23 Ocak 2014

ÖLÜ DENİZ YAZMALARI



ÖLÜ DENİZ YAZMALARI

1947 yılında, Ölü Deniz Kıyısında Kumran'da, çobanlık yapan bir Bedevi'nin kaybolan hayvanlarını ararken girdiği bir mağarada bulduğu yazmalar bilim ve teoloji dünyasını alt üst etmişti. Tarihe Ölü Deniz Yazmaları olarak geçecek olan bu yazmaların sırrının çözülebildiğini söylemek için ise daha çok erkendir.   
Yazmaların 1947 yılında çoban tarafından bulunmasından sonra, bu yazmalar Kudüs Üniversitesi'nin eline geçmiş ve bu mağaralarda araştırmalar başlamıştır.  1958 yılına kadar süren çalışmalarda bir çok yazmanın yanı sıra arkeolojik başka bulgulara da rastlanmıştır.
10 yıl süresince 11 mağarada yapılan kazılar 800 kadar yazmanın ve bir çok parçanın gün ışığına çıkmasını sağlamıştır. Bunlar arasında Tevrat'ta geçen metinler bulunduğu kadar bulunmayanlar da mevcuttur. Bu metinlerin aşağı yukarı dörtte biri kadarı Tevrat'ta geçen metinlerdir. Bunların dışında kutsal metinlerin imitasyonları da söz konusudur. Ancak yazmaların pek çok yeri okunamadığı için bunları yeniden derlemek çok zor olmuş, bazı bölümler ise derlenemez şekilde bozulmuştur. 
Metinler daha çok deri üzerine yazılmış olmakla birlikte papirüs ve bakır üzerine yazılmış metinler de vardır. Bu metinlerin dilleri İbranice, Arami dili ve yerel dillerdir. Bu belgeler aynı zamanda bunları yazan topluluğun inançları ve yaşayışları hakkında da bilgi vermektedir. 
Bu metinleri bir Yahudi topluluğunun yazdığına kuşku yoktur. Bu topluluk genellikle Esseniler olarak düşünülmektedir. Metinlerin yazılış tarihleri de metinlerin bir topluluk tarafından yazıldığını ve saklandığını göstermektedir. Metinlerin en eskisi MÖ 250 en yenisi ise 68 tarihine tarihlenmektedir. 68 tarihi aynı zamanda Kudüs'e giden Roma ordularının Kumran kentini yıktıkları tarihtir.  

YAZMALARI KİMLER YAZDI ?

Yazmaların bir Yahudi tarikatına ait oldukları konusunda araştırmacılar görüş birliğine varmışlardır. En olası gözüken topluluk ise Esseniler olarak düşünülmektedir. Bu topluluğun Esseniler olup olmadığını bir kenara bırakıp yazmalara göre bu topluluğun kurallarına ve yaşayışına bakmakta fayda vardır.
Çıkan yazmaların arasında bu tarikatın kurallarını belirleyen yazmalar da vardır. Bunların arasında bu topluluğun Tanrı ile yeni bir ahit yaptığına ilişkin yazmalar da vardır.
Kanunlar yazmasında bu tarikatın kuralları ile ilgili ayrıntılı bilgi sahibi olabiliyoruz. .Bunun dışında tarikat hakkında bilgi alabileceğimiz başka yazmalar da vardır.
Yazmalara göre bu topluluk İsrail halkından çıkma , katılmak isteyen ve akıl ve disiplin sınavlarını verebilen herkese açıktı.
Tarikata girenler için , artık  bu hayata başladığına ilişkin törenler yapılmaktaydı. Yeni girenler ayrıca günahlarını itiraf ediyor ve Tanrı'nın lutfunu talep ediyorlardı. Bu törenlerde ilgi çekici bir yön de Tanrı'nın adı yüceltilirken şeytan yani Belial yeriliyordu.
Yeni girenin tam olarak kabul edilmesi ise seneler sonra yaptığı işlere göre oluyordu.
Topluluk içinde ruhban sınıfının tam bir hegemonyası vardı. Ruhban sınıfı da kendi içinde bir hiyerarşiye tabii idi. Rahipler her sene yaptıklarına göre bir sıralamaya sokulmaktaydılar. Topluluğa girenler için ise her sene  neler yapacağı önceden belirlenmişti.
"Kardeş"ler arasında ise tam bir sevgi ortamı öngörülmekteydi. Herkes kardeşini kendi kadar sevmeli, etrafına iyilik yapmalıydı. Kötü davranışlar ise sert bir biçimde cezayı hak etmekteydi. 
Topluluğa girenler maddi zevklerden uzaklaşmak, bunların peşinden koşmamak zorundaydılar. Evlilik yasak olmamakla beraber sıkı kurallara bağlıydı.
Bu topluluk aynı zamanda “Kanun Evi” olarak da adlandırılıyordu. Yazmalara göre on kişiyi geçtiklerinde içlerinden birinin “gece ve gündüz” kanunları okuması gerekiyordu.
Kanunlara karşı koyanlar ise cezalandırılıyor ve topluluktan ihraç ediliyorlardı. 

Törenler :

Topluluğa kabul edilen kişi tam bir yıl geçmeden bazı törenlere katılamıyordu.
Bu törenlerden en önemlisi ise arınma (purificatio) töreni idi. Bu tören vaftiz törenine benzeyen ve suyla yapılan bir törendi. Törenin ayrıntıları günümüze kadar ulaşmamıştır ; ancak Şam yazmasına göre suyun “kişiyi tam olarak kaplayacak” kadar olması gerektiğini biliyoruz. Bu töreni büyüsel bir tören olarak kabul etmemek gerekmektedir. Bu sembolik bir arınmadır. Zaten bu törenin etkili olabilmesi için kişinin kalbinin de temiz olması gerekmektedir.
Bir önemli tören de komünyon, topluluk yemeği idi. Yemek konseyden on kişi hazır bulununca toplanabiliyor ve ekmek ve şarabın kutsanmasıyla gerçekleşiyordu.
Bu iki önemli tören de farklı şekillerle de olsa Hristiyanlığa geçmiştir. 

YAZMALARIN İÇERİĞİ

Daha önce de belirttiğimiz gibi 11 mağaradan çeşitli boyutlarda yazmalar çıkmıştır. Bu yazmalar dışında bölgede yaşayan Bedevilerden satın alınanlar yazmalar da vardır. Bu yazmalar içinde çok iyi korunanlara da rastlanmıştır, tamamen parçalanmış olanlara da.
Bu yazmaların konuları çeşitlidir. Bakır yazmalar dışında kalanları kısaca özetleyecek olursak  :  
-         Yaradılış (Tekvin bölümünün apokrif’i)
-         Kurallar
-         Işık oğulları ve Karanlık oğulları (İyi kötü mücadelesini anlatan yazılar)
-         Tevrat yorumları
-         İlahiler 
Ölü Deniz yazmaları içinde farklı konularda olanlar olsa da kabaca bu başlıklar altında toplanabilirler.
Bir envanter çıkartmak gerekirse, parçalı olarak 600 civarında yazma sözkonusudur. Bu yazmaların yaklaşık dörtte biri Tevrat metinleridir, hatta çoğu metinin bir çok kopyasına rastlanmıştır. Bu metinlerin arasında apokrif metinler de vardır.
Bulunan parçalardan bir bölümü de , 1896-1897 yıllarında Kahire’de bir sinagogda Salomon Schechter tarafından bulunan ve 1910’da yayımlanan yazmalarla aynı bölümleri içermektedir. Şam yazması ya da Şam Belgesi denilen bu belge de değerli bilgiler içermektedir. 

Bakır rulolar

Ölü deniz yazmaları içinde en ilginç olanları da kuşkusuz bakır rulolardır. Bu ruloların diğer rulolardan olan farkı bakır olması dışında , topluluğun kuralları ya da inançlarından bahsetmemesi bunun yerine saklı bir hazine hakkında bilgi vermesidir.
Bu rulo’nun bir hazine hakkında bilgi vermesi , yazmaları araştıran ekibi de şaşırtmış, hatta bunu ilk tercüme eden John Marco Allegro’nun bunu basması bu ekip tarafından, define avcılarının hücum etmesi korkusuyla engellenmiştir.
Bu keşif bilim dünyasını da ikiye bölmüştür. Bir bölüm araştırmacı burada gerçekten bir hazine olduğunu savunurken  başkaları da bunun sembolik bir anlatım olduğunu iddia etmişlerdir.
Bunun gerçek hazine olduğunu iddia edenler bu hazinelerin birinci ya da ikinici tapınaktan geldiğini ve Esseniler tarafından saklandığını söylemektedirler.
Bunun tersini iddia edenler ise Kumran Essenileri’nin bu kadar zenginliğe sahip olamayacaklarını ve Kudüsteki toplulukla olan ilişkilerinin kötülüğünden, tapınaktaki hazineleri elde edemeyeceklerini söylemektedirler.
Bu hazinelerin gerçek anlamı ne olursa olsun bu hazineleri arayanlar, hatta bu hazineleri Tapınakçıların bulduğunu söyleyenler vardır. Ancak Roma’daki Titus’un zafer takına bakıldığında Romalıların hazineleri aldıkları görülmektedir. Buna karşılık olarak da bazı araştırmacılar asıl hazinelerin saklı kaldığını , Romalıların aldıklarının sadece göstermelik olduğunu iddia etmektedirler. 

TOPLULUĞUN ÖĞRETİLERİ

Topluluk kaçınılmaz olarak Tevrat’da geçen ana kavramlara bağlı idi ancak yine de kendine özgü görüşler geliştirmişti.
Ölü Deniz yazmaları incelendiğinde , topluluğun kendine özgü doktrinleri ve topluluk kurallarının büyük ölçüde yazıya geçirildiği görülmüştür.
Topluluğun inanışına göre, topluluk kutsal yazılardaki gizemleri anlamış ve bunların sırrına ermektedir. Kurallar yazmasına göre Büyk üsdatın da görevi, bu yolu seçmiş topluluk üyelerine bu bilgileri almasında yardımcı olmaktır.
Bu şekli ile bu topluluk ezoterik karakterini göstermektedir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, ezoterik öğretilerin aksine fazlasıyla yazılı metin bulunmasıdır. Ancak bulunan yazılı metinler, topluluğun sakladığı sırlarla ilgili olmaktan öte kuralları ve yorumları kapsamaktadırlar. 

İyi – Kötü Karşıtlığı

Topluluğun öğretilerinde en ilgi çekici husus , Zerdüştlük’de olduğu gibi , iyi ve kötü güçlerin karşıtlığının önemli bir yer tutmasıdır.
İyi güçlere hükmeden güç topluluk tarafından “Işık Prensi” diye adlandırılmaktaydı. Onun emrindekiler ise “Işık oğulları” diye adlandırılmaktaydı. Onların karşısında ise kötü güçlere hükmeden “Karanlıkların Prensi” ya da “Belial” vardı. Emrindeki gçler ise “Karanlık Oğulları” olarak adlandırılıyordu.
Ölü Deniz yazmalarına göre, Tanrı insana iki tür ruh vermişti. Bir doğruluğun yolundan giderken ötekisi sapkınlık yolunu izliyordu. Bu yolların açıklaması da ilginçtir. Kurallar yazması şöyle anlatır :
“Bir ışık kaynağından Doğruluk kökünü almaktadır,
Sapkınlık ise karanlıkların kaynağından,
Işık Prensi’nin elinde
Doğruluk oğullarının hükümdarlığı vardı,
Işık yolundan yürüyorlardı.

Karanlıklar Prensi ise

Sapkınlık oğullarının hükümdarlığını elinde bulunduruyordu,
Ve onlar Karanlıkların yolundan yürüyorlardı.” (Kurallar 3, 19-20)
Kralların dördüncü bölümünde de buna benzer ifadeler geçer. Yine Kurallar yazmasına göre Işık oğullarının işlediği günahların nedeni de Karanlıklar Prensidir.
Burada dikkat edilmesi gereken, Işık ve Karanlıklar Prensinin İyi ve kötü tanrılar olarak düşünülmemesi gerektiğidir. Çünkü her ikisi de Tanrı tarafından insanlar için yaradılmışlardır.
"Fakat Tanrı , Sapkınlığın sonunu önceden belirlemiştir.
Bu onun gizemi ve bilgeliğinin zaferidir.
Ve Tanrı yeniden geldiği vakit doğruluk sonsuza kadar hükmedecektir. “
Ancak iyi ve kötünün savaşı Tanrı’nın geleceği hüküm gününe kadar sürmektedir.
Bu bölümler bize, Hıristiyanlığın kökeni, daha başka bir deyişle Hıristiyanlıktaki Şeytan kavramının kökeni hakkında bilgi vermektedir.
Kişilerin Işık Oğullarına ya da Karanlık oğullarına katılmaları tamamen Tanrı’nın önceden yaptığı bir seçim olarak belirlenmiştir. Karanlık oğulları sonsuza kadar böyle kalacaktır. Işık oğulları ise yanlış yollara da sapabilirler. Ancak “Tanrı ve Işık Prensi bütün Işık oğullarının yardımına geleceklerdir.” (Kurallar 3, 24-25) . Böylece toplulukta Tanrı’nın onları kurtaracağına dair her zaman bir güven hüküm sürmektedir. Bu güven daha sonra Hıristiyanlık’ta da, İslam’da da karşımıza çıkacaktır.
Buradaki bir dikkat çekici nokta da , hüküm gününde ödüllendirilme ve cezalandırılma kavramlarıdır.
Hüküm günü geldiğinde “ölüler topraktan kalkacaklar” (Savaş Kuralları Yazması 12,5) ve son mücadele başlayacaktır. Seçilmiş olanlar ise sonsuz mutluluk dolu bir yaşamı yaşamı yaşayacaklardır. Karanlık oğulları ise , karanlıkların ateşi içinde tamamen yok olana kadar acılar içinde kıvranacaklardır. Kurallar yazmasında geçen bu bölümler de bize Hristiyanlığı ve İslam’ı anımsatmaktadır.  

Mesih beklentisi

Mesih beklentisi de  topluluğun doktrinlerinin önemli bir öğesidir.
Değişik tarihlere tarihlenen belgeler ışığında, Mesih beklentisi topluluğun tarihi boyunca da farklılık göstermiş , yukarıda adı geçen kavramlarla karışmıştır. Ancak genel olarak bu topluluğun bir beklenti içinde olduğunu ve zamanın sonuna gelindiğinini düşünüldüğünü söyleyebiliriz. Ancak Mesih kavramı topluluk yazmalarında oldukça karmaşıktır. Klasik mesih öğretisine bağlı kalınmakla birlikte mesih-rahip, mesih-kral ve aşağıda inceleyeceğimiz Adalet Üstadı kavramları birbirine karışmış bir haldedir. Mesih kavramı ile beraber Adalet Üstadı kavramının da, Adalet Üstadı’nın dönüşünün beklenmesinin de  büyük rol oynamış olduğu kesindir. 

Adalet Üstadı

Yazmalarda geçen bir önemli kavram da “more hassedek” diye adlandırılan ve Adaletin Efendisi, Adalet Üsdatı ya da Adil olan, Adil Efendi diye tercüme edebileceğimiz kavramdır. Kumran topluluğunun inançlarına göre, bu kişi beklenen Mesih’den farklı bir kişi idi.
Bazı yazmalara göre Adalet Üsdatı, İsa’dan önce 180-60 yılları arasında bir dönemde yaşamış ve ölmüş biridir. Ancak dönüşü beklenmektedir. Burada şaşırtıcı olan Adalet Üsdatı ile İsa’nın hayatı arasındaki şaşırtıcı benzerliktir.
Ancak Adalet Üsdatı   hakkındaki bilgilerimiz oldukça kısıtlıdır.
Ölü Deniz yazmaları arasındaki Habakkuk yorumuna göre, Habakkuk kşiabı aslında Adalet Üsdatı’nı anlatmaktadır ve zamanın sonunun geldiğini haber vermek de Adalet Üsdatı’na düşmüştür: “Ve Tanrı son nesile neler olacağını yazmasını Habakkuk’a bildirdi. Dediklerine gelince; onu okuyan koşsun, bu Adalet Üsdatı’nı anlatmaktadır. Tanrı ona peygamberlerin sözlerinin sırrını açıklamıştır. “ Bu bölüm oldukça ilginçtir, çünkü Adalet Üsdatı direk olarak Tanrı’dan vahiy alıyor olarak gözükmektedir. Aslında burada Adalet Üsdatı Tanrı’dan vahiy alan biri olarak görülmekten öte, eski bilgileri yeniden derleyen biri olarak da görülebilir.
Burada bir başka dikkat çekici nokta da, Kumran topluluğu zamanında çok yaygın olan, zamanın sonunun geldiği düşüncesinin, Adalet Üsdatı tarafından ele alınıyor olmasıdır. Oysa Vaftizci Yahya da bu savla ortaya çıkmıştır. Burada Yahya’nın bu yazmaları bildiğini de düşünebiliriz, daha ileride göreceğimiz gibi de bu hiç de düşük bir olasılık değildir.
Zamanların sonunun geldiğini söyleyen Adalet Üsdatı, Habakkuk yorumuna göre etrafındaki insanların karşı koyması ile karşılaşmış ve onlar tarafından suçlanmış, hatta cezalandırılmıştır. Ancak metinde nasıl cezalandırıldığı yazmamaktadır.
Şam yazmasına göre ise Adalet Üstadı Tanrı’dan esin alan biri olmaktan öte, insanlara yol gösteren bir rehberdir. 

KUMRAN TOPLULUĞUNUN KİMLİĞİ

Kumran topluluğunun döneminde varolan hangi Yahudi tarikatı ile ilşkili olduğu uzun zamandan beri tartışma konusudur.
Topluluğun belgelerinin yazım tarihlerinin yaklaşık MÖ 100 ılından MS 68 yılına kadar uzanması, ilk hristiyanlar da dahil olmak üzere dönem içinde varolan bütün Yahudi topluluklarının incelenmesini gerektirmektedir.
Dönemin toplulukları incelendiğinde, Kumran topluluğu ile en çok Esseniler arasında benzerlikler göze çarpmaktadır.
Esseniler hakkında bize bilgi verenlerin başında Flavius Josephus ve İskenderiyeli Philon gelir. Josephus, özellikle Yahudi Savaşı adlı eserinde Essenileri olabildiği ölçüde tanıtmıştır. Bu kitaptan, her ne kadar birebir yazmamış olsa da Ölü Deniz Yazmaları ile olan benzerlikleri gözlemleyebiliriz. Örneğin topluluğa kabul edilme sürecinde bu benzerlik göze çarpmaktadır :
“ Topluluğa girmek isteyenler hemen kabul edilmezler. Aday dışarıda bir yıl kadar bekler ; ancak ondan Esseni gibi davranmasını isterler […] Daha sonra, bu süre boyunca, [aday] kendini kontrol edebildiğini gösterir ve topluluğun yaşam tarzına daha da çok yaklaşır. Aday , arınma (purificatio) banyolarına da katılır. Ancak daha kabul edilmiş değildir. Sabrını gösterdikten sonra iki yıl boyunca karakteri incelenir ve eğer hak ediyorsa topluluk içine kabul edilir.”
Bunun dışında, topluluk içindeki hiyerarşi, din adamlarına gösterilen saygı, ortaklaşmacı yaşam hakkında bilgiler, temizlik ve adalet gibi kavramlar hakkındaki bilgiler, ezoterik bilgiler ve kutsal kitapların çalışılması , inançlar gibi bir çok konularda antik yazarların Esseniler hakkında verdikleri bilgiler  ve Ölü Deniz yazmaları arasında ortak yönler bulunmuştur.
Son zamanlarda yapılan araştırmalarda da Essenilerin Kumran’da yaşadığının ortaya çıkması , Kumran topluluğunun essenilerden oluştuğu yönündeki savları kuvvetlendirmiştir.
Biz de bu savlara sadık kalacağımızdan ve bunları çürütecek kanıtlar olmadığından ya da bulunamadığından Kumran topluluğunu Esseniler olarak kabul edeceğiz. 

HIRİSTİYAN DİNİNİN KÖKENLERİ VE YAZMALAR

Yazmaların bulunması ve okunması Hıristiyanlığın orijinalliği konusunu da tartışmaya açmıştır. Hıristiyanlık ile ilk defa söylendiği iddia edilen savların bu yazmalarda varolması bu dinin tarihinin yeniden yazılması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Mesih sözcüğü köken olarak "yağlanmak" sözcüğünden gelmektedir. Eski İsrail krallarının tahta çıkarken yağlanmaları, gelecek olan kurtarıcının da yağlanacağını , kral olacağını düşündürtmüş ve gelecek olan kurtarıcı bu isimle anılmıştır. İsrailliler için gelecek olan kendilerini esaretten kurtarıp kral olacak bir Mesih'tir. Yeni bir kuracak kurtarıcı hiçbir Yahudi'nin beklentisi olmamıştır.
İlk yapılan çalışmalar toplulukta iki Mesih beklentisi olduğunu göstermiştir. Bunlardan birincisi Aaron Mesih'i ötekisi de İsrail Mesih'idir. Ancak daha sonra açığa çıkan yazmalarda bu ayrılık ortadan kalkmış ve tek Mesih beklentisi belirgin olarak tespit edilmiştir.
Yazmalarda geçen bir ilginç terim de Tanrı'nın Oğlu terimidir. Hıristiyanlıkla birlikte ortaya çıktığı sanılan bu terim yazmalarda mevcuttur. Arami Apokalipsi diye adlandırılan yazmalarda 4Q246 olarak numaralandıran metinde bu terim bütün açıklığı ile geçer : " O Dünyada büyük olacak […] Ve onun adı Tanrı'ını Oğlu olacak ve onu En Yüksek Olanın oğlu diye çağıracaklar.[…] Onun krallığı sonsuz krallık olacak ve yolu gerçeğin yolu olacak. […]O dünya yüzüne barış getirecek. […] Yüce Tanrı onun efendisi olacak . […] Onun hükümdarlığı sonsuz hükümdarlık olacak. "
Bu metin aynı zamanda Luka İncili ile de büyük paralellik göstermektedir : "Melek ona 'Korkma Meryem' dedi, 'Sen Tanrı'nın lutfuna eriştin. Bak gebe kalıp bir oğul doğuracaksın, adını İsa koyacaksın. O büyük olacak, kendisine en yüce olanın oğlu denecek. Rab Tanrı ona atası Davut'un tahtını verecek. O da sonsuza dek Yakup'un soyu üzerinde egemenlik sürecek ve egemenliğinin sonu gelmeyecektir.' "
Aslında "Tanrı'nın Oğlu" deyiminin İsa'dan önce karşımıza çıkması bu kadar şaşırtıcı olmamalıdır ; çünkü eski Mısır'dan, Mezopotamya'dan Roma'ya kadar yöneticiler kendilerini Tanrı soyundan gelen ya da Tanrı'nın oğlu olarak adlandırmışlardır. 
İsa’nın Essenilerle olan ilişkisi hakkında elimizde daha bir  çok ipucu vardır. İncil’de İsa hakkında geçen bir çok bölüm ile Ölü Deniz yazmaları arasında ilşki vardır. Bunlardan bazılarını incelersek :
-         İsa’nın son yemeği , Essenilerin komünyon yemeği ile bağlantılıdır. Ölü Deniz yazmalarında , toplanıldığı zaman şarap ve ekmekle nasıl yemek yendiği ayrıntıları ile belirilmiştir. Hatta bu toplulukta , şarap ve ekmeğin kutsanması ile yemeğe başlanır.
-         Eski bir geleneğe göre İsa Salı akşamı Paskalya yemeğini yemiş, aynı gece tutuklanmış, ve Cuma günü çarmıha gerilmiştir. Esseni takvimine göre ise yıl 364 gün idi ve 52 haftaya bölünmüştü. Buna göre her yıl , bayramlar aynı güne düşmekteydi. Esseni gelenğine göre de bu bayram (Fısıh/Hamursuz) Çarşamba gününe düşmektedir. Dolayısıyla da yemeği Salı akşamı yenmektedir. Öyleyse İsa ya da İncil yazarları bu geleneği izlemişlerdir.
-         İsa etrafında on iki havari toplamıştır. Kumran topluluğunda da yüksek konsey on iki kişiden oluşmaktadır. Bu aynı zamanda on iki kabilenin bir sembolüdür.
-         Sayılarla ilgili bir başka sembol de Markos’da geçer : “İsa onlara, küme küme yeşil çimenlerin üzerine oturmalarını buyurdu. Halk, yüzer, ellişer kişilik bölükler halinde oturdu.” (6 , 39-40) . Aynı düzen Ölü Deniz yazmalarında da geçer : “Bütün herkes düzen halinde geçecek , herkes birbiri arkasına yüzer yüzer, ellişer ellişer, onar onar.” Bu düzen şekli bir tür ritüelik şekildir. O zaman İsa’yı karşılamaya gelen ve İsa’nın ders verdiği kalabalığın Essenilerden oluştuğu da söylenebilir. Ne türlü düşünürsek düşünelim Ölü Deniz yazmaları ile olan bağlantı açıktır.
İncillerden bize ulaşan İsa ile ilgili bilgiler onun Kumran topluluğu ile ilişkisi olduğunu , hatta bir Esseni olduğunu düşündürtmektedir. Ancak onun Esseni olmadığını da düşündürecek olaylar vardır.
İsa’nın davranışları Essenilere aykırıdır. Özellikle İsa’nın “temiz olmayanlarla” ya da “günahkârlarla” yemek yemesi, yemeği ritüel gibi gören ve temizlenmeyi şart koşan  Esseni düşüncesine aykırıdır.
Bir önemli ayrım da Esseni düşüncesinin ezoterik ve inisiyasyona dayalı olmasına rağmeni İsa’nın halkın içinden, seçim yapmadan müritlerini toplamasıdır.
Ancak burada, İsa’nın Esseniler içinden çıkan, onların düşüncesini ortaya koyan ancak uygulamalarına karşı çıkan bir “sapkın” olduğunu düşünebiliriz.
İncil'de adı geçen kişiler içinde Esseni olduğu düşünülen sadece İsa değildir.  

Ölü Deniz Yazmaları ve Vaftizci Yahya

Vaftizci Yahya İncil’de geçen en ilginç kişiliklerden birisidir. İncil’in Ölü Deniz Yazmaları ile beraber okunması Yahya’nın da bu topluluktan biri olduğunu düşündürtmektedir.
Yahya’nın Esseni olduğu görüşü çok defalar ortaya atılmıştı. Eğr Ölü Deniz Yazmalarını Essenilere maledersek bu görüş daha da desteklenmektedir. 
İlk olarak bu topluluğun bulunduğu yerle Yahya’nın ortaya çıktığı yer arasında coğafi bir yakınlık vardır. Luka’ya göre “Tanrı, sözünü çölde bulunan Zekeriya oğlu Yahya’ya duyurdu.” (Luka 3,2) Burada çöl sözünden belli bir coğrafi onumu da anlayabiliriz, başka bir deyişle çöl burada Kumran ya da Esseni topluluklarının yaşadığı yer anlamında alınabilir. Buna göre Yahya toplulukla birlikteyken Tanrı’nın sözünü duyduğunu iddia etmiş olabilir. Ayrıca İşaya’da da (40,3) “Çölde Rabbin yolunu hazırlayın” demesi bütün dindar Yahudi topluluklarını çöle yöneltmişti. Bu ifade Ölü Deniz yazmalarında da geçmektedir.
Yahya’nın ailesinin de ruhban sınıfından gelmesi de Yahya’nın bu konuda eğitim almış olma olasılığını güçlendirmektedir. Öte yandan Yahya’nın doğumunda babası Zekeriya’nın şükran ilahisinde ( Luka 1,67-80) geçen bir çok motif de aynı zamanda Ölü Deniz yazmalarında geçmektedir . 
Matta’ya göre (3,4) “Yahya’nın deve tüyünden giysisi, belinde deriden kuşağı vardı. Tek yediği, çakirge ve yaban balıydı. “ Aynı şekilde , Ölü Deniz yazmalarında da (Şam Belgesi) , çekirge yendiği yazmaktadır.
Yahay ile Esseniler arasındaki bir ilginç bağ da Yahya’nın söylediklerindedir. Matta’ya göre,  “Kudüs'ün, bütün Yahudiye'nin ve tüm Şeria nehri yöresinin halkı ona geliyor, günahlarını itiraf ediyor, onun tarafından Şeria nehrinde vaftiz ediliyordu. Ne var ki, Ferisilerle Sadukilerden birçok kişinin vaftiz olmak için kendisine geldiğini gören Yahya onlara şöyle seslendi: «Ey engerekler soyu! Gelecek olan gazaptan kaçmanız için sizi kim uyardı? Bundan böyle tövbeye yaraşır meyveler verin. Kendi kendinize, `Biz İbrahim'in soyundanız' diye düşünmeyin. Ben size şunu söyleyeyim: Tanrı, İbrahim'e şu taşlardan çocuk yaratacak güçtedir. Balta şimdiden ağaçların köküne dayanmıştır. İyi meyve vermeyen her ağaç kesilip ateşe atılacak. Gerçi ben sizi tövbe için suyla vaftiz ediyorum, ama benden sonra gelen benden daha güçlüdür. Ben O'nun çarıklarını çıkarmaya bile layık değilim. O sizi Kutsal Ruh'la ve ateşle vaftiz edecek. Yabası elindedir. Harman yerini temizleyecek, buğdayını toplayıp ambara yığacak, samanı sönmeyen ateşte yakacaktır.” (Matta 3, 5-12) .
Bu ifadelerle Ölü deniz yazmaları arasında büyük benzerlikler vardır. Burada belirtilen, gelecek olan gazap , hazırlanma ve Mesih’in gelişi Ölü Deniz yazmalarında geçen motiflerdir. Suyla vaftiz de , suyla temizleme de Kumran topluluğunun bir adetidir. Aynı şekilde ateşde yanma ve helak olma da Kumran topluluğunun yazılarında sıkça geçer. Bu motif ,aynı zamanda Petrus’un İkinci Mektubu’nda karşımıza çıkacaktır.  Kumran topluluğu da zamanın sonunun geldiğine inanmaktaydı.
Burada ilginç olan bir nokta da , döneminde , Josephus’un da belirttiği gibi, Ferisiler, Sudukiler ve Essenilerin bilinmesine rağmen Yahya’nın sadece ikisine atıfta bulunması ve İncillerde Essenilerin ihmal edilmesidir. Aslında bunun açıklaması basittir. Eğer Yahya ya da bu kitapları yazan kişiler kendilerini Esseni olarak kabul ediyorlarsa bu ismin-ya da kendilerini ne olarak adlandırıyorlarsa – kendi yazılı begelerinde geçmemesi doğaldır.
Yahya’nın hayatında da Essenilere benzeyen yönler vardır. Yahya’nın mayalı içki içmemesi, evlenmemesi ve dini bir hayat sürmesi Essenilerle olan benzerliğidir.
Ancak Yahya da, İsa’nın mesihliğinde gördüğümüz gibi, topluluğunu genişletmeye çalışmış ve öğretisini geniş kitlelere yaymaya uğraşmıştır. Bu ise Esseniler ya da Kumran topluluğunun prensiplerine aykırıdır. Aslında Yahya da bu topluluktan ayrılmış bir sapkın gibi görülebilir.  

İsa’dan sonra Esseni uygulamaları

İsa’dan sonra da İsa’nın yolunu izleyenler bazı Esseni adetlerini uygulamışlardır.
İlk Hristiyan topluluklarının ortaklaşmacı yapısı zaten Esseni topluluklarını anımsatmaktadır. Hiyerarşik olarak da benzer bir yapı vardır. Kumran topluluğunda,  on iki kişiden oluşan büyük konsey gibi ilk hristiyan topluluklarında , - on iki havari gibi- on iki kişilik piskopos heyeti vardı.
Bunu dışında Hristianlığın bir çok motifi ile – erken Hristiyanlıkta günde üç kez dua, vaftiz ve vaftizden sonra beyaz giyme, Şeytan – Essenilerin adetlerinin benzerliği de dikkat çekicidir.
Bu durum ilk Hristiyan  toplulukları ile Essenilerin arasındaki coğrafi yakınlık ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Aslında bu çok da yanlış değildir. İnzivaya çakilen Esseniler dışında, Filistin’de binlerce Esseninin yaşadığını Josephus’dan öğrenmekdeyiz. Ayrıca İsa’nın havarilerinin çoğunluğunun da Esseni olmadığını bilmekdeyiz. Ancak ister İsa’nın yetiştiği topluluk Esseniler olsun , ister sonradan katılsın, Hristiyanlığın kökeninde Esseniliğin olduğu bir gerçektir. 

Essenilerin Pavlus üzerindeki etkisi

Esseni etkisi hakında söylenmesi gereken bir başka husus da Pavlus’un Essenilerdan etkilenmiş olabileceği hususudur. Pavlus’un bir çok ifadesi Ölü deniz yazmaları ile aynıdır.
Pavlus Korintlilere ikinci mektubunda şöyle der: “Üstün gücün bizden değil Tanrı’dan kaynaklandığı bilinsin diye biz bu hazineye toprak(kil) kaplar içinde sahibiz” (4,7). Yazmalarda ise bu ifade şöyle geçer: “Efendim, sana şükürler olsun, mucizeni tozla, kil vazo yaparak gösterdin” . Bu iki ifade arasındaki ilişki açıktır.
Pavlus’un Koloselilere mektubunda ise “Bizi kutsalların ışıktaki mirasına ortak olmaya yeterli kılan Baba’ya şükretmeniz için dua ediyoruz” (1,12)  diye bir bölüm vardır. Bu da yazmalardaki “ Tanrı onlara kutsalların mirasından pay verdi“ ifadesi ile benzerlik göstermektedir.
Yine aynı mektuptaki “O bizi karanlığın hükümranlığından kurtarıp sevgili oğlunun egemenliğine aktardı” (1,13) ifadesi de bize Ölü Deniz yazmalarında sıkça geçen ışık ve karanlık egemenliklerini anımsamaktadır.
Oysa ışık ve karanlık arasındaki bu mücadele Pavlus’un mektuplarında sıkça geçmektedir.
Romalılara Mektup’da şöyle denilmektedir: “Gece ilerlemiş, gündüz yaklaşmıştır. Bunun için, karanlığın işlerini üzerimizden sıyırıp atarak, ışığın silahlarını kuşanalım.”(13,12) Burada Pavlus ile Kumran topluluğu arasındaki ilişki belirgin olarak gözükmektedir.
Işık ile karanlık arasındaki mücadele Pavlus ‘un Korintlilere ikinci mektubunda çok ilginç bir şekilde geçer : “İmansızlarla aynı boyunduruğa girmeyin. Çünkü doğrulukla fesadın ne ortaklığı, ışıkla karanlığın ne beraberliği olabilir? Mesih ile Belial arasında ne söz birliği , iman edenin iman etmeyenle ne paydaşlığı olailir? “ (6,14) Burada ışık ve karanlık çatışmasının yanında Mesih-Belial ikiliği de belirtilmiştir. Belial isminin İncil’de geçtiği tek yer burasıdır. Belial isminin Ölü Deniz Yazmalarında sık sık geçtiğini görmüştük. Pavlus da burada Kumran topluluğu tarafından büyük önem verilen bu ismi kullanarak bu toplulukla olan ilşikisi hakkında ipucu vermektedir.
Elçilerin İşlerinde ise Pavlus’a İsa tarafından şu sözler söylenmektedir: “Seni ulusların gözlerini açmak ve onları karanlıktan ışığa, Şeytan’ın hükümranlığından Tanrı’ya döndürmek için gönderiyorum. Öyle ki, bana iman ederek günahlarının affına kavuşsunlar ve kutsal kılınanların arasında yer alsınlar “ (26,17-18) Burada geçen ifadeler arasında “gözlerini açmak”, “karanlıktan ışığa” ve “kutsal kılınanlar” Ölü Deniz yazmalarında geçen ifadelerdir. 

SONUÇ

Ölü Deniz yazmaları keşfinden itibaren büyük gürültü koparmış ve üzerinde bir çok teori üretilmiştir.
En dikkat çekici tarafı ise Hristiyanlığın kaynakları hakkındaki görüşlerin değişmesine neden olmasıdır.
Ancak bir öğretiye körü körüne inanan insanların özgün düşünerek kendi ianançlarını sorgulamadsı beklenemez. Bu yazmaları okuyan kişilerin çoğunluğunun din adamı ya da tarikat mensubu olması burada çıkarılan sonuçların herkese açıklanmasını engellemiştir. Aynı şekilde yazmaların bir bölümünün tercümeleri halka açıklanmamıştır ve sansürlenmiştir. Yazmaların yeni tercümelerinde 50’li yıllarda olan metinler dahi yoktur.
Bunun dışında bu yazmalara ulaşıp,onları okuduktan sonra dinden çıkan din adamları ya da okudukları ve tepkiler karşısında alkole sığınan John Strugnell gibi araştırmacılar da çıkmıştır.
Ölü Deniz yazmaları hakkında yapılacak tarafsız bir araştırma Hristiyanlık hakkındaki görüşlerimizi kökünden değiştireceği kesindir. Ancak içinde yaşadığımız yüzyıl bütün dogmaların yıkılacağı bir yüzyıl olacaktır ve Hristiyanlık da bundan nasibini alacaktır.  

KAYNAKÇA

ALLEGRO John Marco, The People of the Dead Sea Scrolls, Doubleday &Company Inc., New York, 1958
ALLEGRO John Marco, The Treasure of the Copper Scroll, Doubleday Anchor Books, New York, 1964
BAIGNENT Michael, LEIGH Richard, The Dead Sea Scrolls Deception, Touchstone, New York, 1991
DANILEOU Jean, Les Manuscrits de la Mer Morte et les Origines du Christianisme, Editions de l’Orante, Paris, 1974
EISENMAN Robert, James, the Brother of Jesus, Penguin Books, New York, 1998
FEATHER Robert, The Copper Scroll Decoded, Thorsons, London, 2000
GASTER Theodor H., The Dead Sea Scriptures, Doubleday Anchor Books, New York, 1956
LAPERROUSAZ E. M., Les Manuscrits de la Mer Morte, Presses Universitaires de France, Paris, 1984
SHANKS Hershel, The Mystery and Meaning of the Dead Sea Scrolls, Random house, New York, 1998
VERMES G., The Dead Sea Scrolls in English, Penguin Books, Middlesex, 1965

Aklanmayı Hak Eden Tarihçimiz: Herodotos




Aklanmayı Hak Eden Tarihçimiz:

 Herodotos

Yazan Fırat Düzgüner

Anadolu’ya ilk gelip, yerleşim yerleriyle konutlar kurmamızın, 1071 Malazgirt Zaferi’nin ardından oluşmadığı, yavaş yavaş da olsa ortaya çıkıyor. Bu yöndeki ön yargıları yıkıp, gerçeği ortaya koymamız şart. Prehistorik dönemlerde Paleolitik kültürlerle başlayıp, daha sonra Çatal Höyük, Alacahöyük, Troia, Lykia, Lydia, Frigia, İonia ve diğer Anadolu kültürleriyle gelişip Byzantion’a varan kültürlerin kökeni, Uzak Doğulu Tokar Türkleriydi. Aşağıda, bu konudaki bilimsel çarpıtmaları ortaya koyan Herodotos’un[1] anlatılarıyla ilgili araştırmada, bugüne kadar gözlerden kaçmış örnekler, belgeleriyle birlikte yer alıyor. Hani, Procopius’un dediği gibi: “Tarih, ataların anısını gelecek kuşaklara iletir; olayları unutturmaya çalışan zamana karşı dirençle karşı koyar; erdemi, her zaman okuyucunun övgüsüne sunar; kötülüklerin sürekli olarak üstüne gider, böylece onların gücünü engeller. Bu yüzden, geçmişteki eylemler, bizim tarafımızdan sadece, bu eylemleri yapanlarla birlikte dikkate alınmalıdır”.[2] Bu nedenle, şimdiye dek Batı’nın çarpıtılmış yorumlarına kandığımız, sırf dil ve inançları yüzünden yadsıdığımız tüm Antik Anadolu kültürlerine; yani,  bizden önceki bizlere özür borçluyuz.

Neilos[3] (Nil) nehri ve Tritonis (Viktorya) gölü
Herodotos’un (İÖ 490) eserindeki “Libya ulusları” başlıklı bölümün analizine geçmeden, Nil nehri hakkında anlattıklarını konumlandırmamıza tanınacak öncelik, konuyu daha iyi kavramamızı sağlayacaktır. 
Tarihçi, Mısır Sais’teki Athena hazinesinin yöneticisinden edindiği bilgileri, Nil’in yeri belirlenebilecek biçimde anlatırken şöyle söylüyor: “Thebai’de, Syene ve Elephantine[4]  kentleri arasında, sivri tepeleriyle göze çarpan iki dağ vardır; birinin adı Krophi, öbürünün adı Mophi’dir; bu iki dağın arasındaki dipsiz bir uçurumdan fışkırırmış, Nil’in kaynakları; suların yarısı Mısır’a ve Boreas’a (kuzey) doğru, öbür yarısı Ethiopia’ya ve Notos’a (güney)[5] doğru akarmış....kral Psammetikos....binlerce kulaç uzunluğunda bir ip ördürmüş, bunu uçuruma sarkıtmışlar, ama dibi bulamamışlar”.[6]  
Ökmen konuyla ilgili olarak verdiği notta, Sayce’nin, Herodotos’un anlatılarının asılsız olduğu; tapınak yöneticisinin birinci çağlayanı anlatmak istediği; konuyu, Herodotos’un iyi anlayamadığı şeklindeki görüşüne yer vermiş.[7] Herodotos’a bilim adamlığı sıfatını yakıştıramayan Sayce ve diğer batılı bilim adamları, Nil’in birinci çağlayanından aşağıya neden inmek istemez? Herodotos’un bilim adamlığını hak edişiyle, Sayce’nin, günümüze kadar açıklık kazandırılmamış bilime yaklaşımındaki yanılgılarına tanık olacağız aşağıda. 
Bu kapsamda, Afrika haritasına daha geniş kapsamda bakmamız gerekiyor.[8] Thebai (Thebes-Teb-Thebāi) bölgesindeki Syene (Assuan-Asvan) ve Elephantine (5. çavlanda Atbara civarı) aynı bölgede ve birbirlerine çok yakın iki merkezdi. Oysa Sais Athena tapınağı yöneticisi,  Nil’in kaynaklarından bahsetmektedir. Nehrin kaynağının, Mısır’daki Thebai, Syene ya da Elephantine’de olmadığı ortada. Bu nedenle, eldeki bilgilerle kalmayıp, Syene’den sonra yeni bir Thebai ve bir ikinci Elephantine yerleşmesini aramamız gerekiyor. 
Herodotos’un bölgeyi bilmemesi ve yalnızca kendisine anlatılanları aktarması, dolayısıyla, aynı adı taşıyan ikinci yerleşkelere açıklık getiremediği ifadelerinde, bundan kaynaklanan bazı belirsizliklerin olması doğaldır.[9] Bu merkez, Nil’in kaynağına yakın bir yer olan Bangweulu bataklığı (Elephantine-Bangweulu Swamps) civarıdır. Bataklık bu adı, Tanganyika gölünün kenarında dev boyutlarda yetişen, bir nevi bataklık sazlarından almış. Yılın son ayları gelip sel suları çekildiğinde, bataklık ve çevresindeki su kanalları, buffalo, daha az sayıdaki fil, timsah, hipopotam ve diğer vahşi hayvanlar yanında çok çeşitli kuş türlerinin de ziyaret merkezi haline geliyor. Asya göçerlerinin ilk kurdukları Elephantine, büyük olasılıkla bu civardaydı.[10]
Zambiya Elephantine’ı, Nil’in yatağına olan yakınlığıyla dikkat çekiyor. Bu merkezle, Mısır’daki Syene arasında sivri tepeleriyle ilgi odağı olan Krophi ve Mophi dağ oluşumlarının günümüzdeki adları, Kongo Demokratik Cumhuriyetinde, Tanganyika gölünün batısındaki Mitumba ve Burundi Cumhuriyeti’nde Karonje dağlarıdır. Bu iki dağ arasında 1,435 m derinliğiyle, dünyanın ikinci en derin gölü, kral Pasammatikos’un dibini bulamadığı “dipsiz uçurum” olarak tanımlanan Tanganyika gölü yer alıyor.[11] Herodotos, kitabında sözünü ettiği hiçbir bilgiyi imgeleyerek ortaya atmamış. Bilgileri edindiği kaynağın son derece güçlü olduğu açıktır. Kongo-Etiyopya çizgisinde olabilecek bu üç eski kentin, Asya’daki İÖ 5. bin Hongshan Kalkolitik kültürüne bağlı olarak, en geç İÖ 4000-3000 arasındaki bir tarihi kapsaması gerekiyor. Bölgede yapılacak gelecekteki kazılarda, Etiyopya Thebai’ı ve Syene’sinin de ortaya çıkarılacağını umuyoruz.[12] Bu çerçevede, kral Psammatikos’un Tanganyika gölünde yapmış olabileceği ölçümle ilgili anlatının doğruluğu ortada. Bir tripot’un üçayağı biçimindeki Nyasa, Tanganyika ve Viktorya göllerinden kaynaklanan Nil’in, çıkıştan itibaren Herodotos’un yazdığı şekilde Mısır ve Boreas’a (kuzeydoğu) yönlendiği de doğru. Ancak, sularının öbür yarısının Etiyopya, yani Notos’a (Africvs-güneybatı) gittiği şeklindeki yorumu, aşağı Nil’e göre tanımlanmış ve yanlış bir algılamadan kaynaklanmış olmalı. Zira, nehri besleyen kaynakların tümü kuzeye doğru akarlar. Nil’in Etiyopya kaynaklı üç büyük kolu olan Sobat, Mavi Nil ve Atbara, Etiyopya’da Kaffa ve Amhara tepelerinden çıktıktan sonra, güneydeki Etiyopya’ya değil, Nil gibi kuzeye, yani Mısır’a doğru akan önemli nehirlerdir. Hatanın, Sais Athena yöneticisinin anlatımından, ya da Herodotos’un yanlış algılamasından kaynaklanan, bugün bile coğrafya bilgisinden yoksun, bölgeyi bilmeyen kişilerin içine düşebileceği, basit bir hatadan doğduğu ortadadır. 
Herodotos, Mısır Elephantine’ına kadar olan bilgileri kendi gözleriyle görüp edindiğini, bundan sonrasını ise, sorup soruşturarak ve kendisine anlatılanlardan öğrendiğini açıklıkla ifade ediyor. Kendi payımıza, yazarın bu anlatımı, bilgelik taslamak değil, tam aksine bilimsel açıklık ve gerçekçilik olarak tanımlanmalıdır. 
Anlatımının devamında ise şunları söylüyor: “Nil, Takhompso adasını çevreleyerek bu vadinin içine akar. Elephantine’den[13] sonra içeriye doğru olan bölgede artık Ethiopia’lılar oturmaktadır, adanın yarısı da onlardadır, öbür yarısında Mısırlılar otururlar. Ada büyük bir gölün ağzındadır, bu gölün çevresinde göçebe Ethiopia’lılar vardır; [14] bu gölü aşınca yeniden Nil yatağını bulursunuz, çünkü Nil burada yayılıp bu gölü meydana getirmiştir.[15]Burada artık gemiden inecek ve kırk gün yaya gideceksiniz; zira burası sivri uçları su üstünde ya da su altında duran kayalıklarla doludur; hangi kayıkla olursa olsun gidilemez.  Bu bölgeyi kırk gün yürüyüp aştıktan sonra bir başka kayığa binip on iki gün daha gideceksiniz; o zaman büyük bir kente varacaksınız ki adı Meroe’dir;[16] burası deniliyor, geri kalan Ethiopia’nın merkezidir. Bu site tanrılar arasında yalnız Zeus ve Dionysos’a tapar....Bu halk, Zeus oraklleri aracılığıyle, ne zaman ve kime karşı derse o zaman ve ona karşı savaşa girer”.[17] Tarihçi Takhompso adası derken, olasılıkla Viktorya gölündeki en önemli adalardan biri olan Ukereve (Ukerewe) adasını kastediyor.[18] Ancak, Nil’i kastettiği ve göldeki adanın etrafını çevirdiğini söylediği satırlarda, Viktorya gölünü de Nil nehrinin bir parçası gibi göstermesi, teşbih sanatının en güzel örneklerinden biridir. 
Yazarın tanımlamaları, Nil’in kaynağından kuzeye doğru yapılmış. Zaten Libya başlığı altında incelediği Afrika anlatımına, kuzeydoğu uçtaki Mısır’ın batısından başlayıp, oradan Akdeniz sahili boyunca batıya yönelmiş, daha sonra batı sahilleri ve zaman zaman orta Afrika’ya değinerek güneyde Ümit Burnu’na (Cabo das Agulhas= İğne burnu) kadar inmiş. Son olarak doğu ve yine orta Afrika ülkelerinde yaşayan toplulukları anlatmasının ardından, tekrar kıtanın kuzeydoğu köşesindeki Mısır’a varmış. Bundan sonraki anlatım planıysa, Mısır-Etiyopya yönündedir. Yani Herodotos da, pek çok Antik yazarda gördüğümüz gibi, disiplinli anlatımını belli bir plan üzerine kurgulamıştır. 
Varsayımsal olarak Mısır’da olduğunu kabul edeceğimiz Takhompso adasının yarısını, Mısırlıların Etiyopya’lılara verecekleri tabii ki düşünülemez. Bu ada, büyük olasılıkla Viktorya gölündeki bir adaydı. Nil nehrinin kaynağı, Tritonis (Viktorya) gölüyle bağlantılı olan Albert gölünün bulunduğu, Etiyopya’nın güney batısındaki Uganda’dadır. Hatta Nil’in buradaki çıkışı Albert Nili olarak adlandırılmış. Bunu, anlatımının devamındaki ifadelerinden de ortaya çıkarmamız olasıdır. Gerçekten de, Viktorya gölü geçildikten sonra, kısa süreli de olsa, Nil yatağı tekrar ortaya çıkıyor. Nehir kısa bir süre sonra, Herodotos’un dediği gibi, doğu-batı doğrultusunda yayılarak, yazarın adını veremediği, bugünkü Kioga gölü’nü oluşturuyor. Buradan kuzeye doğru çıkışta ve aynı yöndeki devamındaysa, yazarın da tarif ettiği gibi, bugün bile aynı adı taşıyan, 4. çağlayanın güneybatısındaki Meroe kentine varılıyor. Bundan sonra, doğu yönünde geriye kalan bölge, onun da dediği gibi o zamanki Etiyopya’nın merkezini oluşturmaktadır.[19] 
Nil havzasının, Viktorya gölü civarında doğan Yukarı Nil’in, delta ve Feyruz’a kadarki genel görünümü.[20](20Us/21082456/Nile_River_Basin.htm -3k). Uyarlama.
Tarihçi, şöyle devam ediyor: “Bu kentten (Meroe) çıkarak su yoluyla ‘Kaçaklar’a’ varmak için, Elephantine’den Ethiopia’nın merkezine ne kadar zaman geçtiyse bir o kadar daha zaman harcamak gerekir. Bu kaçaklara Asmakh derler. Bu kelime Yunancada ‘Kralın sol yanında duranlar’ anlamına gelir. Bakınız niçin bu iki yüz kırk bin Mısırlı savaşçı kaçmış ve gelip Ethiopia’lıların yanına yerleşmiş…”. Bu açıklamadan, Viktorya gölündeki Takhompso adasının yarısında oturan Mısırlıların, neden Etiyopya’ya gelip adaya yerleştiklerini anlamak hiç de zor değil.[21]
Mitoslardan birine göre, tanrılar yeryüzündeki kentleri aralarında pay etmeye kalkışmışlar. Atina’ya Poseidon ve Athena talip çıkınca, aralarında anlaşmazlık doğmuş.  Her iki tanrı, yargıç olarak atanan Attika’nın efsanevi kralı Kekrops’un[22] aracılığıyla, Atina topraklarının kendilerine ait olduğu hakkında yarışmaya girmişler. İddialarının kanıtı olarak, akropolde toprağın oğlu Erektheus tapınağında Athena’nın diktiği zeytin ağacı ve akropolün üstündeki tuz gölü[23]  hakkındaki anlatı, Poseidon’un ait olduğu toprakları,[24] yani Etiyopya’da suları tuzlu Turkana gölüne gönderme yapması bakımından özellikle dikkat çekicidir.[25]
 Herodotos’un İÖ 850’lerde yaşadığı bilinen Homeros’u, Nil’den, “Okeanos Irmağı” olarak bahsetmesi nedeniyle yadırgamasını, konuları tam olarak bağdaştıramamasına bağlamak gerekir. Zira Homeros, nasıl ve nereden olduğu bilinmez, ama Poseidon’un topraklarının Etiyopya (Turkana gölü) olduğunu biliyordu. Denizlerin Efendisi Poseidon’a, onun Hint Okyanusu’na yakınlığına atfen, bu ünlü nehri Okeanos ırmağı olarak nitelendirmiş Homeros. Bu nedenle onu, bu adı uydurup şiire sokmakla suçlayan Herodotos’un, konuyu bilmezliği nedeniyle şaire haksızlık ettiğini düşünüyoruz.[26]

Güneş sofrası 
Etiyopya’daki Turkana gölü adını, bölgede yaşayan ve Nuh’un oğlu Ham’dan geldikleri artık kesinlik kazanan Hamî grubu bir kabileden almış.[27] “Chalbi”, Kenya Gabbra dilinde “tuzlu” anlamına geliyor. Turkana gölünün güneydoğu ucundan, güneye doğru biraz inildiğinde, etrafı volkanik ve Antik lavlarla çevrili tuzlu alan, günümüzde “sıcak tava” benzetmesiyle anılmaktadır. Bir makaleye göre, burada yapılan jeolojik ve biyolojik araştırmalarda tespit edilen balık ve küçük omurgalı fosilleriyle salyangoz kabukları, daha 10,000 yıl öncesinde bile, burasının bir göl olduğunu kanıtlamış.[28]

acaciasa.ipower.com/.../Nakuru_205.jpg
www.bushwings.org/photos/FishersManyataLakeTu   
Poseidon’un tuzlu Turkana gölünden iki görünüm.
 “Turkana Gölü ve Chalbi Çölü” adlı makaledeki  “Sıcak tava” benzetmesine karşın, Herodotos aynı yer için, “Güneş Sofrası” terimini kullanıyor. Herodotos’un bu benzetmesi, diğer betimleme yanında kuşkusuz çok daha güzel bir tanım.[29]

Yazar, “Güneş Sofrası”ında yaşayanlar için Makrobios’lar[30] demektedir. Pers kralı Kambyses’in,[31] Kartaca (Karthago-Carthago), Ammon ve Etiyopya’lılara karşı yapmayı düşündüğü üçlü seferle ilgili olarak, Elephantine[32] kentinden, Etiyopya dilini konuşan İkhthyophagos’ların getirilmesini emrettiğini söylüyor.[33]  Anlatısının devamında: “Kambyses’in elçiler gönderdiği bu Ethiopia’lılar, kendilerini dünyanın en iri ve en güzel insanları sayarlardı” diyor.[34] Kambyses’in hediyelerinden şarap haricindekileri Etiyopya kralı reddetmiş.[35]
Etiyopya ile Kenya sınırındaki Turkana gölü ve güneydoğu bitişiğinde, Gabbra[36] dilinde “Chalbi=Tuzlu” anlamına gelen “Chalbi Çölü”(sınırları kırmızı çizgilerle belirtilmiş alan).
(www.afeicanlatitude.com/african-latitude-kenya-Lake-turkana-chalbi-desert.htm -34k ). Uyarlama. 
Herodotos, anlatılarının devamındaysa şunları söylemektedir: “....Kambyses’in Makrobios Ethiopia’lılarına karşı yürüyüşü sırasında boyunduruk altına almış olduğu Mısır sınırındaki Ethiopia’lılardır; kutsal Nysa kentinde[37] ve çevresinde otururlar ve ünlü Dionysos bayramlarını kutlarlar. [Bu Ethiopia’lılar ve komşuları, Kalantia Hintlileri ile aynı taneyi yetiştirirler, bu Hintlilerin evleri yeraltındadır]”.[38] Kitaptaki notta, “aynı tane” deyimi, “belki de pirinç” olarak açıklanmış.[39] Etiyopya’da, bugün bile kolay yetiştirilen, yağmurlara dayanıklı ve bereketli (hektar başına 7-8 kental) bir darı çeşidi olan en önemli besin maddesi, Hint darısıdır. Dolayısıyla tanenin, Hint darısı olabileceği hakkındaki olasılık ağırlık kazanıyor.[40] Kuşkusuz, Hindistan’la arada ticaretin olmadığı, İÖ 6. yüzyıldaki bu ürün birlikteliği dikkat çekicidir. Bu ilişki, insanın aklına ister istemez Hindistan’daki Ramapithecus brevirostris’le Turkana çocuğu (Homo erectus) arasındaki yakın ilişki ve köken birliğine işaret etmektedir. Yani, Afrika’dan önce, Hindistan’a varan Pekin Adamı’nın doğduğu yer olan, İç Moğolistan’daki Zhoukoudian’ı (Choukoutien). 

Herodotos Tarihi’ndeki anlatım sırasına göre Libya Ulusları (Dördüncü Kitap): 
Tarihçi, kıtanın kuzeydoğusunda yer alan Mısır’dan (Aigyptos) sonra, batı yönünde yaptığı sıralamada, kıta halklarını aşağıdaki plan doğrultusunda yerleştirmiş:[41]
168: Herodotos’un Plynos limanı dediği yer, olasılıkla günümüzdeki Sirte körfezidir. Buna göre, bugünkü Mısır’ın batısından, yaklaşık olarak Sirte körfezi civarına kadarki alan, bugünkü Libya’nın bir bölümünü karşılar. Herodotos burada yaşayanlara, Adyrmakhid’ler diyor.
169: Bunların komşuları olan Gligam’lar, batı yönünde Aphrodisias adasına (bugün Cerbe adası ?) kadar olan alanda yaşamışlar. Yaklaşık olarak yine bugünkü Libya ile Tunus’un bir kısmını kapsıyor. Kyrene’lilerin açmış oldukları Platea adasının mitolojik bir anlamı olsa gerek. Mitosa göre, Apollon’un su perisi Hypseus’un kızı Kyrene’yi kaçırdığı Libya’daki ada bu ada olabilir.[42] Menelaos limanı, Gabeş körfezi; Aziris ise, yine buradaki küçük adalardan biri olmalı. Buranın günümüzdeki Libya olduğu, yazarın, Silphion (Silphium) tarlalarının, buradan başlayıp, Platea adasından Syrtis’e kadar uzandığı hakkındaki ifadesinden anlaşılıyor. Zira, Kyrene’de ele geçen Apollon Karneios’a ait sikkelerdeki Silphion tasvirleri, bitkinin bu bölgeye özel olduğunu açık göstergesi.
170: Giligam’lardan sonra batı yönde gelen Asbyst’ler, Kyrene’nin güneyinde oturanlar. Günümüzdeki Libya topraklarında ve Glygam’ların güney batısındaymışlar.
171: Yine batı yönünde, Asbyst’lerin sınır komşuları olan Auskhis’ler, yaklaşık olarak Fas-Cezayir topraklarında oldukları anlaşılan Barka’ların güneyinde ve bugünkü Cezayir’i kapsamaktadır. Bakales’ler ise, Cezayir’in ortalarına, yaklaşık Talak bölgesine denk düşüyor.
172: Auskhis’lerin batısında bulunan Nasamon’lara ait bölge, Augila vahası karşılığında Çad gölü ve ülke olarak Moritanya’yı karşıtlıyor.                                                                   
Kyrene’den sikke. AR Didrahmi-Stater. İÖ  308-277, Ön yüz, Karneios sağ / silphion bitkisi.(www.wildwinds.com/coins/sg/sg6319.html-3k)

Aynı yerden iki ayrı sikke: a. “Asya ağırlığında”, İÖ 470-375, AR sikke, ön yüz, Zeus Ammon baş ı / Silphion bitkisi.; b.      “Attik ağırlık” İÖ 510-470, AR sikke, ön yüz, Silphion  bitkisinin tohumu / arka, inkus (aynı kaynak).
173: Nasamonların yakınında  Psylli’lerin ülkesi dediği yer, bugünkü Mali’dir.
174: Garamant’lar dediği kabilenin yaşadığı topraklar, günümüzde Nijer, Güney Çad, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Güney Sudan topraklarını kapsıyor.
175: Nasamonların güneyinde ve deniz kıyısında yaşayan Mak’lar, bugünkü Senegal, Gine, Sierra Leone, Liberya, Fildişi Kıyısı, Gana, Toga ve Benin ülkeleriyle Kamerun’a kadar olan alanda yerleşikmişler. Buradaki önemli Kinyps ırmağı, olasılıkla Nijer nehridir. Buna karşılık Herodotos’un bahsettiği Kharitler tepesini Loma, ya da Nimba dağları olarak tespit etmek olasıdır.
176: Mak’ların komşuları olan Gindan’lar, bugünkü Kamerun’dan Gabon, Kongo ve Angola’ya kadar olan Batı Afrika kıyılarında yerleşikmişler.
177: Gindan’ların ülkesinden denize doğru uzanan İğne burnuna kadarki, Namibia, Botswana, Güney Afrika Cumhuriyeti toprakları, Lotophag’ların yurduymuş. Herodotos Lotophag’larla birlikte, Makhyles’lerden de “Lotos yiyenler” olarak bahsediyor. Madagaskar adasında yetişen ve Altın elma mitosuyla ilgili olduğu açık olan lotos’un (l’Hydnora esculenta-Madagaskar elması),[43] adanın hemen batı karşısındaki Afrika’da, yani Lotophaglar ve Makhyles’lerin topraklarında da yetiştiğinin belirlenmesi, Herodotos anlatılarındaki doğruluğun kesin kanıtıdır.
178: Deniz kıyısında Lotophag’lardan sonra gelen Makhlyes’lerin toprakları, bugünkü adı Viktorya olan Tritonis gölüne dökülen Triton adındaki büyük ırmağa (Kagera nehri) kadar uzanmaktaydı. O zamanlar, Nyasa ve Tanganyika gölleri de bu ırmaktan kabul edilmiş olabilir. Gölde Phla adında bir ada vardı. Göl bu adı, Titan tanrı Triton’dan almış.
Erhat, Triton için şöyle diyor: “Poseidon’la Amphitrite’nin oğlu... Hesiodos bu deniz tanrısını şöyle tanımlar (Theog. 930 vd):
Toprağı sarsıp gümbürdeten Poseidon
Amphitrite tanrıçayla evlendi
Ve onların sevişmelerinden
Büyük Titan doğdu, gücü kuvveti sonsuz,
O Triton ki dalgaların dibinde
Anasının ve soylu babasının yanında
Altından bir sarayda oturur
Korkular saçarak çevreye”[44]
....Birçok kaynaklarda Libya’da Tritonis gölünde oturduğu....belirtilir....Poseidon tanrının alayında yer alır ve çokluk belden yukarı insan, belden aşağı balık olarak imgelendirilir”.[45] Erhat’ın Tritonis hakkındaki tanımlaması, Tritonis gölüne ve İÖ 4000-3500 arasında, Büyük Okyanus’ta (Akheron) oluşan tektonik olaylara tıpatıp uyar. Tanrının, yarı insan, yarı balık olarak betimlenmesi, Büyük tufan sırasında Uzak Doğu’da yaşayanların, olasılıkla yarısından fazlasının sulara gömülüp, balıklara yem olduğu ve balığa dönüştükleri imgelemesini, hatırlatır niteliktedir. 
Sava kanıt oluşturacak belgeleri Homeros’un Odysseia’sında bulmamız mümkün. Şöyle diyor Erhat Poseidon için: “Olympos’ta oturmaktan pek hoşlanmaz, çok daha büyük bir rol oynadığı Odysseia destanında onu Habeşistan’a gider ve gelir görürüz (Od.I, 22 vd.):
Poseidon uzakta oturan Yüzü Yanıklara gitmişti o gün,
dünyanın en ucundaki insanlardır Yüzü Yanıklar,[46]
ikiye bölünmüşler, kimi batan günde oturur, kimi doğan günde…[47]


Herodotos’a göre, İÖ  5. yüzyılda Afrika’da yer alan kültürler.
O zamanki inanca göre bu sözlerin, dünyanın en ucundaki insanların oturdukları yer olarak, gün batımının yaşandığı yer kabul edilen Etiyopya’yı; kiminin ise doğan günün yaşandığı yer olarak Uzak Doğu’yu kastettiği ortadadır. Buradan çıkarılacak sonuç, Etiyopya’lıların Uzak Doğu’dan geldikleri, diğer yarısının ise gelemeyip orada kaldıklarının açıkça ifade edilmiş olmasıdır.
Kurutulmuş Sedefotu (Rue-Ruta graveolens-Silphion) meyvaları (tohumu)Sedefotu bitkisi (Silphion) ve çiçekleri.(www.unigraz.at/~katzer/eng/Ruta_gra.html-29k).
                              
Mitoslarda Hesperid’lerin, altın elmaların bittiği bahçeye bekçilik ettikleri adada, Madagaskar Elması olarak bilinen “Hydnoraceae- l’Hydnora esculenta-fruit of the earth (voantany)”nin ikiye bölündükten sonra, içindeki meyvasının görünümü.[48]
(www.parasiticplants.siu.edu/Hydnoraceae/image...)
179: Tarihçinin Malea burnu olarak bahsettiği burun, Aden körfezinin doğusunda, Somali’den Hint Okyanusu’na uzanan Guardaful burnudur. Burnun güneybatısında Turkana, Tritonis (Viktorya), Tanganyika ve Nyasa gölleri uzanıyor.  Bu alana, Kenya ve Somali düşer.
180: Makhlyes’ler, komşuları olduğu söylenen Auseia’lılarla (Asyalılar) Atarant’ların arası, Tritonis gölüyle sınırlıymış. Bu alan, günümüzdeki Tanzanya’yı karşılıyor. Auseia’lıların bulundukları bölgenin, büyük olasılıkla Nuh’un gemisinin yanaşmış olabileceği Klimanjaro dağı çevresine denk düşmesi, dikkat çekicidir.
181: Herodotos, deniz kıyısındaki Afrika göçebelerini anlattıktan sonra, Mısır’da Thebai’ye gelir ve daha sonra, 1. çavlana (yaklaşık bugünkü Asvan kenti) geçer. Bu kez, buradan güneye doğru yaptığı sıralamada, Herakles direklerinden bahsediyor.[49]  Herodotos’un bu sırada tam Sudan’da olması, varlıkları Sudan’da başlayan Baobab (Adansonia digitata-aka the Baobab) ağaçları, yani Herakles direkleri tanımlamasıyla çakışır. Buradan, o zamana göre, on günlük yolun sonunda,[50] Ammon’lar ve Thebai Zeus’u tapınağına benzer tapınaklara geliniyor.
182: Ammon’lardan, güneye doğru bir on gün süren yolculuğun ardından, yine, Ammon’ların bölgesindeki gibi, bir tuz tepesine rastlanır. Bugünkü batı Sudan ve güney Çad topraklarına denk gelen ülke, o zamanlar, Herodotos’a göre Augila’ydı (Çad gölü civarı).  
183: Augila’dan güneye doğru bir on günlük yolculuk sonunda, Garamant’ların yaşadığı, yine tuzlu bir alan oluşturan Etiyopya’ya varılıyor. Herodotos’un anlatımına göre, favna ve fauna bakımından zengin bir topraktır burası. Tarihçinin, Garamant’ların, mağaralarda yaşayan Etiyopya’lıları, dört atlı arabalarla kovalamaları, bize, ilgi çekici bir biçimde, Hermes’i ve Asya’daki dendriti’leri[51] hatırlatıyor. Mağara adamlarının (Chou adamının torunları), arabaların önünde neredeyse ona denk biçimde hızla koşturmaları, bugün, Etiyopya’lıların atletizmde gösterdikleri başarıların da bir kanıtı. Tarihçi diğer bir yerde, “Kserkes Ordusunun Sayımı” başlığı altında, Etiyopya’lılardan, Mısır’ın güneyinde oturan Etiyopya’lılar ve Asya Etiyopya’lıları[52]  olarak bahsetmesi, iki ayrı yerdeki aynı kökenli halkın, Asya kökenli olduklarını göstermesi bakımından oldukça ilgi çekicidir.[53] Zira, Homeros’un yukarıdaki alıntısında “kimi batan günde oturur, kimi doğan günde…”, şeklindeki söylemiyle çok benzeşen bir anlam taşıyor.[54]
184: Garamant’lardan, yine on günlük bir aradan sonra varılan nokta, başka bir tuz tepesinin bulunduğu Atarant’lar (Atlant’lar) denilen insanların yaşadıkları yer, yani Turkana gölü çevresidir. Herodotos Atarantes kabilesinden bahsediyor. Ancak, insanların isimlerinin olmadığı anlaşılan bölgede, tuz tepesinin ardından, bugünkü adı Klimanjaro olan Atlas dağı geliyor. Tarihçiye göre, yerliler bu dağı “gökyüzü direği”[55]  olarak adlandırmışlar. Bunlara verilen “Atlant”lar adının, vaktiyle “Atlas dağı” olarak adlandırılmış olan Klimanjaro dağından geldiği ortada.[56] 
Afrika’da yetişen ve yaşları 5 bin yıla erişen, Herakles direklerine benzetilmiş “Baobab” ağaçları. Baobab’ların boyları 18 m., gövde çaplarıysa 7-11 m’yi buluyor.[57]
(photo.net/photodb/photo?photo-id=2990475-22k).
Atlantis, vaktiyle dünyada yer almış ve batmış bir kıta değil, dünyanın ta kendisidir. Bu nedenle, Atarant’ların bu adı taşımaları, Klimanjaro’nun “Atlas” adını taşımasının başlangıcıyla ilgili. Bu durumda, karşımıza iki olasılık çıkıyor:
I.                    Nuh, gemisiyle Afrika’ya gelmeden önce de, bu dağın adı “Atlas”tı. Bu durumda, Atarantlar, burada önceden beri yaşayan Homo erectus’un (Turkana boy) torunlarıydılar.
II.                 Klimanjaro, Nuh Afrika’ya geldikten sonra “Atlas” adını aldı.  
Mitos geleneğine göre, Lemuria’daki (MU) tektonik olaylardan sonra Afrika’ya gelen Nuh ve onun oğullarıyla sonraki kuşakların, günümüzdeki Çin topraklarına ait mitosları bölgeye taşıdıkları ortada. Kültür taşıyıcısı Tokar’ların geldikleri bölgedeki yoğun tektonik olaylar hatırlandığında, Mneseus’da (Lemuria) da aynı adı taşıyan bir dağın ismini, Klimanjaro’ya yakıştırmış olabilirler. Bu durumda, Atarantlar, Nuh’un, bölgedeki yerleşik torunları olmalıdır.[58]
191: Triton ırmağının (Kagera nehri) batısında, Auseia’lılara komşu olan Maxy’lerdi (Garamant’ların güneyi). Bugünkü kuzeydoğu ve Doğu Zaire.
193: Maxy’lere yakın olanlar  (onların batı yakını) Zautek’lerdi. Burası, Tanganyika gölünün batısında, Güneydoğu Zaire’yi kapsıyor.
194: Maxy’lerden sonra gelen Gyzant’lar (güneyde), Nyasa gölünün batısına düşen, Doğu Zambiya ve Malavi’de yerleşikmişler.
195: Herodotos’un: “Kartaca anlatıları Kyraunis[59] adasını bu bölgede gösterirler, uzunluğu iki yüz staddır, genişliği azdır; anakaradan gitmesi kolaydır, zeytin ağaçları ve üzüm bağlarıyla doludur. Burada bir göl vardır, derler, o çevrenin kızları gölün dibindeki balçıktan, zifte batırılmış kuş tüyleri kullanarak altın çıkarırlarmış” şeklinde anlattığı göl ve içindeki ada, büyük olasılıkla Tanganyika gölünün içindeki bir ada olmalı. Zira, gölün üç yüz metre aşağısından sonra oksijen yetersizliği baş gösteriyor. Taban ve yüzey ısısı arasındaki farksa, en az 15º Santigrat. Albert gölünden Tanganyika ve ötesinde Nyasa gölüne kadar 1200 km ve Viktorya gölünün yaklaşık 160 km batısına kadarki alanda, üç ana volkanik fay yarığı mevcut.[60] Dolayısıyla, Herodotos’un anlattığı yeri ve Gyzant kızlarının zifte batırılmış kuş tüyleri kullandıkları hakkındaki anlatının doğruluğu çıkıyor ortaya.[61]

Büyük bir olasılıkla, Nuh’un gemisinin karaya oturmuş olabileceği,  günümüzde Tanzanya-Kenya sınırı üzerindeki Kilimanjaro dağından görünüm.[62]
(Vakantielanden.net/image/tanzania-klimanjaro.jpg).
Tarihçi, böylece Afrika Kıtası halkları hakkındaki anlatılarını bitiriyor. Herodotos’a göre, Tritonis gölü kıyılarında oturanlar, Athena başta olmak üzere Triton ve Poseidon dinlerini de tanıyorlarmış.
Gökkubbeyi sırtında taşıyan Atlas(modern eser).(www.interxweb.co.uk/cpic05.jpg).
Antik yazarların olmadık masallar uydurmadıkları ortada. O zamanlar, günümüzdeki gibi ne çıkar çatışmaları ve ne de ekonomik beklentiler vardı. Bunun yanında şan ve şöhretin ne olduğunu bilmeyen bu insanların, böyle efsaneler yaratmaları için bir gerekçeleri de yoktu. Ancak, zaman içinde, dağ, nehir, göl, hayvan ya da volkanlarla ilişkili olayların, insan kişiliğinde karakterize edilip, eklenen tasvirlerle destansı, hatta, Mısırlı rahibin Solon’a dediği gibi, çocuksu masallara dönüştürüldüğü de yadsınamaz.[63]  
Bu kapsamda Herodotos’un, Ktesias ve Plutarkhos’tan büyük İngiliz editörü sayılan Sayce’ye kadar, neden yalancılık hatta kalleşlikle suçlanıp, tıpkı Mısır tanrısı Djehuti gibi bilimsel doğrulukta bulunmadığı, açıkça ortadadır.  
Özellikle tarih bilimi konusunda, Batı’dan gelen her varsayım ya da öneriyi, bilimsel süzgecimizden geçirmeden kabullenme alışkanlığımızdan vazgeçmek zorundayız. Tıpkı Anadolu’ya ilk gelişimizi 1071 Malazgirt savaşıyla başlatmalarındaki yanlış yönlendirmelerine ortak olduğumuz, söyledikleri hemen her şeyi, araştırıp sorgulamaksızın kabul ettiğimiz gibi.[64]
Tarihsel geçmişimiz konusunda anlattığı doğrular nedeniyle çok şey borçlu olduğumuz, günümüzde bile bizlere yol gösterip örnek oluşturabilecek Halikarnassos’lu (Bodrum) bilim adamımız Herodotos’a, sonsuz minnet duyguları ve teşekkürlerimizle. Zira o, bugün için bile geçerli olan kanıtlarıyla, bilim adına elden gelenden çok daha fazlasını yapmış.


[1] Yazarın adı, İÖ V. Yüzyılda “Herodot” diye bir isim olmadığından, metin içinde kaynaksal adıyla, yani “Herodotos” olarak geçmektedir.
[2] Procopius (1994) İstanbul’da Iustinianus Döneminde Yapılar, Birinci Kitap, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, s.16.
[3] Herodotos (1991) Herodot Tarihi, Çev. M. Ökmen, Remzi Kitabevi, İstanbul, s.533. Nil nehrine firavunlar
“Hapi”, Anadolu İon ve Yunanlılar “Khrysonoas-Nileos”, Arap’lar, deniz anlamında “Bahr” demişlerdi. ML./XIV, 521, 522.
[4] Bahsini ettiğimiz yanlış anlamalar, Herodotos’un yanlışlığından değil, günümüzde de sıklıkla raslanan aynı adlı birkaç kentin var olması ve bunların yerlerinin belirlenememesinden kaynaklanıyor. Mısır ve Bangweule Elephantine’inde, Etiyopya Thebai ve Syene’sinde olduğu gibi. Etiyopya’lıların kuzeye olan göçlerinin ardından, aynı isimleri, Mısır’da kurdukları kentlere de verdikleri anlaşılıyor. Örneğin, Athena’nın Tritonis gölü (Viktorya) yakınlarındaki kentinin adının “Skherie” olduğunu, Homeros’tan öğreniyoruz. Homeros (1988)Odysseia, Çev. A. Erhat; A. Kadir, Can Yayınları, İstanbul, V.34, VI.8, VII.79, XIII.160.
[5] Buradaki “güney” sözcüğü, Nil’in doğduğu noktadan önceki güneyi değil, Nil deltasına göre güneyi, yani Etiyopya’yı kastediyor.
[6] Herodotos, a.g.e., II.28. Konuyla ilgili coğrafi verileri, haritada yeri belirtilen, Afrika’nın Bangweulu bataklıkları çevresinde bulabiliyoruz.
[7] Herodotos, a.g.e., II.28, dn.53.
[8] Kritias’ın Afrikadaki flora ve favna anlatımlarıyla Altın elma (Madagaskar elması) anlatımları için Bkz. Platon (2001) Kritias,  Çev. E. Güney; L. Ay, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 114d-115b.
[9] İstanbul’daki Kadıköy’le, Balıkesir İli, Balya İlçesi’ne bağlı Kadıköy; ya da Ağrı İli, Patnos İlçesi’ne bağlı Edremit Köyü ile Balıkesir İli’nin Edremit İlçesi’yle olan isim benzerliklerindeki bağlantılarda olduğu gibi.
[10] İnsanların, Antik dönemde kuşların göç yollarını takip ederek sulak ve verimli topraklara ulaştıkları biliniyor. Zambiya Elephantine’i de böyle bir yer. “Elephantine” kelimesi, günümüzde; fil gibi, çok büyük, iri, çok ağır anlamlarında kullanılıyor. Bu nedenle, fillerin yaşamına hiçbir zaman uygun olmamış aynı isimdeki Mısır kentine bu adın, Zambiya Elephantine’sinden Mısır’a varan Ethiopialıların, atalarına ve anılarına bağlılıkları nedeniyle verildiği ortada.
[11] Bu göl, 1,620 m derinliğindeki Baykal Gölü’nden sonra, dünyanın en derin ikinci gölüdür.
[12] Bu kentler, olasılıkla Asyalı Tokaralıların İÖ 4. binde Afrika’ya gelmelerinden önce, Yangshao kültüründe gördüğümüz yurt, ya da piramit tipi yapılardan oluşmuş ilk köy yerleşimleri olabilir. Odysseia’da, Athena’nın
Tritonis (Viktorya) gölü civarında, Phaiak’ların yaşadığı topraklardaki kentinin Skherie olduğunu,
Homeros’tan öğreniyoruz. Homeros, a.g.e., VI.8.
[13] Zambiya Elephantine’i.
[14] Herodotos, a.g.e., IV.180, 186-189, 191.
[15] Kioga (Kyoga) gölü.
[16] Harita üzerinde yaptığımız kuş uçumu kaba bir hesaba göre: Kyoga gölünün çıkışından itibaren, kayıkların yüzebilir hale geldiği Hartum’a (Khartoum) kadar uzaklık, yaklaşık 1800 km. Bu mesafe, günde 45 km’lik bir
yürüyüşle kırk günde alınmış. Hartum-Meroe arasıysa yaklaşık 370 km. Bu mesafenin ise, kayıkla günde 31 km gidilerek 12 günde alındığı ortaya çıkıyor. Buna göre, günde yürüyerek alınan yolun, kayıkla varılan mesafeden 14 km daha fazla olduğu ortaya çıkıyor. Kaba bir hesaplamada bile, verilen bilgilerin doğruluğu ortada.
[17] Herodotos, a.g.e., II.29.
[18] Viktorya gölünde pek çok ada var, kuzeydoğudan itibaren: Sigulu; bunun güneyinde Lolut; Buvuma; Bugaia,
Kome;  Sese; doğusunda Bukasa; güneyinde Bugaia; güneybatı köşedeki Emin Paşa körfezinde Maisome;
Baumann körfezinin batısında (gölün güneydoğu köşesi) Ukerewe; bunun kuzey yakınında Ukara; gölün kuzeydoğu köşesinde Rusinga.
[19] Bugün, Meroe ve Nil’in doğusunda kalan bu toprakların kuzey kesiminin büyük bir kısmı, Sudan’a ait.
[20] Sina yarımadasına Mısırlılar daha çok Feyruz (Fairouz-Firuze) diyorlar. Arapça’da “Türkuaz” anlamına geliyor. Çin’in güneyinde Seresler’e ait toprakların Si-nä, ya da Sinae olarak anılması, bu topluluğun kökeninin, tufan sonrası Sina yarımadasından geldiğinin en belirgin ifadesidir.
[21] Herodotos, a.g.e., II.30.
[22] Erhat, A. (2002) Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, s.170.
[23] Akropolisteki tuz gölüyle, Poseidon’un sık sık gittiği Etiyopya’daki (Aithiope-Yüzü yanıklar ülkesi) Turkana
gölü ve Chalbi tuz çölünü hatırlayıp bağdaştırmamak olası değil. Herodotos, a.g.e., dn.330. Erhat, A. a.g.e., s.170, 252.
[24] Bugünkü İç Moğolistan ve Çin’den sonra, ikinci anavatanı olan Etiyopya.
[25] Herodotos, a.g.e., VIII.55.
[26] Herodotos, a.g.e., II.23.
[27] ML/ XIX.451.
[28] African Latitude-Lake Turkana & Chalbi Desert-Trekking, Safari...: www.afeicanlatitude.com/african-latitude-kenya-Lake-turkana-chalbi-desert.htm-34k
Bize göre, makalede verilen süre abartılı olmalı. Zira, İÖ 4000-3500 yılları arasına tarihlediğimiz Nuh tufanına neden olan Marduk (Apollon Karneios) ya da “X gezegeni”, Afrika’da Turkana gölü, Çin’de Yen-men doğrultusunda geçmişti. Bölgedeki volkanik lavların, bu geçiş sırasındaki atmosfer sürtünmesi nedeniyle gezegenden yeryüzüne düşen kızgın ateş toplarından oluştuğu anlaşılıyor. Zira, Etiyopya’da buraya en yakın Fentale, Kone ve Tulu Moje volkanlarının uzak çevrelerinde bile olmayan lav birikintilerini, Turkana gölü çevresinde görmek mümkün. Oysa Turkana gölü, en yakın Tulu Moje’ye, yaklaşık 750 km uzakta. Dolayısıyla, gölün varlığı en çok, günümüzden altı bin yıl öncesine dayanıyor.
[29] Herodotos, a.g.e., III.17-24.
[30] Yunanca, "uzun ömürlü” anlamına gelen kelime, Ökmen ve Meydan Larousse’un ilgili maddesine göre, masalsı ya da efsane halkının adı olarak belirtilmekte. Bin yıl yaşadıklarına ve her zaman genç kaldıklarına
inanılırdı. Herodotos, a.g.e., III.17, dn.88. ML./XIII.56.  Çin mitolojisindeki ölümsüzlük hakkında Bkz. Gamalı Haç  (wan-zi / van-dzı); Ölümsüzlük otu (Zhi / cı); Ölümsüzler (Xian / şyen); Peng-zu (Pınğ-dzu); Uzun ömür tanrısı (Shou-xing / şoğ-şinğ). Eberhard, W. (2000), Çin Simgeleri Sözlüğü, Çev.A. Kazancıgil; A. Bereket, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, s.121, 240, 241, 249, 310.
[31] Kambyses II veya Kambis II veya Kambuciya II, Pers kralı (İÖ 528-521). II. Keyhüsrev’in oğlu...., ML./X.417, 418.
[32] Bu Elephantine kenti, Mısır’daki Elephantine’dir.
[33] Herodotos, a.g.e., III.19, dn.89. İkhthyophagos’ların Mısır Elephantine’nindeki varlıkları, kentin Etiyopyalılar tarafından kurulduğuna işaret ediyor.
[34] Herodotos, a.g.e., III, 20.
[35] Etiyopya kralının şarabı sevdiği açık. Nuh’un da şarap içiyor olması, aynı bölgenin iki yöneticisi arasındaki
benzerlik yönünden ilgi çekici.
[36] Asya’daki Kuş devletinin kökeni, Afrika’da Somali-Rendille ve Güney Etiyopya’ya dayanıyor. Bu halk,  Etiyopya kaynaklı Gabbar dilini zamanla değiştirerek Borana Oromo dili şekline dönüştürmüş. Cultural profile of the Gabbra People of Kenya and Ethiopia:
Orvillejenkins.com/profiles/gabbra.html-10k
[37] Olasılıkla, günümüzdeki Tana gölü kıyısındaki Bahr Dar kenti, ya da yakınlarındaki bir yer olabilir?
[38] Herodotos, a.g.e., III.97.
[39] Herodotos, a.g.e., dn.104.
[40] ML./VIII.282.
[41] Libya Ulusları başlığı altında, konumuzla ilgili olan dizeler, herhangi bir karmaşaya yer verilmemek üzere Herodotos’un koyduğu madde numaralarına göre, 168-184 arasında aynen alınmıştır. Herodotos, a.g.e., IV.168-195.
[42] ML./XII.158.
[43] Madagaskar elmasının yeryüzünde yetiştiği bölgeler ve doğada bulunuş şekli için Bkz. Düzgüner, F. (2008) “İstanbul’da Okeanos’la Tethys’in Kızı Tykhe’nin Forumu: Forum Constantini II”, mimar.ist, Sayı: 30, s.78, 79.
[44] Eberhard “Ejderha” başlıklı bölümde, Çin’de benzer bir inanca değiniyor. Eberhard, W., Çin Simgeleri Sözlüğü, s.106.
[45] Erhat, A. a.g.e., s.288.
[46] Güneşin battığı yer.
[47] Erhat, A. a.g.e., s.252. Yüzü Yanıklar’ın ikiye bölünmüşlüğü, yani kiminin batan günde (Afrika’da Etiyopya),  kiminin doğan günde (İç Moğolistan-Çin) oturduğu ifadesi, Afrika’ya ulaşan Nuh, yani Asyalılar (Auseia’lılar-Tokar’lar) hakkında, akıl ve hafızadan yana tanrıça Mynemosyne’nin nasibini esirgemediği İzmirli (Smyrna) Homeros’umuzun, bizlere sunduğu açık bir kanıttır.
[48] Erhat, A. a.g.e., s.139, 144, 238.
[49] Boyları 3,65-4,60 m. ile  18,30 m. arasındaki bu ağaçlar, Afrika’da Sudan-Mozambik arasında, ayrıca Mali ve
Botswana’da, Güney Afrika savanlarında Ekvator civarlarında yetişen Baobab ağaçları olmalı. Bu ağaç türü,
Herodot’un tarifine çok benziyor. “Herakles direkleri” adı, yaklaşık yirmi metre boyundaki bu ağaçlara, Herakles’e öykünen, güç timsali gövde çapları ve sütuna olan benzerlikleri nedeniyle verilmiş olmalı. Bizlere,
Byzantion döneminde, Constantinus’un Mega Ekklesia’sı öncesinde, aynı alandaki Herakles tapınağına ait
Herakles sütunlarını hatırlatıyor. Düzgüner, F.(2007) “Constantinus’un Okyanus Biçimli Forumu ve İmparatorluk Köprüsü”, mimar.ist, Sayı: 24, s. 94-101. Düzgüner, F. (2008) “İmparatorluk Köprüsü Sütunları
Sultanahmet Camii’nde Hâlâ Yaşıyor”, mimar.ist, Sayı: 27, s.90-96.
[50] Yaya, ya da atla olduğu belirtilmiyor.
[51] Dendriti= Petroglif. Dionysos’un “Dendritis” ünvanından gelen bir sanattı. Dendriti, kayaların üzerlerine yapılan renkli resim anlamındadır.
[52] Auseia’lılar (Tokara’lılar ?).
[53] Herodotos, a.g.e., VII.70. Bkz. brd. dn.33.
[54] Etiyopya kökenli Mısır halkının asıl kökeninin Asya olduğu hakkında Bkz., Carpiceci, A. C. (1998) Art And
History  of Egypt,  Casa Editrice Bonechi,  Florence, s.5.
[55] Bkz: Moğol-Türk mitosunda “Toroo -Hayat” Ağacı. Düzgüner, F.(2007) “Yurt, Praitorion, Kilise ve Cami
Mimarisi İlişkileriyle Volkanlar”, mimar.ist, Sayı: 23, s.79. Düzgüner, F. (2007) “Bir Güneş (Ateş Kültü)
Tapınağı: Pantheon”, mimar.ist, Sayı: 26, s.107, 108.
[56] Atlas mitosunun türleri var. En yaygın olan anlatıya göre Atlas, bir tanrı ya da Titan. Gökyüzünü omuzlarında
taşır ve eksenini döndürür. “Axem umero torquet stellis ardentibus aptum”. (Vergile, Enéide IV, 482).  Atlas,
ML/ II.273. Ancak, s.515’te, Atlant’lar hakkında verilen notta belirtilen “Kuzey Afrika Atlas Dağları”
şeklindeki açıklamada bir yanlışlık var.  Yanlışlık açık ki, Sayce ile Batılı bilim adamlarının yorumlarından kaynaklanmaktadır. Herodotos, a.g.e., IV.184.
[57] Günümüzde, Sultanahmet Camii içinde yer alan, eski Herakles tapınağı sütunlarıyla karşılaştırınız. Düzgüner, F. (2008) “İmparatorluk Köprüsü Sütunları Sultanahmet Camii’nde Hâlâ Yaşıyor”, mimar.ist, Sayı: 27, s.90-96.
[58] Herodotos, Böl. IV, md.184-190 ve 192’de, bir takım ayrıntı ve adetlerden bahsediyor.
[59] Ökmen dizin bölümünde, adanın ismini “Kyranis” olarak belirtmiş?
[61] Düzgüner, F. mimar.ist, Sayı: 26, s.108, dn.70.
[62] Kiliman>c<j>aro adı, her ne kadar yerel bir ad gibi görünüyorsa da, yapısı itibariyle, Lâtince bir kelimenin bozulmuş şekli olmalıdır. Bu bağlamda, “clima...” kökenli üç ayrı kelime çerçevesinde, bize; 1. “clim>actic-anchor>a”; 2. “clim>acteric-anchor>a”, ya da “clim>ax-anchor>a” kelimelerindeki birleşimleri anımsatmaktadır. Kilimancaro’nun anlamını bu çerçevede inceleyecek olursak: 1. Zirveyle ilgili, en  kritik evreye ait demirleme (geminin demir atması); 2. Buhranlı evre sonunda demirleme (geminin demir atması);  3. Zirve’de (doruk-tepe) demir atma, anlamları çıkmaktadır. Nuh’un gemisinin son durak yerinde, yüksek bir tepeye demir attığı düşünülecek olunursa, konunun bu yönde incelenmesinde fayda olacağı kanısındayız. Diğer taraftan Etiyopya’dan Mısır, Ön Asya ve daha kuzeyde Doğu Anadolu’ya dağılan halklar, Ağrı dağını, yüksekliği nedeniyle mitostaki Kilimanjaro’ya benzeterek, ona, destansı “Ararat” adını vermişler. Bize göre, tufanla ilgili kanıtlar Climanchora dağındadır.
[63] ML./II.273. Düzgüner, F. mimar.ist, Sayı: 26, s.104.
[64] Düzgüner, F. (2007) “Kültür Varlıklarını Koruma ve Yenileşen Kente Uyarlama”, mimar.ist, Sayı: 26, s.70

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...