfasında başka bir Sahabe-i Kiram için şöyle bir iftirada bulunmuştur: “Hıristiyan kültürünü İslam’a taşıyanlar arasında ise Yemenli eski bir Hıristiyan olan Vehb bin Münebbih’i gösterebiliriz.” İslamoğlu; Hazret-i Peygamberimizin zatının ve sıfatlarının yüceliğine takmış kafasını. Mustafa İslamoğlu, bu adi ifadeleri ile kalmamış, kitabın geçmiş sayfalarında kullandığı sözlerinde Hz. Resul-i Zişan Efendimiz (s.a.v.)’ın mucizelerini inkar etmiştir: “Hz. Peygamber’in yüceliğini yeterli bulmayıp ona bir parça daha karizma kazandırmak isteyen yüceltmeci gelenek, hiçbir tevile sığmayan bir yığın haber üretmekten de geri kalmamıştır. Mesela İmam Suyutî’nin el-Hasaisu’l Kübra’sına bakılırsa, Hz. Peygamber, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın öldürüleceklerini haber vermiştir.” “Hz. Peygamber hepsi de vefatından yıllarca sonra ortaya çıkacak olan Hariciler’i, Rafiziler’i, Kaderiyye’yi, Mürcie’yi, Zenadika’yı haber vermiştir. Tabi ki mezhep ve fırkalarla ilgili bu tür sahih olmayan rivayetler de, fırkalar arası mücadelede kullanılmak üzere üretilmiş birer lojistik destek unsuruydu.”[xiii] Mustafa İslamoğlu, Peygamber Efendimizi (s.a.v.) övmeyi, öven sahabe, tabiin veya büyük bir âlim olsa da fark etmez, övenleri Yahudilikle ilişkilendirecek kadar iğrençleşmiştir. Ayrıca; yukarıdaki üç beş satır yazısıyla hem Peygamber Efendimiz (s.a.v.), hem sahabe-i kiram hem mü’minlerin itikatları hedef tahtasına yerleştirilmiş ve şen’i saldırılarda bulunulmuştur. Gördüğünüz gibi, Mustafa İslamoğlu’nun hiçbir kaynağa dayanmayan ve yalnızca şahsî ve şen’î fikirlerinden türeyen yukarıdaki sözleri Ehl-i Sünnet ve’l cemaatin itikadını nasıl da yerden yere vurmaktadır. Kendi akıl ve mantık terazisinde (artık ne kadar güvenilirse) tartmaya çalışıp, bozuk itikadına uymayanları ayıklamaya çalışması da garip bir durumdur. Hâlbuki yukarıda İslamoğlu’nun sahih değil dediği hadis-i şerifler Kütüb-ü Sitte’de de vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in gelecekten haber veren birçok hadis-i şerifleri mevcuttur. Zaten Resulullah Efendimiz: “Ben göklerde ve yerde olan her şeyi bildim.”[xiv] buyurmuştur. Başka bir hadis-i şerifde de Hz. Cabir (r.a.)’den naklen şöyle buyrulmuştur: “Adem su ile çamurun arasındayken ben peygamberdim.”[xv] Kurtubî tefsirinde, İbni Abbas (Radıyallahü anhüma) Hazretleri'nin şu sözünü aktarıyor: "Muhakkak ki Allah (Celle celalühü) Muhammed Aleyhisselam'ı peygamberlere ve gök ehline üstün kılmıştır." Hazret-i Resululllah Efendimiz (s.a.v.)’i övmeye dili varmayan İslamoğlu bakın bir konuşmasında masonluğu gün gibi aşikar Cemaleddin Efgânî’yi nasıl yerlere göklere sığdıramıyor gösterelim: “Soru: İki hafta önce edebiyat dersimizde Ali Suavi’yi işliyorduk. Edebiyat hocamız; “Ali Suavî –Dinde Reform- düşüncesini savunmuştur.” dedi. “Ali Suavî’nin düşüncesini Cemaleddin Efgânî sürdürmüştür.” dedi. Biz çok şaşırdık, çünkü sizden Cemaleddin Efgânî’yi daha farklı dinlemiştik. Hemen araştırmaya başladık, hayretimiz bir kat daha arttı, çünkü birçok ansiklopedide hayatı kötü olarak yazıyor, hatta daha ileri giden bazı ansiklopediler sapık olarak göstermişler. Bir tek “İslam Kültür Ansiklopedisi”nde iyi bir anlatım var. Biz, bir de sizi çok yormadan kısa bir paylaşım isteyeceğiz, Cemaleddin Efgânî hakkında kolumuzda bir bilezik daha olsun istiyoruz. Tavsiye kitap hayatı hakkında Allah razı olsun. Cevap: Evet, genç kızlarımız yazmış, bir kez şunu söyleyeyim; henüz yaşayan isimler hakkında dahi insanlar birbirinden çok farklı, dostları ve düşmanları birbirinden çok farklı düşünüyorken, ölüp gitmiş, ölümlerinin üzerinden neredeyse yüzyıldan fazla zaman geçmiş bu insanlar hakkında yazılanların birbiri ile çelişmesi hiçte şaşılası değil. Bir insanı sevenine sorsanız farklı, düşmanına sorsanız farklı ifade edecektir. Fakat biz adil ve mutedil olmayı bilmeliyiz hele hele geçmiş değerlerimiz için adil ve mutedil olmayı bilmeliyiz. En azından şunu bilmeliyiz; merhum Cemaleddin Efgânî’yi kötüleyenler Cemaleddin Efgânî’yi severler mi? Veya düşmanları? Birini düşmanından dinlemek nasıl bir şeydir? Onun için birini düşmanından dinlemeyeceksiniz, peşinen önce düşman olmuş, ondan sonra da size aktarıyor, onu tanımaya çalışmak demiştim değil mi? Tanımlamak değil, tanımaya çalışmak, aslolan budur. Ben Ali Suavî ile Cemaleddin Efgânî’nin karıştırılmasını da doğru bulmam. Ben hemen kaynak vereyim; Ali Suavî’yi, O’nun üzerine doktora yapmış olan şu anda ki Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in doktora tezinden öğrenmenizi tavsiye ederim. Efendim, onu öyle söyleyeyim. Ali Suavi, bayağı kafası karışık biri yaşadığı dönemde karışıktı, bayağı git geller yaşadı, kurban kuşağın kurban bir ferdiydi, cins kafalı, süper kafaydı, süper bir zekâydı ama deha ile deliliğin arasında ince bir zar vardır zaten. Biraz da onun kurbanı olmuştur. Fakat Cemaleddin, o İslam’ın yiğit evladı, o yanlışlarını bile ümmet için yapan adam, ömründe sıcak bir çorba yüzü görmemiş, herkes ev yurt yuva kurup, çoluk çocuğunun arasında vur patlasın çal oynasın vakit geçirirken, ne evi olmuş, ne eşi olmuş, ne oğlu olmuş, ne kızı olmuş, ne aşı olmuş, ne işi olmuş, varlığını ümmete sadaka vermiş bir adam ve bir gün bakıyorsunuz çocukken kaçtığı yuvadan, Tahran’dan en büyük âlimin önünde Arapça, Felsefe, İslam hukuku öğrenirken görüyorsunuz. Bir gün bakıyorsunuz, Afganistan’da başbakan öbür gün bakıyorsunuz, Hindistan’da dehrilerle, materyalistlerle savaşan bir kahraman, öbür gün bakıyorsunuz İngilizler apar topar atmışlar bir gemiye sürüyorlar. Öbür gün bakıyorsunuz, Paris’e gitmiş ve İslam ümmetini uyandırmak için Urvetü’l Vüska adlı bir dergi çıkarmış, onun dergisini elinde ve evinde bulunduranlara İngilizler dünyanın cezasını veriyorlar, hatta hapse atıyorlar, dergiye abone olanları. Bir gün bakıyorsunuz, Rusya’ya gitmiş, Rusya’daki Müslümanları ayağa kaldırmaya çalışıyor. Bir gün bakıyorsunuz, İran şahının yanına gitmiş, onu şuraya ikna etmeye, İslam’ı yönettiği ülkeyi İslam şurasıyla yönetmeye ikna etmeye çalışıyor. Bir gün bakıyorsunuz Abdülhamid’in yanında; “Sana İslam ümmetini tekrar ayağa kaldırman şartıyla biat ediyorum” diyen Efgânî’yi görüyoruz. Bir gün bakıyorsunuz, Mısır’da Mason Locasına gitmiş, Masonluğa intisab etmiş, ondan sonra da Masonluğun yüzünü görünce, gerçek yüzünü; “Ben bunları adam sanmıştım.” demiş. Böyle bir Efgânî’yi görüyoruz. Bir gün bakıyorsunuz, kendisine Hidivken, Hidiv daha olmadan söz veren Abbas Halim’in Hidiv olduktan sonra İngilizlerin baskısıyla; “Bu adamı bu gece ya buradan çıkarırsın yoksa senin ümüğünü sıkarız.” diye tehdit etmeleri üzerine dostu, can dostu Hidiv; “Üstad ne olur buradan çık!” dediğini, üstadın Süveyş’e geldiğini bir gece yarısı cebinde üç Osmanlı lirası, sırtında gömlek başka hiç bir şey yok. Bu adam başbakanlık yapmış, âlimler yetiştirmiş bir âlim, Abduh gibi bir âlimi yetiştirmiş bir âlim. Ahmet Mekavî ve İran konsolosu duymuşlar vaziyeti, gece yarısı gelmiş rıhtıma, rıhtımda üstada bir zarf uzatıyor; “Üstad hiçbir şey yok, şunu al, para lazım olur, yola çıkıyorsun.” Afgânî: “Konsolos, konsolos, paranı cebine koy, aslan nereye giderse avı ona, oraya gelir.” diyor. İstanbul’a geliyor, önceki gelişinde Milli Eğitim Şûrası üyesi oluyor. Kırk günde İstanbul’da Osmanlı Türkçesini öğreniyor, adama bak! Adam Şûraya üye olacak kadar, üstelik ve ondan sonra yine kovalamaca, kovalamaca. Ümmet diye yırttı kendisini. Efendim, en sonunda İstanbul’a geliyor, Abdülhamid’e biat ediyor, Abdülhamid’in o meşhur korkuları yine baskın çıkıyor adamdan, şüpheleniyor, bir konak tahsis ediyor, bir at tahsis ediyor, dört seyis tahsis ediyor, on sekiz de casus tahsis ediyor. Ve 1897’de yanlış hatırlamıyorsam hayata gözlerini İstanbul’da yumuyor. Ne bir sıcak çorba görüyor ne de bir hanım görüyor, ne bir ev görüyor bu koca adam bir ömrü ümmet yoluna harcıyor. Şimdi!!! Hepsi bir tarafa, eşinizi vicdanınıza koyun, buna kara çalan adamlar bunun tuvalet bezi etmezler, sen hiç böyle bir hayat yaşadın mı? Sen de hiç sıcak çorba görmeyen bir hayat yaşadın mı? Bir elin yağda bir elin balda. İslam’a ömrünü vermiş adamlar hakkında kin kusmaya utanmıyor musun be adam! Onun için önce insaf, başka bir şey değil sevmek zorunda değilsin, ama insaflı olmak zorundasınızdır. İnsaflı olmak zorundayız. Müslüman isek, eğer onun için kıymet bilmeyene kıymet yetmez. O İslam’ın aziz evladıydı, ruhu şad olsun.” Cemaleddin Efgânî, tilmizi Muhammed Abduh hakkında kitabımızın âlâkalı bölümlerine bakarak bilgi edinebilirsiniz. Mustafa İslamoğlu, Gerekçeli Meal adlı eserinde Tur Dağı’nın Yahudiler üzerine kaldırılması gibi mucizeleri inkâr eder. Mustafa İslamoğlu, Hz. İsa (a.s.)’nın tekrar nüzulüne da inanmamaktadır. Bunu hem eserlerinde hem konuşmalarında belirtir. "Elde mevcut en eski metin, Hz. İsa’nın vefatından en az bir-bir buçuk asır sonrasına aittir."[xvi] "Bugün, tüm kalbimle iddia edebilirim ki, eğer Hazreti İsa kabrinden çıkıp gelse ona en büyük düşmanlık gösterecek olan, onun mitolojik imajını pazarlayarak geçinen kiliseler ve ruhban sınıfı olurdu."[xvii] Hz. İsa Aleyhisselam’ın tekrar dünyaya nüzulü sebebiyle Mustafa İslamoğlu’na şöyle bir soru soruluyor: “Soru: Sorum Hz. İsa ile ilgili olacak. O’nun tekrar geleceğine inanan yakın dostlarıma nasıl anlatayım da veya nasıl cevap vereyim de, biraz da olsa cevap verebiliyorum ama Buhari, Müslim gibi zatların hadislerini gösterdiklerinde bu hadisler uydurma diyemiyorum ve yorum yapamıyorum. Çünkü hadislerin gerçekliğini bilemiyorum. Bana bu konuda yardımcı olabilir misiniz? Ben gelmeyeceğine inananlardan olduğumu ifade ettiğimde bana itikadımdan bahsediyorlar. Sizden değerli cevaplarınızı bekliyorum. Allah sizden ve Müminlerden razı olsun. (02.03.2007) Cevap: Aynen ben de öyle yapıyorum. Bu doğru olan. Buhari ve Müslim’deki hadisler haber-i vahid. Zan içerir. Yanlış ve yalana ihtimali vardır. Bu tür haberler akideye konu olamazlar.”[xviii] Sa’id bin el Müseyyeb’in Ebu Hureyre (r.a.) kanalıyla rivayet ettiği hadiste Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Canım kudretinde bulunan Allah’a yemin olsun ki, şüphesiz Meryemoğlu’nun adil bir hakem olarak inmesi elbette yakındır. O inince haçı kıracak, hınzırı öldürecek, cizyeyi kabul etmeyecektir. O zaman tek bir secde dünya ve dünyada bulunan şeylerden daha hayırlı olacaktır.”[xix] “Ümmetimden kıyamete kadar hak üzere savaşan bir taife bulunacaktır. Sonra Meryem oğlu İsa inecektir. Müslümanların Emiri (Hz. Mehdi) ona: “Gel, bize namaz kıldır!” diyecek. O da: “Hayır, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak sizler birbirinizin emirlerisiniz!”[xx] Mustafa İslamoğlu, Ehl-i Sünnete karşı bakın nasıl Mu’tezileyi savunuyor: “Mu’tezilenin, sünneti ya da hadisi toptan reddettiğini söylemek gerçeği çarpıtmak olacaktır. İslam’ın rasyonelliğini temsil eden Mu’tezile, rakiplerinin kendisine karşı tam kapasite kullandıkları “hadis imalatını” boşa çıkarmak için, bu konuda oldukça titiz ve seçici davranmıştır.” [xxi] Velhasıl Mustafa İslamoğlu’nun biraz Mu’tezile, biraz Şii ve biraz Vehhabi karışımlarından oluşturduğu Ümmet-i Muhammed, bugün dışarıdan maddî ve manevî olarak sıkıştırılmış durumdadır ki, bu gün içindeki düşmanlarını, yeni Lawronceleri, yeni Efgânîleri tanıyamamaktadır. İslam’ı yıkmak için elbet İslam’ın ta kendisi olan Ehl-i Sünnet’i yok etmek, icmayı tahrif etmek, sünnet-i seniyyeyi de tahrip etmek gerekir. Bilerek veya bilmeyerek bugün bu şer vazifeyi üstlenenler maalesef çoğalmışlardır. Gerçi hiçbir vakit Ehl-i Sünneti, ne maddî ne manevî kuvvette geçemeyeceklerdir. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “ÜMMETİM DELALET ÜZERE BİRLEŞMEZ.” Bizim verdiğimiz bunca cevaptan sonra, Mustafa İslamoğlu’nun iddialarının asılsız olduğunu babası muhterem Ahmed İslamoğlu Hocaefendi de kabul etmiş ve bu meyanda reformcularla mücadelesi bilinen Ali Eren Hocaefendiye aşağıdaki mektubu irkâb eylemiştir: “Muhterem Ali Eren Beyefendi! Selamlar, sevgiler, dualar, hürmetler... Allah, hidayet ve salah veresice oğlum Mustafa İslamoğlu’na köşenizde verdiğiniz, “Kur’an–ı Kerim’e el sürme” mevzuunda, âlimâne, ârifane, vâkıfane cevabınızdan dolayı sizi canı gönülden tebrik eder ve halisane şükranlarımı arz ederim. Hürmet ve dualarımla... Aciz Ahmed İslamoğlu. Mütekâit (emekli)imam–hatip ve fahri vaiz. Develi / Kayseri. “Not: “Muhterem Hocam (Ali Eren)! Mustafa’nın dâl ve mudılliği, baba olarak bizi çok huzursuz etmektedir. Salahına dua etmekteyiz. Sizlerden de ıslahına dua istirham etmekteyiz. İcap ederse, bu kısa tebrik ve teşekkürnamemi köşenizde dipnot alarak neşredersiniz... Milyonları ifsat ve idlal etmesin... Cevabınız, fakiri pek memnun ve mesrur etti. Hak razı olsun...”[xxii] MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN KADER İNANCI Mustafa İslamoğlu Kader hakkında kendisine sorulan bir suale internette kendi sesiyle görüntülü olarak cevap verdi. İşte kader hakkında Mustafa İslamoğlu’nun sarf ettiği sözler: “Ebu’l Â’la el Mevdûdî’nin İslam’a Giriş kitabını ben görmedim, böyle bir kitabı olduğunu da bilmiyorum. İslam’a Giriş kitabı Muhammed Hamidullah’a ait. Onun için acaba yanlış var mı, kardeşimiz daha iyi bilir, ama ben sadece bir soru işareti koymakla yetindim. Fakat Ebu’l A’la el Mevdudi’nin kadere imanı ayırmasını da bilmiyorum. Çünkü kadere imanı Ebu’l A’la el Mevdudi değil, koca koca muhaddisler o bize nakledilen hadisteki kadere imanı ayırırlar. Hatta İman isimli kitabımda bize aktarılan iman hadisi, Cibril hadisindeki kadere imanın olmadığı versiyonlar var Buhari ve Müslim’de. Her versiyonda o geçmez. Bana sorarsanız, Allah Resulünden öyle geldiği kanaatinde asla değilim. Kadere iman hicri ilk yüzyılda Müslümanların birbirlerinin boynuna kılıç düşürdükleri bir siyasi tartışmaydı. Amentü’nün Kur’an’daki karşılığını biliyor musunuz? Kur’an’da iki ayet var: “Herkes Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve Resullerine iman etti.” Orda kadere iman maddesi var mı, bir bakın bakayım? Yani Amentü’nün tamamı var ama kadere iman yok Kur’an’da. Niye yok acaba hiç düşündünüz mü? İman kitabını 17 sene evvel yazdım. Orda da bunu kayda geçirdim. Bu aslında ümmetin tarihteki bir polemiğin rivayetin içine girmiştir. Anlatabiliyor muyum? Yoksa Amentü’nün karşılığı Kur’an’da iki ayette var. Fakat bu yok, bu madde yok.(…)” İslamoğlu’nun bahsettiği kendi yazmış olduğu İman Bilinci adlı kitabın 17. Sayfasında: “Allah’a, ahret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanmak. Bu beş madde bir fazlasıyla Cibril hadisi diye meşhur olan hadiste de yer alır. Sonraki ilmihallere, imanın şartı olarak geçen tartışmalı fazlalık kadere iman maddesidir.” “Allah’a, ahiret gününe, Meleklere, Kitaba, Peygamberlere inanmak. Bu beş madde bir fazlasıyla Cibril hadisi diye meşhur olan hadiste de yer alır. Sonraki ilmihallere, imanın şartı olarak geçen tartışmalı fazlalık kadere iman maddesidir.”[xxiii] Kadere imanı iman esaslarından ayırma isnadı, muhaddislere yapılan en büyük iftiralardandır. Buhari ve Müslim’de kadere imanın iman esaslarıyla beraber geçmediğini söyleyen İslamoğlu’nun bunları inkâr etmesi söz konusudur. Zira Buhari’de Kitabu’l Kader başlığı adı altında 27, Müslim’in Sahih’inde Kitabu’l Kader ismi altında 34 hadis-i şerif zikredilmiştir. Buna rağmen İslamoğlu bu sözü nasıl söylemiş anlamak mümkün değil. Yüce Mevlamız; tüm doğmuş ve doğacakların ruhlarını ezelde yaratmış, takdir buyrulduğu vakit, ete ve kemiğe büründürerek bu fani dünyaya imtihan için ve Hz. Allah’ı için gönderilmiştir. Rabbimiz ahsen-i takvim ile yarattığı insanın da geleceğini, yaşarken geçireceği safhaları, iyisiyle kötüsüyle, ÂLİM VE EBEDİ VE EZELİ sıfatlarının sahibi olaraktan bilmiştir. Çünkü Rabbimizin ÂLİMLİĞİ yaratılmışların âlimliğinden çok çok farklıdır. İnsan bildiği ve ona bildirilen kadar âlimdir, Mevlamız ise ezelde ve ebedde ve gecede ve derinlerde ve sırlarda ve yarattıklarında ne var ise hepsini bilir. Çünkü o kara gecede kara karıncanın kara taşta yürüdüğünü görür ve ayak sesini işitir. Bunun içindir ki; insanoğlunun huylarını ve hareketlerini önceden bildiği için kader denilen ezeli yazı yazılmıştır. Zira diyecek olurlarsa : “Madem bunca bildi de müdahale ile kötülükleri hayır eylemedi.” Bunun birçok sebebi var olduğu gibi imtihan denilen şu dünyada akıl sahiplerinin hür bırakılmış olmasıdır. Bu da imtihanın yerini bulmak maksadı ile olmuştur. Zira insanoğlundan önce yaratılmış Melaike-i Kiram devamlı zikirde olup emr-i ilahiyeden bir an ayrılmamıştır. İstese idi RABBİMİZ bizi de melek gibi erkeklikten dişilikten, yemekten içmekten ve en önemlisi kendi iradesi dışındakilerden men eder ve cüz’i iradeden yoksun bırakarak daim takva eylerdi. Fakat RABBİMİZİN böyle melek kulları olduğu için, O; akılla bilinmek istedi. Bir Hadis-i Kudsi’de Allah şöyle buyurur: “BEN GİZLİ BİR HAZİNEYDİM. BİLİNMEK İÇİN MAHLÛKATI YARATTIM.” İyilikle kötülüğü, var ile yoku akılları ile insanlar bilmezse ne manası kalır ki insan olmanın. Ya melek olaydık ya hayvan. Ama RABBİMİZ en âlimdir ki yaratmış, akıl vermiş, kılavuzlarla doğruyu göstermiş, sonra hakikat ile batıl arasında insanlara salahiyet hakkı vermiştir. Bu tercihin sonucunda insan kendi eliyle yaptıklarından başka hiçbir şeyle karşılaşmamış, mükâfat veya cezasını bu cihanda almıştır ve Mahkeme-i Kübra’da da alacaktır. İşte insanın iradesiyle hür bırakılıp, aklıyla doğruyu bulabilmesi için bilinenlere HZ. Allah müdahale etmemiştir. Zira bu imtihanın sonunda ya meleklerden derece derece üstün olmak var, ya da hayvanlardan kat kat aşağı olmak var. Her şeyiyle insanı yaratan RABBİMİZ onun geleceğini tam hakikatiyle bilir. Şimdi de kader ile ilgili ayetlere bir bakalım: “Yaptıkları her şey kitaptadır. Küçük büyük her şey satır satır yazılmıştır.”[xxiv] “Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarda da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.”[xxv] “De ki: “Bizim başımıza ancak, Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O bizim yardımcımızdır. Öyleyse müminler, yalnız Allah’a güvensinler.”[xxvi] “Gökte ve yerde gaib (gizli) hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitap’ta (Levh-i Mahfuz’da) olmasın.”[xxvii] “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”[xxviii] Allah’ın ayetlerinden sonra kader meselesinde Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) sözlerine bakalım: 1) Ebu Abdurrahman Abdullah İbn-i Mesud (r.a)’den bize aktarıldığına göre şöyle demiştir: “Hiç yalan söylemeyip, devamlı doğru söyleyen ve doğruluğu Allah tarafından kabul edilen Rasulullah (s.a.v.) bize şöyle anlatmıştı: “Sizden her birinizin yaratılma işi, ana karnında devam eder. İlk kırk gün, canlı tohumu ve hücresi olur, ikinci kırk günde et parçası haline gelir, bunlardan sonra görevli melek gönderilerek, bu et parçasına ruhunu üfürür ve meleğe dört şeyi yazması emredilir. 1)Rızkının nasıl ve nereden geleceği, 2)Ecelinin nerede ve nasıl biteceği, 3)Dünyadaki yapıp edecekleri, 4)İyi huylu ve mesut bir kimse mi yoksa kötü bir kimse mi olacağı. Kendisinden başka gerçek ilah olmayan Allah’a yemin olsun ki sizden biri, cennete girecek kimselerin yaptığı işleri yapar. O kadar ki cennetle arasında bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada meleğin ana karnında yazdığı yazı, o kişinin önüne geçer de o kişi, cehennemliklerin işlerini işlemeye devam eder ve sonunda cehenneme girer. (…)”[xxix] 2) İbn Deylemi (r.a)’den rivayete göre, şöyle demiştir: “Kader konusunda bir şüphe içime düştü. Yaşantımı bozmasından korktum ve Übey b. Ka’b’a gelerek şöyle dedim: “Ey Ebu’l Münzir, kader konusunda içime bir şüphe düştü ve yaşantımı bozmasından korktum. Bu konuda bana bir şeyler söyle, umarım ki Allah, o söylediklerinden beni faydalandırır.” Bunun üzerine Übey şöyle dedi: “Eğer Allah, yeryüzündeki ve göklerdeki yaratıklarına azap etmiş olsaydı onlara zulmetmeksizin azabını vermiş olurdu. Eğer onlara, rahmetiyle muamele etseydi, Allah’ın o rahmeti onlar için işledikleri amellerden daha hayırlı olurdu. Eğer Uhud Dağı kadar altının veya Uhud Dağı kadar malın olsaydı ve Allah yolunda harcasaydın, kadere iman etmedikçe senden asla kabul edilmezdi. Ve şunu da iyice bilmelisin ki Allah tarafından senin için yazılmış bir olay, mutlaka seni bulacak ve başkasına gitmeyecektir. Başına gelmeyecek bir olay da yanlışlıkla sana dokunacak değildir. Bu inançtan başka bir inanç üzere ölürsen, cehenneme gidersin. Bu kader konusunu gidip kardeşin Abdullah bin Mes’ud’a da sorabilirsin.” Ben de Abdullah bin Mes’ud’a vardım, bu konuyu sordum. O da Übey gibi cevap verdi ve bana dedi ki: “Huzeyfe’ye gidebilir, bu konuyu ona da sorabilirsin.” Ben de tekrar Huzeyfe’ye gittim, aynı konuyu ona da sordum o da onun söylediği gibi söyledi ve: “Zeyd bin Sabit’e git bu konuyu ona da sor” dedi. Ben de Zeyd bin Sabit’e varıp ona da sordum o da Resullullah (s.a.v)’dan işittim, şöyle buyurmuştu dedi: “Eğer Allah yeryüzündeki ve göklerdeki yarattıklarına azap etmiş olsaydı, onlara zulüm etmeksizin azap etmiş olurdu. Eğer onlara rahmetiyle muamele etseydi, Allah’ın o rahmeti onlar için işledikleri amellerden daha hayırlı olurdu. Eğer, Uhud Dağı kadar altının veya Uhud Dağı kadar malın olsaydı ve Allah yolunda harcasaydın; kaderin tümüne inanmadıkça bu hayırların senden kabul edilmezdi ve şunu da iyi bilmelisin ki Allah tarafından senin için yazılmış bir olay mutlaka seni bulacak ve başkasına gitmeyecektir. Başına gelmeyecek bir olay da yanlışlıkla sana dokunacak değildir. Bu inançtan başka bir inanç üzere ölürsen cehenneme girersin.”[xxx] 3) Ali bin Ebi Talib (r.a)’den rivayete göre, şöyle demiştir: Resulullah (s.a.v)’ın yanında oturuyorduk, elinde bir değnek parçası vardı onu yere vurdu, sonra başını kaldırdı ve şöyle buyurdu: “Sizden hiç kimse yoktur ki onun cennetteki ve cehennemdeki yeri takdir edilmemiş olsun.” Kendisine şöyle denildi: Ey Allah’ın Rasulü! Amel etmeyi bırakıp da bu takdirine mi razı olalım?” Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Hayır! Çalışınız, amelleri bırakıp kaderdeki yazılana bağlanıp kalmayınız; çünkü herkes, ne için yaratıldı ise o iş için kendisine kolaylık sağlanır.” Sonra Leyl Sûresi 5-10. ayetlerini okudu: “Sizden her kim, başkaları için harcar ve yolunu Allah’ın kitabıyla bulmaya çalışırsa ve o en güzel kelimeyi yani kelime-i tevhidi tasdik eder ve doğrularsa veya cennetin varlığını doğrularsa veya İslam dinini kabul ederse, artık ona kolay yolu kolaylaştırıp o yolda başarılı kılacağız. Sizden her kim de malını başkaları için harcamayıp cimrilik eder ve kendi kendine yeterli olduğunu zannedip Allah’a ibadet ve sığınma ihtiyacı duymazsa, kelime-i tevhidi veya cenneti veya İslam dinini yalanlarsa ona da güçlük, zorluk ve sıkıntıya giden yolu kolaylaştıracağız.”[xxxi] 4) Ebu Hureyre (r.a)’den rivayete göre şöyle demiştir: “Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bedenen ve iman yönünden kuvvetli mümin, zayıf olan müminden Allah’a daha sevimlidir. Fakat her ikisinde de hayır vardır. Sana faydalı olan şeylere düşkün ol, Allah’tan yardım dile, aciz kaldım diyerek gevşeklik etme. Eğer hoş olmayan bir şey başına gelirse: “keşke şöyle yapıp etseydim, bu iş başıma gelmezdi.” deme. Fakat: “Allah böyle takdir etti, O dilediğini takdir eder.” demelisin. Çünkü: “Şunu yapsaydım, bunu etseydim.” demek şeytanın vesvesesine yol açar ve kadere karşı gelmek düşüncesini kalbe sokmuş olur.”[xxxii] 5) Ebu Hureyre (r.a)’nin haber verdiğine göre, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu. “Âdem (as) ve Musa (as) münakaşa ettiler. Musa dedi zarara sokup cennetten çıkarttın!” Âdem şöyle cevap verdi: “Ey Musa! Allah, seni peygamber olarak seçip, seninle konuştu ve senin için Tevrat’ı eliyle yazdı. Allah’ın beni yaratmadan kırk yıl önce hakkımda yazdığı bir şeyden dolayı beni kınar mısın?” Böylece Âdem (as), Musa (as)’ı yenmiş oldu. Böylece Âdem (as), Musa (as)’ı yenmiş oldu.”[xxxiii] 6) Ali (r.a)’den rivayete göre, şöyle demiştir: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Bir kul şu dört şeye inanmadıkça gerçekten iman etmiş sayılmaz: 1-Allah’ın varlığına, birliğine ve hiçbir konuda ortağının olmadığına, 2-Benim, Allah’ın peygamberi olduğuma, 3- Ölümden sonra tekrar dirilmenin ve hesabın görüleceğine, 4- Kaderde yazılan hayrın ve şerrin hepsine.”[xxxiv] 7) Müminlerin annesi Hazret-i Aişe (r.anha)’den rivayete göre, şöyle demiştir: “Resulullah (s.a.v) ensardan bir erkek çocuğun cenazesine çağrılmıştı. Ben de: “Ey Allah’ın Rasulü! Ne mutlu bir çocuğa; cennet kuşlarından bir kuştur, ne kötülük işledi, ne de kötülük işleyen bir yaşa geldi” dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v): “Ey Aişe, böyle söylememeliydin. Muhakkak ki Allah cennet için bir takım insanlar yarattı. Onlar, babalarının bellerine iken cennet için yaratıldı. ALLAH cehennem için de bir takım insanlar yarattı. Onlar da yine babalarının bellerinde iken(cehennem için) yaratılmışlardır.”[xxxv] 8) Ebu Hureyre (r.a)’den rivayete göre şöyle demiştir: Kureyş müşriklerinin bir kısmı Resulullah (s.a.v)’a gelerek kader konusunda münakaşaya giriştiler de şu ayetler nazil oldu: ”O gün o kâfirler, yüzükoyun ateşe sürüklenecekler ve onlara denilecek ki: “Cehennem ateşinin yakmasını tadın bakalım. Şüphesiz biz, her şeyi belli bir ölçüye, düzene ve plana göre yarattık.”[xxxvi] 9) Ebu Müleyke (r.a), babasından aktararak; Aişe’nin yanına girip, kader konusunda bir şeyler anlatmıştı. O da şöyle buyurmuştu: “Kim, kader konusunda bilir bilmez bir şey konuşursa, kıyamet günü o konuşmasından sorumlu tutulur. Kim de kader konusunda hiç konuşmazsa niçin konuşmadı diye sorguya çekilmez.”[xxxvii] 10) Amr bin Şuayb (r.a) babasından ve dedesinden naklederek şöyle demiştir: “Sahabe, kader konusunda tartışırken Rasulullah (s.a.v) onların yanına çıkıverdi. Tartışmalarından dolayı öfkesinden yüzü nar tanesi gibi kızardı ve şöyle buyurdu: “Böyle tartışma yapmakla mı emroldunuz? Veya bunun için mi yaratıldınız? Kur’an’ın bazı ayetlerini bazılarıyla vuruşturuyorsunuz. Sizden önceki toplumlar bu türler lüzumsuz tartışmalarla yok olup gitmişlerdir.” Râvi dedi ki: “Abdullah bin Amr (r.a.) şöyle dedi: “Resulullah (s.a.v)’ın bazı toplantılardan geri kaldığıma sevinirdim. Hele bu toplantıdan geri kaldığımda daha çok sevindim.”[xxxviii] 11) İbn Ömer (r.a)’den rivayete göre, şöyle demiştir: “Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Dinimizce bulaşıcı hastalıkların bulaştırılmasına sebep olmak yoktur. Uçan kuşlardan uğursuzluk çıkarmak da yoktur. Baykuş ötmesinden anlam çıkarmak da yoktur.” Bunun üzerine bir bedevi kalkarak şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasulü! Uyuz olan devenin tüm sürüyü uyuz ettiğini bilmez misin?” bunun üzerine Rasulullah (s.av) şöyle buyurdu: “İşte bu kaderdir. Peki, ilk deveyi kim uyuz etti?”[xxxix] 12) Şa’bi (r.a)’den rivayete göre, şöyle demişti gelerek: Adiy bin Hatim Kufe’ye geldiğinde, Kufelilerin fıkıhçılarından bir grupla onun yanına vardık ve ona şöyle dedik: “Rasulullah (s.a.v)’dan işittiğin hadislerden bize nakleder misin?” O da şöyle dedi: “Ey Hatim oğlu Adiy! Müslüman ol ki selamete eresin.” Ben de: “İslam nedir? diye sordum. O da şöyle dedi: “Allah’tan başka gerçek ilah olmadığına, Muhammed (s.av)’in Allah’ın Rasulü olduğuna şehadet etmen; kaderin hayır ve şerrine, tatlılıklarına ve acılıklarına tümüyle iman etmendir.”[xl] 13) Ebu Musa el Eş’ari (r.a)’den rivayete göre, şöyle demiştir: “Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Kalbin örneği boşlukta uçan ve rüzgârın evirip çevirdiği kuş tüyü gibidir.”[xli] 14) Cabir (r.a)’den rivayete göre şöyle demiştir: “Ensardan bir adam Rasulullah (s.a.v)’a gelerek şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasulü! Benim bir cariyem vardır, onunla ilişkimde azil yapıyorum bu doğru mudur?” bunun üzerine Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Senin ve cariyenin için takdir edilen şey mutlaka meydana gelecektir.” Bir süre sonra o adam Rasulullah (s.a.v)’a gelerek: “Cariyem hamile oldu” dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Herkes için takdir olunan şey mutlaka başına gelecektir.”[xlii] 15) Sevban (r.a)’den rivayete göre, şöyle demiştir: “Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “İyilikten başka hiçbir şey ömrü artırmaz. Duadan başka hiçbir şey de kaderi geri çevirmez. Bir kimse işlediği kötülüklerden dolayı verilecek olan rızkından mahrum edilir.”[xliii] 16) Süraka bin Cü’şum (r.a)’dan rivayete göre şöyle demiştir: “Ben: Ey Allah’ın Rasulü! Amel defterini yazan kalem kurumuştur. İleri de olacak şeylerde zaten olup bitmiş midir? Yoksa kişinin yapacağı işe ve takınacağı tavra göre mi meydana gelecektir? dedim. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Evet, kaderleri yazan kalemin mürekkebi kurumuştur. Takdir edilen şeyler de; mutlaka gerçekleşecektir. Herkes ne için yaratılmışsa o doğrultuda işler yapması kendisine kolaylaştırılır.”[xliv] 17) Cabir bin Abdullah (r.a)’dan rivayete göre şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Bu ümmetim Mecusileri, Allah’ın kaderini yalanlayan ve yalan sayan kimselerdir. Böyle cenazelerinde bulunmayınız. Onlarla karşılaştığınızda onlara selam bile vermeyiniz.”[xlv] 18) Ebu Hureyre (r.a)’den rivayete göre, Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Bir kadın kendisi evlenmek için kardeşinin boşanmasını istemesin. Çünkü kendisi için takdir edilen ne ise o olur.”[xlvi] 19) Huzeyfe (r.a)’den rivayete göre, şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: “Her ümmetin bir Mecusi’si vardır. Bu ümmetin Mecusi’si de kader yoktur diyenlerdir. Onlardan kim ölürse cenazesinde bulunmayınız, kim de hastalanırsa onu ziyaret etmeyiniz. Onlar Deccal’in taraftarlarıdır. Allah onları Deccal’e ulaştıracaktır. (Yani hep birlikte cehenneme sokacak)”[xlvii] Hz. Ali (r.a.): “Taneleri yarıp parçalayıcı ve bütün canlıları yaratıcı Allah üzerine yemin ederim ki, biz Allah’ın kaza ve kaderi olmadan ne bir ovada geçebilir, ne de bir vadide konaklayabiliriz.” buyurmuştur. Şimdi de müctehitlerden bazılarının kader hakkındaki görüşlerini ve sözlerini yazacağız İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Allah, daha olmadan önce var olacak şeyleri biliyordu.”[xlviii] Yine aynı eserinin 303. sayfasında İmam-ı Azam Hazretleri şöyle buyurmaktadır: “Allah, olmayan şeyi olmadığı zaman da bilir. Onu var ettiğinde de onun nasıl olacağını bilir. Allah var olan şeyi varlığı halinde bildiği gibi, onun nasıl yok olacağını da bilir.” İmam-ı Azam, Fıkhu’l Ekber kitabında: “Kulun hareket ve duruşları onun kesbidir. Onu yaratan Allah’tır. Hepsi Allah’ın meşiyeti, ilmi, kazası ve kaderiyledir.” Yine aynı eserde: “Eşyayı takdir edip onlara birer ölçü tayin eden Allah’tır. Dünyada ve ahrette olan her şey ancak onun dilemesiyle vardır. Bunu meşiyeti, kaza, kaderi ve ilmiyle Levh-i Mahfuz’da yazmıştır.” İmam-ı Azam Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Kullarının üzerine kaderini takdir etmiştir. Hiç kimse Allah’ın dilemesini geçemez ve O’nun kazasını aşamaz.” İmam-ı Şafi Hazretleri kendisine kaderle ilgili sorulan bir soruya şöyle karşılık verir: “Kulların dilemesi Allah’ın dilemesiyledir. Allah dilemeden kullar dileyemezler. İnsanlar amellerini kendileri yaratmamışlardır. Kulların amellerini Allah yaratır. Hayır ve şerri de Allah yaratmıştır. Kabir azabı, kabir suali, hesap, cennet ve cehennem haktır. Bunun dışında sünnette gelen şeyler de haktır.”[xlix] İmam Ahmed bin Hanbel Hazretleri, İmam Müsedded’e yazdığı mektupta şöyle diyor: “Kaderin hayrının, şerrinin, tatlısı ve acısıyla Allah’tan olduğuna iman ederiz.” Yine İmam Hanbel Hazretleri es-Sünne adlı eserinde şöyle demektedir: “Kaderin hayrı ve şerri, azı ve çoğu, açığı ve gizlisi, tatlısı ve acısı, iyisi ve kötüsü, ilki ve sonu Allah’ın hükmü iledir. Allah Celle Celalühu yazdıklarını yapın diye değil de, yapılacak diye yazdı.” Yine bir mübarek hizmet erbabı kaderi şu güzel beyitle açıklamaktadır: Kul bela bulmaz Hak yazmadıkça. Hak bela yazmaz kul azmadıkça. Bunca ayet ve hadis-i şerif kaderin varlığı konusunda yeter. Başka söze ne hacettir. İnşallah bunca çabamız bazı gerçeklerin açıklanmasına sebep olmuştur. Her şeyin en iyisini ancak Allah bilir.
Harun Çetin


[i] Sûre-i Bakara/162
[ii] Sûre-i Al-i İmran/116
[iii] Sûre-i Tevbe/17
[iv] Müslim, Cennet:1; Darimi, Rıkak:90; Sünen-i Tirmizi: 2557
[v] Mustafa İslamoğlu, Gerekçeli Meal-Tefsir, cilt:1, s.152
[vi] Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, s. 192
[vii] Taberi, Cami’ul Beyan:4/172
[viii] Taberi, Cami-ül Beyan
[ix] İmam Suyutî, el-İtkan Fi Ulumi’l Kur’an, cilt:1, s.295
[x] İmam Suyutî, el- İtkan Fi Ulumi’l Kur’an, cilt. 2, s.1188
[xi] Ka’b el Ahbar hazretleriyle alakalı aynı iddiayı Haydar Baş da, Şii edasıyla savunmaktadır. Bu konuyla alakalı Haydar Baş’a verdiğimiz cevaba müracaat edilebilir.
[xii] Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, s. 90-91
[xiii] Mustafa İslamoğlu, age, s.81-82
[xiv] Tirmizi, 3233
[xv] Abdurrezzak es-San’anî, Musannef
[xvi] Üç Muhammed, s. 49
[xvii] Age, s. 62
[xix] Buhari, Müslim
[xx] Müslim, İman: 71, no: 156, 1/ 137
[xxi] Üç Muhammed, s. 193
[xxii] Ahmed İslamoğlu’ndan Ali Eren’e mektub, Ali Eren, “Vaiz Babanın Teşekkür ve Üzüntüsü” İçinde, Yeni Mesaj, 23 Receb 1421 (21 Ekim 2000)

[xxiii]Mustafa İslamoğlu, İman Bilinci, s. 17
[xxiv] Sûre-i Kamer/52-53
[xxv] Sûre-i En’am/59
[xxvi] Sûre-i Tevbe/51
[xxvii] Sûre-i Neml/75
[xxviii] Sûre-i Hadid/22
[xxix] Buhari, Kader:1; Müslim, Kader:1; İbn-i Mace, Kader:1
[xxx] Ebu Davud, Sünnet:17; Müsned:20607; İbn-i Mace, Kader:2
[xxxi] Ebu Davud, Sünnet:17; Müslim, Kader:1; İbn-i Mace, Kader:3
[xxxii] Müslim, Kader:8; Müsned:8473, İbn-i Mace, Kader:4
[xxxiii] Müslim, Kader:2; Buhari, Kader:10, İbn-i Mace, Kader:5
[xxxiv] Tirmizi, Kader:10; İbn-i Mace, Kader:6
[xxxv] Müslim, Kader:6; Ebu Davud, Sünnet:18; İbn-i Mace, Kader: 7
[xxxvi] Tirmizi, Tefsir-ul Kur’an:55; Müslim, Kader:4; İbn-i Mace; Kader:8
[xxxvii] İbn-i Mace, Kader:9
[xxxviii] Müsned:6550, İbn-i Mace:10
[xxxix] Müsned:4545; İbn-i Mace, Kader: 11
[xl] Müsned: 18569, İbn-i Mace:12
[xli] Müsned:18830; İbn-i Mace, Kader:13
[xlii] Ebu Davud, Nikâh:49; Müsned:14641, İbn-i Mace, Kader:14
[xliii] Müsned: 21402; İbn-i Mace, Kader:15
[xliv] İbn-i Mace, Kader:16
[xlv] İbn-i Mace, Kader:17
[xlvi] Buhari, Kader:4, Muvatta, Kadercilerle İlgili Hadisler:1
[xlvii] Ebu Davud, Kader Var Mıdır? İnkâr Edenlerin Durumu Nedir:2
[xlviii] İmam-ı Azam Ebu Hanife, Fıkhu’l Ekber, s. 302
[xlix] Beyhaki/Menakıbu’ş-Şafii

İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen...

İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen, ile ilgili görsel sonucu
İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müçtehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamı (80/150 – 700/767).
Ebû Hanife, Kûfe’de hicrî 80 yılında doğdu. 
İslâm’in hâkim olduğu bir ortamda yetişen Numân b. Sâbit küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetti.
Numân gençliğini ticaretle geçirdikten sonra İmam Sa’bî’nin tavsiye ve desteğiyle öğrenimine devam etti. 
Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, şiir ögrendi. 

Yetiştiği Kûfe şehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düşüncenin, itikâdi fırkaların bulunduğu, 
itikadla ilgili ateşli tartışmaların yapıldığı rey ehlinin yerleştiği bir şehirdi. 

Dindar bir ailede yetişen Ebû Hanife’nin de bu itikâdi tartışmalara zaman zaman katıldığı kuvvetle muhtemeldir.
Ebû Hanife’nin yaşadığı yer ve çağda itikâdi fırkalar çoğalmış, bir sürü sapık fırkalar ortaya çıkmış, Emevi hükümdarlarının Ehl-i Beyt’e zulmü devam etmiştir. Mantığı çok kuvvetli olan Numân b. Sâbit hiçbir fırkaya bağlanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi.
Ebû Hanife ilimle uğraşırken ticareti de bütünüyle bırakmadı. Bu, onun helâl rızık kazanmasını sağladığı gibi, ticarî kazancını ve talebelerinin ihtiyaçlarının karşılanmasını, bağımsız bir ilim meclisi kurmasını da sağladı. Ebû Yûsuf’un parasının bittiğini söylemesine ihtiyaç bırakmadan o Ebû Yusuf’u murâkabe eder, yardımda bulunurdu. 

Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini sağlardı (Zehebî, a.g.e, 39). Bir çokları ticarette Ebû Hanife’yi Ebû Bekir’e benzetirdi; çünkü o bir malı satın alırken, sattığı zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü malı üste, iyisini alta koyardı, muhtaç satıcıyı sömürmezdi.
Bir defasında bir kadın, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi. O, fiyatını sordu. Kadın yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, değerinin yüz dirhemden fazla ettiğini söyledi. Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktığında Ebû Hanife, daha fazla edeceğini söyleyince kadın, “Benimle eğleniyor musun?” demişti. Ebû Hanife de, “Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim” dedi. Adam çağrıldı ve fiyatı takdir etti: Ebu Hanife o malı beş yüz dirheme satın aldı. Bu olay o zamandan beri halk arasında günümüze kadar anlatılarak, ticarette dürüstlüğe dâir bir darb-i mesel haline gelmiştir.
Ebû Hanife vakar sahibi bir insandı. Tefekkürü çok, konuşması az, Allah’ın hudûdunu olabildiğince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasız ve boş sözlerden hoşlanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müçtehiddi.
Fıkhi sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve sağlam bir akîde esası çıkararak doktrinini meydana getirmiştir. Ebû Hanife’nin binlerce talebesi olmuş, bunların kırk kadarı müçtehid mertebesine ulaşmıştır (el-Kerderî, Menâkibu’l-Imâm Ebû Hanife, II, 2i8).
Müçtehid öğrencilerinden en meşhurları Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan es-Seybânî’dir. Ebû Hanife’nin fıkıh okulu, talebelerine verdiği dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdiği fetvâlardan meydana gelmiştir. Ders verme usûlü eski filozofların diyalektik akademi derslerini andırmaktadır. 

Bir mesele ortaya atılır; bu, talebeleri tarafından tartışılır ve herkes görüşünü söyler; en son olarak İmam, delil ve istinbat ile bir karara ulaşılmasını sağlar ve kararı delillerden ayırarak veciz cümleler halinde yazdırırdı. Bu sözleri en yakın müçtehid talebeleri tarafindan sonradan mezhebin fıkıh kaideleri haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir istişâre, bir diyalog merkezi, bir hür düşünce okulu idi.
Ebû Hanife’nin halkın sevgi ve saygısını kazanmasında; fetvâlarının her yerde haklı olarak tutulmasında; ilmi, ihtilaflardan arındırıp halka selefin yaptığı gibi bilgi aktarması, fitnelere bulaşmaması ve takvası etkili olmuştur. Onun talebelerine verdiği öğütlerde, ilimde hür düşünce ve araştırmanın yollarının tutulması, câhil ve mutaassıplardan uzak durulması gibi önemli kayıtlar vardır.
Ebû Hanife kimseye “benim görüşüm en doğrudur” demedi; hattâ, kendisinin de bir görüşü olduğunu ama daha iyi bir görüş getirene uyacağını söylerdi. Yine o, talebelerine kendisinden her işittiğini yazmamalarını, çünkü yarın görüşünü değistirebileceğini ifade ederdi. Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamıştır.
Aktif bir şekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katıldı. Hayatının bir bölümü Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyâsal iktidara karşıydı. Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarlığı belirliyordu. Ehl-i beyt’e büyük muhabbeti vardı. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt’i gözeteceklerini söylemişlerdi. 

Ancak onların iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt’e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı çıktı. 

Derslerinde firsat buldukça iktidarı tenkid etti. 
Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi taraflarına çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için kendisine kadılık görevini teklif etmişlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramis, hapsedilmiştir 
(Ibnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, V, 559).
İmam, takvâsı, ferâseti, ilmî dürüstlüğü ve görüşlerini iktidara karşı kullanması ile halkın büyük sevgisini kazandı. Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadi. Ticaretten kazandığı helâl rızıkla ilmini destekledi. Hattâ o, Zeyd b. Ali’nin imamlığına zımnen bey’at etmişti.
Hz. Ali (r.a.)’in torunlarından Muhammed en-Nefsü’z Zekiye ile kardeşi İbrahim’in Abbâsilere isyan etmeleri ve şehîd olmaları karşısında Ebû Hanife Irak’ta, İmam Mâlik Medine’de açıkça iktidarı tenkit etmişler, bu yüzden ikisi de kırbaçlatılmış, işkence görmüş ve hapsedilmişlerdir. Ebû Hanife alenen halkı ehl-i beyt’e yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün kırbaçlatıldı. Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehitler gibi öldü. Zehirletildiği de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-Intika, 170). Bağdat’ta, Hayruzan mezarlığına defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazır bulundu.
Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle uğraşmış ve birtakım tartışmalara katılmış olmasına rağmen cedelcilerin iddialı üslûbundan uzak kalmıştır. İçtihadlarını değerlendirirken kendisi şöyle demiştir: “Bu bizim reyimizle vardiğimiz bir sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye ‘bunu kabul etmeniz gerekir’ demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz” (Zehebî, a.g.e., 2i).
Kendisine tâbi olacak kimselere de şu tavsiye ve ikazda bulunmuştur: “Nereden söylediğimizi (verdiğimiz hükmün delil ve kaynağını) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz.” O, bir tek kişi ya da mezhebin İslâm’ı kuşatmasının mümkün olmadığını biliyordu. 

Ne Ebû Hanife ne başka bir İmam, kendi içtihadı hakkında böyle bir iddiada bulunmuştur. Onlar hep sahih sünnetin asıl olduğunu, sahih sünnet ile sözleri çatıştığı takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektiğini öğrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz etmişlerdir.
Şamil İslam Ansiklopedisi

Osmanlı Hukukunda Mezhep Tercihi



Osmanlı Hukukunda Mezhep Tercihi 

Giriş 

Aksine iddialar mevcut olmakla beraber tarihi vesikaların ve vakıanın kesin olarak ortaya koyduğu gerçek, temeli müslüman Türkler tarafından atılmış bulunan Osmanlı Devletinin ideolojisi ve yönetim esasları bakımından bir İslâm devleti olduğudur. 

Osmanlı yöneticileri siyasî ve ictimaî sebeplerle başlangıçta "Kalenderiyye tarikatının muhtelif kollarına mensup bulunan Rûm Abdallarının mistik karakterli İslâm yorumundan beslenmiş" iseler de Yıldırım Bayezid (1389-1402) zamanından itibaren ilişkiler önemli ölçüde değişikliğe uğramış, artık bir imparatorluk şekline dönüşmekte olan devlet siyasî ve idarî yapısını ulemâ rehberliğinde şekillendirme yoluna girmiştir. 
Osmanlı dönemi ulemâ İslâm'ı ise kitâbî-sünnî müslümanlıktır. 

İtikadî bakımdan sünnî müslümanlığı tercih eden devlet gerek halk İslâm'ına ve gerekse tekke İslâm'ına, devletin temel politikasına ters düşmedikçe ve kamu düzenine zarar vermedikçe müsamaha göstermiştir. (Bu farklı İslâm anlayışları ve tanımları için bak. A. Yaşar Ocak, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, IRCICA neşri, II, 111 vd.) 

Böyle bir devletin hukukunun da İslâmî olması zarûri ve tabîî olduğundan Osmanlılar hukukun temel kaynağı olarak fıkha dayanmışlar, fıkıhta birden fazla mezhep bulunduğu için bunlardan birini tercih gerekli hale geldiğinde Hanefî mezhebini tercih ederek bunu devletin resmî mezhebi haline getirmişlerdir. 

Bu makalenin amacı, Osmanlı hukukunda resmî mezhep olan Hanefîliğin niçin tercih edildiği, bu tercihin getirdiği bazı sıkıntılar, bu sıkıntıların aşılması için alınan tedbirler konusunda bazı tesbitler yapmak ve açıklamalarda bulunmaktır. 

1. Selçuklu ve Osmanlılar'da Hanefîliğin tercih seyri 
Osmanlıların bir devlet olarak tarih sahnesine çıktıkları dönemde çoğunlukla Arap halkı Şafiî ve Hanbelî, Kuzey Afrika'da yaşayan Berberîler Mâlikî mezhebini tercih etmişlerdi. Şurada burada her birinin mensubu, oldukça sınırlı bulunan Zeydîlik, Hâricîlik, Dürzîlik, Oniki İmam Şîîliği gibi mezhepler de vardı. 

Osmanlılardan önce Anadolu'ya ayak basan Selçuklu Devletinde ve her iki hanedanın ana yurdunda daha ziyade Hanefî mezhebi benimsenmiş, bu mezhep içinde büyük fıkıhçılar yetişmiş, etkileri bugün bile devam eden önemli eserler vermişlerdi. 

Selçuklular'ın itikad mezhebi olarak sünniliği, fıkıh mezhebi olarak da Hanefîliği tercih etmelerinde hem Abbâsîlerle olan dînî ve siyasî ilişkileri hem de devrin ictimâî durumu etkili olmuştur. Bu müslüman Türk Oğuz boyu, Moğollar tarafından halifeliklerine son verilinceye kadar Abbâsîlerin manevî nüfûzuna bağlı kaldılar ve halifeye saygı gösterdiler. 

Sünnî olan Abbâsîlere karşı siyasî ve dînî hareketler ya müslüman olmayan Moğollar ve haçlılardan yahut da Sünnî olmayan müslüman guruplardan geliyor, bu hareketler İslâm dünyasında büyük ıztıraplara, ictimâî buhranlara ve kargaşaya yol açıyor, yalnızca Sünnîlik için değil, doğrudan İslâm'ın varlığı için de büyük bir tehlike teşkil ediyordu. 

Selçuklular samîmiyetle bağlı bulundukları İslâm'ı korumanın ancak Sünnîliği korumak ve özellikle yıkıcı mezhep ve inanç hareketlerini yok etmekle mümkün olacağına hükmederek Sünnîliği İslâm dünyasına hakim kıldılar
 (O. Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, İst. 1971, s.16 vd.). 

Hilâfeti ellerinde tutan Abbâsîler Harun Reşid devrinde, Ebû Hanîfe'nin müctehid talebesi olan Ebû Yusûf'u (731-798) baş kadı tayin ederek Hanefîliği bir mânâda resmî mezhep haline getirmişlerdi; çünkü baş kadı genellikle kadıları kendi mektep ve mezhebinden olan fakihlere veriyordu, bunlar da hükümde Hanefî usûlünü ve mezhebini uyguluyorlardı. 

Selçuklular, Abbâsîlerden bu mirası da devraldılar ve korudular. Devletin Hanefîlik ile ilişkisini Râvendî'nin, Selçuk tarihine dair Râhatu's-sudûr isimli eserinde yer alan şu menkıbe canlı bir şekilde ifade etmektedir:

İmam-ı A'zam veda haccını yaparak Mekke'de Allah'a karşı niyazda bulunurken "Ey Tanrım, benim ictihadım doğru ve mezhebim hak ise yardım et; çünkü ben senin için Muhammed'in (sav) şeriatını takrir ettim" demiş; hâtiften gelen bir ses ona "Sen doğruyu söyledin, kılıç Türklerin elinde bulundukça senin mezhebine zevâl yoktur" cevabını verir. 

Bunun senedini kaydettikten sonra Râvendî şöyle devam eder: "Tanrı'ya hamdolsun ki İslâm'ın arkası kuvvetli, Hanefî mezhebi mensupları mesutturlar; Arap, Acem, Rum ve Rus diyarında kılıç Türkler'in elindedir. 

Selçuk sultanları Hanefî alimlerini o kadar korumuşlardır ki onların sevgisi ihtiyar ve gençlerin kalbinde bâkîdir" (Turan, 18). Tarihi tesbitlere göre de Tuğrul Bey zamanından itibaren Selçuklular, kadıları çoğunlukla Hanefî mezhebinden seçmişlerdir (M. Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, İst.1999, s. 90). 

Osmanlılar ilim ve kültür olarak hem Selçuklular hem de anayurtta kalan topluluklar ile sıkı ilişki içinde olmuşlar, Osmanlı ulemâsı yetişirken, Mısır, Suriye ve İran âlimleri yanında Orta Asya'dan gelen âlimler ve eserlerden de istifade etmişlerdir. Bu tarihî, coğrafî ve kültürel ilişkilerin sonucu olarak Osmanlıların Hanefî mezhebini tercih etmeleri tabîî idi, vakıa da böyle olmuştur. 
Osmanlılarda Hanefî mezhebinin devletin resmî mezhebi haline gelmesi uzunca bir süreç içinde tamamlanmıştır. Başta kadılar Hanefî ulemâ arasından tayin edilmiş olmakla beraber ya bunların hükümde mezhebe tâbî olmaları tabîî olduğu için yahut da gerektiğinde niyabet yoluyla da olsa diğer mezheplere göre hüküm vermelerine müsamaha edildiği için kadı beratlarına mezhep kaydı konmamıştır. 

Şer'iyye sicillerinden anlaşıldığına göre bu dönemde Hanefî kadılar, Şafiî mezhebinden fıkıhçıları naib tayin ederek bu mezhebe göre verilen hükümleri de icrâ etmişlerdir (Aydın, 91). XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha döneminin kapandığını ve artık kadı ve müftü beratlarına, hüküm ve fetvanın Hanefî mezhebine ve bu mezhebin en sahih ictihadına (esahh-ı akvâle) göre verileceği kaydının konduğunu, başka mezheplere göre hüküm vermenin yasaklandığını ve uygulamanın da titizlikle takip edildiğini görüyoruz. 

Bu husûsun en açık bir şekilde görüldüğü kaynaklardan birisi Ebüssûd Efendi'nin (1492-1574), Padişah'a arzederek kanunlaştırdığı bazı fetvâlarını ihtiva eden Ma'rûzât'ıdır. Bu mecmuanın nikah bahsinde " kadıların esahh-ı akval ile hükme memur oldukları", "Bu diyarda Şâfi'î olmayacağı, Şâfi'î'nin ictihadına göre hükmetmenin geçerli olmadığı, bunun emr-i sultânî ile menedildiği" açıkça ifade edilmiştir. 

Ancak bu yasaklamanın Anadolu ve Rumeli'ne mahsus bulunduğu, Mekke, Medine, Halep, Şam, Kudüs, Kahire gibi ehalisinin önemli bir kısmı Hanefî olmayan memleketlerde başka mezheplere göre de hüküm verildiği uygulamayı gösteren kaynaklardan anlaşılmaktadır 
(Aydın, 91-92; Ali Haydar, Düraru'l- hukkâm, IV, 694-5). 

Anadolu ve Rumeli'nde Hanefî kadıların, bu mezhepte mûteber olan ictihadı hatasız olarak bulup uygulamalarını ve böylece hukukî istikrarın sağlanmasını temin maksadıyla çok zengin olan Hanefî fıkıh külliyyatı içinden ikisi seçilmiş ve giderek kanun gibi kullanılmıştır: 

1. Molla Hüsrev'in (v.1480) Dürer (Düraru'l-hükkâm fî şerhi-ğurari'l-ahkâm) isimli eseri. Fatih devri ulemâsından ve şeyhülislâm olan Molla Hüsrev'in bu eseri mahkemelerde en çok başvurulan kaynak olmuştur. Kitap Ahmed b. Alî el-Ankaravî tarafından Türkçe'ye de çevrilmiştir (Bulak, 12589). 

2. Fatih camiînde imam hatiplik ve Dâru'l-kurrâ'da müderrislik yapan İbrâhîm el-Halebî'nin (v. 1549) Mülteka'l-ebhur isimli fıkıh kitabı. Kanuni devrinden itibaren Dürer'in yerini alan bu kitabın, 1648 ve 1687 yıllarında devletin resmî hukuk kodu olarak kabul edildiği ifade edilmiştir. IV. Mehmed'in emriyle Mülteka, Mevkufât adıyla Türkçe'ye de çevrilmiş (Bulak, 1254) ve kadılar tarafından kullanılmıştır (Aydın, 97-98; A. Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı, İst. 1999, s.363; A. Özel, Hanefî Fıkıh Alimleri, Ankara, 1990, s. 115). 

Osmanlıların Hanefî mezhebini tercih etmeleri başta Abbâsî-Selçuklu etkisi ile halkın çoğunun bu mezhebe bağlı olmalarına dayanmış olsa gerektir. Osmanlı toprak siyaseti ve dolayısıyla ekonomi bu tercihte rol oynamamıştır; çünkü ileride açıklanacağı üzere Hanefî ictihadı bu siyasete ters düşmektedir. 
Ebüssuûd Efendi'nin sık sık fesad-ı zamandan, mezhepler konusunda gösterilecek müsamahanın kötüye kullanılabileceğinden söz etmesi hem tercihin hem de giderek sertleşen sınırlamanın ictimâî- ahlakî sebebine ışık tutmaktadır. Baştaki tercihten ziyade daha sonra Hanefîliğe sarılmanın ve üzerinde sebat etmenin sebeplerinden biri olarak sultanın azli ile ilgili Hanefî ictihadı dikkat çekmektedir. 786/1384 tarihinde vefat eden meşhur Hanefî fıkıhçısı Ekmelüddîn el-Bâbertî, Hanefî mezhebinin tercihini savunduğu bir risalesinde, tercih sebeplerinden biri olarak bu azil meselesini zikrediyor ve şöyle diyor: 
"Sultan büyük bir günah işler veya küçük günahta ısrar ederse tahttan düşer mi düşmez mi? Hanefîlere göre düşmez, Şâfi'îlere göre düşer. 

Ey dikkatli ve uyanık hükümdar, geçmişte ve halihazırda, dünyanın çok yerinde alimlerin ve hükümdarların tercih ettikleri bu mezhebi (Hanefîliği) tercih etmek vacip olur mu, olmaz mı?" (Fatih ktp. Nu. 2269, 118/b). 
Müsamahalı ve tabîî bir intisap olarak başlayan Osmanlı Hanefîliği, sebepleri ne olursa olsun giderek taassup çizgisine kaymış ve bu tutum uygulamada birçok sıkıntının sebebi olduğundan çeşitli çözüm yolları aranmıştır. 

2. Hukukun Tek Mezhebe Bağlanmasının Sebep Olduğu Sıkıntılar 
İslâm hukuku kaynak olarak vahyedilmiş metinlere bağlı olmakla beraber bu metinlerin anlaşılması, yorumlanması, kıyas, mesalih ve mekasıdın gözetilmesi, zarûretin takdiri husûsları ictihada dayanmakta, bu da İslâm hukukunun hayatiyetini devam ettirebilmesi, kendisine tabi olan insanların ihtiyaçlarına cevap verebilmesi için çok önemli bir güç kaynağını teşkil etmektedir. 

Müctehid bir yandan ilâhî maksadı keşfederek insanların hukukî ilişkilerini buna uygun kılmaya, sapmaları düzeltmeye çalışırken diğer yandan meşrû ihtiyaçları karşılayamaz hale gelen eski ictihadların yerine yenilerini teklif etmektedir. Kendinden sonra meydana gelecek olan değişme ve gelişmeleri tam olarak göremeyeceği, kendi zamanında da bilgi ve takdir alanı sınırlı olduğu için bir müctehidin ictihadlarının bütün zamanlarda uygulanabilirliği ileri sürülemez. 

İslâm'ın bu sosyal vakıaya karşı oluşturduğu çareler vardır. Bu cümleden olarak ictihad kapısı ilim ehline devamlı açık bırakılmıştır, müminler ictihada teşvik edilmiş, buna gücü yetmeyenlere "bilene sorma yolu" gösterilmiş, bir ferde veya guruba, belli bir müctehide bağlanma (onu taklit etme) mecburiyeti getirilmemiş, müctehid derecesindeki alimlerin tamamının fetvâlarından yararlanma imkânı verilerek müminin önüne zengin bir çözüm paketi sunulmuştur. 

Usûl alimleri, ictihad ihtilâfının/farkının rahmet olduğunda ittifak etmişlerdir. Eğer bu teorik kabul uygulamaya geçirilmiş olsaydı ictihad farkları İslâmî çözümler için çok önemli ve zengin bir kaynak olacaktı. Başlangıçta bu esaslar uygulanmış, ancak Abbâsîlerden itibaren fetvâ alanında olmasa bile kazâ alanında hakimlere kısıtlamalar getirilmiş, hakim müctehid olsa bile sultanın tercih ettiği ictihada (mezhebe) göre hükmetme mecburiyetinde bırakılmış, sultanlar da genellikle bir mezhebi tercih etme ve bunu resmîleştirme yoluna gitmişlerdir.

 Resmî mezhep uygulaması, bazı vakıflarda ileri sürülen "belli mezhebe mensubiyet şartı", aidiyete bağlı taraf tutma psikolojisi, ilim usûl ve anlayışında meydana gelen gerileme gibi amiller bir araya gelince mezhep taassubu oluşmuş, mezhepler arası alış-veriş bir yana adeta düşmanca tavırlar ortaya çıkmıştır. 

Mezhep taassubu teorik "rahmet ittifakını" pratikte geçersiz kılmış, her mezhebin (bir imamın ictihadlarının bütününün) mensubu çözümü yalnızca kendi mezhebinde aramış, başka mezheplerin ictihadlarından yararlanmaya sıcak bakılmamıştır. Sonraki Hanefîlerin çokça kullandıkları, Mecelle'nin ve şehlerinin başta gelen kaynaklarından biri olan ve müellifine izafeten İbn Âbidîn diye anılan Raddu'l-muhtar isimli fıkıh kitabında yer alan şu ifade mezhep tassubunun bazı fıkıhçılarda hangi boyutlara vardığına ışık tutmaktadır. 

Kitapta kaybolmuş, yaşayıp yaşamadığı bilinmeyen (mefkud) bir kimsenin eşinin mahkemeye başvurması halinde "kaç yıl bekledikten sonra serbest hale gelip başkasıyla evlenebileceğine hükmedilebileceği" konusu açıklanırken (bilindiği üzere Hanefî mezhebine göre kadın, kocasının yaşıtları ölünceye kadar veya kayıp kocasının yaşı doksanı buluncaya kadar bekler) şu satırlar kaydedilmiştir: "Dört yıl geçmiş olsa bile kadının kocasından ayrı düştüğüne (serbest kaldığına) hükmedilemez. 

Bu ictihad, 'dört yıl bekledikten sonra ayrılığa hükmedilir' diyen Mâlik'in mezhebine aykırıdır. İbn Şihne bu ifadeyi tenkit ederek 'Burada İmam Mâlik'in farklı ictihadını zikretmeye, Hanefî mezhebinden olan bir kimsenin ihtiyacı yoktur; çünkü bu görüş, bizim mezhebimize aykırıdır, kitaptan kaldırılması daha uygundur' demiştir. 

Ed-Durru'l-munteka isimli kitabın müellifi bu itirâza şöyle karşı çıkmıştır: 'Bu ifadenin kaldırılması daha uygun değildir; çünkü Kuhüstânî , zarûret halinde bu ictihada göre hükmedilmesi zannıma göre sakıncalı olmaz demektedir"(III, 360). 

İbn Âbidîn, yukarıda geçen, başka mezhebin ictihadını zarûret halinde uygulamanın cevazı ile ilgili tartışmayı naklettikten sonra şöyle diyor: Üç gün âdet görerek ergenlik çağına girmiş olan bir kadın bundan sonra bir daha âdet görmezse (mümteddetü't-tuhr), ölüm, boşanma vb. sebeplerle iddet beklemesi halinde Hanefî mezhebine göre üç âdet görünceye kadar beklenir (kadın bir ârızadan dolayı âdet görmediği için yıllarca beklenir, eski kocası ile evlilik bağı sona ermez). 

İmam Mâlik'e göre ise böyle bir kadın dokuz ay bekler ve iddeti (bekleme süresi) sona ermiş olur. Bezzâziyye isimli Hanefî fetvâ kitabında "zamanımızda fetvâ Mâlik'in mezhebine göre verilmelidir" denilmiş, Hanefî fıkıhçı Zâhidî de "Mezhebimizin bazı fıkıhçıları, zarûret bulunduğu için bu mezhebe göre fetvâ veriyorlardı" demiştir. 

En-Nehr vb. Hanefî fıkıh kitaplarında, "Mâlikî mezhebinden bir kadıya gitmeleri mümkün olduğu için Hanefî müftü ve kadının mezhebe aykırı ictihadı kullanmasına ihtiyaç yoktur" şeklinde bir itiraz ileri sürülmüştür... Fakat daha önce de işaret ettiğimiz gibi biz (İbn Âbidîn), Mâlikî mezhebinden bir hakimin bulunmaması durumunda zarûret dolayısıyla başka mezhebe göre fetvâ verilebileceğini söylüyoruz; cevaz vermemiz böyle durumlara mahsustur (Aynı yer). 

Yukarıdaki ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır ki, bazı Hanefî fıkıhçılar, başka mezhebin ictihadından istifade etmek şöyle dursun, mukayese ve bilgi için kitaplarda zikredilmesine bile karşı çıkmaktadırlar. Buna karşı çıkan fıkıhçıların bir kısmı sıkıntıyı gidermek için ihtilâftan istifade edilmeli, fetvâ ve kaza buna göre olmalıdır derken diğer kısmı istifadeyi, sıkıntı ve ihtiyaç bulunduğu halde bölgede başka mezhebin kadısının bulunmaması gibi zarûret hallerine mahsus kılmaktadırlar. 
Uygulamayı yansıtan kaynaklardan elde edilen bilgilere göre resmi tek mezhep sınırlaması şu sıkıntıları doğurmuştur: 

a) Devletin fethedilen topraklarda uygulamak istediği rejim ile tercih ettiği mezhebin ictihadı uygun düşmeyebilmiştir. 

b) Teb'a içinde hem gayr-i müslimler hem de özel hayatında devletin resmi mezhebine tâbî olmayan müminler bulunduğu için bunların mahkemelere işleri düştüğünde inançlarına, vicdanî kanaatlerine ve bazan menfâatlerine ters düşen hükümlerle karşılaşmaları şikayetlere sebep olmuştur. 

c) Baskı altında evlenme ve boşanma, bir defa aybaşı olduktan sonra bir daha olamayan kadınların iddeti (ayrıldığı kocası ile hukukî ilişkisinin sona ermesi için beklemesi gereken süre), ergen kızların velîsiz evlenmeleri, kocası kaybolmuş kadınların hukuki durumu, sipariş usûlüne (istısnâ) göre yapılmış malın müşteri tarafından kabulünde tanınan muhayyerlik gibi birçok konuda bir mezhebin esahh-ı akvâli, o mezhebe tâbî olanlar için bile yeterli olamamış, insanların zarar görmeleri ve haklı şikâyetleri önlenememiştir. 

d) Önceki müctehidlerin yaşadıkları devirlerde bilinmeyen alet, usûl, muamele şekli, teknik ve ihtiyaçlar ortaya çıktıkça bunlarla ilgili hükümleri ortaya koyacak müctehidlerin bulunmaması, daha doğrusu yeni ictihadlara soğuk bakılması, bir mezhebe bağlı fıkıhçıların yetersiz ve zorlama fetvâları ile yetinme zarûretinin hasıl olması, birçok meseleyi kamil mânâda İslâmî çözümden mahrum bırakmıştır. 

Yukarıda sıralanan sıkıntıların giderilebilmesi için gerekli bulunduğu halde XX. asra kadar ictihada başvurulmamış, meşhur ifadesi ile ictihad kapısı kapalı tutulmuş, ehil olsalar bile birileri çıkıp "kral çıplak" kabilinden bu kapının açık olduğunu söyleyememiştir. Diğer mezheplerin ictihadlarından da istifade ederek, başka bir deyişle kısmen de olsa tek mezhep şartından vazgeçerek hukukî düzenlemeler de 1917 tarihli aile kanununa kadar -küçük istisnalar dışında- yapılamamıştır. 

Ancak ictimâî hayatı teorik kalıplara sıkıştırmak mümkün olmadığı için resmî mezhep uygulamasından bir kısım tavizler verilmek, bazı ilkelerinden vazgeçerek sıkıntıyı gidermek mecburiyeti hâsıl olmuş, önce bu yola gidilmiş, sonra da Hukuk-ı âile Kararnamesi ile resmî tek mezhep yerine İslâm fıkıh mezheplerine dayalı tek kanun uygulamasına geçilmiştir. 

3. Resmî Tek Mezhep Uygulamasındaki Delinmeler 
Resmî tek mezhep uygulaması toplumun ihtiyacını karşılamada ve hukukun amacını gerçekleştirmede yeterli olamadığı ve birçok sıkıntılara, daralmalara, ihlâllere meydan verdiği için üstü kapalı veya açık olarak uygulamada delinmeler meydana gelmiş, gerektikçe Hanefî mezhebinin mûteber ictihadı (esahh-ı akvâl şartı) terkedilerek, başka mezhepten hakim ve hakem tayin ederek veya dava bunlara gönderilerek, mezhebin ictihadı yerine başka bir mezhebin ictihadı alınarak (cüz'î intikâl yoluyla) hukukun önünü açma çabaları gösterilmiştir. 

a)Mezhep içinde usûlü bozmak 
Hanefî mezhebinde birden fazla müctehid ve bunlar arasında da birçok konuda ictihad farkı bulunduğu için hangi meselede hangi müctehidin ictihadına göre fetvâ ve hüküm verileceğini bir usûle bağlama zarûreti ortaya çıkmış, bu ihtiyacı karşılamak üzere çalışmalar yapılmıştır. Tercih ve temyiz selâhiyetini haiz fıkıhçıların yaptıkları bu çalışmalar sonunda, mezhep içinde mevcut farklı ictihadlardan hangisinin tercih edilmesi gerektiği kurallara bağlandığı gibi, bu kurallar uygulanarak yeni fıkıh kitapları da yazılmıştır. 

Kuralları ihtiva eden kitaplar "resmü'l-müftî, edebü'l-iftâ" gibi isimler taşımaktadır. Osmanlılarda resmî mezhep uygulaması başladıktan sonra kanun gibi kabul edilen ve kullanılan, isimleri yukarıda zikredilmiş bulunan fıkıh kitapları da "tercihli fıkıh çalışmaları"nın tipik örnekleridir. 

Ebüssuûd'un Marûzat'ında (Edebü'l-kâdî bölümünde) "Esahh-ı akvâl ile amel eyliyesün deyu beratında mukayyed olan kadı kavl-i za'îf ile amel eylese hükmü nâfiz olur mu?" sorusuna verdiği "Gayet zaîf olucak olmaz" cevabı hem resmî mezhep uygulamasının kadı beratlarına kaydedilmiş olduğunu hem de mezhep içinde ehli tarafından tercih edilmemiş ictihadlarla hükmetmenin yasaklanmış bulunduğunu açıkça ifade etmektedir. 

Ebû Hanîfe'ye göre hakim, bilerek veya unutarak kendi mezhebi dışında bir mezhebe göre hükmederse bu hüküm geçerlidir; müfta bih olan (mezhepte tercih edilen, fetvâya esas olan ictihad) da budur. 

İmameyne göre geçerli (nâfiz) değildir. Ebüssuûd'un fetvâsından anlaşılacağı üzere Osmanlılar bu usûl konusunda da -usûlden çıkarak- İmameyn'in görüşlerini tercih etmişlerdir (Ali Haydar, Dürer, IV, 699). 

Hukukta istikrarı sağlamak için alınmış olan bu tedbir sıkıntılar getirince şeyhülislâmın teklifi ve sultanın emri ile zaman zaman usûl bozulmuş ve mezhep içinde zayıf (tercih edilmemiş) ictihadlarla hüküm verilmesi emredilmiştir. 

Örnek dönemde kadı müctehid ise -ki o zaman müctehid olmayan kadı yok idi- kendi ictihadı ile hükmederdi, halîfeler onlara karışmaz, belli bir ictihada göre hükmetmelerini buyurmazlardı. Müctehid fıkıh alimleri azalınca taklit ehlinden (bir mezhebe bağlı fıkıhçılardan) kadı tayini başladı. Resmî tek mezhep uygulamasına geçilince de kadıların hangi ictihadlara göre hüküm verecekleri konusu sultanlar tarafından belirlendi. 

İslâm'ın düzene de hâkim olduğu bir devlette sultanların böyle bir müdahalede bulunabilmeleri için şeriat tarafından kendilerine bu selâhiyetin verilmiş olması gerekir. Fıkıhçılar bu problemi de hilâfet ile kazâ arasındaki ilişkiyi yorumlayarak çözmüşlerdir. Buna göre halîfe hem icranın hem de kazânın başıdır, bu iki erk ona aittir, gücü yeterse bunları tek başına kullanabilir. Gücü yetmemesi halinde yardımcılar (vezirler, komutanlar, hakimler...) istihdam eder ve bütün bu yardımcılar onun vekilleri sayılırlar. 

Vekaleti sınırlama hakkı müvekkile aittir, mesela hükümde vekili olan kadıya "ictihadınla veya ictihadlar arasından tercih ettiğin ile hükmet" diyebileceği gibi "filan ictihada göre hükmet" de diyebilir, vekil bu sınırlamaya uymak mecburiyetindedir. Fıkıhçıların bu yorumları Mecelle'de şöyle kanunlaşmıştır: "Hakim taraf-ı sultaniden icrây-ı muhakeme ve hükme vekildir." (mad. 1800). 

"Kaza zaman ve mekan ile ve bazı husûsâtın istisnası ile tekayyüd ve tehassus eder... Ve kezalik bir müctehidin bir husûsta re'yi nâsa erfak ve maslâht-ı asra evfak olduğuna binaen onun re'yi ile amel olunmak üzere emr-i sultanî sâdır olsa ol husûsta hakim, ol müctehidin re'yine münâfi diğer bir müctehidin re'yi ile amel edemez. Eder ise hükmü nafiz olmaz." (mad. 1801). 

Ali Haydar Efendi Mecelle şerhinde, bu maddeyi açıklarken verdiği bir dipnotunda Fetâvây-ı Ankaravî'den "Çünkü masiyet ve şer'a muhalif değildir, böyle durumlarda ülülemre itaat vaciptir" ifadesini naklederek hükmün ve selâhiyetin dînî-hukukî bir dayanağını daha vermiştir; yani halifenin vekilinin tasarruflarını sınırlama hakkı bulunduğu gibi dine-hukuka aykırı olmaması halinde onun emirlerine itaat da vaciptir, bu gibi emirleri bağlayıcıdır. 

Ancak halîfenin kadıya, bu sınırlamanın ötesinde baskı yapması, hükmü ve mahkemeyi etkilemeye çalışması caiz değildir. Ali Haydar Efendi bu husûsu da şu satırlarla ifade etmektedir: "Hakimin sultana vekil olması onun leh veya aleyhine hüküm vermesine mâni değildir. Nitekim Ebu Yusuf Harun Reşid aleyhine, bir hristiyan lehine, kadı Şurayh da Hz. Ali aleyhine bir yahudi lehine hükmetmişlerdir." (Dürerü'l-hükkâm, IV, 688). 

Mecelle mazbatasında, sultanın tercih ve tahsis selâhiyetine dayanılarak mezhep içinde yapılan -usûle aykırı- tercihler sıralanmıştır. Bunlardan "şart muhayyerliğinde müddetin sınırlanması konusunda İmameynin, istısnâ' (sipariş usûlü) ile yaptırılan mamûlün kabul mecburiyetinde ise Ebû 

Yusuf'un ictihadları 300. ve 392. maddelerde kanunlaşmıştır. 
İki tipik örnek de para vakfı ve kızın velisiz evlenmesi konularıyla ilgilidir. 

Hanefî mezhebinin üç müctehidine (Ebû Hanîfe, Muhammed, Ebû Yusuf) göre paranın vakfedilmesi caiz değildir. İmam Züfer'e göre ise caizdir. Usûle göre fetvâ ve kazânın, üç imamın ictihadına göre olması gerekir. Halbuki halk yaygın olarak para vakfetmişler ve bu paranın gelirini hayra sarf ettikleri gibi ihtiyacı olanlar ödünç alarak da bundan istifade etmişlerdir. 

Yaygınlaşan işlemi kitabına uydurmak gerekince usûlden çıkılmış, İmam Züfer'in ictihadına göre caiz olduğuna, Mumammed'e göre mütevellîye teslim ile Ebû Yusuf'a göre ise "vakfettim" demekle vakıf bağlayıcı hale geldiğinden (lüzum konusunda bu iki müctehidin ictihadlarına uyularak) para vakfının lüzumuna hüküm verilmiştir. Ebüssuûd Ma'rûzât'ında "Şimdi kudât (hakimler) bu vechile hükme memurlardır, lâzımdır" demiştir (7/b). Şer'iyye sicillerine göre bu işlem mahkemelerde sıkça tashih ve tescil edilmiştir (N. Arslan, Kayseri Şer'iyye Sicillerindeki... 81 ve 84 Numaralı Defterler, Kayseri 1995, s.494 (Defter ve belge nu. 81/142; 84/11,76,81,184,424). 

Ergenlik çağına gelmiş bir kızın nikah akdinde bizzat taraf olması; yani velîsi mecliste hazır ve akitte taraf olmasa bile kızın irade beyanı ile yapılan evlenme akdi Hanefî mezhebinde geçerli olan ictihada göre mûteberdir. Mezhep imamlarından Muhammed'in ictihadına göre ise bu akit bâtıldır (hükümsüzdür). Yine zamanın kötülüğü, cevazın kötüye kullanılması gerekçelerine dayanılarak usûlden çıkılmış, böyle bir nikahın kadılar tarafından kabul edilmesi yasaklanmıştır. "951 yılında kudât, velî izinsiz nikahı kabul etmemeye memurlardır... Kudâtın vilayeti sahib-i hilâfetin izni ve icazetinden müstefâddır...Husûsan fesad-ı zeman gün gibi ıyândır..." (Ebüssuûd, 3/a-b). 

b)Niyabet (istihlaf) ve hakem usûlleri 
Kazâ selâhiyetinin halîfeye vekaleten kadılarda bulunduğu yorumunu yapan fıkıhçılar, gerektiği zaman, belli bir iş ve dâva için kadının bir başkasını vekil (nâib) tayin etmesini de halifenin iznine bağlamışlardır (İbn Âbidîn, IV, 356; Mecelle, mad. 1805). Kadının beratına göre bu selâhiyeti varsa, kendisine böyle bir izin verilmiş ise, mezhebi farklı olan kimselerin dâvalarında, onların mezhebinden bir âlimi naib tayin ederek hüküm verdirecek ve bunu tasdik edebilecektir. Resmî tek mezhep uygulaması katılaşmadan önce hakimlerin bu yola başvurarak farklı mezhep mensuplarının ihtiyaçlarını karşıladıkları şer'iyye sicillerinden anlaşılmaktadır (H. Sahillioğlu'ndan naklen M. A. Aydın, Türk Hukuk Tarihi, İst. 1999, s.91; H. İnalcık'tan naklen İ. Ortaylı, Osmanlı Devleti'nde Kadı, Ankara, 1994, s.54). 

Ancak bu uygulama gittikçe daraltılmış, Ebüssuûd devrine gelindiğinde özellikle dâvalının mezhebine aykırı hüküm niyabet yoluyla da olsa menedilmiştir."Kudât, memâlik-i mahmiyyede müddeâ aleyh mezhebine muhâlif hükümden memnûlardır, imzâ ve tenfîz lağvdir" (Ma'rûzât, 9/b). Aynı kaynakta bu sınırlamanın, davacı davalı ayrımı yapılmadan merkezde daha da daraltıldığını gösteren ifadeler mevcuttur (4/a). 

Hakem tayin ederek, işi mahkemeye götürmeden anlaşmazlığı çözmek meşrûdur. Bu meşrûiyetin Kur'an'da (Nisâ: 4/35) ve Sıffîn olayında yaşandığı gibi örnek devirde dayanakları bulunduğu gibi genellikle sulhu teşvik eden naslar da dolaylı olarak hakemlik uygulamasına kapı açmaktadır. Osmanlılarda hukuki istikrar adına tek mezhep kabul edilince bu düzen bozulmasın diye hakem ile çözüme de en azından belli bir zaman izin verilmemiştir. 

"İki kimesne bir husûsta bir kimesneyi tahkîm edüp da'vâların faslettirseler hükmü nâfiz olur mu? el-Cevâb olmaz, tahkîm memnûdur" (Ma'rûzât, 9/a). Anadolu ve Rumeli'nde görülen bu uygulamanın, başka mezheplere mensup bulunan müslümanların yaşadıkları diğer bölgelerde işlemediği ve buralarda halkın hakem tayin ettikleri, başka mezhepten hakemlerin hükme bağladıkları meseleyi Hanefî Osmanlı hâkiminin tasdik ve icrâ eylediği, Mecelle Şarihi Ali Haydar'ın şu ifadesinden anlaşılmaktadır: 

"Devlet-i aliyye-i Osmaniyye'nin ekser-i ehalisinin mezhebi Hanefî ve hükkâm dahi mezheb-i Hanefî üzere hükme memurdurlar. Bununla beraber Irak, Hicaz, Yemen gibi diğer kıtaâtında mezahib-i saireden dahi ehalî-i İslâmiyesi mevcuttur. Bu gibi diğer mezahibi mukallid bulunan ehali arasında meydana gelen ve kendi mezheplerine göre faslı münasip görülen meselelerde bunlar bir hakem tayin ederler, hâkim-i Hanefî hakemin hükmünü tasdik ve tenfiz eyler" (Dürer, IV, 694-5). 

c) İntikâl (başka mezhebin ictihadını alıp uygulamak) 
Bir mezhebi iltizam etmiş; yani ona bağlanmış, dînî hayatını o mezhebe göre yaşamaya karar vermiş bir ferdin toptan veya gerektikçe bazı meselelerde başka bir mezhebe geçmesinin, başka ictihada göre amel etmesinin caiz olup olmadığı tartışılmıştır (H. Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, İst. 1996, s.208 vd). Başka mezhebe geçemez, geçerse ceza gerekir diyenler olmuş ise de fıkıhçıların kahir ekseriyeti bu, taassuba dayalı delilsiz hükme katılmamışlardır. 

Nazarî olarak durum böyle olmakla beraber uygulamada (fetvâda ve ferdin dînî hayatında) taassupla tek mezhebe bağlı kalınmış, gerektiği halde başka mezhebe göre fetvâ vermek yerine hile yoluna (hiyel-i şer'iyye) gidilmiş, bir şekilde işler kitabına uydurulmuştur. Hukukî hayata gelince, Osmanlılarda tek mezhep resmîleştirildiği için kadılar bu mezhebe göre hükmetmek üzere tayin edilmiş, onlara ictihadlarına göre de, başka bir mezhebe göre de hüküm verme selâhiyeti tanınmamıştır. 

Bu resmî karar -gerektikçe delinerek de olsa- genellikle uygulanmış, Mecelle tedvin edilirken bazı maddelerde mezhep dışına çıkmak düşünülmüş ise de uygulamaya konmamış, kanun Hanefî mezhebine göre düzenlenmiştir. Resmen mezheb hükmünün (Hanefî ictihadının) terk edilmesi Mecelle'nin ilk ta'dilinde başlamış, 1917 tarihli Hukuk-ı âile Kararnamesinin tedvin ve taknîninde ise tek mezhebe bağlılık ilkesi terkedilmiştir. 

Mecelle'nin mazbatasında ve 1801. maddesinde zikredildiği gibi Osmanlı hakimleri, sultanın tercih ettiği mezhebe göre hükmedeceklerdir. Sultan bir meselede, Hanefî mezhebinde -iftâ ve kazâ usûlüne göre- önceliği bulunan bir ictihadı değil de zayıf veya müftâ bih olmayan ictihadı yahut da başka bir mezhebe ait bulunan ictihadı tercih eder, hüküm buna göre olacaktır diye emrederse hakim de buna uyacaktır. Mezhep içinde usûlden çıkılarak yapılan tercihlere yukarıda temas edilmiş ve örnekler verilmiştir. Hanefî mezhebinden çıkarak verilen hükümlerin ise birçok örneği vardır. 

Mîrî arâzî örneği: 
Mecelle tadîlinden önce Ebüssuûd devrinde ve onun tasarrufu olarak yapılan ilk önemli intikâl, toprak hukuku konusunda olmuştur. Fethedilen ülkelerin arâzisinin hukuki durumu Hz. Ömer devrinden itibaren tartışma konusu olmuş, toprakları da diğer mallar gibi ganimet sayan ve beşte biri devlete alındıktan sonra geriye kalanın gâzîlere dağıtılması gerektiğini söyleyen müctehidler yanında topraklar dağıtılacak ganîmet cinsinden değildir, toprağın mülkiyeti kamuya ve devlete aittir diyenler de olmuştur. 

Hanefî mezhebine göre toprak da ganimettir, anlaşma gereği eski sahiplerine verilen topraklar onların mülküdür ve harâca tabidir, gâzîlere verilen toprak da bunların mülküdür ve öşre tabidir (İbn Âbidîn, III, 277). İmam Mâlik'e göre fethedilen topraklar mülk olarak dağıtılmaz, mülkiyeti kamuya aittir. Türklerin tarihi geleneklerine uygun olarak Osmanlılarda timar sistemi oluşturulmuştur. 

Bu sistemin İslâm hukukuna uygun hale getirilmesi için gayret sarfeden Şeyhülislâm Ebüssuûd, kendisi tarafından hazırlandığı söylenen Budin Kanunnamesinde önemli açıklamalar yapmıştır. Buna göre timar sisteminde toprak mülkiyetinin devlete ait olması başka mezheplerin ictihadıdır ve kanunnâmede bu ictihad tercih edilmiştir. Toprağın mülkiyeti (rekabe-i arz) müslümanların beytülmalı (devletin hazinesi) için alıkonmuş, reâyâya âriyet ve icare yoluyla tasarrufu verilmiş, elde edilen üründen muvazzaf (çift akçesi, miktarı belli) veya mukaseme (öşür, çıkanın ondasına göre) haraç istenmiştir. 

"Sevâd-ı Irak'ın arâzîsi bazı eimme-i din mezheplerinde bu kabildendir, bu diyâr-ı bereket-şi'ârın arâzîsi dahi (aynı) üslûb üzerine arz-ı memlekettir ki arz-ı mîrî demekle ma'ruftur" (Kanunnâme-i mûtebere, özel nüshamız, 8/b). Mülkiyeti kamuya ait bulunan toprakların ekip biçmek ve işlemek üzere halka kiralanması (icâre) da önce tapu adıyla peşin (muaccele), sonra da öşür adıyla üründen pay alınarak yapılmıştır. 

Fıkha göre kira müddetinin belli olması gerekir, aksi halde akit fasid olur ve feshedilir. Ancak zarûret bulunduğu için bu kurala da riayet edilmemiş, "fasid akitler icrâ ile sıhhat kazanır" kaidesine göre işler yürütülmüştür. "...beytülmal için ifraz olunup tasarruf edenlere icare tarikıyla verilmiştir... Zeman-ı tasarrufları beyan olunmamağın icare-i fâsidedir." (4/b). 

Menfâatin tazmîni: 
Hanefî mezhebine göre gasbedilmiş bir malın menfâati tazmin ettirilmez. Mesela bir kimse diğerinin evini gasbedip içinde yıllarca otursa, husûsî arabasını zorla elinden alıp yıllarca kullansa, mahkeme malın aslını sahibine iade eder, ama gâsıbın emsal kirayı ödemesine (gasbedilen maldan elde edilen menfâatin karşılığının ödenmesine) hükmetmez. 

Şâfi'î mezhebine göre ise gasbedenin, malın emsal kirasını ödemesi gerekir. Hanefî mezhebine ait bulunan ictihad haksız tasarruflara ve menfâat sağlamalara yol açtığı için sonraki Hanefî fıkıhçılar üç konuda Şâfi'î mezhebinin ictihadına intikâl etmişlerdir: Vakıf malları, yetim malları ve gelir elde etmek üzere edinilmiş mallar (kira arabası gibi). 

Mecelle'nin Hanefî mezhebine göre düzenlenmiş bulunduğunu kaydetmiştik. İctimâî ve hukukî hayatı daraltan tek resmî mezhep uygulamasından zaman içinde şikayetler başlamış (Bu gibi şikayetler için bak. E. Mardin, Medenî Hukuk Bakımından Ahmed Cevdet, İst.1946, s.186-226), başka mezheplere intikâl yoluyla çözümler teklif edilmişti. 

Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi'nin 596. maddeyi şerh ederken, yukarıda zikredilen üç meseledeki intikâli de örnek göstererek kaydettiği şu satırlar bunların tipik bir örneğidir: "Bu zamanda bilcümle emvalin menafiinde mezheb-i Şâfi'î kabul edilmek ve olvechile amel olunmak üzere irade-i seniyye istihsal kılınmak münasip olup olmayacağı (husûsunu) asrımızın fukahası müşavere ederek bir karar ittihaz etmelidirler (I, 950). Bu yumuşak ifade 1801. maddenin şerhinde biraz daha kesinleşiyor: ":... menafiin mazmuniyeti hakkında mezheb-i Şâfi'î ihtiyar edileceği derkârdır (IV,695). 

Ali Haydar Efendi'nin bu temennisi kendi hayatında gerçekleşmiş, üyesi bulunduğu Mecelle Cemiyeti tarafından yapılan ilk tadilde yedi madde değiştirilmiş, menfâatin tazmini konusunda Şâfi'î ictihadından, satım akdinden sonra ve teslim almadan önce malı satmanın cevazı Mâlikî mezhebinden, hayvanlarda selem akdinin sahih olması hükmü diğer üç mezhepten, kira akdinin, taraflardan birinin vefatı ile bozulmayacağı hükmü Şâfi'î mezhebinden alınmıştır (Ali Haydar, el-Mecmûatü'l-cedîde, İst. 1332, s. 136-138). 

Osmanlıların resmî tek mezhep uygulamasını büyük ölçüde terkettikleri ilk kanun "Hukuk-ı âile kararnamesi" adı ile bilinen aile kanunudur. Mecelle aile kanununa yer vermediği için bu alanın da kanunlaştırılmasına ihtiyaç hasıl olmuş, 1917 tarihinde yapılan aile kanunu bu ihtiyaca cevap vermiştir. Hanefî mezhebi yanında diğer mezheplerin ictihadlarını da alarak hazırlanan, şeyhülislâmın ve sultanın tasdikinden geçen bu kanun 157 maddedir. Osmanlı tebâası içinde bulunan İsevî ve Mûsevîlerin de aile hukuklarını düzenlemektedir. 

1919 yılına kadar yürürlükte kalan bu kanun, hazırlanmasında geniş ölçüde intikâl usûlünün kullanılması ve ihtiva ettiği yeni hükümler bakımından ileri bir adımı temsil etmektedir. İlk defa bu kanunda hem gayr-i müslim teb'a, müslümanların mahkemesinde (şer'iyye mahkemelerinde) kendi inançlarına uygun hüküm alma imkânına kavuşmuşlardır hem de farklı mezheplere mensup teb'aya psikolojik/vicdânî bakımdan tatmin olmaları yolu açılmıştır. 

Osmanlı aile kanunu diğer İslâm ülkeleri için iyi bir örnek teşkil etmiş ve bugüne kadar birçok ülkede onun usûlü üzerinden yürünmüştür. Kararnamenin kabulünden yaklaşık bir buçuk sene sonra yürürlükten kaldırılması eksik veya yetersiz olmasından değil, kendi yargılama imtiyazları ellerinden alınan gayr-i müslim rûhânî reislerinin, hem Osmanlı hem de Batılı devletler nezdinde sürekli olarak yaptıkları şikayetler ve baskılar yüzünden olmuştur. 

Sonuç 
Osmanlı hukuku bir İslâm hukuku uygulamasıdır. Başta müsamahalı olarak Hanefî mezhebi fıkhına dayanılmış, XVI. asırdan itibaren sert bir şekilde resmî tek mezhep (Hanefîlik) esas alınmış, daha sonra ictimâî hayatın zorlatması ile tedricen başka mezheplerden istifade yolu açılmıştır. Cumhuriyete yaklaşıldığı ve gelindiği yıllarda bu tabîî gidiş, ictihadın da devreye sokulması ile tekâmüle doğru ilerlerken kültürün ve medeniyetin bütünüyle beraber hukuk alanında da başka bir örneğe (Batı'ya) yönelindiği için yolu kesilmiştir. 

Elmalılı Hamdi Efendi'nin bir dergideki şu ifadesi hem İslâm hukukunun tekâmül kabiliyetini hem de Osmanlı tecrübesinin son zamanlarını dile getirmesi bakımından ilgi çekicidir: "İşte biz bugün bu esaslara malik olduğumuz cihetle fıkh-ı celîl-i İslâm'da mûteber olan bilcümle mezahibi elimize alarak zamanımızdaki -maatteessüf kalîl olan- mütehassıslardan mürekkep, her nerede olursa olsun, Mecelle cemiyetinden daha vasi bir hey'et-i ilmiyye teşkil edip, bir taraftan milel-i gayr-i müslime erbâb-ı iktidarından bir hey'et-i hukukiyye bulundurur ve bilcümle hâdisât ve muâmelât-ı külliyyemizi de tayin eyler ve evvel emirde fıkh-ı Hanefî'den tetkik, tatbik, cemi' ve te'lîfe başlar ve ihtiyac-ı nâsa erfak olan mesaili herhangi mezhepten olursa olsun alır ve faraza bunlarda bulunmayacak halli zarûrî bir hâdiseye tesadüf edersek hallini aynen bulabileceğimiz Avrupa kavânîninden değil, kavâ'id-i felsefe-i şer'iyyemizle hal ve tayin eyler, bu suretle öyle bir kanun-i muhit meydana getiririz ki âlem-i medeniyet parmak ısırır ve Mecellemiz bile onun bir sahife-i muhtasarası gibi kalır (Beyânu'l-hak, sa. 18, s.403). 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...