31 Mart 2016

Küfürde İnat:



Küfürde İnat

Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanların, İslâm’ı kabul etmelerinden ümit kestirecek dereceye varan inat ve kibirlerinden bahsederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki sen kendilerine kitap verilmiş olanlara her türlü âyeti getirsen, yine de sana uyup kıblene dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar birbirinin kıblesine de dönmezler.” (Bakara: 145)
Yahudiler hıristiyanların kıblesine dönmedikleri gibi, hıristiyanlar da yahudilerin kıblesine dönmezler. Her iki grup da İsrâiloğullarından olmasına rağmen, aralarında şiddetli ihtilâf ve düşmanlık vardır. Binaenaleyh uyum sağlamaları ihtimali de mevcut değildir.
“Sana gelen ilimden sonra eğer onların heveslerine uyacak olursan, işte o zaman sen de zulmedenlerden olursun.” (Bakara: 145)
Bu hitâb-ı ilâhî zâhirde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olmakla birlikte, onun ümmetinedir. Bir müslüman emr-i ilâhî’yi bırakıp da her an değişen hevâ ve heveslere tâbi olamaz.
İşte bu kâfirlerin durumu budur. Bunca Âyet-i kerime getiriyorsunuz, iman etmemek için Âyet-i kerime’yi çürütmeye çalışıyorlar.
Dost ve düşmanı, mümin ve kâfiri, hak ile bâtılı ayırt etmek ve karşılaştırmak üzere Allah-u Teâlâ sapıkların ve düşmanların durumuna dikkat çekerek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine kitaptan nasip verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan sapmanızı istiyorlar.” (Nisâ: 44)
Kendileri kaybettikleri gibi, sizin de hak yolu kaybetmenizi ve dalâlete düşmenizi arzu ederler.
“Allah düşmanlarınızı sizden çok daha iyi bilir.” (Nisâ: 45)
Bu bakımdan var gücünüzle onlardan sakının, size karşı samimi görünmelerine hiçbir şekilde kanmayın ve aldanmayın.
“Gerçek bir dost olarak da Allah size yeter, hakiki bir yardımcı olarak da Allah size yeter.” (Nisâ: 45)

Onlara aldanmayın, Allah onlara karşı size zafer verecek ve yardım edecektir. Onların hile ve tuzaklarının size zararlı olmasına imkân vermeyecektir.

En Büyük Şirk:


En Büyük Şirk:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’ini üç unsurdan birisi olarak gören hıristiyanları kâfir olarak isimlendirmiştir:
“Andolsun ki: ‘Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür.’ diyenler de kâfir olmuşlardır. Oysa tek bir ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkâr edenlere çok acıklı bir azap dokunacaktır.” (Mâide: 73)
En büyük sapıklıkları: “Allah üçtür.” demeleridir. Oysa yemek yiyen, çarşılarda gezen bir insan Allah olabilir mi? Mâdem ki “Allah üçtür” diyorlar, peki bu üçten hangisi Allah’tır?
Görüldüğü üzere ehl-i kitap Allah-u Teâlâ’nın birliği inancını şu veya bu şekilde kabule yanaşmamışlar, çeşitli kelime oyunları ile bu en mühim meseleye gereken ciddiyeti vermemişler, sonuçta da Allah-u Teâlâ’yı tek Rab olarak kabul etmemişlerdir.
Allah-u Teâlâ’nın bu beyanlarından anlaşılıyor ki ehl-i kitabın takip ettikleri yol daha çok müşriklerin yoludur.
Böyle olduğu halde sadece kendilerinin cennete gireceklerini söyleyerek taşkınlık yapmaktadırlar.
Allah-u Teâlâ onların bu ciddiyetten uzak iddiâlarını Âyet-i kerime’sinde şu şekilde boşa çıkarmaktadır:
“Onlar: ‘Yahudi veya hıristiyan olanlardan başkası cennete giremeyecek.’ dediler. Bu onların kuruntusudur. De ki: ‘Eğer doğru sözlü iseniz, delilinizi getirin.’” (Bakara: 111)
Ehl-i kitap olan yahudi ve hıristiyanların, din bakımından önem verilebilecek hiçbir şey üzerinde olmadıklarına dair Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni (Kur’an’ı) dosdoğru tatbik etmedikçe, siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz.” (Mâide: 68)
Bu gidişiniz dinsizlikten, yolsuzluktan başka bir şey değildir.
Bu Âyet-i kerime mucibince “Ben müslümanım” diyenler de Kur’an-ı Azimüşan’ı dosdoğru tutup onunla amel etmedikçe, hiçbir şey üzerinde değildirler.
“Andolsun ki Rabbinden sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracaktır. Öyleyse o kâfirler güruhu için üzülme!” (Mâide: 68)
Onların bu küfür ve tuğyanlarının mesuliyeti ve cezası kendilerine âittir. Bunlar kurtuluş istidatlarını kendi elleriyle kaybetmiş kimselerdir. Elbette lâyık oldukları feci âkıbete kavuşacaklardır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor: “...Eğer bu ümmetten bir yahudi veya hıristiyan beni işitir de sonra benimle gönderilene iman etmeden ölürse cehennemlik olur.”  (Müslim: 153)

Bakın onlar ne diyorlar:

Hadis-i şerif’te böyle buyuruluyorken Peygamber Efendimiz’e iman etmeyen yahudilere, hıristiyanlara müslüman demek alenen küfür değil midir?

KUR’AN-I KERİM VE EHL-İ KİTAP



KUR’AN-I KERİM VE EHL-İ KİTAP

Ehl-i Kitabın Küfrü:

“Ehl-i kitap” kendilerine kitap verilen insanlar mânâsına gelmektedir.
Kur’an-ı kerim’de “Ehl-i kitap” terimi, vahiy yoluyla nâzil olmuş Tevrat, Zebur ve İncil gibi, kitapları bulunan yahudi ve hıristiyanları müşriklerden ayırt etmek için kullanılmıştır.
“Ehl-i kitap” daha çok Tevrat ve İncil’e inanan yahudi ve hıristiyan zümreler için kullanılan bir terimdir.
Yahudi ve hıristiyanlar ehl-i kitap olarak vasıflandırılmalarına rağmen, Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime’lerinde inkârcı olarak, müşrik olarak kınamaktadır. Çünkü ehl-i kitap olmak bir kurtuluş değildir.
Meselâ Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde ehl-i kitabı küfürlerinden dolayı şöyle ikaz etmektedir.
“Ey ehl-i kitap! Görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?” (Âl-i imran: 70)
Âyet-i kerime’de görüldüğü üzere Allah-u Teâlâ inkârcı ehl-i kitabı, kendilerine has isimle anmaktadır.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyan olan ehl-i kitap ile onların durumunda olanlara hitap ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye geliniz.” (Âl-i imran: 64)
Allah-u Teâlâ “Kelime”yi açıklayarak ve bu dâvetin ana prensiplerini de belirleyerek şöyle buyurur:
“Allah’tan başkasına tapmayalım.
O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım.
Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın.” (Âl-i imran: 64)
Burada çeşitli vicdanların, muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli kitapların hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri açık bir şekilde gösterilmektedir.
Sizin onları Tevhid’e dâvet edip şirki bırakmaya çağırmanıza rağmen;
“Eğer onlar yine yüz çevirirlerse: ‘Şâhit olun ki, biz müslümanlarız.’ deyin.” (Âl-i imran: 64)
Yani kendinizin bu din üzere olduğunuzu ortaya koyun ve İslâm üzere olduğunuza onları şâhit tutun.
Fakat ehl-i kitap Hakk’ı birlemekten değil, kelimeyi dağıtmaktan hoşlandılar.
Allah-u Teâlâ her ümmete bir elçi göndererek kendilerine lâzımgelen tebligâtın yapılmış olduğunu bir Âyet-i kerime’sinde şöyle haber vermektedir:
“Andolsun ki biz her ümmete: ‘Allah’a ibadet edin, Tâğut’tan sakının!’ diye bir peygamber gönderdik.” (Nahl: 36)
Allah’a kulluk edin ve O’nu birleyin. Allah’tan başkasına, şeytana, putlara ve sapıklığa çağıran önderlere uymayın.
“İçlerinden kimine Allah hidayet etti, kimine de sapıklık hak oldu.” (Nahl: 36)
Yani sapıklığı tercih ettiği ve bunu hak ettiği için, sapıklık ondan ayrılmaz bir parça oldu.
“Yeryüzünde gezin de, yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün!” (Nahl: 36)
Belki onların uğradıkları azabı düşünürsünüz de ibret alırsınız.
Ehl-i kitaba birçok peygamberler gelmiş, hepsi de onlara Allah-u Teâlâ’nın birliği inancını tebliğ etmişlerdir. Fakat onlar bu inançtan saparak Allah-u Teâlâ’yı bir olarak tanımamışlardır.
Yine peygamberleri onlara evlât edinmekten ve doğurmaktan münezzeh olan bir Allah inancı tebliğ etmişler, buna rağmen ehl-i kitap Allah-u Teâlâ’ya evlât isnad etmişlerdir.
Ehl-i kitap Kur’an-ı kerim’de çok yönlü olarak ele alınmaktadır. Her şeyden önce onlar da İslâm’ın dışında olan gruplar gibi Kur’an-ı kerim’e ve Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmeye dâvet edilmektedirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey ehl-i kitap! Biz bir takım yüzleri silip dümdüz ederek enselerine çevirmezden veya onları Ashab-ı sebt’i (Cumartesi gününe saygı göstermeyen yahudileri) lânetlediğimiz gibi lânetlemezden önce, gelin o elinizdekini doğrulayıcı olarak indirdiğimize iman edin. Allah’ın emri mutlaka yerine gelir.” (Nisâ: 47)
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile onları çok sert bir mücadelenin ve hatta tehdidin muhatapları olarak ilân etmektedir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Resul’ünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyen kimselerle, boyunlarını büküp küçülmüşler olarak elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe: 29)

Ta ki İslâm’ın üstünlüğü her yerde tecelli edip dursun, güneş gibi parlasın!
Âyet-i Kerime’lerle İspat:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ey ehl-i kitap! Allah’ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz? Oysa Allah sizin yaptıklarınıza şâhittir.” (Âl-i imran: 98)
Buyurarak yahudi ve hıristiyanların Allah’ın âyetlerini inkâr ettiklerini;
“Ey ehl-i kitap! Niçin hakkı bâtıla karıştırıyorsunuz ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?” (Âl-i imran: 71)
Buyurarak hakkı bâtıla karıştırdıklarını,
“Söyledikleri Allah katından olmadığı halde: ‘Bu Allah katındandır.’ derler. Onlar bile bile Allah’a iftira ediyorlar.” (Âl-i imran: 78)
Buyurarak kendilerine verilen mukaddes kitabı tahrif ettiklerini;
“Kitabı elleriyle yazıp da, sonra onu az bir pahaya satmak için: ‘Bu Allah katındandır.’ diyenlerin vay haline! Ellerinin yazdıklarından ötürü vay haline onların! Kazandıkları vebalden ötürü vay haline onların!” (Bakara: 79)
Buyurarak daha önce gönderilen kitapların tahrif edildiği ve bu tahrifi yapanların da kendileri olduğunu;
“Allah’ın âyetlerini inkâr edenlere, haksız yere peygamberlerini öldürenlere ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenlere elem verici bir azabı müjdele!” (Âl-i imran: 21)
Buyurarak onlara gönderilen peygamberleri öldürdüklerini;
“Onlar ne zaman bir andlaşma yapsalar, içlerinden bir güruh onu bozup arkalarına atmadılar mı? Zaten onların çoğu iman etmezler.” (Bakara: 100)
Buyurarak müslümanlarla yaptıkları andlaşmalara bağlı kalmadıklarını;
“Ey ehl-i kitap! Dininizde haksız yere taşkınlık yapıp sınırı aşmayın.” (Mâide: 77)
Buyurarak dinlerinde taşkınlık yaptıklarını;
“Kitap ehlinden bir tâife sizi saptırmak isterler. Oysa onlar ancak kendilerini saptırırlar da farkında olmazlar.” (Âl-i imran: 69)
Buyurarak Kur’an-ı kerim’e ve Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a inananları yollarından saptırmak istediklerini;
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Niçin iman edenleri Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Hak olduğuna şahit iken o yolu eğri göstermeye yelteniyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Âl-i imran: 99)
Buyurarak müslümanları küfre döndürmek istediklerini ferman buyurarak beşeriyete ilân etmektedir.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde:
“Doğrusu bu Kur’an, İsrâiloğullarının ihtilâf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır.” (Neml: 76)
“Ey ehl-i kitap! Size Resul’ümüz geldi. Kitaptan gizleyip durduğunuz şeylerin birçoğunu size açıklıyor, birçoğundan da geçiyor.
Gerçekten de size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap geldi.” (Mâide: 15)
Buyurarak onları âhir zaman peygamberi Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a ve ona indirilen Kur’an-ı kerim’e inanmaya ve tâbi olmaya dâvet etmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde ehl-i kitab’ın imandan nasipsiz kaldıklarını, bunun için de iman etmeleri gerektiğini ve böyle yapmalarının kendi menfaatlerine olacağını açıklamıştır:
“Eğer ehl-i kitap iman edip karşı gelmekten sakınsalardı, kötülüklerini örterdik ve onları nimet cennetlerine sokardık.” (Mâide: 65)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde ehl-i kitab’ın Allah hakkında yersiz konuşmalarını daha önceki devirlerde yaşayıp ölen imansızların sözlerine benzeterek şöyle buyurmuştur:

“Bilmeyen (cahil müşrik)ler: ‘Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir âyet (mucize) gelmeli değil miydi?’ dediler. Kendilerinden öncekiler de aynı şeyi söylediler. Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş!” (Bakara: 118)

KARUN’UN AZGINLIĞI VE ÂKIBETİ:



KARUN’UN AZGINLIĞI VE ÂKIBETİ:

Bunlar Karun’un yolunu tuttular, şöhrete kapıldılar.
Allah-u Teâlâ Kasas sûre-i şerif’inin 76-82. Âyet-i kerime’lerinde Musa Aleyhisselâm zamanında yaşayan Karun adındaki bir zenginin; zenginliği sebebiyle şımarmasından, diğer insanlara karşı böbürlenmesinden, neticede ağır bir cezaya müstehak olduğundan, halkın da ona verilen zenginlik sebebiyle imtihan geçirmesinden bahisle, beşeriyete bir ibret numunesi olarak hikayesini takdim buyurmaktadır:
“Karun Musa’nın kavminden biriydi. Onlara karşı azgınlık etti.
Biz ona anahtarlarını güçlü bir topluluğun zor taşıdığı hazineler vermiştik.” (Kasas: 76)
Karun, İsrailoğulları arasında pek zengin bir kimse idi, onlarla beraber yaşadı, çok büyük çapta bir servet elde etti. Menkul ve gayr-i menkul o kadar çok malı vardı ki, o malların sayı ve miktarını, ancak bilgili ve güçlü bir topluluk yapabilirdi. Âyet-i kerime onun bu durumunu tasvir etmektedir.
Musa ve Harun peygamberlerin risalet ve nübüvvetine haset ediyor, onların İsrailoğulları arasındaki riyasetini kıskanıp duruyordu. Nihayet kinini ortaya koydu.
Kavminin salih kişileri, içinde bulunduğu durum hakkında ona nasihatta bulunmuş; servetine ve ilmine güvenerek, hazinelerine dayanarak, gücü ve kuvvetine aldanarak gururlanmaması için öğüt vermişlerdi.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kavmi ona şöyle demişti:
‘Gururlanıp şımarma, şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez.
Allah’ın sana verdiği mal ile ahiret yurdunu gözet. Dünyadan da nasibini unutma.
Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun.
Yeryüzünde bozgunculuk isteme. Doğrusu Allah bozguncuları sevmez.’” (Kasas: 76-77)
Allah-u Teâlâ’nın kendisine bu hazineleri ihsan ettiği gibi, bu nimetin şükrünü yerine getirmesi için, onun da Allah’ın kullarına ikram ve ihsan etmesi, sarfederken de meşru yollarda harcaması gerekiyordu.
Kavmi ona öğüt verince hiddetlenmiş, o inci gibi sözleri bir tek cümle ile reddetmiş ve şöyle demişti:
“Bu bana ancak bende olan bilgiden ötürü verilmiştir.” (Kasas: 78)
Bu sözü ile bu mala müstehak ve lâyık olduğunu Allah-u Teâlâ’nın bildiği ve sevdiği için kendisine verdiğini, kazanç yollarını iyi bilmesi ve çalışması sayesinde bu malı kazandığını ifade etmek istiyordu.
Karun’dan önce mal itibariyle ondan daha çok zengin nice kimseler vardı. Allah-u Teâlâ onları küfürleri ve nimetlere şükretmemeleri sebebiyle helâk etmişti.
Onun bu azgın ve mağrur sözlerine cevap mahiyetinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Bilmez mi ki Allah, önceleri ondan daha güçlü ve topladığı şeyler daha fazla olan nice nesilleri yok etmiştir.
Suçluların suçları kendilerinden sorulmaz.” (Kasas: 78)
Verilecek ceza kendi ifadelerine dayanılarak verilmez, yaptıkları zaten Cenâb-ı Hakk’a malumdur, amel defterlerinde de yazılıdır.
Karun bir gün büyük bir ziynet içinde, göz kamaştıran elbiseler giymiş bir halde, maiyeti ve hizmetçileri ile binitlere binmiş olarak dışarı çıkmıştı. Varlığını göstermek için büyük bir ihtişam içinde dolaşmaya başladı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Debdebe ve ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı.
Dünya hayatını isteyenler dediler ki:
‘Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı! Doğrusu o çok büyük nasip sahibidir.’” (Kasas: 79)
Bunlar dünyanın geçici güzelliğine aldanmış, debdebesine meyletmiş, imanı zayıf kimselerdi. Karun’un büyük bir saltanata ve şerefe sahip olduğunu sanıyorlardı.
Doğru yolda bulunan ilim ve anlayış sahibi, akıllı kimseler ise, bütün bu debdebeye imanla karşı çıkmış; Allah-u Teâlâ’nın vereceği mükâfatın çok daha hayırlı olduğunu, O’nun nezdinde bulunanların, Karun’un elindekilerden çok daha üstün olduğunu belirtmişlerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine ilim verilmiş kimseler ise dediler ki:
‘Yazıklar olsun size! Allah’ın mükâfâtı, iman edip salih amel işleyenler için daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.’” (Kasas: 80)
Ahirette bu mevki ve makam, sadece Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiyleri karşısında sabreden müminlere verilecektir.
Karun öyle bir belâ ile karşılaştı ki; Allah-u Teâlâ evi ile, malı ile ve adamları ile birlikte onu yere batırdı.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Nihayet Karun’u da sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah’a karşı kendisine yardım edebilecek kimsesi de yoktu. Kendini kurtarabilecek kimselerden de değildi.” (Kasas: 81)
Böylece herkes şerrinden kurtulmuş oldu. Hiçbir izi ve eseri kalmadı. Onun bu müthiş âkıbeti kıyamete kadar bir darb-ı mesel olarak kaldı.
Karun’un mevkisini arzulamakla düştükleri hatanın farkına varan bazı kimseler, serveti ile birlikte yere gömüldüğünü gözleri ile gördüklerinde dediklerine son derece pişman oldular.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler ‘Vay! Demek ki Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletip bir ölçüye göre veriyor. Eğer Allah bize lütfetmemiş olsaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki inkârcılar aslâ iflâh olmazmış!’ demeye başladılar.” (Kasas: 82)
Akılları öyle başlarına geldi ki, Karun gibi kendilerine servet verilmemiş olmasından dolayı Allah-u Teâlâ’ya hamdetmeye, şükranlarını arzetmeye yöneldiler.
Bu kıssada iman ve amel-i sâlihin yanında dünyanın geçici servetinin değersizliğini; bilgi ve mala güvenerek Allah’ın verdiği nimetleri nefse mâletmenin, azmanın ve şımarmanın nasıl bir felâketle sonuçlanacağı; dünya nimetlerinden itidal üzere faydalanmanın gerektiği gözler önüne serilmektedir.
İslâm dini kişinin ferdi mülkiyetini kabul eder. Şu kadar var ki, onu kazanırken şart koştuğu gibi, harcarken de belirli şartlar ortaya koyar.
Allah-u Teâlâ Karun kıssasının hemen ardından Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurmaktadır:
“İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyen ve bozgunculuğu istemeyenlere veririz.
En güzel âkıbet muttakilerindir.” (Kasas: 83)
“Kim bir iyilik getirirse, ona bundan daha üstün karşılık vardır.

Kim bir kötülük getirirse, ancak yaptıkları kadar ceza görürler.” (Kasas: 84)

BEL’AM BİN BAURA KISSASI




BEL’AM BİN BAURA KISSASI

Rivayete göre Musa Aleyhisselâm zamanında İsrâiloğullarından Bel’am bin Baura adında bir âlimin bazı ilâhî kitaplar hakkında bilgisi vardı. Aynı zamanda duâsı makbul bir veli idi.
Bu mertebede olduğu halde Arz-ı mukaddes’e girme meselesinde Yuşâ Aleyhisselâm’ın aksine dünya sevgisi ile zorbalara arka çıkmıştı.
A’raf sûre-i şerif’inde Bel’am’ın kıssası öz bir şekilde anlatılmakta, her asırda her zamanda yaşayan, aynı davranışı sergileyen bu gibi kişiler bahis mevzuu edilmektedir.
Bir takım ilimlere, hidayet vasıtalarına nâil olduğu halde, dünya menfaatlerine, şöhret, nam ve makam arzularına meylederek şeytana tâbi olan; o hidayet vasıtalarını elden çıkararak yoldan sapan, kendisi saptığı gibi başkalarını da saptıran kimsenin çirkin âkıbetini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde beşeriyete ilân etmektedir.
Buyurur ki:
“Onlara o kimsenin haberini anlat ki, kendisine âyetlerimizden vermiştik.” (A’raf: 175)
İlâhî kitapların ahkâmına vâkıf kılmış, bir takım üstünlükler verip âyetlerimizi anlama imkânı lütfetmiştik.
“Fakat o bunlardan sıyrılıp çıkmıştı.” (A’raf: 175)
Âyetleri inkâr etmek ve onlardan yüz çevirmek suretiyle, yılanın derisinden sıyrıldığı gibi âyetlerimizden sıyrılıp gitti. Dinden çıktığı gibi, insanlık bakımından da alçaldı. Alçaldıkça alçaldı.
“Derken şeytan onu arkasına takmış, nihayet azgınlardan olmuştu.” (A’raf: 175)
Daha önce hidayete ermiş kişilerden iken, iyice dalâlete düşen sapıklar zümresinden oldu.
“Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü.” (A’raf: 175)
Dünyayı ahirete tercih etti, Allah-u Teâlâ’nın âyetlerinden yüz çevirerek irtidat etti ve esfel-i sâfilîne düştü. Bunlar gibi.
İlâhî irade yükselmesine fırsat vermedi, kendi haline bırakıldı ve bu düşüşten kurtulamadı.
“Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer.” (A’raf: 176)
Böyle bir kimsenin alçaklık ve âdilikteki sıfatı köpeğin sıfatı gibidir.
“Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur.” (A’raf: 176)
Köpeğin çoğu zaman soluması, ona daha da çirkinlik getirmektedir. Onun kafası hep kemik hayali ile meşguldür. Dışarıya sarkan dili ve akan salyası, onun doymak bilmeyen oburluğunu gösterir. Köpeğin en aşağılık hali bu soluyuştur. İşte o kimsenin halindeki düşüş, köpeğin bu aşağılık hali gibidir.
Bunun dili de uzadı, köpek gibi sallanır oldu.
“İşte âyetlerimizi yalanlayan kimselerin hali böyledir.” (A’raf: 176)
Onlar o kimselerdir ki, bu çirkin durumdan kendilerini kurtaramazlar.
“Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünüp ibret alırlar.” (A’raf: 176)
İçlerinde bundan ders alacak kimse bulunur, onların düştüğü âkıbete düşmekten çekinir ve sakınırlar.
“Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden bir topluluğun misali ne kötüdür!” (A’raf: 177)
Hidayet yolunu bırakıp Hakk’tan uzaklaşmaktan daha çirkin, hevâ ve hevesine uyarak dalâlete sapmaktan daha kötü bir sapıklık tasavvur edilemez.

Bu da ilim verilenlerden idi ve fakat dünyayı dine tercih edince, Hazret-i Allah’ı bırakıp krallara uyunca neticesi bu olduğu gibi, hiç şüphesiz ki bunlar da din-i İslâm’dan çıkıp mürted oldular ve küfre dahil oldular. Artık bunların işi Allah’a kalmış.

NARCILARIN İÇYÜZÜ



NARCILARIN  İÇYÜZÜ


NARCILARIN  İÇYÜZÜ
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:

“İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.” (Bakara: 256)

“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)

Buyurarak iman ile küfrü birbirinden ayırdığı halde,
ilâhi hükümleri önlerine sürdüğümüz halde iman etmiyorlar. Küfür batağındalar.

“Neden küfre düştük?” diye sormuyorlar da, bir Hadis-i şerif’in kaynağını soruyorlar, hem de Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- hakkında.

Hani siz müslüman imiş gibi görünerek halkı soyup yoluyordunuz, 
İslâm dinine hizmet edeceğiz diye.

Oysa sizin kaynağınızın bu olduğunu biz biliyoruz. İlâh edindiklerinizi de size gösteriyoruz.
İŞTE NARCILARIN KAYNAĞI BU!
Fetullah Gülen ve Papa



MUCİZE İKİ
HADİS-İ ŞERİF

Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

"Sizin için Deccal'den daha çok deccal olmayanlardan korkarım."
"- Onlar kimlerdir?""Saptırıcı imamlardır."(Ahmed bin Hanbel)

İkinci Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

"Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. 
Onlar Kur'an okuyacaklar, fakat Kur'an'ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim onlar okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da dönemeyeceklerdir. İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır."(Müslim: 1067)

Bu iki Hadis-i şerif'i mucize olarak gösteriyorum. 
Bu noktaya dikkat ederseniz esrarı çözmüş olursunuz.

Kaynak sorduğunuz için size kaynaklarını veriyoruz.

İŞTE NARCILARIN ÂKIBETİ BU!

Küffarın Ajanları:



Küffarın Ajanları:

Ey kardeş uyan!
Narcılar nasıl ki böyle küfre attılarsa, sizi de vatanınızdan etmek istiyorlar. Bu ajanlar küffâra hizmet ediyorlar. Kâfirlerin harp ile yapamadığını, ajanlar bu perde arkasından yapmaya çalışıyorlar. Bu millet hilenizi sezecek ve bu güzel vatanı başınıza dar getirecek.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyuruyorlar ki:
“Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir.” (Beyhakî)
Ahirete vardığınızda evvela kaynar suya atılacaksınız, sonra da esfel-i sâfiline itileceksiniz. Münafıkların yeri ne kadar da kötüdür!
Âyet-i kerime’de:
“Firavun kavmini saptırdı ve onlara doğru yolu göstermedi.” (Tâhâ: 79)
Buyurulduğu üzere âhir zaman firavunları da onları ilâh edinenleri sapıttırdılar ve imandan küfre götürdüler.
Evvela İslâm’mış gibi göründüler. İslâm namına soygun yapıyorlardı. Çeşitli vasıtalarla, himmet geceleri ile, her türlü vasıtalara başvuruyorlardı.
Din-i İslâm’dan alıp küfür batağına attılar. Küfre karşı ne kadar da iştiyakları varmış! Kâfir kardeşlerini görünce nasıl da kaynaştılar? “Biz de küfrü hoş gördük!” dediler ve küfürleri ile iftihar ettiler ve böylece küfür zehirlerini akıtmaya başladılar ve herkes kâfir olsun istediler.
Ey küffârın ajanları! Gayr-i müslimleri buraya ne maksatla dâvet ettiniz? Oysa İbrahim Aleyhisselâm ne onlardandı, ne de sizdendi. O, Hazret-i Allah’ı birleyen bir müslümandı.
“İbrahim ne yahudi ne de hıristiyandı. Fakat o Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi.” (Âl-i imran: 67)
Müslüman gibi göründünüz. Uzun zaman dini dünyaya âlet ettiniz. Halkı yoldunuz, soydunuz. Yoldaşlarınızı imandan ettiniz. Şimdi de vatanımıza mı göz diktiniz? Vatanımızı peşkeş mi çekmek istiyorsunuz?
Madem ki küfre karşı bu kadar iştiyakınız var, gidin siz de ilâhınızın yanına!
“İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır.” (Bakara: 256)
Vatanımızda huzursuzluk çıkarmaya hakkınız yoktur.
Bu işlerin asıl gayesi, perde arkası şudur:
Münafıklar küffarla anlaşıyor, her münafık perde arkasından küfrünü yaymak ve yürütmek istiyor. Zira onların müslüman gibi görünmesi, makamının menfaatının icabıdır. Kişinin aynası işidir.
Âyet-i kerime’ler onların içyüzlerini size apaçık tarif ediyor. Münafık olanları icraatlarından tanıyabilirsiniz.
Bu münafıkların bir oyunudur.
Karşılarına Âyet-i kerime’ler çıkınca narcılar bocalayıp kaldılar. Bunda şaşılacak ne var? Bu doğrudan doğruya iman ile küfür çarpışmasıdır.
Hiç şüphe yok ki Bediüzzaman Hazretleri, Allah-u Teâlâ’nın veli kullarından idi. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın bildirmesi ile, göstermesi ile bunların bu hareketini çok evvel bildi ve ümmet-i İslâmiyet’e bunları bildirmek ve asıllarını göstermek, içyüzlerini ortaya koymak istiyor.
Uyan be kardeş!
Dinini söndürmeye, vatanından seni sürmeye çalışıyor, küffara peşkeş çekiyor.
Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri’nin bu hususta şöyle bir beyanı var:
“Ey hitabet-i umumiye sıfatı ile, gazete lisanıyla konferans veren muharrir (yazar)! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeair-i İslâmiyeye (İslâm’ın sembolü olan hususlara) zıd ve muhalif olan herzeler (saçmalıklar) ile İslâmiyeti lekelendirmeğe katiyyen hakkın yoktur.
Seni kim tevkil etmiştir (vekil kılmıştır)? Fetvâyı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalâletini neşr ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll (hak yoldan sapmış) zannetme.
Dalâletini (sapıklığını) kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mümininin (müminlerin ekserisinin) kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilânı, milleti dalâlete dâvettir, hukuk-u ümmete (ümmetin haklarına) tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı (kanuni ruhsat verilmediği) halde, koca bir milletin belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!..” (Mesnevî-i Nuriye sh: 89)
Biz bunlara narcı diyoruz, nurcu demiyoruz. Narcı başka, nurcu başka.
NURCULAR O BÜYÜK ZEVÂT-I KİRAM’IN İZİNDEN YÜRÜYEN, NURU TAKİP EDEN, ALLAH-U TEÂLÂ’NIN NURUNU YAYMAYA ÇALIŞANLARDIR.

NARCILAR İSE MÜNAFIKTIR, KÜFÜR İZİNİ TAKİP EDERLER, KÜFRÜ YAYMAYA ÇALIŞIRLAR. BUNLAR BİR TUTULMASIN VE BİR SANILMASIN.

İki Mucize



İki Mucize
Hadis-i Şerif:
Sırası gelmişken size iki mucize Hadis-i şerif arzedeceğiz.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Sizin için Deccal’den daha çok deccal olmayanlardan korkarım.”
“- Onlar kimlerdir?”
“Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)
Deccal’den daha beter olan bu sapıtıcı imamları Allah-u Teâlâ’nın bildirmesi ile bildi ve 1400 sene sonra olacak hadiseleri mucize olarak haber verdi. İslâm dinine ne kadar büyük tahribat yapacaklarını tarif buyurdu.
O 1400 sene evvel gördü ve buyurdu, şimdi de biz görüyoruz.
Deccal bunların yaptığını yapamaz. Çünkü bunlar münafık olduğu için İslâm gibi görünüyorlar. Deccal ise doğrudan doğruya Allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
İkinci Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur’an okuyacaklar, fakat Kur’an’ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim onlar okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da dönemeyeceklerdir. İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır.” (Müslim: 1067)
Bu iki Hadis-i şerif’i mucize olarak gösteriyorum. Bu noktaya dikkat ederseniz esrarı çözmüş olursunuz.
Bu ajanlar ve bu sapıtıcılar İslâm’mış gibi göründüler. Kürsülerde İslâm’ın iyiliğinden, küfrün kötülüğünden bahsettiler. Bu mülkün sahibi olan Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerinden uzun uzadıya söz ettiler. İslâm dinine göre talebe yetiştiriyorlardı. Zira Bediüzzaman Hazretleri’nin izinde idiler. O büyük velinin feyiz ve bereketi ile talebeleri bir müddet böylece devam etti. Teheccüd namazı dahi kılıyorlardı.
Deccal’den daha beter olan imamlar ise henüz asliyetini ortaya koymamışlardı.
Onlar İslâm’mış gibi göründüler, halkı bu perde altında soymaya başladılar. İslâm’dan ilk ayrılışları böyle oldu.
Zira Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Onlar ise tasavvurun haricinde halkı soydular, yoldular, kanlarını emdiler, evlerini arabalarını ellerinden aldılar ve böylece yavaş yavaş asliyetlerini ortaya koymaya başladılar. Sonra da alenen küfürlerini ortaya koydular.

Nurdan nâra döndüler, isim değiştirdiler. Şimdiye kadar nurcuların ismi Bediüzzaman Hazretleri’nin ismi ise de, küfrünü ilân edince narcılar ismini aldılar. Ve narcıları imandan ettiler. Küfrü hoş göstererek onların hepsini küfür batağına düşürdüler.

Din Nasihattır:




Din Nasihattır:

Bütün bu sözlerimiz, bilmeyerek dalâlet çukuruna düşülür endişesi ile açık olarak söylenmiştir. Bir kişi bu Âyet-i kerime’leri görür, içi titrer, bu hakikat güneşi karşısında küfürde donup kalanlardan sıyrılır ve ebedî hayat bulur.
Bu beyanlarımız dalâlet ehlini iknâ için değildir. Zira onlar Allah ve Resul’ünün emrini dinlemeyip hiçe sayıyorlar, bizi mi dinleyecekler?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Müminler o kimselerdir, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman onların imanlarını artırır ve yalnız Rablerine tevekkül ederler.” (Enfâl: 2)
Bunların kalpleri titremek şöyle dursun, kılları kıpırdamıyor, ruhları öldüğü için. Artık onlar duymazlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Faydalı olacaksa öğüt ver. Allah’tan korkan öğüt alacak, bedbaht olan ise ondan kaçınacaktır.” buyuruyor. (A’lâ: 9-11)
Din nasihatla kâim olduğu için, az bile olsa muhakkak ki faydası olur.
Cenâb-ı Hakk’tan size bir nur geldi. Küfrü bilmeniz için, iyi ve kötüyü ayırmanız için.
Yaratmak da emretmek de bu mülkün sahibi olan Allah-u Teâlâ’ya mahsustur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İndirdiğimiz bu Kur’an feyz kaynağı, mübarek bir kitaptır. Ona uyun, emirlerine bağlanın ve Allah’tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız.” (En’am: 155)
Rahmete nâil olmayı ümit edenlerden olabilmeniz için, ona muhalefet etmekten sakının.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kur’an’a sımsıkı sarılınız, onu önder ve rehber tutunuz. Zira o, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın mübarek kelâmıdır. O’ndan geldi ve yine O’na varacaktır.” (C. Sağîr)
“Allah’ın kitabına sımsıkı sarılın. Helâli helâl bilip işleyin, haramı haram bilip terkedin.” (Taberânî)
Bunların müslüman olup olmadığını bilmeniz için; Hazret-i Allah’a ve Kelâmullah’a iman edip inanan için aslında bir tek Âyet-i kerime kâfidir. Sizin önünüze bunca ilâhî emir ve hükümleri sermekteki gayemiz, bunlara kaçacağı ve yalan uyduracağı yer bırakmamaktır. Ahirette de “Ben bunu duymamıştım.” diyecek ve mazeret beyan edecek bir yerleri kalmasın.
Artık huzur-u kalp ile, rahatça kararınızı verdiniz değil mi?

Zira bütün iğrenç sahne önünüze serildi. Şeref, izzet, azamet Hazret-i Allah’a mahsustur. O’nun gönderdiği peygamberlerine, indirdiği Kitap’ına ve içindeki hükümlerine gerçekten iman edip, taat ve takvâsı ile imanını kemâlleştirmek isteyenlere mahsustur.

Dinde Kardeş Olmak:



Dinde Kardeş Olmak:

Yaratan’ı unuttular, neden yarattığını da unuttular. Oysa Yaratan onu bir damla kerih sudan yaratmadı mı?
Bu kibirlenmeleri ile Allah-u Teâlâ’ya hasım kesildiler ve din-i İslâm’dan çıktıklarını ilân ettiler.
Bu Deccal’den daha beter sapıtıcı imamlar, bu âhir zaman firavunları şerefi küfürde mi aradılar?
Zira Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerine iman etselerdi, Resulullah Aleyhisselâm’ı rehber edinselerdi, tevbe edip şerefi İslâm’da arasalardı, onlar için daha iyi olurdu.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Çünkü onlar saldırganların tâ kendileridir. Bununla beraber kâfirlikten vazgeçip tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz bilen bir kavme âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Tevbe: 10-11)
Yani siz bu âyetlerdeki açıklamaların kadrini ve kıymetini biliniz, iyi anlayıp hükümleri ile amel ediniz. Onlar da değerini bilirler ve tevbe edip İslâm’a girerlerse, size kardeş olma şerefine ererlerse, kendileri için büyük kurtuluş olur. Değerini anlamazlarsa o zaman kendileri bilirler.
Allah-u Teâlâ’nın rahmet ve mağfiret kapısı her zaman açıktır. İnkârından ve kötülüklerden vazgeçen, günahlarından pişmanlık duyan ve yaptıklarından tevbe etmek isteyen kim olursa olsun Allah-u Teâlâ bu kapıyı açık bırakmaktadır.
Allah-u Teâlâ münafıkları kastederek Âyet-i kerime’sinde:
“Eğer tevbe ederlerse kendileri için daha hayırlı olur.” buyurmaktadır. (Tevbe: 74)
Böylece başlarına gelecek felâketlerden kurtulmuş olurlar.
Allah-u Teâlâ tevbekâr kullarını af edeceğini vaad buyurmuştur. Küfür ve isyan bataklığına düşen kullarının ümitsizliğe kapılmamaları için bir çıkış yolu bulunduğunu haber vermektedir:
“Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar lânetlenmekten kurtulmuşlardır. Ben onların tevbesini kabul edenim ve ben tevbeleri daima kabul edenim, merhamet edenim.” (Bakara: 160)
Apaçık bir gerçeği gizlemek küfürdür, iman da gerçeği açıklamaktır. Küfürden sonra gerçeği açıklamak suretiyle tevbe ve iman makbuldür.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Yaptığı zulümden sonra tevbe edip halini düzelten kimse, bilsin ki Allah onun tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” (Mâide: 39)
Günahlar ne kadar büyük olsalar dahi, O’nun bağışlamasının daha büyük olduğu bilinmelidir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah’ın yolundan ayırmasın.” (En’am: 153)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...