İslâm ve Müslümanlar Adına Küffar Batı'ya Taviz Vermek,
Dinimize ve Vatanımıza Büyük Bir Zarardır!
"Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah'ım!" (A'râf: 155)
Allah-u Teâlâ küfrü şiddetle menetmiş, en büyük zulüm saymıştır. Allah-u Teâlâ'nın dinini inkâr edenler kâfirdir. Müslümanlar küffarla ilişkilerinde Allah-u Teâlâ'nın bu hududunu muhafaza ile mükelleftirler. Küffarın küfrünü hoş göremezler. Onların topluluklarına iltihak edemezler.İslâm'ın âli ve gâlib vasfını daima göstermekle yükümlüdürler.Kim ki küfre karşı hoş görülü yaklaşır, topluluklarına iltihak etmek isterse onlardandır. Küfür ehlidir.Unutulmamalıdır ki; küfür ehlinin müslümanlara yaklaşması hiçbir zaman iyi niyetli olmamıştır.Daima sinsi niyetler taşımışlar, arkamızdan entrikalar tertip etmişlerdir.Bunun en büyük örneğini Osmanlı'nın yıkılma sürecinde bizzat bu millet yaşamıştır.
|
Daha önce Türkiye'yi Batı kulübüne sokmak, halka Batı kültürünü aşılamak için gayret eden çok çıktı. Hatta ülkeyi Batı'ya peşkeş çekmek isteyenler dahi oldu. Ancak bugüne kadar bu tür icraatları İslâm adına, müslümanlar adına yaptığını iddia eden olmamıştı. Bunlar ilk defa türedi.
Allah-u Teâlâ iman ile küfrü kesin olarak ayırdığına dâir bu kadar Âyet-i kerime'ye rağmen bu emr-i ilâhi'yi dinlemediler, iman etmediler, itaat etmediler. Bu yüzden diyoruz ki;
"Gördüğünüz gibi küfür âlemi İslâm'a harp ilân etmiş, alabildiğine var güçleri ile İslâm'ı küçültmek istiyorlar. Bunlar da onların safına girmek istiyorlar. Kendileri girsinler ve fakat İslâm dini'ne mâletmesinler. İman ve İslâm bunu reddeder. İman etmediklerine göre, tâbi oldukları dini bilmemiz lâzım. Allah-u Teâlâ biliyor, halk da bilsin."
"Avrupa'da özgürlük var." dediler. "Rahat etmek için Avrupa'ya giriyoruz." dediler. Baktılar; Avrupa vatanda, dinde birçok tavizler istiyor, Amerika İslâm'da ve Vatan'daki emelleri için Avrupa'yı kullanıyor. Geri de dönemediler. Küfrü hoş görmek adına açılan "Diyalog Çığırı"na "Can simidi" gibi sarıldılar. Halbuki bu "Küfür ilmiği" idi. Battıkça battılar. Boğuldukça boğuldular. Küffar bunlara ilmiği geçirdi. Kendilerini defalarca ikaz ettik. Neşriyat yaptık. Hepsinden haberdar ettik. Okudular. Ancak iman etmediler. Küfür deliğinden geri çıkamadılar. Artık küffarın her işini hoş görür oldular. Küffarın sinsi ve yıkıcı faaliyetlerine ses çıkarmaz oldular. İşleri bitti.
İman bizim olsun, küfür de sizin olsun. Artık aramızda bir şey kalmadı.
Allah'ım! Bunların ıslâhı mümkünse ıslâh et, hidayet ihsan buyur. Islâhları mümkün değilse kahret, Ümmet-i Muhammed zarar görüyor.
Türkiye büyük bir devlettir, güçlü bir devlettir. Zengin yerüstü ve yeraltı kaynaklarıyla, eşsiz coğrafyasıyla, şanlı tarihiyle, necip milletiyle, muzaffer ordusuyla büyük imkanları olan bir ülkedir. Bu sebeple dünyanın, dost-düşman herkesin gözü Türkiye'dedir. Fikirleri ve savaşları bugün harp okullarında ders olarak okutulan Napolyon "İstanbul'u alan dünyaya hakim olur." demiştir.
Bugün Türkiye'nin etrafında ateş çemberi vardır. ABD müttefik göründüğü günlerde dahi dâima düşmanca niyetler ve gayeler taşımıştır. Bilimde ilerlememizi engellemiş, kültürel değerlerimizi yozlaştırmak istemiştir. Bugün de aynı maksatlarla hareket ettiği gibi, vatanımıza kastetmek, milletimize nifak sokmak, ülkeyi parçalamak, hatta İslâm'ı bozarak kendi gayesine uygun bir din ihdas etmek istemektedir. AB de benzer maksatlarla maddi manevî değerlerimizi elimizden almak istiyor. Zira bunların tarihten gelen Haçlı zihniyeti hiç sönmemiştir. Tepki çekmemek için öz niyetlerini gizlerler. 1000 yıldır İslâm'ın bayraktarlığını yapan Türk milletini sevmezler. Mümkünse soyunu kurutmak ya da Anadolu'dan kovmak isterler. Mümkün değilse cihad ruhunu ve savaşçı hasletini köreltmek için çalışırlar. Zira hâlâ "Türk"ten korkarlar. Korkarlar çünkü bunların zihninde ve siyasetinde harp, katliam önemli bir mevki işgal eder. Bu zihniyetin önünde yüzlerce yıl bir dağ gibi duran, küfür saldırılarını göğsünde parçalayan bu millet bu zihniyetin ve sömürgeci akbabaların önündeki en büyük engeldir.
Bu sebeple bu milletin din ve vatan duygularını yok etmek, halkımızı dinden uzaklaştırmak ve birbirine düşürmek istiyorlar.
Hoşgörücülerin yüzyıllardır iman ve İslâm yolunda yapılan cihadları karalamaya çalışmaları, boşyere yapılmış kavgalar olarak göstermeleri ve bundan sonra artık sadece "Hoşgörü cihadı" yapılmasını tavsiye etmeleri işte bu yüzdendir. (Bkz. Hakikat Dergisi, Mart sayısı) Küffarın gayesine hizmet etmek içindir. Zira küffar ülkeleri, cihad eden bir Türk ve Türkiye görmek istemiyor.
Bu hoşgörü deliğinden girip boynuna küfür ilmiğini geçirenler de bu felsefenin tâbileri olarak bu milleti bu vatanı ve dinimizi bilerek bilmeyerek peşkeş çekiyorlar. Bu yapılanların izahı budur.
Küffar Kıbrıs'ta verdiği sözlerin hiçbirini tutmadı. Hâlâ dayatıyorlar, limanlarınızı açın diye. Bu şerefsizce ikiyüzlülüğe karşı ciddi bir tepki duydunuz mu? Türkiye'nin sınır sorunlarından bahsediyorlar, kendilerine yetki peydahlıyorlar. Ege'de, Irak sınırında, Ermenistan sınırında sinsice söz sahibi olmak istiyorlar. Siz ne yapıyorsunuz? diye soran gördünüz mü? Amerika'sı Avrupa'sı "Ruhban okulu" diye bastırıyor. "Biz istiyoruz ama elimizden bir şey gelmiyor!" havasındalar. "Misyonerlerimiz rahat çalışamıyor" diye şikâyet ediyorlar, "Emriniz başımız üstüne" diye selâm duruyorlar. İslâm'dan başka hak din olmadığı halde "Dinler bahçesi" adı altında cami, havra, kilise açılışı yapıyorlar. Hıristiyanın ibadet özgürlüğü ile İslâm'ı küfür dinleriyle aynı kefeye koymanın arasındaki farkı anlayamayacak kadar kıt anlayışlı mısınız? Nüfus kâğıdından din hanesini çıkartın! Emredersiniz. Askere gitmeyenlere ceza vermeyin! Emredersiniz! Eşcinsellere özgürlük tanıyın! Emredersiniz! Zinayı serbet bırakın. Emredersiniz! Ordunuz fazla büyük, küçültün! Emredersiniz, ama acele etmeyin!.. Topraklarınızı yabancılara satın! Emredersiniz! Fabrikalarınızı elden çıkartın! Emredersiniz!
Bu emirlerin hepsini yerine getirmediler mi? Bunlar bildiklerimiz. Tecrübeli devlet adamı ve diplomat Kâmran İnan "Türkiye AB uyku hapı ile uyutuldu.", "AB bizi küçültmek istiyor. AB koloniyal (sömürgeci) bakıyor bize, dikte ettiriyor. Bugünkü teslimiyet, el pençe divan duruluyor.", "Türkiye'de hain boldur ve itibarlıdır. Dosyaları da MİT'te vardır." gibi cümlelerle içinde bulunduğumuz vahim durumu anlatırken şu çarpıcı cümleyi söylüyor: "Bu anlatılanların yüzde 80'ini Anadolu halkı, Türk milleti bilmiyor. Bilse ayağa kalkar." (2 Aralık 2005, Cevizkabuğu)
AB dayatmalarının benzerini Osmanlı'nın son zamanlarında da yaşadık. Ve böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun, koca bir devletin yıkımına şahit olduk. Aynı tavizleri şimdi bizden istiyorlar.
Eski ölen Papa 2. John Paul "Avrupa Birliği anayasasına AB'nin dini Hıristiyanlıktır" yazılmalı diyordu. Şimdiki Papa 16. Benedikt "Avrupa'nın kökleri hıristiyandır. Türkiye AB'ne alınmamalıdır. Türkiye AB'ne değil, Araplara katılması gerekir. Nüfusunun çoğunluğu müslüman olan Türkiye'nin geleceğini, hıristiyan kökenli AB yerine bir İslâm ülkeleri örgütünde araması daha doğru olur." demişti. En son Danimarka'da bir gazetenin yayınladığı Hazret-i Peygamber'imize hakaret eden karikatürlerin Avrupa ülkelerinde ayrı ayrı yayınlanması hatta hakaret içeren yine yeni karikatürlerin ortaya çıkartılması İslâm aleminin bunca tepkisine rağmen Avrupa Birliği'nin komisyon başkanı Jose Manuel Barroso "İfade özgürlüğü Avrupa'daki temel değerlerden biridir. Avrupa komisyonu Danimarka'ya tam destek vermektedir. Hiçbir şey şiddeti haklı gösteremez. Karikatürlerden hoşlanmayanlara İfade özgürlüğünün tartışma konusu olmadığını söylemeliyiz. Bu açık Avrupa toplumunda temel bir değerdir." demiştir. Avrupa komisyonu Türkiye temsilcisi Krechmer "Eleştiriye izin vermeli, karikütüre izin vermeli, Avrupa'daki standartlara alışık olmadığ için bunlar Türkiye'de kabul edilemez görülebilir. Sözü edilen karikatürleri görmedim. Ama yine de bunun sansürlenmesi gereken bir konu olduğunu sanmıyorum." dedi.
Görüyorsunuz küffar nerede, bunlar nerede? Bu küfre ve küfrün gayesine destek vermenin neticesinde müslümanlar çok büyük zararlar görüyorlar. En büyük zararı da müslümanlar adına yapılan bu icraatlara müslümanların ses çıkartmaması. Çünkü bunları kendilerinden görüyorlar.
Çok büyük zararlar var! Çok büyük tehlikeler var!
Allah-u Teâlâ'nın Methettiği Ashâb-ı Kiram
ve Bugünkülerin Durumu:
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı, Resulullah Aleyhisselâm'ı görmek şerefine nâil olup, iman eden ve bu imanı ölünceye kadar koruyan kimselerdir. Onların fazilet ve meziyetlerini bizzat Allah-u Teâlâ bize bildirmiştir. Onların yaşadığı gibi yaşayan, onların izinden giden müslümanlar Sırat-ı müstakim üzeredirler.
Fetih sure-i şerif'inin 29. Âyet-i kerime'sinde bu meziyetler bize bildirilmiştir.
"Muhammed Allah'ın Peygamber'idir." (Fetih: 29)
Onun Allah katındaki vasfı budur. Allah-u Teâlâ'nın bu şehâdetine karşı "Muhammed Allah'ın Resul'üdür." demek istemeyenler ebedî olarak zarar etmiş olurlar.
"Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler." (Fetih: 29)
Bu da ona iman eden müminlerin vasfıdır. Kâfirlerin küfürlerine karşı zayıflık, yılgınlık ve müsamaha göstermezler. Dinlerine muhalefet edenlere asla sevgi beslemezler. Hatta onlara çok çetin ve serttirler. Küfür ehli onların yüzlerinden bu sertliği anlarlar, bakışlarından çekinirler. Zira iman müslümanın üzerine bir vakar elbisesi giydirir.
Küfre karşı bu derece sert ve çetin oldukları gibi, aralarındaki din kardeşliği sebebiyle birbirlerine karşı alçakgönüllü, güleryüzlüdürler. Birbirleriyle karşılaştıklarında selâmlaşır, tokalaşır ve kucaklaşırlar. İçlerinden birinin bir belâ ve musibete uğraması hepsini üzer. Aralarında birlik, beraberlik ve kardeşlik devam eder durur.
Âyet-i kerime'nin devamında onların diğer vasıfları şöyle haber verilmiştir:
"Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün." (Fetih: 29)
"Allah'tan lütuf ve hoşnutluk isterler." (Fetih: 29)
"Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır." (Fetih: 29)
Onların alâmetleri alınlarındadır. Devam ettikleri secdelerin bir feyzi olarak simâlarında ayrı bir güzellik bulunur.
"İşte bu, onların Tevrat'ta anlatılan vasıflarıdır." (Fetih: 29)
Anlatılan bu sıfatlar gerçek müminlerin Tevrat'ta belirtilen hususiyetlerindendir.
Onların İncil'deki özelliklerine gelince:
"İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardır: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve gövdesinin üzerine dikilmiş bir ekine benzerler. Ki bu, ekincilerin hoşuna gider." (Fetih: 29)
Bu, Allah-u Teâlâ'nın İslâm'ın başlangıcına, kuvvetlenip sapasağlam yer edinceye kadar gücünün ilerlemesine verdiği bir misaldir.
İşte Resulullah Aleyhisselâm ve Ashâb-ı kiram'ı böyle hoş, mükemmel, intizamlı, güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur.
"Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir." (Fetih: 29)
Allah-u Teâlâ müslümanların kuvvetlenmesi karşısında kâfirlerin öfkelendiğini haber verdiği gibi, "Kâfirlerin öfkelenmesi"ni müslümanların bir meziyeti olarak bildirmektedir.
Bu meziyet müslümanlara aittir. Ashab-ı kiram'ın izinden gidenlere aittir. Kâfirleri hoş tutmaya, onların öfkesini yatıştırmak için "Biz de sizdeniz, sizin medeniyetinizi kabul ediyoruz." diyenlere ait değildir.
"Allah iman edip sâlih ameller işleyenlere, hem mağfiret hem de büyük bir mükâfât vâdetmiştir." (Fetih: 29)
Âyet-i kerime'de geleceğin fetihleriyle İslâm'a girip güzel hizmetler edecek kimselerin bağışlanacakları, büyük mükâfatlara erecekleri müjdelenmiş oluyor.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtından sonra kıyamete kadar Muhammed Aleyhisselâm'ın nurlu yolunda bulunanlar da bu müjdeye dahildirler.
Kâfirlere şiddet ve sertlik göstermek bu yolun yolcularının ayrılmaz bir vasfıdır. Bu vasfı, bu elbiseyi üzerinden çıkaranlar İslâm'dan da çıkmışlardır. Allah-u Teâlâ'nın müslümana giydirdiği elbiseyi kabul etmeyip inkâr edenlerin durumu budur.
O'nun vaadi doğrudur, gerçektir, asla değişmez ve değiştirilemez. Kâfirlere ve küfür ehli ile birlikte hareket edenlere vadettiği cehennem ateşidir.
Sırat-ı Müstakim Üzerinde Olanlar:
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'in ilk suresi olan Fatiha Sure-i şerif'inde inanmış bir müminin lisanından doğru yolu üzerinde bulunmanın ehemmiyetini ve yoldan sapmış hıristiyanlar ile gazaba uğramış yahudilerin yolundan uzak durulması gerektiğini bütün müslümanlara bir emir ve bir nasihat olarak duyurmuştur.
"Bizi doğru yola ulaştır." (Fâtiha: 6)
Sırat-ı müstakim Allah yoludur. Allah-u Teâlâ'ya vâsıl olmak için müşâhede ile neticelenen bir mücâhede yolu bulmak ve o yola ulaşmak demektir.
"İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah'ın yolundan ayırmasın." (En'âm: 153)
Kul Allah'tan gayrı her şeyden yüz çevirmedikçe "Sırat-ı müstakim"e ulaşamaz.
Sırat-ı müstakime muvaffak olan bir kimse; Allah-u Teâlâ'nın kendilerine nimetler ihsan ettiği peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin, sâlihlerin yoluna muvaffak olur.
Bir kul gece ve gündüz, her an ve her durumda Allah-u Teâlâ'nın kendisini sırat-ı müstakimde sabit kılmasına muhtaçtır. Bu ihtiyacı her an çoğalmakta ve devam etmektedir. Bunun içindir ki her namazda ve diğer zamanlarda bu ihtiyaç Allah-u Teâlâ'ya arzedilmektedir. "Bizi doğru yola ulaştır."
"Kendilerine nimetler verdiğin kimselerin yoluna, gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil." (Fâtiha: 7)
Bu yol Allah-u Teâlâ'nın kendilerine nimetler ihsan ve ikram ettiği, dünya saâdetine ahiret selâmetine ulaştırdığı kimselerin yoludur.
Allah-u Teâlâ onları iman ve yakîn, ilim ve mârifet, itaat ve teslimiyet nimetleriyle nimetlendirmiş, hakikat nûruyla nûrlandırmıştır.
Kulun Allah-u Teâlâ'dan isteyebileceği en büyük yardım, nimetler verdiği sevgili kullarının yürüdüğü yola kavuşmaktır. İnsanlar, kendilerini Hakk'a kılavuzlayacak, hakikata yöneltecek, himmet ve gayretlerini artıracak bu Allah dostlarına muhtaçtırlar.
Gadaba uğrayanlar ve lânetlenenler yahudilerdir, dalâlete düşenler de hıristiyanlardır. Onlar Allah-u Teâlâ'ya lâyık olmayan sıfatlar yakıştırdılar, küfür ve sapıklıklarında inat ettiler. Kendilerine verilen sayısız nimetleri unuttular. Şeytanı dost edindiler, hevâ ve heveslerini ilâh edindiler. Ahireti unutup dünyaya daldılar. Bile bile Allah-u Teâlâ'nın hak dininden çıktılar. Allah'ı unuttular. Allah da onları unuttu ve onlara gazap etti.
Bütün müfessirler bu Âyet-i kerime'de yolundan uzak durulması gereken "Gazaba uğramışların ve sapmışların" yahudiler ve hıristiyanlar olduğu hususanda ittifak etmişlerdir.
Binaenaleyh bunların peşi sıra gidenler, topluluklarına iltihak edenler bu Âyet-i kerime'ye iman etmiş değillerdir.
Küfre Kucak Açanlar,
Müslümanları Küfre Teşvik Edenler:
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm'inde şöyle buyuruyor:
"Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, peygambere muhalefet edip inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü yolda bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!" (Nisâ: 115)
Allah onları kahretsin! Ne kötü icraat yapıyorlar!
Görülmemiş kötü işler yapıyorlar.
"Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin!" buyuruluyor. (Münâfikûn: 4)
Onlara sorsan: "Biz de müslümanız" derler. Yaptıkları tahribat kâfirinkinden daha beter, daha büyük. Zira kâfirin gayesi belli, ona sokulamazsın ve fakat bunlar müslümanmış gibi görünüyorlar, hiçbir kâfirin yapamayacağı tahribatı yapıyorlar.
"İşte onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın almışlardır. Bu alış veriş kendilerine kâr sağlamamıştır, doğru yolu da bulamamışlardır." (Bakara: 16)
Biz onları Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a çağırıyoruz. İslâm'ın emir ve hükümlerini önlerine sürüyoruz. Küfür ile iman arasına berzah koyuyoruz. Çünkü onlar karıştırmak, küfrü hoş göstermek istiyorlar. Küfre kucak açıyor, müslümanları küfre teşvik ediyorlar. Allah'a ve Resulullah'a bundan daha büyük ihanet olur mu?
Ve fakat Allah-u Teâlâ'nın fermanını görmüyorlar:
"Ey iman edenler! Allah'a ve peygambere hâinlik etmeyin! Kendiniz bilip dururken emanetlerinize de hâinlik etmeyin!" (Enfâl: 27)
Allah-u Teâlâ; "Allah'a ve Peygamber'ine ihanet etmeyin!" buyurduğu gibi, diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise:
"Şüphesiz ki Allah hâinlik yapanları sevmez." buyuruyor. (Enfâl: 58)
Dış düşmanın yapamadığı tahribatı bunlar müslümanmış gibi görünüp içeriden yapıyorlar. Bu verdikleri zarar çok büyük olduğu için de bu hâle düşüyorlar.
İman ile küfür birbirine düşmandır. Hasımdır. Biri nurdur; aydınlığa, hakikate, cennete götürür. Diğeri nardır; karanlığa, dalâlete, cehenneme götürür.
"Birbirine hasım iki zümre." (Hacc: 19)
Bu yüzden ikazımızı açık, net, kesin, kat'i ve sert yapıyoruz. Allah-u Teâlâ'nın ilâhî hükümlerini, Resulullah'ın beyanlarını ileri sürüyoruz. Kimseyle işimiz, garazımız, kin ve düşmanlığımız yok. Allah'-u Teâlâ'nın dinini yıkmak isteyenlerin, vatanımıza kast edenlerin düşmanıyız. Öteden beri onlara "Emr-i bil maruf, nehy-i anil münker" vazifesini yapmaya çalışıyoruz.
"Onlara: 'Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve Peygamber'e gelin!' denildiği zaman, münâfıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün." (Nisâ: 61)
Hiçbir müslümanın Allah'ın ve Peygamber'inin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. "İşittim, itaat ettim" demek zorundadır.
Küfür Ehli Kâfirlerle,
İttifak Olmaz:
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim'inde Hazret-i Kur'an'ın hakikat ile dalâlet arasında berzah olduğunu beyan ediyor.
"O (Kur'an) elbette (hak ile bâtılı) ayırt edici bir sözdür." (Târık: 13)
Allah-u Teâlâ bunu mahlûkun zannına bırakmamıştır. Bir berzah çizmiştir, hudutlarla çevirmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kendisine inanan ve Resul'ünü tasdik eden kullarına; İslâm'ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara: 208)
İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiçbiri birbirinden ayrılmaz.
"İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabb'i olan Allah'ın şânı ne yücedir." (A'râf: 54)
Mülk O'nundur. O'ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmeye hakkı ve salâhiyeti yoktur. Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz. Emir, yasak, tedbir ve irade, tam tasarruf O'na âittir.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlarla dost olmayı, onlarla aynı safta bulunmayı, onlarla haşır-neşir olmayı yasaklamış, onlara gösterilecek bir dostluğun kötü neticesini Âyet-i kerime'sinde ihtar buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah, zâlimler güruhunu hidayete erdirmez." (Mâide: 51)
Emr-i ilâhi böyle iken bu Âyet-i kerime'yi inkâr etmekte ve küfürlerini ilân etmektedirler. Cenâb-ı Hakk "Kim onları dost edinirse o onlardandır." buyurduğu halde, "Bunlar bizim dostumuzdur." dediler, bu Âyet-i kerime'yi inkâr ettiler ve küfre daldılar.
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet'in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin! Allah'ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?" buyuruyor. (Nisâ: 144)
Allah-u Teâlâ'nın emri ve hükmü budur. Bu ilâhi hüküm Allah'ın inanan kullarına kati beyanıdır. Onları dost edinen Cenâb-ı Allah'ın gadabını celbeder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Onların bir çoğunu, kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü şey ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiştir ve onlar azap içinde ebedî kalacaklardır. Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene (Kur'an'a) inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır.
Andolsun ki insanların içerisinde, müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri ve Allah'a şirk koşanları bulursun." (Mâide: 80-81-82)
Kureyş'in ileri gelenleri Muhammed Aleyhisselâm'a gelerek kendi putlarına saygı göstermesi halinde, onlar da onun Rabb'ine karşı saygılı olabileceklerini söyleyerek uzlaşma taraftarı olduklarını belirtmek istiyorlardı.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'lerde ise İslâm'la ve İman'la bağdaşmayan hiçbir teklife iltifat edilmemesi beyan buyuruldu:
"(Hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar senin yumuşak ve müsamahalı davranmanı isterler ki, kendileri de sana yumuşak davransınlar." (Kalem: 8-9)
Âyet-i kerime'de geçen "Müdâhene", lüzumsuz yere yumuşak davranmak demektir.
Resulullah Aleyhisselâm İslâmiyet'in yayılmasını engelleyen pürüzlerin az da olsa kalkması için dinin esasını bozmayan bazı hususlarda Kureyş müşriklerine biraz hoşgörülü davranmayı düşünmüştü.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurdu:
"Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse onlara birazcık meyledecektin.
O takdirde sana hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın." (İsrâ: 74-75)
Âyet-i kerime'ler Allah-u Teâlâ'nın Resulullah Aleyhisselâm'a olan lütfunu bildiriyor. Onu azgınların hilesinden, kötülerin şerrinden koruduğunu, işlerini kendisinin yönettiğini, ona yardımı kendisinin üzerine aldığını, yarattıklarından hiçbir kimseye onu bırakmadığını, ona karşı çıkıp reddedenlere galip getireceğini, dinini yücelteceğini haber veriyor.
Allah-u Teâlâ onu istikamet üzerinde sabit kıldığı için müşriklere meyletmesi kesinlikle imkânsızlaştı.
Âyet-i kerime'ler Resulullah Aleyhisselâm'ın şahsında, iman ve İslâm esaslarını muhafaza bakımından ümmetine büyük dersler vermektedir. Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini küçümseyip önemsememenin ne kadar büyük tehlike doğuracağına, böyle bir sapıklığa cüret eden bir kimsenin dünyada da ahirette de çok ağır bir ceza göreceğine işaret edilmektedir.
Ayrıca müslümanların bu gibi Hazret-i Allah'a ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e isyan edenlere karşı susması, onları hoş görmesi de bu kapsama girer. Bu unutulmamalıdır.
Allah,
Kullarının Küfrüne Râzı Olmaz:
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verilip de ondan yüz çevirenden ve kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zâlim kim vardır?" (Kehf: 57)
Hiç kimse, Allah-u Teâlâ'nın apaçık Âyet-i kerime'leri ve parlak delilleri ile kendisine öğüt verilip de onları görmemezlikten, duymamazlıktan gelen ve onlara hiç aldırış etmeyenden daha zâlim değildir.
Onların bu yüz çevirmeleri, iş ve icraatları, takındıkları tavırlar sebebiyle kalplerine mühür vurulmuştur:
"Biz onu (Kur'an'ı) anlamasınlar diye, onların kalplerinin üzerine perdeler, kulaklarına da ağırlık koyduk." (Kehf: 57)
Onun içindir ki o Kitab-ı kerim'in ilâhî hükümlerinden istifade edip istikamete yönelemiyorlar.
"Sen onları hidayete çağırsan da onlar aslâ hidayete gelmezler." (Kehf: 57)
Çünkü onlar ne işitirler ne de anlarlar, hiçbir ikaza aldırış etmezler.
"İşte bunlar Allah'ın kendilerini lânetlediği, sağır yaptığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir." (Muhammed: 23)
•
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde, bu gibi kimselerin Kur'an-ı kerim'in ilâhî beyanları karşısındaki durumlarını anlatarak şöyle buyurmaktadır:
"İçlerinden bazıları da sana kulak verirler. Halbuki biz onların kalpleri üzerine, onu anlamamaları için örtüler, kulaklarına da ağırlık koyduk." (En'âm: 25)
Hak ve hakikat ne kadar açık olursa olsun, engelli kulaklara ve perdeli kalplere giremez. Gözler bakar, kulaklar işitir, fakat hiçbir şey görmez ve duymaz.
"Onlar her türlü âyeti görseler, yine de ona inanmazlar." (En'âm: 25)
Allah-u Teâlâ, hidayete ermek için çalışanları hiç şüphesiz ki hidayete ulaştırır. Hakk'tan yüz çevirenlerin ise hidayet ile aralarına perde çeker.
"Hatta sana geldiklerinde seninle mücadele ederler ve o kâfirler: 'Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir.' derler." (En'âm: 25)
O gün öyleydi, bugün ise daha değişik kılıklarda ve üsluplarda ortaya çıkıyorlar.
"Onlar hem insanları Kur'an'dan menederler, hem de kendilerini ondan uzaklaştırırlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar." (En'âm: 26)
Kendileri Hazret-i Kur'an'ın nur ışığından faydalanamadıkları gibi, başkalarının da faydalanmalarına engel olurlar.
Onlar Allah-u Teâlâ'nın âyetlerini kulakları ile işitir, fakat kalpleri işitmez. Çünkü onlar kalplerine perde çekilmeye müstehak olmuşlardır.
Nitekim başka bir Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Kur'an okuduğun zaman, seninle ahirete inanmayanların arasına gizli bir perde koyarız." (İsrâ: 45)
Bu durum, onların Allah-u Teâlâ'ya ve O'nun ilâhî hükümlerine yönelmemelerinin bir cezasıdır. Hak ve hakikat gözler önünde güneş gibi parlayıp durduğu halde onları idrak edemeyenler, işte böyle bir perde ile perdelenmiş kimselerdir.
"Ayrıca onu anlamamaları için kalplerinin üzerine perdeler çekeriz, kulaklarına da ağırlık koyarız." (İsrâ: 46)
Bu ağırlık, Allah-u Teâlâ'nın âyetlerini kendilerinin hidayet bulmalarını sağlayacak bir şekilde işitmelerini önleyen bir ağırlıktır.
"Sen Kur'an'da Rabb'ini tek olarak zikrettiğin zaman da, onlar nefret ederek arkalarını döner giderler." (İsrâ: 46)
Şirk içinde yaşamayı tercih ederler.
Halbuki Kur'an-ı kerim öyle bir kitaptır ki; Allah-u Teâlâ'nın emirlerine sarılmak, nehiylerinden sakınmak suretiyle O'nun gazabından korunan ve itaat etmek suretiyle de azabından kurtulan müminler için yol göstericidir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde O izin vermedikçe hiç kimsenin imana nâil olamayacağını beyan buyurmaktadır:
"Allah'ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir." (Yunus: 100)
Seni yaratan Allah-u Teâlâ seni iman şerefi ile müşerref etti, Nur'u ile hemhal etti. Bu gerçekten bir mahlûk için en büyük bir şeref, en büyük bir rahmet, saâdetin ta kendisi değil midir?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Şüphesiz ki Allah dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete erdirir." (Fâtır: 8)
Bir kimse O'nun indirdikleri üzerinde kalbi itminan olmadığı zaman, Allah-u Teâlâ onu sevmez ve hidayete erdirmez. O artık sapık olarak bir yola sapar ve saptığı o yolda kalır. O herkesin yaptığını en iyi bilendir.
Hiç şüphe yok ki O yaratıyor, O donatıyor, O yaşatıyor. Kimde hayır görürse hidayetini kalbine yerleştiriyor. Kimde de hayır görmezse onu hidayet şerefi ile müşerref etmiyor. O hidayet etmedikçe hiçbir kimsenin iman etmesi de mümkün değildir.
"Allah bana izin vermedi ki, ben nasıl iman edeyim?" diye Allah-u Teâlâ'ya iftira ederler. Niçin hidayet vermiyor? Sende hayır görseydi, sana lütuf ile tecellî ederdi, fakat kalbin kapalı olduğu için seni hidayetten mahrum etti.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara duyururdu." (Enfâl: 23)
O hidayet vermedi ki ben nasıl hidayet edeyim? O sende hidayet yollarını görseydi, sana yol verirdi. Hidayet yollarını görmediği için seni karanlıkta bırakıyor. Kabahati kendinde ara!
Kişi dâima Allah-u Teâlâ'ya yönelip sığınacak ki, nefis meydan bulup onu helâk etmesin, cehenneme atmasın.
Allah-u Teâlâ kulun yapacağı iyi işlere rızâ gösterir, kötü işlere aslâ rızâ göstermez.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah kullarının küfrüne râzı olmaz." (Zümer: 7)
Mahlûkun hiçbir hükmü yoktur. Hüküm yalnız Allah-u Teâlâ'ya âittir, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Çünkü O yaratıyor, O emrediyor.
Seni O'ndan başka yaratan var mıdır? Sen hükmünü nereden aldın da saptın?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Haddi aşanların kalplerini işte böyle mühürleriz." buyuruyor. (Yunus: 74)
Size Allah-u Teâlâ'nın kalpleri çevirdiğini ve mühürlediğini söylüyoruz da bizim söylediğimizi zannediyorsunuz. Size bunca Âyet-i kerime ile ispat ediyoruz. Kalpleri mühürlediği gibi suretleri ve sıfatları da değiştirir, böylece ahirete giderler.
Beyinsizlerin Yaptıkları:
Kur'an-ı kerim'de Musa Aleyhisselâm'ın bir beyanı şöyle geçmektedir:
"Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah'ım!" (A'râf: 155)
Binaenaleyh gerek beyinsizlerin, gerek bu azgınların yüzünden gerçekten ümmet-i Muhammed de bu âfâta iştirak etmiş, tutulmuş oluyor.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde geçmişte yaşamış milletlerin aralarında, bozgunculuk yapanlara mani olan kimselerin çok az bulunmuş olduğunu haber veriyor:
"Sizden önceki asırlarda faziletli kimselerin yeryüzünde bozgunculuğu önlemeye çalışmaları gerekmez miydi?
Ancak onlar arasından kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı.
Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten onlar günahkâr idiler." (Hûd: 116)
Âyet-i kerime'de az kişinin kurtulduğu haber veriliyor. Yani yapan kurtuldu, yapmayan kurtulmadı.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Benden önce Allah'ın gönderdiği her peygamberin mutlaka ümmetinden havarileri ve ashâbı olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler, emirlerini de yerine getirirlerdi.
Sonra onların ardından öyle kötü nesiller zuhur etmişti ki, yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyen şeyleri de yapmışlardır.
Kim bunlara karşı eliyle cihad ederse o mümindir. Kim onlara karşı diliyle cihad ederse o da mümindir. Kim de onlara karşı kalbiyle cihad ederse o da mümindir. Amma bunun ötesinde bir hardal tanesi iman yoktur." (Müslim: 50)
Geçmiş ümmetlerden pek az kimse yeryüzünde fesat çıkarmayı engellediler ve kurtuldular.
Diğerleri ise dünyevî lezzetlere daldılar, isyan edip yoldan çıktılar, diğerlerinin ikaz ve irşatlarına kulak asmadılar, sonunda da beklemedikleri bir anda azap başlarına geliverdi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Halkı ıslah olmuş (sâlih ve ıslahtan yana) kimseler olsaydı, Rabb'in o memleketleri haksız yere helâk edecek değildir." (Hûd: 117)
Allah-u Teâlâ Âdil-i kerim'dir. Halkı ıslah olmuş, hakka hukuka riayet etmiş olan beldeleri felâketlere uğratmaz, hak etmeden helâk etmez, böyle bir ihtimal yoktur.
Çünkü Âyet-i kerime'sinde:
"Rabb'in kullarına zulmedici değildir." buyuruyor. (Fussilet: 46)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'in bu husustaki bir hutbeleri ne kadar arza şayandır.
"Ey insanlar! Sizden önce helâk olanlar, günahlara dalmaları, yol göstericilerinin ve dinde derinleşen âlimlerinin de onları men etmemeleri yüzünden helâk olmuşlardır.
Onlar günah işlemeyi aralıksız sürdürüp, diğerleri de onları men etmeyince, kötü bir sonuç onları yakalayıvermiş, başlarına cezalar gelmiştir.
Öyleyse onlara gelen azabın bir benzeri sizin başınıza gelmeden önce iyilikle emredin, kötülükten de men edin.
Bilmiş olun ki iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek; ne rızkı keser, ne de eceli yaklaştırır." (İbn-i kesir)
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim'i olan Kur'an-ı kerim'de şöyle beyan buyuruyor:
"Biz hiçbir memleket halkını, onlara öğüt veren uyarıcılar olmadıkça helâk etmedik. Biz zâlim değiliz." (Şuarâ: 208-209)
Allah-u Teâlâ peygamber gönderip de emir ve yasaklarını duyurmadıkça hiçbir ferde ve topluluğa, memleket halkına azap etmez.
Allah-u Teâlâ insanları uyandırmak, vazifelerinden haberdar etmek, dinen yasak olan şeyleri irtikab edenlerin ilâhi azap ve ikaplara uğrayacaklarını duyurmak için nûr saçan peygamberlerini ve onların vekilleri, naibleri olan hakiki, kâmil âlimlerini;
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." (Buhârî)
Hadis-i şerif'i mucibince göndermiş ve bu uyarma vazifesini yapmalarını tembih ve emir buyurmuştur.
Bu Allah yolunun dâvetçilerinin öğütlerini ve ihtarlarını dinlemeyip meşru olmayan hareketlerine devam edenler ilâhi azaba gerek dünyada, gerek ahirette mutlaka müstehak olacaklardır.
"Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz." (İsrâ: 15)
Ne var ki onlar kendilerine Allah tarafından hiçbir şüphe taşımayan gerçekleri getiren uyarıcılar geldiği zaman onlara kulak verip tâbi olmamışlardı.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde zulüm ve isyanlarına rağmen kullarına bir zamana kadar ruhsat verdiğini, süre dolunca da bu ruhsatı ellerinden alacağını haber veriyor:
"Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı.
Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar geciktirir. Süreleri dolunca da, ne bir an geri kalabilirler ne de ileri geçerler." (Nahl: 61)
Azapları ertelemek, ömürleri uzatmak, genişlik bolluk vermek, darlığa düşürmemek... gibi mühletler, şeref ve üstünlüğün bir alâmeti değildir, aksine bir "istidraç"tır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Azap onlara öyle ansızın gelir ki, onlar hiç farkında olmazlar. O zaman: 'Acaba bize mühlet verilir mi?' derler." (Şuarâ: 202-203)
Kendilerine çok az bir süre verilmesini isterlerse de onların bu istekleri kabul edilmeyecektir.
"Onlara: 'Yapmakta olduğunuz ve yapıp arkada bıraktığınız işler hakkında Allah'tan korkun, umulur ki size merhamet olunur!' denildiği zaman (yüz çevirirler.)" (Yâsin: 45)
Böylesine güzel olan bir nasihata aldırış etmezler.
"Onlara Rabb'lerinin âyetlerinden bir âyet geldiği zaman mutlaka ondan yüz çevirirler." (Yâsin: 46)
Onlar kelâmullah olan Kur'an-ı hakîm'in ulvî beyanlarını olduğu gibi kabul edip de İslâm'la müşerref, imanla münevver olmak istemezler.
"Onlardan yüz çevir. (Dâvetine uymamalarından dolayı) sen kınanacak değilsin." (Zâriyât: 54)
Onları defalarca uyardın, onlar ise bu uyarılara kulak vermediler. Sen bütün gayretini sarfettiğin için, artık onların yaptıklarından mesul değilsin.
Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"Kâfirler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar." (Âl-i imrân: 178)
Bunlar birer istidraç olup, görünüşte bir nimet, gerçekte ise azaptır. Onlar farkına varmadan Allah-u Teâlâ azaplarını artırmayı murad etmektedir.
•
Bu zâlimlerden önce, geçmiş devirlerde allahlık dâvâsında bulunan zâlimlere de fırsat vermişti ve fakat âkıbetleri nasıl oldu?
Dikkatle bir inceleyin! Nemrut'u nasıl ve ne ile helâk etti? Firavun'u yer bile kabul etmedi. Âlemlere ibret olması için onu deniz sahiline attırdı. Böylece beşeriyete, hususiyetle allahlık dâvâsında bulunanlara numune olarak teşhir ediyor. İbret almak isteyenler ibret alırlar.
Allah-u Teâlâ onun da, avanesinin de ruhlarını sabah akşam ateşe sokuyor, bu azaplar her gün devam ediyor.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah-akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de: 'Firavun hanedanını azabın en çetinine sokun!' denilir." (Mümin: 46)
Firavun ve hanedanı dünyada kötü bir azap ile mahvoldukları gibi, kabirlerinde ahirete kadar sabah-akşam ateşe sunulmak suretiyle dehşet içinde kalacaklar, kıyametten sonra ise asıl cezayı görecekler, azabın en çetinine sokulacaklardır.
Bu azap sadece firavuna ve kavmine mahsus olmayıp, bütün kâfirler kabirlerinde kıyamete kadar aynı muameleyi göreceklerdir. Zâlimler bundan ibret alsınlar diye bu âkıbetleri arzediyoruz, böylece O'nun kahredici olduğunu anlatıyoruz. Kahhar olan Hazret-i Allah'a karşı hiçbir yardımcıları da yoktur. Onlardan başka bu zâlimlerin de hakkından gelir.
Herkes İmtihanını Verecek:
Bir topluluğun başına felâketler gelip belâlara uğrayacakları zaman, oranın ileri gelen mütekebbir ve müstekbirleri azgınlaşır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz bir memleketi, yıkıp yok etmek istediğimiz zaman, oranın şımarık varlıklılarına (iyilikleri) emrederiz. Buna rağmen onlar orada itaatsizlik edip kötülük işlerler. Artık o memleket helâke müstehak olur, biz de orayı darmadağın ederiz." (İsrâ: 16)
Bunlar tarihte birer ibret numunesi olmuş olurlar.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- bu Âyet-i kerime'ye şu şekilde mânâ vermiştir:
"Onların kötülerini başa getiririz, onlar o memlekette isyan ederler. Böyle yaptıkları zaman da Allah-u Teâlâ onları azap ile helâk eder."
Yani halkın helâkine vesile olurlar.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Böylece biz her memleketin ileri gelenlerini (kodamanlarını veya idarecilerini) en büyük günahkârlar yaptık ki, orada hileler çevirsinler." (En'âm: 123)
Hususiyetle ileri gelenlerin mevzu edilmesi, onların sahip oldukları geniş imkânların daha çok olmasından; başkalarına kıyasla kendilerini hile ve tuzaklara, isyan ve tuğyana, küfür ve inkâra daha çok yöneltmiş olmasındandır.
Her biri koyun postuna bürünmüş bir kurda benzer. Makamları yükseldikçe, servetleri çoğaldıkça, isyan ve günahları da artar.
Bu ise imtihanın tam olarak yapılabilmesi, ilâhi takdirin bütünüyle yerine gelmesi, herkesin kendisine kolaylaştırılan yolda yürümesi ve en sonunda herkesin hak ettiği karşılığı bulması içindir.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"Halbuki onlar aslında yalnız kendilerini aldatıp hile yaparlar, amma farkında olmazlar." (En'âm: 123)
Hiç şüphesiz ki bunun vebali kendilerini kuşatacaktır.
•
Fakat dikkat ederseniz herkes sandalyeye üşüşüyor, o ölüm sandalyesine doğru koşuyor değil mi? Bugün o ölüm sandalyesinden kurtulan kaç kişi olabilir?
Halbuki mülkün mutlak sahibi olan Allah-u Teâlâ insanları kudret eliyle yaratmış ve dünya sahnesine denemek için göndermiştir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.
O Azîz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Mülk: 2)
Yani insanın dünyaya geliş sebebi sahne-i imtihandır. Allah-u Teâlâ ilm-i ezelisinde kimin ne yapacağını biliyordu. Daha cenin halindeyken kişinin takdirini dürmüştü. Fakat kulun kendisi de görsün diye sahneye göndermiştir.
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O'dur. O'nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur.
Hayat deneme ve mükellefiyet yeridir, ölüm ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Nice iyi âmirler geldi, bunun yanında nice vatanına ihanet edenler de geldi. Bu sahnede imtihanlarını verip gittiler.
Kimisi Kelimâtullah'ın yükselmesi için canını ve malını seve seve Allah uğrunda feda etti, şehâdet şerbetini içti, ebedî saâdete erdi.
Öyle kimseler vardır ki Hazret-i Allah'a gönülden bağlıdır, Allah uğrunda canını ve malını fedâ edeceğine dâir söz vermiştir.
Kalben bu sözleri verenlere âit Allah-u Teâlâ'nın şöyle bir ferman-ı ilâhîsi var:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir.
Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)
İşte bunlar samimi bir niyetle hareket ettiler ve bu sonsuz şerefe erdiler.
Mülk Hazret-i Allah'ındır, dilediğine verir, dilediğinden alır.
"Allah mülkünü dilediğine verir." buyuruyor. (Bakara: 247)
O Mâlik-ül mülk'tür. Kulların elindeki de O'nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O'nun mülküdür. Mülkünün hem sahibi hem hükümdarıdır.
İstediği olur, istemediği olmaz. Her dilediğini dilediği gibi yapar. Dilerse mülk verir hükümdar yapar, dilerse indirir atar. Dilediğini izzet sahibi yapar, dilediğini zillet sahibi yapar.
"Bugün mülk kimindir? Tek ve Kahhar olan Allah'ındır!" (Mümin: 16)