14 Nisan 2018

Azîz Mahmûd Hüdâyî


aziz mahmud hüdayi ile ilgili görsel sonucu
Azîz Mahmûd Hüdâyî
 
Anadolu'da yetisen büyük velîlerden. 1541 (H.948) yilinda Sereflikoçhisar'da dogdu. Bursa'da Muhammed Üftâde hazretlerinden feyz aldi. 1598 (H.1007) de Üsküdar'da câmi ve dergâh yaptirdi. 1628 (H.1038)'de vefât etti. Kabri, Istanbul Üsküdar'da kendi dergâhi yanindaki türbesindedir.
Mahmûd Hüdâyî, Fadlullah bin Mahmûd'un ogludur. Çocuklugu Sivrihisar'da geçti. 

Burada ilk tahsîline basladi. Ilmini ilerletmek için Istanbul'a gitti. Küçük Ayasofya Medresesinde tahsîline devâm etti. Çok zekî olup bir defâ okudugunu zihninde tutar, tekrar kitaba bakmaya lüzum hissetmezdi. Hocalarindan Nazirzâde Ramazan Efendi, ona husûsî bir ihtimâm gösterdi. Mahmûd Hüdâyî genç yasta; tefsîr, hadîs, fikih ve zamânin fen ilimlerinde büyük bir âlim oldu. Hocasi Nâzirzâde onu yanina yardimci olarak aldi. 

Mahmûd Hüdâyî, bir taraftan hocasi Ramazan Efendiye yardim ederken, diger yandan da Halvetî yolunun seyhlerinden Muslihuddîn Efendinin sohbetlerine katilarak tasavvuf yolunda ilerlemeye çalisti. Bu arada hocasi Nâzirzâde'nin, Edirne'de bulunan Sultan Selim Medresesine tâyini çikti. Mahmûd Hüdâyî, yirmi sekiz yasinda iken hocasi ile Edirne'ye gitti. Ramazan Efendi, kisa bir süre Edirne'de müderrislik yaptiktan sonra, Sam ve Misir'a kâdi tâyin edildi. Talebesi Mahmûd Hüdâyî'yi oraya da götürdü. 

Mahmûd Hüdâyî Misir'da Halvetî seyhlerinden Kerîmüddîn hazretlerinden ders alarak, tasavvuf yolunda yetismeye çalisti.
Mahmûd Hüdâyî otuz üç yasinda iken, hocasi Nâzirzâde ile Bursa'ya geldi. Üç sene Ferhâdiye Medresesinde müderrislik yapti. Üç sene sonra, hocasinin vefâti ile Bursa kâdiligina getirildi. Bursa kâdisi olarak vazîfeye basliyan Mahmûd Hüdâyî hazretleri, kâdiligi esnâsinda bir gece rüyâsinda Cehennem'i ve Cehennem'in atesinde tanidigi bâzi kimselerin yandigini gördü. Bu korkunç rüyânin verdigi dehset ve üzüntü içindeki günlerde, bir hanim bir dâvâ getirdi. Bu dâvadan sonra Bursa kâdiligini birakti ki, hâdise söyle idi:
O günlerde Bursa'da, evliyâullahtan olan Muhammed Üftâde hazretleri halkin mânevî terbiyesi isi ile mesgûl olurlardi. Yine Üftâde hazretlerini seven fakir bir kimse vardi. 

Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parasi olmadigi için arzusuna kavusamazdi. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takilir kalirdi. Evde hanimi, yüzü gülmeyen kocasinin bu hâline oldukça üzülürdü. Yine bir sene hac mevsiminde, parasi olmadigi için hacca gidemeyen bu fakir üzüntüsünden ne yapacagini sasirdi. Aralarinda geçen bu konusmanin sonunda elinde olmayarak hanimina; "Eger bu sene de hacca gidemezsem seni üç talak ile bosadim." dedi.

Günler geçti. Kurban bayrami yaklasti. Fakiri bir düsüncedir aldi. Hacca gidemezse, evde hanimi bos olacakti. Bir yerlerden borç bulup hacca gidememisti. Ne yapacagini sasirdigi bir gün, hatirina Muhammed Üftâde geldi. Hemen huzûruna gidip aglayarak durumunu anlatti. O da; "Bizim Eskici Mehmed Dede'ye git, selâmimizi söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur." buyurdu. Fakir, sevinerek huzûrdan ayrildi, süratle Mehmed Dede'nin dükkânina kostu. Mehmed Dede'ye, hocasinin selâmini söyleyip derdini anlatti. Mehmed Dede:

"Ey fakir!Gözlerini kapa. Aç demeden sakin açma." dedi. Fakir gözlerini açtiginda kendilerini Mekke'de buldular. Mehmed Dede, Allahü teâlânin izniyle, fakiri bir anda Hicâz'a götürmüstü. O gün, arefe idi, hacilar Arafat'a çikmislardi. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat'a çiktilar. Ertesi günü Kâbe-i muazzamada vakfeye durdular. Ziyâret edilecek yerlere gittikten sonra, Bursali hacilari buldular. 

Onlar, hemsehrileri olan Mehmed Dede'yi ve Fakiri görünce sevindiler. Fakir birkaç hediye alip, bir kismini da getirmeleri için komsusu olan hacilara emânet etti. Vedâlasarak ayrildilar. Yine Mehmed Dede'nin kerâmetiyle bir anda, Mekke-i mükerremeden Bursa'ya geldiler.Fakir getirdigi bâzi hediyelerle eve gelince, hanimi birkaç gündür eve gelmeyen kocasini eve almak istemedi ve;

"Sen beni bosamadin mi? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun?" dedi. Kocasi da; "Hanim, ben hacca gittim geldim. Iste bu getirdiklerimi de Mekke'den aldim." dediyse de, kadin: "Bir de yalan söylüyorsun. Üç bes gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye verecegim." dedi ve Kâdi Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye gelerek; "Kâdi Efendi! Artik ben bu adamla bir arada yasayamam. 

Nikâhimizin fesh edilmesini istiyorum. Bunun Kurban Bayramindan iki gün evvel Bursa'da oldugunu herkes biliyor. Hâlbuki ona sorun, hacca gitmis, Arafat'a çikmis, seytan taslamis, zemzemler, sürmeler getirmis... Beni aldatiyor. Bir haftada oraya gider, bu isleri yapar ve nasil geri gelir? Yanina da bir yalanci sâhit bulmus. "EskiciBaba gördü, yanimdaydi." diyor ve bu husus ser'iye siciline isleniyor.

Bu sözler üzerine Azîz Mahmûd Hüdâyî, hanimin kocasini mahkemeye çagirtarak onu da dinledi. Fakir; hacca gittigini, Kâbe-i muazzamayi tavâf edip, ziyâret edilecek yerleri gezdigini, Bursali hacilarla görüsüp getirmeleri için emânet dahi verdigini iddiâ etti. Bu sebeple bosanmanin vâki olmadigini söyledi. Fakir, Mehmed Dede'yi sâhit gösterdi. Mahkemeye gelen Mehmed Dede ise kâdinin bu sözlere bir türlü inanmak istemedigini görerek; "A kâdi efendi! Seytan, Allahü teâlânin düsmani oldugu hâlde, bir anda dünyânin bir ucundan bir ucuna gidip gelir de, bir velînin bir anda Kâbe'ye gitmesi niçin kabûl edilmez!" dedi. 

Kâdi hayret ederek, mahkemeyi hacilarin dönüsüne birakti. Aradan günler geçti. Bursali hacilar geldi. Mahkeme gününde sâhid olarak, fakirin hac vazîfesini yaptigini, hattâ verdigi emânetleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdi, sâhitlerin verdigi bu ifâde ile dâvâci hanimin nikâhi fesh etme istegini reddetti. Böylece bosanma olmadi.

Ancak bu hâdise, Kâdi Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendinin günlerce aklindan çikmadi ve çok etkiledi. Nihâyet Eskici Mehmed Dede'nin yanina gidip; "Beni talebelige kabûl buyurmaniz için gelmistim." dedi. O da; "Nasîbiniz bizden degil, Üftâde'dendir. Onun huzûruna giderek mürâcaatinizi bildirin." dedi. Kâdi evine gitti. Hizmetçisine atinin hazirlanmasini emretti. Kendisi de sirmali kaftanini, sarigini giyerek hazirlanan atina bindi. 

Yanina seyisini de alip, Üftâde hazretlerinin dergâhina gitmek üzere yola çikti. Bugünkü Molla Fenârî Câmiinin dogu tarafindaki sokaga geldiginde, atinin ayaklarinin bileklerine kadar kayalara saplandigini gördü. Bütün ugrasmalarina ragmen bir adim ileri süremedi. (Bu kayanin üç kuzular semtinde oldugu da söylenmektedir.) Çâresiz, atindan indi. Sirmali kaftaniyla Üftâde Dergâhina dogru yürüdü. 

Kâdi, dergâha vardiginda, bahçede yamali elbiseler içinde bahçeyi çapalayan bir zât gördü. Ona hitâben; "Ben Bursa Kâdisi Mahmûd'um. Seyh Üftâde'yi görmek istiyorum. Çabuk geldigimi haber ver." dedi. Kâdinin hizmetçi zannettigi Seyh Üftâde hazretleri dinledi dinledi, sonra hafifçe dogrularak:"Yaziklar olsun ey Kâdi Efendi! Herhâlde yanlis yere geldiniz. Burasi yokluk kapisidir ve biz bu kapinin kuluyuz. 

Hâlbuki sen varlik sâhibisin. Bu hâlde ikimizin bir araya gelmesi mümkün mü? Senin ilmin, malin, mülkün, sânin ve mâmûr bir dünyân var. Bizim gibi kullarin Allahü teâlâdan baska kimsesi yoktur. Atin bile gelmek istemeyip ayaklari kayalara saplanmadi mi?" buyurdu. Bu sözler ve yaptigi hatâ Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye çok tesir etti. Gözlerinden iki sira yas döküldügü hâlde; "Efendim! Her seyimi mübârek kapinizin esiginde terk eyledim. Dilegim talebeniz olabilmek ve hizmetinizi görmekle sereflenmektir. Her ne emrederseniz yapmaya hazirim." dedi. Bu samîmî ifâde üzerine Üftâde hazretleri tâne tâne buyurdu ki:

"Ey Bursa kâdisi! Kâdiligi birakacak, bu sirmali kaftaninla Bursa sokaklarinda ciger satacaksin. Her gün de dergâha üç ciger getireceksin!" Her seyi birakacagina, her emri yerine getirecegine söz veren Mahmûd Hüdâyî derhal kâdiligi birakip ciger satmaya basladi. Sirtinda sirmali kaftani oldugu halde, cigerleri, Bursa sokaklarinda, "Cigerci! Cigerciiii!" diye diye bagirarak satiyordu. 

Bursalilarin hayret dolu bakislarina, kadinlarin ve çocuklarin alay etmelerine hiç aldirmiyordu. Onu görenler; "Bursa kâdisi Azîz Mahmûd Hüdâyî aklini oynatmis, timarhânelik olmus." diyorlardi. Bu sekilde, nefsini kirip, rûhunu yükseltmek için her türlü alaya alinmaya katlaniyordu. Her aksam dergâha geldiginde hocasi ona; "Bugün ne yaptin? Cigerleri satabildin mi?" diye soruyor, o da, basindan geçenleri anlatiyordu.

Üftâde hazretleri daha sonra, yeni talebesinin nefsini iyice kirmak ve terbiye etmek için onu dergâhta helâ temizleme isi ile vazîfelendirdi.Hüdâyî bir gün abdesthâneleri yikarken kulagina davul-zurna sesleri geldi. Söyle bir kulak kabarttiginda, kendi yerine tâyin olunan yeni kâdinin geldigini ve halkin karsilamaya çiktigini ögrendi. Bir anlik dalginlik ile kendi kendine; "Yeni kâdi geliyor ha!.. Bîçâre Mahmûd, sen böyle bir meslegi biraktin. Simdi abdesthânelerde temizlik yapiyorsun." diyerek nefsinin aldatmasina yakalandi. 

Ancak daha bu düsünceler geçer geçmez derhal toparlandi ve;
"Mahmûd! Sen seyhine nefsini ayaklar altina alacagina dâir söz vermemis miydin?" diyerek bu hâle tövbe etti. Sonra da nefsini tahkir için elindeki süpürgeyi atarak, taslari sakaliyla süpürmeye baslayacagi bir anda, seyhi Üftâde hazretleri kapida göründü ve;
"Mahmûd, evlâdim! Sakal mübârek seydir. Onunla böyle bir is yapilmaz. Maksad sana bu mertebeyi atlatmakti." buyurarak, Hüdâyî'yi alip içeri dergâha götürdü.

Böylece nefsinin istek ve arzularina sirt çevirip istemedigi seyleri yapmakta büyük gayret sarfeden Azîz Mahmûd Hüdâyî kisa zamanda üstâdinin en önde ve gözde talebesi oldu. Develer yükü kitâbin ona ögretemedigini Üftâde hazretlerinin bir bakisi ögretiyor, gönlünden geçen bir suâline bin cevap birden veriyordu.

Bir gün Üftâde hazretleri talebeleri ile kirlarda sohbet etmislerdi. Bir ara talebeler etrafa dagilarak herbiri birer demet çiçek topladilar. Hüdâyî Efendi ise elinde kurumus ve sapi kirilmis bir çiçek oldugu hâlde döndü. Herkes hediyelerini seyhleri Üftâde hazretlerine takdim etmis o da kabûl ederek memnuniyetini belirtmis ve duâlar etmisti.Hüdâyî de hediyesini verince, Üftâde hazretleri:

"Oglum, arkadaslariniz demet demet çiçek getirdiler. Siz bize bir tek solmus çiçegi mi lâyik gördünüz?" buyurdu. Hazret-i Hüdâyî de; "Efendimize ne getirsem azdir. Fakat koparmak için el uzattigim her çiçek Allahü teâlâyi tesbih ediyordu. Bu tesbihi isiterek el çekip hiç birini koparamadim. Ancak kurumus ve sapinin kirilmis olmasindan dolayi bu çiçegi tesbihten kesilmis gördüm. Bu sebeple bunu getirebildim." 

Azîz Mahmûd Hüdâyî bu cevâbiyla seyhinin bir kat daha muhabbet ve teveccühünü kazandi. Çünkü Üftâde hazretleri Hüdâyî'ye her zaman; "Evlâdim her zerrede Hakk'i göreceksin, her zerreye Hak muâmelesi yapacaksin, baska yolu yok, bu böyledir." derdi. Sevinci, talebesinin bu mertebeye ulasmasindan geliyordu.
Nitekim bir sabah Hüdâyî hazretlerinin artik nihâyete erdigini ve halki irsâda, dogru yolu göstermeye baslayacaginin isâretini verdi. Hüdâyî hazretleri her sabah erkenden kalkarak hocasinin abdest suyunu isitip hazir ederdi. 

O sabah ise uykuya dalmis ve ancak son vakitte uyanabilmisti. Derhâl ibrigi aldi. Fakat isitmaya vakit yoktu. Çünkü hocasinin ayak seslerini isitiyordu. Ibrigi gögsüne bastirmis bir halde kalakaldi. Üftâde hazretleri egilerek; "Haydi evlâdim suyu dök." dedi. Hüdâyî hazretleri ise ibrigi gögsüne bastirmis hâlde duruyor ve buz gibi olan suyu hocasinin eline dökmeye kiyamiyordu. 

Üftâde hazretleri tekrar; "Haydi evlâdim! Ne duruyorsun? Geç kalacagiz." deyince, çekine çekine ve korkarak suyu dökmeye basladi. Ancak hocasinin sözü onu bir kat daha sasirtti. "Evlâdim Mahmûd bu su ne kadar isinmis böyle. Bunu normal ates ile isitmayip, gönül atesi ile isitmissin. Bu hâl artik senin hizmetinin tamam oldugunu gösteriyor."

Böylece Muhammed Üftâde hazretleri, Hüdâyî'ye icâzet, diploma verdi ve onu çocuklugunu geçirdigi Sivrihisar'a, Islâmiyeti yaymak, emir ve yasaklarini bildirmek üzere gönderdi. Azîz Mahmûd Hüdâyî, âilesiyle birlikte Sivrihisar'a giderek hizmete basladi. Ancak burada sâdece alti ay kadar kalabildi. Hocasinin ayriligina dayanamayarak tekrar Bursa'ya geldi. Bursa'ya geldigi günlerde, doksan yasindan ziyâde olan hocasinin hizmetini görmeye basladi. 

Bu hizmetlerinden çok memnun olan Muhammed Üftâde; "Oglum! Pâdisâhlar ardinca yürüsün." diye duâ etti. O sene Üftâde hazretleri vefât etti.
Azîz Mahmûd Hüdâyî mânevî bir isâretle Trakya'ya gitti. Bir müddet sonra da Seyhülislâm Hoca Sâdeddîn Efendi vâsitasiyla Istanbul'a geldi. Küçük Ayasofya Câmii tekkesinde hocalik yapmaya basladi. Bu arada Fâtih Câmiinde, talebelere, tefsîr, hadîs ve fikih dersleri verdi. Burada kaldigi müddet içinde, ilim ve devlet adamlarina kadar uzanan genis bir muhit edindi. 

Bu arada, Üsküdar'da kendi dergâhinin bulundugu yeri satin aldi. Buraya dergâhini insâ eyledi. Dergâhinda yüzlerce talebenin yetismesi için çok ugrasti. Kisa zamanda nâmi her tarafta duyuldu. Akin akin talebeler dergâhina kostular. Hasta kalblerine sifâ olan sohbetlerine kavustular. Onun feyz ve bereketleri ile mârifetullaha kavustular. Dergâh, en fakirinden en zenginine ve en üst kademedeki devlet ricâline kadar her tabakadan insanlar ile dolup tasiyordu. Devrin pâdisâhlari da ona hürmette kusur etmiyorlardi. Üçüncü Murâd Han, Üçüncü Mehmed Han, BirinciAhmed Han, Ikinci Osman Han ve Dördüncü Murâd Han'a nasîhatlarda bulundu. Dördüncü Murâd Han'a, saltanat kilicini kusatti.

1595 yilinda Iranlilarla yapilan Tebrîz seferine Ferhat Pasa ile berâber katildi. Zaman zaman pâdisâhlarin dâvetlisi olarak saraya gidip, onlarla sohbetlerde bulundu.Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin, çesitli câmilerde vâz vermesi için sevenleri devamli taleplerde bulundular. O, Üsküdar Iskelesindeki Mihrimah Sultan Câmii ile Sultanahmed Câmiinde belli günlerde vâz vererek, insanlara feyz ve mârifet sundu.

Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin talebesi olmakla sereflenmek için, herkes birbiriyle yarisiyordu. Bunlarin basinda; Sadrâzam Halîl Pasa, Dilâver Pasa, Seyhülislâm Hoca Sâdeddîn Efendi,Seyhülislâm HocazâdeEsad Efendi, Okçuzâde Mehmed Efendi, Ibrâhim Efendi, NevizâdeAtâyî Efendi geliyordu. O zamandaHüdâyî Dergâhi, Istanbul'un en mühim bir kültür merkezi hâline geldi.Pekçok âlim yetisti.
Osmanli tahtinda yirmi yil kadar saltanat süren Üçüncü Murâd Han, Hüdâyî hazretlerine büyük muhabbet besler ve yapacagi islerde onun ile istisâre yapardi. Pâdisâh 1595 Haziraninda vefât ettigi zaman, Hüdâyî hazretleri su ilâhîyi söylemistir.

Yalanci dünyâya aldanma yâ hû,
Bu dernek dagilir dîvân eglenmez.
Iki kapili bir virânedir bu,
Bunda konan göçer, konuk eglenmez.
Bakma bunun karasina agina,
Gönül verme bostanina bagina,
Benzer hemân çocuk oyuncagina,
Burda akli olan insan eglenmez.
Vârini îsâr et Mevlâ yoluna,
Bunda ne eylersen anda buluna,
Bir gün sefer düser berzah iline,
Otagi kalkacak Sultan eglenmez.
Sen ey gâfil ne sandin rûzigâri,
Durur mu anladin leyl-ü-nehâri,
Yükün yeynildigör evvelden bâri,
Yoksa yolcu gider kervan eglenmez.
Dogrusuna gidegör bu yollarin
Geçegör sarpini yüce bellerin,
Dünyâ zindânidir mümin kullarin,
Zindanda olan kul kolay eglenmez.
Ömür tamam olup defter dürülür,
Sirat köprüsü ve mîzân kurulur,
Hakkin dergâhinda elbet durulur,
Buyrugu tutulur fermân eglenmez.
Hüdâyî n'oldu bu kadar peygamber,
Ebû Bekr u Ömer, Osman u Haydar,
Hani Habîbullah Siddîk-i Ekber,
Bunda gelen gider bir cân eglenmez.

Üçüncü Murâd Hanin yerine geçen Üçüncü Mehmed Han ve ondan sonra tahta çikan Birinci Ahmed Han da Seyh Hüdâyî hazretlerine büyük bir saygi ile bagli idiler.

Bir gün Sultan Birinci Ahmed Han rüyâsinda; "Avusturya Krali ile güres tuttugunu, fakat kendisinin arka üstü yere düstügünü" görmüstü. Zâhiren bakildiginda rüyâ çok korkunç idi. Sabahleyin, derhal huzûra getirilen âlimler ve rüyâ tâbircilerinden hiçbiri bu rüyâyi, Pâdisâhi tatmin edecek sekilde tâbir edemedi. Nihâyet Üsküdar'da bulunan Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin, bu rüyâyi tâbir edebilecegini arz ettiler. Pâdisâh Birinci Ahmed bir mektup yazarak, yakinlarindan biriyle gönderdi ve tâbir edilmesini ricâ etti. 

Haberci, mektubu alip süratle Üsküdar'a geçti. Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin kapisini çaldiginda, onun içerden elinde bir zarf ile kapiya çiktigini gördü. Habercinin getirdigi mektubu alirken, kendi elindeki mektubu da Pâdisâha verilmek üzere verdi ve; Sultânimizin gönderdigi mektûbun cevâbidir." buyurdu. Mektubu saskinlik içinde alan haberci, derhal mektubu sultâna götürdü ve gördüklerini anlatti. Sultan Birinci Ahmed Hanin gönderdigi mektup, daha açilip okunmadan cevâbi gönderilmisti.

Sultan AhmedHan, gönderilen bu mektubu heyecanla okudu. Deniyordu ki: "Allahü teâlâ insan vücûdunda arkayi, cansiz mahlûklarda ise topragi, en kuvvetli olarak yaratti. Insan ile topragin birbirlerine degmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, Pâdisâhimizin arka üstü yere yatmasi ile bu iki kuvvet birlesmistir. Dolayisiyla bu rüyâdan Islâmin temsilcisi olan pâdisâhimizin, küffâra karsi zafer kazanacagi anlasildi." Pâdisâh bu tâbiri pek begendi ve; "Iste gördügüm rüyânin tâbiri budur." dedi. DerhalAzîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerine bin altin gönderdi.

Diger taraftanAzîz Mahmûd Hüdâyî'nin hanimi hâmile olup dogumu yaklasmisti. Fakir olduklari için dogacak çocugun ihtiyaçlarini alamamislardi. ÇünküHüdâyî hazretleri kapisina gelen, kendisine el açan fakir ve ihtiyâç sâhiplerine hiç düsünmeden nesi olsa verirdi. Bu sebeple çogu kez evde yakacak mum bile bulamazlardi. Bu sebeple hanimi;
"Bursa kâdiligini biraktin, medrese hocaligini terkettin...Elindeki malini mülkünü, ona buna vererek harcadin... Dünyâya gelecek yavruya saracak bir bez parçasi bile yok!.." diye yakiniyordu.

Tam bu sirada kapi çalindi. Hüdâyî hazretleri kapiya dogru giderken hanimina da; "Hâtun, Allahü teâlâ istedigin dünyâligi gönderdi." buyurdu. Kapiyi açtiginda Sultan Ahmed Hanin hediyelerini ve bir kese içinde gönderdigi bin altini alarak hanimina teslim etti. Ertesi gün de Pâdisâh kendisi gelerek elini öptü ve talebesi olmakla sereflendi.

Sultan Ahmed Han, bir gün Hüdâyî hazretlerine bir hediye göndermis, o da bunu kabûl etmeyerek iâde etmisti. Pâdisâh bu sefer ayni hediyeyi Seyh Abdülmecîd Sivâsî'ye gönderdi. Onun kabûl etmesi üzerine bir gün pâdisâh kendisine; "Bu hediyeyi Hüdâyî'ye gönderdigim halde kabûl buyurmadilar." dedi. Abdülmecîd Sivâsî de; "Pâdisâhim, Hüdâyî bir ankâdir ki, lâseye tenezzül etmez." cevâbini verdi.

Pâdisâh birkaç gün sonra Hüdâyî hazretlerinin sohbetine gidince; "Geri gönderdiginiz hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabûl etti." dedi. Bu söz üzerine Hüdâyî hazretleri de; "Sultanim! Seyh Abdülmecîd bir deryâdir. Ona bir katre necâset düsmekle pislenmis olmaz." diyerek zârifâne bir cevap verdi.
Sultan Ahmed Han, büyük bir câmi yaptirmak istiyordu. Kararini verdi ve yerini tesbit ettirdi. Temel atma merâsimi için hocasi Azîz Mahmûd Hüdâyî ve diger âlimleri dâvet etti.Kurbanlar kesildi. Temel atmak için ilk kazmayi, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri vurdu. 

Pâdisâh, yoruluncaya kadar temel kazdi. Böyle bir baslangiçtan yillar sonra, câmi yapildi ve açilisini yapmak ve Cumâ hutbesini okumak üzere Azîz Mahmûd Hüdâyî dâvet edildi. Ancak o gün beklenmedik bir sey oldu. Önce bardaktan bosanircasina yagmur basladi. Sonra firtina ile berâber denizde dalgalar büyüdü, yükseldi ve siddetlendi. Bu sartlar altinda Üsküdar'dan Sarayburnu'na geçmek imkânsizlasmisti. Ne var ki Seyh hazretleri Hünkâra söz vermisti. Bu sebeple Üsküdar iskelesine geldi ve bir kayik kiralayarak içine atladi. O binince sâdik talebeleri durur mu? Hemen onlar da bindiler. 

Böylece Seyh hazretleri yaninda birkaç talebesiyle birlikte Sarayburnu'na dogru açildi. Allahü teâlânin izniyle Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin himmeti bereketiyle, kayigin ön, arka ve yanlarindan bir kayik mesâfesinde deniz süt liman oluyor, dalgalar kayiga hiç tesir etmiyordu. Bu sekilde herkes korkudan denize çikamazken, Azîz Mahmûd Hüdâyî kayigiyla selâmetle karsiya geçti. Üsküdar ile Sarayburnu arasindaki bu yola "Hüdâyî yolu" dendi ki, firtinadan uzak, selâmetle gidilen bir deniz yolu oldugu kabûl edilir.

Bu sirada Ahmed Han da, Fevkânî Kasr-i Hümâyûnunda telas ve üzüntü içerisinde Hüdâyî hazretlerini bekliyordu. Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri tam köskün yanina gelince, müthis bir gümbürtü koptu. Kulaklari sagir edecek bir biçimde patlayan gürültünün ardindan düsen yildirim, Kasr-i Hümâyûnun bir yanini çökertti. Binâ allak bullak olmus; ne pâdisâh disari çikabiliyor, ne de bir kimse içeri girip onu kurtarabiliyordu. Ancak Hüdâyî hazretleri telaslanmadilar. Kimsenin de telaslanmasina firsat vermediler. Hemen Kasr-i Hümâyûnun çöken tarafina asâsini dayayip binânin yikilmasina engel oldu. Sonra Pâdisâhi ve yanindakileri tek tek köskten indirdiler.

Bu sirada dayanak direkleri de getirilmis ve çöken yana konulmustu. Köskteki son kisinin de inmesini müteâkip gerekli tedbirlerin alindigini gören Hüdâyî hazretleri, bastonunu dayadigi yerden çektiler. O anda inanilmaz bir olay oldu. Küçük bir bastonun çektigi yüke direkler dayanamayip çatir çatir kirildi ve binâ çöktü.

Bu olayi gören herkes Hüdâyî hazretlerine daha fazla gönülden baglandi. Artik yagan yagmur ve kopan firtina kimsenin umurunda degildi. Büyük bir alayla Sultanahmed Câmiine gelindi. Sonra câmi büyük mürsîdin eli ve duâsi ile ibâdete açildi.
Sultan Ahmed Han, birgün bâzi devlet erkâniyla gezmeye çikmislardi. Ormanlik bir yerde istirâhat ederlerken hizmetçiler bir koyun kesip, kizartarak Pâdisâha ikrâm ettiler. Sultan Ahmed Han besmele çekerek elini ete uzattigi an, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri beliriverdi. Pâdisâha; "Sultânim! Sakin yemeyiniz, o et zehirlidir." buyurdu. 

Etten bir mikdâr kesip, oradaki bir köpege verdiklerinde, köpegin derhal öldügü görüldü.
Zamânin pâdisâhi Ahmed Han; vezirlerinden birini azletmis, mührünü de Üsküdar tarafinda oturan bir baska vezire göndermisti. Yolda mührü götüren haberci, bir deniz kazâsina tutuldugu için mührü denize düsürdü. Mührün denize düstügünü ögrenen Pâdisâh, Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye gidip durumu anlatinca, o da pöstekisinin altina elini uzatip, sulari damlamakta olan mührü Pâdisâha teslim etti.

Sultan Ahmed Han, hocasi Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerini ziyârete gitmisti. Bir müddet sohbetten sonra atlarina binerek gezintiye çiktilar. Karacaahmed mezârliginin yanindan geçerken, Mahmûd Hüdâyî, Pâdisâha dönerek; "Sultânim! Ister misiniz bugün size bir sey göstereyim?" diye sordu. Sultânin, "Isterim!" demesi üzerine, kabristanliga dönerek; "Kalkiniz!" dedi. 

Bu hitâb karsisinda bütün ölüler arpa basagi gibi kabirlerinin içinde dikiliverdiler. Pâdisâh bu hâli gördükten sonra, Mahmûd Hüdâyî; "Dönünüz!" emrini verince, kabir ehli yine eski hâllerine döndüler.
Sultan Ahmed Han, Peygamber efendimizin mübârek Kadem-i serîfin izi bulundugu bir tasi Misir'da Kayitbay Türbesinden Istanbul'a getirtmis ve Eyyûb Câmiine koydurmustu. Sultanahmed Câmii tamamlaninca da Naks-i Kadem oradan alinarak buraya nakledildi. Nakil isinin yapildigi günün gecesinde Sultan Ahmed söyle bir rüyâ gördü:

Bütün pâdisâhlarin toplandigi yüce bir dîvanda Peygamber efendimiz kâdilik yapmaktadir. Kayitbay Türbesini ziyârete vesîle olan "Kadem-i serîf" resmini kendi câmiine nakleden Sultan Ahmed'den dâvâcidir. Peygamber efendimiz dâvâciyi dinledikten sonra, Kadem-i serîfin alindigi yere geri verilmesi istikâmetinde karar verir. Suçlu mevkiinde oturan Ahmed Han, kan ter içerisinde uyanir ve derhal seyhi Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerine giderek rüyâsini anlatir. Hüdâyî hazretleri, rüyâyi; "Emânetin derhâl yerine gönderilmesi." seklinde yorumlar ve Kadem-i serîf tasi Kayitbay Türbesine iâde edilir.

Bu hâdise üzerine Sultan Birinci Ahmed, "Kadem-i Saâdet-i Peygamberî" seklinde bir sorguç yaptirip, Cumâ, bayram ve diger resmî günlerde bereketlenmek için hilâfet sarigina takmaya basladi. Ayrica bir tahta üzerine resmedilen "Kadem-i serîfin" kenarina da:
N'ola tâcim gibi basimda götürsem dâim
Kadem-i resmini dâim Hazret-i Sâh-i Rusülün
Gül-i gülzâr-i nübüvvet o kadem sâhibidir
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.
kitasini kendi hattiyla yazip seyhi Hüdâyî Efendiye gönderdi. 
O da bunu dergâhinin duvarina astirdi.

Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri bir gün Ahmed Hani ziyârete gitmisti. Pâdisâh; "Efendim! Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin, kiyâmet günü talebelerine ve pekçok günahkâr mümine sefâat edecegi hakkinda rivâyetler var. Bu rivâyetlerin dogrulugu hakkinda ne buyurursunuz? diye suâl eyledi. Azîz Mahmûd Hüdâyî hemen cevap vermedi. Bir müddet murâkabe hâlinde kaldiktan sonra; "Bu söz dogrudur." buyurdu. Sonra Padisâh; "Efendim! Acabâ zât-i âlinizin bizlere bir vâdiniz ve müjdeniz yok mudur?" diye sorunca, Mahmûd Hüdâyî ellerini kaldirarak: "Yâ Rabbî! Kiyâmete kadar bizim yolumuza katilan, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip rûhumuza fâtiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar denizde bogulmasinlar. 

Ömürlerinin sonlarinda fakîrlik görmesinler. Îmânlarini kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler." diye duâ eyledi. (Âlimler ve evliyâ bu duânin kabûl oldugunu, bu yola mensup kimselerin hiç denizde bogulmadiklarini ve pekçok kimsenin de vefât günlerine yakin, öleceklerini haber verdiklerini bildirdiler.)
Nitekim Ahmed Han da ölecegini bilip haber verdi. Sâni yüce pâdisâh 1617 senesinde hastalandi. Sirtinda bir yara çikmisti. Mâbeynci Mustafa, Sultânin vefâtindan bir gün önce huzûrunda iken, 

Ahmed Hanin odada sâhibini göremedigi kimselere dört defâ; "Ve aleyküm selâm." dedigini isitti. Sebebini sordugunda, Sultan Ahmed Han; "Su anda yanima hazret-i Ebû Bekr-i Siddîk, hazret-i Ömer, hazret-i Osmân ve hazret-i Ali geldiler. Bana; "Sen dünyâ ve âhiretin sultanligini kendinde toplamissin. Yarin Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin yaninda olacaksin." buyurdular." cevâbini verdi. Hakîkaten ertesi gün vefât etti. Cenâzesinin yikanmasi için hocasi Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri dâvet edildi. Ancak o; "Sultânimi çok severdim. Simdi dayanamam. Ihtiyârligim sebebiyle beni mâzur görün." buyurdu ve talebelerinden Sâban Dede'yi gönderdi.

Kimyâ ilmini ögrenmeye merak eden bir kimse, Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin bu ilimdeki mahâretini, bilgisini ögrenmisti. Bir gün huzûruna çikarak, kimyâ ilmini ögrenmek istedigini arzetti. O anda Azîz Mahmûd Hüdâyî, dergâhinin bahçesinde bir asma agacinin altinda istirahat ediyordu. Hiç kimseyi reddetmek âdeti olmadigi için, talebenin bu arzusunu kirmadi. 

Yeni talebe, bu hususta bir mârifet göstermesi için israr edince, Mahmûd Hüdâyî asma agacindan bir yaprak kopardi. Yapragin üzerine bâzi duâlar okuduktan sonra, talebenin hayret dolu bakislari arasinda yapragin altin oldugu görüldü. Talebe fazla israr edince bu hâli üç defâ tekrâr etti. Talebenin maksadi, tekrârlar esnâsinda duâyi ögrenmekti. Ögrendigine kanâat getirince; "Bu is çok basitmis, ben de yapabilirim." diyerek asmadan bir yaprak aldi ve üzerine ögrendiklerini okudu. Fakat bir türlü altin olmadi. Sonra; "Efendim! Ben de sizin okuduklarinizin aynisini okudugum hâlde yaprak altin olmadi. Sebebi nedir acabâ?" diye sordu. 

Azîz Mahmûd Hüdâyî de; "Evlâdim! Kimyâyi ögrenebilmek için, önce nefsi terbiye etmek icâbeder. Nefsi kimyâ etmeden, bu hallere bu mârifete kavusulamaz." buyurdu.

Azîz Mahmûd Hüdâyî zamâninda Istanbul'da vebâ salgini olmustu. Öyle ki, her gün yüzlerce insan vebâdan ölüyordu. Her evi üzüntüye bogan bu âfet karsisinda halk toplanip Azîz Mahmûd'a basvurdular. Duâ edip, salgindan kurtulabilmeleri için talebde bulundular. Fakat Mahmûd Hüdâyî; "Bu gibi hususlara karismak bize uygun degildir." buyurduysa da, halk duâ etmesi için isrâr ettiler. Onlarin bu isrârina dayanamayan Azîz Mahmûd hazretleri; "Karacaahmed Mezarligina gidiniz. Bir servi agacinin altinda, sâdece hasiri bulunan yasli bir kimse oturur, Ismine Hasirpûs Dede derler. 

Onu bulunuz ve derdinizi anlatiniz. Sâyet red ederse, bizim gönderdigimizi söyleyiniz." dedi. Herkes sevinç içinde Karacaahmed Mezarligina gitti. Hasirpûs Dede'yi bulup durumu anlattilar. Hasirpûs Dede önce kabûl etmedi, Mahmûd Hüdâyî'nin gönderdigini ögrenince derhâl ayaga kalkarak ellerini açti ve duâ etti. Gelenlere dönerek; "Bugün bir kimsenin daha cenâze namazi kilinsin da, sonra vebâ salgini dursun." dedi. O günden sonra vebâ salginindan ölen olmadi.

Zengin bir kimse, Mahmûd Hüdâyî'nin üstünlügünü görmek, anlamak için huzûruna gitti. Hiçkimseye göstermeden, Mahmûd Hüdâyî'nin seccâdesinin yanina elindeki altin dolu keseyi birakti. Ayrilmak için izin isteyince, Mahmûd Hüdâyî; "Birakmis oldugunuz altinlar ile, hem dünyâ hem de âhiret mâmur edilebilir. Altin, velîye de deliye de lâzimdir. Onun için bu altinlari, hayr yoluna sarfetmek üzere kabûlünde bir mahzur görmüyor, red etmeyi uygun bulmuyorum." deyince, o zengin; "Efendim kalbimde gizledigim seyleri aynen ifâde ettiniz." dedi ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye muhabbeti ve hürmeti artmis bir sekilde huzûrdan ayrildi.

Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri, 1628 (H.1038) senesinde hakîkî âleme göçtü. Vefâtindan önce talebeleriyle ve tanidiklariyla helâllesti, vasiyetini yapti. Son nefeste de Kelime-i sehâdet getirerek rûhunu teslim etti. Türbesi Üsküdar'daki dergâhindadir. Âsiklari, onu ziyâret etmekte, feyz ve bereketlerinden istifâde etmektedirler.

Hayatta iken erkek evlatlarinin hepsi vefât etmis bulunan Hüdâyî hazretlerinin zürriyeti kizlari vasitasiyla devâm etmistir.
Azîz Mahmûd Hüdâyî, insanlarin Ehl-i sünnet îtikâdinda bulunmalari ve ibâdetlerini dogru yapmalari için pekçok eser yazmistir. 

Bu eserlerden bâzilari sunlardir: 1) Nefâis-ül-Mecâlis, 2) Tecelliyât, 3) Dîvân-i Ilâhiyât, 4) Habbet-ül-Muhabbe, 5) Necât-ül-Garîk, 6) Tarîkatnâme, 7) Tezâkir-i Hüdâyî, 8) Ahvâl-ün- Nebiyy-il-Muhtâr Aleyhi Salevâtullah-il-Melik-i-Cebbâr, 9) Câmi-ul-Fadâil ve Kâmi-ur-Rezâil, 10) Feth-ul-Bâb ve Ref-ul-Hicâb, 11) El-Feth-ül-Ilâhî, 12) Hâsiyet-ül-Kühistânî fî Serh-il-Fikh-i Keydanî, 13) Hayât-ül-Ervâh ve Necât-ül-Esbâh, 14) Tarîkat-i Muhammediyye, 15) Vâkiât, 16) Serhun alel- Kasîdet-il Vitriyye fî Medhi Hayr-il-Beriyye, 17) Mensûr Mevlîd-i Nebî...

Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri ogullarindan birisinin sünneti için yaptirdigi merâsim dolayisiyla "dünyâya meyletti" denilmesi üzerine su siiri söyledi:
Alan sensin veren sensin kilan sen
Ne verdinse odur dahi nemiz var
Hakîkat üzre anlayip bilen sen
Ne verdinse odur dahî nemiz var
Tutan el u ayak senden gelüpdür
Gören göz u kulak senden gelüpdür
Efendi dil dudak senden gelüpdür
Ne verdinse odur dahî nemiz var
Hudâyâ biz bu zâti kanda bulduk
Neye ef'âl sifâti kanda bulduk
Fenâyi yâ sebâti kanda bulduk
Ne verdinse odur dahî nemiz var
Bizim ahvâlimiz ey Hayy-u Kayyûm
Cenâb-i Pâkine hep cümle mâlûm
Buyurdun oldu illa kaldi mâdûm
Ne verdinse odur dahî nemiz var
Hüdâyî'yi sen eristir murâda
Senindir çünkü hükm arz u semâda
Efendi dahli yok gayrin arada
Ne verdinse odur dahî nemiz var

DAHA BÜYÜK KERÂMET MI OLUR?
Azîz Mahmûd Hüdâyî bir gün, Sultan Ahmed Hanla sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tâzelemek istedi. Ibrik ve legen getirdiler. Pâdisâh hocasina hürmeten ibrigi eline aldi ve abdest suyunu döktü. Sultan Ahmed Hanin annesi de kafes arkasinda havluyu hazirlamisti. Vâlide Sultan kalbinden; "Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin bir kerâmetini görseydim." diye geçirmisti. Bunun üzerine Mahmûd Hüdâyî, Vâlide Sultan'in gönlünden geçenleri anlayarak; "Hayret! Bâzilari bizim kerâmetimizi görmek isterler, Halîfe-i rûy-i zemîn'in elimize su döküp, muhterem vâlidelerinin havlu hazirlamasindan daha büyük kerâmet mi olur?" buyurdu.

SULTANLAR RIKÂBINDA YÜRÜSÜN!
Bir gün Sultan Ahmed Han, mürsîdini ziyâret için Üsküdar'a gelmisti. Çarsidan geçerken, Hüdâyî hazretlerinin alis-veris ettigini gördü. Genç Hünkâr bu esnâda attaydi. Derhal atindan indi, hocasinin elini öptü ve atina binmesi için ricâ etti. Bir müddetHüdâyî hazretleri at sirtinda önde ve Pâdisâh da yaya olarak ardinca yürüdüler. Kisa bir süre sonra Mahmûd Hüdâyî dünyâyi titreten koca bir pâdisâhin, arkasinda yaya yürümesine râzi olmadi ve; "Sultanim! Sirf hocam Muhammed Üftâde hazretlerinin duâsi ve emri yerine gelsin diye bindim. Çünkü o; "Pâdisâhlar rikâbinda yürüsün." diye duâ etmisti." buyurarak atindan indi. Ata tekrar Sultan Ahmed Hani bindirdi.
Sultan Ahmed Hanin bu hâdiseden sonra asagidaki beytleri söyledigi belirtilir:

"Varimi ben Hakka verdim, gayri vârim kalmadi.
Cümlesinden el çekip pes dü cihânim kalmadi.
Çünkü hubbullah eristi, çekti beni kendine,
Açti gönlüm gözünü, gayri gümânim kalmadi.
Evliyânin himmeti, yakti beni kül eyledi,
Sâfiyim, buldum safâyi dü cihânim kalmadi.
Ahmedî der, "Yâ ilâhî! Sana sükrüm çok-durur",
Hamdülillah ask-i Haktan gayri vârim kalmadi."

BILMIYORUM DEMEK ILMIN YARISIDIR
"Ey ogul! Bir mecliste bulundugun zaman az konus. Sana sorulmayan seye cevap verme. Bir sey sorulursa cevâbini bilmiyorsan, bilmiyorum de. Bilmedigine, bilmem demek ilmin yarisidir. Eger cevâbini biliyorsan, kisa cevap ver. Sözü uzatma. Mecliste bulunanlara imtihân için bir sey sorma. Onlarla münâzara ve münâkasa etme. Kendini begenerek en basa, yukariya oturma. Edebe çok riâyet eyle. Edepsizlik her zaman ve her yerde yasak ve sevimsizdir. Her yerin kendine mahsus bir edebi vardir. Arkadaslarina cömertlik et ve iyi muâmelede bulun. 

Dünyâ sevgisini gönülden çikar. Allahü teâlânin rizâsina kavusmak yolunda senin önüne ve yoluna bir sey engel olursa onu terk eyle.
Ey ogul! Dünyâ ve dünyâ nîmeti hayaldir. Gök kubbesi altinda hiçbir sey ayni hal üzere kalmaz, hep degisir. Onun için dünyâ malina, makâmina ve dünyâ hayâtina güvenme. Biz bu dünyâda misâfiriz, yolcuyuz. Sonunda ayrilip gidecegiz. Sikintin varsa üzülme. Bir an sonra ne olacagimiz belli degil."
BU KIS GÜNÜ ÜZÜM OLUR MU?
Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin yükselmesi bâzi talebelerin kiskançligina yol açti. Durumu sezen Üftâde hazretleri, Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin büyüklügünü göstermek istedi. O sirada mevsim kis idi. Disarida kar yagiyor ve firtina esiyordu. Hazret-i Üftâde talebeleri ile yemek yiyorlardi. Sofraya pilav konulunca Üftâde hazretleri; "Simdi bagdan taze kopmus üzüm olsa bu yemekle ne güzel giderdi." dedi. Bu söz üzerine talebeler içlerinden;
"Bu kis günü, bu karda tâze üzüm olur mu?" diye düsünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de kendi kendine; "Mâdem ki bu sözü hocam söyledi, mutlaka bunda bir hikmet vardir." diyerek ayaga kalkti ve; "Efendim! Müsâade ederseniz bendeniz getireyim." deyiverdi. Müsâade edilince, sepeti aldigi gibi Bursa'nin Çekirge mevkiindeki baga gitti.Bag karlar altinda idi. Bir asma çubugunun üzerinden karlari temizlediginde, salkim salkim üzümlerin sarktigini gördü. Bunun, hocasi Üftâde'nin bir kerâmeti oldugunu anlayip, üzümleri sepete koymaga basladi. Asmadaki üzümler bittiginde, sepet de agzina kadar dolmus idi. Sepeti omuzuna alarak yola koyuldu. Yolda, hizli hizli yürürken, birden ayagi kaydi ve bir çukura düstü. Çukur derin oldugundan, çikmak için çok ugrasti fakat basaramadi. Çâresiz kalinca hocasi Üftâde'den yardim istemek hatirina geldi ve içinden; "Imdât! Yâ mübârek hocam!" der demez, çukurun basindan bir ses geldi. "Ey Mahmûd! Uzat elini de yukari çekeyim." diyordu. Basini kaldirdiginda birisinin kendisine gülümsedigini gördü. Elini uzatti. Yukari çiktiginda, bir anda o kimseyi göremez oldu. Yine sepeti omuzuna alarak süratle dergâha dogru gitti. Hocasinin huzûruna vardiginda sohbet devâm ediyordu. Omuzunda üzüm dolu sepeti gören arkadaslari sasirip kaldilar. Üftâde, yardim edenin Hizir aleyhisselâm oldugunu söyledi. Talebeler, hocalari Üftâde'nin, Allahü teâlânin katinda yüksek bir velî oldugunu ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin hocalarina olan teslîmiyetini bir kere daha anladilar.
1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.372
2) Tam Ilmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1033
3) Semerât-ül-Fuâd; s.145
4) Sakâyik-i Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.760
5) Fezleke; c.2, s.113
6) Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi; c.1, s.479
7) Silsilenâme-i Celvetî; s.82
8) Lemezât-ül-Hulviyye vr. 187 a
9) Tezâkîr-i Hüdâyî (Fâtih blm. 2572)
10) Külliyât-i Hazret-i Hüdâyî
11) Hadîkat-ül-Cevâmi; c.2, s.195
12) Menâkib-i Azîz Mahmûd Hüdâyî
13) Azîz Mahmûd Hüdâyî veCelvetiyye Tarîkati
14) Anadolu Evliyâlari; s.86-98
15) Istanbul ve Anadolu Evliyâlari; c.1, s.354
16) Diyânet Islâm Ansiklopedisi; c.4, s.338
17) Mektûbât, Fâtih, Nr. 2572
18) Seyyid Azîz Mahmûd Hüdâyî, Ziver Tezveren
19) Kutbü'l-Ârifîn Seyyid Azîz Mahmûd Hüdâyî, Hayâti-Menâkibi-Eserleri

Abdülhakîm Arvâsî

abdülhakim arvasi ile ilgili görsel sonucu

Abdülhakîm Arvâsî

Orta Anadolu Evliyaları kitabından alınmıştır.
Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden. 1865 (H.1281)'te Van vilâyetinin Başkale kasabasında doğdu. 1943 (H.1362)'de Ankara'da vefât etti. Kabri, Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.

İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan olup seyyiddir. Hazret-i Ali'ye kadar bütün babaları âlim ve velî idi. Birçoğu zamânının kutbu, devrinin en büyük evliyâsı ve rehberiydi. Babası Seyyid Mustafa, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin oğlu Seyyid Ubeydullah'ın halîfesiydi. Gördüğü kimsenin hangi namazı kılmadığını, Allahü teâlânın ihsânı ile yüzünden anlardı. Dînin emir ve yasaklarına bağlılıkta fevkalâde titiz, din bilgilerini yaymada gayretli ve çok cömertti. 

Âlimlere, bilhassa on yedinci asırda Hindistan'ın Siyalkut şehrinde İslâm âlemini her yönüyle ışıklandırmış olan Abdülhakîm Siyalkûtî hazretlerine pekçok muhabbeti vardı. Bir oğlu olursa ona Abdülhakîm ismini verecekti. Seyyid Mustafa Efendinin bir oğlu olduğu gece, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin torunlarından büyük âlim Seyyid Tâhâ hazretlerinin küçük birâderi Abdülhakîm Efendi kendisinde misâfirdi. Seyyid Mustafa Efendinin içindeki dileğine bu ilâhî hikmet de eklenince, doğan oğluna Abdülhakîm ismini verdi.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ilk bilgileri babasının yanında öğrendi. Sonra Başkale'de ibtidâî ve rüştiye mekteplerini bitirdi ve o zaman ilim ve irfan merkezi olan Irak'ın çeşitli şehirlerinde, Müküs kazâsında yüksek âlimlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, mantık, münâzara, kelâm, ilâhî ve tabiî hikmet, fen ve matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf dersleri aldı. Nehrî'de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyâyı şöyle anlatmaktadır:

Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resûlünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmuşlardı. O'nun heybet ve celâli karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. 

Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zât... Bu zât sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu: "Hayz zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resûlünün heybetlerinden büzülmüştüm. 

Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşca ve alçak bir sesle; "Dînin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, şerîat sâhibinin huzûrunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen cevâbımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defâ emir buyurdular.

Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin câmiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış." diyerek rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah'ın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevâbı verdi:

"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işârettir.
Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini mânevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında Allahü teâlânın Resûlünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurmuştu.

Nihâyet Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin huzûruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu. İstihârede şöyle bir rüyâ gördü:

Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fehîm'e şu emri veriyordu: "Abdülhakîm'i al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de imâm olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccâdeye bırakıyordu.
Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'î, kesin demektir. Hams yâni beş adedi ise âlem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı. Rüyânın başka tâbire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilâhî lütuf ve sonsuz bir ihsândı.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, gördüğü bu rüyânın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsîl edip, ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı. 1882 (H.1300)'de zâhirî ilimlerde icâzet aldıktan sonra, 1888 (H.1305)'de tasavvufta Nakşibendî yolundan icâzet aldı. 
Ancak Nakşî tarîkatında H. 1000 târihinden sonrakiler ilk asırdakilere benzer olduğuna dâir işâretler bulunduğundan, Nakşîlikten mezun olanlar, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Kâdiriyye ve Çeştiyye tarîkatlerinden de mezun sayılıyordu. Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de mürşîdi Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tarîkatlerinden de icâzet aldı.
Bundan sonra memleketi Arvas'a dönen Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin burada büyük ilmî faâliyetleri oldu. 

Bunu kendileri şöyle anlatmaktadır:
Memleketimizde, mevcut medreselerden ayrı olarak, bana miras kalan mallardan bir medrese yaptırdım. Mevcut kitaplara ilâve sûretiyle zengin bir kütüphâne kurdum. Talebenin yiyeceği, giyeceği, yatacağı, yakacağı tarafıma ait olmak üzere de o medresede 29 yıl ders okuttum. Birçok âlim ve fâdıl yetiştirdim. Bunları gönderdiğim yerler âdetâ irfan nûruyla doldu. O civarda medresemiz ilim feyziyle şöhret buldu. Vâlilerin, üst kademedeki memurların, bilhassa uzak yerlerdeki âlimlerin bile övgüyle, sitâyişle bahsettikleri bir ilim merkezi oldu. 

Medresemizden yetişen ilim adamlarının okumalarına mahsus kitapları İstanbul'dan getirtiyordum. Medresemin bağlıları bu kitapları aşîretler ve kabîlelere gönderip onları ilim nûruyla aydınlatırlardı. Mezunlarımızdan bâzıları vilâyet, sancak ve kaza merkezlerinde müftî olarak vazîfelendirilirdi. İçlerinden muhtaç olanları ev eşyâlarını tedârik ederek evlendiriyordum. İran'ın sınır boyundaki halk bu kişilerin gayretleri sâyesinde Sünnîlikte devâm ediyorlar ve kendilerini görenler, İslâma bağlılıkları karşısında hayrete düşüyorlardı.

Seyyid Abdülhakîm Efendi, 1897 yılında hac vazîfesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medîne'ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zât vardı. Onunla berâber bir gece, mübârek Ravza'da akşam namazından sonra, yüzünü saâdet şebekesine döndürmüş, son derece edeb ve hürmet içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:
"Refikam, şu anda özür sâhibidir. Peygamber Mescidini ziyârete gelemez. 

Bâb-üs-Selâm'dan girerek Peygamber huzûrunda bir selâm verip, Bâb-ı Cibrîl'den çıkmasına şer'an müsâde var mıdır?" dedi.
Seyyid Abdülhakîm hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyânın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyâsında gördüğü şahıs da bu şahıstı. Yavaşça: "Bu suâlin cevâbına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyâda olduğu gibi Resûlullah efendimizin huzûrunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyâyı tafsilâtı ile anlattı.

Şeyh Abdülhakîm Efendi 1907'deki haccı sırasında büyük evliyâ Şeyh Ziyâ Mâsum'un yüksek iltifatlarına mazhar oldular. Birlikte vedâ tavâfını yaparlarken Şeyh Ziyâ Masum hazretleri kendisine:
"Mürşidin Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî tarîkatlerinden memur ve mezun olduğun gibi ilâveten sana Üveysîlik yüksek yolundan da icâzet verdim." buyurdular.


Seyyid Abdülhakîm Efendinin ikinci haccından dönüşünden bir müddet sonra doğuda karışıklıklar başgöstermeye başladı. 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus askeri İran tarafından gelerek Doğu Anadolu'yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o mübârek zât şöyle nakletmektedir: Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. 

Kışın başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare bulamadılar. On gün sonra Allahü teâlânın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik. Mayıs ayında düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere döştük. 

Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz'u ele geçirmişti. Keldânî aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki bir dereden yol bulup gitmekten başka çâre kalmamıştı. 

Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve çocuktan ibâret olan birkaç bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana gelen göç topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. 

Ermeni fedâileri ise Nurduz'dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar takibe koyuluyordu. Zaho'nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular.

Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda elimize ne geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi Ravandız'a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 45 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylülün ikinci günü Erbil'e çoğumuz hasta olarak girdik. 

Kardeşim Seyyid İbrâhim Efendiyi kara toprakta Allah'ın rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul'a vardık. Burada meşhur Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin rayicine göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri, bedelsiz olarak bize ihsan edildi.

Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra, ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş ederek; "Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kirâ almazdım." dedi. Allahü teâlâ kendisinden râzı olsun.

Devamlı olarak, Bağdat'ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul'da kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, Allah'ın yardımıyla aşarak Adana'ya geldik. Adana'da çeşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile Eskişehir'e geldik. 

Bunlardan bir kısmı Konya'da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı ortalarında İstanbul'a geldik. Dâhiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemâdan Hayri Efendi tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı Medresede yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah'ın inâyeti ile orada toplamaya muvaffak oldum. İstanbul'a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik. 

Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri daha sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgari Dergâhının şeyhliği, imâmlığı ve vâizliği ile vazîfelendirildi. Bu arada 5 Ağustos 1919'da Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi (ordinaryüs profesörü) olarak da tâyin edildi. Böylece hem çeşitli câmilerde vâz ederek ve hem de üniversitede hoca olarak İslâmiyeti yaymaya, din düşmanlarını susturmaya ve sindirmeye başladı.

Seyyid Abdülhakîm Efendi din bilgilerinde ve tasavvufun ince bilgilerinde çok derin idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir, sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevâbını alır, sormaya lüzum kalmadan, o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerâmetler görürdü. Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslâm âlimlerinin adı geçtiği zaman:

"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız." ve;"Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.
Sultan Vahideddîn Han kendilerini çok sever, takdîr ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim Abdülhakîm Efendi hazretleri şöyle anlattı:
Memleketin işgâl altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. 

Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde vâz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'ûke iletta'âm." yâni "Sultan sana selâm ediyor ve seni iftara çağırıyor." dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş vâizleri, imâmları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selâmı var. 

Hepinizden ricâ ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi ve Anadolu'daki mücâhidlere para ve duâ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.

Bir defâsında da Sultan Vahideddîn Han, Ramazân-ı şerîf ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyâret edecekti. Seyyid Abdülhakîm Efendi'yi de dâvet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını hizmetlerini gören Şakir Efendi şöyle nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakîm Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. 

Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakîm'dir deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yanyana biri dünyâ, biri âhiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiyâ Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Berâberce ziyâret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve ziyâretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.

Abdülhakîm Arvâsî hazretleri siyâsete hiç karışmamış, siyâsî fırkalara bağlanmamıştır. Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:
"Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı." demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin umûmî mânâda tekke ve dergâh tipine âit teşhislerin en güzelidir.
Kânunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.

Abdülhakîm Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslâmiyete ve Resûlullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylûle yaparken veya yatarken bir defâ olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. 

Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikâmet üzere idi. "İstikâmet yâni Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerâmetin üstündedir." sözünü sık sık tekrar ederdi.

Talebelerinden bâzıları o ilim deryâsı büyük velîden şu sözleri ve menkıbeleri nakletmişlerdir. Her vesîle ile sohbetlerinde namazdan bahsederlerdi. "Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın." buyururdu.
Yine buyurdu: "Bir vakit namazımı kaybetmektense, dünyâları kaybetmeyi tercih ederim."
Talebelerinden birisi edeb hakkında sorduğunda;
"Edeb hudûda, sınırlara riâyet etmek onu taşmamaktır. En büyük edeb ise ilâhî hudûdu muhâfazadır, gözetmektir." buyurdu.
Talebelerinden birisi dünyâ sıkıntılarından bahsediyordu. Anlatması bittikten sonra;

"Allahü teâlâya inanan ve güvenen kimse neden mahrumdur. Allah'tan mahrum olan ise neye mâliktir." buyurdu.
Bir gün sed kenarında hasır koltuklarında İstanbul'a doğru bakarlarken yanındakilere dönerek;
"Şu İstanbul ne garip belde! İnsan mümin olmak için de, kâfir olmak için de burada her vâsıtayı, her imkânı bulabilir." buyurdu.
Bir gün bir derslerinde şöyle buyurdular:

"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükût içinde otursalar ve sükûttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."

Kapalıçarşı'dan geçerken karşılarına tanıdıkları bir dükkancı çıktı. Adam hal hatır faslından sonra; "Efendim. Duâ edin de Allahü teâlâ ümmet-i Muhammed'i kurtarsın." deyince, o da cevâben:
"Siz bana o ümmeti gösterin. Ben de kurtulduğunu haber vereyim. Hani nerede o ümmet!" buyurdu.

Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:
Tahsîlimi İstanbul'da yaptım. Arabî ve Fârisî'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sâhibiydim. Bir gün beni Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. 

Hemen sonra sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. 

Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakîm'i görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:
"Seyyid Abdülhakîm Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı." dedim. O büyük zâta talebe olmakla şereflendim.

Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:
Bir sabah dergâhın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imâm yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve duâ bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semâverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemâat vardı. Şimdi dağılmış."
Yine Şakir Efendi naklediyor:

İzmir'de Hisar Câmiindeydik. Huzurlarına on iki yaşında bir çocuk getirdiler. Çocuk dilsizdi. Anne ve baba çocuklarını kapmış, haberini aldıkları bu Allah'ın sevgili velî kulunun huzûruna duâ etmesi için getirmişlerdi. Çocuk yürüyüp geldi. Ellerini öptü. Abdülhakîm Efendi hazretleri çocuğa kısa bir nazar etti ve; "Oğlum ismin nedir?" diye sordu. Çocuk birden cevap verdi: "Ahmed!" Anne ve baba çocuklarının konuştuğunu görüp, hayretler içinde sevinç gözyaşları döktüler.
Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:

Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakîm Efendi'ye gidip danışmaktı. 

İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. "Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor." dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok." dedim. "Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.

Bir gün Bâyezîd Câmiinde vâz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı hâlde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın." buyurdu. Vâzı dinleyen Akhisarlı bir zât içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi. 

Vâzdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek hâlde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakîm Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin uzun yıllar hizmetinde bulunan Kayserili pamuk tüccarı Abdülkâdir Bey şöyle antalır:

Bir yaz günüydü. Abdülhakîm Efendi ile Eyyûb Câmiinde öğle namazını kıldık. Sonra hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin türbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak ucunda, yanyana diz üstünde oturduk. "Yanıma sokul, gözlerini kapa." buyurdu. Gözlerimi kapayınca hazret-i Ebû Eyyûb Ensârî hazretlerini ayakta duruyor gördüm. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallıydı. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben işitmiyordum. Edeple seyrediyordum. "Gözünü aç." dedi. Açtım. İkimiz sandukanın yanında oturuyoruz gördüm. Sokağa çıktık. İkindi okunuyordu. "Ne gördün?" dedi. Anlattım. "Ben hayatta iken kimseye söyleme." dedi. Bunu vefâtından yirmi dört sene sonra anlatıyorum.
Necib Fâzıl Kısakürek anlatır:

Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünyâ Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzûrlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmûd Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zât... Harbe sürüklenmek mecbûriyetimizi riyâzî bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. 

Yalnız Birinci Cihân Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesîka usûlü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesîka usûlü milleti kavurdu. Mahmûd Bey, bana bu kerâmeti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez." ve kimse vesîka usûlünü beklemezken "O olacak." buyurmaları büyük kerâmet." derdi.

Fâruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastahâneye dar attık. Ayıldı. Fakat aklî melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. 

Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifâsı yok hükmünü bastı. Bülûğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakîm Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sâdece; "Mahzûnum, mahzûnum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havâle ettiler. 

Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sâhib olmadığı maddî ve mânevî bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakîm Efendi, birâderzâdeleri olan Fâruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini medhetmek isteseydi; "Fâruk hâriç hepimizden iyidir." derdi. Kabri, Abdülhakîm Arvâsî'nin ayak ucundadır.

Bâyezîd Câmiinde; Erzincan zelzele felâketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinânın âşikâr olduğu yerlere zelzele ile cezâ verir. Erzincan gibi." buyurmuşlar. Kimse o esnâda bu mânâyı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerâmetti, anlayamadık demişlerdir.
Talebelerinden Tâhir Efendi anlatır:
Abdülhakîm Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyânın huzûruna dolu giden boş, boş giden dolu döner."

Bir gün bana; "Tâhir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver." buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakîm Efendiyi gördüm. "Tâhir, kitapları evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakîm Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.

Ne zaman Abdülhakîm Efendi hazretlerine gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu. Ziyâ Beye bir kitap verir, okuturlar ve îzâh ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ Beye kitap okutup, kendileri îzâh ediyordu. İçimden, benim Arabî ve Fârisim Ziyâ Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyâda Abdülhakîm Efendinin huzûrunda idim. Gene Ziyâ Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziyâ Beyi sarıklı, âlim kıyâfetinde gördüm. Abdülhakîm Efendi, Ziyâ Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz." buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.

Bir gün Abdülhakîm Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakîm Efendiye arz edeyim, evliyâlıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçed yalnız oturuyorlardı. 

Selåâm verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Meselâ şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim." dedim. "Demek ki, farklılık istidadlarından kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın efendim." dedim.

Bitlis yolunda bir genç, kışın tipiye tutulup, yolunu kaybeder. Helâk olacak halde iken; "Yâ Rabbî! Zamânımızın kutbunu imdâdıma yetiştir!" diye yalvarır. Hemen siyah sakallı birisi zuhûr eder, atın dizginlerini tutup, istikamet verir ve; "Böyle git, şehre varırsın!" buyurur. Genç, o gaybdan gelip kendisine yol gösteren zâtın şemaline dikkat eder. Otuz sene sonra, Bâyezîd Câmiinde, tesâdüfen vâzında bulunur. Ben bu şeyhi bir yerden tanıyacağım diye düşünür. Vâzdan sonra çıkarlarken, Abdülhakîm Efendinin yanına yaklaşır, daha konuşmadan, Abdülhakîm Efendi; "Bitlis'teki tipi fırtınasını mı hatırladın?" diye kulağına hafifçe söyler. 

Gözyaşlarını tutamayıp, eline sarılır, öper... öper.
Seyyid Abdülhakîm Efendi, kendisini candan seven ve tıbbîyede okuyan bir talebesinden eczacılığı seçmesini istedi. Talebe tıbbiyede sınıfın birincisiydi. Ancak anne ve teyzesi ise onun Eczacılığa geçme isteğine şiddetle karşı çıkarlardı. Böyle bir şeye teşebbüs ettiği takdirde haklarını helâl etmeyeceklerini bildirdiler. 

Genç büyük bir üzüntü içerisinde Fâtih Câmii avlusuna geldi. Na yapacağını bilmez bir hâldeydi. Bir tarafta annesi diğer tarafta ise canından çok sevdiği hocası. Âniden aklına gelen bir düşünceyle câmi avlusuna girecek ilk kişiyle istişâre etmeye karar verdi. Nitekim biraz sonra câmi avlusuna giren zâtın yanına yaklaşarak; "Efendim size bir şey danışmak istiyorum." dedi. Buyurun sizi dinliyorum demesi üzerine; "Ben tıbbiyede talebeyim. Hocam tıbbiyeyi bırakıp eczâcılığı seçmemi istiyorlar. 

Annem ve teyzem ise şiddetle karşı çıkarak haklarını helâl etmeyeceklerini söylediler. Ne yapayım?" O zat; "Senin hocan kim evlâdım?" deyince, "Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri." cevâbını verdi. Bu söz üzerine o zat; "Evlâdım senin hocan öyle bir kimsedir ki, bin ana fedâ olsun. Hiç düşünmeden sözünü tut!" dedi. Talebe bu söz üzerine derhâl eczâcılığa kaydını yaptırdı. Daha sonra meşveret ettiği o zatın yine Abdülhâkim Efendi hazretlerinin talebelerinden Cevat Bey olduğunu öğrendi. Hocasının bereketi ile daha sonra anne ve teyzesi de haklarını helâl ettiler.

Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır: Abdülhakîm Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefâtından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yâni onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım.

Buyurdular ki:
Kur'ân-ı kerîm şifâdır. Fakat şifâ, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifâ gelmez.
Gerçek kerâmet, kerâmetin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velînin irâde ve ihtiyârı ile değildir. İlâhî hikmet öyle gerektiriyor demektir.
Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.
Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir.
Hak'tan ve Hak yolundan başka her ne düşünülürse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.
Din bilgileri, dünyâda ve âhirette, huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdir.
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir.
Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, ona kulluk etmedikçe, insanlar birbiri ile sevişemez.
Kavuştuğunuz her nîmet; hep hakka îmânın hâsıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın ihsânıdır.
Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlâkınızla, sözlerinizle, giyinişinizle İslâmın vekârını, kıymetini gösteriniz.
Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır.
Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe; ızdırap ve felâketten kurtulamaz.
Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru onun dilediğidir.
Allahü teâlâ bize fadlı, ihsânı ile tecelli etsin; bizi fadlı ile korusun! Adliyle tecelli ederse, yanarız.
Riyâ olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı bir riyâ içindedirler.
Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.
İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.
Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, îmân eksikliğidir.

Dîni dünyâ çıkarlarına âlet eden yobazlara karşı Eyyûb Sultan, Fâtih, Bâyezîd, Bakırköy, Kadıköy ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsîlerindeki konuşmaları, bunların iftirâlarına sebeb oldu. Bunların tahriki ile Eylül 1943'te tutuklanarak İstanbul'dan İzmir'e götürüldü. Bir müddet Meserret otelinde sonra bir evde polis nezaretinde kaldı. Yakınları, kendilerinin Bursa'ya nakli veya İstanbul'a iâdesi için birkaç defâ teşebbüse geçtilerse de her defâsında red cevâbını aldılar. Nihâyet Ankara'ya nakline müsâde çıktı. Bu karar üzerine Ankara'da Hacı Bayrâm-ı Velî civârında, biraderinin oğlu Seyyid Faruk Işık'ın evine geldiler. Bu sırada hasta olduklarından Faruk Işık Bey'in evinde on sekiz gün hasta yattıktan sonra 27 Kasım 1943 (H.1362)'te vefât ettiler. 

Vefât ânında hafif bir zelzele oldu.
Ankara hiç sevmedikleri bir yerdi. Bu sebeple yakınları mübarek nâşın İstanbul'a nakli için resmî makamlara başvurdular. Ancak kabul edilmedi. Şehrin belediye sınırları içinde ölenlerin asrî mezarlığa gömülmesi şartı da vardı. Bu yüzden herkes eli kolu bağlı mahzun ve üzgün bir durumda bulunuyordu. Çünkü kendileri bu mezarlığa defnedilmeyi istemiyorlardı.
O sırada evin ahşap kapısı çalındı. Kapıda kim olduğu, nereden geldiği belli olmayan ak sakallı bir adam:
"Ankara civârında Bağlum isimli bir köy vardır. Oraya götürünüz, kendilerine uygun yer orasıdır." dedikten sonra dönüp gitti. Meçhul adamın arkasından koştularsa da sanki sır oldu ve ortadan kayboldu.
Keçiören'de dâmâdı İbrâhim Arvas Beyin evinde gasl, techiz, tekfîn ve namazı edâ edildikten sonra Ankara'nın kuzeyinde ve 24 km mesâfede bulunan Bağlum'a getirilerek defnedildi. Telkinini kimin vereceği, oğlu fazîletli Ahmed Mekki Efendiye sorulunca; "Babam Hilmi'yi çok severdi. Onun sesini iyi tanır. Telkinini Hilmi versin." buyurdu. Böylece telkin vermek ve kabr-i şerîfine girmek vazîfeleri talebesi Hüseyin Hilmi Beye nasîb oldu.

Ağlasın kan ağlasın her müslüman
Çünki, Seyyid Abdülhakîm terk etti cân
Âlim ü âmil, veliyy-i kâmil idi.
Zâtına mevdu' idi sırr-ı nihân.

Bağlum nâhiyesi eskiden beri sel, yağmur, dolu gibi âfetlerin eksik olmadığı bir yerdi. Ancak Bağlum halkı Seyyid Abdülhâkim Arvâsî hazretleri buraya defn olunduktan sonra hiç âfet görmediklerini beyan etmişlerdir.
Seyyid Abdülhakim Efendinin; Sahabe-i Kiram ve İslam Hukuku Erriyâz-ut-Tesavvufiyye isimli eserleri mevcuttur. Ayrıca talebelerine gönderdiği risâle büyüklüğünde pek çok mektupları vardır. Arabi, Farisi ve Türkçe şiirler yazmıştır.
Abdülhakim Efendi'nin üç oğlu ve iki kızı vardı. Oğullarından Enver Bey hicret esnasında 1918'de Eskişehir'de vefat etti. İkinci oğlu faziletli Ahmed Mekki ÜçışıkEfendi İstanbul'da Kadıköy müftiliğinde bulunmuştur. 1967'de İstanbul'da vefat etmiş olup kabri Bağlum kabristanındadır. üçüncü oğlu Münir Efendi, İstanbul belediyesinde uzun seneler çalışmış, doğruluğu, çalışkanlığı, güzel ahlakı ile etrafının saygısını ve sevgisini toplamıştır. 1979'da vefat etti. Kabri Bağlum'dadır.
Kızlarından Şefia Hanım da hicret sırasında Musul'da vefat etmiştir. Diğer kızı Mâide hanım  hayattadır. (1992)

NİÇİN OKUTMUŞ?
Hâlid Turhan Bey anlatır:
Bir gün ziyâretlerine gitmiştim. Kütüphânelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; "Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibâreler oldu. Yardım ettiler, hattâ kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefâtlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphâne müdürlüğü için, Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakîm Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphâne müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerâmetini görünce hüngür hüngür ağladım.

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1023
2) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.1, s.34-73
3) Başbuğ Velîlerden; s.336-351
4) O ve Ben
5) Eshâb-ı Kirâm; s.164-166, 287-293
6) Son Devrin Din Mazlumları; s.319-336
7) Şerîat Yolunda Yürüyenler ve Sürünenler; s.160-164
8) Cihâd Önderleri-I; s.125-131
9) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.25
10) Sefînet-ül-Evliyâ

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...