13 Nisan 2013

NERGİS ÇİÇEĞİ








Nergis çiçeği

Yunan mitolojisindeki aşkla ilgili hikayeler her zaman çok renkli, yaratıcı ve entrika doludur (Homeros saolsun). Günümüzde kullandığımız kelimelerin birçoğu, özellikle Avrupa dillerindeki kelimeler, Yunan Mitolojisi'nden etkilenmiştir.
 Burada aşkla ilgili birkaç hikayeyi ve bunların günümüze yansımalarını göreceğiz. Platonik (karşılıksız) aşkı, aşkta güveni, ve ruh eşi konularını ele alan üç hikaye ile şekilleneceğiz.

İlk olarak, platonik aşk... 
Bu terim, Platon’dan gelmektedir (bu kısım mitoloji değil gerçektir, tabii ki). Kendisi okulunda bir öğrencisine aşık olmuştur ve o zamanlar kızlarla erkekler ayrı ayrı eğitim görmektedirler. 
Burdan anlıyoruz ki Platon bir erkek öğrencisine aşık olmuştur ve karşılık alamamıştır, bu tür aşka da adını vermiştir (ama platonik aşkın homosüellikle bir alakası yoktur).
Karşılıksız aşkın yansıması olarak Echo’nun hikayesi bir örnektir... Echo’nun da kitaptan kitaba değişen hikayeleri bulunmaktadır. 
Pan, mitolojide çoban ve sürülerin yarı insan-yarı keçi tanrısıdır; flüt çalmaktadır ve yaptığı müzik, “panik” kelimesinin de kökenidir ve hareketli, neşeli, hatta gürültücüdür. 
Pan, bir gün küçük bir vadiden geçerken bir nenfin (nymph) şarkı söylediğini işitir. Bu bir orman perisi olan Echo’dur. Yalnızlığı seven, Zeus’un perileri olan "muse"lerden flüt çalmayı ve şarkı söylemeyi öğrenen bu genç kız Echo, insan topluluğundan ve tanrılardan kaçar, evlenmek istemezdi. 
Onun ahenkli ve berrak sesini duyan Pan, ona karşı vahşi bir sevgi duydu. Onun yeteneğini kıskanan ve onun güzelliğinden istifade edemeyen bu keçi sakallı mabut, etraftaki bütün çobanların yollarını şaşırttı. Bu şaşkınlıkla bir gün nenfe hücum ettiler, onu öldürdüler ve vücudunun parçalarını dağıttılar.
 O günden beri, her tarafa dağılmış olan Echo'nun kendine özel bir yeri yoktur. Gürültüyü duyduğu her yerdedir. Ölümden sonra da müzik hafızasını kaybetmemiştir. Kulağına çarpan sesleri tekrarlar. 

Diğer bir masala göre de Echo'nun felaketine sebep olan Pan değil, baş tanrı Zeus’tur. Bir gün Çapkın Zeus arza inerek bazı güzel nenfleri ziyaret etmişti. 
Evlilik tanrışası olan kıskanç karısı Hera onu yakalamak istediği zaman Echo onun dikkatini başka tarafa çekti ve uzun tutarak nenflerin saklanmaları için vakit kazandırdı; fakat Hera bu hileyi anlamıştı. Sözleriyle kendisini aldatmış olduğundan, ona ceza olarak söz söylemesini kısıtlayacağını bildirdi. Hera'nın emri yerine geldi. 
O zamandan beri Echo, hiçbir zaman ilk defa söze başlayamaz ve ona söz söylendiği zaman susamaz. Ancak durmadan işittiği seslerin son kısmını tekrar eder. 

Başka bir masala göre de (ki bu bence en güzelidir), Echo, geyikleri kovalıyan bir avcı gördü. Adı Narcisse olan bu genç avcıdan daha yakışıklı bir delikanlı az bulunurdu. Onu görür görmez Echo şiddetli bir aşka tutuldu. 
Gizlice onu takip ediyor, günden güne aşkı alevleniyordu. Derdini açığa vuramıyordu. Delikanlı da izlendiğini hissediyor ve rahatsız olup ormanlara kaçarak gizleniyordu. Ümitsizliğe kapılan Echo başarısızlığını saklamak için derin bir mağaraya kapandı.
 Artık dağlarda görünmez olmuştu. Beslediği aşk onu günden güne eritti. Bütün vücudu tükendi, kanı çekildi. Ondan geriye yalnız kemikleriyle sesi kaldı. Kemikleri kaya şeklini aldılar, sesi de her tarafta dolaşarak seslenenlere cevap verir oldu. 

Diğer taraftan Narcisse'in “narsist kişilik bozukluğu”na da isim veren yersiz gururu tanrıları kızdırmıştı. 
Onun bu anlamsız gururunu ve katı kalbini cezalandırmak için, ona garip bir heves verdiler. Bir gün av ve yaz sıcağının yorgunluğu ile sakin ve şeffaf bir pınarın başına geldi. Su ayna gibi parlaktı. 
Narcisse su içmek için eğildi ve berrak suya yansıyan yüzünü gördü. Suda aksini görüp büyülenen Narcisse hareketsiz kalmıştı. Adeta aşkla aksine bakıyordu, hiçbir kuvvet onu ordan ayıramıyordu. Yavaş yavaş, güneşin altındaki buz gibi, renginin solduğunu ve eridiğini gördü. 
Güneş onu yakarak bitirdiği zaman kızkardeşleri onun için ağladılar ve mezarının üstüne koymak için saçlarını kestiler.
 Cesedi götürmek için hazırlandıkları vakit, onun yerinde sarı ve beyaz bir çiçek buldular ki bu çiçek onun adını taşıyan nergistir.

GİDERSEN KELEBEKLERDE ÖLÜR







Gidersen Kelebekler Ölür 
Gidersen Kelebekler Ölür
Zulana bohçalamışsın umutlarımı 
Seni benden alıp nereye böyle ey sevgili
Yüreğim dilime şaşkın,
iki çığlık arasında bırakma beni
Gidersen bütün ormanları ateşe verilir yüreğimin…
Bazen yıldızlarda küser göğüne, 
Bir çocuk gibi içini çeker gülüşlerini gökyüzü
Karanlığa düşüp kalan rüzgârlar,
şaşırır yönünü 
Gönül dağlarında bütün pınarların suyu çekilir 
Solar nazlı kır çiçekleri kalbimin……
Birde sen böyle çekip gidersen selamsız sabahsız
öksüz kalır içimdeki imge dağları.
Ardında yokluğunun fırtınaları kalır,
Bilmez misin, yalnızlıklar ayaklandırır anıları….

Saçlarını tarayan seher yeli, susar,
Yönünü kaybeder çoban yıldızı,
Bir daha turnalar geçmez bu dağlardan, bülbüller ötmez 
Sensiz güllerim boynunu büker
Gayrı çiçekler açmaz bahçemde ….

Ne kadarda suları koyaklarımızda tutmaya,
çalışsak
Durduramayız damlaları, denizlere çekilir sular 
Ellerimizden bir sabun misali kayıp düşer zaman
Bir rüzgâr hıçkırır,
 yüreğimin tenhalarında, bir dal kırılır 
Boynunu büker sabah kervanları,
Sen gidersen kelebekler ölür…



GÜNAHDIR BİR KADINI AĞLATMAK










BİR KADINI AGLATMAK
Bir kadını ağlatmak çok zor değildir aslında. Kadınlar her şeye ağlayabilir; bir filme, bir şarkıya, bir yazıya… En az erkekler kadar yani! Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur. Eğer bir kadın yürekten ağlıyorsa, ağlatan onun yüreğine ulaşmış demektir.Ama o yüreğin değerini bilememiş olacak ki ağlatan, gözünü bile kırpmadan teker teker batırır iğnelerini yüreğe!
İşte o zaman koca bir yumruk gelir oturur boğazına kadının. Yutkunamaz, nefes alamaz; çünkü o koca yumruk canını çok acıtır. Gözleri buğulanır kadının sonra.
Ağlamayacağım, der içinden. Ama engel olamaz işte.

Çünkü yüreğine ulaşmıştır birileri ve iğneler saplamaktadır.. Bu acıya ne kadar karşı koyabilir ki bir kadın. İnce ince süzülür yaşlar gözünden; önce birkaç damla, sonra bir yağmur seli… Ve kadın ağlar; hem de çok!
Sanmayın ki gidene ağlar kadın! Gidenin giderken koparttığı yerdir onu ağlatan, orada bıraktığı yaradır. O yaranın hiç kapanmayacağını, kapansa bile izinin kalacağını bilir kadın; o yüzden ağlar. Ama bilir misiniz, ağlamak kadınları olgunlaştırır. Her damla, daha çok kadın yapar kadınları. Her damla bir derstir çünkü.
Bazen kadınlar ağladığında çoğu insan, ağlama niye ağlıyorsun ki, değmez onun için derler. Bilmediklerindendir böyle demeleri. Çünkü yürekleri acıyan kadınlar ağlamazlarsa, ölürler.
İçlerindeki zehirdir onları öldüren! Ağlayarak o zehirden kurtulur kadınlar, o irini temizlerler yaralarındaki! Çünkü bilirler, o irin temizlenmezse iltihaba dönüşür yaraları.
Dönüşmemesi lazımdır oysa. O yüzden de bolca ağlarlar.
Zaman geçer sonra. Kadınlar kendilerine sarılmayı öğrenirler. Umarım öğrenirler, yoksa ruhlar sapkın yollara çarpar kendini. Sapan ruhların doğru yolu bulması da yeni acılar demektir. Bunu bilir kadınlar, o yüzden eninde sonunda öğrenirler kendilerine sarılmayı…
Çok ağlayan kadınlar, bir çok şeyden vazgeçen kadınlardır aslında. Her damla olgunlaştırır kadınları evet ama olgunlaştıkça o safça inandıkları aşk gerçeği onların gözünde küçülür. Küçüldükçe değerini yitirir ve işte o zaman kendilerine sarılıp, yeni bir kadın yaratırlar kendilerinden.
Güçlü, yenilmez, mağrur ve aşka inanmayan…
İnsanlar soruyorlar çoğu zaman neden bu kadar çok bekar kadın var diye; hepsi kariyer derdinde olan. Çünkü inançlarını yitirdi o kadınlar.
Zamanında yüreklerine o kadar çok iğne saplandı ki, o kadar çok ağladılar ki! Artık kendilerinden başka bir doğru olmadığına inanıyorlar, o yüzden kendilerine sarılıyorlar.
Çünkü biliyorlar ki sarıldıkları adamlar onları hak etmedi; hem de hiçbir zaman! Hep bir çıkarları oldu sarıldıkları adamların. E.. o zaman niye sarılsınlar ki!
Niye sarılalım ki!
Etrafınızda yürekten ağlayan bir kadın varsa bilin ki olgunlaşıyordur.
Bilin ki, gerçekleri kabul etmeye başlamıştır.
Bilin ki, artık aşkın olmadığına inanmıştır.
Bilin ki, sarılacak tek bir doğrusu kalmıştır.
O da kim, ne diye sormayın artık. Çok ağlayan kadınlar, eninde sonunda kendilerine sarılırlar çünkü!


Mevlana'nın Hayatı ve Görüşleri





Mevlana Celalettin Rumi Biyografisi
Mevlana Celalettin Rumu nin Eserleri
Mevlana nın Görüşleri

Mevlana'nın Hayatı ve Görüşleri
Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğmuştur.
Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.
Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı.
Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.
Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.
1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.
Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.
Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler.
Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolundu.
Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.
Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.
Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.
Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını Mevlâna'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.
Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"
Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,
Bizim dergâhımız, umitsizlik dergâhı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...
***********************
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız
Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir...
***********************
Güneş olmak ve altın ışıklar halinde
Ummanlara ve çöllere saçılmak isterdim
Gece esen ve suçsuzların ahına karışan
Yüz rüzgarı olmak isterdim...
***********************
Aklın varsa bir başka akılla dost ol da,
işlerini danışarak yap...
***********************
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz
Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeyiz biz...
***********************
Hayatı sen aldıktan sonra ölmek, şeker gibi tatlı şeydir
Seninle olduktan sonra ölüm, tatlı candan daha tatlıdır...
İnsan vardır, değerlidir dertler içinde;
İnsan vardır, hayır yok Dünyaya gelişinde
Ne büyük yanılgı, ne büyük aldanıştır
"İnsan" diye anılmasının her ikisinin de...
***********************
Bedenimiz tıpkı değirmene benziyor.
O değirmen ki, Aşktan akan sudan döner.
************************
Kötü havalarda insan Dosta aç olur,
Bir araya gelse, Dost Dosta ilaç olur ,
Bahçede güller tek tek bir şeye benzemez,
Öbek öbek olunca, Bahara taç olur
************************
Aşk yüreğinde köpük köpük kan döner.
Köpük degil O . Köpük üstünde Can döner
*************************
Sevgide güneş gibi ol
Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol
Hataları örtmede gece gibi ol
Tevazuda toprak gibi ol
Öfkede ölü gibi ol
Her ne olursan ol
YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN
YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL
ESERLERİ
MESNEVİ
Mesnevî, klâsik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Sözlük anlamıyla "İkişer, ikişerlik" demektir. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım şekillerine Mesnevî adı verilmiştir.
Her beytin aynı vezinde fakat ayrı ayrı kafiyeli olması nedeniyle Mesnevî'de büyük bir yazma kolaylığı vardır. Bu nedenle uzun sürecek konular veya hikâyeler şiir yoluyla söylenilecekse, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevî tarzı seçilir. Bu suretle şiir, beyit beyit sürüp gider.
Mesnevî her ne kadar klâsik doğu'şiirinin bir şiir tarzı ise de "Mesnevî" denildiği zaman akla "Mevlâna'nın Mesnevî'si"gelir. Mevlâna Mesnevî'yi Çelebi Hüsameddin'in isteği üzerine yazmıştır. Kâtibi Hüsameddin Çelebi'nin söylediğine göre Mevlanâ, Mesnevî beyitlerini Meram'da gezerken,otururken, yürürken hatta semâ ederken söylermiş, Çelebi Hüsameddin de yazarmış.
Mesnevî'nin dili Farsça'dır. Halen Mevlâna Müzesi'nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunan en eski Mesnevî nüshasına göre, beyit sayısı 25618 dir.
Mesnevî'nin vezni : Fâ i lâ tün- Fâ i lâ tün - Fâ i lün'dür
Mevlâna 6 büyük cilt olan Mesnevî'sinde, tasavvufî fikir ve düşüncelerini, birbirine ulanmış hikayeler halinde anlatmaktadır.

DİVAN-I KEBİR

Dîvân, şairlerin şiirlerini topladıkları deftere denir. Dîvân-ı Kebîr "Büyük Defter" veya "Büyük Dîvân" manasına gelir. Mevlâna'nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Dîvân-ı Kebîr'in dili de Farsça olmakla beraber, Dîvân-ı Kebîr içinde az sayıda Arapça, Türkçe ve Rumca şiir de yar almaktadır. Dîvân-ı Kebîr 21 küçük dîvân (Bahir) ile Rubâî Dîvânı'nın bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Dîvân-ı Kebîr'in beyit adedi 40.000 i aşmaktadır. Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr'deki bazı şiirlerini Şems Mahlası ile yazdığı için bu dîvâna, Dîvân-ı Şems de denilmektedir. Dîvânda yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir.
MEKTUBAT
Mevlâna'nın başta Selçuklu Hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerin.e nasihat için, kendisinden sorulan ve halli istenilen diıü ve ilmi konularda ise açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur. Mevlâna bu mektuplarında, edebî mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu gibi yazmıştır. Mektuplarında "kulunuz, bendeniz" gibi kelimelere hiç yer vermemiştir. Hitaplarında mevki ve memuriyet adları müstesna, mektup yazdığı kişinin aklına, inancına ve yaptığı iyi işlere göre kendisine hangi hitap tarzı yakışıyorsa o sözlerle ve o vasıflârla hitap etmiştir.
Fİ Hİ MA Fİ H
Fîhi Mâ Fih "Onun içindeki içindedir" manasına gelmektedir.. Bu eser Mevlâna'nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerin, oğlu Sultan Veled tarafından toplanması ile meydana gelmiştir. 61 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane'ye hitaben kaleme alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da temas edilmesi yönünden, bu eser aynı zamanda tarihi bir kaynak olarak da kabul edilmektedir. Eserde cennet ve cehennem, dünya ve âhiret, mürşit ve mürîd, aşk ve semâ gibi konular işlenmiştir.
MECÂLİS-İ SEB'A
(Yedi Meclis) Mecâlis-i Seb'a, adından da anlaşılacağı üzere Mevlâna'nın yedi meclisi'nin, yedi vaazı'nın not edilmesinden meydana gelmiştir. Mevlâna'nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş, ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır. Eserin düzenlemesi yapıldıktan sonra Mevlâna'nın tashihinden geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Şiiri amaç değil, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlâna, yedi meclisinde şerh ettiği Hadis'lerin konuları bakımından tasnifi şöyledir :
1. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı.
2. Suçtan kurtuluş. Akıl yolu ile gafletten uyanış.
3. İnanç'daki kudret.
4. Tövbe edip doğru yolu bulanlar Allah'ın sevgili kulları olurlar.
5. Bilginin değeri.
6. Gaflete dalış.
7. Aklın önemi.
Bu yedi meclis'de, asıl şerh edilen hadislerle beraber, 41 Hadis daha geçmektedir. Mevlâna tarafından seçilen her Hadis içtimaidir. Mevlâna yedi meclisinde her bölüme "Hamd ü sena" ve "Münacaat" ile başlamakta, açıklanacak konuları ve tasavvufî görüşlerini hikaye ve şiirlerle cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevî'nin yazılışında da aynen kullanılmıştır.


ATATÜRK, CUMHURİYET VE MİLLÎ KİMLİK





ATATÜRK, CUMHURİYET VE MİLLÎ KİMLİK
 Prof. Dr. Nuri KÖSTÜKLÜ

Cumhuriyet kelimesi,    Arapça’da,  halk, ahali, büyük kalabalık anlamına gelen “cumhur”’dan gelmektedir. Kavram olarak baktığımızda ise “cumhuriyet”ten;  milletin egemenliği kendi elinde tuttuğu devlet şekli anlaşılır. 

Burada “demokrasi” kavramıyla “cumhuriyet”i karıştırmamak gerekiyor. 


Şüphesiz bu her iki kavram birbiriyle  ilgili ve  içiçe  kavramlar olmakla birlikte birbirinin aynısı değildir. Demokrasiden de halkın kendi kendini yönetmesi anlaşılır. 


Ancak cumhuriyette esas olan,  devlet pramidinin  en üstünde bulunan kişinin, yani devlet başkanının  seçimle gelmiş olmasıdır. 


Devlet başkanı, babadan oğula geçen bir sistemle yani saltanatla o göreve gelmiş değildir. 


Bu iki kavrama  bir- iki  örnekle açıklık getirmek istiyoruz. 


Bugün İngiltere’de, İsveç veya Norveç’te parlamento vardır. 


Halk yasama  organı durumunda olan  meclisi kendisi seçer, meclisten de yürütme organı çıkar.  Yani demokrasi vardır denebilir.


 Ama, devlet pramidinin en üstündeki kişi kral veya kraliçedir. 


Bu göreve seçimle değil, saltanat usulüyle gelmiştir. 


Bu yüzden bu ülkelerde cumhuriyetten söz edilemez.


 Öbür taraftan, devlet başkanının şu veya bu şekilde seçimle geldiği bazı rejimler vardır ki mesela; 


Çin Halk Cumhuriyeti, Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi  ve diğer halk cumhuriyetleri gibi, bu rejimlerde de sözde cumhuriyet olmakla birlikte halkın yönetime iştirakinden söz edilemez.


 Çünkü tek partinin  hakimiyeti sözkonusudur.


 Halk eğer oy verirse bile bu partiye oy vermek durumundadır.  


Neticede şunu söyleyebiliriz;  demokrasinin olduğu yerde cumhuriyetin olmadığı, veya cumhuriyetin olduğu yerde de demokrasinin bulunmadığı  örnekler görülmektedir.  


Ama ideal olanı hem demokrasinin hem de cumhuriyetin birlikte olmasıdır. 


Bir başka ifade ile, cumhuriyeti, demokrasinin en gelişmiş şekli olarak kabul edebiliriz. 


 Türkiye, Millî Mücadele’nin muzaffer komutanı Atatürk’ün önderliğinde 29 Ekim 1923’te demokrasi ve cumhuriyet sürecini yakalamıştır. 


Bu tarihten itibaren de demokrasi yolunda  önemli ilerlemeler kaydedilmiştir.

Şimdi Atatürk’ün önderliğinde ulaşılan Cumhuriyet’in değerini ve büyüklüğünü anlayabilmek için yakın  tarihimizde “demokrasi” kavramı içinde ele alabileceğimiz bellibaşlı  gelişmelere  bakmamız faydalı olacaktır.

 Bilindiği üzere Fransız İnkılabıyla birlikte çok uluslu devletlerde siyasî hareketlenmeler yoğunluk kazanmaya başladı. 


Osmanlı Devleti de bu dalgalanmalardan nasibini aldı. 


Zaten çöküş sürecine giren Osmanlı Devleti, Fransız İnkılabının ihraç ettiği siyasî kavram ve sloganlara sarılarak  içinde bulunduğu  zor durumdan kurtulma çareleri aramaya başlamıştı. 


Bu çarelerin başında mutlakiyet rejiminin yetkilerinin sınırlandırılması geliyordu. 


Fakat bu sınırlamanın nihaî hedefi  Cumhuriyet değil, “meşrutî monarşi” idi.  


Nitekim, 1808 Sened-i İttifak’tan itibaren  meşrutî monarşiye doğru bir süreç gelişmeye başladı. 


1839 Tanzimat Fermanı’yla  Padişah kendi yetkilerini kendi iradesiyle sınırlayan bir taahhüt içine girdi. 


1856 Islahat Fermanı’yla  monarşinin yetkilerinin sınırlandırılması yolunda bir adım daha atıldı. 


Nihayet Aralık 1876’da Kanun-i  Esasî  yani anayasa   ilan edildi ve arkasından   Meclis-i  Mebusan  açılarak Meşrutiyet’e  geçildi. 


Kısa bir süre sonra meşrutî  rejim inkıtaya uğramışsa da 1908’de  meşrutî  monarşi kurumlaşmaya başladı. Fakat devleti kurtarmaya yönelik bütün bu gelişmeler  


Türk milletini  Mondros ve arkasından Sevr’e getirmekten engelleyemedi;  engelleyemediği gibi, belki de  bu çöküş sürecini hızlandırdı.  


Çünkü  sözünü ettiğimiz bu gelişmelerde, Türk milletinin karakteristik özellikleri, sosyolojik yapısı, kültürü dikkate alınmamıştı. 


Meşrutî  rejim Batıdaki kurumlarıyla - özellikle İngiltere örneği- neredeyse olduğu gibi iktibas edildi.  İngiltere meşrutî monarşisinde iki önemli kurum  olan halkı temsil eden Avam Kamarası ve  asilleri temsil eden Lordlar Kamarası,  Osmanlı yeni rejimine Meclis-i  Mebusan ve Ayan Meclisi olarak aktarıldı. 


Temelinde sınıf anlayışı yatan böyle bir tasnifin  Türk  siyasî hayatında başarılı olması düşünülemezdi. 


Ama Osmanlı münevveri, bunu o zaman göremedi. 


Çünkü batının gelişmişliği onun gözünü kamaştırmıştı.  


Halbuki, Batı toplumunun sosyolojik ve kültürel gerçekleriyle çelişmeyen  ve  “sınıf”  anlayışına dayanan bir rejim, bu toplumlar için geçerli olabilir. 


Ama  aynı geçerlilik  tamamıyla farklı özelliklere sahip 


Türk milleti için sözkonusu  olamazdı. 


Çünkü Türk milletinde “sınıf” anlayışı  yoktur.


 Asalet kavramının yerini  “liyakat” ve “adalet” almıştır. 


Nitekim bu durumu  Atatürk çok güzel bir şekilde tesbit ederek 1931 yılında yaptığı bir konuşmasında şöyle ifade etmiştir;

  “Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep değil ve fakat  ferdî ve sosyal hayat için iş bölümü itibarıyla çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum

olarak görmek esas prensiplerimizdendir”
[1]

Öteyandan, kurulan meclis yani Meclis-i Mebusân,  her ne kadar bir tür seçimle gelmiş olmakla birlikte, millî iradeyi yansıtmaktan da çok uzaktı. 


Çok uluslu bir yapı olmakla birlikte  bir Türk devleti olan Osmanlı Devleti’nin  meclisinde Türkler  neredeyse azınlıkta idiler. 


Durum böyle olunca, meclisten, millî birlik ve beraberliği inşa edecek  bir irade beklenemezdi. 


Nitekim öyle de oldu.. 


Gayr-i müslim milletvekilleri  meşrutî  rejimi  Osmanlı Devleti’ni, içinde bunduğu zor durumdan  kurtaracak bir vasıta olarak değil de kendi bağımsızlıklarına  giden bir yol olarak   algılamaya başladılar. 


Bu anlamda bazı milletvekillerinin tutum ve davranışlarından birkaç örnek vermek gerekirse mesela; 


Kanun-i Esasî’de resmî dilin Türkçe olduğu ifade edilmesine rağmen, İstanbul Rum mebuslarından Vasilaki Efendi, Ermeni mebus Hamazasp Efendi, daha buna benzer pekçok isimler Rumca'nın ve Ermenice'nin resmî dil olmasını[2]teklif edecek kadar ileri gittiler.

Yine bahsettiğimiz Osmanlı dönemindeki bu demokrasi denemeleri, tabana mâl olmamış ve İstanbul’da ve bazı büyük şehirlerde hissedilmiş ve buralarla sınırlı kalmış idi. 


Anadolu’nun falanca kazasındaki, veya falanca köyündeki  vatandaşın bu gelişmelerden belki de hiç haberi yoktu.

Netice olarak şunu söylemek istiyoruz; Osmanlı dönemindeki  monarşi aleyhindeki siyasî gelişmeler, Türk toplumunun sosyolojik, kültürel  ve tarihî özellikleri dikkate alınmadan  oluşturulan  bir süreç olduğundan, millî birlik ve beraberliğe ve millî kimliğe katkı sağlayıcı  bir nitelik ortaya koyamamıştır. 


Gerçi, II.Meşrutiyet, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu hazırlayan yıllara ve ondan sonraki  anayasalara da yansıyan bazı temel ilkeler getirmiş[3] olmakla birlikte, bu dönemdeki Osmanlı düşünürlerinin  devleti kurtarmaya yönelik fikirlerinde esas hedef cumhuriyet değil, “meşruti monarşi” olmuş, Fransız İnkılabı’nın   fikrî ürünü olan  ve “istibdat ve baskıya karşı insan kişiliğine değer veren Cumhuriyet”  ancak 


Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ile birlikte aranılan rejim olmuştur.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Cumhuriyet fikrinin  Mustafa Kemal tarafından ilk defa kuvvetle ortaya atılmasında  Fransız İnkılabı’nın etkisi olduğunu  söylemekte, Münir Hayri Egeli, daha 1906’da Atatürk’ün en beğendiği devlet şekli olarak Cumhuriyet’i dile getirdiğini yazarken[4], Mazhar Müfit Kansu, Mustafa Kemal’in henüz  Erzurum Kongresi açılmadan, zamanı gelince hükümetin şeklinin Cumhuriyet olacağını kendisine söylediğini ifade etmektedir[5]


.  Nitekim, Türk milletinin varolma veya yokolma sınırına geldiği Millî Mücadele gibi fevkalâde bir ortamda Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde vatanın kurtuluşu için askerî tedbirler alınırken, beraberinde “millî hakimiyet” kavramının arkasında demokrasi ve cumhuriyet yolunda önemli adımlar atıldı. 


Bu yoldaki en açık mesajları Amasya tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarında görebilmekteyiz.


Amasya tamiminin ilk maddesinde yer alan “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır”  ifadesi demokrasi ve cumhuriyet kavramı açısından bizce ileriye dönük mesajlar taşımaktadır. 


Burada milletin iradesine verilen önem vurgulanıyor. Erzurum Kongresi’nde de 

2. Maddede “millî iradeyi hakim kılmak esastır” ifadesi yer alırken 
8. Maddede millî iradenin gerekliliği üzerinde ayrıntılı olarak durulmuştur. 
Bu maddede aynen şöyle denilmektedir;
“Milletlerin kendi mukadderatını bizzat tayin ettiği bu tarihi devirde, merkezî hükümetimizin de irade-i milliyeye tâbi olması zaruridir. 

Çünkü irade-i milliyeye dayanmayan herhangi bir hükümet heyetinin subjektif ve şahsî mukadderatı milletçe verilmiş olmadıktan başka haricen de muteber olmadığı şimdiye kadar geçmiş eylemler ve sonuçlar ile sabit olmuştur.”


Açıkça görüldüğü üzere bu ifadelerde, ileride Osmanlı 


Devleti’nin vârisi olarak kurulacak yeni Türk Devletinin rejimini demokrasi esasına dayalı bir sistem yönünde tercih edeceğine dair mesajlar saklıdır. Nitekim 


Sivas Kongresi’nde de bu tür kararlar tekrar edilerek Heyet-i Temsiliye’nin teşekkülü, yukarıda sözünü ettiğimiz mesajın kararlılığını gösteriyor. 


Kongre’nin çıkardığı gazetenin adının “İrade-i Milliye”  olarak konması bir tesadüf değildir. Aynı gazete 


Ankara’ya taşındığı vakit “Hakimiyet-i Milliye” adını alacaktır.


Nihayet 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılmasıyla, Kongre kararlarında yer alan demokrasi ve cumhuriyet yönündeki mesajların gerçekleşmesinde önemli bir adım olmuştur. 


Bu adım Mustafa Kemal Paşa’nın  önderliğinde istikrarlı ve kararlı gelişmelerle 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanını sağladı. Ve arkasından da zaman içerisinde çok geçmeden Saltanat ve Hilafet kaldırılacak ve bununla ilgili müesseseler hakkında yeni tedbirler alınarak demokrasi ve laiklik yönünde Osmanlı’nın son dönemlerinden bu zamana kadar   ulaşılamayan, katedilemeyen mesafe Atatürk’ün önderliğinde başarılı bir şekilde katedilmiş olacaktır.
Cumhuriyet’e zemin hazırlayan 1919’dan 1923’e kadar olan bu gelişmeler, millete mâl olmuş olup, aynı zamanda millî birlik ve beraberlik ile millî kimliğin oluşması  yönünde seyretmiştir. 

Bu dönemin anahtar kavramlarına baktığımızda bu durumu açıkça görebiliriz;  


Hakimiyet-i Milliye, İrade-i Milliye, Millî Mücadele, Kuva-yı Milliye, Misak-ı Millî, Heyet-i Milliye, Tekâlif-i Milliye vb.. Görüleceği üzere hepsinde bir “millîlik” damgası vardır, hareket “millet”e dayanmaktadır. 


Bu millet ise BMM adında kendini gösteren 


“Büyük bir Millet” tir.  “Büyük Millet” ten kasdedilen ise “Türk milleti” dir. 


Bu yüzden yeni kurulan devletin adının  

“Türkiye Cumhuriyeti”  olarak tesbiti   yüksek bir fikriyatın  sonucudur.  

Buradaki  “Türk”  kavramı  ırkî anlamda olmayıp  kültürel mânâdadır. 


Kendini  Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve Türk  hisseden herkesi içine alan bir kavramdır. 


Dolayısıyla “millî kimlik”  bu kavram  etrafında  teşekkül etmektedir. 


 Bu imkanı ise bize “Cumhuriyet”  vermektedir.  


Cumhuriyet’in en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığının  forsu,  Türk kavramı etrafında millî birlik ve beraberliğin bir sembolüdür.


 Atatürk döneminde tesbit edilen forsa  16 Türk devleti  özellikle nakşedilmiştir. 


Burada; Türkiye Cumhuriyeti’nin   tarihte kurulan Türk devletlerinin bir  devamı olduğu ve milli kimliğin de bu  kültür çizgisinde oluşacağı mesajı saklıdır.  


Osmanlı dönemindeki demokrasi hareketlerinin başarıya ulaşamayıp Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen  demokrasi hareketlerinin başarıya ulaşmasının sırlarından birisi de hareketin tabana mâl  olmuş olmasıdır. 


Cumhuriyet’e giden süreç içinde alınan kararların hepsinde milletin gönderdiği delegelerin iradesi vardır. 

Atatürk; Türk milletinin karakterine   en uygun idarenin  Cumhuriyet olduğunu  1924’te yaptığı bir konuşmada; 

 “Türk milletinin tabiat ve adetlerine en uygun idare

Cumhuriyet idaresidir”[6] diyerek ifade etmiştir.  Atatürk İnkılaplarının en büyüğü şüphesiz, Batılıların  “hasta adam”  dedikleri  ve artık  ömrünü tamamlamış  bir çınardan  yeni bir filiz  yeşertmesidir.


 Bu filiz , hukuk ilkelerine bağlı, çağdaş, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti’dir. 
Yukarıdan beri  söylenenlerden açıkça  anlaşılacağı üzere, Cumhuriyet’e  ulaşmak kolay olmamış, çok zor ve çetin bir mücadeleden sonra, Türk milletinin karakterine uygun, millî birlik ve beraberliği  pekiştirecek ve milli kimliği güçlü bir şekilde inşa edecek  Cumhuriyete  ulaşılmıştır.  

Atatürk, Cumhuriyetimizin bu yönünü 1933’te şu veciz sözleriyle dile getirmiştir;  


“Az zamanda çok büyük işler yaptık. 


Bu işlerin en büyüğü temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. 


Bundaki başarıyı Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak kararlı bir şekilde yürümesine borçluyuz”[7].

Mondros’a gelindiğinde,  1815’te adı konan ve Anadolu’da Türk siyasî varlığını yok etmeyi amaçlayan “şark meselesi”nin gerçekleşmesine ramak kalmıştı. Adeta Türk milletinin varolma veya yokolma çizgisine geldiği böyle kritik bir ortamda Atatürk’ün önderliğinde verilen siyasî ve askerî mücadele zaferle sonuçlandı, köhnemiş bir siyasî yapıdan, yepyeni bir Türk Devleti, 


Türkiye Cumhuriyeti doğdu. 


Bugün hem Türk demokrasi tarihinde, hem de İstiklal Mücadeleleri tarihinde fevkalâde anlamlı  bir oluşumun, Cumhuriyet’in ilanının yıldönümünü idrak ediyoruz. 


Millî kimliğin ve birlik ve beraberlik ruhunun teşekkül ve inkışafında, “Şark meselesi” heveslisi emperyalistlere karşı verilen mücadeleleri ve “demokrasi”  kavramı çerçevesindeki gelişmeleri her zamankinden daha çok  anlamak ve idrak etmek durumundayız.    
Bu duygu ve düşüncelerle,  böyle anlamlı bir günde; millî hakimiyete dayalı, akılcı, demokratik ve laik 

Cumhuriyetimizin kurucusu büyük önder Atatürk’ü ve devletimizin kuruluşunda ve yükselmesinde hizmeti geçmiş gazilerimizi ve şehitlerimizi saygıyla, minnetle anıyorum. 
DİPNOTLAR



* Yalvaç Kaymakamlığı’nca  29 Ekim 2002  tarihinde Yalvaç’ta düzenlenen  “Atatürk, Millî Mücadele ve Cumhuriyet”  konulu panel’e bildiri olarak sunulmuştur.
** S.Ü. Eğitim Fakültesi  Tarih  Eğitimi  Anabilim Dalı Başkanı.
[1] Atatürkçülük (Birinci Kitap) Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri,  M.E.G.S.Bakanlığı yay., İstanbul 1988, s.95.
[2] İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C.4,  İstanbul 1961, s.310.
[3] Yıldızhan Yayla, “Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet Kavramı”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye  Ansiklo-
   pedisi, C.4, İstanbul  1985, s.952
[4] İsmet Giritli, “Atatürk ve Cumhuriyet”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım 1995, s.799-800.
[5] Mazhar Müfit Kansu,  Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C.II,  3.baskı, Ankara 1988, s.595.
[6] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III,  Atatürk Araştırma  Merkezi  yay., Ankara  1997, (C.III), s.106.
[7] A.g.e.,  (C.II),  s..318.
Selçuk Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi
ATA DERGİSİ
Sayı:10
Konya-2002




Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...