01 Haziran 2018

YAHUDİ KARAKTERİ VE BOZULMA NEDENLERİ



YAHUDİ KARAKTERİ VE BOZULMA NEDENLERİ

Yahudilerinde çektikleri ve karakterlerini bozan heryerde olduğu gibi yine din adamlarının hatalarından başka bir şey değil.
Talmud’da hahamlardan “yaşayan Allah” diye söz edilmekte; hatta “Allah’tan daha büyük” ifadesine yer verilmektedir. Dini temsil eden insanlar düzelmedikçe dünya düzene girmeyecektir. İhramcızâde
Hzl: Süleyman SAYAR
Yahudiler, uzun tarihleri boyunca çeşitli açılardan hep “aktüel” olmuşlardır. Günümüzde de, dünya gündeminin belki ilk maddesini Yahudi sorunu teşkil etmektedir. Böyle bir toplumun zihniyet ve karakterini, bu zihniyet ve karakteri oluşturan sosyal, kültürel ve psikolojik dinamikleri tarihî çerçevede ve sosyo-psikolojik bir yaklaşımla ele almak dikkat çekici olmalıdır.
A. Anahatlarıyla Yahudi Tarihi
Yahudiler kendi tarihlerini Hz.İbrahim’le başlatırlar. O, Kalde’nin Ur kentinde doğmuş ve oradan ailesiyle birlikte Haran’a gelmiş; sonra ilâhî emir gereği Kenan diyarına (Filistin) göç etmiştir66. Tevrat, İbrahim’e “İbrânî” demektedir. İbrânî deyiminin kökeni ve anlamıyla ilgili çeşitli görüşler vardır. Nitekim İsrail ve Yahudi deyimleri de köken ve anlam bakımından farklı görüşlere konu olmuştur. Bu tartışmalar bir yana, üç deyimin de aynı toplumu ifade etmek üzere eş anlamlı olarak kullanıldığı bilinmektedir.
Hz.İbrahim, “İbrahimî dinler”in dayandığı ve bu dinlerin mensuplarınca büyük değer atfedilen merkezî bir şahsiyettir. Hem İsmailoğulları, hem de İsrailoğullannın büyük atasıdır. Tevrat’a göre Allah, onunla ve onun şahsında zürriyetiyle bir sözleşme (“ahit”) yapmış; bunu “sünnet”le sembolize etmiştir.
Kur’an’da anlatılan kıssasıyla Hz.İbrahim, babası Âzer’in de içinde bulunduğu putperest kavmini Allah’a tapmaya çağıran seçkin bir peygamber, bir tevhid mücadelesi önderidir . O, Yahudi ve Hıristiyan olmadığı gibi, müşriklerden de değildir; aksine, sadece “hanîf” bir “müslim”dir .
Yahudilerin gerçek tarihini Hz.Yakub’la başlatmak gerekir. Onların atası olan ve “İsrail” lâkabıyla anılan Yakub Peygamber  Hz.İbrahim’in torunudur. Yahudi toplumu, İsrail adına nisbetle Yakub’un nesli olarak İsrail ve İsrailoğulları (Benî İsrâil); Yakub’un dördüncü oğlu Yahuda (Juda)’ya nisbetle de Yahudiler şeklinde adlandırılmaktadır. Tamamen akrabalık bağları temeline oturan bu toplum, bugün yeryüzündeki milletlerin en eskilerinden birini teşkil etmekte; heyecan ve canlılık içindeki kendi dinine, edebiyatına ve tarihine sahip bulunmaktadır .
Göçebe bir topluluk olarak çobanlık yapan ve kendilerine peygamberler gönderilen İsrailoğulları Hz.Yusuf aracılığıyla Mısır’a göç etmişlerdir. Bu göç olayı sırasında Mısır Hiksos hanedanının hakimiyetinde bulunuyordu (M.Ö. 1700-1580). Hiksoslar, yönetimi zorla ele geçirdikleri için, Mısırlıları ve Mısır’ı ihmal ediyorlardı. Mısır milliyetçileri saltanatı bunlardan geri almaya çalışıyor, onlar da Mısırlı unsurlarla el ele vererek saltanatlarını sürdürme amacını güdüyorlardı. Tevrat’ın kaydettiğine göre Firavun, bu sebeple Yusuf’un kardeşlerinin Mısır’a gelmesini, bütün ülke servetlerinin onların olacağını vaad ederek ısrarla istemişti . Göç gerçekleşince de, İsrailoğulları Mısır’ın en verimli topraklarında yerleştirilmiş ve ilk zamanlar saygın bir hayat sürmüşlerdi.
Yahudiler Mısır’da hızla çoğaldılar. Ancak toplumdan ayrı yaşamaları, kendilerini soyutlamaları dikkat çekmiş ve bu durum Mısırlıları endişelendirmeye başlamıştı. Bu arada Hiksoslar hakimiyeti sona ermiş, yeni yönetimde Yahudilerin durumu kötüleşmişti. Firavun II.Ramses dönemine gelinceye kadar ve özellikle bu dönemde onlar büyük bir kin ve düşmanlığın hedefi olmuşlardı. Bu ise, Hiksoslar’la işbirliği içinde ülkenin bütün nimetlerinden yararlanan Yahudilere karşı, yerli Mısırlıların hesap sorma aşamasına gelmiş bir reaksiyonuydu. Ancak Yahudiler de boş durmuyor, bozguncu bir zihniyetle Mısırlılara karşı imha plânları ve ihtilâller düzenliyorlardı. Çünkü Hiksoslar’ın kendilerine sağladığı politik amaçlı imtiyazlara alışmışlardı. Hızlı nüfus artışlarının da doğurduğu endişeyle Mısır yönetimi Yahudiler için korkunç bir baskı ve plânlı bir soykırım başlatmıştı. Dört asır kadar süren bu baskı dönemi , Yahudi kişilik ve karakterine olan etkileri açısından çok önemli bir zaman kesitidir.
Mısır’daki kölelik ve sığıntılık hayatı Hz.Musa’nın önderliğinde son bulmuş ve Yahudiler Firavunların zulmünden kurtulmuşlardır (M.Ö. 1250). “Çıkış” (Exodus) olarak anılan bu olaydan sonra geçici bir süre kölelikten kurtulan Yahudiler, yaptıklarından ötürü 40 yıl kadar çölde dolaşmaya mahkûm edilmişler; dolayısıyla hürriyete lâyık olamamışlardır. Mısır’daki kölelik ve ezilmişlik hayatı ruhlarında bir “zillet” duygusu meydana getirmiş, aşağılanma ve horlanmışlık iliklerine işlemiştir. “Asabiyet kaybı” olarak da değerlendirilebilecek bu durumdan dolayıdır ki, zilleti yaşamamış ve korku nedir bilmeyen yeni bir neslin gelmesi, bunun için de 40 yılın geçmesi gerekmiştir . Nihayet Filistin’e girmişler, Hz.Davud (David) ve Hz.Süleyman (Şlomo) zamanında ise bağımsız ve ihtişamlı bir devlete kavuşmuşlardır (M.Ö. 1050-950).
Hz.Süleyman’dan sonra devlet “İsrail” ve “Yahuda” olmak üzere ikiye bölünmüş, İsrail krallığı Asur kralı II.Sargon tarafından kısa bir süre sonra ortadan kaldırılmıştır (M.Ö. 719). Yahuda (Juda) krallığı ise, daha sonra Babil hükümdarı II.Buhtunnasr (Nabukadnezar, Nabukodonosor) tarafından yerle bir edilmiş; Mabed (Beyt ha-Mikdaş) tahrip edilmiş ve Babil’e sürülen Yahudiler’in esaret dönemleri başlamıştır (M.Ö. 586). Bu tarih, Yahudiler açısından “birinci mabed dönemi”nin sonunu işaret etmektedir. Yahudi toplumu, millî kimliğini ve varlığını korumayı yarım asırlık sürgün döneminde Babil’de öğrenmiştir (M.Ö. 586-538). “Bir fikir sistemi, bir ideoloji ve çoğunluk uluslar içinde bir yaşam şekli olarak Yahudilik, Babil’de doğmuştur” . Bu dönem Pers hakimiyetiyle sona ermiş; sürgünden kurtulan Yahudiler, İmparator Kurus’un (Koreş, Kirus) desteğiyle Mabed’i yeniden inşa etme imkânına kavuşmuşlardır (M.Ö. 516). Ne var ki, bu kez de Büyük İskender’in Filistin’i zaptetmesiyle Yunan hakimiyetine giren Yahudiler (M.Ö. 332); Romalılarla işbirliği içinde kısa süreli bir bağımsızlık döneminin ardından, aralarındaki bitimsiz kavga ve isyanlar sonucu Romalı Pompeus tarafından dağıtılmışlardır (M.Ö. 63). Bir süre sonra yine bağımsızlık için isyan eden, ihtilâller çıkaran bu topluma Roma İmparatoru Titus son darbeyi vurarak, Kudüs’ü ve Mabed’i yakıp yıkmış; Yahudilerin bir kısmını öldürmüş, çoğunluğunu da Akdeniz esir pazarlarında sattırmış ve sürmüştür (M.S. 70). Bu olay, “ikinci mabed dönemi”nin sona ermesine ve Yahudilerin yeryüzüne dağılmasına neden olmuştur (“diaspora”). Mabed’in yıkılmasıyla dinî bağımsızlıklarını da kaybeden Yahudiler, bundan sonraki uzun tarihleri boyunca Mesihiik iddiasıyla ortaya çıkan Bar Kohba zamanında Romalıların kanlı bir şekilde bastırdığı iki yıllık bir bağımsızlık isyanı dışında (M.S. 132-135), 1948’e kadar hep sürgün ve esarete maruz kalmışlardır.
Bir noktayı tesbit etmek gerekir ki, Yahudilerin yabancı hakimiyeti altında alabildiğine ezilmiş, horlanmış ve aşağılanmış olmaları büyük ölçüde kendi isyankâr, uyumsuz, bozguncu ve entrikacı karakterlerine de bağlı kalmıştır. Gerek Mısır, gerek Babil, Yunan, Roma ve hatta İslâm hâkimiyeti dönemlerinde hep düşmanla işbirliği yaparak yaşadıkları ülkeyi çökertmeye çalışmışlar, ama her seferinde başarısızlığa uğramışlardır. İslâm’ın hoşgörüye dayalı yönetiminde bile eski alışkanlıkla çevirdikleri entrika ve düşmanlıklardan ötürü Hicaz’dan sürülmüşlerdir. Ortaçağ boyunca İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya gibi Batı ülkeleri Yahudi sürgünlerine sahne olmuştur. 1492 yılı ise; Endülüs İslâm Devleti’nin çöküşünün ardından Hıristiyan zulmü ve soykırımına uğrayan İspanya Yahudileri’nin yeryüzüne dağılması şeklinde yeni bir sürgün döneminin başlangıcıdır. Hiçbir ülkenin kabul etmek istemediği bu topluluk, nihayet Osmanlı hoşgörüsüyle önce Selânik’te, sonra da yurdun diğer bölgelerinde yerleştirilmek suretiyle Osmanlı ülkesinde yaşama şansı bulmuştur.
Orta ve Yeniçağda Batı ülkelerindeki Yahudi hayatını sembolize eden kelime “Ghetto”dur. Yahudiler, bellibaşlı kentlerin kenar mahallelerinde yaşamak zorunda bulunuyorlardı. Toplumdan soyutlanmış olarak duvarlarla çevrilmiş ghetto’larda bir tür hapishane hayatına itilmişlerdi. Ancak, bir açıdan böyle görünen olayın başka açılardan farklı biçimde değerlendirilmesi de mümkündür. Meselâ E. Hoffer bu konuda şunları söylemektedir: “Orta Çağlarda Yahudilerin içinde yaşamaya mecbur edildikleri mahalleler, onlar için bir hapishane olmaktan çok, bir kale idi. Yahudi mahallelerinin kendilerine sağladığı çok kuvvetli birlik duygusu olmasaydı, o karanlık devirlerin zulmüne Yahudiler imanlarını bozmadan dayanamazlardı. Orta Çağın zulmü, İkinci Dünya Savaşı’nda kısa bir süre için geri geldiğinde Yahudi’yi bu eski savunmasından yoksun olarak yakaladı ve onu ezdi” . Demek ki; Yahudilerde öteden beri var olan ve “üstün ırk” anlayışından kaynaklanan “farklı olma” karakteri, ghetto’larda daha bir bilinçle korunmuştur. Kollektif bir yapının kimliğini taşıyan, bunu taşıdığına inanan her bir Yahudi güçlü bir birlik şuuruna sahip olmuştur. Bunun daha eski bir örneği, yukarıda belirtildiği gibi, Babil sürgünü dönemidir.
Yahudiler, uzun tarihleri boyunca siyasî güç ve bağımsızlıklarını elde edemedikleri, ya da sürekli baskı altında yaşadıkları için, mesailerini fikrî ve iktisadî alanlara yöneltmiş; binbir entrika ve hile ile büyük bir ekonomik güce ulaşmış, sonra bu yolla siyasî güç dengelerini de bozmaya çalışmışlardır. Böylece diğer milletlerin nefretini kazanmışlar; bu nefret onların daha çok hor görülmelerine neden olmuş, ama kendileri de karşı nefret ve ihtirasla, üstün ırk idealiyle ayakta kalmayı başarmışlardır.Avrupa’da XIX. yüzyılın sonlarında ileri boyutlara varan Yahudi düşmanlığı (“antisemitizm”), büyük ölçüde Politik Siyonizm’in gelişmesine neden olmuş; T. Herzl’in çalışmalarıyla güçlenen bu akım, İngiltere’nin fiilî desteği ve diğer Batılı devletlerin de arzusuyla Filistin’de bir İsrail Devleti’nin kuruluşunu hazırlamıştır (1948)
Burada, Yahudi tarihinin önemli olayları ve dönüm noktalarına kısaca yer verilmiştir. Aslında bu çalışmanın ilgi alanı, Kur’an’ın vahyedildiği döneme kadar olan Yahudi tarihidir. Tarihî Yahudi karakterini günümüz Yahudi toplumunun temsil edip etmediği meselesi, yeni örnek olaylar çerçevesinde ele alınması gereken bir konudur. Herkesin gözü önünde cereyan eden güncel olaylar bir yana bırakılırsa, bu noktada, Kur’an’ın geleceğe ilişkin belirleyici bazı sarih ifadelerinden başka dayanağımız bulunmamaktadır.
B. Yahudi Zihniyetinin Kaynakları
Yahudi millî karakterini besleyen Yahudi zihniyetidir. Bu zihniyetin, özetlediğimiz tarihî süreç içinde oluşmasını sağlayan en önemli kaynak Yahudi kültür ve edebiyatıdır. Bu kültür ve edebiyatın başında Yahudi Kutsal Kitabı (Eski Ahit) vardır.
Irkçı bir yapıyı yansıtan Yahudi öğretilerinin tamamına “Tora” adı verilir. Bu terim, Arapça “Tevrat”ın karşılığı olmakla birlikte çok daha geniş bir anlama sahiptir. Yahudiler, bu geniş anlamıyla kutsal kitaplarına İbranice “Tanah” derler. Tanah; Tora (Tevrat), Nebiîm (Peygamberler) ve Ketubîm (Kitaplar) olmak üzere üç bölüm ve toplam 39 kitaptan oluşmaktadır. Yahudilere göre bu sayı 24 veya 22’dir. Bunların tamamlanması, yaklaşık olarak bin yılı aşkın bir süre içinde gerçekleşmiştir (M.Ö. 1200-100).
Yahudi öğretilerinin tamamının adı olarak Tora, “yazılı” ve “sözlü” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Yahudiler, Rabbânî çoğunluk itibariyle “Sözlü Tora”ya çok önem verirler. Onlara göre, “Sözlü Tora” da vahiy eseridir ve o olmadan “Yazılı Tora” anlaşılamaz.
Sözlü gelenek, anlaşılacağı gibi Tora (=Tevrat)nın tefsiri ve Yahudilerin fıkıh kaynağı olarak nesilden nesile intikal etmiş, M.S. II. yüzyılda Yahuda Ha-Nasi tarafından “Mişna” adıyla kitaplaştınlmıştır. Fakat bu, sözlü geleneğin bütünü değildir. Daha sonra hahamların çalışmalarıyla bütün sözlü gelenek bir araya getirilmiş ve “Mişna”nın tefsiriyle (“Gemara”) birlikte “Talmud”u oluşturmuştur. Talmud, dar anlamda Gemara ile özdeştir . Talmud çalışmaları hem sürgündeki Yahudiler, hem de Kudüs (Yeruşalim)’de kalan Yahudiler arasında sürdürüldüğü için Babil ve Kudüs Talmud’ları ortaya çıkmıştır. Her ikisi de Mişna metnine dayanmasına rağmen, aralarında büyük farklar söz konusudur. Daha önemlisi, Mişna metni üzerinde de ittifak yoktur; aksine tutarsızlıklar vardır. M.S. IV.-V. yüzyıllarda derlendiği halde, ilk Talmud basımı 1520-1523 yıllarında Venedik’te gerçekleştirilmiştir .
Talmud, bütünüyle kendi içine kapanmış bir toplumun ruh durumunu yansıtır. Daha çok pratik hayatı düzenleyen kuralları, emir ve yasakları ihtiva eder . Ayrıca çok miktarda hikâye, mesel, hikmetli söz ve lejand mevcuttur ki, bunlar, Yahudi edebiyat ve folkloruna da yansımıştır . Kudüs ve Babil versiyonlarıyla Talmud, geleneksel İbrânî (Yahudi) kültürünün, Mişna tertibine göre yazılmış genel bir ansiklopedisi niteliğindedir . O, aynı zamanda, din bakımından Eski Ahit’i ikinci plâna iten en yüksek otorite olarak kabul edilmiştir .
Bu genel bilgiden sonra; Yahudi Allah inancını, Yahudilerin kendilerini ve diğer insanları nasıl gördüklerini Tanah ve Talmud’dan belgelendirmek yararlı olacaktır.
Eski Ahit’te (“Tanah”) Allah inancı, insanbiçimci (antropomorfik) bir özellik gösterir. Tanrı, Yahudi ırkçılığının gereği olarak sadece “İbranilerin Allahı”dır . Bir Eski Ahit cümlesi şöyledir: “Bütün dünyada Allah yoktur, ancak İsrail’de vardır’ .
İsrail’in Tanrısı insan gibi dinlenme ihtiyacı duyan , acı çeken , güreşen , koca olan , ağlayan ; dalgınlık, uyku, helâya gitme ve yolculuğa çıkma gibi arazlar gösteren  ve günün serinliğinde bahçede gezinen  bir varlıktır. Bu özellikleriyle âdeta İsrailoğulları tarafından yaratılmıştır. Talmud’a göre de Yahudi Allah inancı aynı özelliklere sahiptir .
Mevcut şekliyle Eski Ahit, Yahudilerin “üstün ırk” olduğunu öngören birçok belge içermektedir. Onlar; “siyon’un değerli oğulları” , hem “ilâhlar” hem de “Yüce Allah’ın oğulları”  olarak tanımlanmaktadırlar.
Yahudi milleti; yeryüzüne hükmedecek, milletlerin hepsine varis olacak  seçilmiş bir kavim ve mukaddes millettir . Yahudiler, bu seçkinlik ve üstünlük tasavvuruna rağmen, aşağı yaratıklar olarak gördükleri diğer insanların egemenliği ve baskısı altında yaşamalarının doğurduğu çelişkiyi de pek çözememişlerdir. Onlara göre leş yemek yasaktır, ama yabancılara satılabilir . Köle ve cariyeler yabancılardan olmalıdır; kendi aralarında bu uygulama yasaklanmıştır . Yabancılardan kız alıp-verme yasağı vardır . İsrail soyunun diğer milletleri mülk edineceği belirtilmiştir .
Bu konuda Talmud’un prensipleri Eski Ahit’inkilerden farklı değildir. Talmud’a göre yabancıları soymak, mülkünü ve ticaretini elinden almak iyi bir davranıştır. Yabancılar çalışacak, Yahudiler yiyecektir. Yabancılara karşı yemin, hile ve aldatma çok normaldir. Çünkü Yahudi olmayana insan gözüyle bakılamaz; onlar birer hayvandır. Yabancıların kanlarını dökmek Allah’a kurban sunmaktır .
Eski Ahit ve Talmud’un öngördüğü zihniyet yapısını “Siyon Liderlerinin Protokolleri”nde de görmek mümkündür. Protokoller, dünya hakimiyetine giden yolda Yahudilerin uygulayacakları bir programdır. Yahudi liderlerince hazırlandığı kabul edilen bu program Yahudi zihniyetinin kaynakları arasında sayılmalıdır .
Özü verilmeye çalışılan yukarıdaki prensip ve inançlar, Yahudi zihniyet ve karakterinin yapısı hakkında yeterince aydınlatıcıdır.
S. Freud’a göre Yahudi karakteri bugün ne ise, dün de odur; değişikliğe uğramamıştır. Bu kendilerini üstün görme karakteri, onlara bir gurur ve güven vermiş; farklılıklarına olan inançlarının verdiği cesaretle de hayata sıkı sıkıya bağlanmışlardır .

C. Kur’ân-ı Kerim Açısından Yahudi Karakteri
İnsanın, kendisini yaratan Allah’a karşı tutumu temel alındığında Kur’an’daki dinî karakter belirleyici kavramlar birbirine zıt iki kategoriye ayrılabilir: Olumlu ve olumsuz karakter kavramları. Bu ayırma işleminin temel ölçüsü “Allah’a iman” olduğu için, birinci kategorideki kavramlar “mü’min” karakter özelliklerini, ikinci kategorideki kavramlar ise “kâfir” karakter özelliklerini oluşturmaktadır. Kur’an baştan sona bu iki karakter çatışmasının örnekleriyle doludur. Yahudiler de genel olarak kâfir, yani inkârcı karakter tipinin örnekleri arasında yer almaktadırlar. Bunun başlıca sebebi, Kur’an’ın konuya yaklaşımının dinî/ahlâkî amaçlı oluşudur. Daha önce de belirtildiği gibi, Yahudi dinî karakterini ortaya koymak demek, onların sosyal ya da millî karakterlerinin temel özelliklerini de yakalamak demektir.
Araştırmamıza göre, Kur’an terminolojisi bakımından inkâr anlam sahasında yer alan Yahudi karakterinin belirleyici kavramları şu şekilde sıralanabilir:
1.      İnkâr (“küfr”) ,
2.      Allah’a eş koşma (“şirk”) ,
3.      Yalanlama ve yalancılık (“tekzîb” ve “kezib”) ,
4.      Üstünlük taslama (“istikbâr”) ,
5.      Cinayet (“katl”) ,
6.      Döneklik (“tevellî” ve “i‘râd”) ,
7.      Aşağılık duygusu ve korkaklık (“zillet” ve “meskenet”) ,
8.      Hâinlik ve ikiyüzlülük (“hıyânet” ve “nifak”) ,
9.      Bozgunculuk (“fesâd”) ,
10.    Haksızlık (“zulüm”) ,
11.    İsyan ve serkeşlik (“isyân”, “i‘tidâ”, “tuğyân”, “israf’, “fısk”, “dalâlet”, “hevâ”) ,
12.    İhtilâf ve tartışmacılık (“ihtilâf’ ve “muhâcce”) ,
13.    Kıskançlık (“hased”) ,
14.    Katı yüreklilik (“kasvet”) ,
15.    Dünya hayatına düşkünlük (“hırs”) ,
16.    Cehâlet ve beyinsizlik (“cehl” ve “sefeh”) ,
17.    Sözü değiştirme (“tebdîl” ve “tahrif’) ,
18.    Hakkı gizleme (“ketm”) ,
19.    Gazap ve lânet (“ğadab” ve “lâ‘net”) .
Bütün bu kavramlarla tasvir edilen karakter yapısına Yahudi millî karakteri olarak bakılamaz mı? Bize göre, bu soruya müsbet cevap vermek gerekir. Her ne kadar Kur’an dinî karakter özellikleri üzerinde daha çok duruyorsa da, bunlar arasından tarihî/millî Yahudi sosyo-psikolojisini çıkarmak mümkün görünmektedir.
Yahudi karakter tasvirlerinde, öteden beri üzerinde durulan bazı karakter özellikleri vardır. Bu özellikler şöyle sıralanabilir:

Yahudi ketumdur, sır vermez.
Kurnaz ve hilekârdır.
Dayanıklı ve sabırlıdır.
Gürültücü, yaygaracı ve telâşlıdır.
Adsız kalmaya, sinsi davranmaya özen gösterir.
Çıkarlarına, kazancına ve maddeye düşkündür.
Avareleği ve geziciliği sever. Bu yüzden adı “Serseri Yahudi”ye çıkmıştır.
dinine ve din adamlarına çok bağlıdır.
Onların sözü kanun yerindedir.
Milli ülküsüne bağlıdır.
Belli etmez görünse de, kinci ve intikamcıdır.
Bu, tarih boyunca onun en önemli gücünü teşkil etmiştir.
Tutumludur, cimridir.
Başkalarına (Yahudi olmayanlara) iki yüzlü davranmayı, yalan söylemeyi doğal görür.
Ahlâk ilkeleri millîdir, kendi aralarında geçerlidir.
Yabancılara karşı farklı ilkeler oluşturmuştur.
Ekonomi ve ticaret alanında tarih boyunca alışkanlık ve beceri kazanmıştır ; kendine güvenir.
Yahudi, Yahudi ırkçısıdır .
Uzmanlığa önem verir, disiplinli çalışır.
Plâncı ve teşkilâtçıdır.
Gelenekçidir.
.
.
 .

Bu tablo, yukarıda sıralanan Kur’anî kavramların oluşturduğu karakter özellikleriyle karşılaştırıldığında birçok benzer ve ortak nokta dikkat çekecektir. Öyleyse; Kur’an’ın izlediği ya da Kur’an’a dayanarak bizim ortaya koymaya çalıştığımız Yahudi karakter yapısı bir ütopyadan ibaret değildir. Aksine, burada devamlılık arzeden ve tarihî süreçle desteklenen bir gerçeklik söz konusudur.
O halde, Yahudi karakteri Kur’anî kavramlar çerçevesinde şöyle tasvir edilebilir:
Yahudi inkâradır. Bu konuda gerek Eski Ahit ve gerek Kur’an birçok belge ihtiva etmektedir. Allah’a eş koşmuştur; Uzeyr’i Allah’ın oğlu olarak tasavvur etmiş, hahamlarını tanrılaştırmıştır.
Talmud’da hahamlardan “yaşayan Allah” diye söz edilmekte; hatta “Allah’tan daha büyük” ifadesine yer verilmektedir .
Yahudi yalancıdır; dinî emirleri, ilahî âyetleri de yalanlamıştır.
 Tevrat’ın emirlerini bildiği halde yalanlamış, hatta Allah’a bile yalan isnat etmiştir.
 Hiçbir zaman ulaşamayacağı bir üstünlük duygusuna sahiptir.
 Bunun sonucu olarak Allah’a, peygamberlere ve diğer insanlara karşı büyüklük taslayarak aşın gitmiştir.
 “Allah fakir, biz zenginiz” , “biz, Allah’ın oğulları ve gözdeleriyiz” iddiasında bulunmuştur .
 Cinayet, vazgeçilmez karakteridir; peygamberlerini bile öldürmüştür.
 Hak’tan yüz çevirdiği için dönektir, ikiyüzlüdür.
 Anlaşmalarına sadık değildir, hâindir.
 Kin ve düşmanlık peşindedir.
 Bozguncu, isyankâr ve zâlimdir.
 Aşağılık duygusu ve korku ruhuna işlemiştir.
 Kıskançtır.
 Katı yüreklidir.
 Cahildir; doğru ile yanlışı birbirinden ayırma yeteneğini yitirmiştir.
 Doğruyu gizleme ve sözü değiştirme huyu vardır.
 Bütün bu olumsuz karakter özelliklerinden ötürü, özellikle de inkârcı tabiatı gereği Allah, peygamberler ve diğer insanların gazabına, lânetine uğramıştır.

Kur’an, Yahudi karakterini tasvir ederken sosyo-psikolojik unsurları da ihmal etmez. Bunların bir kısmı, esasen genel anlatımdan da çıkarılabilmektedir. Sözgelimi, Yahudilerin aşağılık duygusu ve korkaklık özelliği, altın buzağıya tapma olayı, Hz.Musa’dan putperest ulusların tanrıları gibi somut bir tanrı isteğinde bulunmaları, bütün bunların arkasında Mısır’daki kölelik yaşantısı ile Mısır tanrılarından etkilenme olgusu vardır. Korku gibi, “buzağı” putuna sevgi ve saygı da tabiatlarına yerleşmiştir. Mısır’daki baskı dönemi Yahudilerde hem bir kin, hem de Mısırlılara karşı bir imrenme duygusu geliştirmiştir. Kendilerini ezen bir ulusun tanrılarının da çok güçlü olduğunu düşünmüşlerdir. Dolayısıyla Mısır hayatı, onlar için sosyo-psikolojik bir arka-plân olmuştur. Ayrıca, Babil’deki sürgün hayatı ve 1948’e kadar gelen tarihî süreç de Yahudi karakterini şekillendirmiştir.
Yahudilerdeki korkaklık duygusu, sosyo-ekonomik şartlara bağlı olarak değişmiş kabul edilmektedir . Ancak, bunu ispat edecek belgelerin yeterli olmadığı öne sürülebilir. Çünkü İsrail’in kuruluşu resmen ilân edildikten sonra Yahudiler tek başına ciddi bir savaş yapmamış, yani onların cesur ve savaşçı karakterlerini ortaya çıkaracak geniş boyutlu bir çatışma söz konusu olmamıştır. Bugün İsrail, Amerika’nın Ortadoğu’ya uzanmış bir eli ya da ileri karakolu durumundadır. İsrail dışındaki Yahudilerin ekonomik gücüyle beslenen, neredeyse bağımsız bir maliyesi bile olmayan İsrail, üstün silah gücüne rağmen Araplarla yaptığı savaşlarda hep Amerika ve diğer Batılı devletlerin yardımı, gizli plânları sayesinde başarılı olmuş ya da yenilgiden kurtulmuştur.
Yahudilerdeki üstünlük anlayışını, aşağılık duygusunun bir telâfisi ve tatmini olarak düşünmek mümkündür. Sürekli ezilen, acı ve ıstırap çeken Yahudi toplumu bu ideal ile tatmin olmuş ve ayakta kalabilmiştir. Baskı ve soykırıma uğrayışını da, üstünlüğünden dolayı kendisine duyulan kıskançlığın bir tezahürü olarak değerlendirmiştir.
Şunu da belirtmek gerekir ki Yahudiler, siyasî güç elde etmek ve bağımsızlıklarını kazanmak suretiyle maddî anlamda bir kahramanlık gösteremeyince gizli plân ve entrikaya yönelmiş; para ve zekâ gibi iki önemli silah kullanmışlardır.
Yahudi Ben Rubi’nin bu konudaki açıklamaları dikkat çekicidir.Ona göre Yahudiler, hürmete lâyık her şeyi bozmak ve yıkmak, böylece dünya milletlerinden intikam almak peşindedirler .
Kur’an’da da belirtildiği gibi Yahudilerin hayata ve maddeye aşırı düşkünlüğü, bir yandan kendi üstünlüklerine olan inançtan, bir yandan da ezilmişlik duygusundan kaynaklanmaktadır. Bu iki faktör, Yahudilerin hayata sımsıkı sarılmaları sonucunu doğurmuştur.
Şunu da eklemek gerekir ki Kur’an, İsrailoğullarının bazı meziyetlerinden de söz etmektedir. Hatta onların âlemlere üstün kılındığını ifade eden âyetler de vardır . Ancak buradaki üstünlük, dinî anlamda toplumların psiko-sosyal değişimleri esasına bağlanmıştır; mutlak ve sürekli değildir. Aksi takdirde, Kur’an’ın, Yahudiler’den hep övgüyle söz etmesi gerekecekti. Oysa önemsiz istisnalar bir yana , Yahudi çoğunluğu Kur’an anlatımında cezaya müstehak bir toplum olarak karşımıza çıkmaktadır. Demek ki, İsrailoğullarının üstünlüğü kitap, hikmet ve peygamber gibi nimetlere bağlı olarak sadece belli bir dönemle sınırlı ya da “ahit”lerine sadık kaldıkları sürece geçerli bir üstünlüktür.
SONUÇ
Karakter ve zihniyet kavramları çerçevesinde Yahudi tarih ve kültürünün şekillendirdiği Yahudi millî/sosyal karakteri, üstünlük anlayışı ve tarihî ezilmişlik duygusu odağında ırkçı, bozguncu, entrikacı, kinci, intikamcı, dünyacı, isyankâr, dönek vb. karakter özelliklerine sahiptir. Bu karakterin din alanındaki belirleyici temel kavramları ise küfür, şirk ve nifak’tır. Bu tablo, sosyo-psikolojik unsurları da dikkate alan tarihî karakter tesbiti çalışmamızda varılan doğal bir sonuç olmaktadır. Kur’an anlatımında Yahudi, dinî/ahlâkî bakış açısından olumsuz bir tutum ve davranışın sembolü olarak dikkat çekmektedir. Yahudi toplumunun tarihî karakteri ve sosyal psikolojisi, kendi kutsal kitaplarında da (“Eski Ahit”) Kur’an’dakine benzer özelliklerle gözler önüne serilmiştir . İki dinin kutsal metinlerinde de aynı olumsuz kişilik yapısı ve aykırı sosyal davranış biçiminin yansıtılması, bu karakterin objektif olarak tesbiti yanında, sürekliliğinin de delili sayılabilir.
Kaynak: Süleyman SAYAR,  YAHUDİ KARAKTERİ, (Tarihî ve Sosyo-Psikolojik Bir Yaklaşım), T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ, İLÂHİYAT FAKÜLTESİ, Sayı: 9, Cilt: 9, 2000, Bursa

DEMONOLOJİ VE PAGAN DİNİNİN KALINTILARI ÜZERİNE



DEMONOLOJİ VE PAGAN  DİNİNİN KALINTILARI ÜZERİNE
Demonolojinin kökeni.
[Donuk varlıklardan yansıyan veya şeffaf var­lıklardan geçerken kırılan, tek bir düz çizgi veya çok sayıda çizgi halinde, parlak cisimlerin görme organlarında bıraktığı izlenim, Tanrı’nın görme organları verdiği canlılarda, izlenimin kaynaklan­dığı nesnenin bir tasavvurunu yaratır; buna görme denilir; ve salt bir tasavvur olarak değil, bizim dışımızdaki varlığın kendisi gibi görü­nür; tıpkı, bir kişi gözüne kuvvetle bastırdığında, gözünün önünde ve onun dışında, kendisinden başka hiç kimsenin algılamadığı bir ışık görünmesi gibi; çünkü gerçekte onun dışında böyle bir şey ol­mayıp, sadece iç organlarda, onun böyle düşünmesine neden olan, dışarıya doğru bir basınç yapan bir hareket vardır. Ona yol açan nesne ortadan kalktıktan sonra da devam eden bu basıncın neden olduğu hareketeimge ve anı deriz; ve uykuda ve bazen hastalık veya şiddet nedeniyle organların büyük bir rahatsızlığında, bir düş deriz;
Görme duyusunun bu niteliği, geçmişte doğanın bilgisine sahip olduğunu iddia edenlerce asla anlaşılmamış olduğu; ve hele, doğa­nın bilgisi gibi, günlük işlerinden uzak şeyler üzerinde düşünmeyen kişilerce hiç anlaşılmadığı için; muhayyile ve algıdaki bu imgelerin, gerçekten bizim dışımızdaki şeyler olarak kavranmasından başka bir biçimde kavranması zordu: bunlardan bazıları, nereye ve nasıl bilinmeksizin yok olup gittikleri için, tamamen gayrimaddi, yani cisimsiz olarak veya maddesi olmayan varlıklar olarak; herhangi bir renkli veya biçimli varlığı olmayan renk ve biçim olarak düşünülür; ve istediklerinde bizim gözlerimize görünmek için bir kılık olarak havai bedenlere bürünebildiklerine inanılır; başkaları ise, bunların, varlıklar ve yaşayan yaratıklar olduklarına, fakat havadan veya daha ince ve eservari bir maddeden yapıldıklarına ve bu maddenin, göze göründüğü anda, yoğunlaştığına inanır. Fakat her iki durumda da, bunlar aynı şekilde adlandırılır, CİNLER (“DÆMONS”). Sanki ha­yalini gördükleri ölüler, kendi kafalarının içinde değil, havada veya cennette veya cehennemde yaşıyormuş gibi; ve fantazmalar değil, hortlaklarmış gibi; bu mantıkla insan, kendi hayaletini bir aynada, veya yıldızların hayaletlerini bir ırmakta gördüğünü söyleyebilir; veya güneşin bir ayak kadar olan görünüşünü, görünen bütün dünyayı aydınlatan o büyük güneşin cini veya hayaleti olarak adlandırabilir: ve bu şekilde, kendisine iyilik veya kötülük yapmak için bilinme­yen, yani, sınırsız bir güce sahip şeyler olarak bunlardan korkabilir; ve işte böylelikle, pagan devletlerin yöneticileri, kamusal barışı ve bunun için gerekli olan yurttaşların itaatini sağlamak için, (pagan dininin başlıca rahipleri olan şairlerin özellikle istihdam edildiği ve sayıldığı) DEMONOLO‘yi kurarak ve cinlerden bazılarını, itaate teşvik için, iyi cinler ve bazılarını da, yasaların ihlaline karşı caydırıcı olsun diye, kötü cinler ilan ederek, insanların bu korkusunu düzen­lemeye çalışmışlardır.
Eski insanların cinleri nelerdi.
Cinler adını verdikleri şeylerin ne tür şeyler olduğu, Greklerin en eski şairlerinden biri olan Hesiodos tarafından yazılmış olan, onların tanrılarının şeceresinde; ve diğer tarih­lerde görülmektedir.
Bu inanış nasıl yayıldı.
Grekler, kolonileri ve fetihleri yoluyla, dillerini ve yazılarını Asya ya, Mısır’a ve İtalya’ya yaydılar; ve oralar­da, bunun bir sonucu olarak, demonoloji’lerini  veya, Aziz Paulus’un deyişiyle (Timoteos’a Birinci Mektup IV. 1), iblisler hakkındaki fikir­lerini de yaydılar. Bu yolla, bu fikirler, hem Yahudiye’nin hem de İskenderiye’nin, ve yaşadıkları diğer yerlerin Yahudilerine de bulaştı.
Bu inanış Yahudiler tarafından ne ölçüde kabul edildi.
Fakat on­lar, cin kelimesini, Grekler gibi, hem iyi hem de kötü ruhlar için değil, sadece kötü ruhlar için kullandılar: ve iyi cinlere Tanrı’nın ruhu adını verdiler; ve onların, peygamber olmak için bedenlerine girdikleri kişilere saygı gösterdiler.
Özet olarak, bütün tuhaflıkları, eğer iyi ise, Tanrı’nın ruhuna atfettiler; ve eğer kötü ise, bir cin’e, fakat bir kakodaimona, bir kötü cin’i, yani bir iblis’e atfettiler.
Böylece, bizim çılgın veya deli dediğimiz; veya sa­ralı insanları veya, anlamadıkları için, saçma olduğunu düşündükleri sözler eden insanları cinli, yaniiblis tarafından ele geçirilmiş olarak adlandırdılar.
Kötü bir şöhret edinecek derecede pis bir kimse için de, onun pis bir ruha sahip olduğunu; sağır birisi için, onun sağır bir ruha sahip olduğunu; Vaftizci Yahya için (Matta XI. 18), onun oruç tutmasındaki özellik nedeniyle, içinde bir iblis olduğunu söy­lemişler; ve İsa için, sözlerini tutan bir kimsenin ebediyen ölüm görmeyeceğini (Yuhanna VIII. 52) söylediğinden ötürü, Şimdi biliyoruz ki sende bir iblis vardır; İbrahim öldü ve peygamberler de öldü diye konuşmuşlardır: ve yine, Onu öldürmeye gittiler (Yuhanna VII. 20) dediği için, kavim şöyle cevap vermiştir, Sende bir iblis var; seni öldürmeye kim gider?
Buradan açıkça görülüyor ki, Yahudiler fantazmalar hakkında aynı görüşlere sahiptiler; yani, bunların fantazmalar, beynin yarattığı putlar değil, muhayyileden bağımsız, gerçek şeyler olduklarına inanıyorlardı. ] sh: 468-470]
Melek nedir?
MELEK sözüyle, genel olarak, bir haberci; ve en fazla da, Tanrının bir habercisi anlatılmak istenir, Tanrının bir habercisi sözüyle ise, onun olağanüstü varlığını; yani, onun gücünün olağanüstü tezahürlerini, özellikle bir düş veya rüyet yoluyla bildiren herhangi bir şey anlaşılır.
Meleklerin yaratılışı hakkında, Kutsal Kitaplarda verilmiş hiçbir şey yoktur. Onların ruhlar oldukları sık sık tekrar edilir: fakat ruh sözüyle, hem Kutsal Kitap’ta ve halk arasında, hem de Yahudiler ve Paganlar arasında, bazen, hava, rüzgâr, canlı yaratıkların yaşamsal ruhları; ve bazen de, rüyalar ve rüyetler şeklinde muhayyilede doğan imgeler anlaşılır; ki bu imgeler, gerçek cisimler olmadıkları gibi, içinde yer aldıkları rüya veya rüyetten daha fazla sürmezler; bu görünüşler, gerçek cisimler olmayıp beynin arazlarından ibaret olsalar da, Tanrı iradesini bildirmek için doğaüstü yoldan onları yarattığında, haklı olarak, Tannnın habercileri, yani, onun melekleri olarak adlandırılırlar.
Paganlar, beynin imgelerini, kendi başlarına gerçekten var olan ve imgeleme dayanmayan şeyler olarak düşündüler; ve bunlardan, iyi ve kötü demonlarhakkındaki inançlarını oluşturdular; demonlar, gerçekten var gibi göründükleri için de, onlar tarafından cisimler olarak; ve onları elleriyle hissedemedikleri için, gayri maddi cisimler olarak adlandırıldı: aynı şekilde Yahudiler de, aynı temelde, Eski Ahit’te onları bu inanca mecbur eden hiçbir şey olmadığı halde, Sadukiler mezhebi dışında, Tanrı’nın bazen kendine hizmet için insanların imgeleminde yarattığı ve melekleri adını verdiği görünüşlerin, imgeleme bağlı olmayan, fakat Tanrı’nın kalıcı yaratıkları olan cisimler oldukları şeklinde bir inanca sahiptiler genelde. Bunlardan, kendilerine iyilik ettiklerine inandıklarını Tanrının melekleri olarak saydılar, onlara zarar vereceklerini düşündüklerine ise kötü melekler veya kötü ruhlar dediler; Python’un  ruhu, ve delilerin, çılgınların ve saralıların ruhları işte böyle idi: çünkü onlar, bu hastalıklarla malul olan kişileri, demoniak kabul ederlerdi.
Fakat, Eski Ahit’te meleklerin anıldığı yerleri düşünürsek, bunlardan çoğunda, melek kelimesinden anlaşılabilen tek şey, bir doğaüstü işin yapılmasında Tanrı’nın varlığını belirtmek üzere, imgelemde doğaüstü yoldan oluşmuş bir imgedir; ve dolayısıyla, ne olduklarının belirtilmediği diğer yerlerde de, bu kelime aynı biçimde anlaşılabilir..] sh: 297-299
[Grekler, deliliği, genellikle, Eumenides veya Furia’ların;[1] ve bazen de Ceres,[2] Phoibos[3] ve diğer tanrıların işlerine bağlamışlar; insanlar fantazmalara o kadar çok şey atfettiler ki onları havada yaşayan var­lıklar olarak tahayyül ettiler ve onları, genel olarak, ruhlar diye ad­landırdılar.
 Bu konuda, Romalılar ve Yahudiler de, Grekler ile aynı inançtaydılar;
delilere, peygamber veya, ruhların iyi ya da kötü ol­duklarını düşünmelerine bağlı olarak, demoniacs dediler:
bazıları ise, delileri, hem peygamber hem de demoniacs olarak adlandırdı;
başka bazıları da, aynı kişiyi, hem demorıiac hem de deli olarak.
Ancak, paganlar için bu normaldir. Çünkü hastalıklar ve sağlık, kötülükler ve iyilikler ve pek çok doğal olaylar bu terimlerle nitelenir ve onlara cinler olarak tapındırdı. Öyle ki, cin (demon), bazen bir sıtma nöbeti bazen de bir iblis olarak anlaşılırdı. Ancak, Yahudilerde böyle bir inanışın olmaması bir ölçüde gariptir. Çünkü ne Musa ne de İb­rahim, peygamberlik iddialarını, bir ruhun kendilerini ele geçirmiş olduğuna dayamadılar; onlar, iddialarını, Tanrı’nın sesinden veya bir hayal veya rüyadan aldılar: ayrıca, onların kanununda, böyle bir kendinden geçiş veya ruhlarca zapt ediliş olduğunu gösteren ahlaki veya törensel herhangi bir şey de yoktur: Tanrı’nın Musa üzerinde olan ruhtan aldığı ve yetmiş ihtiyarın üzerine koyduğu söylendiğin­de (Sayılar, XI. 25),[4] Tanrı’nm ruhu (yani Tanrı’nın özü) bölünme­miştir. Kutsal Kitaplar insandaki Tanrı Ruhu ile, o insanın ruhunun tanrısallığa eğilimli oluşunu kastederler. “Harun a giysiler yapmaları için bilgelik ruhuyla doldurduklarım (Çıkış, XXVIII. 3)29 ifadesiyle, onların içine, giysiler yapabilecek bir ruhun konulması değil, kendi ruhlarının bu tür bir işteki bilgeliği kastedilir.
Aynı anlamda, insan ruhu, kirli işler yaptığında, genellikle, kirli bir ruh olarak adlandı­rılır. Her zaman olmasa da, öyle tanımlanan iyilik veya kötülüğün olağanüstü ve önemli oluş sıklığında, diğer ruhlar da böyledir. Eski Ahit in diğer peygamberleri de, kendinden geçmişlik veya Tanrı’nın onların içinde konuşmuşluğu iddiasında bulunmamışlar; Tanrının, ses, hayal veya rüya yoluyla onlara hitab ettiğini söylemişlerdir sa­dece. Tanrının sözü, ruhun ele geçirilmesiyle (“possession”) değil, emirle iletiliyordu.
O halde, nasıl oldu da Yahudiler bu inanca düşe­bildiler?
Bütün insanlar için ortak olan bir nedenden başka bir neden düşünemiyorum. Yani, doğal nedenler arama merakının olmaması: ve mutluluğu duyuların kaba hazlarının edinilmesinde ve bunlara en kısa yoldan götüren şeylerde aramak. Çünkü, bir insanın kafasında herhangi bir olağandışı yetenek veya kusur görüp de bunun hangi nedenden ileri gelebileceğini düşünemeyenler, bunun doğal bir şey olabileceğine akıl erdiremezler ve onun doğaüstü bir şey olduğuna inanırlar; ve bu, o insanın içindeki Tanrı veya Şeytan’dan başka ne olabilir ki? işte bu yüzden denilmiştir ki, İsa (Markos, III. 21) insanlar tarafından kuşatıldığında, evdekiler onun deli olduğun­dan şüphe ettiler ve onu tutmaya davrandılar: fakat yazıcılar onda Beelzebub olduğunu ve cinleri bununla çıkardığını söylediler; sanki daha fazla deli olan birisi, daha az deli olan birisinden korkarmış gibi: ve (Yuhanna, X. 20) bazıları da, onda cin vardır, delidir derken, onu peygamber kabul edenler ise, bunlar cine tutulmuş bir adamın sözleri değil dediler. Keza, Eski Ahit’te Yeşu’yu takdis etmeye gelen kişi (2. Krallar, IX. 11) bir peygamberdi; fakat onun etrafında bulu­nanlardan bazıları Yeşu’ya sordu, bu deli buraya neden gelmiş?
Yani, kısaca, her kim olağandışı bir şekilde davranırsa, Yahudiler onun iyi veya kötü bir cin tarafından ele geçirilmiş olduğuna inanırlardı; öbür uçta yanılıp, dolaylı ateizme çok yakın olan cinlere hiç inanmama noktasına kadar giden Sadukiler hariç; bunlar, diğerlerini o derece tahrik ettiler ki böyle insanları, delilerden ziyade cinliler olarak ad­landırmaya ittiler onları..] sh: 68-69

Paganların saçma inanışları.
Görünmez güçlerin doğası hakkındaki inançlardan oluşan dinlerde, şurada veya burada paganlar tarafından bir tanrı veya şeytan olarak adlandırılmamış; veya şairleri tarafından şu veya bu ruhun harekete geçirdiği, mekân tuttuğu veya tutsak aldığı olarak hayal edilmemiş hiçbir şey yoktur. Dünyanın biçim almamış maddesi, Kaos adıyla anılan bir tanrı idi.
Gökyüzü, okyanus, gezegenler, ateş, yeryüzü, rüzgârlar hep tanrılardı. Erkekler, kadınlar, bir kuş, bir timsah, bir dana, bir köpek, bir yılan, bir soğan, bir pırasa tanrılaştırılırdı. Bunun yanısıra, paganlar hemen her yeri cinler dedikleri ruhlarla doldururlardı: ovaları Pan ile, ve Panisler veya Satyr’ler ile, ormanları Faun’lar ve Nymphalar ile; denizi Tritonlar ve başka Nymphalar ile; her akarsu ve pınarı aynı adda bir ruh ile ve Nymphalar ile, her evi Lares (tanıdıklar) her er­keği kendiGenius uyla, cehennemi ise Kharon, Kerberos ve Furialar olarak hayaletler ve ruhani görevliler ile; ve gece vakti, bütün yerleri larva, lemures, ölmüşlerin ruhları, ve daha çok sayıda periler ve uma­cılarla.
Ayrıca, zaman, gece, gündüz, barış, uyum, sevgi, rekabet, erdem, onur, sağlık, kir, ateş ve benzeri şeylere tanrısallık atfederler ve bunlar için tapınaklar inşa ederlerdi; sanki bu adların, kafaları üzerinde sallanan ve olması veya olmaması için dua etttikleri iyiliğin veya kötülüğün olmasını veya olmamasını sağlayacak ruhları var­mış gibi, bunlara dua ederlerdi.
Ayrıca, kendi zekâlarını Musa’ların adıyla;
bilgisizliklerini Fortuna adıyla;
şehvetlerini Cupido adıyla;
öfkelerini Furia’ların adıyla;
edep yerlerini Priapos adıyla anarlar;
ve kirliliklerini Incubi ve Succubas’ye atfederlerdi:
o kadar ki bir şairin şiirinde bir kişi olarak takdim edebildiği ve bir tanrıveya bir şeytan haline çevirmediği hiçbir şey yoktu.
Paganların dinini kuranlar, dinin ikinci nedeni olan insanların nedenler hakkındaki bilgisizliğini ve dolayısıyla kendi iyi veya kötü talihlerini ilgisiz nedenlere bağlama eğilimlerini gözlemleyerek, bu bilgisizlik üzerine, ikinci nedenlerin bilgisi yerine, bir tür ikincil ve vekil tanrılar koymuşlardır; bereketin nedenini Venüs’e, sanatların nedenini Apollon’a; kurnazlık ve hileyi Merkür’e; fırtına ve kasırga­ları Aiolos’a; ve diğer sonuçları ise diğer tanrılara bağlamışlardır; o kadar ki, paganlar arasında, mesleklerin çeşitliliği kadar çok sayıda tanrı vardı.
Doğal olarak insanların tanrılarına yönelik olarak kullanılma­sını uygun buldukları ibadetlere, yani adaklar, dualar, şükranlar ve daha önce anılan diğerlerine, paganların aynı yasa koyucuları, hem resim hem heykel olarak bu tanrıların suretlerini eklediler; ki böylece cahiller, yani halkın çoğunluğu veya büyük kısmı, bu resim ve heykellerin kendilerini temsil etmek için yapıldığı tanrıların adeta gerçekten de bunların içinde yaşadıklarına inanarak, onların önün­de daha büyük bir korkuyla dursunlar diye: ve bütün diğer insani kullanım alanlarından ayırdıkları toprakları, binaları ve görevlileri tahsis ettiler bu tanrılara; yani, tanrılarına, mağaralar, koruluklar, ormanlar, dağlar ve bütün adaları adadılar ve takdis ettiler; ve onla­ra, sadece bazen insan, bazen hayvan ve bazen de canavar biçimleri değil, ayrıca algılama, konuşma, cinsiyet, şehvet, üreme gibi insan ve hayvan melekeleri ve duyguları da atfettiler, ve bunu tanrıların türünü çoğaltmak için birini diğeriyle karıştırarak yapmakla kal­madılar;
aynı zamanda, Bakkhos, Herakles ve diğerleri gibi sadece gökyüzünde yaşayan melez tanrılar yaratmak için tanrıları insanlarla karıştırarak da yaptılar; ve, öfke, intikam, ve canlı varlıkların diğer duyguları ve bunlardan kaynaklanan sahtecilik, hırsızlık, zina, oğ­lancılık gibi hareketleri, ve bir kudret belirtisi veya bir haz nedeni olarak görülebilecek kötülükleri;
ve insanlar arasında, onura karşı olmaktan çok yasaya karşı olduğu kabul edilen bütün bu gibi fena­lıkları da tanrılarına atfetmekten geri kalmadılar.
Son olarak, doğal bakımdan geçmiş deneyimlere dayanarak ya­pılan tahminlerden ibaret olan, doğa üstü olarak da tanrısal vahiy olan gelecek öndeyilerine ise, paganların dininin aynı kurucuları, kısmen uydurma deneyimler kısmen de uydurma vahiyler teme­linde, sayısız miktarda diğer abes tanrısallık biçimleri eklediler; ve insanları, Delphoi, Delos, Ammon ve diğer ünlü kehanet ocakların­daki rahiplerin çift anlamlı (çift anlamlı, çünkü kehanet konusu olay gerçekleşse de gerçekleşmese de haklı çıkılmak amaçlanıyordu) veya gizemli (çünkü bu gizem, kehanet ocağının, kükürtlü mağaralarda sık rastlanan o büyüleyici havasıyla sağlanıyordu) cevaplarından; bazen, belki de Nostradamus unkilere benzeyen (çünkü günümü­ze kadar gelmiş parçalar sonradan uydurulmuş gibidir) kehanetleri hakkında, Roma cumhuriyeti zamanında ünlü bazı kitaplar bulu­nanSybillaların[5] sayfalarından; bazen, tanrısal bir ruh tarafından ele geçirildiği düşünülen, ki buna coşku derlerdi, delilerin saçma konuşmalarından; ki bu falcılık türleri teomansi[6] veya kehanet ola­rak kabul edilirdi; bazen, yıldız falcılığı denilen ve yasal astroloji­nin saygın bir parçası olarak görülen, yıldızların doğum tarihlerin­deki durumundan; bazen, hiss-i kabl-el vuku[7] veya önsezi denilen kendi umutlarından ve korkularından; bazen, nekromansi,[8] sihir­bazlık veya büyücülük denilen fakat aslında gözboyacılık ve toplu hilekârlıktan başka birşey olmayan, ölülerle haberleştiklerini iddia eden cadıların sözlerinden; bazen, “augury”   denilen, kuşların geli­şigüzel uçuşu veya beslenmesinden; bazen,aruspicirıa denilen, kur­ban edilmiş bir hayvanın bağırsaklarından; bazen rüyalardan; bazen kuzgunların bağırışından veya kuşların ötüşünden; bazen metoposkopi denilen yüz çizgilerinden; veya, omina denilen, lastikli laflarla söylenen el fallarından; bazen, portenta ve ostenta dedikleri, güneş ve ay tutulmaları, kuyruklu yıldızlar, göktaşları, depremler, sel bas­maları, acayip doğumlar gibi olağanüstü olaylardan (çünkü bu olay­ların, ileride olacak büyük bir felaketi haber verdikleri veya önceden bildirdiklerine inanırlardı): bazen de, haç ve kazık gibi, basbayağı kura; bir elekteki delikleri saymak;
Homeros ve Vergilius’taki dize­leri karıştırmak; ve bu türden sayısız diğer beyhude fikirler gibi, salt talihten geleceklerini okumalarının mümkün olduğuna inandırdılar,
Sonuç olarak , insanların, güvendikleri kişiler tarafından suhulet ve marifetle, korkuları ve cehaletleri istismar edilerek, herhangi bir şeye inandı­rılması bu kadar kolaydır.
Paganların dininin kurucularının amaçları.
Bu nedenle, tek amaçları halkı itaat ve barış içinde tutmak olan pagan devletlerinin ilk kurucuları ve yasa koyucuları, her yerde; ilkin, insanlarda, dinle ilgili olarak koydukları hükümlerin kendi icatlarından değil, bir tanrının veya başka bir ruhun buyruklarından kaynaklandığı; veya kendilerinin ölümlülerin üzerinde bir nitelikte oldukları inancını oluşturmaya gayret etmişlerdir, ki böylece koydukları yasaların daha kolayca kabul edilebilmesini amaçlamışlardır:
İşte bu nedenle, Numa Pompilius, Romalılar arasında ihdas ettiği ayinleriEgeria adlı nemften aldığını iddia etmiştir: ve Peru krallığının ilk hükümdarı ve I kurucusu, kendisi ve karısının Güneş’in çocukları olduğunu iddia etmiş;
ikinci olarak, yasalarca yasaklanan şeylerin tanrıların da hoşuna gitmediğine inanılması için uğraştılar.
Üçüncü olarak, törenler, yakarışlar, kurbanlar ve şenlikler düzenleyerek, bunlarla, tanrıların öfkesinin yatıştırılabileceği inancını; ve askeri yenilgilerin, büyük salgın hastalıkların, depremlerin ve bireysel sefaletlerin tanrıların öfkesinden ve bunun da, ibadetin ihmal edilmesinden veya gerekli törenlerin unutulması veya yanlış yapılmasından kaynaklandığı inancını oluşturmaya çalıştılar.
Eski Romalılar arasında, insanların, o devlette büyük otorite ve ağırlık sahibi kişilerce konuşmalarında açıkça alay edilmiş olan, öteki dünyanın acıları ve hazları hakkında şairlerce yazılan şeyleri inkâr etmeleri yasaklanmış olmasa da; bu inanç, çoğunlukla aziz tutulmuştur.
Bunlar ve bu gibi diğer kurumlar sayesinde, toplumun asayişi demek olan amaçlarına varmak için, sıradan insanların, ters giden işlerini, ayinleri ihmal etmelerine veya ayinleri yanlış yapmalarına veya yasalara uymamalarına bağlayarak, yöneticilerine karşı isyan etmeye daha az eğilimli olmalarını; ve tanrıların onuruna yapılan şenlikler ve spor şölenlerinin şatafatı ve eğlencesiyle hoşnut edilerek, onları devlete karşı muhalefetten, fısıldaşmadan ve hareketlilikten alıkoymak için ekmekten başka bir şeye gerek olmamasını sağlamışlardır.
Bu nedenle, o zaman bilinen dünyanın büyük kısmını fethetmiş olan Romalılar, Roma şehrinde herhangi bir dine müsamaha göstermekten geri durmamışlardır; meğerki o dinde, devlet yönetimlerine aykırı bir şey olsun; ayrıca, Tanrı’nın has krallığı oldukları için, ölümlü krallara veya devletlere biat edilmesini gayrimeşru kabul eden Yahudilerin dini dışında, Roma’da herhangi bir dinin yasaklandığını da tarih kitapları yazmaz.
İşte böylece görülmektedir ki paganların dini, onların devlet düzeninin bir parçası idi.]
sh:91-95
Kaynak:
Thomas Hobbes: Leviathan veya Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Kudreti Leviathan; or the Matter, Forme, and Power of a Commonvvealth, Ecclesiasticall and Civil trc: Semih LİM,2013, İstanbul
[1]     Eumenides ya da Furialar: Grek-Roma mitolojisinde öç tanrıları.
[2]     Ceres: Roma dininde bereket tanrıçası.
[3]     Phoibos: Güneş tanrısı Apollon; güneşin kişileştirilmiş biçimi.
[4]     Eski Ahit/Tevrat.
[5]     Sybilla (bkz. AnaBritanrıica, Cilt 19, s. 342).
[6]     Teomansi: Kendini tanrı kabul etme.
[7]     “Thumomancy
[8]     Nekromansi: Ölülerle haberleşerek, gaipten haber verme, fal bakma.
     1 Eumenides ya da Furialar: Grek-Roma mitolojisinde öç tanrıları.
       2 Ceres: Roma dininde bereket tanrıçası.
       3Phoibos: Güneş tanrısı Apollon; güneşin kişileştirilmiş biçimi.
       4 Eski Ahit/Tevrat.
       5 Sybilla (bkz. AnaBritanrıica, Cilt 19, s. 342).
       6 Teomansi: Kendini tanrı kabul etme.
       7 “Thumomancy
 8 Nekromansi: Ölülerle haberleşerek, gaipten haber verme, fal bakma.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...