11 Mart 2015

SÜLEYMAN MABEDİ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ (DİNLER TARİHİ) PDF E-KİTAP







SÜLEYMAN Mabedi 
PDF E-KİTAP

TARİH YENİDEN YAZILACAK MI?



TARİH YENİDEN YAZILACAK MI?

(Amerikan Yazarı Türk Tarihi Tezi Kanıtlıyor)

Hazırlayan Gene D. Matlock, B.A., M.A. 

Türkçe'ye Tercüme Eden: Kemal Menemencioğlu
Hiç tufandan önce insanların uygarlığının neye benzediğini öğrenmek ister miydiniz? Bu artık mümkün. Bu görüntüler ,Türkiye ve Orta Asya'da kazılarla ortaya çıkmaktadır.
Biz insanlar tüm uygarlığın atası olarak Sümer, Yunanistan, Mısır ve Çin'i görmeye yanlış bir şekilde şartlanmışızdır. Ancak şimdi Türkiye ve Orta Asya'da arkeologlar tufandan on binlerce yıl önce uygarlık izlerini keşfetmektedirler. İran ve başka yerlerde kazılarda sadece bir değil ama belki de birkaç "Nuh'un gemisi" olduğunu öğrenmekteyiz.
Bir zamanlar Yunanlılar ve Türkler tek bir halktı. Ancak, belirsiz bir tarihte onların yolları ayrıldı. Onlar o zamanlar daha emekleme çağında olmalarına rağmen birbirlerine gayrimeşru dediler. Binlerce yıldır, Yunanlılar Türkleri örtbas edip Batı Uygarlığın atalarının kendileri olduğunu dünyaya ikna edebilmişlerdi. Ancak bu yalanı daha fazla sürdüremezler.
Yakın zamanda tarih konusunda bilgili bir Türk hanımla yazıştım ve ona böyle korkunç bir sahtekârlığın nasıl yürütülebildiği konusunda fikrini sordum. Türkler ve Yunanlılar hakkında olup bitenleri bilmediğini belirtti, ancak şunları söyledi "Yunanlılar ve Türklerle ilgili şunları söyleyebilirim. Zeus Türkçe bir isimdir. Yunan sahtekârlığı artık bir sır değildir ve birçok araştırmacı, Yunanlı olarak bilinen birçok şeyin Helen öncesi Yunan olmayan Mısır, Hitit ve Türk uygarlıklarına ait olduğunu anlamaya başladılar - Bu çok tartışmalı bir konudur. Türkiye'deki Truva kazıları yürütün Profesör Manfred Korfmann, Avrupa'da yaptığı bir konferansta Truva ve diğer önemli Anadolu Uygarlıklarının Yunanlı olmadığını söylediği için büyük tepki görmüştü. Anadolu'nun çok yakın bir tarihte Yunanlaştığını söyledi. O zamandan önce başka önemli uygarlıklara ev sahipliği yapıyordu. Maalesef, Prof. Korfmann yakın bir tarihe vefat etti. Çok şükür, akademik dünyada bu önemli konuyu açmaya vakti oldu. Önderimiz Atatürk "Anadolu 7000 yıldır Türk'tü" demişti ve Çanakkale'de İngilizleri yendikten sonra Truvalıların intikamını aldık demişti. Bunu sadece politika sanabilirsiniz ama Petroglifler herkesin göreceği şekilde ortadadır.
Yahudi Tarihini yazan Flavius Josephus, eserinin Yunancaya tercüme edilmesini istemedi. Çünkü o zaman Yunanlıların, Yahudiliği kendilerinin keşfettiklerini iddia edebileceklerini savundu.
Hıristiyanlığı ilk kabul edenlerin Türk ulusları olduğu tarihi bir gerçektir. Bunun sebebi bizden saklanmıştır. Aslında bir Yunanlı olan Roma İmparatoru Konstantin I, Türklerin neden Hıristiyanlığı bu kadar kolay kabul ettiklerini öğrenmemizi istemedi. Dolayısıyla, onun etkisiyle dünya tarihinin en şaşırtıcı gerçeklerinin biri bizden esirgenmişti. Ben kendim bunu yakın tarihte öğrendim, birkaç ay sonra 



Resim 1 Durupınar Nuh'un Gemisi Ziyaretçi Merkezi - Gemi Solda


Belirttiğim gibi tüm dünya uygarlıklarının ataları ve tüm bilimlerin öncüleri, Sibirya'dan bugün Modern Türkiye'ye uzanan bölgede bulunan eski Türk halklarıydı. Onlar Aryan (Ari), Kuru,Turan, Tulan, Danuu veya Tanu (Dan Kavimleri) ve diğer benzeri isimlerle bilinmektedir. Ayrıca onlara Pancha Krishtaya (İnsanlığın Beş Irkı) denilirdi.
Dünyanın eski efsanelerine göre Kuzey Kutbu bugün bildiğimiz ıssız buzullar değildi. Orada iklim koşulları elverişli ve ılımandı. Topraklar bereketliydi. Hyberborların, çocukların bile kolayca öğrenebileceği ve uygulayabileceği basit bilimsel teknolojileri vardı. Oksijen sevileri günümüzden daha yüksek olduğu için onlar hastalıksız binlerce yıl yaşayabiliyorlardı. İntihar etmeden kolayca ölemiyorlardı.




Resim 2   En Az  12.500  Yıllık Göbekli Tepe Harabeleri


Onlar iki başlı bir kartal, Krishta (Krişta, Christ) ve haç (Krsti) olarak simgeledikleri  yüce tanrı olarak taptıkları güneş enerjisini kullanabiliyorlardı.  Dinlerini kendi adlarıyla Krishtaya ve ayrıca "fatih" anlamına gelen Kristihan (Sanskritçe sözlüğe bakınız). Onların dininin bütün dinlerden önce var olduğunu bilmek Hıristiyanları şaşırtabilir. Ancak bu bizim şu anda kadim insan tarihini yeniden yazmamızı mecbur eden tek gerçek değildir.
Kuzey Kutup bölgelerinin Rus araştırmacısı felsefe doktoru Valery Dyemin, Yunanlıların efsanelerinde İskitlerin kuzeyinde olduğu anlatılan Hyperborea'nın ("Kuzey rüzgarı Borea'nın ötesi") gerçekten var olduğunu savunmaktadır.
Dyemin şöyle demektedir, "Ben inanıyorum ki o uygarlığın kalıntılarını Avrasya ve Amerika'nın  buzul bölgelerinde, Kuzey Kutbun Arktik deniz ada ve takımadalarında, deniz, göl ve nehir diplerinde aramalıyız. Rusya, Hyperborea'yla ilintili olabilecek en fazla mıntıka ve kalıntıya sahiptir. Bazıları şimdiden araştırmacıların dikkatini çekmiştir, diğerleri keşfedilmeyi bekliyor. Kola Yarımadası, Vaigach Adası, Karelia, Ural Dağları, Batı Sibirya, Khakasia, Yaktia ve başka yerlerde aktif keşifler günümüzde devam etmektedir. Franz Josef bölgesi, Taimyr ve Yamal'da da araştırma yapmanın olasılığı vardır.
"Coğrafik terim olarak 'Hyperborea düzlüğü' teknik açıdan kullanılmaktadır. Bilim adamları düzlüğün deniz dibine neden battığını öğrenmek için dinamiklerini tartışıyorlar.
"Diğer deyişle, Hyperborea (Hiperborya) sonuçta deniz dibine inen kalıntıların üzerinde yayılmış olabilir.
"16ncı asır Flaman haritacı ve coğrafyacı Gerhardus Mercator, haritalarının birinde Kuzey Kutup civarında çok büyük bir kıtayı göstermektedir. Bu yer derin nehirlerin adalara böldüğü bir takımadadır. Tam merkezinde bir dağ bulunmaktadııur (efsanelere göre Hint Avrupalıların ataları Meru Dağına yakın yaşıyorlardı). Sormak gerekir, bu yer haritaya nasıl geçti? Ortaçağlarda Arktik bölgeler hakkında bilgi yoktu. Mercator'un kadim bir haritadan faydalandığına dair belirtiler var. Bunu 1580 yılında yazdığı bir mektupta açıklamıştı. O harita Arktik Denizi'nin ortasında bir kıta gösteriyordu. Bunu da haritasında buzsuz olarak göstermişti. Mercator'un haritasının  kadim haritaya dayandığı gözükmektedir."


Resim 3 Mercator Haritası - Rus Bilim Adamı Kuzey Kutbunda Cenneti Buluyor 


Kutsal kitabımız, bu Hyperborea cennetine Aden adını veriyor. Ancak Aden Rus ve Sibirya bozkırlarının esas adından başka bir şey değildir. Maalesef, onların dünyevi cennetleri yok olacaktı. Büyük bir felaket, belki de büyük bir göktaşı, meteor veya asteroitin dünyayla çarpışması eksenini ve/veya yörüngesini değiştirmiştir.  Hyperborea buzul bir cehenneme dönüştü. Hiperborealılar sonra günümüzde Türkiye ve Orta Asya Cumhuriyetlerinin bulunduğu yerlere kaçtılar. Efsanelere göre onlar Tannu Tuva (ayrıca Tewa veya Tiwa). Bu Tannu kelimesi ayrıca Sanskritçe Danu olarak geçer ve fatih anlamına gelir. Onlar ayrıca kendilerine üstün fatihler anlamına gelen Su-Tannu derler. Türkçe'de Su ayrıca asker anlamına gelir. 
Afganistan, Pakistan, İran, Irak ve Orta Asya ülkeleri dahil çok geniş bir alanı kapsıyan bu Federasyonları sonunda dağıldı. Belki de bu zamanlarda Yunanlılar Türk kardeşlerine sırtlarını çevirerek ayrı bir yola gitmeye karar verdiler. Bu dağılan ülkeleri Tacikistan, Afganistan, Pakistan, Kazakistan, Kurustan (bugünkü Türkiye), Kırgızistan, Özbekistan ve diğerleri olarak bilmekteyiz. Bunların sonu "stan" ile bitmektedir. Unutmayalım ki, "stan" ekleminin kökeni "Su-Tannu"dan gelmektedir.
Daha sonra Altay bölgesinde büyük bir sel bölgeyi daha da verimsiz duruma getirdi. Bundan sonra onlar Hindistan'ın içlerine kadar yayıldılar ve orada mevcut olan yüksek bir uygarlığa kendi bilgeliklerini kattılar. Hindistan'a girdikten nerdeyse hemen sonra iki bölge arasında karşılıklı nüfus yerleşmeleri başladı. Dini inançlarını birleştirdiler. Sonuç olarak Şiva (Shiva), İndra, Kubera (bizim Heber'imiz) ve diğerleri olarak bildiğimiz Hindu tanrılarının aslında Türk ve Sibirya kökenleri vardır.
Onlar ayrıca Mısır, Sümer, Çin ve bildiğimiz tüm diğer kadim uygarlıkları kurdular. Onlar bize değişik alfabe ve hatta dinlerimizi bile verdiler. Dolaylı veya dolaysız olarak, onlar İnka, Aztek, Mayaların atalarıydı, Tihuanaco ve Karal gibi kadim ve yüksek Güney Amerikalı şehirlerinin mimarlarıydılar.




Solda Resim 5 Tihuanaco'nun 20 bin yıllık olduğu iddia edilir
Sağda Resim 6 Peru Sahilinde Karal'ın Mısır piramitlerden daha eski


Hindistan'da bile insanlığın ve tüm uygarlıkların yaratıcı gücüne Ana Tanrıça olarak tapılır. Onun kutsal mekânı manyetik Kuzey Kutbun merkezindedir.
Kuran'a göre Âdem (İnsanoğlu için Türkçe ismi) Aden (Sibirya bozkırları) cennet bahçesinden kovulduktan sonra Siri Lanka veya diğer adıyla Serendip'e uçarak "Âdem Tepesi"ne indi. Serendip, Sanskritçe Ceren-Dvipa kelimelerinden türemiştir. Anlaşıldığı gibi Âdem pek de ilkel sayılmazdı.  Onun Siri Lanka'ya bir tür hava gemiyle gittiği anlaşılmaktadır. Oradan tüm dünyayı dolaştı. Sonunda Arabistan Cidde'de geride kalan Havva ile tekrar bir araya gelip Orta Asya'ya geri dönmüş.
Hint efsanelerinde Hyperborea'dan gelen Ana Tanrıça ve Adem'in Ceren-Dwipa'ya seyahatini açıkladım. Böylece okuyucuların böyle muhteşem bir cennetin Güney Kutbunda olduğu yanılgısına düşmemeleri gerekir, çünkü hiçbir eski efsanede bundan söz edilmiyor.
Böylece Ana Tanrıçanın yaratıcılığı Siri Lanka kadar güneye yayıldı. Ondan sonra uygarlık tüm dünya etrafında Yengeç ve Oğlak Dönencesi arasında güneşi takip etti.




Resim 7

 Uygarlığın Dünya Etrafında Doğudan Batıya Hareketini Gösteren Harita
Altay'daki büyük tufandan sonra hayatta kalanlar Meru ve Si-Yoni (Zion, Siyon) Dağı adında ünlü bir dağa yakın sığındılar. Ancak farklı kavimler arasında geçimsizlik dünyanın muhtelif bölgelerine göç etmelerine sebep olmuştu. Günümüzde Hindular Batı Tibet'te Kailasa Dağına Meru veya Si-Yoni (İnsanlığın kökeni) Dağı olarak itibar ederler. 




Resim 8  Batı Tibet'te Kailasa Dağı


Bazı araştırmacılar esas Meru Dağının Herat, Afganistan'a yakın bir dağ olabileceğini veya Altay, Kafkasya veya Tannu-Tuva'da olabileceğini düşünüyor. Filistin'e (Pala-stan) yerleşenler gibi, bazı kavimler Orta Asya'daki kadim yurtlarının anısına Kudüs'e yakın iki dağa Zion (Siyon) ve Moriah (Meru) adını verdiler. Binlerce yıl içinde gerçek soy ve kökenlerini tamamen unuttular ve Zion ve Moriah'ı varlık ve ruhaniyetlerinin "kaynağı" olarak görmeye başladılar. Şu anda, gerçek köken ve geleneklerinin esasında Hindistan ve Orta Asya bozkırlarında olduğu konusundaki cehaletleriyle birbirlerini öldürmeye çalışıyorlar.
Nasıl Arapların ve İsraillilerin ataları Filistin ve çevresinde bulunan dağın, gerçek Meru (Moriah) veya Si-Yoni (Siyon) Dağı olduğuna ikna olmuşlarsa, aynı şekilde Kuzey ve Güney Amerika Kızılderilileri Altay tufanın anılarını beraberlerinde götürdüler. Onlar da Ana Tanrıça'nın kuzeyde olduğu fikriyle geldiler. Yüzyıllar sonra Amerika Birleşik Devletlerinin güneybatısını Ana Tanrıçanın kuzeydeki mekânı sanmaya başladılar. Bundan dolayı birçok Meksikalı eylemciler Kızılderili atalarından edindikleri efsanelerden hareket ederek A.B.D.'nin atalarından miras kalan kutsal yurtları olduğu iddiasında bulunmakta. "Ana Tanrıçalarının" mekânının Kuzey Kutbunda olduğu konusundan haberdar değillerdir. Benim onlara önerim şudur, "Cehaletinizle cimri davranınız, onu savurmayınız."
Eğer anlattıklarım doğruysa, tüm insanların Orta Asya'yı terk ederek dünyanın diğer yerlerine göç ettiklerini nasıl kanıtlayabilirsiniz? Bunu şimdiye kadar neden anlamadık? Bu sorulara tatmin edici bir yanıt veremem, ancak kökenimizin kanıtları çok bariz olarak ortada. Herhangi birinin bu konuda tereddüt veya şüphe duyması beni şaşırtır. Örneğin, Avrupalıların çoğunun kökeni günümüzün Gürcistan olan Colchis (Kolhis/Abhazya) - iberya ve günümüzün Albanya'sı olan Aeria. Gürcistan binlerce yıldır uygar bir devletti. Uygarlığı büyük Tufandan çok önce yaygındı. Hatta M.Ö. 300 yıl önce bile mevcut olan okunması basit bir alfabesi de vardı. Aşağıdaki tablet M.Ö. 5nci yıla aittir ve Gürcistan'ın ilk yazılı kitabı sayılmaktadır. Tabletin ortasındaki haç figürü dikkat çekici.




Resim 9     Gürcistan'ın ilk Kitabı

Gürcü İberler (Kelt, Got, Vizigot, Ostrogot, Alan, Albanlar/Arnavutlar vs.) Batı Avrupa'ya göç ettiler. Yeni yurtlarına İberya (günümüzün İspanyası) adını verdiler. Aynı adı İtalya'ya da verdiler. Ondan sonra İngiltere'ye (Anguli), İskoçya'ya (Skota veya İskitya), İrlanda'nın bir bölgesine (Hibernia) göç ettiler vs.   
Kadim İngiltere'nin birkaç adı vardır. Bunlardan biri Albion idi. Bu kelimenin kaynağı "Alban"dir. Albanya!nın diğer adı Aeria, İrlanda (ire - land) oldu. Ayrıca, Tannu-Tuva halklarının adını Avrupa'da Danimarka ve Tuna nehrinde görüyoruz.  
Bizim Amerikan Kızılderililerin bile, geldikleri yer önemli ölçüde küçülen Tannu-Tuva, Altay ve Kafkasya'sındandır. Rus bilim adamları onların DNA'larının bizim Amerikan Kızılderililerinin DNA'sına uyduğunu tespit etmişlerdir. Ancak bunu kanıtlamak için DNA'ya gerçekten ihtiyacımız var mı?   
KENDİNİZ KARAR VERİNİZ
Aşağıdaki Türk mekanlarını Amerikan Kızılderili mekanlarıyla karşılaştırınız. Navajo çadırlarının  (hogan - yurt) deriden yapılmadığı dikkatinizi çekmiş olabilir. Bunun sebebi  esas Navajo göçmenlerinin hayvancılıkları yoktu.



Resim 11,   12,   13
Aşağıdaki Kızılderili Tuva ve Altay Şamanlarının resimlerine dikkatli bakınız.  Benziyorlar mı?  

Resim 14,   15,   16
Tannu-Tuvas, Tevas ve Tivas ile  Amerikan'ın Güneybatısında Tewa, Tiwa ve Towa köyleriyle Taoan kızılderili kavmin bu kadar benzer olması dikkate değer bir vakadır. Bu bir tesadüf olabilir mi?


Resim 17
Mabet çatılarını tutan Meksikalı putlara Atlantes denilirdi. Yukarıdaki resimde Tula, Hidalgo harabelerinde duran Atlanteslere dikkat ediniz. Bazıları bunların uzaylıları temsil ettiğini iddia eder. Eğer bu doğruysa, neden bunlar Rusya'da Sibirya'nın Tula bölgesindeki Şamanlar gibi giyinmişler? 
Biz insanlar, gözümüzün önündeki kanıtlı gerçekleri tanımakta bu kadar uzun neden bekledik? Kafamızdaki örümcek ağları kaldırmamızı ve kim olduğumuzu ve nereden geldiğimizi hatırlamamızı bizden isteyen doğanın arkasında bir güç mü var? Bizim dünyaya ve hemcinslerimize fayda veya zarar vermek için neler yaptığımızı mı değerlendiriyor? Kendimizi geliştirmemiz mi gerekiyor, yoksa dünyayı daha iyi yapmaya gücümüz mü yetmiyor?
A.B.D.'nin New Meksika eyaletinde bulunan ünlü bir Kızılderili Membreno-Apaçi reisi, bana insanoğlunun geçmişi ile yüzleşmesi gerektiği ilahi takdirle tayin edilmiş bir süreye girdiğini söyledi. Bu evrende seyahatimizde durakladığımız bir süredir. O bunu şöyle tarif etti, "Geçmiş şimdidir."    Bu geçmişe endeksli şimdiye bir de bir gelecek eklenmesin

YAHUDİLİĞİN HIRİSTİYANLIĞA VE İSLAMA BAKIŞI Dr. Baki ADAM






YAHUDİLİĞİN HIRİSTİYANLIĞA
VE İSLAMA BAKIŞI
 Dr. Baki ADAM

HZ. İBRAHİM (A. S.) PDF E-KİTAP Yazan: Afif Abdu 'l.fettah Tabbara Ter. Doç. Dr. Mehmet AYDIN




HZ. İBRAHİM (A. S.) PDF E-KİTAP
Yazan: Afif Abdu 'l.fettah Tabbara 
Ter. Doç. Dr. Mehmet AYDIN 


TÜRKLER


TARİHTE TÜRKLER
2Harita-ic-Denizler-ve-Turklerin-Anayurdu
Türklerin başlangıcı
Atatürk’e göre 
Türklerin ilk soyu 
 Türklerin kökenini ortaya çıkarmak Atatürk’ün en büyük isteklerinden biriydi. 

Atatürk’ün 1922′de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı konuşma:  


“Efendiler, bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın 

nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır 
ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında 
tarih alanında da bir derinliği vardır. 
Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, 
insanlığın ikinci babası Nuh’un oğlu Yafesin oğlu olan kişidir.
 Nuh’un çocukları 
 Yafes Arapça eserlerde Yafes bin Nuh (Nuh’un oğlu) diye geçen kişidir. Bazı tarih kitaplarında Yafes’in tufandan sonra Hazar denizinin kuzeyine yerleştiği, Türk soyunun atası olduğu kaydedilmektedir. „Asya kökenli dinî mitolojide, insanlar tufan sonrasında Hazreti Nuh’un üç oğlundan türemişlerdir. Bütün insanları Nuh’a bağlayan bu rivˆayetin ilk ve en ayrıntılı bilgilerini veren, yazarı bilinmeyen, 520 hicri/1126 miladide telif edilen el yazması “Mücmel’üt-Tevarih ve’l-Kısas”daki (Müc’mel el-Tevarih. Yayınlayan A.Ramazâni. Tahran, Şemsi. Yıl 1318) Türkle ilgili bilgileri Ramazan Şeşen çevirisinden okuyalım:
 “Türklerin nesebi hakkında……
Nuh Peygamber Tufandan sonra yeryüzünü çocukları arasına paylaştırınca, Ceyhun tarafını Yafes’e verdi… Yafes’in yedi oğlu vardı: Çin, Türk, Hazar, Saklab, Rus, Yecuc-Mecuc’un babası olan Misek ve Bulgar ve Burtasların babası Kemˆari. Bu çocukların herbirinin nesli ve sülalesi oldu. 
Her birinin bir çeşit dili vardı. Doğu taraftaki toprakları kendi aralarında paylaştılar. Bu oğulların huylarına gelince, Çin çok akıllı ve terbiyeli, Hazar sakin ve az konuşurdu. Rus hilekaˆr ve ihtiyatlı biriydi. Saklap yumuşak kalpli olub Misek çok yaşamamıştı. Onun oğlu olan Guz hileci ve kurnazdı. 
Dedesi Yafes onu oğullarından daha çok severdi. Kemaˆri oyunu seven ava ve işrete düşkün biriydi. Türk edepli, akıllı ve doğru kalpliydi. Türk (kendisine yarar bir yerleşme bulmak ümidiyle), bütün doğu ülkelerini gezdi ve kendisine uygun bir yer buldu. 
Hoşlandığı bu yerin adına Issık göl adını verdi ki Türkçede ıssı (sıcak) göl demektir. Burada küçük bir deniz vardı, suyu sıcaktı. Çeşmeler çoktu, etrafı dağlarla çevrilmişti. Otu bol, suyu da çok hoştu. Türk Tanrı’ya şükretti ve burasını kendisine yurt etti. Yafes’in oğulları arasında Türk ve Hazar akıl sahibi idiler. Fakat diğer oğullarından hayır yoktu. Geceleyin yanındaki dağın üzerinde ateş görüldü. Ertesi günü ortalık aydınlanınca Türk o dağın tepesine çıktı. Fakat ateşten hiçbir eser görmedi. 
Fakat Türk orasını hoş buldu; yayla ve meralarını hoş ve sevindirici buldu. O dağa Iduk-art adını verdi ki bugün dahi aynı adı taşımaktadır. Sonra ağaçtan ve otlardan evler yapmayı emretti. Bundan evler (khargah) yaptılar. Barınmak için koyun derisinden kaban-üstlük ve börk yapılmasını buyurdu, bu adet bugüne kadar gelir. Kitaplardan okuduğuma göre Türk’ün bu memlekette yerleşmesi anında talihi Esed yıldızı olmuş ve o saatin sahibi Merih’in ayla, Zühre yıldızının kavsle bulunduğu dakika olmuştur Türk’ün hem kan dökücü, hem de güzel yüzlü olmasının sebebi bundandır. Türk’ün çocukları oldu ki Tutel, ǁigil, Barshan ve İlak. Bugünkü Barshanlılar, İlaklılar ve Çigiller bunların çocuklarıdırlar. 
Derler ki Tutel, bir gün avlanmaya gitmişti. Birşey yemek istedi; yerler tuzlu imiş. Elindeki lokmayı düşürdü, yeniden aldı. Yediğinde daha hoş buldu. Buradan tuz getirip yemeğe koymayı emretti”. (Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına göre Türkler ve Ülkeleri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü yayınları, Ankara 1985). Bu bilgiler sonradan, Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinde bulunan ve 2000 yılında tıpkıbasımı yapılan tarihi şahsiyetlerin seceresini listeleyen 1094 hicri / 1682 miladi tarihli “Haza-Kitab-ı Silsile-Name” gibi, başka müelliflerin yazdıklarına ve Atatürk’e de kaynaklık etmiştir. 
 Kaşgarlı Mahmut Divanü Lügatit Türk kitabında Türklerin kökünün Nuh oğlu Yafes oğlu Türk’e dayandığı yazmaktadır. “Türkler aslında yirmi boydur. Bunların hepsi Tanrı kutsal kılası Yalavaç Nuh oğlu Yafes oğlu “Türk”e dek ulanır. Bunlar –Tanrı kutsal kılası Yalvaç İbrahim oğlu İshak, İshak oğlu Iysu, Iysu oğlu “Rum”u andırır. Bunlardan her bir boyun birçok oymakları vardır ki sayısını ancak Ulu Tanrı bilir“ Oğuz Kağan Destanı Yafes’in Türk oğlundan bahseder. 
Yafes’in Türk adında bir oğlu olduğunu iddia eden daha başka isimler de var. Mesela 17. yüzyıl Çağatayca’sının parlak temsilcisi, Ebu’l Gazi Bahadır Han‘ın 1660 yılında tamamladığı Şecere-i Terakime adlı eserde Nuh’un 0ğulları anlatılmaktadır: “… 
Yerden su çıktı gökten yağmur yağdı, yeryüzündeki canlıların hepsi gark oldu. Nuh Peygamber, üç oğlu ve iman getiren seksen kişi ile gemiye bindi. Bir nice aydan sonra yer, Tanrı Teâlâ emri ile, suyu kendisine çekti. Gemi, Musul denilen şehrin çok yakınında Cûdi denilen dağdan çıktı. Gemiden çıkan insanların hepsi hasta oldular. Nuh Peygamber üç oğlu ve üç gelini ile iyileştiler. Onlardan başka insanların hepsi öldüler. Ondan sonra Nuh Peygamber, üç oğlunun her birini bir yere gönderdi. Ham adlı oğlunu Hindistan ülkesine gönderdi. 
Sam adlı oğlunu İran memleketine gönderdi ve Yafes adlı oğlunu Kuzey Kutbu tarafına gönderdi. Ve üçüne dedi ki: İnsanoğullarından siz üçünüzden başka kimse kalmadı. Şimdi üçünüz üç yurtta durun. Ne zaman çoluk çocuğunuz çoğalırsa, o yerleri yurt kılıp oturun, dedi. 
Yafes’e bazıları peygamber idi demişler ve bazıları peygamber değil demişler. Yafes babasının emri ile Cudi Dağı’ndan gidip Itil ve Yayık suyunun yakasına vardı. İkiyüzelli yıl orada durdu, sonra vefat etti. Sekiz oğlu var idi. Çocukları pek çok olmuştu. 
Çocuklarının adları şunlardır: Türk, Hazar, Saklap, Rus, Ming, Çin, Kimeri. Yafes öleceği sırada büyük oğlu Türk’ü yerine oturtup, diğer çocuklarına dedi ki: Türk’ü kendinize Padişah bilip, O’nun sözünden çıkmayın, dedi. 
Türk’e Yafes oğlu diye lâkap takdılar. Çok edepli ve akıllı insan idi.. Babasından sonra bir çok yerleri gezdi ve gördü. Sonra bir yeri beğenip orada oturdu. Bu gün o yere Isığ Köl derler. Çadır evi (otğaı) o çıkardı. Türkler’in içindeki bazı adetleri var, ondan kaldı. 
Türk’ün dört oğlu var idi. Birinci Tütek, İkinci, Çiğil (Çekel), üçüncüsü Barsçak (Berseçar), dördüncüsü Amiak (Emlak). Türk ölecegi sırada Tütek’i kendi yerine padişah kılıp uzak sefere gitti. Tütek, akıllı ve devletli iyi padişah idi. 
Türk içinde çok adetleri o peydaladı. Acem padişahlarından ilki Keyumers ile muasır idi. Günlerden birgün ava çıkıp, geyik öldürüp, kebab kılıp, yiyip oturmuştu. Elinden bir doğram et yere düştü. Onu alıp yiyince ağzına çok hoş tad geldi. 
Çünkü o yer tuzla idi. Yemeğe tuz koymağı o çıkardı bu tuz adeti ondan kaldı. İkiyüz kırk yıl ömründen geçtikten sonra oğlu Amılca Han’ı kendi yerine oturtup gidilse gelinmez denilen şehre gitti”.
Not: Bu ve benzer eserlerde geçen Nuh ve ailesine ilişkin ömürler kameri (ay) takvime göre verilmektedir mesela 240 yıl yaklaşık 240/12= 20 miladi yıla karşılık gelir. 
 Togarma Nuh’un oğlu Yafes soyu Tevrat’ta şu şekilde geçer:
 “Yafes’in oğlu Gomer’den üç çocuk olur: Askenaz, Rifat ve Togarma” (10. bölüm). The Imperial Dictionary’de, Türkmenlar (Turkomans) Gomer’in soyundan gelen Türkler olarak zikredilmiştir. 

 Hazar Yazışmaları, 950’lerde veya 960’larda, Córdoba halifesi III. Abdurrahman’ın dışişlerinden sorumlu sekreteri Hasday bin Şaprut ile Hazar Kağanı Yosef arasında gerçekleşen mektuplaşmalardır. Hazarlar tarafından yazılıp da günümüze kadar gelen az sayıdaki belgelerden biri olup Hazar tarihi hakkında bilgi sunan ender kaynaklardandır. 
Hazar Kağanı Yosef, bu yazışmalarında Türklerin Nuh’un oğlu Yafes’in oğlu Gomar’ın (Gomer) oğlu Togarma’dan geldiğini dile getirir. Togarma kabilesi/sülalesi yani Togarlar, Doğu Asya’da üstün askeri nitelikleri ile bilinen bir Türk kavmidir. Gomerler, Ön Türk kavmi olan Kimmerlerdir. (Prof. Yusuf Ziya [Yürükoğlu], Dil Tetkiklerinden Samiler-Turaniler, C.2, Birinci Kısım, Marifet Matbaası, İstanbul 1934). 
 İran Kültürüne göre Türk kimliğinin farklı bir inşası çalışması da İran kültürü içerisinde görülmektedir. Bazı İran tarihçileri, İran tarihinde çok önemli bir yer tutan Feridun’un Nuh olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nuh’un/Feridun’un yeryüzünü üç oğluna pay etmesinden hareket edilerek böyle bir iddiada bulunulmuş olması muhtemeldir. Eski İran inancı olan Zerdüştçülüğün kutsal kitabı Zend-Avesta’ya göre Feridun’un üç çocuğundan birisinin ismi Tur’dur ve bazılarına göre Türk isminin kökeni buna dayanmaktadır. 
Firdevsi’nin belirttiğine göre Tur’a (Turac, Turc) babası Ceyhun nehrinin Doğusunda kalan Turan ülkesini vererek Türkler ile Çinlilerin kralı olarak ilan etti. 
 Dinsel metinler Yafes İncil’de Nuh’un oğullarından biri olarak geçer. Tevrat rivayetlerinde ise Nuh tufanından sonra Nuh peygamber dünyayı üç oğlu arasında pay etmiş. 

Yafes’e Orta Asya ve Çin ülkeleri düşmüş, Yafes ölürken tahtını sekiz oğullarından biri olan “TÜRK”e bırakmıştır. Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, “Türk Adı, Türk Soyu, Türler’in AnaYurdu ve Yayılmalan” adlı makalesinde şöyle demektedir: “… 
bilindiği üzere Tevrat’ta nakledilen eski ananelerde Türk soyu Ham ve Sam‘dan değil, Yafes’den türemiş olarak beyaz ırktan gösterilmiştir. Turan tipine örnek olan Orta Asya, Maveraünnehir ve diğer Yakın-Doğu Türkleri beyaz tenli, koyu parlak gözlü, değirmi yüzlü ay yüzlü, badem gözlü, endamlı, sağlam yapılı erkek ve kadınları ile Gök-Türk Prensi Kül Tegin‘in büstü Orta çağ kaynaklarında güzelliğe misal olarak gösterilmiş, hatta İran edebiyatında “Türk “sözü güzel insan” manasında alınmıştır.” 
 Türk tarih profesörü Bahaddin Ögel, Türk soyunun beyaz ırka mensup olduğunu belirtmektedir. İslam Ansiklopedisi’nde , Türklerin beyaz tenli, koyu parlak gözlü, ay yüzlü, badem gözlü, endamlı, sağlam yapılı erkek ve kadınları ile Orta Çağ kaynaklarında güzelliğe misal olarak gösterildiği belirtilmiştir. Türk tarih profesörü Osman Turan, Çin kaynaklarının Türklerden, Kırgızlardan bahsederken kumral saçlı, mavi gözlü ve uzun boylu olarak ifade etmektedir. İslam, Ermeni ve Bizans kaynakları Türklerin Kuman, Peçenek ve Bulgar Türklerinin sarışın, beyaz tenli ve uzun boylu olduklarını belirtmektedir. Ruslar ve Almanlar, Kumanları sarışın anlamlarına gelen “Polovtsi” ve “Falben” biçiminde adlandırmışlardır. Tüm Avrupa, Rusya, Kızılderililer ve kuzey Hintliler dahil, 1 milyardan fazla insanın atalarının Türkler olduğu bir başka yazımızda irdelenmektedir
Bütün bunlar gösteriyor ki Türkler günümüzde Kafkasyalı denen yani Avrupalı beyaz ırka mensuptur ve bu ırkın atalarıdır. Hz. Adem devrine yakın zamanlarda Turak (Türk)’den İran-Turan savaşlarından ve Alp Er Tunga gibi büyük bir Türk Başbuğundan ve Saka (İskit) İmparatorluğu Kağan’ından bahsedilmektedir. 

 Hz. Muhammed’den nakledilen bir rivayete göre, Nuh’un üç oğlu olmuş ve bu oğullarının her birinden farklı insan soyları türemiştir. 
Nuh’un bu oğullarından birisinin adı Sam’dır ve onun soyundan Araplar, İranlılar ve Rumlar geldiler. 
Diğer oğlunun ismi ise Yafes’tir ve onun soyundan ise Türkler, Sekalibeler, Yecüc ile Mecücler (Çinliler) geldi. 
Üçüncü oğlunun adı ise Ham’dır ve onun soyundan ise Kıbtıler, Sudanlılar ve Berberiler geldiler. Kur’an’a göre Nuh’un gemisinin yeri “Ve su çekildi. İş bitirilmişti. Gemi, Cudi üzerine oturdu ve haykırıldı: ‘O zalimler topluluğu geri gelmez olsun!‘” HÛD 44. Cudi, Güneydoğu Anadolu’da, Şırnak ve Silopi ilçe merkezleri arasında yer alan 2.114 m’lik yüksekliğe sahip dağ. 
Şırnak ismi, “Şehr-i Nuh” anlamında çok eski bir isimdir. Arapça yazılmış Al-Muncitte lügat ve ansiklopedide de Cudi, Cizre şehrinin (bugünkü Cizre ilçesi) Kuzey Doğusunda Cizre’ye 45 km mesafede bir dağ olarak belirtilir. Cudi Dağı’nın eteğinde ismi “seksenler” anlamına gelen Heştan Köyü bulunmaktadır. Heştan köyünün Nuh tarafından kurulduğuna inanılır, ve köyün ismi Nuh’un Gemisi’nde bulunduğuna inanılan seksen kişiye atfen böyle anılmaktadır. 
Tarih boyunca bölge halkı Şırnak merkez, Silopi ve Cizre ilçesi ve köyleri birlikte her yıl yaz aylarında Cudi dağına ziyaretler düzenler ve çeşitli etkinlikler yaparlar. Kimilerine göre Heştan değil Cizre, Hz. Nuh ve oğulları tarafından kurulmuştur. 
 Tevrat’ta Nuh’un gemisinin oturduğu yer eski yazıyla ” r r t ” olarak yazılıdır. Baş, son ve aralardaki ünlü (sesli) harfler yazım dilindeki kelimelerde yer almaz, okunurken ve günümüz dillerine çevrilirken konulur. Bu çeviriler de Ararat olarak yapılmıştır. 
Halbuki kelime Urartu olarak da okunabilir. Urartu Cudi dağını da içine alan günümüz Doğu Anadolu bölgesi. Böylece Tevrat’ta Kur’an’da ve eski eserlerde aynı bölgeye işaret edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an’ın yanlış, Tevrat ve Eski Ahit’li İncil’in doğru olduğunu kanıtlamak için Nuh’un gemisinin Ağrı Dağında olduğunun empoze edilmek istendiği bir başka yazımızda ayrıntılı olarak açıklanmıştır. 
 Ön (Proto) Türkler Sonra neler oldu? Türkler nerelere yayıldılar. Yazıtlar, eski Çin eserleri, dinsel kitaplar Türklerin tarihinin bir yerden başlatılmasına imkan vermektedir. Ancak bu kaynaklar ve diğer bulgulardan, izlerden anlıyoruz ki Türkler bu şekilde tespit edilebilen tarihlerden önce de dünyada yaşamışlar. Yukarıdaki açıklamalar bizi Yafesin oğlu Türk, onun oğlu Tütek’e (Tütel’e) yani Türklerin soyuna götürdü. Ondan sonra bilinen Türk tarihine kadar varlıklarını sürdüren topluluklara Proto Türkler veya Ön Türkler deniliyor. 
 Ön Türkler önceki tarih devirlerinde var olmuş ve sonradan Türkler tarafından benimsenen bazı sosyal özelliklere sahip olan, Türk dil ailesine mensup dilleri konuştukları tahmin edilen topluluklardır. 
 Alman bilim adamı Dr. Wolfram Eberhard tarafından yazıya geçirilmiş bilgilerde Türk kültürünün M.Ö. III bin yıllarında Çin kültürüne; müzik, dans seramik, tiyatro, hayvan terbiyesi v.b. konularındaki etkileri belgelenmektedir. Fransız araştırıcı Maurice Curan’ın Çin kaynaklarına dayanarak Lavinniac müzik ansiklopedisinde neşredilen verilerine göre, Eski Türk müzik enstrümanları ve pentatonik (beş sesli) müzik icra şekli Çin kültürünü geniş biçimde etkilemiştir. 
Bu konuda Eduard Chavannes, Bela Bartok, Robert Lach isimli araştırıcılar ve büyük Türk Etnomüzikologları Mahmut Ragıp Gazimihal ile Ahmet Adnan Saygun, Ferruh Arsunar araştırmalar yapmışlar, Türk müzik kültürünün Orta Asya – Anadolu bağlantısını ve Çin kültürüne etkisini belgelerle ortaya koymuşlardır. Bu araştırmalara göre Proto Türk kültürünün önemli merkezleri, Sensi ve Kansu eyaletleridir. Hakas ve Tuva kültürü, Altay Türk kültürü bizi M.Ö. 3000 yılları ile buluşturmaktadır. Sümerler Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’a göre Sümerler Ön Türklerdendirler. Sümerler Orta Asya’dan Irak’ın Güneyine ve Bağdat’a (Mezopotamya’ya) gelmişlerdir. 
Nuh Tufanı ilk kez Sümer tabletlerinde Gılgamış destanında yer almıştır. Kur’an’daki bazı kıssalarla M.Ö. 3500 – M.Ö. 2000 yılları arasında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerlerin Gılgamış destanı ile benzerlik göstermektedir. Tufan öyküleri içinde Türkmen ile Sümer öyküleri birbirlerine çok yakındır. Sümerlerin Türk olduğu, veya aralarında Türkler bulunduğu hakkında başka bilim adamlarının fikir, nazariye ve iddiaları da vardır. Etrüskler Türkler ve İtalyanlar ortak genlere sahip iki halk. Ataları ortak, Ön Türkler. Bu konu ve Etrüskler bir başka yazımızda, kaynaklarıyla, geniş ve ayrıntılı olarak ortaya konmuştur. 
 Turukkiler Şimdiki Irak–Suriye sınırı yakınında Fırat çayının batı yakasında Tel-le-Hariri’de Fransız bilginlerinin yürüttüğü kazıda eski Mari şehrine ait çivi yazısı ile yazılmış tabletler – kil levhalar bulundu. Tabletlerin MÖ. 1870-1740 yılları arasında yazılmış olduğu tahmin edilmekte. Tablet metinleri yirmi yıl sonra 1950 yılından başlayarak, Georgies Dossin tarafından Louvre Müzesi haberlerinde seriler halinde yayımlandı. 
Yirmiden fazla metinde “turukku” şeklinde okunmuş boy adı vardı. İlk defa bu adın Türklerle ilgili olduğunu söyleyen Hamit Zübeyir Koşay iki tablette turukku sözü olan satırı 1982 yılında Bükreş’te yayımlanan bir bilimsel bültende bastırmıştır. 1989 yılında Sadi Bayram “turukku” sözü geçen daha 11 tablet olduğunu kaydetmiştir. 
Azerbaycan tarihçilerinden Z. Yampolski, Yusif Yusifov, S. Əlyarov Asur metinlerindeki turukku veya turukki boyunu Türk saymış ve bu adın çeşitli zamanlarda ve çeşitli dilli yazılarda türük/török/turuk/türkişeklinde kullanıldığını kaydetmişler. Yine Azerbaycanlı tarihçilere göre: Bu Türk boyları 3-4 bin yıl önce çeşitli kollara ayrılmış, bir kolu Türkistan tarafına göçmüş Büyük Göktürk İmparatorluğunu kurmuş, diğer kolu ise günümüz Güney Azerbaycanındaki Urmu gölü havzasında kalmıştır. 
Mari belgelerinde “turukku” olarak adı geçenler günümüz Güney Azerbaycan’ında ve Doğu Anadolu’da yaşayan kavimlerdir. Turukki veya Turukların ecdatları M.Ö. 20. ve M.Ö. 19. yüzyıllarda Güney Azerbaycan ile Hazar’ın güney kısmında yaşamış batık MU kıtası kaçkınları olabilir. Nuh Tufanı ve Mu Kıtası Hz. Nuh bilindiği gibi yeryüzünde büyük bir tufandan bir nesli kurtarmış. Nuh Tufanı benzeri efsanelerden en önemlisi Batık kıta “Mu” sadece efsane değil, yazılı metinlere (eski tabletlere) de dayandırılıyor. 
Nuh ve gemisindekiler batmadan önce Mu kıtasından kaçanlar olabilirler mi? Ya da böyle bir olay daha önce de yaşanmış mıydı? Mu Kıtasından göçler Mu, eski çağlardan günümüze ulaşan tabletlere göre ilk insanın da anavatanı olduğu, Pasifik Okyanusu’nda yaklaşık 12.000 yıl önce şiddetli yer sarsıntıları sonucu battığı sanılan kıtadır. Bu batış öncesi veya sırasında kaçanların Amerika kıtası, Anadolu, Kuzey Avrupa ve Çin’in bulunduğu topraklardaki ilk yerleşimcileri oluşturdukları, Türk ve Avrupalıların atası oldukları teorisi Ön Türklerin tahmini başlangıcını teşkil etmektedir. Tahminlere göre Mu’dan kaçanlar, göçenler bir çok yerlerde koloniler kurmuşlar. Bu kolonilerden bir tanesi de Mu Ugorlarıydı (Ugurlar). Mu Ugorlarının Finlilerin ve Türk tarihinde önemli bir yeri olup, Uygurların ataları olabilir. Mu Ugorları, Keltler’in, Basklar’ın ve Asyalı İskitler’in de atası, İskitler (Sakalar) de Türklerin bilinebilen ataları sayılmakta. Mu ayrıntılı olarak ayrı bir sayfamızda araştırılmıştır. Okumak için lütfen tıklayın: https://bpakman.wordpress.com/dunya/mu/ Bu varsayımlara göre de Türklere “Nuh’un çocukları” diyenler olmuştur. Atatürk’ün MU ile ilgili araştırmaları yukarıda linki verilen ayrı bir yazımızda anlatılmıştır. Atatürk eski Anadolu ve eski Mısır halkının Ön Türkler oluşu teorisine de çok önem vermiştir. Bilindiği gibi Mustafa Kemal Çanakkale zaferinden sonra Truva komutanı “Hektor’un intikamını aldık” demiştir. Ön Türkler eski Mısırlılardan çok önce piramit yapmışlar ve dünyaya bu mimariyi yaymışlardır. 
 İzler-semboller İnsan kültürlerinin bıraktıkları izlerin belirginleştiği semboller o kültürel yapının adeta DNA’larıdır ya da o sosyal genetizmin mimarlarıdırlar. Başka tabirle sembollerle zihniyetlerini ifade etmişlerdir. Semboller halkların kültürlerinde çok önemli otantik belgeleri teşkil etmiştir. Yazının olmadığı zamanlardan günümüze kalan semboller özellikle Türkler için, hem bir bağımsızlık hem de bir süs ve sanat eşyası olmanın ötesinde mitolojik özelliklere sahiptir.

 Damgalar Türkler, ulaşabildikleri her coğrafyada, tarihlerini, düşüncelerini, yaşayış tarzlarını, inançlarını kayalar üzerine kazımışlar. 
Bu kazımaların silsilesi şöyle olmuştur: Önce birebir resimler yapılmış, Resimler çizgilerle daha şematik şekillere dönüşmüş, Şekiller sembollere dönüşmüş Bu semboller toplulukların damgaları olmuş, Son aşamada damgalar harflere dönüşmüştür. Yani basit “petroglifler” (kaya üzerine çizilen resim, figür ve yazılar), önce resimlerle başlamış, sonraki aşamalarda doğrudan doğruya fikri ifade eden işaret, varlıkların sembolize edildiği ya da bir düşüncenin anlatıldığı çizimler, daha gelişmiş ve düzenlenmiş resimyazılar zamanla armalara dönüşmüştür. 
 Her topluluk kendilerini özel armalarla adeta kayıt altına almış yani damgasını taşlara, kayalara vurmuştur. Bu yüzden Türk topluluklarının belirgin armalarına “damga“, ya da eski Türkçedeki adıyla “tamga” denilmektedir. 
Mesela Oğuz Kaan Destanı’nda anlatılan her 24 Oğuz boyunun kendi damgaları olup bu damgalar ya olduğu gibi ya da kısmen değişerek Türk halkları tarafından özellikle eski ve günümüz halı, kilimlerinde kullanılmış ve hala da kullanılmaktadır Tamgalar ayrıca alfabeye geçişte önemli bir basamak teşkil etmiştir, mesela güneş kültü, hayat ağacını gösteren motifler, atlar, atlılar, kurt başlı sancak taşıyan süvari, ellerini açmış dua eden adam resmi, Türk boylarının ortak olarak kullandığı “İYE” yani “Tanrı” damgası, rünik (runik-oyma) Türk yazıları ile Altın Elbiseli Adam, Lolan Güzeli gibi mezarlarlardaki (kurgan) Türk karakterli buluntuların hepsi Asya ve Anadolu’da Ön (Proto) Türklerin varlığının şifrelerini teşkil etmiştir (Daha geniş açıklamaları okumak için lütfen tıklayın 
ALTIN ELBİSELİ ADAM ve LOLAN GÜZELİ). 
 Türklerin önce petrogliflerde sonra mezarlarda daha sonra halı, kilim gibi eserlerde kullandıkları damgalar, bir çok farklı bölgelerde bazen harf, bazen arma, bazen süs, bazen de bir statü aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Türklerin bu damgaları Türklerin ilk alfabesi olan runik (oyma) alfabesinin bazı harflerini de meydana getirmişlerdir. Petroglifler Asırlar önce damgaların işlendiği alanlar olan Petrogliflerin bulunduğu her yer, resimlerin yapıldığı dönemde anıt mezar ve ibadet alanı olmuş. Nerede Türk boyları yoğun olarak yaşamışsa orada yoğun kaya resmi alanları var. 

Göç ettikleri her yere bu geleneği taşımışlar. Ayırt edilemeyecek kadar birbirine benzer resimlere hem Orta Asya’da hem de Anadolu’da rastlanıyor. Urfa, Hakkari, Van, Kars, Ordu-Mesudiye, Erzincan, Erzurum, Rize, Ankara-Güdül, Sibirya-Ulan Ude, Altay, Tuva, Hakasya, Kırgızistan, Kazakistan, Krasnoyarsk, Macaristan, Balkanlar, Azerbaycan-Gobustan gibi. Ulan Ude ve Kars’takiler gibi bu resimlerin benzerliği, ortaklığı Anadolu’nun Malazgirt’ten sonra Türk yurdu olduğu tezini tamamen çökertiyor. Bazı kaya resimlerinin bulunduğu alanlarda çok sert granit taşlara rastlanılıyor. Buralardaki resimler taşı taşa vurarak çizilmiş. Karbon testi yapacak hiçbir organik kalıntı yok. Dolayısıyla yazıların gerçek yaşı tespit edilemiyor. 
Kaya resimlerinin binlerce yıl içinde oluştuğu ve her neslin anıt mezar olarak seçilmiş kayalık bölgeye, kendi döneminin olaylarını resimlerle kazdığı anlaşılıyor. Yani tek dönemde yapılmış değiller. İlk resimle son resim arasında binlerce yıl var. Bütün motiflerde Gök kültü var. Gobi çölündeki motiflerde ay yıldız var. Yine hayat ağacı ve elinde kadeh tutan kadın veya erkek motifleri her alanda var. Hayat ağacı, geyik boynuzu ile temsil ediliyor. Zaten bütün alanlarda ağırlıklı olarak en çok geyik ve keçi resimleri var. Hiçbir kaya resmi alanında Tanrı resmedilmemiş. Kök Tengri inancının çok eski bir temeli olduğu anlaşılıyor. Eski Türk alfabesinin 28 harfi bazı kaya resimleri alanlarında açıkça görülüyor. Hiçbir yerde bunlar dışında başka bir harf kullanılmamış.

Çolpan (Çolpon) Ata 

 Günümüz Kırgızistan sınırları içerisinde Issık Göl’ün kuzey kıyısında “Türklerin Göbeklitepesi” olarak bilinen 2 binden fazla petroglif yani kayalar üzerine kazılarak ya da dövme usulü yapılan resimler bulunduğu Çolpan Ata, M.Ö. 3 – 2 binlerden günümüze Urfa yakınlarındaki Göbeklitepe gibi kutsal tapınım alanı olarak kullanılmış. Antik ören yeri Sovyet döneminde keşfedilmiş ve koruma altına alınmış. Arkeolog ve araştırmacıların ‘Türklerin bilinçaltı’ şeklinde tanımladıkları kaya resimleri Türk tarihi açısından önemli ip uçları sunuyor. Yüzlerce kaya üzerine çizilmiş resimler Türklerin atalarının bilinçaltına inmeyi sağlıyor. Türklerin kadim sembolü güneş resimleri çoğunlukta. Süvari resmi de burada bir zamanlar kadim Türklerin olduğunu kanıtlıyor. Mezarlar da M.Ö. 2 bin yıllarına ait. Bölgede yüksek düzeyde bir manyetik alan olduğu tesbit edilmiş. 



çolpan
 çolpan Tamga Taş petroglifleri de Tamga kentine yakın. 
Bir kısmı Budizmi kabul eden Uygurlara ait. 
Türklerin taşa yazı yazma geleneğini devam ettirmişler. 

Tamgalısay (Damgalı Vadi) 

http___www.ide.konya.edu
Günümüz Kazakistanın Kırgızistan sınırında bulunan Almatı’ya 170 km uzaklıktaki kadim kutsal alan, resimli panolar diyarı. 5 binden fazla petroglif yani kayalar üzerine kazılarak ya da dövme usulü yapılan resimlerle dolu. Tengricilik ve anemizim gibi şaman, kam, otacı gibi doğaüstü güçlere sahip din adamlarının güneş kültü ibadet alanı olduğu sanılıyor. Güneş eski Türklerin olmazsa olmazı. Kadim Türklerin yurdu Tuva’da, Hakasya’da rastlanan güneş adam figürü burada da var. Türklerde atmaca ve şahinle yapılan avlar burada resmedilmiş. En çok görülen hayvan ise at. At, Asya kökenli bir hayvan olup Türkler tarafından ehlileştirilmiş, tekerlekle beraber M. Ö. 1600`larda Asya`dan Mısır`a getirilmiştir. Tamgalısay’daki en eski resimlerin M.Ö. 1600 lere ait olduğu tesbit edilmiş. Ancak daha eskilerin henüz tesbit edilmediği de biliniyor. 

Uzmanlar buradaki Türk dönemini M. S. 7. yüzyıldan başlatıyorlar. Buraya gelen önceki kavimleri de Ön Türkler olarak kabul ediyorlar. 


 Anav Kültürü MÖ 7000 – MÖ 1000 arasına ait günümüz Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat yakınlarında Anav bölgesinde yapılan kazılarda bulunmuş Ön (Proto) Türk kültür bölgesi. Türk tarihinin başlangıcını belirlemek çok zordur. Orta Asya’nın bulunabilen en eski kültürü olan Anav ile Ön Türkler arasında büyük bir ihtimalle bağlantı vardır. Bunun başlıca sebebi ilk kez burada atın bulunmasıdır. At Türk kültüründe birincil öneme sahiptir. Atı ilk evcilleştiren Ön Türklerdir. Bu kültürün başlangıcı, kazılarda bulunan eşyalara uygulanan testlerine dayanılarak bazı kaynaklarda MÖ 7000 ile MÖ 5000 bazı kaynaklarda ise MÖ 10000 ile MÖ 9000 yılları arasına tarihlenmektedir. 
Kazılar sonucunda bu kültür çevresindeki insanların, yerleşik oldukları, tuğladan yapılma evlerde oturdukları, dokumacılık, toprak ve bakır işlemeciliği, koyun, keçi, sığır ve deve besledikleri ve bununla birlikte tarım da yaptıkları ortaya çıkmıştır. Afanasyevo (Afanasiyevo) kültürü M.Ö. 3300 – M.Ö. 1700 arasında Altay ve Sayan dağlarının kuzeybatısındaki bozkırlarda gelişen Orta Asya’daki Tunç Çağı Türk kültür çevrelerinden biridir. Türk büyüklerinin mezarları olan ve bu kültürde de rastlanan kurganlarda yapılan kazılarda elde edilen buluntulardan Altay’larda gelişen bu kültürün Orhun nehirleri bölgesini de etkisi altına alarak Orta Asya medeniyetinin temelini oluşturduğu fikri benimsenmektedir.



3ffe3b9e98b9e2d26e253235d7995424

 Abakan’da Hakasya Cumhuriyeti Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen M.Ö. 2000 yıllarının Okunev kültürüne ait bir taştaki güneş adam figürü çok önemli zira değişik yerlerdeki petrogliflerde de eski Türklerin olmazsa olmazı olan güneş var. 
 Kelteminar Kültürü M.Ö.3000 yıllarında Aral Gölüne dökülen Amuderya deltası civarında balıkçılık ve avcılıkla uğraşan Proto Türklere ait bu kültür de Afenasiyevo ile bağlantılıdır.



Afanasyevo kültür yeşil Andronovo kültürü turuncu renkte
 Afanasyevo kültür yeşil Andronovo kültürü turuncu renkte Andronovo Kültürü M.Ö. 1700 – M.Ö. 1200 arasına Altay – Tanrı Dağı dağları, Güney Sibirya ve Hazar’ın kuzeydoğusuna kadar uzanan bölgede gelişen Türk kültür çevresi. Afanasyevo Kültürü’ne benzeyen ve daha ileri bir seviyeye ulaşan kültürde bakır araçların yanı sıra tunç, gümüş ve altından araçlara da rastlanmıştır. Eşyalarını hayvan figürleri ile süsleyen bu kültür atı evcilleştirmiştir. 
 Andronovo Kültürü’nün Ön-Türkler tarafından kurulduğuna dair bazı kanıtlar var. 1970′lere kadar yapılan, Avar çağı ile ilgili arkeolojik kazılarda çıkarılan insan iskeletlerinde Germen, İslav, İranlı, Fin-Ugor gibi türlü tipler arasında Türk tipinin de (braki-sefal) dikkati çekecek ölçüde olduğu, hatta bazı buluntu yerlerinde, aslî Türk soy’unu temsil eden “Andronovo tipi”ne bile % 10-15 gibi, oldukça yüksek bir nispette rastlandığı tespit edilmiştir. Andronovo kültüründe (Krasnoyarsk, Rusya) bulunan mtDNA haplogrubu T2a1b, Kazakistan, İran, Kafkasya, Türkiye, Yemen, Mısır ve Filistin’de de görülmektedir. Karasuk Kültürü Karasuk (Karasug) Kültürü, MÖ 1200- MÖ 700 yılları arasına tarihlenen Tunç Çağına ait kültür Türk çevresi. Karasuk kelimesi orijinali ve yöre halkının dilinde Karasug/Karasuğ diye söylenir. Manası Kara-su demektir. Bu kültür adını Yenisey ırmağının kollarından biri olan Karasuk nehrinden almıştır. Orta Asya uygarlığında demir ilk defa bu bölgede işlenmiştir. 

Keçeden dokunan çadırlarla örtülü dört tekerlekli arabaların kullanıldığı yapılan kazılar sonucunda tespit edilmiştir. Ölü gömme adetleri ve seramik süslemeleriyle Andronovo Kültürüyle benzerlik gösteren Karasuk kültürü çevresinde yaşayan insanlar, at, deve, sığır ve koyun beslemekte, dokumacılığı bilmekte idiler. En yaygın abideleri mezarlarıydı. Taştan yapılan yamuk dörtgen biçiminde yapılan tabutlardaki ölüler baş kısmı geniş tarafa gelecek şekilde ya sırt üstü ya da esnetilmiş olarak yatırılmıştı. Taş veya kil toprak içine döküm yöntemiyle bronzdan yapılmış kürekler, bıçaklar ve benzeri el aletlerinin kabzaları, halka halka, mantar şeklinde ya da hayvan figürü şeklinde sanatsal uğraşlarla yapılmıştı. 

 Bu devreye ait kurganlardaki buluntular arasında yüzük, bilezik, küpe gibi süs eşyalarına rastlanmaktadır. Kabzaları hayvan figürüyle süslenmiş hançerler, Orta Asya’daki İskit geleneğinin belirtisidir. Atlı-göçebe kültürünün Orta Asya’ya tamamen yayılarak İskit göçebe kültürünün temelini oluşturmuştur. Değerli tarih bilgini Prof. Zeki Velidi Togan, Türkistan‟da İskitlerden (Sakalardan) önce yaşayan ve M.Ö. 1200-800 arasındaki yani Karasuk Kültürü devrindeki varlıkların kazılar sonucu tespit olunan Şu veya Çu adındaki kavmin ilk Türkler olduğunu iddia etmektedir. Tagar Kültürü M.Ö. 700 – M.S. 100 yılları arasında Kögmen dağları, Kem, Kemçik, Uluğ-Kem ve Abakan ırmakları çevresinde ortaya çıkmıştır. 

Minusinsk adı da verilen bu bölgeye MÖ 700 yıllarında kagnılı Türkler’den Ting-Ling boylarının yeni bir göçü olmuş ve bölgede egemen olan Karasug Kültürü, Tagar Kültürü’ne gelişim göstermiştir. Tagar kalıntılarında da, Karasug Kültürü’nde olduğu gibi dağ keçisi, koyun ve geyik yontucukları vardır. Proto Türk döneminin önemli kültürlerinden biri olan Tagar Kültürü, üç devre gösterir: 1. Tagar (MÖ 6-5. yüzyıl); 2. Tagar (MÖ 4-3 yüzyıl); 3. Tagar (MÖ 2-1. yüzyıl). Tagar çağında kurganların yakınlarına oldukça büyük taşlar dikilmekteydi. Bu büyük mezar taşlarının üzerlerine de resimler çizilmekteydi. Bu kültüre bağlı ilk merkezler Krasnoyarsk’ta, Minusinsk yakınında ve Yenisey ırmağındaki Tagar Adası’nda saptanmıştır. 

Proto Türk Ting-Ling’ler, bu kültüre mensuptur. Hayvan Üslûbu’nun artık gelişmiş bir biçim aldığı bu devirde, mezarlardan çeşitli araçlar, at koşum takımları, keramikler çıkarılmıştır. Tagar Kültürü’ndekine benzer eserlere Çin’den Karadeniz’in kuzeyine kadar olan çok geniş bir bölgede rastlanıyordu. Tagar Kültürü’ne ait son devir mezarlarından çıkarılan maddi kültür unsurları arasında, bayrak direklerinin tepesine takılan dağ keçisi yontuları bulunmuştur. Bazan bu dağ tekesinin altında, üzerinde çıngıraklar ya da daha küçük dağ tekesi yontucukları bulunan tunç çemberler de görülmektedir. Taştık Kültürü Taştık kültüründe de aynı şekilde dağ keçisi yontucukları bulunmuştur. 

Ordos tunç levhalarında da Tagar üslubunca ayakta duran dağ keçisi yontuları bulunmaktadır. Bu yontular kimi kez, Tagar Kültürü’nde olduğu gibi, bayrak direklerine de dikilmekteydi. Karasug Kültürü’nün yayıldığı bölgelerde, mesela Yenisey kaya resimlerinde, Kem vadisinin batısı, Sibirya, Çungarya, Kögmen vb bölgelerde görülen Tagar ve Taştık kaya resimlerinde Türkler’in atalarına ilişkin pek çok şey bulunmaktadır. Lev Nikolayeviç Gumilev, Tagar Kültürü’nü oluşturan boyları (Ting-Lingler), Afanasyevo Kültürü’nü oluşturan insanların varisleri olarak kabul eder. Kurganlar (Korganlar) Kurganlar (Korganlar) Türk ve Altay kültüründe kutsal mezar, türbeler, içinde ulu ve kutlu kişilerin yattığı dikkat çekici gömütlerdir. 

Eski Türk geleneklerinde genellikle yığma tepeler ve höyükler şeklindedir. Genelde devlet yöneticisi olanlar için yapılmışlardır. Kurganlara Eski Türk halklarının yaşadığı yerlerde rastlanır. Bilinen ilk Türk Devleti olan İskitlerin (Sakaların) öncesine ait olanlar, özellikle Azerbaycan’da bulunan kurganların Proto (Ön) Türklere ait olduğu varsayılmaktadır. Tunç çağı boyunca gelişen bu kurganlardan bazısının etrafına dairevi şekilde büyük taşlar – kromlek, mezara yakın taş heykel (Eski Türklerin Taş Babası) koyulurdu. Mezara yiyecek-içecek ve emek aletleri, silah ve süs eşyaları ile birlikte, kült ve inançla ilgili araba figürleri konulması, ölünün baş tarafına da kase, kap sıralaması geleneği vardır. Proto-Türk urukları (boyları) ölülerini kıvrılmış, bükülü şekilde mezara koyar (Azerbaycan Hoşbulak kurganı), üzerine kırmızı ohra dökerlerdi. Bu gelenekleri göç ettikleri her yere de taşımışlardır. 

 Oğuz Türklerinin Müslüman olmalarından sonra kurganlar kümbetlere dönüşmüştür. Göbeklitepe 



1024px-Göbekli_Tepe,_Urfa
UrfaŞanlıurfa’nın yaklaşık 15 km. kuzeydoğusunda bulunan dünyanın bilinen en eski kült yapılar topluluğudur. Günümüzden en azından 11.600 yıl öncesine ait olduğu ileri sürülmektedir. Şimdiye kadar bulunanlar; T biçimindeki 10 – 12 dikilitaş, yuvarlak planda dizilmiş, araları taş duvarla örülmüştür. Bu yapının merkezinde daha yüksek boyda iki dikilitaş karşılıklı olarak yerleştirilmiştir. 

Bu dikilitaşların çoğu üzerinde insan, el ve kol, çeşitli hayvan ve soyut semboller, kabartma ya da oyularak betimlenmiştir.
Göbekli2012-1

Göbekli2012-7
 Bu kompozisyonun, İngiltere’deki Stonehenge benzeri bir öykü, bir anlatım ya da bir mesaj ifade ettiği düşünülmektedir. Batık Mu Kıtası ya da batık Atlantis adası/kıtası ile ilgili önemli bir mesaj da olabilir. Eski Türklerin benzer boyda, çoklu mezar dikilitaşları olan balballara ve yine mezarlara dikilen taş babalarla benzerlikleri dikkat çekicidir. Ancak tarih açısından Proto Türklerin ve belki de ondan da öncesi, batık MU kıtası kaçkınlarının dönemlerine kadar uzandığı göz önüne alınmalıdır. 

Sonuç “Türk” ismi ilk olarak Nuh’un oğlu Yafes’in oğlu ve soyunda ortaya çıkarak daha sonraları bir soy ve kabile adına dönüşmüş ve en sonunda belli bir misyon etrafında birleşen bir milletin adı haline gelmiştir. Tufan sonrası Nuh ve oğullarının ilk yerleşim bölgesinin Mezopotamya, Güney Anadolu, Doğu Anadolu olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda Türk kimliğinin isim atası olan Türk’ün de ilk yerleşim yeri Anadolu olur. Arkeolojik bulgulardan ve genografi araştırmalarından ( Avrupalı – Kızılderili – Hintlilerin Kökeni Ön Türkler) bunlardan bir kısmı Orta Asya’ya göç ederek Orta Asya’da yaşayan Türk ve Çin toplumlarının da atalarını oluşturmuş, bazıları oradan daha sonra Türk göçleri sırasında Anadolu’ya yani vatanlarına geri dönmüşlerdir.
 

Haşişiler Kimdi?







Haşişiler Kimdi?
Yazan Kemal Menemencioğlu

Hasan Sabah ve ona koşulsuz itaatle bağlı Haşişi fedaileri, sahte cenneti ve ünlü kütüphanesi ile erişilmez Alamut kalesi, önemli mevkide valiler, vezirlerin bir emirle sadık Haşişi uşakları tarafından suikasta uğramaları yüzyıllardır dillere destan olmuştur. Bu kısa yazımızda Haşişilerin tarihçelerini ayrıntılı bir şekilde işlemeyeceğiz. Bu konuda zaten birkaç yetkin kitap ve internet kaynağı vardır. Bunları yazımızın dibinde Kaynakça’da bulabilirsiniz. Sadece tarihimize damgasını vurmuş bu tarikatı ve etkisini kısaca değerlendirmeyi çalışacağız.

Haşişiler’in esas adı Arapçada 'koruyucu, bekçi' (bir görüşe göre gizemlerin koruyucuları) anlamına gelen asessen’den gelir. Ancak, düşmanları tarafından kelime benzerlikten faydalanarak Haşişiler, yani “haşiş çekenler” (esrarkeşler) ismi onlara giydirilmiştir. Aynı şekilde batıda suikastçı anlamına gelen “assasin” kelimesi de bu tarikattan türemiştir. Esas itibarıyla, Haşişiler ilk zamanlar Nizari İsmaililer’in bir koluydu. Bu muhalif topluluk 1094 yılında Halife el-Mutansır’un oğlu Nizar’ın ordu komutanı Bedr ül Cemali’nin tahtan indirilerek kardeşi el-Mustali’nin halife yapılmasına itiraz eden gruplardan oluşmuştur.

Haşişi davasına üstlenmiş kişilere dai denir. Bu kelime esasında Nizari İsmaili misyonerlere verilirdi. Fedai kelimesi dai kelimesinden gelmektedir. Fedakârlık kelimesi aynı kökendir. Dailerden ders alan Hasan Sabah 11nci asırda İran’ın Kum şehrinde doğmuştu. Genç yaşta felsefe, teoloji ve bilimin parlak öğrencisi olan Hasan Sabah daha sonra zekâsını orta doğuda dehşet saçan eşi benzeri olmayan bir tarikatı kurmak için kullanmıştı. Hasan Sabah, ilki Alamut olan kervan geçmez bölgelerde yüksek ve erişilmesi zor dağların tepesinde kaleler zinciri kurmuştu. Dağların Şeyhi (Şeyh-ül Cebel) 

Hasan Sabah efsanesini batıda duyuranlar arasında Marco Polo Seyahatname’sinde şöyle yazmıştır:
“Şeyh'in kendi dillerindeki ismi Alaaddin'dir. İki dağ arasındaki bir vadinin girişlerim kapattırmış ve burayı envaitürlü meyvelerin yetiştiği, eşi benzeri görülmemiş güzellikte bir bahçeye çevirtmiştir. İçerisine her biri göz kamaştırıcı zarafette resimlerle bezeli, akla havale gelmeyecek görkemli köşkler ve saraylar inşa ettirmiştir. Kanallardan alabildiğine şarap, süt, bal ve su akmaktadır. Dünya güzeli kadınların ve genç kızların ellerindeki çalgılardan en hoş tınılar, dudaklarından en hoş şarkılar dökülür, dans figürleri izleyeni büyüler. Şeyh'in gayesi. tebaasmı buradan öte bir cennetin olmadığına inandırmaktır. Bunun için, Hz. Muhammed'in sözünü ettiği, ırmaklarından şarap, süt, bal ve suyun eksik olmadığı, sakinlerini zevklerin doruklarına eriştiren hurilerle dolu cennet tasvirini örnek almaktadır. Sahiden de, bu civarda yaşayan Arapların gözünde vadi, cennetin ta kendisiydi!

“Haşîşîler olarak ayırdıklarının haricinde kimse bahçeye alınmıyordu. Bahçenin girişinde, dünyaya kafa tutabilecek denli güçlü bir kale vardı, başka da bir girişi yoktu. Bizzat kendi maiyeti altına almak üzere sarayında barındırdığı on iki ila yirmi yaş arası gençlere, tıpkı Hz. Muhammed gibi, cennet hikâyeleri anlatıyordu; gençler de, Sarrasinler Hz. Muhammed'e nasıl inanıyorlarsa aynı inançla ona bağlıydılar. Önce kendilerine uyuşturucu bir iksir içirip, ardından dörderli, altışarlı ya da onarlı gruplar halinde bahçesine sokuyordu. Böylece, gözlerini açtıkları vakit gençler kendilerini dillere destan bahçede buluyorlardı.
“Uyanıp da kendilerim havai dahi edemeyecekleri güzellikte bir mekânda buluverince, buranın cennetin ta kendisi olduğuna kanaat getiriyorlardı. Etraflarında gönüllerince oynaşan kadınlar ve genç kızlar, kendileri de gençliklerinin baharında olunca, burayı terk etmek akıllarının uçundan dahi geçmiyordu.
“Bizim ihtiyar dediğimiz Efendi, sarayım alabildiğine görkemli bir hale getirerek, basit dağlı halkı kendisin! Yüce bir peygamber olduğuna inandırmıştı. Haşîşîlerinden birini bir göreve yollamak istediği vakit, aynı iksirle bu kez sarayına taşıtıyordu. Genç adam gözünü açtığı vakit, kendisini cennetten sonra hiç de hoş gelmeyecek kalenin içerisinde
buluveriyordu. Ardından, Şeyh'in huzuruna çıkarılıyordu ve genç adam bir peygamberin huzurunda olduğuna canı gönülden inanarak önünde hürmetle secde ediyordu. Şeyh nereden geldiğin! soruyordu, o da cennetten geldiğini ve burasının Hz. Muhammed'in Kur'aıı'da sözünü ettiğinin tıpatıp aynısı olduğunu söylüyordu. Bu da hiç şüphesiz, yanında hazır bekleyen ve bahçeye henüz davet edilmemiş olanların bir an için dahi olsa bahçeye girebilme arzularım kamçılıyordu.


“Şeyh, bir hükümdarın katlini isteyeceği vakit gence şöyle diyordu: "Git ve şunu, şunu oldur; geri döndüğünde meleklerim seni cennete taşıyacaklar. Ölsen dahi, seni cennete almaları için meleklerimi yollayacağım." Bu sözlerle, geri dönmek için can attığı cennetin anahtarına ilelebet sahip olduğuna inanan genç, sabırsızlıkla düşmanım katletmeye koşuyordu. Bu sayede, Şeyh'in, ölümüne karar verdiği kim varsa müritleri sırada bekliyordu. Elindeki böylesi muazzam gücün yarattığı korku hissi, kendilerin! hançerin uçunda hisseden hükümdarları kendisiyle iyi geçinmeye mecbur kılıyor, tehdit yaratacak fiillerden alıkoyuyordu. Şunu da eklemeden geçemeyeceğim: Şeyh'in emrinde, kendisiyle tıpatıp aynı tarzda hareket eden başka kimseler de bulunuyordu. Bunlardan birini Şam'a, bir diğerini de Kürdistan'a yollamıştı.” (kaynak Haşişiler – Bernard Lewis) 

Ancak, Haşişiler hakkında farklı görüşler de ortaya atılmıştır. İsmail Kaygusuz Hasan Sabah ve Alamut adlı eserinde şöyle yazmıştır: “Hasan Sabbah'ın özgürlükçü, barışçıl, eşitlik ve paylaşımcılık temelleri üzerine kurduğu Alamut Devleti, 167 yıl hüküm sürmüştü. Alamut, Pamir'den güneydoğu Akdeniz kıyılarına ve Filistin'e kadar uzanan geniş Ortadoğu coğrafyası içinde, 300'e ulaştığı bilinen Baş Dai'lerin yönetiminde, ortaklaşa çalışarak, aynı kazandan yeniden, özel mülkiyetin olmadığı kale yerleşim birimleri "Darül Hicar"lardan (Göçmenevleri, Göçmenler yurdu) oluşan bir devletti. 


Alamut
“Hasan Sabbah, düşmanların iddia ettiği gibi kale devletinde ne katiller (assasins) ve suikastçılar yetiştirmiş ne de uyuşturucu cenneti yaratmıştı. Hasan Sabbah esasen tarihi belgelerde savaştan kaçınan bir kişilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat düşmanlarının (Sünnî Bağdat Halifeleri, Selçuklu Sultanları, Haçlılar, Moğollar) sayıca üstün oluşları, O'nun Alamut'ta savunma amaçlı bir gerilla tanıtma fikrine götürmüştür. Hasan Sabbah'ın seçkin savaşçılardan oluşan bir silahlı birlik (Fedain) yetiştirdiği anlaşılıyor. Bu "Fedailer" iddiaların aksine, yalnızca bölge halklarına zulmeden baskıcı yöneticilere suikastlar düzenlemişlerdi.”  
Özellikle son zamanlarda orta doğuda meydana gelen olaylardan dolayı Haşişiler hakkında çok şey yazılmıştır. Bu konuda Bernard Lewis “Haşişiler – İslâm’da Radikal Bir Tarikat” kitabında şöyle yazmıştır:
“Şüphesiz, Ortaçağ'ın Haşîşleri ile günümüzdeki suretleri arasında yadsınamaz bir benzerlik mevcuttur: Suriye-İran bağlamışı; terörün planlı bir şekilde kullanımı; davasının hizmetinde ve öbür dünyada mekânının cennet olacağına inanan suikastçı ajanın, kendini kurban etmeye varan adanmışlığı. Saldırıların odağında haricî bir düşmanın yer alması bağlamında, geçmişte Haçlı ordularına, bugün İsrail’e yönelik eylemlerde bu benzerlik durumu iyice su yüzüne vurmaktadır. 
“Benzeşimler listesine bir ekleme daha yapacak olursam, o da, Haşîşîlere ait eylemlerin yanlış anlaşılması durumudur. Ortaçağdan bu yana Batı dünyasında yaygın olarak kabul gören bir görüşe göre, Haşişlilerin öfkesi ve hançerleri evvela Haçlılara çevrilmiştir. Bu, düpedüz yanlıştır. Arkalarında bıraktıkları sayısız kurbanların bir çetelesini tutacak olsak Haçlıların azınlıkta kaldıklarım, üstelik bunların Müslümanlar arasındaki karışıklıkların neticesinde hesaptan düşülmüş olduklarını görürüz. Davalarının önünde bertaraf edilmek üzere duran engeller, İslam dünyasının haricî düşmanları değil, bilakis İslam dünyası içinde yer alan, çağdaşları olan İslam dünyasının seçkinleri ve bu kimselerin görüşleri olmuştur. 

Günümüzde kimi İslamcı terörist örgütlerin İsraillilere ve Batılılara karşı faaliyet yürütmekte oldukları doğrudur. Fakat uzun vadede daha ses getirecek muhtemel hedefler olarak, İslam dünyasının mevcut - kendi deyimleriyle mürtet-rejimlerini bellemişlerdir ve hedefleri, bu rejimleri alaşağı edip yerlerine kendi nizamlarını hâkim kılmaktır. Bu bulgular, Enver Sedat'ın suikastçılarının beyanlarında ve referans aldıkları eserlerde alenen göze çarpmaktadır. Grubun lideri gururla "Firavunu öldürdüm" dediğinde, hepimizin tarih kitaplarından tanıdığı Firavun'u İsrail'le barışmakla itham etmemiştir herhalde. 

“Yol yordam noktasında da aralarında ilginç benzerlikler ve zıtlıklar mevcuttur. Ortaçağ'ın Haşîşîleri, kurbanlarım istisnasız mevcut düzenin idarecileri ve liderleri - krallar, generaller, vaizler ve önde gelen din adamları - arasından seçmişlerdir. Sadece tepede yer alanlara ve güç sahibi olanlara saldırmışlar, işinde gücünde olan sıradan insanlara dokunmamışlardır. Silahlarım - bizzat suikastla görevli Haşîşî’nin kullandığı hançer - neredeyse hiç değiştirmemişlerdir. 
“İslam; Hıristiyanlık ve Musevîlik gibi ahlâkî bir dindir ve inançlarında veya uygulamalarında terör ve şantaja asla yer yoktur, İslam hukuku cihadı dinî bir vazife olarak emretmişse de, ne gibi hallerde savaş açılabileceği ve savaşa son verileceği, sivillere nasıl muamele edileceği, hedef gözetmeksizin zayiat yaratan kimi silahların kullanılmayacağı gibi, savaşın idaresi hususundaki meseleleri en ince ayrıntısına dek belirlemiştir.” 

İsmaililer görünüşte İslami bir yapıya sahipken, İslam öncesi birçok öğretilere sahiplenmekteydiler.  Halife İsmail soyundan gelen Fatımiler farklı dinlere tolerans, sosyal adalet ve ilime önem verirlerdi. İsmaili Haşişiler Batıni gizli öğretilerini aşama aşama aktaran dokuz dereceli bir tarikattı. Üst derecelerde radikal heterdoks inançlar verildiği saptanmıştı (daha fazla bilgi için Hermetics sitesinde Haşililer bakınız). Cihangir Gener’in Ezoterik Batıni Doktrinler Tarihi’nde aşağıda yazdıkları Haşişilerin radikal fikirler hakkında biraz fikir verebilir bakınız (İsmaililik ve Templiyerler):
“M.S. 874'den, 1256'ya kadar orta doğuda İsmaililer son derece etkin olmuşlardı. Güçleri o denli artmıştı ki, 1164 yılında, İsmaili İmamı 2. Hasan, Ramazan ayının ortasında şeriatı kaldırdığını açıklamıştı. Oruç tutmanın yanısıra, namaz kılma ve diğer ibadet zorunluluklarının da kalktığını duyurmuştu. Oğlu, İmam 2. Muhammed de onun sistemini devam ettirdi. İslam dininin öngördüğü zorunlu ibadetlere ancak, Selçuklu yönetiminin, Bağdat hilafeti üzerindeki İsmaili baskısını kaldırması ile geçilebildi.”


Yine son zamanlarda işlenen bazı görüşe göre Hacı Bektaş Veli bir dai idi (bakınız Hacı Bektaş Veli Bir Batıni Dai'syidi) ve ayrıca batıda mevcut çoğu gizli cemiyetlerin Haşişilerden esinlendiği düşünülmektedir. Templiyerlerin Haşişilerden ne derece etkilendiği bilinmemektedir, ama bir etki olduğu kesin. Ayrıca günümüzde Michael Baigent ve Richard Leigh’in Tapınak Şövalyeleri – Mabet ve Loca  gibi kitaplar Masonluğun kökeni bazı iddialara göre duvarcı loncalarda değil, Templiyer tarikatında bulunduğunu kanıtlamaktadır. Diğer bir İsmaili cemiyet olan Saflık Kardeşleri veya İhvan-üs Safâ’nın Batıda Gül Haç’ın kaynağı olduğuna dair bir görüş de var (bakınız Gül Haç Örgütünün İslami Menşei). Cihangir 

Gener’e göre (Ezoterik Batıni Doktrinler Tarihi):
“Hugs De Payens ve diğer Şövalyeler, davet üzerine, Hasan Sabbah'ı Alamut kalesinde ziyaret ettiler. Burada Sabbah'ın kurduğu sistemi gözleriyle gören Şövalyeler, örgüt ve Batıni doktrin hakkında da ilk ağızdan bilgiler aldılar. Kudüs'e geldikleri sırada Katolik inancın en önde gelen savunucuları arasında yer alan Templiyerler, Hasan Sabbah ve Dailerini tanıdıktan, İsmaili öğretisini derinlemesine inceledikten sonra, Katolik inanç tarzından giderek uzaklaşırlar ve akılcılığı ön plana çıkaran Ezoterik doktrine bağlandılar. Templiyer'lerdeki bu inanç değişikliği, kurdukları güçlü örgüt sayesinde tüm Avrupa'ya yayılırken, Katolik kilisesinin de giderek zayıflamasına yol açtı. İsmaililerle ilişkileri Templiyerler'in tüm felsefesini değiştirmişti ancak bu ilişki, örgütün sonunu getiren suçlamayı da bünyesinde barındırdı. Templiyerleri yok etmek için bahane ararken Papalık, tarikatı "Müslümanlarla ilişki kurmak ve hatta Müslümanlaşmakla" suçladı.”

S. Ameer Ali’ye göre “Avrupa'da dinsel ya da din dışı, tüm gizli örgütlerin oluşmasına yol açan temel kavramlar Haçlılar tarafından İsmaili'lerden alınmıştır. Tampliye ve Hospitalye şövalyeleri, Loyola tarafından kurulan Cizvit'ler gibi örgütlerin tümü davalarına kendilerini adayış biçimleri günümüzde asla görülemeyen özveri sahibi kişilerden oluşmuştur. Haşin Dominiken'ler, ılımlı Fransisken'ler ve tüm kardeşlik örgütleri, ya Kahire'ye ya da Alamut'a ulaşacak biçimde geriye bağlanabilirler. Özellikle Tapınakçı Şövalyeleri, Büyük Üstad'ları, Prior'ları, dinsel adanmışlıkları ve hiyerarşik yapıları ile Doğu'daki İsmaili'lerle en güçlü benzeşmeyi gösterirler.”
1256 yılında Haran’ı yıkan, Bağdat’tı bir kül yığına döndüren, bir tek canlı bırakmayan Hülago han Haşişileri de silip süpürdü.  
 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...