Allah’a
Karşı Hüsnü Zan Beslemek “O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra,
yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, hakiki dosttur, övülmeye
layık olandır.” (42, Şura/28) Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla… Şu
ayeti kerime, Kur’an-ı Kerim’de üzerinde en çok durdu-ğum ve düşündüğüm
ayetlerdendir... Üzerinde durmakta haklı olduğumu sanıyorum. Allahu Tealâ
şöyle buyurur: “O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru
indi-ren, rahmetini her tarafa yayandır. O, hakiki dosttur, övülmeye layık
olandır.” (42, Şura/28)
İnsanların durumunu hayal ediyorum... Nefisleri, nesilleri, nimetleri ve
ekip biçtikleri her şeyle ilgili endişeye düşmüşler… Hayvancılık bitmiş,
toprak güneşten yanmış kavrulmuş, şiddetli ve ölümcül bir kuraklık…
Haykırarak Allah’a yalvarıyorlar. Tâ ki ümitleri tükeniyor… Helak olacaklarına
inanmışlar... Birden bire gökyüzünden, Allah’ın rahmetini yeryüzünün her
tarafına yayan bir sağanak başlıyor. Ümitsizlik ve ölümün ardından toprağı,
ruhları ve canları diriltmek için yağan bir sağanak...
Ayeti Kerime’nin Allah’ın (Subhanehu ve Tealâ) “Veli” ve “Hamid” isimleri
ile bitmesi ne kadar da anlamlı. Evet… Çünkü kulların velisi olan sadece O
dur. O ki kullarının her işini her an yönetir ve onları gözetir. Bu yüzden
de her durumda hamdedilmeye layık olan sadece ve sadece O’dur. Onun dışındaki
bütün dostlar unutur, yanlış yapar, gaflete ve tefrite düşer.
“Veli” ve “Hamid” olana gelince; Benim Rabbim yanılmaz ve unutmaz. O’nu ne
bir uyku, ne de uyuklama tutar… O diridir, kayyumdur… Bu yüzden O’nu dost
edinen herkes –hiç şüphesiz- O’nu en güzel dost ve en güzel yardımcı olarak
bulacaktır... Her an, her yerde dostlarının üstüne rahmetini yağdıran bir
dost... Hatta en sıkıntılı anlarda, en dar mekânlarda bile...
Zamanın derinliklerinde yol almış olan bir kervan (salihler kervanı) gözlerimin
önünden geçiyor...Ve Allah’ın dostu İbrahim’i (aleyhisselam)
hatırlıyorum... Kavmi her taraftan etrafını sarmış, onu ilahlarını kırmakla
suçluyor, yaptığı suçu itiraf etmeye zorluyor ve korkutuyorlar... O dostuna
kaşı hüsnü zan besleyen bir kişinin metaneti ile cevap veriyor... Sarsılmaz
dağlar misali... Hatta onlardan bile daha güçlü... “Siz Allah’ın, size
hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan
korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden ne diye korkayım?
Öyle ise iki taraftan hangisi daha güvende olmaya layıktır. Eğer
biliyorsanız söyleyin.” (6, En’am/81)
Mevlaya karşı hüsnü zanda bulunmaya, güven ve iç huzuruna en çok hak sahibi
olan hangi fırkadır? Her şeyin mülkü elinde olan, göklerin ve yerin
Rabbi’ni dost edinen fırka mı yoksa ne kendilerine ne de başkalarına yararı
ya da zararı dokunmayan rableri dost edinen fırka mı? Cevap net ve açık
olarak geliyor...“İman edip de imanlarına zulüm karıştırmayanlar var ya;
işte güven onların hakkıdır. Doğru yolu bulmuş olanlar da onlardır.”
(6, En’am/82)
İç huzuru, güvenlik ve emniyet, Allah hakkında hüsnü zan beslemenin bir
eseridir. Her biri tevhidin ürünüdür. İbrahim’in (aleyhisselam) kavmini
hayal ediyorum. Onu elleri ile ateşin tam ortasına atmak için götürüyorlar.
Böyle bir durumda dahi onun kalbinde Mevlasına duyduğu güvenden hiçbir şey
eksilmiyor. Ve sadece “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” diyor.
Sonra zevcesini bebeği ile ekinsiz bir vadinin orta yerinde bırakışını
hatırlıyorum. Zevcesi ona “Ey İbrahim! Ey İbrahim! Bizi burada kime
bırakıyorsun?” diye seslenirken o arkasına dahi bakmadan gidiyor. Kocasının
arkasına bakmaksızın gidişine şaşıran zevcesi bu gidişin aslını idrak
ederek “Bunu sana Allah mı emretti?” diyor. “Evet” diyor İbrahim
(aleyhisselam). Bunun üzerine Allah’a karşı duyduğu hüsnü zan ve güvenle
şöyle diyor zevcesi: “Öyleyse O bizi perişan etmez.” Eşinden ve O’ndan
Allah razı olsun… [23. sayfadaki 1 nolu dipnota bakınız.]
Zamanın derinliklerindeki bu kutlu kervanın içinden Nuh’u (aleyhisselam)
hatırlıyorum. Kavminin karşısında yapayalnız bir şekilde duruyor ve bu
yalnızlığına rağmen onlara meydan okuyor… Nuh’un (aleyhisselam) rabbine
karşı güven duygusunu ve Rabbi hakkındaki hüsnü zannını ancak onun şu
sözlerini iyiden iyiye düşünen kimseler anlayabilir: “Bir de onlara
Nuh'un kıssasını oku: Hani o bir zamanlar kavmine demişti ki: “Ey kavmim!
Eğer benim aranızda duruşum ve Allah'ın ayetleriyle öğüt verişim size ağır
geliyorsa, şunu bilin ki, ben yalnızca Allah'a dayanmışımdır, artık siz ve
ortaklarınız her ne yapacaksanız toplanıp bütün gücünüzle karar veriniz.
Sonra bu işiniz size dert olmasın. Sonra bana ne yapacaksanız yapın, bana
mühlet de vermeyin.” (10, Yunus/71)
Sonra Hud (aleyhisselam)’ı hatırlıyorum... Yeryüzünün en serkeş, inatçı
tiranları ile karşı karşıya... Allah onları “güçlü” olarak
vasıflandırmış... Karşılarına çıkıyor ve dostunun ona yardım edeceğine dair
duyduğu hüsnü zan ve büyük bir güvenle şöyle diyor: “Allah'ı şahit
tutuyorum, siz de şahid olun ki ben, Allah'a koştuğunuz ortaklardan uzağım.
O'ndan başka herşeyden uzağım, artık hepiniz toplanın bana istediğiniz
tuzağı kurun, sonra hiç bekletmeyin. Ben muhakkak ki, hem benim Rabbim, hem
de sizin Rabbiniz olan Allah'a dayanmaktayım. Yeryüzünde hiçbir canlı
yoktur ki, idaresi ve yönetimi O'nun elinde olmasın. Benim Rabbim, hiç
şüphe yok ki, doğru yoldadır.” (11, Hud/54-56)
Allah’ın rızasına ulaşmak için yakın, uzak herkese karşı çıkan bir yüce
topluluğu daha hatırlıyorum. Şirkten, fısktan ve isyandan dostlarına firar
ediyorlar… Onun rızası için müreffeh ve bolluk içinde bir hayata karşılık,
daracık bir mağarayı tercih ediyorlar. Ellerinde Allah’ın onlara
bağışladığı rahmetinden başka hiçbir şey olmaksızın...“(İçlerinden biri
şöyle demişti:) “Mademki siz, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları
putlardan ayrıldınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz sizin için
rahmetini yaysın ve işinizi rast getirip kolaylaştırsın.” (18, Kehf/16)
“...Rabbiniz sizin için rahmetini yaysın..”. Biliyorum ki Allah’ın rahmeti
geniştir. Onun bir parçası bile bu mağarayı, bu hapishaneyi ya da şu
zindanları cennet bahçelerinden bir bahçeye çevirmeye yeter. Tekrar ilk
sözünü ettiğim ayeti hatırlıyorum. Ve kullar ümidini kestikten sonra nasıl
gökten rahmetini indirdiğini... Ve daracık, karanlık mağaradaki o grubun
üzerine nasıl rahmetini indirdiğini ve o mağarayı olabildiğince geniş,
ferah bir gökyüzüne çevirdiğini düşünüyorum… Rabbimi tesbih edi-yor ve
yüceltiyorum...Dostlarına karşı rahmetini olabildiğince yayması övülmeye
değer olan bir dostun, kendisine en iyi duygularla güven besleyen
dostlarına verdiği bir karşılıktır. Töhmet altında bırakmayan, sözünü
doğrulayan, verdiği güvenceye inanan, ona duyduğu güvenle kalbi huzur bulan
dostlara karşı...
Bu yüzden Allah (Subhanehu ve Tealâ) Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği bir
kudsi hadiste şöyle diyor: “Ben, kulumun hakkımdaki zannı üzereyim. O, beni
andıkça ben onunla beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden
anarım. O, beni bir cemaat içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir
cemaat içinde anarım. O, şayet bana bir karış yaklaşacak olursa, ben ona
bir zir’a yaklaşırım. Eğer o, bana bir zir’a yaklaşırsa ben ona bir kulaç
yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana
şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, ben de onu bir o kadar
mağfiretle karşılarım.” [Müttefekun Aleyh]
Kim ki Rabbine karşı sui zanda bulunursa Rabbi’de onu yardımsız bırakacak
ve bu zannından dolayı kendisini hüsrana uğratacaktır. Kişinin Allah’ı “en
güzel dost ve en güzel yardımcı” olarak bilmesi Rabbi hakkında hüsnü
zannından kaynaklanır. Rabbini diğer dostlara benzemek gibi bir
noksanlıktan tenzih eder. O dostlar ki kendilerini izleyenleri terkeder,
onları unutur ve saptırırlar. Bunların her biri ne kadar da kötü
dosttur.Dostunu (Allah’ı) noksanlıklardan tenzih eden, onu yücelten, onun
hakkında hüsnü zan besleyerek ona tevekkül eden kişi için Allah yeterlidir.
“Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter.” (65, Talak/3)
Kul Rabbine duyduğu hüsnü zan miktarınca ümit var olur. Ona tevekkül eder.
Çünkü Allah amel edenlerin amellerini boşa çıkarmadığı gibi, ümit
bağlayanların da ümitlerini boşa çıkarmaz. Bu yüzden Resulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) Hira’da vahiy meleğini gördüğünde kalbi titreyerek
döndüğü zaman Hatice (radıyallahu anha) annemiz, O’na şöyle demişti: “Asla
korkma! Vallahi Allah seni ebediyen mahcup etmeyeektir. Zira sen, sıla-i
rahimde bulunursun, doğru konuşursun, işini göremeyenlerin yükünü taşırsın.
Fakire kazandırırsın, misafire ikram edersin, Hak yolunda zuhur eden
hadiseler karşısında (halka) yardım edersin.” [Müttefekun Aleyh]
Hatice (radıyallahu anha) annemiz Allah’ın ihsan sahibi kullarına karşı
muamelesi hakkındaki hüsnü zannından dolayı Allah’ın onu mahcup
etmeyeceğine dair yemin etmişti. “Kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın
rahmetinden ümit kesmez.” (12, Yusuf/87) Kâfirler gibi bir yol tutmayı
kendi nefsi için hoş görmeyen ve Allah’a karşı dünya ve ahiret işlerinde
hüsnü zan besleyen mü’minler için bu bir haktır... Bu ayetin zahiri dünya
hayatına yöneliktir. Ahiret hayatına yönelik ise Allahu Tealâ şöyle
buyurmaktadır: “De ki: Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş
olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah, bütün
günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet
edicidir.” (39, Zümer/53)
Bu ayet alimlerinde belirttiği gibi büyük bir müjde içermesinden dolayı
Allah’ın kitabındaki en ümit verici ayettir. Ve bu ayeti kerimede Allahu
Tealâ kullarını şereflendirme adına onları kendisiyle beraber zikretmiştir.
O kendisine sığınan, kendisine karşı hüsnü zan besleyen kullarını
terketmeyen, şükürlere en layık olan dosttur. Bunun hemen arkasından
rahmetten ümit kesmeyi yasaklıyor. Sonra kullarına olanca açıklığı ile O’na
tevbe eden herkesin bütün günahlarını bağışlayacağını bildiriyor.
Allahu Tealâ’nın, kendisine hüsnü zan ile iltica ederek yönelenleri
bağışlaması, onların tevbelerini kabul etmesi hiç şüphesiz mü’min kalplere
büyük bir huzur, sadıklara güven verici bir müjdedir. “Onun için ümidi
kesmeyin de başınıza azab gelmeden önce tevbe ile Rabbinize yönelin ve O'na
teslim olun. Sonra kurtulamazsınız.” (39, Zümer/54) Kişinin ölüm
kendisine yaklaştığı zaman Allah’a karşı hüsnü zanda bulunması ise kalbinin
Allah’ın mü’minlere verdiği söze güvenmesi, kendisini asla yardımsız
bırakmayacağını bilmesi ve amellerinin zayi olmayacağına inanmasıyla
gerçekleşir. Nitekim Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur: “Sizden hiç biriniz Allah’a karşı hüs zan beslemeksizin
ölmesin.” [ Müslim, Ebu Davud]
Kişinin yaşarken Allah’a karşı hüsnü zanda bulunması, devamlı surette tevbe
etmeyi, O’na sığınmayı ve salih ameller vasıtası ile O’nun rızasına
ulaşmayı gerektirir. Ve aynı zamanda Rabbine isyan ederek O’na karşı sui
zanda bulunanları da terketmeyi gerektiri. Allah’tan birşeyler temenni
etmekle, O’nun hakkında hüsnü zanda bulunmak arasında fark vardır.
Birincisi O’na isyan edenlerin yoluyken, ikincisi Mü’minlerin yoludur.
Temenni de acziyet, tembellik, hevaya uymak vardır. Temenni, amel
etmeksizin tevbe ve çalışmaktan yoksun bir şekilde Allah’tan bir şeyler
beklemektir. Ancak şer’i anlamda reca ve hüsnü zan ile kasdedilen, büün
gücüyle çaba harcamak ve sonrada Allah’a en güzel şekilde tevekkül
etmektir.
Birincisi hiç çalışmadan ekip biçeceği bir toğrağa sahip olmak isteyen kişi
gibidir. Ya da evliliğin sorumluluklarını yüklenmeden çocuk sahibi olmak
isteyen bir kişi gibi. İkincisi ise; top-rağı sürer, eker, ondan sonra
ürünün yetişmesini umar. Bu yüzden alimler recanın ve hüsnü zannın amel
olmadan mümkün olmayacağı konusunda icma etmişlerdir. Mü’minlerin annesinin
salih amel işleyenleri Allah’ın asla mahçup etmeyeceğine yönelik tecrübe ve
ince idrakine dayalı sözünü daha önce zikretmiştik.
Hüsnü zannın kişiyi sevgililer diyarına götüren, ahiret yurduna ulaşmayı
kolaylaştıran bir etken olması için mutlaka amel ile bağlantılı olması
gerekir. Salihlerin pek çoğu hüsnü zan ile ilgili bütün sözlerinde bunu
şart koşmuşlardır. Allah’a karşı hüsnü zan beslemenin gereklerinden bir
taneside günahlara dalan, sapkınlığı seçen kimselerden uzaklaşmaktır. Ancak
dünyada Allah düşmanları ile yollarını ayıran, onların sistemlerinden,
kanunlarından uzak duran kimse Rabbinin onu azabtan kurtaracağını ummayı
haketmiştir. O nasıl ki dünyada kâfirlerden uzak kalmışsa Rabbi’de onu
kıyamet gününde kâfirlerden uzaklaştıracaktır. Ancak kim de kâfir ve
müşriklerden ayrılmaz, onlarla ilişkilerini kesmez, onların batıl
kanunlarından uzak durmaz ve onlarla beraber olursa... İşte böyle
kimselerin Allah’ın azabından kurtulmayı ummaya hakları yoktur. O nasıl
dünyada kâfirlerle beraber oldu ise Allah’ta kıyamet gününde onu dünyada
beraber olduğu kimselerle beraber kılacaktır. “Muhakkak ki Allah,
münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.” (4,
Nisa/140)
Kişinin kıyamet gününe dair Rabbi hakkında hüsnü zan beslemesi ancak
dünyada iken yaptığı amellerle mümkündür. Ey Kardeşim! Dürüst olduğun,
tevbe ettiğin ve mü’minlerin yolunu takip edip mücrimlerin yolundan yüz
çevirdiğin müddetçe Rabbin ile yaptığın alışverişte terk edilmekten,
aldatılmaktan, ihmal edilmekten korkma. Allahım! Biz senin hakkında Nebi’ni
kurtardığın gibi bizi de kurtaracağına dair hüsnü zanda bulunuyoruz.
Allahım! Bizi rahmetinle dünya ve ahiretin kederlerinden kurtar. Amin...
“Allah, müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek
üzere satın almıştır. Allah yolunda çarpışacaklar da öldürecekler ve
öldürülecekler. Bu, Tevrat'ta da, İncil'de de Kur'ân'da da Allah'ın kendi
üzerine yüklendiği bir ahittir. Allah'dan ziyade ahdine riayet edecek kim
vardır? O halde yaptığınız alış-veriş ahdinden dolayı size müjdeler olsun!
Ve işte o büyük kurtuluş budur.” (9, Tevbe/111)
Ebu Muhammed
Sulta Hapishanesi
Muhammed Mustafa’nın hicretinin 1419. yılında Allah’ın Musa’yı
düşmanlarından kurtardığı günün akşamı..
|