29 Mart 2018

My Shajra/family tree Syed Yusuf

İbrahim Peygamber




“Geçmişte yaşıyorum”

“Geçmişte yaşıyorum”  ile ilgili görsel sonucu
“Geçmişte yaşıyorum” 

Çocukluk fotoğraflarına bakmak, eski lise arkadaşlıklarını anmak, geçmiş aşkları hatırlamak, kısaca geçmişte olduğumuz kimseyi ve bugün dönüştüğümüz insanı farketmek… Geçmişte dayanak bulunmak, bugünde varolmayı ve geleceği hazırlamayı olanaklı kılar. Dün mutlu da olsak, mutsuz da, geçmiş, kendimizi bulduğumuz güvenli bir küredir. 

Bunun tehlikesi, geçmişten kopamamaktır. Bu durumda eldekilere güvenerek kişiliğimizin bir bölümünü kesip atmak ve potansiyelini gerçekleştirememek tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. portrait Duyguları reddetmek. Geçmişten vazgeçmek, geçmişin yasını tutmak, birçok aşamadan oluşan duygusal bir çalışmadır. İlk aşama “inkâr”dır: geçmişte varolanların birgün yok olacağına inanamamak. 

Ardından “kızgınlık” aşaması gelir: geçen zamana kızmak. Sonra da “korku”: “Şimdi ne olacak?”. En nihayet de “kabullenme”, ki bu da “pes etmek”le sonuçlanır. “Geçmişe bağlı yaşayanlar bu işlem sırasını sonuna kadar yaşayamazlar çünkü kendi duygularını inkâr etmektedirler.” diye açıklıyor psikolog Oliver Nunge. Ona göre, bu tutum genellikle çocuklukta aldığımız eğitimle şekillenmiştir. Küçük kıza “sinirlenmeye hakkı olmadığı”, küçük oğlana da “erkeklerin korkmadığı” söylenmiştir. “Ne yazık ki, duygularını doğru şekilde keşfedebilmiş az insan vardır. 

Yani duyguları algılamak, kabullenmek ve ortaya çıktıklarında dışavurmak konusunda…” Sonuç olarak karşımıza belli bir duygu-durum içinde sıkışıp kalmış ve bunu aşamayan insanlar çıkmaktadır: kızgınlık, pişmanlık vb. Unutmayı reddetmek. Sıklıkla, geçmişin esiri olarak kalmak yarım kalmış hesaplaşmaların ve güçlü bir travmanın zamanında “sindirilemediğinin” göstergesidir. Bu durum bizi eskiye çeker ve ilerlememizi engeller. “Yas” çalışması her zaman bu denli zorsa, bunun nedeni yasın, bize kendi ölümümüzü çağrıştıracak bir “sonlanma” düşüncesini içten içe barındırmasıdır. 

Bir diğer neden de, bir yakınımızı kaybettiğimizde yas tutmanın onu unutmaya varacağı düşüncesidir, ki bunu reddederiz. Bilinçsiz olarak, geçmişteki bu “ötekine” dönük kalır ve herşeye rağmen onu “yaşatmaya” çalışırız. The_Time_Traveler_by_xetobyteAyrılığı reddetmek. Sayfa çevirmeyi becerememenin altında “ilişkiyi koparmanın”, “köprü yıkmanın”, “çıkıp gitmenin” zorluğu yatmaktadır. Psikanalistler bunu çocukluktaki “anneden kopuş” endişesine eşdeğer tutarlar. Bu durum çocuğun karşısına çıkan ilk “yas”tır. 

Bu ilk yas doğru şekilde sindirilememişse, geçmişe dönme yoluyla (regression), “kaynaşmışlık” ilişkisine yeniden dönülür, çünkü ya bundan mahrum kalmışlık hissi vardır ya da, tam aksine, bu durumdan hiç çıkmamışlık hissi geçerlidir. Bu durumda, babanın gerçek ya da sembolik eksikliği en büyük etkendir. 

Gerçekten de, anne-çocuk ikilisinde araya girerek çocuğu bu kaynaşmışlık ilişkisinden çıkaran ve dış dünyaya yönelmeye teşvik eden babadır. Yine dolaylı olarak, çocuğu şimdi ile ilişki kurmaya ve geleceği düşünmeye iten de odur. Babanın eksikliği durumunda çocuk sembolik olarak annesine “yapışık” kalır. 

Bu birey yetişkinlikte “eskiden herşey daha iyiydi” düşüncesiyle yaşayacaktır. Örnek durum A. N., 40 yaşında, gazeteci “25 yaşımdayken, yedi yıl süren ve ani bir şekilde sonlanan bir aşk yaşadım. Buna hazırlıksız yakalandım. Tutkuyla sevdiğim adam kişisel eşyalarını ve birlikte seçtiğimiz mobilyaların bir kısmını da alarak beni bir anda terketti. Yıllarca kendime gelemedim. Ondan başka bir şey düşünemiyordum. Birlikte geçirdiğimiz günleri yeniden yaşıyor ve geri dönmesini bekliyordum. Benim için aşk sadece geçmişte varolabiliyordu. 

Beynimi işgal eden bu adamdan bahsedebileceğim bir terapi sürecine girdim ve onu “bırakmak” istemediğimi anladım. Kısa zaman önce ona sokakta rastladım. Yaşlanmış, biraz da şişmanlamıştı ve ancak fısıldayarak şunları söyleyebildi: “Şu anda seninle konuşamam, şimdiki eşim çok kıskanç…” Onu bu halde görmenin üzerimde dönüştürücü bir etkisi oldu. Onca gözümde büyüttüğüm geçmişimin üzerinde bir çizgi çektim. “ Ne Yapmalı? tension-headache-yoga

Bedenen de şimdiki zamanda yaşamak “Carpe Diem” (Zamanı Yakala) sadece bir düşünce değildir, bir uygulama da olabilir. Şimdiki zamanı yaşamak, fiziksel olarak da onun içinde olmaktır. Spor yapmak, yürümek, gevşeme egzersizleri, solunum kontrolü, duyuların uyanışı… Bütün bu faaliyetler bedenini yeniden sahiplenmeyi, şimdi ve burada olmanın tam idrakine varmayı sağlar. Yaratıcılık Sanatsal yaratıcılık da zamanda konumlanmayı sağlar. Boyadığımız ya da şekillendirdiğimiz nesne kendi evrimimizi farkettirecek bir “ilerleme” göstergesidir. 

Yaratıcılık aynı zamanda kendine güven kazanmanın etkili bir yoludur. Bize “yeni şeyler” yapabileceğimizi keşfettirir. Korkuların listesini yapmak Proje yaparken karşılaşacağımız risklerin tümünü öngörmek ve bunlara hazırlıklı olmak imkânsızdır. Ancak önemsiz görünseler de, korkularımızın listesini yapmak geleceğe dair daha aydınlık ve daha az endişe verici bir bakış sahibi olmamızı sağlar. Artık geleceğe duygu değil akıl penceresinden bakmaya başlarız. 

Geçmişten kurtulmak, özgürleşmek Nostalji, geçmişi idealize etmeye dayalı doğal bir eğilimdir. Yer, ortam ve anıya bağlı algılamalar abartılır. Takıntı haline gelen yerleri yeniden ziyaret etmek, oralara atfettiğimiz ideal resimden özgürleşmemizi getirebilir. Bazı durumlarda, bu eylem geçmişteki başka şeylerle de hesaplaşmaya ve daha sağlıklı temeller üzerinden yürümeye devam etmeye yarayacaktır. Böyle bir kişinin çevresindeki dostlara tavsiyeler Sürekli anılarından bahseden bir kişiyle birlikteysek ya ona aşırı bir ilgi gösterir ve geçmişe olan yolculuğunda ona eşlik ederiz ya da onu sert bir şekilde engelleriz. 

Hiç şüphesiz doğru tutum bu iki eğilimin kesişiminde bulunur. Karşımızdakinin geçmişle bağ kurmasına ve bazı dayanak noktalarına kavuşmasına izin vermekle birlikte, bunlara fazla kapılmaması için bazı sınırlar da çizmeliyiz. Geçmişin birkaç dakika anılması bu insanın kendini güvende hissetmesi için yeterli olacaktır. Ardından, kendisini ilgilendirebilecek yeni bir konu açmak, onu şimdiki ana dönmeye teşvik edecektir.

Osmanlı Kürt İttifakı ve Alevi Katliamı


osmanlı kürt ittifakı ve alevi katliamı ile ilgili görsel sonucu
Osmanlı Kürt İttifakı ve Alevi Katliamı
Osmanlı zamanında şimdiki alevilerden gizlenen gerçek...

Yavuz Sultan Selim (1512-1520)’in Osmanlı tahtına geçmesiyle Türkmen sürgün ve katliamları hat safhaya varır. 24 Ağustos 1514’deki Şah İsmail ile Yavuz Selim arasıda geçen Çaldıran Savaşı öncesi 40 Bin üzerinde kızılbaşTürkmen katledilir. Savaş meydanında öldürülen Türkmenler hariç... Prof.Dr.Faruk Sümer; Safevi Devleti’in Osmanlılardan daha Türk çok bir Türk Devleti olduğunu söyleyerek: Safevi Devletinin kurucuları; Anadolu Kızılbaş Türk oymaklarıdır. Devletin resmi dili Türkçe’dir. 
On iki hayvanlı Türk Takvimini kullanmaktadırlar. Askeri teşkilatlanmaları Türk sistemidir. Edebiyatı vb. yazı sitemleri Türkçe’dir.... Demektedir ki, bütün kaynaklar bu hususu doğrulamaktadır. Yine Akkoyunlu Devleti ve Karamanoğulları Beyliği, Osmanlılar’dan daha Türktür. Çeşitli Türkmen oymaklarından ve Bayındır Beyleri’nin kurucusu olduğu aşiretler konfederasyonundan meydana gelen Akkoyunlular için John E.Woods; “300 Yıllık Türk İmparatorluğu” demektedir ki, isabetli bir saptamada bulunmaktadır. Kur’anı ilk Türkçe’ye çeviren ve Saray dahil her alanda Türk Dili’ni hakim kılan Akkoyunlular gerçek anlamda bir Türk Devletidir. Osmanlılar Türkleri aşağılarken Dede Korkut ise şöyle der: “Karanlıkta yolumu yitirirsem parolam Allah’tır/Soylu kuralın taşıyıcısı, efendimiz Bayındır Han’dır/Salur Kazan’dır savaş gününün galibi” Bölgede hüküm süren Akkoyunlu ve Safevilerin Türk Dilinin yöreye hakim olmasından rahatsızlık duyan Kürt Mollası İdris Bitlisi; Osmanlılar ile işbirliği yaparak Türkmenlerden intikam alır. 
Yavuz Selim’e kadar Doğu Anadolu’da Türkmen hakimiyeti vardır. Yavuz ise; Şafi mezhebinden Nakşibendi tarikatından Kürt mollası Şeyh İdris-i Bitlisi’nin önerisi ve planlamasıyla Doğu ve Güney Anadolu’da Türkmenler katledilmişler, kurtulanlar ise Azerbaycan’a kaçmışlardır. Türkmenlerin hakim oldukları idari beylikler ve toprakları; Yavuz’un imzaladığı boş fermanları, İdris-i Bitlisi oldurarak Kürt Aşiret reisine ve ağalarına vermiştir. Böylelikle bugünkü doğudaki feodalizmin temelleri atılmıştır.
İdrîs-i Bitlîsi (Ö.8 Kasım 1520) “Selim Şah-Nâme” adlı eserinde; başta Diyarbekir olmak üzere Kürtistan memleketinde “Kürt Beyleri ve Kürt taifesinin mülk, millet, mezhep ve irsi bağlarının” nasıl güçlendirdiğini anlatırken, şehir ve yöre adlarını tek tek vererek Kızılbaş Türkmenleri de nasıl katlettiklerini “Allah’ın ve Padişah’ın yanında olan bir Molla olarak” zevkle ve kana susamış bir vampir edasıyla anlatmaktadır. Kürtler “dirlik ve birliklerini” İdrîs-i Bitlîsi’ye borçluyken, Türkler ise, Yavuz Selim ile İdrîs-i Bitlîsi’nin yaptıklarını lanetle anmaya devam edeceklerdir. Büyük bir Türk katili olan İdrîs-i Bitlîsi’nin bütün eserlerini Türkmen Tarihi açısından “Türklük bilincine sahib bir tarihcimiz” tarafından incelenip gerçek anlamda “Anadolu Türk Tarihi”nin bir kesitini ayakları üstüne oturtulması gereklidir. Yunan mezalimini ağızlarında sakız eden bazı “Türk Milliyetçi Yazarları” Yavuz ve İdris-i Bitlisi’nin Türk katliamlarını görmezlikten gelmektedirler.
Yavuz dönemimde Osmanlı yönetiminde görev alan İdris Bitlisi ve Bıyıklı Mehmet Paşa ile Kürt Aşiret Ağaları’nın durumları için; bugün Kürt gruplarından KOMKAR belgeli olarak şöyle demektedir ki çok ilginçtir:
“1535'ler de böyle bir icazet vererek, beylik topraklarının bölünmesini kolaylaştırmıştır. Kanuni Sultan Süleyman fermannamesinde aynen şöyle diyor: -Bey öldüğünde, eyaleti kaldırmayıp bütün hududu ile Mülkname'yi Humayun uyarınca oğlu bir ise, O'na kalacak, eğer müteadit ise, istekleri üzerine kale ve yerleri, aralarında paylaşacaklardır. Uzlaşmazlarsa, Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacaklar ve mülkiyet yoluyla bunlara ebediyete kadar ila ebeddevran mutaarrıf olacaklardır. Eğer Bey, varissiz, akrabasız ölmüş ise, o zaman eyaleti, hariçten ve yabancılardan hiç kimseye verilmiyecek, Kürdistan beyleri ile görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin Beylerinden veya Beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse, ona tevcih edilecektir. (Hükmi Şerif, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, E. 11960 sayı-İstanbul) Kürt-Osmanlı Andlaşması'nın mimarı Mevlana İdris'tir. Bu anlaşmayı kabul eden ve gerekli bulan Yavuz Sultan Selim'dir. İkisi de 1520'de maalesef ölmüşlerdir. Sultan Selim, Mevlana İdris'e; -Git Kürdistan beylerini ve emirlerini topla, kendi aralarında bir beylerbeyi seçsinler demişti. Mevlana İdris ise, Kürt beylerini çok iyi tanıdığı için kestirmeden bir beylerbeyi Sultan'dan istemiş ve Bıyıklı Mehmet Paşa'yı tavsiye ederek bu işi noktalamış idi. Diyarbakırlı bir Kürt olan Bıyıklı Mehmed Paşa'da çok erken gitti ve bundan sonra Kürdistan Eyaleti Başkenti'ne Mekadonlu komutanlar gelmeye başladı. Kanuni Sultan Süleyman, bilerek veya bilmiyerek 1533-34'lerde, Bitlis'i Şeref Han'dan alıp, bir fermanla Ulame Tekelu'ya veriyor. Direnen Bitlis Beyi'nin üstüne, Diyarbekir Beylerbeyi ve kuvvetleri ile bütün Kürdistan beylerinin kuvvetlerini de katıyor ve Ulame'yi başkomutan olarak atıyor. Aynı Sultan, 1535'ler de Bağdat seferini yaptıktan sonra Kürtleri tanımaya başlıyor veya bunlarsız bir şey yapamıyacağını anlayarak, babasının Amasya'da imzaladığı anlaşmaya yukarda verdiğim arşiv numaralı Hükm-i Şerif-i yayınlıyor. Neticeye baktığımızda, Kürdistan hükümdarları, çoğunlukla topraklarını bölmemiş ve statülerini 1850'lere kadar getirmişlerdir.” 
 Aynı gurubun siyasi örgütünün başı Alevi Kökenli Kemal Burkay ve Munzur Çem gibileri; bu iki Osmanlı Kürtünün, Alevileri katletmesini görmezlikten gelerek, Alevi Tarihini yok sayarak “öteki tarih” dedikleri uydurma bir “Kürt Tarihi” yaratmaya çalışıyorlar. Tunceli Ovacık’ta “üçlü Kürt ittifakı” olan: Bıyıklı Mehmet Paşa, İdris Bitlisi ve Palu Beyi Cemşid ‘in; on binlerce Kızılbaşı kesmesine; aynı bölgenin adamları Kürtlük İdeolojileri adına ses çıkarmamaktadırlar. Ahlaki olarak bu çifte standart davranışlarına ne demek gerektiğine okuyucular karar versin !
Yavuz Selim’in önce Erzincan Valiliğine atadığı, sonradan da bütün doğu ve güney doğuya bakmak kaydı ile Diyarbakır Eyaletine getirdiği Dıyarbakırlı Kürt Bıyıklı Mehmet Paşa ve danışmanı Bitlisli Molla İdris; bütün bölgeyi Türkler’den temizlerler ve YÜZ BİN Kızılbaş Türk’ü katlederler. Bölgeden kaçamayan Türkler de kendilerini Kürt olduklarını söyleyerek kalırlar, baskılar sonucu da gerçekten Kürtleşirler. Doğu sınırlarını Türklere kapatan Yavuz; korumalığını da Kürt aşiretlerine bırakır. 1517’de Yavuz Selim’in Mısır’ı alması ve 74.ncü İslâm Halifesi olması ile sünnilik resmi ideoloji haline gelir ve İslâmi Devlet kimliği oluşur. Bu tarihten sonra Araplar, Osmanlı Devleti’nin yaşamı boyunca diğer halklardan üstün ve gözde konumlarına devam ederler. Türkler arasında Yavuz adı Yezit ile özdeşleşir ve lanetle anılır olur. Türk ulusal kimliği; Bozkırdaki Türkmenlerde yaşar ve ozanları Türkçe’yi geliştirir. Osmanlı Sarayı ise giderek soysuzlaşır ve yapay “Osmanlıca” denen yazı dili hakim olur. Bu nedenle Prof.Dr. Faruk Sümer; Safaviler için Osmanlılar’dan daha fazla Türktür demektedir.
Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nun zirvede olduğu bir zamandır. Ama Türkler açısından bir şey değişmez. Yine bu dönemde zülüm, şiddet ve katliamlar devam eder. Kürt kökenli Ebussuûd Efendi (1545-1574)’in Şeyhülislâm olmasıyla ve 30 yılda verdiği fetvalarla “Osmanlı toplum yaşamını” belirler ve Kızılbaş Türkmen katliamı, “Sünni Şeriatı”na göre meşruluk kazandırır. Yedi Kızılbaş öldürene “Cennetin Anahtarı” verilir. Bugün Sünni din adamları tarafından huşu ile anılarak “evliya mertebesi”ne çıkarılan Ebussuûd Efendi, Türk katliamcısı, yobaz, lanet okunacak bir zalim ve cellattan bir kişiden başka birşey değildir.
Hırvat kökenli ve nakşibendi tarikatından Kuyucu Murat Paşa 6.12 l606’da sadrazam olduktan hemen sonra Anadolu’da geniş çaplı Alevi katliamı harekatı başlatır. 155 bin Alevi Türkmeni diri diri kazdırdığı kuyulara gömdürür. Aman dileyen insanlara Kuyucu Murat Paşa’nın yanıtı; “Vurun şu pis Türk’ün başını” olmuştur. Cellatların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat Paşa üç yıl terör estirir.
Köprülü Mehmet Paşa (1656-1661) Celali ayaklanmaları bastırmak ve eşkıya tedibi adı altında; Anadolu Türkmenlerini kırımdan geçirmiş sağ kalanlara da zülüm yapmıştır. Osmanlı Vak’a-Nüvisleri ( tarihçileri) Naima ve Hoca Sadettin Efendi gibileri; kitaplarında katliamları ballandıra ballandıra anlatmaktalar ve Türkler için; “nadan” yani “kaba Türk, idraksiz Türk, hilekâr Türk” ifadesini kullanmaktadır. Başka kitaplarda ise; ‘Türk iti şehre gelince farisice ürür.’ yazmaktadır. 
Osmanlının ünlü şairi Nef’i ise “Tanrı, Türk’e irfan çeşmesini yasaklamıştır.” Demektedir. 
Divan-ı Hümayun yazarlarından Hafız Ahmet Çelebi 1499 yılında yazdığı şiirinde;
“Sakın Türk’ü insan sanma
Bin an bile olsa Türk’le birlikte olma
Türk eline şeker alsa o şeker zehir olur.
Türk’ün başını kesenken sakın gam yeme
Baban da olsa Türk’ü öldür.”
Demektedir. Tüm bunlara karşın Türk Bayat boyundan Alevilerin ulu ozanı Fuzuli (1480-1566) bir deyişinin son beytinde şöyle diyor: 
“Fuzuli, gökten yere insen sana yer yok
Yürü var gel, ya Arap’tan ya Acem’den”
Gökten Allah tarafından dahi indirilse Türklerin dünyada yeri olmadığını; Arap ve Acemler hakim olduğunu belirtir ve Şiirlerinde Osmanlılara sitem eder ve kafa tutar. Alevi Türkmen aşıkları, ozanları diline ve töresine sahip çıkar ve şiirlerinde dilendirir, yöre yöre gezerek halkı bilinçlendirirler. Dedeler ve Babalar da Türkçe ibadet yaparak örf ve gelenekleri yaşatarak bugünlere getirirler.
İdrîs-i Bitlîsi ve Bıyıklı Mehmet Paşa’dan sonra Kürtlere en büyük destek sağlayan II.Abdülhamit olmuştur. Yavuz Selim’den itibaren iç işlerinde tam bir serbestlik olan bölgeye Prof.Dr.İlber Ortaylı’nın tesbitine göre “Kürt Hükümeti” denmekteydi ve “merkezi hazineye ipotek ödemezdi ve herhangi bir biçimde düzenli askeri hizmetlerle yükümlü değillerdi.” Böylesi bir bölgeye Abdülhamit, İslamcılığın bütünleştirici “ümmet” anlayışıyla birarada tutma fikriyle yeni bir yapılanmaya gidilir. Abdülhamid’in “Aşiret Mektebi-i Humayun”(1892-1907) adıyla açtığı ve aşiretlerden getirtilen şeyh ve ağa çocuklarının eğitildiği okullardan mezun olanlar; beklentilerin yerine, devlete karşı örgülenme yapan kadroları oluşturmuşlardır. Abdülhamid’in marifetlerinden biriside “Hamidiye Alayları”dır
Hamidiye Alayları, Dördüncü Ordu Komutan› Müşir Zeki Paşa’nın II. Abdülhamid’e önerisiyle 1890 yılında kurulmaya başlanır.14-15 Nisan 1891’de de “Nizamnâmesi” yayınlanarak yasal hale gelir.Ruslara yönelik olarak Şafi Kürtler’den oluşturulan Hamidiye Alayları amacına uygun faaliyette bulunmaz. Hamidiye Alayları daha çok eşkiyalık yapar. Ermeni ve Alevi köylerine baskınlar düzenleyip çapulculuk yaparlar 23 Temmuz 1908 ‘de İkinci Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra Eylül 1908 ayında Kürt Hamidiye Alayları’nın silahlarını ellerinden almak isteyen İttihat’çılar bunu başaramazlar İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde Türkçülük akımı giderek güçlenir ve hakim olur. Şafi Kürtlerin ağa ve aşiret reislerinin çocuklarının eğitildiği İstanbul’daki “Aşiret Mektebi”nde ve Hamidiye Alaylarında ise Kürt milliyetçiliği filizlenmiş ve örgütlenmeye başlamıştır. Bu durum Doğu Anadolu’da Alevi-Şafi çatışmasını beraberinde getirir. Sonuçta; Okul Müdürü Kolağası Kamil Bey; “bunlar aşiret değil haşerat!” der...


Osmanlıya Saygı – Ecdadımıza Saygısızlık!

ZEİTGEİST / DENEMELER | CANAKCİ | ARALIK 20, 2012 AT 11:04 AM


Osmanlılar Türk Müydüler?
İlk sorumuz aslında belki, “Rumlar Yunanlı mıdır?” Olmalıydı.
Yunan (Ionian) biliyorsunuz bugünkü Türkiye hudutları içinde kalan İzmir, Aydın, Manisa, Muğla bölgelerini kapsayan antik İyonya halkını ifade ediyor. Bu terim Arapça ve Farsçada evrensel “Grek” teriminin yerine yerine geçmiş. İçinde çok sayıda türk asıllı vatandaşı da olan Bugünkü Helen Cumhuriyeti halklarına biz de biraz hatalı olarak bu ismi vermişiz.
Rum ise Roma İmparatorluğu’nun halkından demek. İçinde Helen ırkından olmayan çok sayıda ırkı ve kavmi de barındırıyor. Çok tanrılı büyük Roma imparatorluğu Hıristiyanlığa geçtiğinde, doğu ve batı diye Katolik Ortodoks diye bölündüğünde parçalandığında, farklı iktidarların ve hanedanların eline geçtiğinde, oradan doğu (Bizans) kısmının peyderpey Osmanlı sülalesinin kontroluna girdiğinde halklar değişmiyor. . O yüzden Yunanlılar da Rum’dur ama Rum terimi Yunanlıyı ifade etmez. bu topraklarda yaşamış farklı dil, din ve ırktan tüm insanları (ister Ermeni, Kürt, Laz, Arap, Acem, Süryani, Alevi, Sünni, Musevi olsun) hepimizi içine alan çok daha geniş bir mozayiği temsil etmektedir.
Osmanlı Sultanı II. Mehmet İstanbul’u fethettiğinde halk birdenbire Orta Asya’dan gelme Hun ırkına dönüşmedi. Fatih Mehmet “Kayser-i Rumi “ yani Rum hükümdarı oluyor. Kentin adı da Konstantiniyye olarak (Osmanlı yıkılıncaya kadar) devam etmiştir. Yani biz Türkler de dahil tüm Osmanlı halkı aslında ta o zamandan beri kadim Roma’nın mensubuyuz, yani Rum’uz. Büyük göçler, tehcirler, çok önemli demografik değişiklikler oluyor. Din, dil, ulus değişiklikleri oluyor. Ama bu toprakların insanları yine de hala Romalı (Rum) olmaktan çıkmış değildir. Eğer varsa bir şüphemiz bugünün genetik bilimi bunu rahatlıkla çözebilir. Türkiyeli insanların DNA’sı Orta Asya’dan gelme bir karakteristik göstermez. Tipik bir Türkiyeli Türk’ün fizyonomisi yunanlıyla, ermeniyle, acemle benzerlik gösterir de her nedense doğu Türkistanlı, Sincan’lıdan epey farklıdır. Orta Asyalı genetiği içimizde sadece çok küçük bir yüzde olarak mevcuttur. Toplumun ezici çoğunluğu binlerce yıldan beri bu topraklarda yaşayan sayısız farklı ulusun DNA’sını taşır. Genetik olarak hepimiz Rum’uz demek hiç hatalı olmayacaktır.
Osmanlı ismi ise bir ırkı, dini, kavmi, ülkeyi temsil etmez. Sadece bir Hanedan ismidir. Yani Avrupa’daki, Bourbon’lar, Habsburg’lar, Romanov’lar gibi sadece bir coğrafyaya iktidarıyla hakim olmuş bir sülalenin ismidir. 1281–1923 yılları arasında kesintili biçimde hüküm süren bu sülalenin gerçek anlamda bir ülkesi, kavmi, ırkı ve dini de HİÇ olmamıştır.
Normal olarak bir imparatorluğun halklarının isminden kaynaklanan bir adı olduğunu farzederiz. Avusturya Macaristan, Rusya, Roma gibi. Halkların tamamen önemsiz kılınıp, iktidar sahibi hanedanın isminin ülke ismi yapıldığı dünyada bir başka örnek daha tanımıyorum. Osmanlı’nın 642 yıl gibi epey uzun bir süre iktidarı olmuş, ama bu süre mesela Vietnam’daki Hong Bang hanedanının ömründen dört kat daha azdır.
Osmanlıyı Türk saymamız için temelde iki şey gerekir. Birincisi genetik olarak Türk ırkından olan anne ve babalardan doğmaları. Ki değiller. İkincisi de Türk kültürü diye bir kültürü benimsemeleri ve temsil etmeleri. Ki o da değil. Bilakis türklüğün düşmanı oldukları hiç su götürmez.
Ecdadımız saymamız için ise bundan daha da fazlası gerekir. Kan bağımızın olması dışında onların temsil ettiği değerler ve dünya görüşü ile empati kurabilmeli, onları sevmeli ve benimsemeliyiz. Çağımızın insani değerlerine taban tabana zıt bir kültürü benimsemişler. Onların gerçek yüzlerini tanıyınca sevmemiz hiç mümkün değil.
Biliyoruz ki, Osmanlı sultanlarının hemen hiçbirisi Türk anadan doğma değildir. (lütfen aşağıdaki listeye bakınız)
Sultan analarının hemen hepsi çeşitli ülkelerden cebir ve şiddet kullanılarak alınıp getirilen, küçük yaştaki köle kızlardır.. Tüm Osmanlı Sultanları yasalarımızda “sureti cebirle küçük yaştaki kızın cinsel istismarı” olarak tanımlanan ağır suç fiillerinin mahsulü olup (evlenmeden birlikte olunduğu için) hepsi gayrimeşru doğmuşlardır. Siyasi iktidar için kardeş katili olup, iktidarları boyunca da siyasi cinayetler başta olmak üzere sayısız insanlık suçunun doğrudan veya dolaylı failidirler. Bunların “”o zamanlar adet öyleymiş”” diye savunulması mümkün değil.
İçimizde saf ırktan olan yok, hepimiz biraz karışığız ama Osmanlı hanedanındaki kadar “çok karışık” soyu olanımız içimizde hiç yok denecek kadar azdır. Bu durum Osmanlı hanedanının Türklerle biyolojik akrabalığını tamamen yok eden bir durum.
Peki Osmanlıyla biyolojik akrabalığımız olmasa da kültürel bir akrabalığımız var mıdır?.
Osmanlı Türkçe konuşmuyor. Konuştuğu Arapça – Farsça karışımı hibrid bir dil. Akdeniz levant dillerinden de biraz karışmış. İçinde Türkçe yok denecek kadar az. (Fransızcaya giren Türkçe sözcük sayısı bile Osmanlıcadakinden fazla). Türk gelenek ve kültürü diye bir şeyi temsil etmiyor. Şeklen bir müslümanlığı korusa da kutsal kitaba aykırı her türlü günahı işlemekten de geri durmuyor. Türklerden ve Türklükten nefret ediyorlar.
Osmanlının 623 yıllık saltanatı boyunca iktidar görevi verdiği 215 sadrazamdan sadece 4′ünün Türk asıllı oluşu da çok ilginç değil midir?
(Karamanlı Mehmet Paşa, Çandarlızade İbrahim Paşa, Piri Mehmet Paşa ve Manisalı Lala Mehmet Paşa’nın).
Hırvat kökenli sadrazam Kuyucu Murat döneminde (1606-1611) 155bin insanın doğrandığı ya da diri diri kuyulara doldurulduğu söylenmektedir. Aman dileyen insanlara Kuyucu’nun yanıtı “vurun şu pis Türkün başını” şeklinde olmuştur. Cellatların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat Osmanlı’nın bir yetkilisi, öldürülen çocuk da Anadolu’nun evladı bir Türk değil midir?.
İstanbulun fethinden sonra Osmanlı yönetiminde devletin en yüksek yürütme organlarının Türklere kapalı tutulduğu, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun okullarına Türklerin alınmadığı bilinmektedir. Osmanlı yönetiminde Türke yaklaşım o denli aşağılayıcıdır ki, o günlerden kalan aşağıdaki şiir bu yaklaşımı özetlemektedir.
“Türk değil mi, Merzifon’un eşeği, / Eşek değil köpekten de aşağı.”
Osmanlı’nın bu yaklaşımına Türkün verdiği yanıt da bir şiirin dizelerinde şöyle yer almış;
Şalvarı şaltak Osmanlı / Eğeri kaltak Osmanlı / Ekmede yok, biçmede yok / Yemede ortak Osmanlı
Bernard Lewis bu durumu şöyle anlatıyor;
Türk kimliği yönetimin merkezi olan İstanbul’dan uzak, savaştan savaşa asker toplamak için anımsanan, Anadolu köylerinde kapalı bir kültür içinde dili ve töreleri ile yaşamıştır. Zaman içerisinde Türk yöneticisine o denli yabancılaştırılmış ki, kimi kez Osmanlı efendisine Türk demek hakaret sayılmış. “Türk” sözcüğü, Anadolu köylüleri için, ve üstelik onları aşağılamak ve küfür yerine kullanılır olmuş. (Irki bir anlam taşımayıp, sadece cahil köylüleri aşağılamak için söyleniyor)
Osmanlı tarihçisi Naima “Tarihi”nde Türkler için; nadan (kaba) Türk, idraksiz Türk(etrak-ı biidrak), hilekâr Türk ifadelerini kullanmakta, şöyle demektedir. “Türkmen çözülüp gitmesi yamandır, cem-ü iltiyamına derman yok“. (Türk ulusu ve unsuru öylesine eriyip çözülecektir ki, bir daha birleşmesinin ve bütünleşmesinin ilacı ve dermanı olmayacaktır).
Osmanlı şairi Baki’nin, “Muhteşem Süleyman” olarak bilinen padişaha sunduğu bir şiirinin Türkçesi şöyle: “Her taç yoksulluk ve yokluk ehline baş tacı olamaz / Ey hoca Türk toplumundan olanın başı kabadır / Türk, sultan olma yeteneğinden yoksundur.”
Yine bir Osmanlı şairi olan Nef’i ; “Tanrı, Türke irfan çeşmesini yasaklamıştır” demiş. Divan-ı Hümayun yazmanlarından Hafız Hamdi Çelebi de 1499 yılında yazdığı şiirinde, “Baban da olsa Türkü öldür” nakaratını kullanmakta, üstelik bu sözün İslam Peygamberi Hz. Muhammet’e ait olduğunu vurgulamaktadır. Osmanlı sarayının devşirme yazarlarından Hafız Ahmet Çelebi’nin 1499 yılında yazdığı şiirin bir kıtası şöyle:
Sakın Türk’ü insan sanma / Bir an bile olsa Türkle olma / Türk eline şeker olsa, o şeker zehir olur / Türk’ün başını keserken sakın gam yeme / Baban bile olsa Türk’ü öldür.
Nitekim Anadolu’da öldürülen Türk sayısı, sadece Yavuz Sultan Selim zamanında 50.000 kadar. Gerçi Türkler hakkındaki kötü yargılar Türk saydığımız Selçuklulardan beri yaygın. Örneğin, Selçuklu yazar Aksaraylı Kerimeddin Mahmud da şöyle yazmış: “Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler, fakat düşman kuvvetleri gelirse kaçarlar.”
Osmanlı düşüncesinde, “kavmi necip” olarak görülen Araplar karşısında Türk ulusu aşağılanmıştır. 1912 yılında Sebilürreşt dergisinde çıkan bir yazıda; “Türk” deyiminin kullanılması, dinsizlik, kâfirlik sayılıyor, “Türk hükümeti”, “Türk ordusu”, “Türk ülkesi” deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı söyleniyordu.

Nobel ödülü almış tek Türk olan Orhan Pamuk'a Türklüğü temsilen Kemal Kerinçsiz tarafından dava açıldı. Dava sürdü sürdü ve sonunda Pamuk, Türklüğü temsil eden Kemal Kerinçsiz'e tazminat ödemeye mahkum edildi.

1481 yılında kurulan Galatasaray Lisesi 1868 yılında Abdülaziz tarafından Mekteb-i Sultani adında tekrar açıldığında eğitim dili Fransızca. Okulda Türkçe yasak. Rumca, Ermenice, Latince, Fransızca, Almanca, Farsça, Arapça v.b. öğretiliyor, ama kurulduğundan beri Türkmen öğrenciler okula hiçbir zaman alınmamış.

Osmanlı efendisi İslâmı ancak şeklen uygulayıp, Türklüğü ise hiç benimsemez ve bir tür hakaret telakki ederken Osmanlı düşmanı Avrupalılar da Osmanlılığı Türklük ve Müslümanlıkla eşanlamlı olarak kullanmaya başlamışlar. Türk Arap, Kürt, Müslüman, anlamlarına da gelen jenerik bir isim haline gelmiş. Türklerin Osmanlı’dan nefret etmesi, Osmanlı’nın da Türklüğü “hakaret” saymasına karşın ne garip tecellidir ki bu nefret 20nci yüzyılda Avrupalıların icazeti ve İttihatçıların eliyle birden bir aşka dönüşmüş. Birbirine tamamen zıt bu iki ırk birden tek ve ayni hale gelmişler, Osmanlı artık resmen Türk ve Müslüman olmuş.

Türkiye Osmanlı parçalandığında ortaya çıkan 26 ülkeden sadece bir tanesi ve yüzölçümü onda birinden az olmasına ve onun iktidarının hiçbir nimetinden yararlanmamasına (mesela tüm yer altı petrol zenginliklerini Araplara bırakmasına) karşın onun tüm maddi külfetinin(borçlarının) ve manevi yüklerinin (soykırım suçlamalarının) taşıyıcısı haline gelmişiz. Bu durumu sürdürmemiz ve Osmanlıya saygı göstermemiz aslında Osmanlıdan hep zulüm ve şiddet görmüş olan gerçek ecdadımıza saygısızlık değil midir?

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...