11 Temmuz 2012

HASTAHANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI SESLİ VİDEO



Hastane önünde İncir Ağacı (annem Ağacı)
Doktor Bulamadı Bana İlâcı (annem İlâcı)
Baş Tabip Geliyor Zehirden Acı (annem Vay Acı)

Garip Kaldım Yüreğime Derdoldu (annem Derdoldu)
Ellerin Vatanı Bana Yurdoldu (annem Yurdoldu)

Mezarımı Kazın Bayıra Düze (annem Vay Düze)
Yönünü çevirin Sıladan Yüze (annem Vay Yüze)
Benden Selâm Söylen Sevdiğimize (sevdiğimize)

Başına Koysun Karalar Bağlasın (annem Bağlasın)
Gurbet Elde Kaldım Diye Ağlasın (annem Ağlasın)

DİNSİZ EVANJELİSTLER GÖRE TÜRKİYE = DECCAL

DİNSİZ EVANJELİSTLER GÖRE TÜRKİYE = DECCAL

Türkiye'nin yükselişi, dindar evanjelistlerin tam aksine, dinsiz Evanjelistleri korkuttu!..

Bu kesimleri temsil eden ve çeşitli kitapların yazarı olan Joel Richardson,
 İncil'deki kehanetlerden yola çıkarak
Türkiye ile Hz. İsa'nın dönüşünden önce dünyaya hâkim olacağı belirtilen
 “deccal” arasında benzerlikler kurdu.
Özellikle “Fetih 1453” filmine dikkatleri çeken Richardson,
Türkiye'nin bir dünya gücü olarak yükselmesinin İncil'in kehanetlerini doğrular nitelikte olduğunu iddia etti.
Richardson, İncil'in de, sona doğru yaklaşılırken Türkiye'nin yükselişini öngördüğünü savundu.
 
“WND” sitesine konuşan Richardson, “anti-İsa” diye tanımladığı deccalin Avrupa'da değil
 
Ortadoğu'da ortaya çıkacağını iddia etti ve Türkiye'de de birçok kişinin İslami öngörülerin artık hayata geçtiği bir dönemde yaşandığına inandığını öne sürdü.
 
Türkiye'nin Osmanlı dönemine duyduğu arzulara işaret eden Joel Richardson,
 
 Türkiye'nin Ortadoğu'da yeniden bir güç olarak yükselme isteğinin sadece
İslami çevrelerin değil laik ve milliyetçi çevrelerin de arzusu olduğunu ileri sürdü.

İLK İDDİA DEĞİL
Türkiye'nin Ortadoğu'da daha aktif ve girişimci olmasının
 Evanjelik Hıristiyan çevrelerde “alarm” çanlarını harekete geçirdiğine zaman zaman rastlanıyor.
Daha önce de Türkiye'nin bir dünya savaşı çıkaracağı iddia edilmişti.
Kasım CİNDEMİR / WASHINGTON
HABERTÜRK

EVRENİN YARATILIŞI DENGELER LİSTESİ


DENGELER LİSTESİ


Buraya kadar değindiklerimiz, Dünya'daki yaşam için gerekli dengelerin sadece bir kısmıdır. Yerküreyi incelediğimizde, neredeyse bitmeyecekmiş gibi duran çok daha büyük "yaşam için gerekli dengeler" listesi oluşturabiliriz.  Örneğin Amerikalı astronom Hugh Ross, Dünya'nın yaşam için uygunluğuyla ilgili bazı maddeleri şöyle sıralamaktadır: 

Yerçekimi;

-Eğer daha güçlü olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla amonyak ve metan biriktirir, bu da yaşam için çok olumsuz olurdu.
-Eğer daha zayıf olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla su kaybeder, canlılık mümkün olmazdı.

Güneş'e uzaklık;

-Eğer daha fazla olsaydı: Gezegen çok soğur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, gezegen buzul çağına girerdi.
-Eğer daha yakın olsaydı: Gezegen kavrulur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, yaşam imkansızlaşırdı.

Yer kabuğunun kalınlığı;

-Eğer daha kalın olsaydı: Atmosferden yerkabuğuna çok fazla miktarda oksijen transfer edilirdi.
-Eğer daha ince olsaydı: Hayatı imkansız kılacak kadar fazla sayıda volkanik hareket olurdu.

Dünya'nın Kendi Çevresindeki Dönme Hızı;

-Eğer daha yavaş olsaydı: Gece gündüz arası ısı farkları çok yüksek olurdu.
-Eğer daha hızlı olsaydı: Atmosfer rüzgarları çok çok büyük hızlara ulaşır, kasırgalar ve tufanlar hayatı imkansızlaştırırdı.

Ay ile Dünya Arasındaki Çekim Etkisi;

-Eğer daha fazla olsaydı: Ay'ın şiddetli çekiminin, atmosfer şartları, Dünya'nın kendi eksenindeki dönüş hızı ve okyanuslardaki gelgitler üzerinde çok sert etkileri olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Şiddetli iklim değişikliklerine neden olurdu.

Dünya'nın Manyetik Alanı;

-Eğer daha güçlü olsaydı: Çok sert elektromanyetik fırtınalar olurdu.
-Eğer daha zayıf olsaydı: Güneş Rüzgarı denilen ve Güneş'ten fırlatılan zararlı partiküllere karşı Dünya'nın koruması kalkardı. Her iki durumda da yaşam imkansız olurdu.

Albedo Etkisi (Yeryüzünden Yansıyan Güneş Işığının, Yeryüzüne Ulaşan Güneş Işığına Oranı)

-Eğer daha fazla olsaydı: Hızla buzul çağına girilirdi.
-Eğer daha az olsaydı: Sera etkisi aşırı ısınmaya neden olur, Dünya önce buzdağlarının erimesiyle sular altında kalır daha sonra kavrulurdu.  

Atmosferdeki Oksijen ve Azot Oranı:

-Eğer daha fazla olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde hızlanırdı.
-Eğer daha az olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde yavaşlardı.

Atmosferdeki Karbondioksit ve Su Oranı:

-Eğer daha fazla olsaydı: Atmosfer çok fazla ısınırdı.
-Eğer daha az olsaydı: Atmosfer ısısı düşerdi.

Ozon Tabakasının Kalınlığı

-Eğer daha fazla olsaydı:Yeryüzü ısısı çok düşerdi.
-Eğer daha az olsaydı:Yeryüzü aşırı ısınır, Güneş'ten gelen zararlı ultraviole ışınlarına karşı bir koruma kalmazdı.

Sismik (Deprem) Hareketleri

-Eğer daha fazla olsaydı: Canlılar için sürekli bir yıkım olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Okyanus zeminindeki besinler suya karışmaz, okyanus ve deniz yaşamı dolayısıyla bütün Dünya canlıları olumsuz etkilenirdi.(1)
Burada sayılanlar Dünya'da yaşamın oluşabilmesi ve canlılığın devam edebilmesi için gereken, son derece hassas dengelerden sadece birkaçıdır. Yalnızca burada sayılanlar bile evrenin ve Dünya'nın tesadüfler sonucunda, rastgele olayların ardı ardına gelmesiyle oluşamayacağını kesin olarak ortaya koymak için yeterlidir.
Tüm bu bilgiler, apaçık bir gerçeği bir kez daha teyit eder niteliktedir: Tüm evreni, yıldızları, gezegenleri, dağları ve denizleri kusursuzca yaratan, insana ve tüm canlılara hayat veren, her şeyi yoktan var etmeye güç yetiren, yarattıklarını insanın emrine veren, sonsuz güç ve kudret sahibi olan Allah'tır.     Allah'ın bu kusursuz yaratışı bazı Kuran ayetlerinde şöyle anlatılmaktadır:
Yaratmak bakımından siz mi daha güçsünüz yoksa gök mü? (Allah) Onu bina etti. Boyunu yükseltti, ona belli bir düzen verdi. Gecesini kararttı, kuşluğunu açığa-çıkardı. Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi. Ondan da suyunu ve otlağını çıkardı. Dağlarını dikip-oturttu; size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak üzere. (Naziat Suresi, 27-33)
Bugün bilim dünyasında  "İnsani İlke" (Anthropic Principle)olarak adlandırılan kavram büyük kabul görmektedir. İnsani İlke, evrenin, amaçsız, başıboş, tesadüfi bir madde yığını olmadığı, aksine insan yaşamını gözeten bir amaca göre hassas bir biçimde tasarlandığı anlamına gelmektedir. 
Sitenin buraya kadar olan tüm bölümlerinde, bu gerçeğin çeşitli delillerini gördük. Big Bang'in patlama hızından atomların fiziksel dengelerine, dört temel kuvvetin oranlarından yıldızların simya işlemlerine, uzayın düzenlenişindeki sırlardan Güneş Sistemi'nin tasarımına kadar evrenin yapısındaki olağanüstü ayarlamaları inceledik. Üzerinde yaşadığımız Dünya'nın, bu Dünya'nın atmosferinin, iç yapısının ya da büyüklüğünün tam olması gerektiği gibi olduğunu keşfettik. Güneş'in bize ulaştırdığı ışığın, içtiğimiz suyun ya da bedenimizi oluşturan veya her saniye ciğerlerimize çektiğimiz havayı meydana getiren atomların, bizim yaşamımız için olağanüstü derecede uygun olduklarına şahit olduk. 

Kısacası evren hakkında yaptığımız her türlü inceleme, bizlere bu evrende insan yaşamını gözeten olağanüstü bir tasarım olduğunu göstermektedir. Bu tasarımı reddetmeye kalkmak, psikiyatrist Karl Stern'in sözlerinde ifade edildiği gibi, akıl sınırlarının dışına çıkmak anlamına gelir.
Bu tasarımın ne anlama geldiği ise açıktır. Elbette ki, evrenin her detayında gizli olan bir tasarım, aynı zamanda evrenin her detayına hakim olan sonsuz bir güç ve akıl sahibi bir Yaratıcı'nın varlığının ispatıdır. Nitekim aynı Yaratıcı, Big Bang teorisinin ortaya koymuş olduğu gibi, evreni yoktan yaratmıştır.

EVRENİN YARATILIŞI ATMOSFER VE NEFES


ATMOSFER VE NEFES
Hayatımızın her dakikasında nefes alırız. Sürekli olarak ciğerlerimize hava çeker ve hemen sonra da aynı havayı geri veririz. Bunu o kadar çok yaparız ki, "normal" bir işlem olduğunu düşünürüz. Oysa gerçekte nefes almak çok karmaşık bir iştir.
Vücut sistemimiz öyle bir biçimde ayarlanmıştır ki, nefes alırken bu işi düşünmemize gerek kalmaz. Yürürken, koşarken, kitap okurken hatta uyurken, vücudumuz sürekli olarak ne kadar nefes almamız gerektiğini hesaplar ve ciğerlerimizi ona göre çalıştırır. Nefes almaya bu kadar çok ihtiyaç duymamızın nedeni, vücudumuzda her saniye gerçekleşen milyarlarca ayrı işlemin, hep oksijen sayesinde gerçekleşen reaksiyonlardan enerji sağlamasıdır.
Şu anda bu yazıyı okuyabilmeniz, gözünüzün retina tabakasındaki milyonlarca hücrenin sürekli olarak oksijenle beslenmesi sayesinde mümkün olmaktadır. Eğer kanınızdaki oksijen oranı düşerse, "gözünüz kararır". Bunun gibi, vücuttaki tüm kasların, bu kasları oluşturan hücrelerin tümü, karbon bileşiklerini "yakarak" yani oksijenle reaksiyona sokarak enerji elde eder. Bu enerji elde edildiğinde ise ortaya vücuttan atılması gereken karbondioksit çıkar.
İşte bunun için nefes alırız. Havayı içimize çektiğimiz anda, akciğerlerimizde bulunan yaklaşık 300 milyon küçük odacığa oksijen dolar. Bu odacıkların duvarlarını kaplayan kılcal damarlar hemen bu oksijeni çekerler ve önce kalbe sonra da vücudun her tarafına taşırlar. Kılcal damarlar oksijeni içeri alırken, aynı anda da atık madde olan karbondioksiti bırakırlar. Yarım saniye sürmeyen bu işlem sayesinde, içimize çektiğimiz temiz (oksijenli) havayı, dışarıya kirli (karbondioksitli) olarak veririz.
Akciğerlerimizde neden 300 milyon odacık olduğunu düşünebilirsiniz. Bundaki amaç, ciğerin hava ile temas eden alanını maksimuma çıkarmaktır. Odacıklar sayesinde sıkıştırılmış olan bu alan gerçekte o kadar büyüktür ki, eğer bu alanı ciğerin içinden çıkarıp düz bir yüzeye yaysak, bir tenis kortu kadar yer kaplar.
Burada bir noktaya dikkat edelim: Akciğerlerin içindeki odacıkların ve dolayısıyla bu odacıklara giden kanalların bu kadar dar olması, oksijen solunumunu artırmak için yapılmış harika bir tasarımdır. Ama bu tasarım, bir başka şartın yerine gelmesine bağlıdır: Havanın yoğunluğunun, akışkanlığının ve basıncının, bu kadar dar kanallar içinde rahatlıkla hareket edebilecek değerlerde olmasına.
Havanın basıncı 760 mm Hg'dir. Yoğunluğu, deniz seviyesinde, litre başına bir gram civarındadır. Deniz yüzeyindeki akışkanlığı ise, suyun elli katı kadar fazladır. Birer önemsiz rakam sanabileceğimiz bu değerler, gerçekte bizim yaşamımız için çok kritiktirler. Çünkü, "hava soluyan canlıların var olabilmesi için, atmosferin genel karakteristik özellikleri—yoğunluğu, akışkanlığı, basıncı vs.—şu anda sahip oldukları değerlere çok çok benzer olmak zorundadır".(1)
Nefes alırken ciğerlerimiz "hava direnci" denen bir güce karşı enerji kullanırlar. Hava direnci, havanın harekete karşı gösterdiği durgunluk eğilimidir. Ancak bu direnç, atmosferin özellikleri sayesinde çok zayıftır ve ciğerlerimiz kolaylıkla havayı içeri çekip dışarı itebilirler. Bu direncin biraz artması ise, ciğerlerimizin zorlanmaya başlamasına neden olacaktır. Buradaki mantık bir örnekle açıklanabilir: Bir enjektörün iğnesinden su çekmek kolaydır, ama aynı iğneyle bal çekmek çok daha zordur. Çünkü bal, sudan daha az akışkanlığa ve daha yüksek bir yoğunluğa sahiptir.
İşte eğer atmosferin yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerleri biraz farklılaşsa, nefes almak bizim için bir enjektöre bal çekmek gibi zorlaşacaktır. Bu durum karşısında "o zaman enjektörün iğnesi kalınlaşabilir" diye düşünmek, yani akciğer kanallarının genişletilmesini önermek ise yanlıştır. Çünkü o zaman ciğerlerin hava ile temas eden alanı çok küçülmekte ve ciğerler vücut için gerekli oksijeni alabilecek yapıdan uzaklaşmaktadır. Yani havanın yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerlerinin mutlaka belirli bir aralık içinde olması şarttır, ve bugün soluduğumuz havanın sahip olduğu değerler, tam da bu dar aralığın içindedir.
Michael Denton, bu konu hakkında şu yorumu yapar:
Eğer havanın yoğunluğu ya da durgunluğu biraz daha fazla olsaydı, hava direnci çok büyük oranlara çıkacaktı ve hava soluyan bir canlıya ihtiyaç duyduğu oksijen oranını sağlayacak bir solunum sistemi tasarlamak imkansız hale gelecekti... Muhtemel atmosfer basınçları ile muhtemel oksijen oranlarını karşılaştırarak "hayat için uygun" bir rakamsal değer aradığımızda, çok sınırlı bir aralıkla karşılaşırız. Hayat için gerekli olan çok fazla şartın hepsinin bu küçük aralıkta gerçekleşmesi—ve atmosferin de bu aralıkta olması—elbette ki çok olağanüstü bir uyumdur.(2)
Atmosferin rakamsal değerleri, sadece bizim solunumumuz için değil, mavi gezegenin "mavi" olarak kalması için de önemlidir. Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden beşte bir kadar azalsa, denizlerdeki buharlaşma oranı çok fazla yükselecek ve atmosferde çok yüksek oranlara varacak olan su buharı tüm Dünya üzerinde bir "sera etkisi" oluşturarak gezegenin ısısını aşırı derecede yükseltecektir. Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden bir kat daha fazla olsa, bu kez de atmosferdeki su buharı oranı büyük ölçüde azalacak ve Dünya üzerindeki karaların tamamına yakını çölleşecektir.
Tüm bu dengeler, Dünya'nın diğer özellikleri gibi atmosferinin de insan yaşamı için özel olarak yaratıldığını göstermektedir. Bilimin ortaya koyduğu bu gerçek, bizlere evrenin başıboş bir madde yığını olmadığını bir kez daha ispatlamaktadır. Elbette ki, tüm evrene hakim olan, maddeyi dilediği gibi şekillendiren, galaksileri, yıldızları ve gezegenleri kudreti altında tutan bir Yaratıcı vardır.
O üstün Yaratıcı, Kuran'da bizlere öğretmiş olduğu gibi, tüm evrenin Rabbi olan Allah'tır.
Üzerinde yaşadığımız mavi gezegen ise, Allah tarafından bizim yaşamımız için özel olarak düzenlenmiş, Kuran'da ifade edildiği gibi Allah tarafından insan için "serilip-döşenmiştir". (Naziat Suresi, 30) Allah'ın Dünya'yı insan için yarattığını bildiren diğer bazı  ayetler ise şöyledir:
Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir.
(Mümin Suresi, 64)
Sizin için, yeryüzüne boyun eğdiren O'dur. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve O'nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş  O'nadır.
(Mülk Suresi, 15)
DİPNOT
1 Michael Denton, Nature's Destiny, s. 127
2Michael Denton, Nature's Destiny, s. 128

EVRENİN YARATILIŞI ATMOSFERİN UYGUNLUĞU

Dünya, şimdiye kadar incelediğimiz gibi, hem yaşam için gerekli sıcaklığa, hem gerekli kütleye, hem de yaşamı koruyan özel kalkanlara sahiptir. Ama bunlar Dünya üzerinde canlılığın var olması için yeterli şartlar değildir. Çok önemli bir başka şart, atmosferin yapısıdır.
Bilimkurgu filmleri, önceki sayfalarda da değindiğimiz gibi, insanları kimi zaman yanlış yönlendirirler. Bunun bir örneği, bu filmlerde sık sık rastlanan "kolay atmosfer uygunluğu"dur. Uzay gemisiyle uzak bir gezegene yaklaşan insanlar, gezegene inmeden önce atmosferinin solunabilir olup olmadığına bakarlar. Genellikle de solunabilir bir atmosfer çıkar. Bu senaryolar, insanoğlunun kolaylıkla ve tesadüfen uygun atmosferler bulabileceği gibi bir izlenim vermektedir. Oysa eğer gerçekten uzay gemileri ile evrenin derinliklerinde gezinseydik, Dünya dışındaki bir başka gezegende solunabilir bir atmosfer bulmak, neredeyse imkansız olurdu. Çünkü Dünya'nın atmosferi, yaşam için gerekli son derece özel şartları biraraya getirerek tasarlanmış olağanüstü bir karışımdır.
Dünya atmosferi, % 77 azot, % 21 oksijen ve %1 oranında karbondioksit ve argon gibi diğer gazların karışımından oluşur. Öncelikle bu gazların en önemlisi ile, oksijenle başlayalım. Oksijen çok önemlidir, çünkü insan gibi kompleks bedenlere sahip canlıların enerji elde etmek için kullandıkları çoğu kimyasal reaksiyon oksijen sayesinde gerçekleşir. Karbon bileşikleri oksijenle reaksiyona girerler. Reaksiyon sonucunda su, karbondioksit ve enerji açığa çıkar. Hücrelerimizde kullandığımız ve ATP (adenosin trifosfat) adı verilen enerji paketçikleri, bu reaksiyonla ortaya çıkarlar. İşte biz de bu nedenle sürekli olarak oksijene ihtiyaç duyarız ve bu ihtiyacı karşılamak için solunum yaparız.
İşin ilginç yanı, soluduğumuz havadaki oksijen oranının, son derece hassas dengelerle tespit edilmiş oluşudur. Michael Denton, bu konuda şunları yazar:
Atmosferimiz daha fazla oksijen içerebilir ve buna rağmen hayatı destekleyebilir miydi? Hayır! Oksijen çok reaktif bir elementtir. Şu anda atmosferde bulunan okijeninin oranı, yani yüzde 21, yaşamın güvenliği için aşılmaması gereken sınırların tam ideal noktasındadır. Yüzde 21'in üzerine artan her yüzde birlik oksijen oranı, bir yıldırımın orman yangını başlatma olasılığını % 70 artıracaktır.(1)
İngiliz biyokimyacı James Lovelock ise aynı konu hakkında şöyle yazar:
Yüzde 25'lik bir oksijen oranının daha yukarısında, şu anda kullandığımız bitkisel besinlerin çok azı, tüm tropik ormanları ve arktik tundraları yok edecek olan dev yangınlardan korunabilirdi... Atmosferin şu anki oksijen oranı, tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakamdadır.(2)
Atmosferdeki oksijen oranının dengede kalması da, mükemmel bir "geri dönüşüm" sistemi sayesinde gerçekleşir. Hayvanlar devamlı olarak oksijen tüketirler ve kendileri için zehirli olan karbonioksiti üretirler. Bitkiler ise bu işlemin tam tersini gerçekleştirir, ve karbondioksiti hayat verici oksijene çevirerek canlılığın devamını sağlarlar. Her gün bitkiler tarafından milyarlarca ton oksijen bu şekilde üretilerek atmosfere salınır.
Bu iki canlı grubu, yani bitkiler ve hayvanlar, eğer aynı reaksiyonu gerçekleştirselerdi Dünya çok kısa sürede yaşanılmaz bir gezegene dönüşürdü. Örneğin hem hayvanlar hem de bitkiler oksijen üretselerdi, atmosfer kısa sürede "yanıcı" bir özellik kazanır ve en ufak bir kıvılcım dev yangınlar çıkarırdı. Sonunda da Dünya dev bir "tüp patlaması"yla yanarak kavrulurdu. Öte yandan eğer hem bitkiler hem de hayvanlar karbondioksit üretselerdi, bu kez atmosferdeki oksijen hızla tükenir ve bir süre sonra canlılar nefes almalarına rağmen "boğularak" toplu halde ölmeye başlarlardı.
Ancak canlılığın dengesi öylesine kusursuzca kurulmuştur ki, atmosferdeki oksijen oranı hep canlılık içinde en ideal olan oranda, Lovelock'ın ifadesiyle "tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakamda" durmaktadır.
Atmosferin çok iyi bir biçimde dengelenmiş bir başka yönü ise, onu solumamızı sağlayan ideal yoğunluğudur.
Dipnotlar

1 Michael Denton, Nature's Destiny, s. 121
2James J. Lovelock, Gaia, Oxford: Oxford University Press, 1987, s. 71

YERKÜRENİN KÜTLESİ VE MANYETİK ALANI


YERKÜRENİN KÜTLESİ
VE MANYETİK ALANI

Dünya'nın Güneş'e olan mesafesi, dönüş hızı ya da yeryüzü şekilleri kadar, büyüklüğü de önemlidir. Dünyamız'ı, Dünya'nın kütlesinin sadece % 8'i kadar bir kütleye sahip olan Merkür'le, ya da Dünya'dan 318 kat daha büyük bir kütleye sahip olan Jüpiter'le karşılaştırdığımızda, gezegenlerin çok farklı büyüklüklere sahip olabileceklerini görürüz. Peki acaba bu kadar farklı büyüklükteki gezegenler içinde, Dünyamız'ın büyüklüğü tesadüfen mi belirlenmiştir?
Hayır! Yerkürenin özelliklerini incelediğimizde, üzerinde yaşadığımız bu gök cisminin tam olması gerektiği büyüklükte olduğunu görürüz. Amerikalı jeologlar Press ve Siever, Dünya'nın bu yönden "uygunluğu" hakkında şu bilgileri verirler:
Dünya'nın büyüklüğü tam olması gerektiği kadardır. Daha küçük olsa yerçekimi çok zayıflayacak ve atmosferi Dünya'nın etrafında tutamayacaktı, daha büyük olsaydı bu kez de yerçekimi çok artacak ve bazı zehirli gazları da tutarak atmosferi öldürücü hale getirecekti..(1)
Dünya'nın kütlesinin yanısıra, iç yapısı da yaşam için özel bir tasarıma sahiptir. Bu iç yapıdaki tabakalar sayesinde, Dünya bir manyetik alana sahiptir ve bu manyetik alan yaşamın korunması için çok önemlidir. Press ve Siever bu konuyu şöyle açıklarlar:
Dünya'nın çekirdeği ise çok büyük bir hassasiyetle dengelenmiş ve radyoaktivite tarafından beslenen bir ısı motorudur... Eğer bu motor daha yavaş çalışsaydı, kıtalar şu anki yapılarına ulaşamazlardı... Demir hiçbir zaman erimez ve merkezdeki sıvı çekirdeğe inmezdi ve böylece Dünya'nın manyetik alanı hiçbir zaman oluşmazdı... Eğer Dünya'nın daha fazla radyoaktif yakıtı olsaydı ve dolayısıyla daha hızlı bir ısı motoru bulunsaydı, volkanik bulutlar Güneş'i kapatacak kadar kalın olur, atmosfer aşırı derecede yoğun hale gelir ve Dünya yüzeyi de hemen her gün volkanik patlamalar ve depremlerle sarsılırdı. (2)
Press ve Siever'ın sözünü ettikleri manyetik alan, yaşamımız için büyük öneme sahiptir. Bu manyetik alan, yukarıda belirtildiği gibi, yerkürenin çekirdeğinin yapısından kaynaklanır. Çekirdek, demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri içerir. İç çekirdek katı, dış çekirdek ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturur. Atmosferin çok daha dışına kadar uzanan bu alan sayesinde Dünya, uzaydan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş olur. Güneş dışındaki yıldızlardan kaynaklanan öldürücü kozmik ışınlar, Dünya'nın etrafındaki bu koruyucu kalkanı geçemezler. Özelikle de Dünya'nın on binlerce kilometre uzağında manyetik halkalar çizen Van Allen Kuşakları, Dünya'yı bu öldürücü enerjiden korur. 
Söz konusu plazma bulutlarının, kimi zaman Hiroşima'ya atılan gibi 100 milyar atom bombasına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Aynı şekilde kozmik ışınlar da çok şiddetli olabilirler. Ama Dünya'nın manyetik alanı, tüm bu öldürücü ışınların sadece % 0.1'ni geçirmekte ve kalan bu binde birlik ışınlar da atmosfer tarafından emilmektedir. Bu manyetik alanı üretmek için kullanılan elektrik enerjisi bir milyar amperlik bir akımdır ki, insanlığın tüm tarihi boyunca ürettiği elektrik enerjisinin toplamına yakındır


Dünya’nın merkezinde bir tür “ısı motoru” vardır. Bu öylesine kusursuz bir biçimde ayarlanmıştır ki, hem Dünya’yı koruyan manyetik alanı oluşturacak kadar güçlü, hem de yerkabuğunu lavlara boğmadan taşıyacak kadar dengelidi
Dipnotlar
1 F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 4
2 F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 6


EVRENİN YARATILIŞI DÜNYANIN ISISI


DÜNYANIN ISISI

Dünya'nın yaşam için en gerekli şartları, ilk bakışta, ısısı ve atmosferidir. Mavi gezegen, canlıların, özellikle de bizim gibi son derece kompleks canlı varlıkların yaşayabileceği bir ısı değerine ve soluyabileceği bir atmosfere sahiptir. Ancak bu iki etken de, birbirinden son derece farklı faktörlerin her birinin ideal değerlerde belirlenmesiyle gerçekleşmiştir.
Bunlardan birisi, Dünya'nın Güneş'e olan uzaklığıdır. Elbette ki Dünya Güneş'e Venüs kadar yakın ya da Jüpiter kadar uzak olsaydı, yaşama imkan verecek bir ısı değerine sahip olamazdı. Karbon bazlı organik moleküller, az önce belirttiğimiz gibi, 120°C ile -20°C arasında değişen bir ısı aralığında oluşabilirler. Güneş Sistemi'nde bu ısı değerine sahip olan yegane gezegen ise Dünya'dır.
Tüm evren düşünüldüğünde ise, hayat için gerekli olan bu ısı aralığının, gerçekte elde edilmesi çok zor bir aralık olduğunu görürüz. Çünkü evrenin içindeki ısılar, en sıcak yıldızların içindeki milyarlarca derecelik korkunç sıcaklıklardan, "mutlak sıfır" noktası olan – 273.15°C'ye kadar değişebilmektedir. Bu dev ısı yelpazesi içinde karbon-temelli bir hayata izin veren ısı aralığı, çok dar bir aralıktır. Ama Dünya, tam bu ısı aralığına sahiptir. 
Amerikalı jeologlar Frank Press ve Raymond Siever de, Dünya yüzeyinin ısısına dikkat çekerler. Belirttiklerine göre "yaşam sadece çok sınırlı bir ısı aralığında mümkündür... ve bu ısı aralığı Güneş'in ısısı ile mutlak sıfır arasındaki muhtemel ısıların yaklaşık % 1'lik bir bölümünü oluşturmaktadır. Dünya'nın ısısı, tam bu dar aralıktadır."(1)


Dünya, bilinen tüm gökcisimlerinin aksine, yaşama elverişli bir atmosfere, ısıya ve yüzeye sahiptir. Güneş Sistemi’ndeki diğer 63 gök cisminden hiçbirinde yaşamın temel şartı olan su yoktur. Dünya’da ise yüzeyin dörtte üçü suyla kaplıdır.

Amerikalı jeologlar Frank Press ve Raymond Siever de, Dünya yüzeyinin ısısına dikkat çekerler. Belirttiklerine göre "yaşam sadece çok sınırlı bir ısı aralığında mümkündür... ve bu ısı aralığı Güneş'in ısısı ile mutlak sıfır arasındaki muhtemel ısıların yaklaşık % 1'lik bir bölümünü oluşturmaktadır. Dünya'nın ısısı, tam bu dar aralıktadır."(1)

Bu ısı aralığının korunması, elbette Güneş ile Dünya arasındaki mesafe kadar, Güneş'in yaydığı ısı enerjisi ile de yakından ilişkilidir. Hesaplara göre Dünya'ya ulaşan Güneş enerjisindeki %10'luk bir azalma yeryüzünün metrelerce kalınlıkta bir buzul tabakası ile örtülmesiyle sonuçlanacaktır. Enerjinin biraz artması halinde ise tüm canlılar kavrularak öleceklerdir.

Dünya'nın ideal olan ısısının, gezegen içinde dengeli olarak dağıtımı da son derece önemlidir. Nitekim bu dengenin sağlanması için çok özel bazı tedbirler alınmıştır.
Örneğin, Dünya'nın ekseninin 23°27´lık eğimi, kutuplarla ekvator arasındaki atmosferin oluşmasında engel oluşturabilecek aşırı sıcaklığı önler. Eğer bu eğim olmasaydı, kutup bölgeleriyle ekvator arasındaki sıcaklık farkı çok daha artacak ve yaşanabilir bir atmosferin var olması imkansızlaşacaktı.
Dünya'nın kendi etrafındaki yüksek dönüş hızı da ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Dünya sadece 24 saatlik bir süre içinde kendi etrafını dolaşır ve bu sayede geceler ve gündüzler kısa sürer. Kısa sürdükleri için de gece ile gündüz arasındaki ısı farkı çok azdır. Bu dengenin önemi, bir günü bir yılından daha uzun süren ve bu yüzden gece-gündüz arasındaki ısı farkı 1000°C'yi bulan Merkür ile karşılaştırıldığında görülebilir.


Dünya’nın Güneş’e olan uzaklığı, kendi etrafındaki dönüş hızı, ekseninin eğimi, yeryüzü şekilleri gibi birbirinden bağımsız pek çok etken, gezegenin yaşama uygun bir biçimde ısınmasını ve ısının gezegene dengeli bir biçimde yayılmasını sağlar.










Yeryüzünün şekilleri de ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Dünya'nın ekvatoru ile kutupları arasında yaklaşık 100°C'lik bir ısı farkı vardır. Eğer böyle bir ısı farkı fazla engebesi olmayan bir yüzeyde gerçekleşmiş olsaydı, hızı saatte 1000 km'ye varan fırtınalar Dünya'yı allak bullak ederdi. Oysa ki yeryüzü, ısı farkından dolayı ortaya çıkması muhtemel kuvvetli hava akımlarını bloke edecek engebelerle donatılmıştır. Bu engebeler, yani sıradağlar, Çin'de Himalayalar'la başlar, Anadolu'da Toroslarla devam eder ve Avrupa'da Alplere kadar sıradağlar halinde uzanarak batıda Atlas Okyanusu, doğuda Büyük Okyanus'la birleşir. Okyanuslarda ise ekvatorda oluşan fazla ısı, sıvıların ısı farkını dereceli bir şekilde dengelemesi sayesinde kuzeye ve güneye doğru aktarılır.
Bu arada Dünya'nın atmosferinde ısıyı sürekli dengeleyen birtakım otomatik sistemler de vardır. Örneğin bir bölge çok fazla ısındığında su buharlaşması artar ve bulutlar çoğalır. Bu bulutlar ise Güneş'ten gelen ışınların bir kısmını geri yansıtarak aşağıdaki havanın ve yüzeyin daha fazla ısınmasını engeller.

Dipnotlar
1 F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 4

EVRENİN YARATALIŞ GÜNEŞ SİSTEMİ

Eğer Güneş Sistemi içinde bir yolculuk yapacak olursanız, oldukça ilginç bir tablo ile karşılaşırsınız. Yolculuğa sistemin en dışından başladığınızı varsayalım. İlk karşılaşacağınız gezegen Pluton'dur. Bu küçük gök cismi, oldukça "soğuk" bir yerdir. Yaklaşık - 238°C kadar!.. Bu dondurucu soğukluk içinde gezegenin çok ince bir atmosferi vardır. Ancak atmosfer, sadece, eliptik bir yörüngeye sahip olan gezegenin Güneş'e yakın olduğu dönemlerde gaz halindedir. Diğer zamanlarda atmosfer bir buz kütlesi haline döşünür. Kısaca Pluton, ölü bir buz yığınıdır. 
Güneş Sistemi'nin merkezine biraz daha ilerlediğinizde, Neptün'le karşılaşırsınız. Bu gezegen de oldukça "soğuk"tur: Yüzey sıcaklığı -218°C civarındadır. Hidrojen, helyum ve metan gazlarından oluşan atmosferi insan için zehirlidir. Dahası gezegenin yüzeyinde, hızları saatte 2000 km'ye varan korkunç fırtınalar eser. 
Merkeze doğru biraz daha ilerleyince Uranüs'e varırsınız. Uranüs yapısında yüksek oranda kaya ve buz bulunduran bir "gaz gezegen"dir. Atmosfer sıcaklığı -214°C civarındadır. Hidrojen, helyum ve metan içeren atmosfer yaşama kesinlikle uygun değildir.
Yolculuğu devam ettiğinizde Satürn'e varırsınız. Güneş Sistemi'nin bu ikinci büyük gezegeni, etrafındaki halkalarla tanınır. Bu halkalar gaz, buz ve kaya parçalarından oluşmaktadır. Asıl ilginç olan Satürn'ün yapısıdır. Gezegen tam anlamıyla bir gaz gezegendir; kütlesi % 75 oranında hidrojen ve % 25 oranında helyumdan oluşur. Yoğunluğu suyun yoğunluğundan bile düşüktür. Bu nedenle, eğer Satürn'e bir uzay gemisi indirmek isterseniz, bunu yüzebilir bir "şişme bot" olarak tasarlamanız gerekir. Isı yine korkunç derecede düşüktür: -178°C.
Biraz daha ilerlediğinizde Güneş Sistemi'nin en büyük gezegeni olan Jüpiter'e varırsınız. Kütlesi Dünya'nın 318 katı olan Jüpiter de bir gaz gezegendir. Jüpiter gezegeninin atmosferi, yüzeyi ve iç yapısı arasında ayrım yapmak güç olduğundan "atmosfer sıcaklığı" gibi bir kavramı ifade etmek de aynı oranda zordur. Ancak, gezegenin atmosferi sayılabilecek üst kısımlarındaki ısı -143°C'dir. Jüpiter üzerinde bulunan büyük kırmızı renkli lekenin varlığı, Dünya'daki gözlemciler tarafından yaklaşık 300 yıldır bilinmektedir. Bu kırmızı lekenin, içine iki Dünya alacak kadar büyük olan bir fırtınadan başka birşey olmadığı ise çağımızda anlaşılmıştır. Kısaca Jüpiter, üzerinde hiç kara parçası bulunmayan, delici bir soğuğun hüküm sürdüğü, üzerinde yüzlerce yıl süren korkunç fırtınaların yaşandığı, manyetik alanı ile her canlıyı anında öldürecek korkunç, ürpertici bir gezegendir.
Jüpiter'den sonra Mars gelir. Mars'ın atmosferi yoğun karbondioksit içeren zehirli bir karışımdır. Gezegenin üzerinde hiç su yoktur. Yüzeyde büyük göktaşlarının çarpmasıyla meydana gelen dev kraterler dikkat çeker. Çok kuvvetli rüzgarlar ve aylarca süren kum fırtınaları hüküm sürer. Isı – 53°C civarındadır. Hakkında yapılan tüm spekülasyonlara rağmen, Mars ölü bir gezegendir.
Mars'tan sonra karşımıza çıkan mavi gezegeni şimdilik bir kenara bırakalım. Bir sonra varacağımız gezegen Venüs'tür. Venüs'te, daha önce rastladığımız dondurucu soğukların aksine, yakıcı bir sıcaklık hüküm sürer. Isı yüzeyde yaklaşık 450°C'ye kadar ulaşır. Bu, kurşunu bile eritmeye yetecek bir ısıdır. Venüs'ün bir diğer korkunç özelliği, yoğun bir karbondioksit tabakasından oluşan ağır atmosferidir. Atmosfer basıncı, yüzeyde 90 atmosferi bulur. Bu, Dünya'da denizin 1 km derinliğindeki basınca eş değerdir. Venüs'ün atmosferinde ayrıca kilometrelerce kalınlığa sahip sülfürik asit katmanları bulunmaktadır. Bu yüzden gezegene sürekli öldürücü asit yağmurları yağar. Cehennemi andıran böyle bir ortamda, hiçbir canlı yaşayamaz.
Hala Güneş'e doğru ilerlemeye devam ederseniz, sistemin en başındaki Merkür gezegenine ulaşırsınız. Merkür'ün en ilginç özelliği, kendi etrafında olağanüstü derecede yavaş dönmesidir. Kendi etrafındaki dönüş hızı, neredeyse Güneş'in etrafında yaptığı dönüş kadar yavaştır. Öyle ki Merkür Güneş etrafında iki kez döndüğünde, kendi etrafında sadece üç kez dönmüş olur. Yani iki yılı, üç gününe eşittir. Gece ile gündüzün bu kadar uzun sürmesi, gezegenin bir yüzünü kızartırken, öteki yüzünü ise dondurur. Bu nedenle gece ile gündüz arasındaki ısı farkı yaklaşık 1000°C'yi bulmaktadır. Elbette böyle bir ortam, hiçbir canlıyı barındıramaz.
Kısacası, Güneş Sistemi'ndeki bilinen dokuz gezegenin sekizi (ve bunların burada değinmediğimiz 53 uydusu) içinde, yaşama uygun tek bir gök cismi yoktur. Her biri ölü ve sessiz birer madde yığınıdır.
Ancak az önce değinip geçtiğimiz mavi gezegen, işte o diğerlerinden çok farklıdır. Çünkü atmosferinden yeryüzü şekillerine, ısısından manyetik alanına, elementlerinden Güneş'e olan mesafesine kadar, her türlü dengesiyle, tamamen  yaşam için özel olarak yaratılmıştır.



"Adaptasyon" Yanılgısına Karşı Bir Uyarı

İnternet sitesmizin bu bölümünde üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin yaşam için özel olarak yaratıldığını ve tüm özelliklerinin bu amaca göre düzenlendiğini inceleyeceğiz. Ancak bundan önce, konunun doğru olarak anlaşılabilmesi için bir hatırlatma yapmakta yarar var. Bu hatırlatma özellikle evrim teorisini bilimsel bir gerçek sanmaya alışkın olan ve "adaptasyon" kavramına şiddetle inanan kişiler içindir.
Adaptasyon "uyum sağlama" demektir. Tüm canlıların ortak bir atadan tesadüflerle türediklerini savunan evrim teorisi ise, adaptasyon kavramını yoğun biçimde kullanır. Evrimciler, canlıların içinde yaşadıkları ortamlara uyum sağlaya sağlaya sonuçta yepyeni canlı türlerine dönüştükleri iddiasındadırlar. Bu iddianın geçersizliğini, canlıların doğal şartlara uyum sağlama mekanizmalarının sadece belirli sınırlar içinde gerçekleştiğini ve asla bir türü bir başka türe dönüştüremeyeceğini başka çalışmalarımızda incelemiştik.(1)
 Aslında adaptasyonla evrim kavramı Lamarck döneminin ilkel bilim anlayışının bir kalıntısıdır ve çoktan bilimsel bulgular tarafından reddedilmiştir.


Güneş Sistemi’ndeki gezegenler arasında Dünya’ya yakın özelliklere sahip olan Mars bile, gerçekte Dünya’ya yakın özelliklere sahip olan Mars bile, gerçekte Dünya ile asla kıyaslanamayacak kadar kuru ve ölü bir kaya yığınıdır. 
 

"Adaptasyon" Yanılgısına Karşı Bir Uyarı

İnternet sitesmizin bu bölümünde üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin yaşam için özel olarak yaratıldığını ve tüm özelliklerinin bu amaca göre düzenlendiğini inceleyeceğiz. Ancak bundan önce, konunun doğru olarak anlaşılabilmesi için bir hatırlatma yapmakta yarar var. Bu hatırlatma özellikle evrim teorisini bilimsel bir gerçek sanmaya alışkın olan ve "adaptasyon" kavramına şiddetle inanan kişiler içindir.
Adaptasyon "uyum sağlama" demektir. Tüm canlıların ortak bir atadan tesadüflerle türediklerini savunan evrim teorisi ise, adaptasyon kavramını yoğun biçimde kullanır. Evrimciler, canlıların içinde yaşadıkları ortamlara uyum sağlaya sağlaya sonuçta yepyeni canlı türlerine dönüştükleri iddiasındadırlar. Bu iddianın geçersizliğini, canlıların doğal şartlara uyum sağlama mekanizmalarının sadece belirli sınırlar içinde gerçekleştiğini ve asla bir türü bir başka türe dönüştüremeyeceğini başka çalışmalarımızda incelemiştik.(1)
 Aslında adaptasyonla evrim kavramı Lamarck döneminin ilkel bilim anlayışının bir kalıntısıdır ve çoktan bilimsel bulgular tarafından reddedilmiştir.
VENÜS'ÜN KORKUNÇ YÜZEYİ
Venüs'ün yüzeyindeki ısı yaklaşık 450oC'ye kadar ulaşır. Bu sıcaklık, kurşunu bile eritmeye yeter. Nitekim gezegenin yüzeyi, adeta lavlarla kaplı bir ateş topu gibidir. Sülfürik asit katmanları ile dolu olan atmosfer, sürekli asit yağmurları yağdırır. Atmosfer basıncı ise, Dünya'da denizin 1 km.
derinliğindeki basınca eş değerdir.
Ancak bilimsel bir temeli olmamasına rağmen, adaptasyon fikri çoğu kişiyi etkiler. Özellikle de burada anlatacağımız konu açısından. Bu kişiler, kendilerine Dünya'nın yaşam için özel bir gezegen olduğu anlatıldığında, hemen "bu tür bir gezegenin şartlarında böyle bir yaşam çıkmış, başka gezegenlerde ise başka türlü yaşamlar gelişebilir" gibi bir düşünceye kapılırlar. Örneğin Dünya üzerinde bizim gibi insanlar yaşarken, Pluton gibi bir gezegenin üzerinde de, -238°C derecede terleyen, oksijen yerine helyum soluyan ya da su yerine sülfürik asit içen küçük yeşil adamların yaşayabileceğini düşünürler. Hollywood stüdyolarında çevrilen ve bu hayali küçük yeşil adamları resmeden birtakım bilim-kurgu filmleri de, bu kişilerin hayal güçlerini fazlasıyla besler.
Oysa bu hayal gücünün temelinde cehalet yatmaktadır. Nitekim biyoloji ve biyokimya hakkında bilgisi olan evrimciler bu gibi fantezileri savunmazlar. Çünkü hayatın sadece belirli elementlerle ve belirli şartlar sağlandığı takdirde var olabileceğini gayet iyi bilirler. Küçük yeşil adamlar masalını savunanlar, hemen her zaman için, evrim kavramına körü körüne inanan, ama biyoloji ve biyokimya hakkında pek bir şey bilmeyen ve bu bilgisizliğin verdiği cesaretle uydurma senaryolar üreten kişilerdir.
Bu nedenle, söz konusu adaptasyon yanılgısını ortadan kaldırmak için belirtelim: Hayat sadece belirli elementlerle ve belirli şartlar sağlandığı takdirde var olabilir. Bilimsel gerçekliği olan yegane hayat modeli "karbon temelli bir hayat"tır ve bilimadamları evrenin hiçbir noktasında başka tür bir fiziksel hayatın olamayacağı sonucuna varmışlardır.
Karbon, periyodik tablodaki altıncı elementtir. Bu atom Dünya üzerindeki yaşamın temelidir, çünkü bütün temel organik moleküller (aminoasitler, proteinler, nükleik asitler gibi) karbon atomunun diğer bazı atomlarla çeşitli şekillerde birleşmesiyle oluşur. Karbon, hidrojen, oksijen ve azot gibi diğer atomlarla birleşerek vücudumuzdaki milyonlarca farklı tür proteini meydana getirir. Karbonun yerini tutabilecek başka bir element yoktur; çünkü başka hiçbir element, karbon gibi sınırsız türde bağ yapma özelliğine sahip değildir.
Dolayısıyla evrendeki herhangi bir gezegende hayat var olacaksa, bu mutlaka "karbon temelli" bir hayat olmak durumundadır.(2)
Karbon temelli yaşamın ise değişmez bazı kuralları vardır. Örneğin karbon temelli organik bileşikler (örneğin proteinler) sadece belirli bir ısı aralığında var olabilirler. 120 °C'den yüksek ısılarda parçalanmaya, -20 °C'den düşük ısılarda donmaya başlarlar. Sadece ısı değil, ışık, yerçekimi, atmosfer bileşimi, manyetik güç gibi etkenlerin de karbon bazlı bir yaşama izin verebilmeleri için çok dar ve belirli bazı sınırlar içinde olmaları gerekmektedir. Dünya, işte tam bu dar ve belirli çerçevedeki sınırlara sahiptir. Eğer bu sınırların herhangi biri bozulsa, örneğin Dünya'nın yüzey ısısı 120°C'yi aşsa, artık Dünya üzerinde yaşam olamaz.
Bu yüzden, ne Dünya'nın ne de bir başka gezegenin üzerinde - 238°C derecede terleyen, oksijen yerine helyum soluyan ya da su yerine sülfürik asit içen küçük yeşil adamların yaşaması mümkün değildir. Hayat, ancak çok özel ve belirli şartların yerine getirildiği bir ortamda var olabilir. Bir başka deyişle, canlılar, ancak kendileri için özel olarak tasarlanmış bir mekanda yaşayabilir.
Dünya, işte bu özel olarak tasarlanmış mekandır.
  Dipnotlar
1 Bkz. Harun Yahya, Evrim Aldatmacası: Evrim Teorisinin Bilimsel Çöküşü ve Teorinin İdeolojik Arka Planı, İstanbul, 1998.2 Michael Denton, Nature's Destiny, s. 106

PEYGAMBER EFENDİMİZİN HAYATI VE VEFATI

Vefatı
Peygamberimizin hastalanması

Bu emri verişinden bir gün sonra âniden hastalandı.

Fakat, cihad için yola çıkacak ordunun hazırlığından vazgeçmedi.
Bir gün sonra,
Perşembe günü, hasta olduğu halde bizzat kendi eliyle sancağı Hz. Üsâme’ye verdi:

“Ey Üsâme! Allah yolunda, Allah’ın ismiyle muharebeye çık! Allah’ı inkâr edenlerle çarpış!” buyurdu.

 Mücahidlere hitaben de şöyle dedi:

“Ahde vefasızlık etmeyiniz! Küçük çocukları ve kadınları öldürmeyiniz!
“Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz! Zira, ne olacağını bilemezsiniz.

 Belki, onlar yüzünden belâ ve musibete uğrayabilirsiniz.
“Fakat, ‘Allah’ım! İmdadımıza yetiş! Düşmanımızın hakkından gel! Bizi onların zararından koru!’ diye dua ediniz.

Şunu da unutmayınız ki, Cennet kılıçların parıltısı altındadır.”1

Hz. Üsâme sancağı Büreyde bin Husayb’a teslim ettikten sonra, aldığı emir gereğince karargâhını Cürüf’te kurdu.

Hazırlığını bitiren Müslüman oraya koşuyordu.
Hz. Üsâme, ordusunu hazırlamakla meşguldü.

Müslümanlar da harbe katılmak üzere hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyorlardı.
İslâm ordusunda Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas, Ebû Ubeyde bin Cerrah gibi Ashab-ı Kiramın ileri gelenlerinden bir çok kimse vardı.
Bunların üzerine henüz yirmi yaşına basmamış Hz. Üsâme kumandan tayin edilmişti.

Bu durum, hoşa gitmeyen bazı sözlerin söylenmesine sebep oldu:

“Henüz yirmisine ayak basmamış bir delikanlı kumandan tayin ediliyor.
Ashabın ileri gelenlerinden bir çok kimse emri altına veriliyor.
Bu nasıl olur?”
Ayyaş bin Ebî Rebîa ise,

“İlk Muhacirlerin başına bu genç nasıl kumandan tayin ediliyor?”2 diyordu.
Sanki bir anda Hz. Üsâme’nin Resûl-i Kibriyâ Efendimiz tarafından tayin edildiği unutuluvermiş gibi bir sürü söz ve dedikodu çıkmıştı.

Duruma Hz. Ömer (r.a.) muttali oldu.

Bu tarz sözleri sarf edenlere gereken cevabı verdikten sonra,
meseleyi gidip Hz. Resûlullaha (a.s.m.) intikal ettirdi.

Peygamberimiz yakalandığı hastalığın şiddetinden yatağında yatmaktaydı.

Haberi alır almaz, kızgınlığının ifâdesi yüzünde belli oldu.
Sargılı başı ile yatağından kalktı. Ashabın yardımıyla mescide giderek minbere çıktı.
Allah’a hamd ve senâda bulunduktan sonra,
 “Ey insanlar!” dedi.
 “Üsâme’yi kumandan tayin ettiğim için bazılarınızın ileri geri konuştuğunu duydum.
Benim Üsâme’yi kumandan tayin etmeme itiraz ediyor gibisiniz!
Daha önce Üsâme’nin babasını kumandan tayin ettiğim zaman da aynı şeyi yapmıştınız.
Vallahi, nasıl babası kumandanlığa lâyık olduğunu göstermişse,
Üsâme de babasından sonra kumandanlığa lâyık bir kimsedir.

“Babası nasıl en sevdiğim biri idiyse, Üsâme de en sevdiğim kimselerden biridir.

O da, babası da her türlü hayrı işleyebilecek yaratılışa sahip kimselerdir.
Onlardan hayırlı işler bekleyiniz.
Muhakkak ki Üsâme sizin hayırlı olanlarınızdandır ve bu işe ehliyetli birisidir.”1

Bu hitabesinden sonra minberden inip Hâne-i Saadetine girdi.

İslâm ordusuna katılacak Müslümanlar birer ikişer gelip kendisiyle vedâlaştılar.
 Efendimiz onlara, “Üsâme’yi gönderme işini ihmal etmeyiniz”2 diyordu.

Hattâ bir ara dadısı ve Hz. Üsâme’nin annesi Hz. Ümmü Eymen Hâne-i Saadete gelip,

“Yâ Resûlallah! Üsâme’yi bir süre karargâhında bıraksan olmaz mı?” deyince,
Efendimiz aynı sözleri tekrarladı:
“Üsâme’yi gönderme işini ihmal etmeyiniz. Onu gönderiniz!”
Bu kesin emir üzerine Müslümanlar karargâha gittiler.
* * *
Resulullahın
Son Ziyaretleri
Baki’ mezarlığını ziyaret
Fahr-i Âlem Efendimizin, bu fani dünyayı terk edeceği gün, saat besaat yaklaşıyordu.
Bir gece yarısı, ansızın Hâne-i Saadetinden çıktı.

 Hz. Âişe Vâlidemiz, “Yâ Resûlallah, nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem,

“Baki’ mezarlığında medfûn bulunan ehlim için istiğfar etmek üzere emir aldım.
Oraya gidiyorum”1 diye cevap verdi.
Yanında azâdlı kölelerinden Ebû Rafi’ ve Ebû Müveyhib vardı.

 Baki’ mezarlığında kabirler arasında uzun bir müddet durarak duâ ve istiğfarda bulundu.
 Sonra Ebû Müveyhib’e dönerek yakında ebedî âleme gideceğini,
Bakî-i Hakîkînin cemâliyle müşerref olacağını şöylece ifâde buyurdu:
“Ey Ebû Müveyhib! Dünya hazinelerinin anahtarları ile

âhiret nimetlerini seçme hususunda serbest bırakıldım.
Ben de âhiret nimetlerini tercih ettim.”2
Bu sözleri duyan Ebû Müveyhib’in birden nutku tutuldu.

Yalnız gözü değil, bütün duyguları, ruhu, kalbi bir anda ağlamaya başladı.
Bu mânâlı ziyaretten sonra Resûl-i Kibriyâ, Hâne-i Saadetine geri döndü.
Uhud şehidlerini ziyaret
Uhud şehidleri için de duâ ve istiğfarda bulunması, Efendimize emredilmişti.
Bu sebeple bir gün Uhud’a gitti.

Orada şehid olan en güzîde Sahabîleri için uzun uzun duâ etti.
Oradan döner dönmez, Mescid-i Saadete vardı.

Minbere çıktı. Müslümanlara hitaben,
 “Ben, sizin Kevser Havuzuna ilk kavuşanınız ve sizi ilk karşılayanınız olacağım”
 buyurduktan sonra sözlerine şöyle devam etti:
“Ben, sizin hakkınızda benden sonraki müşrikliğe dönersiniz diye korkmuyorum.

Fakat ben, sizin hakkınızda, dünyaya kapılır, onun için birbirinizi kıskanır,
birbirinizi öldürürsünüz ve bunun neticesi olarak sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi,
siz de yok olup gidersiniz, diye korkuyorum.”1
Hz. Meymûne’nin evinde
Resûl-i Ekrem Efendimiz âdetleri gereği Hz. Meymûne’nin evinde bulunuyorlardı.

Hasta olmasına rağmen âilelerinin hakkına son derece riâyet ediyordu.
Burada Efendimizin ateşi birden yükseldi.
Dâvet ettiği bütün hanımları etrafında mahzun ve kederli duruyorlardı.
“Yarın hanginizin evine gideyim?” diye sordu.
Bu sualini bir kaç kere tekrarladı.

Hiç bir hanımından cevap gelmedi.
Bunu sormasındaki maksad, hastalık günlerini

Hz. Âişe Vâlidemizin evinde geçirmeyi arzu etmiş olmasındandı.

Peygamber Efendimizin bu arzusunu

Ezvâc-ı Tâhirat ferasetleriyle anlamada gecikmediler.
İttifakla Hz. Âişe Vâlidemizin evinde kalmasını uygun buldular.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz

 Hz. Meymûne’nin evinden çıkarak,
bir eli Hz. Ali’nin, diğer bir eli Hz. Abbas’ın omuzunda,
onların yardımı ile Hz. Âişe Vâlidemizin evine geldi.2
* * *
En Yakınlarının Lisanından Resulullahın Son Günleri
Hz. Âişe, Efendimizin hastalığını anlatıyor
Hz. Âişe Vâlidemiz, Efendimizin hastalığı esnasındaki bir hatırasını şöyle anlatır:
“Resûlullah (a.s.m.) eve geldiği sırada başımda bir ağrı belirmişti.

Ağrının şiddetinden ‘Vay başım, vay başım’ diye söylendim.
Resûlullah bunu duyunca, ‘Ne ehemmiyeti var?
Neden üzülüyorsun?
Eğer benden evvel dünyadan göçüp gidersen
seni teçhiz ve tekfin eder namazını da kılarım’
diye konuştu.
Ben de, ‘Benim ölümümü mü istiyorsunuz?’ dedim.”
Hz. Âişe, Peygamberimizin latife yaptığını birden anlayamayıp böyle konuşmuştu.

Resûl-i Ekrem latifesinin sonunu şu ciddi sözlerle bağladı:
“Ey Âişe Senin başının ağrısı geçer gider. Asıl baş ağrısı benim başımın ağrısıdır.

Artık ondan kurtulmak çok zor.
”1Peygamberimiz ve Sıddık-ı Ekber
Her yerde her zaman Allah ve Resûlüne sadakâtın zirvesinde bulunan Sıddık-ı Ekber,
Resûl-i Ekremin huzuruna çıkarak kendisine hizmet etmekten şeref duyacağını şöylece dile getirdi:
“Yâ Resûlallah, müsâade buyurursanız, hastalığınızda size hizmet etmek isterim!”
Resûl-i Ekrem, Sıddık-ı Ekberin arzusuna müsâade etmedi,

ama cevabı gönlünü fethedici idi.
“Ey Ebû Bekir! Bu niyetinle bile yapacağın hizmetin sevap ve mükâfatına şimdiden nâil oldun.

Ancak ben, hastalığım esnasında hizmetlerimi kızımla,
zevcelerimden başkasına gördürecek olursam, onları üzmüş olurum!
En ağır hastalık, en fazla ıztırap
Hastalığın şiddeti, ateşin yüksekliği sebebiyle

Peygamber Efendimiz yatağında bile rahat edemiyordu.
Bir o tarafa, bir bu tarafa dönüyordu.
Başucunda bulunanlar, bu durum sebebiyle,

“Yâ Resûlallah! Eğer bizden birisi bu derece ıztırap çektiğini izhar etseydi,
muhakkak bizi tekdir ederdin” dediler.
Resûl-i Ekrem cevabıyla durumunu şöylece izah etti:
“Benim hastalığım bildiğiniz gibi değil, oldukça zordur.

Allah Taâlâ, salih ve mü’min kullarını belânın,
hastalığın ve musibetin en şiddetlilerine mübtelâ eder.
Fakat o belâ, o musîbet ve o hastalık vasıtasıyla
o mü’min salih kulunun derecesini yükseltir,
günahlarını yok eder.”
Ve Hz. Âişe Vâlidemiz şöyle der:
“Hakikaten Resûlullahın hastalığından daha zor,

daha şiddetli bir hastalık görmedik.”
İbn-i Mes’ud anlatıyor
Abdullah ibni Mes’ud (r.a.) ise Peygamberimizin hastalığının şiddetini şöyle dile getirir:
“Nebînin (a.s.m.) hastalığında vücudu hummanın hararetinden şiddetli sarsıldığı sırada huzuruna varmıştım.
“Yâ Resûlallah! Humma hararetinden çok ıztırap çekiyorsunuz!
“Yâ Resûlallah! Bu hummanın iki kat ıztırabı var,

elbette sizin için iki kat ecri ve mükâfatı vardır, dedim.
“Resûlullah, ‘Evet’ diyerek beni tasdik etti. Sonra da şöyle buyurdu:

 ‘Hastalığa tutulan hiç bir Müslüman yoktur ki;
 Allah Taâlâ onun hata ve günahlarını, ağacın yapraklarını döktüğü gibi dökmesin.”1
Ümmü Bişr anlatıyor
Hastalığı sırasında Resûl-i Ekremin ziyaretine giden

Bişr bin Bera’nın annesi Ümmü Bişr de gördüklerini şöyle anlatır:
“Resûlullahı ziyarete gitmiştim.

Vücudundaki şiddetli harareti görünce sormadan edemedim:
‘Yâ Resûlallah! Ben böyle sıtma hiç görmedim.’

“Resûlullah (a.s.m.) bana cevaben şöyle buyurdu:

‘Bizim hastalığımız herkesten daha şiddetli ve daha ziyâde olur.
Fakat bunun mukabilinde kazandığımız sevap ve mükâfat da o nisbette fazla olur!’”2
Resûl-i Ekrem yazı yazdırmak için kâğıt kalem istiyor
Rebiülevvel ayının sekizi, Perşembe günü.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hastalığının en şiddetli anları.

Etrafında Hz. Ömer gibi bazı zâtlar bulunuyordu.
Bu sırada, “Bana kâğıt kalem getiriniz, size bir yazı yazayım.
Tâ ki bundan sonra hiçbir zaman yolunuzu şaşırmayasınız” buyurdu.3

Hz. Ömer, “Resûlullaha (a.s.m.) hastalığı baskın gelmiştir.

Yanınızda Kur’an var. Allah’ın Kitabı bize yeter” dedi.

Kâğıt kalem getirip getirmemekte tereddüt ettiler.

Bazıları Hz. Ömer’in sözlerini doğruladı.

Kimisi de kâğıt kalemin getirilmesini istiyordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, onların anlaşmazlığa düştüklerini fark edince,
 “Yanımdan kalkınız, yanımda münakaşa, gürültü etmeyiniz.
 Beni kendi halime bırakınız”1 buyurdu.

Böylece Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yazdırmasını arzu ettiği şey, yazılmamış oluyordu.
Hastalığının hafiflediği gün
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hastalığı gün gün, saat saat şiddetini arttırıyordu.

Bir ara soğuk su getirilmesini emretti.
Getirilen suyu mübârek vücudlarına döktürdü.

Bundan sonra biraz hafifleyip rahatlık hissetti.

Bunun farkına varır varmaz Hz. Ali ve Hz. Fazl bin Abbas’a dayanarak
Hâne-i Saadetinden Mescid-i Şerife gitti.
Minbere çıkıp oturdu. Ashab-ı Kirama şu hitabede bulundu:

“Ey insanlar! Duydum ki, vefât edeceğimi düşünüp telâş ediyormuşsunuz.

Hangi Peygamber ümmeti içinde ebedî kaldı ki, ben de kalayım?
Bilesiniz ki, ben yakında Rabbime kavuşacağım.
 Ona siz de kavuşacaksınız.
“Ey Ensar! İlk Muhacirlere iyilik etmenizi tavsiye ederim.
“Ey Muhacirler! Size de Ensara iyilikte bulunmanızı tavsiye ederim.

 Onlar size yardımda bulundular.
Sizi memleketlerine getirdiler.
Sizi evlerinde ağırladılar, barındırdılar.
Geçimde sıkıntı içinde oldukları halde sizi kendilerine tercih ettiler.
Her kim onların üzerine hâkim durumuna geçerse onlara iyilikte bulunsun.
“Ey İnsanlar!
“Her şey Cenab-ı Hakkın ezelî idaresi dairesinde cereyan eder.

 Allahu Taâlânın kaza ve kaderine galebe etmek sevdasına kapılmayınız,
çünkü mağlûp olursunuz.
Cenab-ı Hakka hile yapmaya kalkışmayınız, zira zarar ve ziyana siz uğrarsınız.
“Ben size, şefkatli ve merhametliyim.

Sizler yine bana kavuşacaksınız.
Buluşacağımız yer, Kevser Havuzu kenarıdır.
Her kim Kevser Havuzu kenarında buluşmak isterse
elini ve dilini lüzumsuz şeylerden sakınsın.
“Ey İnsanlar!
“Bilmelisiniz ki, günah işlemek, nimet ve kısmetlerin değişmesine sebep olur.

İnsanların ekserisi salih olursa, onların âmirleri,
idarecileri de adl ve insafla muamele ederler.
Halk, isyan ve günaha meylederse onların idarecileri,
hâkimleri de zulm ve adaletsiz iş görmeye yönelirler.”1
Bu hitabesinden sonra tekrar Hz. Âişe Vâlidemizin evine gitti ve yatağına yattı.
* * *
Kâinatın Efendisi Müslümanlarla Helâlleşiyor
Resûl-i Ekrem Efendimiz hastalığının en şiddetli olduğu bir günde

Ashabıyla helâlleşmeyi arzu etti.

Yine bir taraftan Hz. Ali’ye diğer taraftan da

Fazl bin Abbas Hazretlerine dayanarak güçlükle ayağa kalktı ve mescide gitti.
Minber’e çıkıp oturdu.

Hz. Bilal’e de (r.a.) şu emri verdi:

“Halka ilân et. Mescid’de toplansınlar. Onlara vasiyet etmek isterim.

Bu benim son vasiyetim olacaktır.”
Hz. Bilâl, emri yerine getirdi.

Bir anda toplanan halkı mescid almaz oldu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz,

Allah’a hamd ve senâdan sonra Ashab-ı Kirâma şöyle hitap etti:

“Ey insanlar! Sizden ayrılma vaktim oldukça yaklaşmıştır.

Sizden birine vurmuşssam, işte sırtım gelsin vursun.

“Birinizin malını almışsam, gelsin hakkını alsın.

“Sakın hak sahibi, ‘Şayet kısas talebinde bulunursam,

Resûlullah bana darılır’ diye düşünmesin!
Bilmelisiniz ki, benden hakkını isteyene darılmak benim fıtratımda yoktur.

“Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, gelip benden onu isteyen kimsedir.

 Veyâhut helâl edendir.
 Ben Rabbimin huzuruna üzerimde kul hakkı olmadan varmak istiyorum.”1

Bir anda ortalığa hazin bir sükût çöktü.

Resûl-i Ekrem Efendimiz sözlerini tekrarladı:

“Ey insanlar! Kime vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun.

Her kimin benden alacağı varsa işte malım gelsin alsın.”1

Cemaat içinden biri ayağa kalktı.

“Yâ Resûlallah! Sizden üç dirhem alacağım var” dedi.

Peygamber Efendimiz,

“Ben bu hususta hiç kimseyi yalanlamam ve hiç kimseye ‘yemin et’ diye teklif de etmem.
Ancak bu üç dirhemin zimmetime nasıl geçtiğini öğrenmek isterim!” buyurdu.

Ayağa kalkan zât, “Yâ Resûlallah! Bir defasında huzurunuza bir fakir gelmişti.

Bana fakire üç dirhem vermemi emretmiştiniz.
Ben de verdim. İşte istediğim bu üç dirhemdir” dedi.

Peygamber Efendimiz,

 “Doğru söylüyorsun” dedikten sonra,
“Ey Fadl! Buna üç dirhem ver”2 buyurdu.

Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz,

“Mescide açılan kapıları kapatınız! Sadece,
Ebû Bekir’in kapısı açık kalsın”3 buyurdu.

Emir gereği Mescid-i Şerifin çevresindeki evlerin kapısı,

Hz. Ebû Bekir’inki hariç hepsi kapatıldı.4

Hz. Ebû Bekir namaz kıldırmaya memur ediliyor

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hastalığı sebebiyle ezan okununca daima

Mescid-i Şerife çıkar ve cemaata namaz kıldırırdı.

Vefâtına üç gün kala hastalığı birden ağırlaştı.

Bu sebeple artık Mescid-i Şerife de çıkamaz oldu.
O zaman, “Ebû Bekir’e söyleyiniz,
mü’minlere namaz kıldırsın”5 diye emir vererek
 imamlığı Hz. Ebû Bekir’e bıraktı.6

Peygamberimizin son namaz kıldırışı

Hz. Ebû Bekir, Müslümanlara öğle namazını kıldırıyordu.

Bu sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bedeninde bir hafiflik hissetti.
Hz. Abbas ile Hz. Ali’nin yardımıyla yavaş yavaş Mescid-i Şerife çıktı.

Hz. Ebû Bekir, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz gelmekte olduğunu anlayınca,

geri çekilmek istedi. Efendimiz, yerinde durması için işaret etti.
Sonra Hz. Ebû Bekir’in yanına oturtulmasını emir buyurdu.
Hz. Ebû Bekir’in sol tarafına götürüp oturttular.
Hz. Ebû Bekir ayakta, oturmuş olan Efendimize tabi oldu.1

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin Mescid-i Şerifte Müslümanlara kıldırdığı son namaz budur.
Hz. Cebrâil’in, hatırını sormak için gelişi
Rebiülevvel ayının onu, Cumartesi günü idi.

Cenab-ı Hak tarafından Cebrail (a.s.) geldi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hal ve hatırını sordu:

“Ey Ahmed,” dedi. “Yüce Allah, sana ikram olarak beni gönderdi.

Sana soracağı şeyi senden çok daha iyi bildiği halde sana;
 ‘Kendini nasıl buluyorsun?’ diye soruyor”

Rabb-i Rahimine kavuşmanın hasretini yüreğinde duyan

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şu cevabı verdi:

“Ey Cebrâil! Kendimi baygın ve sıkıntılı bir halde görüyorum!”2

Vefâtından bir gün evvel
Rebiülevvel ayının on biri, Pazar günü.

Cin ve insin peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m.) yatağında,
 şiddetli ateşler içinde idi. Etrafında Ezvac-ı Tahirat vardı.
 Başucunda Hz. Aişe Vâlidemiz oturuyordu.

Bu sırada, Hz. Üsâme ordugâhtan gelip huzur-ı saadetlerine girdi.

Efendimiz dalgın yatıyordu. Yerinden kımıldayacak hali yoktu.
Hz. Üsâme, mübârek ellerini ve başlarını öptü.
İçi hüzün ve keder doluydu.
Azami hürmet içinde Kâinatın Efendisinin karşısında ayakta durdu.
Efendimiz ona bir şey söylemedi.
Sadece ellerini göğe kaldırdı ve onun üzerine sürdü.
Ona duâ ettiği anlaşıldı.1

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin duâsını alan Hz. Üsâme doğruca ordunun başına döndü.
Hz. Cebrâil’in ikinci gelişi
Rebiülevvel ayının on biri, Pazar günü.
Hz. Cebrâil yine hatırlarını sormak üzere geldi.

Bu esnada Yemen’de peygamberlik dava eden
yalancı Esved-i Ansî’nin idam edildiğini haber verdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu haberi Ashab-ı Kirama bildirdi.2

Pazartesi günü…
Hayatında mühim hadiselerin meydana geldiği Pazartesi günü.

Rebiülevvel ayının on ikisi.
Böyle bir Pazartesi gününde mübârek gözlerini dünyaya açmıştı.
Bu gün de, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (a.s.m.)

bir ara hastalığı hafifleyip kendine geldi.
Bu hafifliği hisseder etmez, yatağından kalktı.

Hazırlıklarını yaparak Mescid-i Şerife teşrif etti.

O sırada Ashab-ı Kiram saf bağlayıp Hz.

Ebû Bekir’in arkasında sabah namazını kılıyorlardı.
Kâinatın Efendisi bu nurânî manzarayı görmekle son derece sevindi,
hatta tebessüm buyurdu.

Kendileri de Hz. Ebû Bekir’e uyarak namazını edâ etti.
Resûl-i Kibriyâ Efendimizi,

aralarında mütebessim bir sîma ile gören
Sahabîler bütün bütün sıhhat buldu düşüncesiyle son derece sevindiler.1

Peygamber Efendimiz hücre-i saadetlerinde
Son günün sabah namazını

 Hz. Ebû Bekir’e uyup Ashabının arasında kılarak
onları sevince garkeden Fahr-i Kâinat Efendimiz,
namazın edâsından sonra yine Hücre-i Saadetine döndü.
Yataklarına yattılar.

Bu arada kumandan

Hz. Üsâme son defa kendisiyle vedâlaşmak üzere geldi.
Resûl-i Ekrem, “Allah’ın bereketi ile artık hareket et!” buyurdu.2
Emri alan kumandan

Hz. Üsâme bin Zeyd doğruca ordugâha gidip mücahidlere hareket emrini verdi.

Hz. Ebû Bekir’in izin isteyip, Sünh’taki evine gidişi
Pazartesi günü, Hz. Ebû Bekir de,

Fahr-i Kâinat Efendimizin durumunun bir ara iyileştiğini fark etmişti.
Bunun için huzura girip,
! Müsâade buyurursanız, Sünh’taki evime gideyim” dedi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Olur” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Sünh’taki evine gitti.
Müslümanlara ve ev halkına son seslenişi
Son gün Pazartesi.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübârek dillerinden şu cümleler dökülüyordu:
“Ey insanlar!

Karanlık gece kıtaları gibi fitneler geliyor!
Ey insanlar!
Siz bana karşı hiç bir şeyle delil bulamazsınız!
Zira ben, ancak Allah’ın Kitabı Kur’an’ın helâl kıldığını helâl,
haram kıldığını da haram kıldım!
“Ey kızım Fâtıma! Ey halam Safiyye!
“Allah katında makbul olacak ameller işleyiniz.

Bana güvenmeyiniz.
Çünkü ben, sizi Allah’ın gazabından kurtaramam!”1
Peygamberimizin Hz. Fâtıma’ya söyledikleri
Hz. Fâtıma, Resûl-i Ekremin hayatta kalmış olan biricik kızı idi.

Kâinatın Efendisinin evlâd sevgisini kendisiyle tatmin ettiği tek evlâdı.
Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ, güzel ahlâkta, yürüyüşte, oturuşta,

kalkışta Peygamber Efendimize en çok benzeyen evlâdı idi.
Resûl-i Ekrem hastalığının son gününde bir ara biricik kızı,

güzel ahlâk ve zerâfet timsali Hz. Fâtıma’yı yanına çağırdı.
Hz. Fâtıma gelince, onu sol tarafına oturttu.

Ona gizlice bir şey söyledi.
Hz. Fâtıma’yı birden bir hüzün ve keder havası kapladı.

Arkasından gözyaşları boşanmaya başladı.
Peygamber Efendimiz, sonra bu güzîde kızına gizlice bir şey daha söyledi.

Bu sefer, biraz evvel gözyaşı döken Hz. Fâtıma birden gülümseyip sevinmeye başladı.
O sırada orada bulunan Hz. Âişe, daha sonra bunun sebebini sorunca Hz. Fâtıma şu cevabı verir:
“Önce bana pek yakında dünyadan ve benden ayrılacağını söyledi.

Bunun için ağladım.
“Sonra da ‘Âilem içinde en evvel bana sen kavuşacaksın’ deyince de sevindim.”2
Ve artık son anlar
Rebiülevvel ayının on ikisi, Pazartesi günü.

Güneş, batıya doğru kayıyordu.
Peygamber Efendimizin mübârek başları, Hz. Âişe’nin kucağında, göğsüne dayalı idi.

Artık nefes alıp vermekte güçlük çekiyordu.
Dili Allah’ı zikretmekle meşguldü:
“Allah’ım! Beni, Refîk-i A’lâ’ya1 ulaştır” duâsını tekrarlıyordu.
Bu esnada bile ümmetine irşadda bulunmaktan geri durmuyordu:
“Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız!
Namaza dikkat ve devam ediniz!”2 diyordu.
Bu hazin manzara orada bulunan Hz. Fâtıma’nın yüreğini âdeta dağlıyordu.

Bir ara Resûl-i Kibriyâ Efendimizi bağrına bastı:
 “Vay! Babamın çektiği ıztıraba” diyerek gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz,

 “Bugünden sonra baban hiç bir zaman ızdırap çekmeyecektir”
buyurdu ve ilâve etti:
“Kızım! Sakın ağlama! Ben vefât ettiğim zaman ‘İnnâ lillahi ve innâ ileyhi Raciûn’ de.”3
Hz. Cebrâil ile Hz. Azrail’in birlikte gelişleri
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu fâni dünyada artık son dakikalarını yaşıyordu.
Bu esnada, Hz. Cebrâil Hz. Azrail ile birlikte geldi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hal ve hatırını sordu.
Sonra, “Ölüm meleği Azrail içeri girmek için izin ister” dedi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz müsâade edince,

Hz. Azrail içeri girdi. Efendimizin önünde oturdu,
“Yâ Resûlallah!” dedi,
 “Yüce Allah, senin her emrine itaat etmemi bana emretti.
 İstersen ruhunu alacağım.
İstersen sana bırakacağım.”
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Hz. Cebrâil’e baktı.

O da, “Yâ Resûlallah, Mele-i A’lâ seni beklemektedir” dedi.
Bunun üzerine Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz,

“Yâ Azrail! Gel, memuriyetini yerine getir”1 buyurdu.
Peygamberimizin Rabbine kavuşması
Mübârek başları Hz. Âişe’nin kucağında, göğsüne dayalı idi.

Yanında su kabı vardı.
İki elini suya batırıp ıslak ellerini mübârek yüzlerine sürdü.
Mübârek dudaklarından
“Lâ ilâhe İllallah” cümlesi döküldü.
Sonra ellerini yüzünden kaldırdı.
Gözlerini evin tavanına dikti.
“Allah’ım! Refîk-i Alâ” cümlesini tekrarlaya tekrarlaya

altmış üç yaşında iken mübarek ruhu
Refîk-i Alâ’ya yükseldi.2
Tarih:Hicretin 11. senesi,
Rebiülevvel ayının on ikisi,
Pazartesi günü.
Milâdî 8 Haziran 632.

Resulullahın Vefatından Sonrası

Hâtemü’l-Enbiyâ Efendimizin (a.s.m.) pâk ruhları artık a’lâ-yı illiyyine (en yüksek makama) yükselmişti. Ezvâc-ı Tahirat üzerine bir örtü örttüler ve feryada başladılar.

O sırada annesi tarafından Hz. Resûlullahın son anlarını yaşadığını haber alan Hz. Üsâme hareket etmeyip ordusuyla Mescid-i Şerife gitmişti. Hâne-i Saadette feryad ve figanın yükseldiğini duyan Ashab, kalblerinden vurulmuşa döndüler. Sanki gök kubbe bir anda yıkılmış gibiydi. Herkesin nutku tutulmuş, gözler damla damla keder ve hüzün akıtıyordu.

Cesaret ve adalet timsali Hz. Ömer bile kendisini bu dehşetli ânın tesirinden kurtaramadı; hattâ herkesten daha çok dehşete kapılarak şöyle bağırdı:

“Resûlullah ölmemiştir ve sağdır. Ona sadece Hz. Musa’ya ârız olan saika gibi bir saika arız olmuştur. Kim Muhammed öldü derse onu kılıcımla iki parça ederim.”1

Halkı teskin eden Sıddık-ı Ekber

Hz. Ebû Bekir o sırada Sünh Mahallesindeki evinde bulunuyordu. Yürekleri dağlayan haberi kendisine ulaştırdılar. Gönlünün bir parçasının âdeta koptuğunu fark eden Hz. Ebû Bekir sür’atle Hâne-i Saadete girdi.

Dehşet ve hayret içinde Fahr-i Kâinatın mübârek yüzlerini örten örtüyü kaldırdı. Yüzü tecessüm etmiş bir nurdu. Eğildi, tazim ve hürmetle pâk ve nurlu alınlarından üç kere öptü. Akan gözyaşları arasında dilinden dökülen kelimeler şunlar oldu:

“Ölümün de hayatın gibi temiz ve lâtif, yâ Resûlallah!”1

Sonra da Ehl-i Beyte teselli verdi.

Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer

Hz. Ebû Bekir, Hâne-i Saadetten çıktıktan sonra Mescid-i Şerife vardı.

Hz. Ömer’in “Resûlullah vefât etmedi” sözlerini duymuştu. Bunun üzerine şöyle konuştu:

“Kim ki Muhammed’e (a.s.m.) tapıyorsa, bilsin ki, Muhammed (a.s.m.) ölmüştür. Kim ki Allah’a ibadet ve kulluk ediyorsa bilsin ki, Allah Hayy’dır, ölümsüzdür.”2

Sonra da şu âyet-i kerimeyi okudu:

“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçti. O ölür veya öldürülürse gerisin geri mi döneceksiniz? Kim geri dönerse Allah’a en küçük bir zarar vermiş olmaz. Fakat şükredenlere Allah mükâfatını verecektir.”3

Bu âyet-i kerime, Uhud Muharebesinde, “Muhammed öldürüldü” şâyiası üzerine nazil olmuştu. Ashab; onu belki yüzlerce, binlerce defa okumuş oldukları halde, o andaki teessür sebebiyle bir anda unutuvermişlerdi sanki!

İşte, yalnız metanetini muhafaza eden Hz. Ebû Bekir bunu unutmamış ve Ashaba hatırlatmakla en büyük hizmeti ve vazifeyi ifâ etmiş oluyordu.

Bu hitabe ve bu âyet-i kerimeyi hatırlamaları üzerine Sahabîler kendilerine geldiler. Bir anda toparlandılar ve şaşkınlıklarını üzerlerinden attılar.

Daha sonra Hz. Ebû Bekir şu meâldeki âyet-i kerimeyi okudu.

“Muhakkak ki sen de öleceksin onlar da ölecekler.”1

Metanetini yitirmeyen Hz. Ebû Bekir bu hitabesiyle o zamanki İslâm cemaatına büyük bir hizmet ifâ etmiş oluyordu.

Ashab-ı Güzîn artık Kâinatın Efendisinin bu dünyadan göçmüş olduğunu anlayıp kabul ettikleri gibi, Hz. Ömer de; “Resûlullah ölmemiştir” sözünü söylemekten vazgeçerek kendine geldi.

Evet, Medine, Medine olalı beri, Kâinatın Efendisinin kendisine teşrifi ile duyduğu sevinç kadar hiç bir sevinç duymamıştı. Şimdi ise aynı Medine en büyük hüzün ve keder ânını yaşıyordu. Âdeta semâlarını hüzün ve kederden bir kara bulut kaplamıştı.



Hz. Ebû Bekir’in halife seçilmesi

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin vefâtıyla Medine mateme bürünmüştü. Gözlerden gözyaşı, gönüllerden tahassür, keder ve elem akıyordu.

Ancak, bununla hiç bir iş hallolmazdı. Müslümanların işlerini görecek, İslâmın hükümlerini tatbik edecek, Resûl-i Ekrem Efendimize halife olacak bir devlet başkanının seçilmesi gerekliydi.

Bunun için derhal teşebbüse geçildi. O sırada, bu yüksek makama herkesten en lâyık ve ehliyetli olan Sıddık-ı Ekber Hz. Ebû Bekir’di. Zira, Ashab-ı Kiramın en yüksek tabakası en evvel Mekke’de îmân eden seçkin Sahabilerdi. Onların da en efdali Hz. Ebû Bekir idi. Gerçi, Hz. Abbas ve Hz. Ali, akrabalık cihetiyle herkesten ziyade Resûl-i Ekrem Efendimize yakın idiler. Fakat, Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, yâr-ı gârı olan Hz. Ebû Bekir’i Ashabının hepsinden üstün tutardı. Vefâtını netice veren hastalığında da bunu göstermişti. Mescid-i Şerife açılan kapıların hepsini kapattırdığı halde, Hz. Ebû Bekir’inkini açık bıraktırmıştı. Ebediyyet âlemine göç etmesine üç gün kala imamlık vazifesini yine ona devretmiş, İslâmın temel şartlarının en mühimi olan namazda onu bütün Müslümanların önüne geçirmişti.

Bu sebeple Hz. Resûlullahtan sonra, halifeliğe en lâyık o idi.

Nitekim netice de öyle oldu. Resûl-i Ekrem Efendimizin ebediyyet âlemine irtihal buyurdukları Pazartesi günü öğleden sonra akşama kadar yapılan uzun konuşma, görüşme ve müzakerelerden sonra Hz. Ebû Bekir Hz. Resûlullahın halifesi seçildi ve ona bîat edildi.



Hz. Ebû Bekir’e umumî biât

Rebiülevvel ayının on üçü, Salı günü. Hz. Ebû Bekir, Mescid-i Nebevîye geldi. Minbere çıkıp oturdu.

Henüz konuşmaya başlamadan önce, Hz. Ömer ayağa kalktı. Allah’a hamd ve şükürde bulunduktan sonra, Müslümanlara, “Allah, halifeliği sizin hayırlınız, Resûlullahın (a.s.m.) yâr-ı gârı olan zâta nasip etti. Kalkınız, ona bîat ediniz!”

Mescid-i Şerifte bulunan Müslümanlar kalkıp Hz. Ebû Bekir’e umumî bîat yaptılar.1

Bîat işi bitince Hz. Ebû Bekir, Allah’a hamd ve şükür ettikten sonra şöyle konuştu:

“Ey insanlar! Ben, üzerinize vâli ve emir oldum. Halbuki, sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyilik edersem bana yardım ediniz. Fenalık yaparsam bana doğru yolu gösteriniz!

“Doğruluk emânettir. Yalancılık hiyânettir. İnşaallah, içinizdeki en zayıfınız kendisinin hakkını alıncaya kadar, yanımda en güçlünüz olacaktır! İnşallah, içinizde en güçlünüz de, üzerine geçirdiği hakkı kendisinden alıncaya kadar benim yanımda en zayıfınız olacaktır.

“Ey insanlar! Allah yolunda cihadı terk etmeyin! Bilin ki, cihadı terk eden kavim zelîl olur.

Ben, Allah ve Resûlüne itâat ettikçe, siz de bana itâat ediniz. Ben, Allah ve Resûlüne âsi olursam, sizin de bana itâatınız lâzım gelmez.

“Kendim ve sizin için Allah’tan af ve mağfiret dilerim!”1

Peygamber Efendimizin yıkanması ve kefene sarılması

Rebiülevvel ayının on ikisi Pazartesi günü, Müslümanlar öğleden sonra akşama kadar işlerini yürütecek bir halifenin seçimi ile meşgul olduklarından, Peygamberimizin yıkanması, techiz ve defni Salı gününe kaldı. O gün, Hz. Ebû Bekir’e Mescid-i Nebevîden umumî bîat yapıldıktan sonra bu işlere başlandı.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin Hücre-i Saadetlerinde yıkama işiyle meşgul olmak için Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl bin Abbas, Kusem bin Abbas, Üsâme bin Zeyd ve Peygamberimizin azaldlısı Şükrân (Salih) bulunuyordu.2

Bu arada Ensar-ı Kiram da bu ulvî hizmette bulunmak istiyordu. Bu husustaki arzularını izhar ettiler. Onları temsilen de Hz. Ali, Evs bin Havlî’yi içeri aldı.3

Yıkama işini Hz. Ali yaptı. Zirâ, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz sağlığında ona, “Vefât ettiğim zaman beni, sen yıka” diye vasiyyet etmişlerdi.4

Evs bin Havlî testi ile su taşıyor, Hz. Abbas ile Üsâme ve Şükrân, Peygamberimizin üzerine su döküyorlardı. Hz. Ali de eline sarmış olduğu bez ile gömlek üzerinden oğuşturarak Peygamberimizi yıkıyordu. Mübarek cesedleri son derece temizdi, mis gibi kokuyordu. Hücre-i Saadetin içini, o âna kadar görülmemiş bir güzel koku kaplamıştı. Peygamber Efendimizde, ölülerde görüle gelen şeylerden hiç birinden eser yoktu. Hz. Ali yıkarken, “Anam babam sana fedâ olsun! Hayatında da, vefâtında da temizsin, güzelsin, yâ Resûlallah!”1 diyordu.

Yıkama işi bittikten sonra Hâtemü’l-Enbiyâ Efendimiz, yine Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl bin Abbas ve Şükran tarafından kefene sarıldı.2

Peygamberimizin üzerine namaz kılınması

Rebiülevvel ayının on üçü, Salı günü öğleye doğru Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yıkanma ve kefene sarılma işi tamamlandı. Hücre-i Saadetinde seririnin üzerine konuldu. Bundan sonra Hâne-i Saadetlerinin kapısını açtılar. Önce melekler, sonra erkekler, sonra kadınlar, daha sonra da çocuklar Fahr-i Alem Efendimize karşı bu son vazifelerini huşû ve hüzün içinde ifâ ettiler.

Resûl-i Ekrem’in defni

Resûl-i Ekremin nereye defnedileceği hususu görüşüldü. Bir kısmı, Mekke’ye götürülmesini, diğer bir kısmı Medine’de ve Bakî mezarlığına, bazıları ise Mescidin içine defnedilmesini teklif etti.3

Fakat, Hz. Ebû Bekir imdada yetişerek şöyle dedi:

“Ben, Resûlullahtan şu sözü işitmiştim ve hâlâ unutmamışımdır: ‘Cenab-ı Hak, her peygamberin ruhunu o peygamberin defnolunmak istediği yerde alır. Dolayısıyla, Resûlullahı istirahat döşeğinin bulunduğu yere defnetmeliyiz!”4

Bu teklif Ashab-ı Kiram tarafından benimsendi. Böylece Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, Hz. Âişe’nin evinde yattığı döşeğin altının kabir olarak kazılması kararlaştırıldı. Bundan sonra döşek kaldırılarak altı lahd tarzında kazıldı.

Hz. Bilâl’in Müslümanları ağlatması

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz henüz defnedilmemişti. Bu sırada Hz. Bilâl, hüzün ve hasret akıtan yanık sesiyle ezan okudu. “Eşhedü Enne Muhammede’r-Resûlullah” dediği zaman, Ashab-ı Kiram hüngür hüngür ağlamaya başladı. Mescid-i Nebevî, ağlama sesleriyle çalkalandı.

Bu, Hz. Bilâl’in son ezânı oldu. Resûl-i Kibriyâ Hazretleri defnedildikten sonra artık ezan okumadı.

Peygamberimizin kabre konması

Çarşamba gecesinin geç vakitleri idi. Nihâyet, gönül ve göz yaşları arasında Server-i Kâinatın mübarek na’şını kabrine tevdi ettiler.

Bu büyük, eşsiz ve benzersiz hayatın safhalarını gücümüzün yettiği kadar anlatmaya çalışıp burada bitirirken şöyle duâ ediyoruz:

Allah’ım! Bizi dünyada Resûlünün sünnetinden ayırma! Âhirette ise şefâatından mahrum kılma! Âmin… Âmin… Âmin…

Kaynak
Salih Suruç'un Kitabından alınmıştır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...