16 Temmuz 2014

Mantıku't-Tayr

Mantıku't-Tayr



Günlerden bir gün, dünyadaki bütün kuslar bir araya gelirler. 

Toplanan kuslarin arasinda 
hüthüt, kumru, dudu, keklik, bülbül, 
sülün, üveyk, sahin ve digerleri vardir. 

Amaçlari, padisahsiz hiç 
bir ülke olmadigi düsüncesiyle, kendilerini yönetmek üzere bir 
padisah seçmektir.


Hüthüt söze baslar ve Hz.Süleyman’in postacisi oldugunu belirttikten sonra; kuslarin Simurg adinda bir padisahlari oldugunu söyler. Ama, hiç bir kusun haberlerinin olmadigini, herkesin padisahinin daima Simurg oldugunu belirtir. Ancak, binlerce nur ve zulmet perdelerinin arkasinda gizli oldugu için bilinmedigini ve onun “bize bizden yakin, bizimse uzak” oldugumuzu anlatir. 
Simurg’u arayip bulmalari için kendilerine kilavuzluk edecegini ilave edince; kuslarin hepsi de hüthütün pesine takilip onu aramak için yollara düserler. Kuslarin hepsi de Simurg’un sözü üzerine yola revan olurlar…



Ama, yol çok uzun ve menzil uzak oldugundan; kuslar yorulup hastalanirlar. Hepsi de, Simurg’u görmek istemelerine ragmen, hüthütün yanina varinca “kendilerince geçerli çesitli mazeretler söylemeye” baslarlar. Çünkü, kuslarin gönüllerinde yatan asil hedefleri çok daha basit ve dünyevî’dir 
(!) Örnek olarak, bülbülün istegi gül; dudu kusunun arzuladigi abihayat;tavuskusunun amaci cennet; kazin mazereti su; kekligin aradigi mücevher; hümânin nefsi kibir ve gurur; doganin sevdasi mevki ve iktidar; üveykin ihtirasi deniz; puhu kusunun aradigi viranelerdeki define; kuyruksalanin mazereti zaafiyeti dolayisiyla aradigi kuyudaki Yûsuf; bütün digerlerinin de baska baska özür ve bahanelerdir.
Bu mazeretleri dinleyen hüthüt, hepsine ayri ayri, dogru,inandirici ve ikna edici cevaplar verir. Simurg’un olaganüstü özelliklerini ve güzelliklerini anlatir.
Hüthüt söz alir ve sunlari söyler. Söyledikleri, ayna ve gönül açisindan ilginçtir:



Simurg, apaçik meydanda olmasaydi hiç gölgesi olur muydu?
Simurg gizli olsaydi hiç âleme gölgesi vurur muydu?Burada gölgesi 
görünen her sey, önce orada meydana çikar görünür.Simurg’u görecek 
gözün yoksa, gönlün ayna gibi aydin degil demektir.Kimsede o 
güzelligi görecek göz yok; güzelliginden sabrimiz, takatimiz
kalmadi.Onun güzelligiyle ask oyununa girismek mümkün degil.O, yüce 
lûtfuyla bir ayna icad etti.O ayna gönüldür; gönüle bak da, onun 
yüzünü gönülde gör!



Hüthütün bu söylediklerine ikna olan kuslar, yine onun rehberliginde Simurg’u aramak için yola koyulurlar.Ama, yol, yine uzun ve zahmetli, menzil uzaktir…
Yolda hastalanan veya bitkin düsen kuslar çesitli bahaneler, mazeretler ileri sürerler. Bunlarin arasinda, nefsanî arzular, servet istekleri,ayrildigi köskünü özlemesi, geride biraktigi sevgilisinin hasretine dayanamamak, ölüm korkusu, ümitsizlik, seriat korkusu, pislik  endisesi,himmet,vefa, küskünlük, kibir, ferahlik arzusu, kararsizlik, hediyegötürmek dilegi gibi hususlarla; bir kusun sordugu “daha ne kadar yol gidilecegi” sorusu vardir.
Hüthüt hepsine, bikip usanmadan tatminkâr cevaplar verir ve daha önlerinde asmalari gereken “yedi vadi” bulundugunu söyler. Ancak, bu “yedi vadi”yi astiktan sonra Simurg’a Ulasabileceklerdir. 
Hüthütün söyledigi, “yedi vaadi” sunlardir.



VADİLER
MERHALELER



1.Vadi
İstek



2.Vadi
Ask



3.Vadi
Marifet



4.Vadi
İstigna



5.Vadi
Vahdet



6.Vadi
Hayret



7.Vadi
Yokluk (Fenâ)



BEKÂ



Kuslar gayrete gelip tekrar yola düserler…



Ama, pek çogu, ya yem istegi ile bir yerlere dalip kaybolur, ya aç susuz can verir, ya yollarda kaybolur, ya denizlerde bogulur, ya yüce daglarin tepesinde can verir, ya günesten kavrulur, ya vahsi hayvanlara yem olur, yaagir hastaliklarla geride kalir, ya kendisini bir eglenceye kaptirip kafileden ayrilir.
Bu sayilan engellerin hepsi de Hakikât yolundaki zulmet ve nur hicaplaridir.Bu hicaplardan sadece otuz kus geçer.
Bütün vadileri asarak menzil-i maksudlarina yorgun ve bitkin bir halde uzanan bu kuslar, rastladiklari kisiye kendilerine padisah yapmak için aradiklari Simurg’u sorarlar.



Simurg tarafindan bir görevli gelir…Görevli, otuz kusun ayri ayri hepsine birer yazi verip okumalarini ister.Yazilarda, otuz kusun yolculuk sirasinda birer birer baslarina gelenler 
Ve bütün yaptiklari yazilidir.
Bu sirada, Simurg tecelli eder…
Fakat, otuz kus, tecelli edenin (!) bizzat kendileri oldugunu; yani, Simurg’un mânâ bakimindan otuz kustan ibaret olduklarini görüp sasirirlar.Çünkü, kendilerini Simurg olarak görmüslerdir.Kuslar Simurg, Simurg da kuslardir.Bu sirada Simurg’dan ses gelir:
“Siz buraya otuz kus geldiniz, otuz kus göründünüz. Daha fazla veya daha az gelseydiniz o kadar görünürdünüz. Çünkü, burasi bir aynadir!”
Hasili, otuz kus, Simurg’un kendileri oldugunu anlayinca; artik, ortada, neyolcu kalir, ne yol, ne de kilavuz...



Çünkü, hepsi BİR’dir.



Ayni, asikla, masukun askta; habible, mahbubun muhabbette; sacidle, mescudun secdede; bir olmasi gibi...Aradan zaman geçer, “fenâda kaybolan kuslar yeniden bekâya dönüp”,yokluktan varliga ererler…”



Attar, “ölümden sonraki ölümsüzlügün sirrina” lâyik olacaklarin bilinciyle;ancak, bunlari yazabilir Kusdili olarak; sembolik lisanla!
Kusdili, mesnevî anlam ve kapsam olarak zengin bir sembolizmadir.

Kuslar, “Hakikât Yolunun Yolculari” ; 
Simurg, “Hakikât” olarak tanimlanir.

İnsan ömrünün engebelerine esdeger merdiven basamaklarini çikabilmek vesonunda ancak çok az kisinin hedefine ulasabilmesi seklinde düsünülebilir.
Bunlar, tekamül merdiveninin, İstek’ten Fenâ’ya dogru çikan basamaklaridir.Açiklandigi gibi, kuslarin bazilari, Fenâ’dan daha ileri giderek Fenânin da Fenâsini, yani Bekâ'yi idrak eder.Sembolik evrende terk etme , yegâne kemalât yoludur. Bu sembolizmada, kuslar sâlikleri, kilavuz Hüdhüd kusu mürsidi temsil eder.Sîmurg (otuz kus), yani Anka ise, Allah'in zuhûr ve taayyünüdür.Tûyurname, bir vadiden öteki vadiye sirayla geçilerek olgunlasmak seklinde kuslarla temsil edilen ilginç bir örnegidir
Kuşların tek tek gelip kendilerine dair konuşmalarından ve bunlardan çeşitli özelliklerin tasavvufî tahlilinin yapılmasından sonra kuşlar Hüdhüd'e başka sorular yöneltirler. Cevaplardan sonra kuşlar yola düşmek isterler öncelikle Hüdhüd onlara açıklayıcı bir konuşma yapar. Fakat bu konuşmanın ardından bahane getirmeye başlarlar. Hüdhüd tek tek bahaneleri cevaplar. Bahanelerin sonunda bir kuşun yolu anlatmasını istemesi üzerine Hüdhüd Simurg'a ulaşmak için gidilecek yolu anlatır; aşılması gerekilen yedi vadi vardır, hepsi de çetindir. Vadilerin adları sırasıyla: TalepAşkMarifetİstiğna (ihtiyaçsızlık), TevhidHayret, son olarak da Fakr ve Fena'dır. Hüdhüd bu vadilerin her birini anlatır, daha sonra etkilenen kuşlar yola koyulurlar. Binlerce kuş olarak çıktıkları yoldan sadece otuzu Simurg'un dergâhına varabilir. Sonunda Simurg'u gördüklerinde ise Simurg'un kendileri olduğunu fark ederler; dergâh aslında bir aynadan ibarettir. Bu eserde şöyle açıklanır:
"O dergâhtan hal diliyle bir nida geldi: 'Güneşe benzeyen bu dergâh bir aynadır'.

ZATI HAKKI ANLA ZATINDIR SENİN (ŞERHİ)





Zatı Hakkı anla Zatındır senin(şerh)

 Cânânı, yani Hak-kı bulmak istersen gayre bakma sende bul. 
Senin Mir’atında gözle,sen Hak-ka bir aynasın,çünkü ef’âl,sifât ve zâtı seninle zâhirdir.
Ef’âl sifata,sıfât da zâta delildir.
Şimdi bir fiil sıfatsız zâhir olurmu?

Meselâ, ilimsiz fiil zâhir olurmu ? 

Kezâ iradesiz ve kudretsiz, semisiz(işitme olmadan) basarsız (görme olmadan),kelâmsız (söz söylemeden) ve hayatsız,yaşantısız fiil zâhir olurmu,olmaz.

Demek oluyorki, Ef’âl sıfâtın vücûduna delildir.

Kezâ sıfat mevsufsuz (sıfatlanan olmazsa) olurmu? 
Her sıfata behemehal bir mevsuf lâzımdır.
Meselâ,irâde, irâde edensiz,kudret kâdirsiz olurmu,olmaz. 
Şu halde sıfatda Hak-kın vücûduna delil olmuş olur.
Her şahıs kendisinden zâhir olan ef’âl ve sıfatlarla 
Hak-kın vücûduna delil ile anlayabilir.
“Kenz-i mahfî âşikâr hep sendedi
Yaz ve kış leyl-ü nehâr hep sendedir “


 Kenz-i mahfî, yani İlâhî sırlar ef’âl,sıfât,zât sende âşikârdır.Yaz ve kış,gece ve gündüz ve iki âlemde,yani dünyâ ve âhirette her ne var ise hep sende mevcuttur.

Çünkü insan nusha-i câmiadır.Vücûd tek bir vücûd değilmidir? 


Bunların Hakkın vücûdundan başka müstakil vücûdları varmıdır,yoktur.


Yaz ve Kış,gece ve gündüz dünya ve âhiretin ve senin vücûdun vücûdu Hak-tır. Başka vücûd yoktur.

“Men aref sırrına er, ko gafleti,
Gör ne remzeyler bu insan sûreti.”


 Hazreti Ömer efendimize Resûlüllâh (S.A.V) buyurmuştur:

“Men aref-e nekehû fekad aref-e Rabbehû “, yani “ Nefsini arif olan tahkik Hak-kı ârif oldu ”.Cenab-ı Hak buyrmuştur:


 “Vettebiû millete İbrâhîme hanîfen vemâ kâne minel müşrikîn”, yani “ Millet-i İbrâhim olan tevhîde tâbi olun,


İbrahîm müşrikinden olmadı 

“. İşte cenab-ı Hak bizi babalarımızın sülbünden analarımızın rahimleri vâsıtasıyla bu âleme getirdiği ef’âl, sıfat, zat, kendisinin olduğunu bildirmek içindir.İşte “men aref “ sırrı budur. 
İnsan sûreti nüsha-i câmiadır. 

Evvelki derslerde söyledik.İnsan sırr-ı hilâfet, yani ism-i câmiin (bütün isimlerin) mazharıdır. 


Melekler ise kuvvet isimlerinin mazharıdır.İnsan ise hem kuvvet ve hem de sâir tekmil İlâhi isimlerinin mazharıdır.

“ Haşr-ı sûri hâlin inkâr eyleme,”
Gülşen iken yerini hâr eyleme,


Enfüs-ü âfâkı bil âr eyleme,
Gayre bakma sende iste sende bul.


 Haşr iki kısımdır :
 Bir kısmı burada ki,cümlemiz burada Hak-kı ârif olmak için haşrolduk.

Biri de âlem-i âhirette ki, o haşir bir haşr-i ekberdir,o da cismânidir,mahşerde haşoluruz.İns ve cin,melekler vesâir toplanıp sırât-ı mîzân kurulur,cennet ehli cennete, ehennem ehli cehenneme gönderilir.


İşte bunları inkâr edip yerin bir gülistan (gülbahçesi) iken, hârîstân (dikenli bir çorak tarla) eyleme.Beyitte geçen enfüs kendi nefsin,afâk ise,bu görünen âlem,yani “Tafsîlat-ı Muhammediyye “ dir. 


Çünkü Cenab-ı Hak önce “Nur-i Muhammedî “ yi yarattı. 

Bu âlem “Nûr-i Muhamedî “ nin tafsîli ve şerhidir.

Hak-kın sıfât-ı subûtiyye ve mâneviyyesi yedidir :

Hayat,

ilm,
semi,
basar,
irâde,
kudret,kelâm. 

Türkçe olarak: 

(Yaşantı,bil-gi, duyma, görme, istek, kuvvet, söz) dür.

Bunların üçü bâtın, dördü zahirdir.Bâtın olanlar Hayat, ilim, irâdettir. Zâhir olanlar: Semi, basar, kudret, kelâmdır.Anın için hacılar “Tavaf-ı kudüm” ve “Tavaf-ı vedâ” da üç defa Beyt-i Şerifi (1 ) pehlivanlar gibi kollarını sallayarak kurula kurula tavâf ederler.Bu suretle bâtın olan üç sıfatın,yani hayat, ilm, ve irâdetin zâhir olması için üç defa tavâf ederler. Bunun bir defası hayat sıfatı için, bir defası ilm sıfatı için, üçüncüsü de irâdet sıfatı içindir.Ayrıca dört defa da zâhir olan (semi,basar, kudret, (kelâm), sıfatları için tavâf ederler. Ancak bu dört sifat esasen zâhir olduklarından bu kere teennî ile (yani bütün bu hususları düşünerek) tavâf ederler.

Kâbe, yani “Beyt-i Şerif” mazhar-ı zattır, insan ise mazhar-ı sıfattır. 

Bu sıfatlar Hak-ka nisbet olunduğu vakit kadîmdir,çünkü Hak kadimdir,onun sıfatlarıda kadimdir.Şahsa nisbet olunduğu vakit,hâdisdir, zirâ şahıs hadis değilmidir,yani sonradan yaratılmadımı ,evet sonradan yaratıldı.Şu halde mukyyeddir,yani o sıfatlar şahısla mukayyeddir.
Ve sifât-ı cüz’iyye denildiği de bu sıfatların şahısla kayıdlanmış olduklarından dolayıdır.Hak-kın sıfatları ise “ Külli sıfatlar” dır. Sıfat-ı cüz’iyye sıfât-ı külliyenin mazharıdır. Meselâ: İrâde-i cüz’iyye irade-i külliyenin,kudreti cüz’iyye kudreti külliyenin mazharlarıdır, yani Cenab-ı Hak (insandaki) bu cüz’î sıfatlar ile zâhirdir.

“Zat-ı Hak-kı anla zâtındır senin,
Hem sıfâtı hep sıfâtındır senin.
Sen seni bilmek necâtındır senin,
Gayri bakma sende iste sende bul.


Sûreti terk eyle manâ bulagör,
Ko sıfatı bahr-ı zâtan dalagör.
Ey Niyâzi şark-u garba dolagör,
Gayre bakma sende iste sende bul.”


İlmin mertebeleri üçtür: 
İlmelyakin, 
Aynelyakîn, 
Hak-kalyakîn dir.

Birincisi İlmelyakîn: 
Avâmın ilmi, hoca efendilerin ve suhtaların ilmidir. Beni iycâdeden Haktır, beni babam ve annem iycâdetmiş olsa, ya babamı ve annemi kim iycâdetti? Behemahal benim bir mûcidim var, şu halde mûcidim Haktır deyip böylelikle Hak-kın vücûduna istidlâl eder (delil bulur). Bu ilim “İlmelyakîn mertebesi” dir.

İkincisi Aynelyakîndir. 

Bu tarikat ehlinin ilmidir. Benim mucîdim Haktır ve benden zâhir olan sıfatlar Hak-kındır der, velâkin bir türlü vücûdu Hak-ka vermez. Güya vücûdu Hak-ka vermiş olsa hulül ve ittihad iktizâ eder diye korkar. İşte bu ilim de “Aynelyakîn mertebesi” dir

Üçüncüsü “ Hak-kal yakîn mertebesi” dir ki, 

gerek ef’al, sıfat ve gerekse zat Hak-kındır. “Lâ mevcûde illâ hû” der. İşte bu “Ehl-i Tahkîk”in ilmidir, bunlara “Zâtiyyûn” tabir olunur. Ehl-i tarikat ve ehl-i tarikin evliyâlarına ve kâmillerine de “Sıfâtiyyûn” tabir olunur. İşte Mısrî efendinin “Ko sıfâtı bahr-ı zâta dala gör” dediğini “Zâtiyyûn” ol, yani tahkik ehli ol demektir.
Muhammed Nurül Arabi Niyazi Mısri Şerhi'nden

İNSAN VE KADERİ PDF E-KİTAP




  • İNSANIN KADERİ Sunum :Ahmet YORDAM
  • İNSAN;
    • Allah’ın en güzel şekilde yaratmış olduğu varlık,
    • Düşünme kabiliyetine sahip,
    • Düşüncesini gerçekleştirebilme gücüne sahip,
    • Melekleri de imrendirecek şekilde eylemler yapabilen,
    • Düşüncesinin gereğini yapmayınca, derecesinde eksilme olan varlık,
    • Bilinçli ve iradeli olarak yapıp ettiklerinin farkında olan varlık,
    • Bu özelliğinden dolayı “Dağların kaldıramadığı” Yükü, emaneti kaldırma cesaretini gösteren ve Önüne acayip iki yol açılan; birinde en talihlisi, diğerinde en kötü bahtlısı….
  • “ BİZ İNSANI EN GÜZEL ŞEKİLDE YARATTIK.”
  • “ İNSANA HİKMETİ VERDİK” AKIL YAPMA GÜCÜ İRADE
  • Düşünüyor muyuz ?
    • Yapıp ettiklerimizin ,
    • Başımıza gelenlerin,
    • Kazandıklarımızın,
    • Kaybettiklerimizin,
    • Ulaşmaya çalıştıklarımızın,
    • Ulaşamadıklarımızın,
    • Kadere yönelttiğimiz suçlamaların,
    • BİZİMLE İLGİSİ NEDİR ?
  • İNSAN,
    • Yaptığı işlerde aklını kullanmak suretiyle serbest bırakılmıştır.
    • İnsanın dilemesi ve Allah ‘ın yaratması sonucu ortaya konan fiiller insanın kendisine aittir .
    • Allah (c.c ) hiç kimseyi iyilik yapmaya ve ya kötülük yapmaya zorlamaz .
  • İSLAM insanlar üzerinde, seçim konusunda, baskı uygulamaz, Seçim insanındır.
  • İnsanların yaptığı İşler İradeli İşler İrade Dışı İşler Yürümek, yemek, içmek, oturmak, kalkmak, Okumak, yazmak Kalp atışı, nefes alıp-verme, erkek veya kadın olarak yaratılmak, milliyet, ırk, dil
  • BUNLARI ALLAH ister mi ?
    • ADAM ÖLDÜRMEK
    • İÇKİ
    • Kumar,
  • Hırsızlık,
  • dedikodu, gıybet, iftira…
  • Dalkavukluk
  • İnsan cüz’i iradesiyle  Seçer  Beğenir  Arzu eder  Karar verir  İster Cenab-ı Allah da Küll-i İradesi ile yaratır … ve insan da o fiili işlemiş olur.
  • İyiyi de yaratan, kötüyü de yaratan Allah’tır. Ancak Allah’ın kötüyü yaratması kötü değil; bizim kötüyü istememiz, kötüyü seçmemiz kötüdür.
  • Meselâ, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var; bütünü de güzeldir. Tedbirsiz ve yanlış davranışlarıyla bazıları yağmurdan zarar görse,
  • "Yağmurun icadı rahmet değildir" diyemez, "Yağmurun yaratılışı şerdir" diye hükmedemez. Belki onun tedbirsizliği ve kötü tercihiyle onun hakkında şer oldu.
  • Hem ateşin yaratılmasında çok faydalar var; bütünü de hayırdır. Fakat bazıları, kötü tercihiyle, kötüye kullanmasıyla ateşten zarar görse, "Ateşin yaratılışı şerdir" diyemez.
  • . Çünkü, ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış.
  • Belki o, kendi kötü seçimiyle, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.
  • Kötülükler,Günahlar,Haramlar Allah insana akıl ve irade verdi. Peygamberler göndererek, kitaplar indirerek yol gösterdi. Hayrın ve şerrin, iyinin ve kötünün ne olduğunu bildirdi Cennet Cehennem İyilikler, Sevaplar İbadetler, hayırlar
  • BAŞARISIZLIKLARIMIZDA
    • Bilgi sahibi olmadan giriştiğimiz işlerimizde,
    • Acele ve heyecanla duygularımızın seline kapılışımızda,
    • Ehliyet ve liyakatsizlikten dolayı kayba uğradığımızda,
    • Tedbir , araştırma , itina gibi unsurları göz ardı ederek yaptığımız her atılımda………
    • DAHA NE KADAR KADERİ SUÇLAYACAĞIZ Kİ !
  • ÇÜNKÜ ;
    • Allah her yaratmış olduğu insana kendini toparlayacak,düşünecek,düşündüğünü uygulayabilecek , bu uygulamada ise tamamen hür olarak , eylemler üretecek kabiliyet vermiştir.
    • Yani “ CÜZ-İ İRADE ” si vardır.
  • DEMEK Kİ ;
    • Önce insan olma bilinci ile hareket edeceğiz,
    • Sonra işin gerektirdiği şekilde çaba sarf edeceğiz,
    • Bilmediğimiz şeyi öğreneceğiz,bilgisizce peşinden gitmeyeceğiz,
    • Kendi hatalarımızdan kaynaklanan yanlışlıklar sebebi ile KADER e isyan etmeyeceğiz.
  • UNUTMAYALIM
    • Bu dünyada hepimiz yapıp ettiklerimizden sorumluyuz,
    • Bunun için yaptıklarımızdan hesaba çekileceğiz,
    • Hesabımızın iyi olması için aklımızı en iyi şekilde kullanmak zorundayız.
    • Aklımız var ise sorumluluklarımız da var demektir, unutmayalım.
  • SONUÇ
    • Eylemlerimizin sahibi biz isek sonuçlarının da bize ait olduğunu aklımızdan çıkarmayacağız.
  • www.yolyordam.com

BİRBİRİYLE TARTIŞANLAR FELAH BULAMAZLAR













BİRBİRİYLE TARTIŞANLAR FELAH BULAMAZLAR

Ahmed b. Muhammed el-Mervezî rh.a. şöyle demiştir:
“Birbiriyle söz yarışında bulunanlar felah bulmazlar. Aynı zamanda bid’ate düşmekten de kendilerini muhafaza edemezler.” 

İbn Ebu Leyla rh.a. şöyle demiştir:
 “Ben arkadaşımla tartışmam. Çünkü tartışmada ya o beni yalancı çıkaracak ya da ben onu kızdırmış olacağım.” Peki, biz ne diyor, ne yapıyoruz?
Sözler ve sesler hiçbir dönemde olmadığı kadar çoğaldı. Her yanımız konuşan insanlarla dolu. Üstelik, çok konuşanların tavırlarından her şeyi bildikleri intibası da uyanıyor. Birbirlerinden farklı konuşsalar bile böyle.
Nasreddin Hoca yaşasaydı, herhalde “Sen de haklısın!” sözünü en çok kullanacağı zamanları görmüş olurdu. Çünkü herkes haklı görünüyor.
“Yoğurdum ekşi” diyen yok.

Gerçekten herkes her şeyi biliyor mu artık? Ne kadar mevzu varsa, bilgisi, ilmi bu insanların zihninde mi gerçekten?
Elbette mümkün değil. Fakat şartlar öyle görünmeye zorluyor insanları. Bugünün geçer akçesi biliyor görünmek.
Bilmiyor görünmeyi kabullenmek, bilmiyorum demek çok zorlaştı.
Haliyle biliyor olmanın iddiasını sürdürmek için de sürekli mücadele etmek şart oldu.
Diksiyon, hitabet, dramatizasyon, demagoji, polemik…
Bu mücadelede başarıyı sağlayacak usulleri öğrenmek, tekniğine uygun gelişmek gerekiyor.
En önemlisi de ne kadar az biliyor olsan da kendinden emin görünmek gerekiyor.
Neden böyle olduğu ayrı bir konu. Fakat sebep ne olursa olsun, konuşanın az dinleyenin çok olduğu günlerden, ağzı olanın konuştuğu, iddia edip tartıştığı günlere geldik.

Çocuklar da dahil, insanlar yarışırcasına konuşuyor, iddia ediyor, tartışıyor.

Ama bu yarışın bir bitiş çizgisi yok. Hakikati bulmaya yönelik bir hedefi, bir gayesi de görünmüyor. Nefesi yeten, çelme takmayı da öğrenip eksiltebildiği kadar adam eksilterek öne geçmeye çalışıyor. Fakat göğüsleceği bir ip olmadığı için durmadan koşması gerekecek.
Efendimiz s.a.v.’in “Ya hayır konuş ya da sus!” mübarek emri aklımıza geliyor. Bu emre uyulsa şüphesiz herkesin aklı, kalbi huzur bulacak. Ama dile sahip çıkılmadığında akla gelen öylece çıkar ağızlardan. Sonrası tartışma, münakaşa, nice sorun, nice gürültü ve yorgunluk demek.

Üstünlük çabası
Bir keresinde İmam-ı Azam hazretleri, oğlu Hammad’ı itikadî bir konuda birileriyle tartışırken görür ve susturur. Orada bulunanlar sorar:
– Biz seni başkalarıyla bu tür konuşmalar yaparken görüyoruz. Bizi neden engelliyorsun?
İmam-ı Azam hazretleri şu cevabı verir:
– Biz konuşurken arkadaşımız kayıp düşmesin, yanılmasın korkusuyla başımızda kuş taşır gibi dikkat ediyoruz. Siz ise arkadaşınızın yenik düşmesini istiyorsunuz. Arkadaşının düşmesini isteyen, (konu itikadî olduğu için) onu tekfir etmek istiyor demektir. Arkadaşının dinden çıkmasını isteyen kişinin ise kendisi küfre girer.
Bugünün tartışmaları da İmam-ı Azam hazretlerinin yasakladığı tartışmalara benziyor. Hakikati bulma amacı yok, sadece karşısındakine kaybettirmek isteniyor. Bir savaş gibi. Bunun elbette müslümana yakışır bir tarafı yok.
İnsanı böylesine bir mücadeleye iten ana sebep, muhatabı üzerinden kendisini faziletli, üstün, doğrudan yana gösterme isteğidir. Bu, terbiye edilmemiş bir nefsin, kötü ahlâkın alametidir. Çünkü kendini daha üstün, iyi, doğru gösterme çabası kibirdir, büyüklenmedir. Kibir ise bir ateştir, kişide iyilik, güzellik namına ne varsa yakar, yok eder.
Meseleyi medenilik-vahşilik bağlamında ele alırsak, başkasını kusurlu ve kendinden düşük göstermeye çalışmak vahşiliktir. İnsan tabiatındaki yırtıcılığın bir yansımasıdır. Nefs başkasını yenmekten, kırmaktan, eziyet etmekten zevk alır. Böylece güya üstünlüğünü ispat edecektir. Ama bunu istemek bile onun düşüklüğünü, bayağılığını ispat eder.
İnsanlarla tartışan, üstünlük mücadelesine girenler nefsin helak edici kötü sıfatlarını kuvvetlendirmiş olur. Böyle davranmak, çirkinliği yanında başkasına eziyeti de kapsadığından sürekli günah olarak yazılır.
Üstün gelme mücadelesi ortamda öfkeyi artırır, muhatapları hak ya da bâtıl ayırt etmeden konuştuğunu savunmaya sevk eder. Kavga ve sürtüşmeye sebep olur. Bu da başlı başına bir eziyettir.
Diğer taraftan bu tarz yaklaşımların nerede duracağı da belli olmaz. Birbiriyle münakaşa ve mücadeleye girişen kişiler, düşmanlığın en ileri seviyesindeki kötü sözlerle konuşabilir, hasımları susturmak ve engellemek için en kuvvetli çıkışları yapabilirler, bazen kelimeler de tükenir ve fillî şiddet doğar.

Şeytanın sevinci
Tartışmak, kendini üstün bilmekten, yani kibirden kaynaklanır. Kibir ise her iyiliğe engeldir. İnsanın hep kendini haklı göstermesi, başkalarının kalbini kırması, gönlünü incitecek söz sarf etmesi kötü huyun en belirgin alametlerindendir. Tartışma dinimiz tarafından yasaklanmıştır. Çünkü istenilen neticeyi elde etmeyi sağlamadığı gibi münakaşa esnasında söylenen sözler, yukarıda değindiğimiz gibi üzücü olaylara ve kavgalara sebep olabilmektedir. İmam Mâlik rh.a. şöyle demiştir:
– Tartışmak dinden değildir ve din büyüklerinin hepsi bunu yasaklamışlardır. Fakat muhatapları bid’at ehli bir kimse ise, onu doğruya davet için inat, husumet ve uzatma olmaksızın, Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifleri delil göstererek konuşmuşlardır. Fayda vermeyince kendi haline bırakmışlardır.
Rasulullah s.a.v. Efendimiz ashabının tartışmasını istemez, hele dinle ilgili konulardaki tartışmalardan özellikle uzak durulmasını emrederdi.
Mesela Ebu Hüreyre r.a.’ın rivayetine göre bir seferinde Allah Rasulü s.a.v.:
“Kur’an hakkında tartışmak küfürdür.
” (Ebu Davud, Sünnet, 5 (nr. 4603)) buyurmuştur.

Yine Ebu Hüreyre r.a. anlatıyor:
Biz kader hususunda tartışırken Rasulullah s.a.v. çıkageldi. Öyle kızdı ki öfkeden yüzü kızardı. Bize şöyle çıkıştı: “Bununla mı emredildiniz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim! Bilin ki sizden öncekileri, dinî meselelerdeki tartışmalarının çokluğu ve peygamberleri hakkında düştükleri ihtilafları helâk etti!” (Tirmizî, Kader, 1 (nr. 2134); İbn Mâce, Mukaddime, 10 (nr. 85))
Bir seferinde ise Allah Rasulü s.a.v. “Bir kavim, içinde bulunduğu hidayetten sonra sapıttı ise, bu mutlaka tartıştıkları için olmuştur.” diye buyurmuş ve buna delil olarak da şu ayeti okumuştur:

“Onlar, ‘Bizim ilahlarımız mı hayırlı, yoksa o mu?’ dediler. Sana böyle söylemeleri sırf tartışmaya girişmek içindir. Doğrusu onlar münakaşacı bir millettir.” (Zuhruf, 58)

Demek ki hak ve hakikat üzere bulunan toplumlar, gruplar sonradan sapıttı ise bunun sebebi, dinî emirler ve yasaklar, iyi-kötü, hayır-şer şeklindeki değer hükümleri hakkında yersiz tartışmalara girmelerindendir.

Allah Rasulü s.a.v. diğer bazı hadislerinde de bizleri tartışmadan sakındırarak şöyle uyarmıştır:
“Kardeşinle münakaşa etme! Onunla alay etme! Ona, yerine getiremeyeceğin vaatte bulunma!”(Buharî, Edebü’l-Müfred, nr. 394; Tirmizî, Birr, 58)
“Allah Tealâ bir kavmi hidayete erdirdikten sonra, mücadeleye girmedikleri sürece o kavim haktan sapmaz.” (Tirmizî, Tefsir, 44; İbn Mâce, Mukaddime, 7; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/252)
“Bir kul haklı bile olsa münakaşayı terk etmediği müddetçe imanın hakikatini tadamaz.”(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/352, 353, 364; İbn Ebü’d-Dünya, Kitâbü’s-Samt, nr. 139, 666)

Hz. Lokman Hekim’in oğluna nasihati de kulaklarımıza küpe olmalıdır:
“Ey oğlum! Elinden geldiği kadar kavgadan, münakaşadan sakın! Dünya işleri için kendini fazla üzme! Kızdığın zaman sözlerine dikkat et, ölçülü olmaya çalış! Büyüklerin önünden yürüme! Bir kimse konuşurken araya laf sokma! Ey oğlum! Diline sahip olmayan sonunda pişman olur. Çok tartışan kötülenir.”

Süfyân-ı Sevrî k.s. de şöyle derdi:
“Münakaşa ve mücadele yapma. Haksızlık edip günaha girebilirsin. Her yerde sabırlı ol. Sabır, hayra ve iyiliğe, sonunda da cennete götürür. Hiddet ve gazaptan kendini muhafaza et. Bunlar insanı kötülüğe çeker. Kötülükler ise cehenneme götürür. Alimlerle tartışma, kıymetini düşürürsün. Allah Tealâ’nın yaptığı taksime razı olup rızkından memnun olursan, gönlü zenginlerden olursun. Cenab-ı Hakk’a tevekkül et, kuvvetli olursun. Dünya ehli ile onların dünya menfaatleri üzerinde münakaşa etme. O zaman Allah Tealâ ve insanlar seni sever. Mütevazi, alçak gönüllü ol, salih amelleri tamamlamış olursun. Merhamet edersen, her şey sana merhamet eder.”
Müslim b. Yesar rh.a. de şöyle demiştir:

“Münakaşadan sakının. Zira münakaşa anı, alimin cahillik ettiği vaktidir. O vakitte şeytan alimin doğru yoldan sapmasını arzular.”

Tartışmanın terki
Konuşana karşı susmak, söyleyecek sözü olduğu halde kendini tutup sabretmek cidden zordur. Bu sebepledir ki Hz. Peygamber s.a.v. şöyle buyurmuştur:
“Hatasını anlayıp tartışmayı terk eden kimseye Allah Tealâ cennetin ortasında bir köşk ihsan eder. Haklı olduğu halde tartışmayı terk eden kimseye ise, cennetin en yükseğinde bir köşk ihsan eder.” (Tirmizî, Birr, 58 (nr. 1994); Ebû Davud, Edeb, 8 (nr. 4800); İbn Mâce, Mukaddime, 7 (nr. 51))
Mümin şanına, imanına hiç yakışmayan bâtıl bir iddiaya girer de bunu bir noktada bırakırsa Cenab-ı Hak lütfuyla bir ihsanda bulunuyor.
Haklı olduğu bir meselede iddialaşmayı bırakan ise öncekinden daha büyük bir sevap alıyor.
Böylece haklı bile olunsa tartışmanın terkinde hayır olduğu ifade edilmiştir.
Münakaşanın terki aynı zamanda nefsin hastalığı olan kötü halin tedavisine de vesile olur.
Kişi münakaşayı terk ettikçe kendisini üstün görmeye sebep olan kibrini kırar ve başkalarını küçük gören hayvanî sıfatını söküp atar. Hakikaten her hastalığın tedavisi o hastalığa sebep olan şeyden uzaklaşmakla mümkündür.
Aksi halde tartışmaya devam etmek kişide alışkanlık haline gelir. Sonra bu hastalık benlikte öyle yer eder ki, kurtulmak çok zor olur.
Kişi sıkı bir tartışmacı olsa ve insanlar da bu kabiliyeti sebebiyle onu övse, o kişi halk tarafından kabul edildiğini, üstün biri olduğunu düşünür. İşte o zaman tehlike daha da büyümüş demektir.
İnsanda öfke, kibir, gösteriş, makam sevgisi, kendini üstün görmek gibi sıfatlar hakim olduğu zaman bunlardan kurtulmaya kolay kolay güç yetiremez. Bu huylardan birini temizlemek büyük bir gayret ve mücahede isterken hepsiyle nasıl baş edebilir?
Tartışmada ise bütün bu kötü hallerin tamamı mevcuttur.
İnsan için en hayırlısı, aynı kıbleye yöneldiği müminleri suçlamaktan uzak durmasıdır. Yanlışı olan birini gördüğü zaman onu baş başa bir ortamda nezaketle uyarmalı, asla mücadeleye girmemelidir. Karşısındakine nasihatin fayda vermeyeceğini anladığı zaman ise bırakıp kendi nefsiyle meşgul olmalıdır.
Allah Rasulü s.a.v. şöyle buyurur:
“Dilini müslümanları kötülemekten çeken ve hata edeni gücünün yettiği en güzel bir üslupla ikaz eden mümine Allah rahmet etsin.”
Hişâm b. Urve r.a. diyor ki:
“Peygamber Efendimiz s.a.v. bu sözünü yedi defa tekrar etti.” (İbn Ebü’d-Dünya, Kitâbü’s-Samt, nr. 137; Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, nr. 3026.)

Edep ve nezaket yolu
İslâm, müminlere dine ve dünyaya ait bütün işlerde taassup ve ifrat göstermeyerek tahammüllü olmayı emrediyor. Hz. Peygamber s.a.v. yirmi üç yıl insanları dine davet etti. O hikmetle, etkili nasihatlerle davette bulunmak, ılımlı hareket etmek hususunda en güzel örnekti. Çok şefkatli ve merhametliydi.

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber s.a.v.’e hitaben buyuruluyor ki:
“(Rasulüm!) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Doğrusu Rabbin kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O doğru yolda olanları da en iyi bilir.” (Nahl, 125)

Bu ayet, İslâm’ın davet prensibini ortaya koymaktadır. Allah yoluna hikmet ve güzel sözle çağırmayı emretmektedir.
Çünkü bilgisiz, hikmetsiz, kaba sözlerle, taassupla hareket etmenin yararı değil, zararı verdır. Hikmet ve tatlı dil ise gönülleri etkiler, insanları yumuşatır, yoldan çıkmışları yola getirir. Yani münakaşa davet metodu değildir.
Amacı karşıdakini susturmaktır. Hasım cevap vermeyip susabilir ama gönlü kabul etmez.
Onun için ayette cedel ve tartışma davet metodu yapılmamış, Allah yoluna sadece hikmetle ve güzel öğütle çağırılması ve en güzel biçimde çaba gösterilmesi emredilmiştir.
Gerçek mümin de kimseyle cedelleşmez, münakaşa etmez. Bilir ki münakaşa düşmanlıkların çoğalmasına sebep olur. Herkesle iyi geçinir, sert davranmaz. Kalp incitmekten korkar. Kalpleri Allah Tealâ’nın evi bilir.
Aynı şekilde fitne de çıkarmaz ve buna sebep olmaz. Dine ve dünyaya zarar verecek işlerden sakınır. Güler yüzlü, tatlı dillidir. Allah Tealâ’nın hoşnutluğunu kazandıracak işler yapmak için gayret eder. Sabreder, affeder. Her anlaşmazlıkta, her sıkıntıda kusuru önce kendisinde görür. Salih ve sadık insanlarla arkadaşlık eder, onlarla yakınlık kurar.
Uygun bir şekilde hakkı söylemenin dışında tartışmayı terk etmek, öfkeden uzak durmak, yumuşak davranmak ve insanlarla iyi muamele etmek ariflerin ahlâkındandır. Zira iyiliğe karşı iyilik her kişinin işidir. Fakat kötülüğe karşı iyilik ise er kişinin işidir.
Veli kullar, “Bizim yolumuz tartışarak mücadele yolu değil, sevgi ve muhabbet yoludur” ilkesiyle hareket etmişler, başkaları ile kavga ve mücadele yerine nefsle mücahede ve gönüllerin fethini prensip edinmişlerdir. Kendilerine yöneltilen tenkitlere dahi genellikle sükûtla cevap vermişlerdir.
İslâm, ilişkilerde ılımlı olmayı, nezaketi ve güzel üslubu terk etmemeyi emretmektedir. Kur’an-ı Kerim’de “Sen, kötülüğü en güzel şekilde sav.” (Müminûn, 96) buyurulmaktadır. Bu ayet-i kerimede insanlarla münasebetlerde en güzel davranış şekli bildirilmektedir. Bu da kötülük yapanın düşmanlığını dostluğa, öfkesini sevgiye dönüştürmek için ona iyilik yapmaktır. Diğer bir ayette ise, “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki candan bir dost olur.” (Fussılet, 34) buyurulmaktadır. İçimizde tartışma kıvılcımı çaktığı zaman bu ilahî emri hatırlamak ve ahireti düşünmek bizi yanlışa düşmekten alıkoyacaktır. Zaten ahireti dünyaya tercih etmemiz gerektiğini, kendi nefsi adına insanlara galip gelmenin ahirete faydası değil zararı olduğunu biliyoruz. Bu şuur benliğimizde yer ettiği zaman ahlâkımız güzelleşecek, Mevlâmız’ın rızasına yaklaşmış olacağız.
Allah Tealâ yüce kitabında cennetteki kullarından söz ederken

“Onların altlarından ırmaklar akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki: ‘Hidayetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah’a hamdolsun!’ …” 
(A‘raf, 43ve “Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.” 
(Hicr, 47) buyurmaktadır.
Bu kardeşlik duygusundan daha güzel bir duygu yok. Elbette cennette değiliz, burası dünya. Ama bu dünyayı cehenneme çevirmenin herkesten önce kendimize zararı var.

Tartışma Çeşitleri
Türkçede “tartışma” kelimesiyle ifade edilen konuşma şekli, İslâm literatüründe hedef ve üslup farklılıklarına göre farklı isimlerle tanımlanmıştır. Bunların en yaygın olanları şunlardır:
• Münakaşa, tartışma kelimesinin tam karşılığıdır. Muhatap rakip olarak görülür, amaç onu alt etmek, meydandan muzaffer ayrılmaktır. Hangi tarafın haklı olduğu, sonucun taraflara ve dinleyenlere ne kazandırdığı hiç önemli değildir.
• Münazaa, ağız kavgası, çekişme, nizalaşmadır.
• Münazara, edep ve nezaket ölçüleri çerçevesinde bir konu etrafında karşılıklı konuşmaktır. İlmî fikir alışverişi bu kapsamdadır.
• Müzakere, karşılıklı olarak konu hakkında görüş bildirmek, hatırlatmalarda bulunmak demektir.
• Muaraza, karşı tarafın ileri sürdüğü delile hücum etmeyip, onun zıddını ispat eden diğer bir kanıt ileri sürmektir. Karşıdakinin fikrini doğrudan çürütmek yerine, kendi fikrini savunma yolunu tutmaktır.
• Müdavele-i efkâr ise fikir alışverişidir. Bundaki hedef, bir konuya dair fikirlerin farklı bakış açılarıyla ortaya konulmasıdır. Böylece daha doğru bir sonuca ulaşmak hedeflenir.
Bu konuşma türleri içinde en verimsiz ve faydasız olanları münakaşa ve münazaadır. Fakat ne yazık ki günümüzde en yaygın olanları da bunlardır.

Nefsi Kırmak İçin

Bir gün İmam-ı Azam rh.a. hazretleri, önceleri ilim halkasına katılıp daha sonra terk eden Davud-i Tâî k.s. hazretlerine:
– Niçin inzivaya çekildin (halktan ayrıldın), diye sordu. Davud-i Tâî k.s.:
– Tartışmayı terk etmek suretiyle nefsimle mücahede etmek için, dedi. İmam-ı Azam hazretleri:
– İlim meclislerine katıl, anlatılanları dinle fakat konuşma. (İşte senin için nefsini kıracak mücahede budur) dedi. Davud-i Tâî k.s. hazretleri diyor ki:
– Ben de öyle yaptım. Gerçekten nefsim için bundan daha güç gelen bir mücahede görmedim.

Cedel Diye Bir İlim
Allah Tealâ’nın kitap ve peygamberleri vasıtasıyla hak ve hakikati bildirmesine rağmen tarih boyunca çeşitli kişi ve gruplar bu hak ve hakikatin hilafına iddialar ortaya koymuşlardır. İslâm’dan sonra da devam eden bu hilaf-ı hakikat iddiaların önünü almak için alimlerimiz “cedel ilmi” denilen bir ilmin usullerinden faydalanmışlardır.
Cedel Arapça bir kelimedir ve “sağlam olmak, sert olmak, düşmanlık veya tartışmada çetin olmak, birini sert bir yere düşürmek, cephe almak” gibi manalara geliyor. Anlam derinliğini hayli yitirmiş modern Türkçede ise tartışma, çekişme gibi kelimelerle ifade ediliyor.
Tabii ki alimlerimizin kastı kimseyle çekişmek, tartışmak olmamıştır. Aksine, etkili söz söylemenin yollarını kullanarak, yanlışı savunanların hatalarını İslâmî delillerle göstermeyi ve iddialarının tesirini ortadan kaldırmayı hedeflemişlerdir.
Cedel ilmi muhalif fikirleri çürütüp doğru fikri üstün kılmaya çalışır. Herhangi bir tezi ispatlama veya çürütme yollarını araştırır. Kendine has prensipleri, kuralları vardır. Etkili konuşmayla ilgili diğer ilimlerden, usullerden de faydalanır.

Tartışmanın Zararları

• Tartışan kişi haklı olduğunu karşı tarafa kabul ettirebilmek için sert, hırçın, öfkeli davranır. Sert ve öfkeli bir kimse ise kontrolünü kaybeder, aklı ile hareket edemez. Muhatabının doğru sözlerine kulak veremez ve kendi yanlışlarını savunmaya devam eder. İtiraz ve muhalefet etmeyi alışkanlık haline getirmek, kimsenin sözünü kabul etmemek çirkin bir huydur.
• Hakkı açıklamak niyetiyle de olsa başkalarını mağlup etmek için yapılan tartışmalar zararlıdır. Bir kimsede tartışmada galip gelme hazzı karşısındakinin ağzından gerçeği duymaktan daha hoş gelirse kötülüğe batmış demektir. Derhal kendini hesaba çekmesi, nefsini terbiye etmesi gerekir.
• Tartışma ve cedelleşme kindarlığa yol açar. Tartışma hiç şüphesiz dostlar arasında kin ateşini körükler. Fikrinin kabul edilmediğini gören tartışmacı muhatabına kin duyar, bazen ömür boyu affedemez.
• Tartışmak, karşıdaki insanı cahil yerine koymak, sen bilmezsin, ben bilirim demektir. İnsanları cahillikle suçlamak öfkeye sebep olur. Bundan da bir fayda elde edilmez.
• Tartışmanın insanı zorladığı günahlardan biri de gıybettir. Tartışmacı, hasmının sözlerini naklederek, o şöyle dedi, ben şöyle cevap verdim diyerek gıybete düşer. Gıybet ise mahza ateştir.
• Tartışmacı galip gelirse övünür, kendisiyle gurur duyar. “Şöyle şöyle dedim, susturdum!” der. Kendini beğenmişlik ise yasaklanmış bir haldir.
• Tartışmada üstün gelmek için muhatabın kusurları sayılır, dökülür. Müminin kusurlarını ortaya dökmek ise yasaktır, günahtır.
• Tartışma esnasında galip gelme isteği ile yalana ya da zanna başvurulur ki bunlar da yasaklanmıştır. Ayrıca dinleyicilerin gözüne girmeye çalışmak da riyayı beraberinde getirir. Tartışmanın hararetiyle bu günahlardan kaçınmak hayli zordur.
• Tartışmak gerçeği inkâra yol açar. Gerçeğin rakibin ağzından çıkmasından hiç hoşlanılmaz ki bu da kişinin maneviyatı açısından bir felakettir.
• Tartışma inada sebep olur. Bu inatla doğruyu kabul etmek imkansızlaşır.
• İnsanlarla cedelleşen, münakaşa eden kimse mürüvvetsiz olur. Böyle insanlar başkaları tarafından sevilmez, dostları olmaz.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...