14 Eylül 2013

SURİYE'DE YAŞANAN VAHŞET VİDEO GÖRÜNTÜLERİ LANET OLSUN BU İNSANLARA



SURİYE'DE YAŞANAN VAHŞET
 LANET OLSUN BU İNSANLARA

KUTU NUMARALARINDAKİ  linklere tıklayın 
VİDEO 
görüntülerindeki vahşeti görün
=========================================

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAYATI VE KİŞİLİĞİ




ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAYATI VE KİŞİLİĞİ

ERZURUM'LU İBRAHİM HAKKI'NIN İNSAN ANLAYIŞI



ERZURUM'LU İBRAHİM HAKKI'NIN İNSAN ANLAYIŞI

YÜZ YAPISI & İNSAN KARAKTERİ İLİŞKİSİ (TARİHTEN GÜNÜMÜZE GELİŞİM SÜRECİ)



YÜZ YAPISI & İNSAN KARAKTERİ İLİŞKİSİ
(TARİHTEN GÜNÜMÜZE GELİŞİM SÜRECİ)

MARİFATNAME ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI



MARİFATNAME ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI


İSLAM PRENSİPLERİ ANSİKLOPEDİSİ






İSLAM PRENSİPLERİ ANSİKLOPEDİSİ

VÎRÂNÎ’NİN FAKR-NÂME’SİNDE MEZHEBİ UNSURLAR



VÎRÂNÎ’NİN FAKR-NÂME’SİNDE MEZHEBİ
UNSURLAR


İSLAM AKAİT SİSTEMİMDE GELİŞMELER Ve IMAMi AZAM EBU HANİFE


İSLAM AKAİT SİSTEMİMDE GELİŞMELER 
Ve  
IMAMi AZAM EBU HANİFE

İMAM A‘ZAM EBÛ HANÎFE’NİN KİŞİSEL VE TOPLUMSAL YAŞAMINA BİR BAKIŞ




İMAM A‘ZAM EBÛ HANÎFE’NİN KİŞİSEL VE 
TOPLUMSAL YAŞAMINA BİR BAKIŞ


TÜRKLERDE İSLAMİYET ÖNCESİ İNANÇ SİSTEMLERİ - ÖĞRETİLER-DİNLER




TÜRKLERDE İSLAMİYET ÖNCESİ İNANÇ SİSTEMLERİ 
ÖĞRETİLER DİNLER

BOZKURT DESTANI


BOZKURT DESTANI 
Türkler'in ilk ataları Batı Denizi'nin batı kıyısında otururlardı. Türkler, Lin adlı bir ülkenin 
ordularınca yenilgiye uğratıldılar. Düşman çerileri bütün Türkleri erkek-kadın, küçük-büyük 
demeden öldürdüler. Bu büyük ve acımasız kıyımdan yalnızca 10 yaşlarında bulunan bir 
oğlan sağ kaldı geriye. Düşman askerleri bu çocuğu da buldular ama onu öldürmediler; bu 
yaşayan son Türk'ü acılar içinde can versin diye, kollarını ve bacaklarını keserek bir bataklığa 
attılar. Düşman hükümdarı, çeri (asker) lerinin son bir Türk'ü sağ olarak bıraktığını öğrendi; 
hemen buyruk verdi ki bu son Türk de öldürüle ve Türkler'in kökü tümüyle kazına... Düşman 
çerileri çocuğu bulmak için yola koyuldular. Fakat dişi bir Bozkurt çıktı ve çocuğu dişleriyle 
ensesinden kavrayarak kaçırdı; Altay dağlarında izi bulunmaz, ıssız ve her tarafı yüksek 
dağlarla çevrili bir mağaraya götürdü. Mağaranın içinde büyük bir ova vardı. Ova, baştan 
ayağa ot ve çayırlarla kaplıydı; dörtbir yanı sarp dağlarla çevrili idi. Bozkurt burada çocuğun 
yaralarını yalayıp tımar etti, iyileştirdi; onu sütüyle, avladığı hayvanların etiyle besledi, 
büyüttü. Sonunda çocuk büyüdü, ergenlik çağına girdi ve Bozkurt ile yaşayan son Türk eri 
evlendiler. Bu evlilikten 10 çocuk doğdu. Çocuklar büyüdüler; dışarıdan kızlarla evlenerek 
ürediler. Türkler çoğaldılar ve çevreye yayıldılar. Ordular kurup Lin ülkesine saldırdılar ve 
atalarının öcünü aldılar. Yeni bir devlet kurdular, dört bir yana yeniden egemen oldular. Ve 
Türk kaganları atalarının anısına hürmeten, otağlarının önünde hep kurt başlı bir sancak 
dalgalandırdılar... 
Bununla birlikte Destan ile ilgili üç farklı söyleyiş de bulunmaktadır. Bunlar; 
Birinci söyleyiş: 
Hun Ülkesinin kuzeyinde So adı verilen bir ülke vardı. Burada, Hunlarla aynı soydan olan 
Göktürkler otururdu. Bir gün Göktürkler So Ülkesinden ayrıldılar. Bu sırada başlarında Kağan 
Pu adlı bir yiğit vardı. Kağan Pu'nun on altı kardeşi bulunuyordu. On altı kardeşten birinin 
annesi bir kurttu. 
Annesi Göktürklerce en kutsal yaratıklardan biri olarak bilinen ve böyle kabul edilen bir kurt 
olduğu için delikanlı, rüzgârlara ve yağmura söz geçirir, bu iki kuvveti buyruğu altında 
tutardı. 
Bununla beraber, So Ülkesindeki yurtlarından ayrılan Göktürkler düşmanlarının baskınına 
uğradılar. Bu baskında düşmanlar bütün Göktürkler'i yok ettikleri gibi on altı kardeşten 
sadece birisi kurtulabildi. Kurtulan delikanlı annesi kurt olan idi.
Bu delikanlının da, birisi yaz diğeri de kış ilâhının kızı olan iki karısı vardı. Baskından sonra 
her ikisinden ikişer oğlu oldu. Zamanla kalabalıklaşıp çoğalan halk, çocuklardan en büyüğünü 
kendilerine Hakan seçtiler; o zamanki adı Göktürk dilinde değildi. Hakan seçilir seçilmez 
Göktürkçe olmayan bu adını bıraktı ve Türk adını aldı. 
Ondan sonra Türk on kadınla evlendi, bir çok çocukları oldu. içlerinden Asena adını taşıyan 
biri hakanlık tahtına geçince boyun adı da Aşine oldu. 
İkinci söyleyiş: 
Hunların bir boyu olan ve adına Aşine denilen Türk boyu Hazar Denizinin batı taraflarında 
yerleşmişti. Türklerin ilk atası olarak biliniyordu. Rahat ve huzur içinde otururlarken bir gün 
ansızın düşmanların baskınına uğradılar. Baskının sonunda kimse sağ kalmadı. 
Her nasılsa küçücük bir çocuk bu baskından sağ kalmış bir köşeye sığınmıştı. Düşmanlar onu 
da gördüler. Fakat, cılız ve küçük bir çocuk olduğu için kimse ondan korkmadı ve ona 
aldırmadı. Hattâ içlerinden acıyanlar bile çıktı. Ama düşman yine de her ihtimali düşünüp, 
çocuğu öldürmektense kolunu bacağını kesip orada öylece bırakmayı uygun gördü; 
düşündükleri gibi yaptılar. 
Kolunu bacağını kesip, yan ölü hâle getirdikleri çocuğu alıp bataklıkta bir sazlığa attılar; 
bırakıp gittiler. 
O sırada, nereden çıktığı bilinmeyen bir dişi Bozkurt göründü, geldi, çocuğu emzirdi. 
Yaralarını yalayıp iyi etti. O günden sonra da, avlanıp getirdiği yiyeceklerle çocuğu besleyip 
büyüttü, gücünü kuvvetini arttırdı. 
Zamanla Bozkurd'un beslediği çocuk gürbüzleşti. 
Günlerden sonra bir gün, baskın yapıp Asine soyunu yok eden düşman başbuğu, kolunu 
bacağını keserek sazlığa attıkları çocuğun yaşadığını öğrendi. Adamlar gönderip durumu 
öğrenmek, sağ kaldı ise öldürtmek istedi. 
Düşman başbuğunun gönderdiği asker geldiğinde, kolu bacağı kesik gencin yanında bir dişi 
Bozkurt gördü. Dişi Bozkurt tehlikeyi sezmişti, dişleriyle gerici yakaladığı gibi denizin öte 
yanına geçirdi; orada da durmayıp Altay Dağlarına doğru götürdü. Orada, her tarafı yüksek 
dağlarla çevrili bir yaylada bir mağaraya yerleştirdi, onunla evlendi; on oğlan doğurdu! 
Mağaranın bulunduğu yayla yeşillikti; serin gür suları, meyve ağaçlan, av hayvanları vardı. 
Oğlanlar orada büyüdüler, orada evlendiler. Her birinden bir boy türedi. Bunlardan birinin adı
da Asine boyu idi. 
Asine, kardeşlerinin içinde en akıllı, en gözü pek, en yiğit olanı idi. Bu yüzden Türk Hakanı o 
oldu.
Soyunu unutmadı. çadırının önüne her zaman, tepesinde bir kurt başı bulunan bir tuğ dikti. 
Aradan çok yıllar geçti. Aşine boyuna Asençe adlı bir başka yiğit hakan oldu. Bunun 
zamanında ise Aşine boyu, bulundukları yerden çıkıp daha güzel yurtlara yerleştiler. 
Üçüncü söyleyiş: (Usunlar ile ilgili destan) 
Bir not halindedir. Çin devlet adamlarından Cjan-Ken'in, Milattan önce 119 yılında, Çine göre 
batı ülkelerinde yaptığı gezi sonunda gördüklerini ve duydukların yazıp o zamanki Çin 
împaratoruna sunduğu notlan arasında kayıtlıdır. 
"Hun Ülkesinde bulunduğum zaman duydum ki Usun Hanı, Gunmo unvanını taşıyor. 
Gunmo'nun babası, Hunlann batısındaki bir ülkeye sahipti. Gunmo'nun babası bir savaşta 
Hunlar tarafından öldürüldü. Yeni doğmuş olan Gun-mo'yu kırlara attılar. Kuşlar çocuğu 
sineklerden koruyor; bir dişi kurt sütüyle besliyordu. Hun Hakanı buna şaştı. Bu çocuğu 
saydı. Onu kendi terbiyesine aldı, büyüttü. Babasının ülkesini ona geri verdi." 

ERGENEKON DESTAN 
Kaçınız bilirsiniz, biz nerelerden geldik 
Atamız Kayan gibi, dağlardan akan seldik 
Bugün anlatacağım, geldiğimiz yerleri 
O dağları, taşları, ovayı, nehirleri 
İyi dinleyin beni, ki yaşayın o anı
Öyle anlatayım ki, unutmayın o anı
İyi bilin, öğrenin, anlatın unutmadan 
Tek sözü eksiltmeden, bir kelime katmadan 
İl Han Kağan baştaydı, kuvvetliydi Gök Türkler 
Savaşa doymuyordu, heyecanlı yürekler 
Okunun ötmediği, kılıcın yetmediği 
Millet kalmış mıydı ki, tek mağlup etmediği 
Bir de Sevinç Han vardı, Moğolların başında 
Yaşını da bilirim, İl Han Kağan yaşında 
Diş geçirememişti, yiğit Türk çerisine 
İlerlemişti Türkler, Moğol içerisine 
Sevinç Han dayanamaz, mektup yollar dört yana 
Der ki: "Türkler düşmandır, hem bana hem de sana." 
Toplanıp çevre beyler, varırlar bir karara 
Birleşmeli hep birden, açmalı Türk`te yara 
Haber alır İl Han`ım, geldi savaşın çağı
Beş bin ordu birleşse, sönmez Türk`ün ocağı
Gök Türkler yener yine, şaşırır karşı beyler 
Hele bir görün bakın, Sevinç Han şimdi neyler 
Bırakıp hayvanları, kaçar Moğol ordusu 
Bu ne anlama gelir, sorulmamış sorgusu 
Türkler başlar şölene, hem yeyip hem içmeye 
Ama Moğol uyumaz, gelir kanım içmeye 
Ani bir baskın olur, bir bir düşer Türk eri 
Her yan cesetle dolar, ayrık gövdeyle seri 
İki alp er çarpışır, adları Kayan, Tukuz 
Unutma biz bir yaydan, atılan dokuz okuz 
Kayan, kağan oğluydu, dağdan akan sel gibi 
Tukuz, kağan yeğeni, gökten esen yel gibi 
Gözlerinin önünde, yok oldu budunları
Atlayıp da atlara, kaçtılar kadınları
Kaçtılar dediysem ben, sanmayın ki korkudan 5
Beyleri emretmişti, ar denilen duygudan 
Almıla idi biri, Bengül de ötekisi 
Gittiler Kutlu Dağ`a, at üstünde ikisi 
Kayan ve Tukuz, bitik; yığıldılar toprağa 
Türk`ün bu helal kanı, feda olsun bayrağa 
Sevinç Han geri döndü, Türkler öldü sanarak 
Bir kahkaha patlattı, manzaraya kanarak 
Derken bir kıpırdanma, Tukuz kalktı ayağa 
Taşıdı Kayan`ı da, kuytuda bir oyuğa 
Almıla ile Bengül, döndüler sonraki gün 
Ama kaçmalıydılar, öz vatanından sürgün 
Yiğitleri yaralı, halleri yok ölmeye 
Ne ölmeye hal kaldı, ne de bir tek gülmeye 
Kutlu Dağ`a vardılar, kaldılar bir kaç gece 
İyileşti yiğitler, gezdiler gündüz gece 
Aradılar o kadar, sonunda da buldular 
Bu korkulu yaşamdan, sonunda kurtuldular 
Lakin bu yerin yolu, geçit vermez pek kolay 
O anda oluverdi, o ne muhteşem olay 
Bir bozkurt peyda oldu, düştü dördün önüne 
Yol gösterdi onlara, bu cennetin içine 
Öyle bir yer ki ora, Kök Tanrı`dan hediye 
Kapattılar geçidi, yağı bulmasın diye 
Dediler buraya ad, koyalım "Ergenekon" 
"Ergene": "dağ kameri"; ve "diklik" demektir "kon"... 
Asena`nın kurtları, girdiler güzel yurda 
Hepsi duacıydılar, o yol gösteren kurda 
Kağan soyunda gelen, Kayan önderleriydi 
O demirden kurt başlı bayrak gönderleriydi 
Ergenekon onlara, yurt oldu tam dört yüz yıl 
Hatırla o günleri, sarhoşluğundan ayıl 
Dört yüz yıl çoğaldılar, yaşlıları ölürken 
Boy boy oldu Tukuzlar, Kayat ve de Türülken 
Tukuzlar ve Türülken, atalarıdır Tukuz 
Sonra da bu iki kol, oldular Dokuz Oğuz 
Kayat; soyu Kayan`ın, kağanlar hep bu boydan 
Çıkmadılar töreden, hepsi de aynı soydan 
Şölen yaptılar her yıl, anarak kutlu günü 
Unutmadılar bir an, ne yağıyı ne dünü 
Dört yüzüncü şölende, kağandı Börte Çine 
Türk`ün öç duyguları, bir başka coştu yine 
O savaşta olanlar, Gök Türk`üme ar gelir 
Sığmaz oldu tümenler, Ergenekon dar gelir 
Ama burdan çıkmanın, bir çaresi yok muydu 
Demirden dağı gören, o tarihte yok muydu 
Bütün halk arar oldu, kurtuluşun yolunu 6
Gözler hep tarar oldu, hem sağını solunu 
Bir çocuk çoban vardı, yiğit Tirek adında 
O ne kaval çalardı, bu on yedi yaşında 
Bu Tirek çalmaz sanki, kavalıyla inlerdi 
Çalmaya başlayınca, bütün oba dinlerdi 
Kavalıyla dosttu o, üflerdi sevdasını
Kattı Ergenekon`dan, bir çıkış arzusunu 
Gök gözlü bir kök böri, varıp geldi önüne 
Sonra yavaaaş yürüdü, bir çıplak dağ yönüne 
Tirek eve dönünce, anlattı demirciye 
Dedi: "Ey bilge kişi, bu kurt gelir de niye?" 
Demirci hazırlandı, sabah Tirek`le gitti 
Düştü kurdun peşine, dağ önünde yol bitti 
Anladı ki demirci, bu dağ saf demirdendir 
Ve bu gök tüylü böri, ulu Kök Tengri`dendir 
Dönüp anlattı Han`a, bütün bu olanları
Demir dağı eritip, yol açmak planları
Yığdılar odun, kömür ve devasa körükler 
Bu son umutlarıydı, çıkmalıydı Gök Türkler 
Dualar eşliğinde, yakıldı koca ateş
Sonunda eridi dağ, sevindi bacıkardeş
Bir öncü yolladılar dışarıya bakmaya 
Sabırsızdı Gök Türkler, öz yurduna akmaya 
Öncü giden dönünce, mutlu haber verince 
Tuğlar kalktı havaya, bu ereğe erince 
Çıkıp Ergenekon`dan, dost ile dost oldular 
Varıp atayurduna, yiğitçe öç aldılar 
Yüzlerce yıl solmadan, hep tomurcuk verdiler 
Dirlik düzen içinde, yaşayıp yeşerdiler 
Ateşte demir dövüp, her yıl hiç unutmadan 
Yaşattılar o günü, hem de hiç aksatmadan... 
Ozan Çu-çu anlattı, size kutlu destanı
Siz de anlatasınız, gence dostu düşmanı
Sözümüz uzun oldu, lakin gönülden oldu 
Giden bir kaç dakika, yine ömürden oldu... 

ORTA DOĞUDA DÜRZİLER




ORTA DOĞUDA DÜRZİLER

YECÜC VE MECÜC HAKKINDAKİ HADİSLERİN İSNAD VE METİN ...




YECÜC VE MECÜC HAKKINDAKİ HADİSLERİN İSNAD VE METİN ...



HIRİSTİYAN TEOLOJİSİNDE DECCAL VE YECÜC - MECÜC KAVRAMLARI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME



HIRİSTİYAN TEOLOJİSİNDE DECCAL VE YECÜC - MECÜC 
KAVRAMLARI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

TÜRK MİLLİYETCİLİĞİNİN DOĞUŞU 1876-1908 YAZAR DAVİD KUSHNER




TÜRK MİLLİYETCİLİĞİNİN DOĞUŞU 
1876-1908 YAZAR DAVİD KUSHNER

OSMANLI DEVLETİNİ KURAN HANEDANIN SÖY KÜTÜĞÜ




OSMANLI DEVLETİNİ KURAN HANEDANIN 
SÖY KÜTÜĞÜ
TARİHTEN GÜNÜMÜZE KARAKEÇİLİLER

İMAM-I RABBANİ MEKTUBAT TERCÜMESİ





İMAM-I RABBANİ MEKTUBAT TERCÜMESİ

ORTA ASYA TÜRK TARİHİ





ORTA ASYA TÜRK TARİHİ

ORTA ASYA'NIN GİZEMLİ HALKI SOĞDLULAR,SOĞD VE SOĞDCA




ORTA ASYA'NIN GİZEMLİ HALKI SOĞDLULAR,SOĞD VE SOĞDCA

ORTAÇAĞ ANADOLU’SUNDA TÜRK-İSLÂM MEDENİYETİNİN OLUŞMASI (636-1100)





ORTAÇAĞ ANADOLU’SUNDA TÜRK-İSLÂM MEDENİYETİNİN OLUŞMASI 
(636-1100)

KARBELAYI DOĞRU OKUMAK




KARBELAYI DOĞRU OKUMAK

KADININ OLMADIĞI YERDE UYGARLIK OLMAZ


Kadının Olmadığı Yerde Uygarlık Olmaz..

Toplumların gelişmişlik düzeyi ile ilgili en şaşmaz ölçüt kadının yeridir. Kadınlara hak ettiği değerin verilmediği bir toplumun uygar olduğundan, gelişmiş olduğundan asla söz edilemez. Çünkü, uygarlık en temelde insan olmanın başlı başına bir değer, hem de insanlığın temel değeri olduğu gerçeği üzerine inşa edilir. İnsanoğlu, insanlığı “ana”dan öğrenir. Kadına saygı duymayanlar, insan olma sürecinin en alt basamaklarına takılıp kalmış sayılırlar.
Medeniyetin merkezine “insan”ı, insana saygıyı yerleştirerek düşündüğümüzde, “kadın” sorununun sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın sorunu olduğunu görmezlikten gelemeyiz. Gerçekten de, dünyanın her yerinde, yeterince insan olamayanların, vahşiliklerini, cahilliklerini, ezilmişliklerini kadın üzerinden yansıttıklarını görmekteyiz. Bu durum, Müslüman kadının acılarını elbette hafifletmez. Eğer bugün bir buçuk milyara yaklaşan Müslümanların yaşadıkları bölgelerde hala kan varsa, hala gözyaşı varsa, bu hem en çok sıkıntı çekenin kadınlar olduğunu, hem de, kadına saygıyı öğrenemeyen ve içselleştiremeyen toplumların ezilmeye mahkum olduklarını gösterir.
Müslümanlıktan, Müslümanların yaşadığı yerlerden söz edildiği zaman, hem uygarlık, hem de kadın konusunda, gerçekten ciddi çelişkiler karşımıza çıkmaktadır. İslam uygarlık iddiası olan bir dindir. Nitekim, Müslümanlar, her ne kadar bugün, varlığından söz etmek pek mümkün değilse de, insanlığa muazzam bir uygarlık hediye etmişlerdir. Bu uygarlık, Kur’an’ın getirdiği yeni bir “insan”, yeni bir “tabiat” anlayışı üzerine, yeni bir değerler sistemi ile inşa edilmiştir. Bu uygarlıkta kadının hissesi, gerçekten ciddi bir araştırma konusudur. Biz, Müslümanların son iki asırdır içine sürüklendiği açmazda, genelde “insan” özelde “kadın” algısındaki çarpıklığın ciddi ölçüde etkin olduğunu düşünüyoruz. Bu sebepten, çok açık olmasına rağmen görmezlikten gelinen bazı çelişkilere dikkat çekmek istiyoruz.
Müslümanların, Tanrı’nın muhatabı olan “insan”ı yeniden keşfetmeleri gerekmektedir; “insan” algısında ciddi sorunların olduğu kanaatindeyiz. Bu sebepten, kadının statüsü meselesi, müthiş bir çelişkiler yumağını açığa çıkartmaktadır. Şöyle ki, hem cennetin anaların ayakları altında olduğunu söyleriz, hem de anaları/ kadını ayaklar altına alırız. Erkek bir günah işlerse, “elinin kiri” olur; kadın bir günah işlerse, “namusun temizlenmesi” gerekir. Bir erkeğin, kendi kız kardeşine davranışı ile, bir başka erkeğin kız kardeşine davranışı arasında uçurumlar kadar fark vardır. Çelişkinin en ağırı da, bir ananın kendi kızına bakışı ile, oğlunun birlikte olduğu bir “başka ananın kızı”na bakışı arasındaki farkta ortaya çıkar… O zaman meselenin adını koymak gerekir: Her erkek bir kadının eseridir. Uygarlıktan söz edeceksek, işe öncelikle kadınlardan başlamak gerekir. Uygarlığın tohumlarını kadınlar eker…
İslam’da kadının yeri ve statüsü konusundaki çelişki, Kur’an’ın talepleri ile, Müslümanların yaşadıkları fiili gerçeklik arasındaki uçurumda daha açık gözlenebilmektedir. Kur’an, kadın ve erkeği, yaratılışta, özde eşitlerken, gelenek çoğu zaman kadını görmezlikten gelir. Kur’an, insanlığın doğal akışına müdahalede bulunurken, önce insanın yerini yeniden belirlemiştir: İnsan topraktan yaratılmıştır. Bunun anlamı, insan olmanın, kadın olmaktan, ya da erkek olmaktan önce geldiğidir. Kendisinin “insan” olduğunun farkında olan her insan, Allah’ın topraktan yarattığı bir varlık olarak her insanın “eşit” olduğunu bilir. Toprak insanları eşitlemektedir. Rum suresinin 20 ve 21. ayetleri, kadın ve erkek olma konusunda ana ilkelerden birisini bize hatırlatmaktadır: “Sizin topraktan yaratması, O’nun delillerinden/ mucizevi işaretlerinden birisidir ve sonra siz (bir süreç içinde) beşer olarak gelişip kişilik kazandınız. Yine sizin için kendileriyle huzur bulasınız diye kendi cinsinizden eşler yaratması, aranıza sevgi ve merhameti yerleştirmesi de O’nun delillerinden/ mucizevi işaretlerindendir. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen insanlar için dersler vardır.” (Rum, 30/20-21)
Kur’an’a göre, kadın ve erkek “aynı öz/can”dan yaratılmıştır. Yüce Yaratıcı bu gerçeği şöyle ifade eder: “Ey insanlar! Sizi bir tek canlı varlıktan yaratan, ondan da eşini var eden ve her ikisinden de pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Kendisi adına birbirinizden hak talep ettiğiniz Allah’a karşı sorumluluk bilinci duyun ve bu akrabalık bağlarını gözetin. Şüphesiz Allah üzerinizde daimi bir gözetleyicidir.” (Nisa, 4/1) Kur’an, “kadınların erkekler için, erkeklerin de kadınlar için bir elbise/örtü” gibi olduğuna dikkat çeker (2/187). Aslında, aynı özden kadın ve erkek olarak yaratılmış olan insan, her şeyiyle, her haliyle özgün bir varlıktır. Ancak, insani bütünlüğün sağlanabilmesi, eşler arasında oluşan ilahi sevgi ve rahmetin açığa çıkarılmasına, geliştirilmesine, büyütülmesine bağlıdır. Müslümanların bu sevginin ne kadar farkında olduklarını gerçekten düşünmek gerekmektedir.
Sadece ilke bazında dikkat çektiğimiz bu gerçekler, Hz. Muhammed’in sağlığında, kadına gerçekten kişilik ve özgürlük kazandırmıştı. Öyle ki, Hz. Ömer, hicret sonrası Mekke’den gelen kadınların Medineli kadınlara özenerek özgürleştiklerini, kendi varlıklarının farkında olduklarını dile getirmek ihtiyacı hissetmişti. Hz. Ömer hutbe okurken, üzerindeki elbisenin hesabını soran bir kadın sahabe idi. Hz. Ömer zamanında bugünkü karşılığı zabıta amirliği olan “Hisbe”nin başında bir kadın görev yapıyordu; çarşı- pazar ondan soruluyordu. Uhut’ta Hz. Peygamber’in dişinin kırılmasına yol açan kargaşada, vücudunu Hz. Peygamber’e siper ederek şehit olanların içinde bir kadın Müslüman vardı. Peygamberliğinin en zor aşamasında Hz. Muhammed’in yanında sevgili eşi Hz. Hatice vardı. Bütün bunları geçmişe öykünme amacıyla dile getirmiyoruz. Bugün gelinen noktada, eğer özgürlükten, özne olmaktan, insanca yaşamaktan söz edeceksek, işe kadınlardan başlamak gerektiğini hatırlatmak istiyoruz. Kendilerine güvenemeyen, kendilerinden korkan erkekler, kadını eve hapsederek kendilerini güvence altına almak istemektedirler. Toplumda özgürlük bilincinin gelişebilmesi, kadınların özgür bireyler oldukları bilinci ile doğru orantılıdır. Tekrar edelim: Her erkek bir kadının eseridir. Kadının olmadığı yerde uygarlık olmaz.
Prof.Dr.Hasan ONAT

GÜNEŞİN DOĞUŞU BATIŞINDAN DAHA GÖRKEMLİ OLUR


GÜNEŞİN DOĞUŞU BATIŞINDAN DAHA GÖRKEMLİ OLUR
Güneşin doğuşu her zaman muhteşem olur; her ne kadar insanların çoğu güneş doğarken karanlıkları yaşam biçimine dönüştürmek istercesine yorganın altına saklansalar da. Güneş doğarken kendilerini uykuya mahkum edenler, elbette güneşin batışının güzelliği ile yetinmek zorunda kalacaklardır. Güneş doğarken ufuk çizgileri iyice belirgin hale gelir, netleşir. Sanki varlık-yokluk sınırının açığa çıkması gibi bir şey bu.
Güneş, her sabah yeni bir güneş olarak doğar. Önce yıldızlar, belki de güneşe saygılarından bir bir gözden uzaklaşmaya başlarlar. Ay sessizce bir kenara çekilir. Güneş, doğarken kamaştırır gözleri; ısıtmasa bile aydınlatır her yeri; eritir karanlıkları, arıtır ruhları. Yüce Yaratıcı Şems (Güneş) suresinde şöyle buyurur: “Güneşi ve onun aydınlık veren parlaklığını düşün, ve güneşin ışığını yansıtan ayı! Dünyayı gün ışığına çıkaran gündüzü düşün; ve onu karanlığa boğan geceyi. Gökyüzünü ve onun harika yapısını düşün ve yeryüzünü, onun genişliğini.
İnsan benliğini düşün; ve onun nasıl amacına uygun şekillendirildiğini. Ve nasıl ahlaki zaaflarla olduğu kadar sorumluluk bilinciyle de donatıldığını düşün! Her kim (benliğini) arındırırsa, kesinlikle mutluluğa erişecektir; onu (karanlığa) gömen ise hüsrandadır.” (Şems, 91/1-10) Bu sureyi anlayabilmek için, gerçekten de güneşin doğuşunu izlemek gerekiyor. Güneşin ilk ışıkları ile birlikte,

RUM SURESİ'NDEN FIRKA FIRKA BÖLÜNMEYİNİZ


RUM SURESİ'NDEN 
FIRKA FIRKA BÖLÜNMEYİNİZ

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
30- AYET
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

31- AYET
Başkasından geçerek hep O'na gönül verin ve O'ndan sakının. 
Namaza devam edin ve müşriklerden olmayın.

32- AYET
O müşriklerden (olmayın ki) onlar, dinlerini ayırıp öbek öbek olmuşlardır. 
Her grup kendilerindekine güvenmektedir.

33- AYET
Bununla beraber insanlara bir keder dokunduğu zaman her şeyden geçerek Rablerine yalvarır, dua ederler; sonra tarafından bir rahmet tattırıverdiği zaman da bakarsın onlardan bir kısmı tutar, O Rablerine ortak koşarlar.

ŞİİLİĞİN DOĞUŞ MESELESİ




ŞİİLİĞİN DOĞUŞ MESELESİ

İSLAM TARİHİNDE DİNİN POLİTİKAYA ALET EDİLMESİNİN İLK ÖRNEKLERI

İSLAM TARİHİNDE DİNİN POLİTİKAYA ALET EDİLMESİNİN İLK ÖRNEKLERI 
 Doç.Dr. Mehmet ÇELİK ÖZET 

 İnsanlık tarihi boyunca hep yönetenler ve yönetilenler olagelmiştir. Yönetenler “Hakimiyet” unsuru olarak değerli ve kutsal olan her olguyu, bu gaye uğruna kullanmışlardır. Tarih boyunca bu değerli ve kutsal olan olguların başında da “din” gelir Hz. Peygamberin vefatından hemen sonra, 

Müslümanlar arasında ortaya çıkan “yönetme” sorunu, dinî öğeleri toplumsal ve siyasal hayata taşımıştır. Kur’an sayfalarının mızrakların ucuna takılarak savaş meydanlarına taşınması, peygamberin vefatından çok kısa bir süre sonra (yaklaşık 30 yıl) gerçekleşmiştir. İlk Müslümanlarla başlayan bu anlayış, 

1400 yıllık İslam tarihinde, İslam bilginleri tarafından hep “üstü örtülerek” ele alınmıştır. Bunun da nedeni, Sahabe de olsa ilk Müslümanlara bir “kutsiyet” atfetme anlayışıdır. Bu çalışmanın en önemli yönü bu örtünün kaldırılmasıdır.  
Hilafet, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Aişe, Muaviye, Cemel, Sıffın.

 SUMMARY THE FIRST EXAMPLES OF RELIGION MINGLED WHIT POLITICS IN ISLAM HISTORY The rulers and common citizens have all existed in the human history. The governing bodies have used every precious and holy concept to achieve their goals to “dominate”, the society, “Religion” takes the firs place among this precious and holy concepts. Immediately after the death of Hz. Peygamber (Mohammed) the problem to find a “ruler” to the society, carried the riligious issues to social and political life. It occured only after a short time (approximately 30 years) after the death of Hz. Peygamber that people carried the pages of Kor’an stuck on their spearheads in the battlefields. Such an understanding, which began whit the early Muslems, has always been concealed from notice Islamic scholars in the 1400 years of Islam History. The reason for this approach was to ascribe a holiness to the early believers (sahabes) the most striking part of this study is to unveil the so-called hiddin truth. Key Words: 

Hilafet, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Aişe, Muaviye, Cemel, Sıffın

Sosyal Bilimler Dergisi 2000 10 (1) 

 Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye hicreti (M.622), yeni bir dönemin başlangıcıdır. Mekke döneminde organize olamamış bir cemaat görüntüsünde olan Müslümanlar, Medine’de devletleşmeye ilk adımı hicretle birlikte atmış; 

Medine’nin Gayr-ı Müslim sakinleriyle (Müşrik ve Yahudiler)

1 yapılan antlaşmalar hukuki bir devletin temel taşını oluşturmuştur

2 . Tabiatiyle Hz. Peygamberin bu 10 yıllık Medine hayatı, kendine özgü şartları olan müstesna bir devirdir. 

Hz. Muhammed hem din önderi, hem de devlet başkanı sıfatını taşıyordu. Mescidini hem devlet merkezi, hem başkomutanlık, hem eğitim merkezi ve hem de ibadethane olarak kullanıyordu.  Müslümanların gerek dini ve gerekse dünyevî işlerinde son söz O’nundu

3 . Böylece herhangi bir dini veya siyasi gruplaşmadan söz edilemezdi. 

Her tür ihtilaf, neticede Hz. Peygamberin huzurunda çözüme kavuşturulurdu. Özet olarak ifade edilecek olunursa; din ile politika Hz. Peygamber döneminde hiç karşı karşıya gelmedi. Hep birbirini tamamlayıcı unsurlar oldular. Tabii olarak bunun başlıca sebebi; bu iki görevin de Hz. Peygamberin şahsında toplanmış olmasıydı. 

Daha açık bir ifade ile O’nun birinci görevi; Allah’tan gelen ilahi emirleri insanlara tebliğ etmek, ikincisi ise, bu vahiy hükümlerine göre, başkanı bulunduğu toplumu (devleti) yönetmekti. 

O’nun vefatıyla (M.632) birinci görevi sona erdi ise de, ikinci görevi Müslümanlar arasında devam etti. İşte bu ikinci görevin devamında zaman zaman ihtilaflar çıktı; kan döküldü ve Allah’ın kutsal kitabı, kısacası din politikaya alet edildi. Esas araştırma konumuz olan 

“İslam Tarihinde Dinin Politikaya Alet Edilmesinin İlk Örnekleri”ne geçmeden din öğesinin o günkü toplumda fonksiyonunu daha iyi anlamak için, Hz. Peygamberden sonra ilk üç halife dönemine kısaca göz atmakta fayda mülahaza ediyoruz. 


 Medine’de iki kabile meskun idi. 
Bunların ikisi de İslâmiyeti kabul etmelerine rağmen, bir kısmı hala müşrikti. 
Ayrıca Medine’de üç Yahudi kabilesi vardı. 
Bunlar Ben-i Kureyza, 
Ben-i Kaynuka ve Beni Nadir idi. 
 2 
 Bu antlaşma metinleri için bkz. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi (Çev. M.Said Mutlu), 3. baskı, İstanbul-1967, C-l, s. 131-134. 3 
 Gerçi dünyevi işlerde esas olan şur’a idi. 
Kur‘an-ı Kerimin birçok ayetinde buna işaret edilmiştir. Hz. Peygamber de dünyevi işlerde bu şura esasına riayet ederdi. Zaman zaman O’nun görüşlerinin aksine de karar çıkabilirdi (Uhud örneğinde olduğu gibi). 

Ancak temel ilke; Resulullah gerekli müşavereyi yaptıktan sonra, şartlar neyi gerektiriyorsa, o yönde karar verirdi. 
Şura ile ilgili 
bkz. Mahmud Babilli, İslâm’da Şura (Çev. N.Armağan-K. Çobanbeyli) Fikir Yayınları. İstanbul-1973, s. 36-38. Halife 

Seçiminde Din Öğesinin Fonksiyonu 
 Hz. Peygamberin vefatı, Müslümanları devlet yönetimi hususunda hazırlıksız yakalamıştı. Peygamber hayattayken hiç kimse böyle bir konuyu düşünmediği gibi, hastalığı sırasında da bu konu hiç tartışılmadı. 

Büyük bir ihtimalle, Hz. Peygamberin öleceğini hiç kimse aklına getirmemiş olmalıdır 

4 . Ayrıca bu konuda Kur‘an-ı Kerim’de bir hüküm bulunmadığı gibi, Hz. Peygamberden de bu konuda bir söz veya işaret de sadır olmamıştı 

5 . Konu, Hz. Peygamberin naşı henüz defnedilmemişken, Ben-i Saide gölgeliğinde Ensar tarafından tartışılmaya başlandı. Evs ve Hazrec kabileleri İslâma yaptıkları hizmeti ve Medine’nin de yerlileri olmayı göz önüne alarak, hilafetin kendi hakları olduğunu kabul ederek, Sad b. Ubade üzerinde anlaştılar

6 . Bu haber duyulunca, Hz. Ömer, Ebu Ubade ve Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamberin evinden hızla toplantı yerine geldiler. Burada yapılan konuşmalar neticesinde önce tansiyon düşürüldü

7 . Daha sonra bu işe kimin layık olduğu tartışılmaya başlandı. Bu iş için ortaya atılan vasıflar arasında en önemlileri şu ikisi idi: a) İlk Müslümanlardan olması, b) Hz. Peygambere yakınlığı 

8 . Bu iki vasıf da en çok Hz. Ebu Bekir’de vardı. Dini öğe ağır basınca, Hz. Ebu Bekir’in üstünlüğü tartışılmazdı. Böylece ilk halife seçilmiş oldu
9 . 
Hatta Hz. Peygamberin vefatı, Müslümanlar üzerinde şok etkisi yapmıştı. Kimse buna inanamıyordu. Hz.Ömer kendisini öylesine kaybetmişti ki “Hz. Peygamberin öldüğünü söyleyeni kılıcıyla parçalayacağını haykırıyordu... 

Bu konuda geniş bilgi için tüm İslâm Tarihi, Siyer ve Megazi kitaplarının ilgili bölümlerine bakılabilir.

 5 Ancak bu konuda Şia ve Şii kaynaklar EhI-i Sünnet’e muhaliftirler. 
Hz.Peygamberin hayatta iken birçok defa kendisinden sonra yönetimin Hz. Ali ve evlatlarının hakkı olduğuna işaret ettiğini; hasta iken de vasiyetini yazdırmak istediğini ve bunu yazılı olarak belgelemeyi arzuladığını, ancak 
 Hz.Ömer tarafından engellendiğini iddia etmektedirler. 

Bu konuda geniş bilgi için bkz. Hasan Onat, Emevi Devri Şii Hareketleri 
(Basılmamış Doktora Tezi), 
1., Ankara-1986, s.21, v.d.; Abdulbaki Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiilik, İstanbul-1979, s. 40 v.d.; Cemal Sofuoğlu. Gadir-i Hum” Ankara Üniv., İlahiyat Fak. Der., Ankara-1983, C.XXVI, s.462 v.d. 6 Taberi. Tarih-i Taberi (Çev. Mehmet Eminoğlu). İstanbul-1983. C.III, s. 5 v.d.; lbnü’l Esir; el-Kamil fit-Tarih, İstanbul-1985, C.II., s. 300 v.d 7 İbnü’l-Esir, C.II. s. 302. 8 İbnü’l-Esir, C.II, s. 302-303, 522; Ziyaüddin Rayyis, İslâmda Siyasi Düşünce Tarihi (Çev.Ahmet Sarıkaya) İstanbul-1990, s. 233 v.d. 9 Taberi, C.III, s. 8 ve 67; İbnü’l-Esir, C.II, s. 303 v.d.

İSLAM TARİHİNDE DİNİN POLİTİKAYA ALET EDİLMESİNİN İLK ÖRNEKLERI



İSLAM TARİHİNDE DİNİN POLİTİKAYA ALET EDİLMESİNİN İLK ÖRNEKLERI


Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...