13 Kasım 2012

TÜRKLERİN İSLAMİYETİ KABUL EDİŞİ


Müslüman Arapların Türklere İlk Saldırıları
Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasında bulunan bölge tarihi ipek yolu üzerindedir.. Türk beylikleri, bu bölgedeki, Buhara, Semerkant, Talkan, Baykent gibi şehirlerde yerleşmiş yaşıyorlar, deri imal ediyor ve pamukdan kağıt üreterek bunları satıyor ve iyi de para kazanıyorlardı.. Bu üretimlerinin yanı sıra Altın madenleri çalıştırıyorlardı..Özellikle adı zengin şehir manasına gelen, Semerkantın zenginliğinin o devirde dillere destan olduğu söylenir.. Bu zenginlik ötedenberi Talancı Arapların iştahını kabartıyorduysa da, Türklerden çekiniyorlar ve araya sınır olarak koydukları Ceyhun nehrini geçmeye pek cesaret edemiyorlardı.. Çünkü daha önce Halife Osman zamanında, Muhammed bin Cerir komutasındaki Araplar İslamı yayma bahanesiyle oraları talan etmek için 2700 kişilik bir ordu ile Ferganeye kadar girdiysede Türkler tarafından yok edilmişlerdi.. Ancak daha sonraları Muaviye tarafından, Ceyhun nehrinin altında kalan Horasanın tamamiyla işgal edilmesi ile o bölgede ilk Araplaştırma ve İslamlaştırma girişimleri başlamış oldu..

Buhara'nın Tekrar Kuşatılması ve İlk Türk Katliamı
Kuteybe Mervde büyük bir hazırlık yapar.. Bu arada Vardana ve Buhara beylikleri arasında çatışmalar vardır.. Müslümanlara karşı mücadele etmek için bu çatışmalar derhal durdurulur ve Vardan Hudat, Kuteybeye karşı Türklerin başına geçer.. Kuteybe önce, Numiskent ve Ramitana saldırır ve buraları kolayca istila eder.. Demirkapı önlerinde Vardanla çarpışırlar.. Vardan savaşı kaybeder ve Buharaya doğru çekilir.. Ancak Kuteybede, savaştan yorgun düştüğü için Buharayı alamadan Merve geri döner.. Haccac bunu başarısızlık olarak kabul eder ve, Buharayı mutlaka almasi için Kuteybeye emir verir..Kuteybe büyük bir hazırlık yaparak bir sene sonra tekrar Buharayı kuşatır.. Türkler direnir ve Kuteybe başarılı olamaz, ordusu dağılmaya başlar.. Bunun üzerine Kuteybe her bir Türk başı için askerlerine 100 dirhem vaad eder.. Para hırsı ile gayrete gelen Araplar, şehri istila ederler..Bütün direnen Türkler kılıçtan geçirilerek tam bir katliam yapılır, Araplar Türk kadınlarına tecavüz ederler, beğendikleri kadınları ya cariye olarak kullanmak yada köle pazarında satmak üzere alıkoyarlar.. Erkeklerden de binlerce kişiyi köle olarak satmak üzere beraberlerinde götürürler.. Araplardan oluşan yeni bir idari kurumlaşma yapılır.. Diğer beyliklerden tepkiler gelmeye başlayınca da, Buhara Melikesi Hatunun oğlu Tuğ Sad kukla hükümdar yapılır.. Tuğ Sad tarihe hain bir işbirlikçi olarak geçer.. Daha sonrada Müslüman olarak oğluna da, efendisi Kuteybenin ismini vererek bağlılığını kanıtlar.. Etkili bir kolonizasyon yapmak isteyen Kuteybe bunun için öncelikle yerli halkı İslamlaştırmaya başlar.. Buhara halkı önceleri Müslüman olmuş gibi görünselerde bu dini kabul etmek istemezler..Kuteybe Türklerin aslında Müslüman olmadıklarını, evlerinde İslami kuralları tatbik etmediklerini anlar ve yeni bir yöntem geliştirir..Bu yönteme göre Türkler evlerini Araplarla paylaşmak zorunda bırakılırlar ve bu şekilde bire bir kontrol altına alınırlar.. İslami kurallara uymayanlar ise ağır cezalara uğratılırlar.. ( Bugün, bazı İslami yazarlar bu getirilen tedbirlerin İslam'ın Türkler tarafından kabul edilmesinde çok yarar sağladığını açıkca ifade ederler..Bu yaklaşım da üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.. ) Kuteybenin bu zorlamaları karşısında, halkdan bazı direnişçiler çıkar.. Gizlice silahlanırlar..Bu durum karşısında Araplar camiye dahi silahsız gidemez olurlar..Kuteybe baskıları arttırır, kendi aralarında örgütleşen Türkleri yakalattırıp öldürtür.. Bu arada yeni vergi yasaları getirir.. Yerli halk, halifeye senede 200000 dirhem, Horasan valisi Haccaca da 10000 dirhem vergi ödemeye mecbur bırakılır.. Bunun dışında Arap askerlerinin atlarına yem temin etmeye, oraya getirilip yerleştirilen Arap ailelerine odun temin etmeye ve onlara tahsis edilen arazilerde çalışmaya mecbur bırakılırlar.. Kadınlar, kızlar Araplara cariye yapılırlar.. Buhara Türkleri bu yıllarda dünyadaki çok az milletin yaşadığı vahşeti ve ızdırabı yaşar.. Kuteybenin getirip Türk evlerine yerleştirdiği Araplar, Türklerin o zamana kadar yaptıkları bütün birikimlerinin üzerine konarlar, Türklerin tarlalarını alır ve Türkleri o tarlalarda çalıştırırlar.. İste Tek din İslam oluncaya kadar savaşın diyen ayet, Arapları Türklerin sırtından geçimlerini sağlayacak ortamı yaratmıştır..ALLAH (cc) dini dedikleri İslam, Ahzab Suresi / 50 de olduğu gibi, savaşta gasp edilen Türk kızlarınıda ganimet olarak görür, ve Araplara cariye olmalarını helal kılar..Cuma namazı zorunlu hale getirilir.. Genede Türkerden rağbet görmez. Bunun üzerine Kuteybe, namaza gelenlere 2 dirhem vaad ederek önce fakirler üzerinde İslamın etkili olmasını temine çalışır.. Bu uygulama nispeten başarılı olur.. Fakir halktan para için camiye gidenler olur..

1. Büyük Katliam ( Talkan Katliamı )
Buharada olanlar diğer Türk Beyliklerinde de etkilerini gösterir.. Aynı şeylerin kendi başlarına geleceğinden korkmaktadırlar.. Sogd meliki Neyzek Tarhan şehrinin yıkıma uğramaması için Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır.. Bu anlaşmaya göre Tarhan haraç verecek ve tarafsız kalacaktır.. Ancak bu tarafsız kalmalar ve Türklerin birleşememeleri Arapların işlerini kolaylaştırmış ve Türk beyliklerini istedikleri gibi istila edip talan etmişlerdir.. İlk olarak saldırıya uğrayan Kibac Hatuna diğer beyliklerden yardım gelmeyince, o yardımı esirgeyenler aynı akibete uğramışlardır.. Bu olaylarda Türklerin belli bir şekilde organize olamamaları da onların Araplar tarafından istila edilmelerini kolaylaştırmıştır.. Neyzek Tarhan daha sonra Kuteybe ile yaptiğı anlaşmada hatalı olduğunu ve bu anlaşmanın kendisine hiçbir güvence getirmeyeceği gibi diğer Türk Beylerine de ihanet etmiş olacağını anlar.. Tohoristana dönerek bütün Türk Beyliklerine birer mektup yazar ve onları ortak bir direnişe girmeleri için uyarmaya çalışır.. İlk olumlu yanıt Talkan meliki Sehrekden gelir..Tarhanın planlarını öğrenen Kuteybe, buna karşılık Belh şehrinde hazırlık yaparak, baharda büyük bir ordu ile Talkan şehrine doğru yürür.. O ana kadar bir direniş hazırlığı yapamayan Talkan şehri meliki Sehrek, Kuteybenin gelişinden önce şehri terkeder.. Şehre hiç savaşmadan giren Kuteybenin adamları şehirde eli kılıç tutabilen nekadar erkek varsa hepsini kılıçtan geçirirler.. Bu katliam o zamana kadar yapılanların en büyüğüdür.. Kuteybe bu katliamı diğer beyliklere ibret olması için yapar.. Kuteybenin askerleri öldürebildikleri kadar öldürürler, geri kalanları da, Talkan yolu üzerindeki ağaçlara asarlar.. Bu yolun 4 fersah ( 24 Km.) mesafelik bölümü Türklerin ağaçlara asılan cesetleri ile doludur.. Talkan katliamı tarihe, Arapların o güne kadar yaptıkları katliamların en büyüğü olarak geçmiştir.. Halk, Müslüman Araplarla savaşmadığı halde, Kuteybe ve askerleri sırf diğerlerine örnek olsun diye 40.000 kadar kişiyi kılıçtan geçirmiş, ağaçlara asmıştır.. bütün bunlar hep İslam adına yapılmıştır..

2. Büyük Katliam.. ( Curcan Katliamı )
Kuteybe ve Haccacın ölümü, Arapların Türkleri Müslümanlaştırmak ve Türk şehirlerini talan etmek politikalarında bir değişiklik yapmamıştır.. Öncelikle, Araplardaki Türklere karşı olan korku ortadan kalktığı için, Araplar, Kuteybeden sonra da aynı şekilde Türk yurtlarına saldırılarını sürdürmeye devam etmişlerdir.. Kuteybenin öldüğü aynı yıl olan 716 da, Yezid ibni Muhelleb Horasana vali atanır.. İlk iş olarak Dağıstanı işgal eder.. Dağıstan meliki Saltekin, Yezite karşı uzun süre dayanır.. Sonunda Dağıstan düşer.. Şehir yağmalanır ve 14000 kişi öldürülür..Dağıstandan sonra Curcana yönelir.. Curcan 300.000 dirhem karşısında savaşmadan teslim olur.. Yezid, Curcana bir bölük asker yerleştirerek, Taberistan a doğru yola koyulur.. Taberistan Meliki, İsfehbed, Deylem melikinden 10000 kişilik bir yardım alarak savaşa başlar.. İsfehbed savaşırken, Curcan halkı da ayaklanarak Esed ibni Abdullah komutasındaki askerleri imha ederler.. Yezid öfkeye kapılır, Curcanlı Türkleri yendiğinde kanlarından değirmen döndürüp ekmek yiyeceğine dair Allaha yemin eder.. Askerlerini toplayarak Curcan üzerine yürür.. Curcan beyi, şehirden çıkarak Curcan kalesine çekilir. 7 ay süren savaştan sonra, kale düşer.. Curcan beyi öldürülür.. Kaledeki askerler esir alınır.. Araplar, daha sonra Curcan şehrine girerler.. Burada da aynı şekilde Kuteybenin yaptiğı katliama benzer bir katliam yapılır.. Türkleri öldürerek, 4 fersah boyunca sağlı sollu ağaçlara astırır.. Allaha verdiği sözü yerine getirmek için, esir aldığı binlerce Türkü, Enderiz vadisindeki nehrin kenarına sürükler, orada askerlerine korumasız Türkleri öldürtür.. Öldürülen Türklerin kanlarını nehire akıtır.. Nehrin suyuyla akan kanlardan, ilerideki değirmenden un ve ekmek yaptırarak yer ve Allaha verdiği sözü yerine getirir.. Katliamdan geriye kalan kız ve kadınlardan beş de biri cariye olarak halifeye ayrıldıktan sonra, geriye kalanlar askerler arasında ganimet olarak paylaştırılır.. Kaynaklar Curcan katliamında Talkan katliamında olduğu gibi yaklaşık 40.000 Türkün öldürüldüğünü söylerler..

Kur-Sul'un Ölümü ve Türk Ordularının Dağılması
Emevilerin son valisi, Nasır ibni Seyyarın valiliğe gelmesi ile birlikte Güney Türkistanda Arap güçlerinde bir toparlanma başlar. Nasır, Arap hakimiyetinin yumuşak bir politika ile daha kolay bir şekilde yayılabileceği bilinci ile güçlü bir ordu kurarak Türk topraklarına yayılır. 739 yılında Araplar Semerkanta tamamen yerleşirler.. Ancak, Seyhun nehrini geçmeye çalışırlarsada, Kur-Sul komutasındaki Türk ordusu tarafından durdurulurlar.. Sayı olarak Kur-Sulun ordusundan daha kalabalık olmalarına rağmen, nehrin öte tarafına geçmeye cesaret edemezler.. Ancak bu arada Araplar için hiç beklemedikleri bir gelişme olur.. Araplara karşı saldırı düzenlemeyi planlayan ve bu nedenle nehrin etrafında keşif yapan Kur-Sul, Arap askerlerine yakalanır.. Nasır, Kur-Sulu hemen öldürerek cesedini Türklerin görebileceği şekilde Seyhun nehrinin kenarına astırır.. Bu manzara çok geçmeden Türkler üzerinde beklenen etkiyi yapar ve Türk ordusu zaten sayıca üstün olan Araplar karşısında dağılır.. Taşkent ve Fergana da teslim olur.. Nasır,bundan sonra Arap hakimiyetini daha yumuşak politikalar uygulayarak sürdürür.. Yurtlarını terk ederek giden Türklerin geri dönmeleri halinde vergi borçları affedilir.. Halk içinden Müslüman olanlara bazı ekonomik ve sosyal çıkarlar sağlanarak, onların kendiliğinden Müslümanlığı seçmeleri teşvik edilir.. İslamın taraftar bulabilmesi için, gerek korkutarak, gerek teşvik ederek gereken her türlü tedbiri alınır.. Bu alınan tedbirler yavaşda olsa sonuç verir.. Türk topraklarındaki son Emevi Arap valisi Nasır ibni Seyyar Türklere İslamı kabul ettirtmeyi başarmıştır..

Müslüman Araplar Türklere Neden Saldırmıştır
Genelde, bu tarihi bilen İslami çevreler, Müslüman Arapların Türklere saldırmasını, onları İslam dinine davet etmek, gerekirse bu uğurda zor kullanarak, onları İslam'a boyun eğdirmeye zorlamak şeklinde yorumlarlar.. Ancak tek neden bu değildir..Bu konu da ayrıca Zekeriya Kitapçı'nın Yeni İslam Tarihi ve Türkler adlı Kitabında anlatılmıştır.. Aşağıdaki pasaj, aynı kitaptan alınma bir bölümdür.Değişen Arap Toplumunun Yeni Hayat Anlayışıa-) Harbeden Askerlerin Servete Kavuşma İsteğiArapları, Orta Asyayı fethe zorlayan bir diğer faktörde harbeden askerlerin kısa zamanda büyük servet ve zenginliklere sahip olmaları idi. Genellikle Bedevi, çölde yaşayan, fakru zaruret içinde çok insafsız bir hayat mücadelesi içinde yoğrulan Araplar, daha İslamın ilk devirlerinde harbedeb askerlerin verilen yüksek maaş ve ganimetler dolayısıyla kısa zamanda büyük bir servet ve zenginliğe kavuştuklarını görmüşlerdir. Mücahit gazilerin bundan sonraki yaşantıları ve hayat seviyeleri bir anda değişmiş ve harbe iştirak etmeyenlere nazaran çok daha iyi ve müreffeh bir hayat sürmeye başlamışlardır. b-) Yaygın Geçim SıkıntısıMüslüman Arapları komşu ülkeleri ve bu arada Türkistanı fethetmeye zorlayan önemli sebeplerden bir diğeri de çok yaygın hale gelen geçim sıkıntısıdırArapların geçim sıkıntısı yokluk ve mahrumiyetler içinde sürdürdükleri hayat mücadelesi nedeniyle komşu ülkeleri fethetmeye zorlandıkları ve bu ülkelerde çok büyük sayıda yerleştikleri hakkında sarih ifadeler vardır. ( Sayfa 299..)

Taberi AnlatımlarıAşağıdaki pasajlar doğrudan Taberinin anlatımından alınmıştır.Tarih-i Taberi / Cilt 3/(Syf-343)Her kim Türklerden baş getirirse yüz dirhem vereceğim. İmdi müslümanlar bir bir Türklerin başını kesip getirip 100 dirhemi aldılar.Ve Türkleri dağıtıp hesapsız kırdılar ve mübaleğa ile mal ve ganimet alıp yine dönüp Merve geldiler. Yaz gelince Kuteybe Horasan şehirlerine nameler gönderip asker topladı. Sonra göçüp Talkana vardı. Şehrek ki Talkan meliki idi. Neyzekle müttefik idi. Kuteybenin geldiğini işitince kaçtı. Kuteybe Talkana girdiği vakit hükmetti ki ahalisini kılıçtan geçireler. Nekadar kırabilirlerse kıralar. Bunun üzerine Kuteybenin askeri orada hesapsız adam öldürdü.Rivayet ederler ki 4 fersenk yol iki taraftan muttasıl ceviz ağacı dallarına adamlar asılmış idi. Oradan göçtü. Mervalarüde kondu. Oradaki melik kaçtı. Kuteybe onun da iki oğlunu tuttukta kalan şehrin beyleri itaat edip istikbale geldiler.(Syf-344)Kuteybe dedi: - Vallahi eğer benim ömrümden üç söz söyleyecek kadar zaman kalmış olsa bunu derim ki (Uktülühü uktülühü uktülühü). ( Hepsini öldürün, hepsini öldürün, hepsini öldürün )Bunun üzerine Neyzeki ve iki kardeşi oğulları ki biri Sol ve biri Osmandır. Ve yine o kendisi ile mahsur olanların hepsini öldürdüler.hepsi 700 adam idi. Buyurdu başlarını kesip Haccaca gönderdiler.

MU KIT'ASI HAKKINDAKİ BİLGİLER


Her şey İngiliz araştırmacı Colonel James Churcward’ın (İngiliz silahlı kuvvetlerinde albay) görevli olarak gittiği Hindistan ve Tibet’te 1880 yılında başladı. Günümüzde evrim kuralları, mühürbilim ve arkeoloji bilimlerine büyük katkılar sağlayan araştırmalarında Churcward eski dinlerin kökenleri ile ilgili çalışmalar yaparken, 1883 yılında Batı Tibet’te bulunan bir manastırda manastırın Baş rahibi RISHI ile tanıştı. Burada günümüzden yaklaşık 15.000 yıl önce yazıldıkları ispat edilen taş tabletlerin varlığını öğrenen Churcward, NAACAL TABLETLERİ olarak adlandırılan bu tabletleri çözümleyebilmek amacı ile manastırda Rishi’nin yanında iki yıl kaldı. Bu süre içerisinde çeşitli sembollerden ve şekillerden oluşan, eski ve ölü bir dil olan Naacal dilini Rishi’den öğrenen ve tabletleri çözümleyen bilim adamı dünyanın çeşitli bölgelerinde, Kuzey, Orta ve Güney Amerika’da, Mısır’da, Avusturalya’da, Güney Pasifik adalarının nerdeyse tamamında Orta Asya ve Sibirya’da 50 yıl sürecek araştırmaların kıyısında olduğunu bilebilir miydi? 

Şimdi biraz başa dönelim ve baş rahip Rishi’nin binlerce yıldan beri gizli kalmış bu tabletleri neden Churcward’e gösterdiğini, daha ileri giderek çözümlenebilmeleri için gerekli olan Naacal dilini niçin öğrettiğini düşünelim. Bu konuda ispatlanmış kesin bilgilere sahip değiliz. Ancak tabletler çözümlendiğinde 15.000 yıl önce yazılmış bu tabletlerin Hindistan’a MU kıtasından Naacal rahipleri tarafından getirildiği ortaya çıkıyordu. Bunlara Naacal Kardeşlik örgütü de denmekteydi. Naacal’lar hem bilim adamı hem rahiptiler ve Mu ülkesinde yönetici konumdaydılar. Mensubu oldukları ilk TEK TANRIlı dini (belkide şimdilik kaydıyla) hem kendi kıtalarında, hem kolonilerde yaşayan insanlara daha rahat anlatabilmek amacı ile bu semboller dilini kullanıyorlardı. Bu dilin ezoterik, manalarını ise yalnızca imparator ve kendileri biliyorlardı. 

Ezoterizmin Osmanlıca karşılığı batınilik, Türkçesi içsel, içyüz anlamındadır. Ezoterizmin zıddı olan sisteme ise egzoterizm denir. Osmanlıca karşılığı harici, Türkçesi dışsaldır. Ezoterik bilgi herkese verilmeyen, açıklanmayan, belli eğitimlerden geçerek o bilgiyi almaya hak kazanan insanlara verilen bilgilerdir. Bu bilgilere ulaşabilmek için insan önce egzoterik bilgileri öğrenmekle başlar ve çabalarıyla zaman içinde ezoterik bilgileri almaya hak kazanabilir. 

Ezotorik bilgiler genelde yazılı olmayabilirler ve bir öğreten, yol gösteren tarafından sembollerle, belirli bir sistemle öğrenciye verilir öğretilirler. Buna inisiasyon denir. Bu kavram örneğin Şaman-Türk geleneklerinde el vermek deyiminde manasını bulur. Çağlar içerisinde Mu dan başlayarak sırasıyla Atlantis, Uygurlar, Maya, Tibet, Hermes-Mısır, Hint uygarlığı, Rama, Babil, Pisagor, Saabilik, Eflatun, Yesevilik, Yeni Platonculuk, Kabbala, Ahilik, Mevlana, (ve diğer batıni ekollerin) kaynağında ezoterizm ve ezoterik bilgiler yatar. Churcward Naacal tabletlerini çözümlediğinde ilk olarak Pasifik okyanusunda Asya ile Amerika arasında büyük bir kıtanın varlığını ortaya çıkardı. Bu kıta günümüzden yaklaşık 200.000 yıl önce üzerinde belki de ilk insanı barındırmaya başlamıştı. Kıtanın toprakları o kadar geniş ve bereketli, hava o kadar ılıman ve güzeldi ki her şey hızla çoğaldı. Yıllar çağları, çağlar bin yılları kovaladı ahenk ve güzellikler içerisinde. Günümüzden 70.000 yıl önce Mu kıtası yaklaşık 60.000.000’dan fazla insanı barındıran dev boyutta bir kıta olmuştu, hayvanı, bitkisi aynı zamanda teknolojisi ile. İlk kolonileşme yeni yerler arama dürtüsü bu yıllara rastlar. Bu hareketlenmenin sonunda batı ve doğu yönünde iki göç yolu,iki büyük koloni ortaya çıkar. Churcward’ü toplam 50 yıl süren bu araştırmalarında hiçbir şey arkeolog William Niven’in 1921-1923 yıllarında Meksika’da ortaya çıkardığı tabletler kadar etkilemez ve gerçeğe yaklaştırmaz. Niven, Meksika’da eski çağlara ait çok fazla tablet bulmuştu. Bütün bunların çözümlemesi Naacal lisanı ile yazıldıkları için ancak Churcward tarafından yapılabildi. Böylece Mu kıtası, göç yolları ve batışı hakkındaki bilgiler bütünün eksiklerini tamamlayarak, bilimin hizmetine sunulabildi. James Churchward, Willam Niven’i günümüz bilimlerine, kendisine ışık tutan, katkıda bulunan çalışmalarından dolayı sevgi ve saygı ile anmaktadır. Belki de Niven’in buluşları olmasa Churcward çalışmalarını bu kadar ileri götüremeyecekti. 
Mu kıtasından çıkan, kıtaya göre batıya giden bir göç yolu Uygur İmparatorluğunu ortaya çıkarmıştır. İmparatorluk Asya ile Avrupa nın çok büyük bir bölümünü kapsamakta idi ve Mu’nun en büyük kolonisi idi. Uygur imparatorluğunun sınırları zaman içerisinde Avrupa üzerinden Atlantik kıyılarına kadar ulaştı. İÖ.1000’li yıllardaki Çin belgeleri Uygur’ların 17.000 yıl önce uygarlıklarının zirvesinde olduğunu söyler. 
İkinci göç yolu kıta ya göre doğuya giden, Meksika’nın güneydoğusundan Atlantis kıtasına geçen yoldur. Atlantis-Uygur’la birlikte ikincil, ilk anakaradır. Mu’dan çıkan doğu koloni yolları Atlantis’ten sonra Atlantik Okyanusu’nu geçerek Akdeniz’e ulaşmış ve burada bugünkü Fas, Tunus, Cezayir, Yunanistan ve Mısır’a kollar vererek Anadolu’ya ulaşmıştır. Mu kıtası günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce yaşanan depremler ve volkanik patlamalarla suların derinliklerine gömülmüş, yok olmuştur. Churcward’ün derlemiş olduğu haritalar incelendiğinde çağlar boyu medeniyetlerin buSular şiddetle ovalara hücum etti. 

Bütün araziyi kapladı. 
Plajlarla, tepelerin olduğu 
Alçak yerlerde girdaplar oluştu. 
Sular bütün dünyayı kapladı. 
Sular önüne gelen her şeyi ve canlıyı mahvetti. 
Arzın temelleri sarsıldı ve MU kıtası battı. 
Yalnız zirveler suların dışında kaldı. 
Soğuk rüzgarlar çıkıncaya kadar kasırgalar esti. 
Vadilerin yerlerinde derin buz çukurları oluştu. 
Delikler çamurla doldu. 
Açılan bir ağızdan dumanlar ve lavlar fışkırdı. 

Yukarıdaki epik anlatım, Yunan alfabesindeki harflerin Maya dilindeki 
yorumuyla açılarak yazılmasıyla ortaya çıkmıştır. ‘Alpha’ harfiyle başlayıp 
‘Omega’ harfiyle biten Yunan alfabesinin Maya dilindeki çevrimi bize bu 
ilginç anlatıyı sunmakta. Bir alfabenin içine kadar giren Mu Uygarlığının 
batışı ve günümüz dünyasına etkileri aslında bir kitap olabilecek kadar 
geniştir. Bu yazımda batık kıta Mu hakkında edindiğim bilgileri ve 
araştırmalarımın özetini sizlerle paylaşacağım. 

Bir önceki yazımda James Churchward(J.C.)’ın 70.000 yıllık geçmişe sahip 
Mu Uygarlığı’nın izlerine nasıl rastladığından bahsetmiştim. J.C.’ın bulduğu 
taş tabletler 15.000 yıl önce yazılmıştı. Burada ilginç bir saptamamı 
belirtmek isterim. Kendi kendimize şu soruyu sorabiliriz. Mu veya Atlantis 
gibi yüksek teknolojiye sahip olduğunu bildiğimiz uygarlıklardan niçin 
geriye sadece taş tabletler kaldı? Cevabı basit olduğu kadar da 
düşündürücü aslında bu sorunun. Tabletleri yazan ve uygarlıklarını anlatan 
rahip Naacaller, bir gün bu sonla karşılaşacaklarını ve gelecek kuşaklara 
bu bilgilerin kalmasını istiyorlardı. Taş tabletler üzerinde yapılacak karbon 
testiyle uygarlıklarının çok eskiden yaşadığını anlatabileceklerdi. 
Böylece insanlığın uygarlık tarihinin sadece 6.000 yıl önce başlamadığı da 
ispatlanmış olacaktı. Bugünün teknolojisiyle aynı işi yapacak olsaydınız, 
siz binlerce yıl hiç bozulmadan kalacak hangi medyayı kullanırdınız? 

Tekrar konumuza dönelim. J.C. Naacal tabletlerinden edindiği bilgiler ile 
5 kitap yazmıştır. 1930 lu yıllarda kaleme aldığı eserler ve yaptığı 
konferanslar ile J.C. bilim dünyasında büyük yankılar uyandırmıştır. 
Nasıl uyandırmasın ki, o zamana kadar kutsal kitaplarda anlatılan tarih 
ve yaratılış efsanelerinin ya yalan olduğunu ya da hatalı yorumlandığını 
ortaya çıkarıyordu bu araştırmalar. 
J.C. bu araştırmasında tüm kutsal dinlerin, farklı ırkların ve dillerin 
Mu Uygarlığı’ndan türediğini ortaya atmıştı. Kutsal Mu kıtası bugünkü 
Pasifik Okyanusu’nda bulunan büyük bir anakaraydı. Zaten Mu’nun bu 
dildeki anlamı da ‘Anakara’ ydı. Aşağıdaki resimde temsili olarak 
J.C.’ın çizmiş olduğu Mu kıtasının yerini gösteren harita vardır. 



Mu Uygarlığı’nın bu anakaradan başka bir de kolonileri vardı. 
Bunların en büyükleri bugünkü Atlantik Okyanusu’nun bulunduğu yerde 
kurulmuş olan “Atlantis” ve Asya ile Avrupa’nın büyük bir bölümünü kaplayan 
“Uygur” uygarlıklarıdır. Aşağıdaki resimde yine J.C. tarafından çizilmiş 
temsili Uygur haritası görülmektedir. 



Bütün bu uygarlıklar tarihin değişik zamanlarında geçirdikleri doğal afetler 
ve insanlar arasında yapılan çok büyük savaşlar neticesinde suların 
derinliklerine gömülmüştür. Gerek Mu’dan gerekse Mu’dan sonra büyük 
bir uygarlık seviyesine çıkan Atlantis’in olağan üstü güçlere sahip rahipleri 
ise bilgiyi kötü kişilerin eline geçmemesi için itina ile korumuşlardır. 
J.C’ın bir konuşmasında yaptığı itirafta, kendisine kutsal dili öğreten 
Tibet’li rahibin de son Naacal rahiplerinden biri olduğunu söylemektedir. 
Demek ki ışık bir gün tekrar yeryüzüne çıkmak için zamanını bekliyor. 

Şimdi çok kısa olarak Mu medeniyetinden bahsetmek istiyorum. 
Bu konulara ilgi duyan kişilere ise yazımın ekinde vereceğim kaynakları 
okumasını tavsiye edeceğim. 

Mu anakarasında yaklaşık olarak 64 milyon insanın yaşadığı söylenir. 
Bu insanların çok büyük bir bölümü beyaz renkli, sarışın insanlardı. Ayrıca 
siyah, esmer, kızıl, sarı ırka mensup insanlar da vardı. Tüm insanlar büyük 
bir uyum içersinde ve tek tanrı inancı ile yaşamaktaydı. Tanrının tek olduğu 
güneş sembolizması ile ifade edilmekteydi ve bu dildeki adı ‘Ra’ idi. 
Onun için Mu uygarlığına ‘Güneş İmparatorluğu’ da denmekteydi. 
Rahip-kral olarak görev yapan liderlerine Ra-Mu, bilim adamı da olan 
rahiplere Naacal denilmekteydi. Ra adının daha sonra Maya ve Mısır 
dillerinde de aynı anlamda kullanıldığını görürüz. Mu’da yaratılış da dahil 
olmak üzere pek çok konu sembollerle ifade bulmuştu. Mu’dan kalan bu 
sembollerin ve inanışların bugünkü kültürlere etkisini ve sembollerin derin 
açıklamalarını bir sonraki yazıma bırakmak istiyorum. 
Zira Mu’dan kalan semboller, aslında bizim pekçok şeyi nasıl yanlış 
yorumladığımızı ve farklı kültürlere adadığımızı göstermektedir. 
(Böylece bir sonraki yazımın reklamını da yapmış oluyorum ? ) 
Bir sonraki yazımda Mu sembolizmasını anlatmadan önce çok küçük fakat 
ilginç bir yorumumu sizlerle paylaşmak isterim. Ankara isminin hangi tarihte 
türediğini tam olarak bilemiyorum, fakat Mu adının ‘Anakara’ anlamına 
geldiğini söylemiştim. Bu iki kelime ne kadar birbirine yakın değil mi? 
Ayrıca yıllarca güzel Ankara’mızın sembolü olan Hitit güneşiyle, Mu’nun 
sembolünün aynı olması sizce bir tesadüf mü? 

Mu uygarlığı pek çok konuda ileri düzeydeydi. Örneğin yer altı gazlarından ve 
Güneş enerjisinden ısınmak ve elektrik enerjisi elde etmek için 
faydalanıyorlardı. Kuartz kristallerini çok değişik amaçlar için 
kullanabilmekteydiler. Örneğin şifa, bilgi kaydı, enerji yoğunlaştırma ve 
aktarımı gibi. Fakat en ilginç bilgilere evrenin ve tanrının yorumlanmasında 
rastlıyoruz. Bu konuyu sembollerle de ilişkili olduğu için bir sonraki 
yazımda ele almak istiyorum. 

Şimdi tekrar J.C.’ın eserlerine dönelim, zira konumuzun bu bölümü 
ulu önderimiz M.Kemal ****** ile de ilgili. ****** sadece büyük bir lider 
değil aynı zamanda devrimci, araştırmacı ve yaratıcı bir kişiydi. 
Türklerin tarih ve dilini araştırmak için Türk Dil ve Tarih Kurumu’nu kurmuştu. 
Bu kurumun araştırmaları pekçok bilgiye erişmesine karşılık hala açıkta 
kalan bazı noktalar aydınlanmamıştı. 1932 yılında Tahsin Mayatepek 
adındaki eski bir albayın Maya ve Türk dilleri arasındaki benzerlikten 
bahsetmesi üzerine ****** kendisini Meksika’ya elçi olarak gönderdi. 
Tahsin bey burada Maya kültürünü inceledi ve Türk kültürü ile arasındaki 
şaşırtıcı benzerlikleri tespit etti. Örneğin 130 dan fazla yer ve kelimenin 
Maya ve Türk dillerinde aynı veya çok benzer olduğunu gördü 
(Örneğin bizdeki ‘tepe’ Maya dilinde ‘tepek’ olarak geçer. Zaten Tahsin 
bey de sanırım bu soyadı araştırmalarından sonra benimsemiştir) Fakat 
kendisini şaşırtan asıl gelişmeler J.C.’ın kitaplarıyla karşılaşmasıyla olmuştur. 
Bu kitaplar Türkiye’ye getirilerek bir tercüman ordusu tarafından hızla 
tercüme edilmiş ve daktilo sayfalarına dökülmüştür. ****** bu çevirilerden 
özellikle “Kayıp Kıta Mu” ve “Mu’nun Çocukları” ile ilgilenmiş ve kendi 
elleriyle çevirilerin yanlarına notlar düşmüştür. ****** ne yazık ki 1935 
yılından sonra sinsice ilerleyen hastalığa yenik düşerek araştırmalarını 
toplama imkanına kavuşamamıştır. Bu konu Kanal D televizyonu ve 
Fenomen dergilerince de ele alınmış fakat üzerine gidilmemiştir. 
Benim 1996 yılında Türk Dil Kurumunda yaptığım bir araştırmada 
J.C.’ın orjinal 5 kitabına, bunların çevirilerine ve Tahsin beyin bizzat 
eliyle tuttuğu notlara rastladım. Bu notlar halen T.D.K. da 56 ve 57 
numaralı dosyalarda korunmaktadır. Benim yaptığım bu tespitin aynısı, 
çok yeni kitabı çıkan Ergun Candan’ın “Gizli Sırlar Öğretisi” nde de yer 
almaktadır. Kendisi ile telefon görüşmemde bu bilgileri ilk defa kamuoyuna 
duyurulmasından duyduğum mutluluğu ifade ettim. İkimizin de paylaştığı 
ortak duygu bu kitapların yeniden yorumlanarak toplanması ve Tahsin 
beyin yaptığı çalışmalarla birleştirilerek halkımızın bilgisine sunulmasıdır. 
Sanırım burada en büyük görev Kültür Bakanı’mıza düşmektedir. Bu bilgiler 
çok az kişinin bilgisi dahilinde. Her ne kadar dünya görüşlerimizi yeniden 
gözden geçirmemizi gerektirecek kadar şaşırtıcı olsa da bence bu 
bilgilerin çok kişinin önüne açılması gerekmektedir. 

Yeni dünya düzeni içinde üzülerek gördüğüm bir gelişme var. 
Başta gençlerimiz olmak üzere tüm toplumumuz giderek daha az araştırıcı 
olmakta. İşin ilginç yanı ise başta politik liderlerimiz olmak üzere medyanın 
da aynı doğrultuda çalışmalar yapmasıdır. Televizyonlarımız ‘Televole’ 
benzeri ağızda keçi boynuzu tadı bırakan bence zararlı fakat büyüklerimiz 
tarafından faydalı(!) görülen ‘saçma programların’ istilasına uğramıştır. 
İnsanlarımız ‘Materyalist-Maddeye bağımlı’ yetiştirilmektedir. Erdemlerimiz 
unutulmakta, manevi değerlerin yerini sadece geçici sahte mutlulular veren 
maddiyat almaktadır. Gerçeği araştıran, sorgulayan, fikirler üreten insanların 
azaldığı bir dünyada sizlerle paylaşmaktan zevk aldığım bilgilerin ufak 
merak tohumları olması dileğiyle, 

Sevgi Işığınız Aydınlığınız Olsun diyorum. 

“Ne kadar uzağa bakmak istiyorsan, o kadar geçmişe bakmalısın.” 

Mu’tlu 

Yararlanılabilecek Kaynaklar : 
1- Gizli Sırlar Öğretisi, Ergun Candan (Sınır Ötesi yayınları) 
2- Ezoterik-Batini Doktirinler Tarihi, Cihangir Gener (Gece yayınları) 
3- Batık Ülke Mu Uygarlığı, Hans Stephan Santesson (RM yayınları) 
4- Edgar Cayce’nin Atlantis ve Mu ile ilgili kitapları (RM yayınları) 
5- Children of MU-MU’nun Çocukları, J.C. 
6- The Sacred Symbols of MU-MU’nun Gizli Sembolleri, J.C. 
7- The Lost Continent of MU-Kayıp Kıta MU, J.C. 
8- Fenomen Dergisi, Sayı 3,6,14,24,26,28

BATIK KITA MU’ NUN SAKİNLERİ ANTAKYA’NIN 
İLK ZİYARETÇİLERİ MİYDİLER ? 
Tarih, geçmişin olaylarını eldeki kaynak sayılan malzeme ve dokümanları kronolojik sırayla tutarlılıkla irdeleyerek inceleyen, neticelerini, neden ve niçin leri ile ortaya koymaya, açıklamaya çalışan bilim dalıdır. Tarihçi, topladığı bilgi ve belgeleri eksik dahi olsalar bir puzzle ın parçaları gibi akıl yürütme yolu ile birleştiren, yeniden kurgulayan kişidir. Bütün bu çalışmaları yaparken, arkeoloji, bibliyoğrafya, kronoloji, paleografi, mühürbilim, yazıtbilim, soybilim, antropoloji, sosyoloji ve ekonomiden faydalanır. 

19. yüzyılda gerçekleşen bilimsel, belgesel tarihçilik devrimine rağmen, bir tarihçi ne kadar titiz olursa olsun içinde yaşadığı toplumun parçasıdır. Bu da geçmişi algılayışını belirleyen belki de en önemli faktördür. Bilgi ve belgeleri seçmesinde, konuyu tanımlamasında, vardığı neticede hep parçası olduğu toplumun izlerini ÖZ BENİN de taşır, taşıyabilir. Belki de bu, tarihi TEK YORUM, TEK SENTEZ dayatmacılığından koruyan ve tarihçileri doğruyu bulmaya yönelten bilimsel evrensel bir emniyet sübabıdır. Hangi konumda olursa olsun İNSANIN / İNSANLARIN doğup büyüdüğü, geçmişten geleceğe bağlandıkları topraklarının, belki de şuuraltındaki meşru müdafaalarıdır. Bu bakımdan tarihçi bütün teknolojik gelişmelere rağmen SÜBJEKTİFTİR. Bu yazının sahibi tarihçi, antropolog, arkeolog değildir. BİR İNSAN olarak önce kendi ÖZ BENİni geliştirmek arzusu ile okumaya, öğrenmeye önem vermektedir. 

Burada anlatılanların hayal mahsulü olduğunu düşünenler olabilir. Yazının sonuna konacak kaynakçalara bakıldığında, OKUYUCU merak eder kaynaklara başvurur, olayları kendince irdelerse hayal ile gerçeğin ne kadar ince bir çizgide seyrettiğini hissedecektir. Daha da önemlisi ******’Ü, ONUN BİTTİ DENİLEN BİR İMPARATORLUKtan NASIL BİR HALK, BİR MİLLET YARATTIĞINI yalnız ASKERİ DEHASI ile değil, aslında bir an denebilecek zaman aralıklarında GELECEK için, BİZLER için araştırıp sentezlediği belgelerde, ANITKABİR’de bulabilecektir. Tabiidir ki nihai yorum ve sentez her bir okuyucunun BENİNde kendince özümsenecek, şekillenecektir. 


Dünyaya gözümüzü açtığımız andan kısa bir süre sonra algılamaya başladığımız ilk seslerle birlikte, hani kendimizi en güvende hissettiğimizde uyumaya çalışırken anlatılan geçmiş zaman hikayeleri var ya... Bir zamanlar Pasifik Okyanusunda, Amerika ile Asya arasında, merkezi ekvatorun biraz güneyinde MU ülkesi denen bir kıtanın varlığından bahseder kitaplar. Ama bu bir geçmiş zaman hikayesi değildir. Bu, İNSAN denilen üstün varlığın yeryüzünde gelişerek devam edecek sonu bilinmez hikayesinin başladığı yerdir! 

Anadolu’nun hem Uygur İmparatorluğu hem de Atlantis üzerinden gelen göç yollarının adeta bir harman yeri olduğunu görüyoruz. Bu da aslında Anadolu, Sümer, Babil, Asur, Grek uygarlık etkileşimlerinden çok daha önceleri tarihin derinliklerinde Mu, Uygur, Atlantis, Anadolu uygarlık etkileşimleri olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Bu gerçeği teyit eden bir başka buluş ise Prof. Ralph Solecki nin 1957 yılında ortaya çıkardığı buluntulardır. Solecki Toros dağlarından başlayan, Ağrı Dağı’na doğru devam eden buradan güneydoğuya Zagros Dağları’na (Irak, İran sınırı) inen, buradan da güneybatıya Suriye, Lübnan’a doğru bir kavis çizen dağlık arazilerde (Solecki buna uygarlık kavisi demektedir) Şanidar mağarasında 44.000 yıl öncesine ait 9 iskeletle birlikte, modern insana ait kanıtlar bulmuştur. Solecki’nin ifadesine göre bu kaviste günümüzden 13.000 - 100.000 yıl öncesine ait daha çok sayıda mağara gün ışığına çıkarılmayı beklemektedir. Onbinlerce yıldan beri bir çok medeniyete ev sahipliği yapmış ANTAKYA’nın geçmişinin genelde ve haklı olarak İÖ.333 yılında Pers hükümdarı Darius’u İssos savaşında mağlup eden İskender’in bu toprakları tanıması ile başladığı zannedilir. Bu daha önceki bin, on bin yıllara ait araştırmaların, buluntuların araştırmayı yapanların çalışmalarını ve neticelerini yeterince tanıtamamalarından veya bütün bunların dar bir çerçevede, çevrede kalmasından kaynaklanmaktadır. Bunun ötesinde yapılan bu çalışmalara, araştırmalara verilen lokal ve genel destekler, olayların ciddiye alınıp algılanması da moralite yönünden araştırmacıların cesaretlenmesinde ve genel paylaşımlarında pozitif bir rol oynayacaktır. 




Antakya’nın çok eski geçmişi ile ilgili ilk araştırma AMIK KAZILARI PROJELERİ kapsamında, Tell Tayinat, Tell Al-Judaidah, Chatal Höyük gibi uluslar arası arkeolojik tanımlamalar çerçevesinde “Oriental Institute’s Syrian Expedition” tarafından 1932-1938 tarihleri arasında yapılmıştır. İkinci araştırma Sir.Leonard Charles Woolley tarafından önce 1937-1939 sonra 1946-1949 yılları arasında Tell Atchana’da yapılmıştır. Woolley ve daha önce bu araştırmalara ve kazılara konu olan çağlar İÖ.1400-1800, günümüzden yaklaşık 3400 - 3800 yıllar arasındaki dönemleri kapsamaktadır. Woolley bu çalışmalarından önce 1907-1911 yılları arasında Mısır’ın güneyinde ve Sudan’ın kuzeyinde araştırmalar, kazılar yapmıştır. Woolley bu araştırmasından sonra 1922 yılında British Museum, University of Pensilvanya ortak çalışma grubunun genel yöneticisi olarak Ur’daki (modern Irak) bir araştırmaya da başkanlık etmiştir. Buradaki araştırma konusu günümüzden 6000-2400 yıl öncesinin bulgularının tespit edilmeye çalışılmasıdır. Bu iki araştırmadan sonra bir bağlantı olarak günümüzden yaklaşık 3400-3800 yıl önceyi gün ışığına çıkaran Tell Atchana çalışmaları (yeni ANTAKYA HİKAYESİ) o dönem için bir tesadüf mü acaba? Bir de bunun Mısır, Irak yaklaşımlarını düşünürsek?... 

Hatırlamaya çalışalım! 

Mu’dan başlayan, Atlantis’ten gelen göç yolları haritasındaki yerleşimlerden en önemlilerinden birisi MISIR’dı... ve nihai varış noktalarından bir diğeri ANTAKYA değil miydi? 

Solecki’nin ifade ettiği gibi, Ur “geçmiş uygarlık yarı kavisi”nin Doğu’daki ev sahiplerinden biri ise gelen ziyaretçileri karşılayan Antakya olamaz mı? 

Şimdi daha yakın çağlara gelelim. 

İskender’i İÖ. 333 yılında bu topraklara bağlayan anımsanan, bir cümle ile hatırlayalım. “TOPRAKLAR ÖYLE BEREKETLİ, SULAR ÖYLE BERRAKTI Kİ GİDERKEN BU DEFA ARKASINA BAKTI KOCA İSKENDER. SUYUNDAN İÇTİĞİ PINAR ANNESİNİN SÜTÜ KADAR TATLI GELDİ ONA. OLİMPİAS OLSUN ADI, ANNEMİNKİ GİBİ.” dedi ve gitti ........ 

Mu’dan ayrılan insanların da aynı hislerle arkalarına bakmadıklarını kim bilebilir? 

Zaman akmaya devam etti ........ 

İÖ.100’lü yıllarda Roma’dan sonra, kültürü, sanatı, ticareti ve zenginliği ile doğu ve batının her bakımdan buluştuğu bir sentez başkenti idi Antakya. 

Samandağ’da (Seleucia Pieria) deniz hep gönlünce hep coşkuyla gelir kıyılara çağlardan beri... diğer açık AKDENİZ limanları gibi. Tarih bu limanlara varabilmek için bir noktanın kerteriz alınması gerektiğini söyler. Açık havalarda Kıbrıs’ın en kuzey ucundan Zafer limanından bakıldığında Kel Dağ (Cebel Akra), çoğu zaman Kel Dağ’dan bakıldığında Zafer Limanı görünür. 
Acaba ilk gezginler yeni anakaraya varmak için yollarını nasıl buldular?... 

Günümüzde 1995’li yıllarda Chicago Üniversitesi, Oriental Institute’nin yeniden başlattığı bir çalışma var ANTAKYA’da. Adı AMIK VADİSİ PROJESİ. Araştırılan zaman günümüzden 6.000 yılın daha öncesi. Projenin başında tanıdık bir isim... Chicago Üniversitesi görevlisi Prof. K. Aslıhan Yener başkanlığında Tony Wilkinson ve diğer değerli bilim insanları. Mustafa Kemal Üniversitesi ve Antakya müzesinden değerli öğretim görevlileri ve araştırmacıları. Bu destek gören ve bütün dünyada ilgiyle izlenen uluslararası ortak bir çalışma. 
Bu yazı bundan 3-5 sene sonra yazılsaydı araştırılan dönem günümüzden 6.000 yıl öncesi yerine 10.000 yıl veya daha öncesi olmayacak mıydı? 

****** 
Yıl 1930’dan 2 kısa zaman sonra 1932’de (Türk Tarih Kurumu’nun ****** tarafından kurulması 1930) gelişen araştırmalar çerçevesinde; İlkel Diller Uzmanı, değerli bilim adamı, emekli general Tahsin MAYATEPEK derinleşen fikri sohbetlerinin birinde ******’e Maya dili ile Türk dili arasındaki benzeşmelerden bahseder. (Türkçe de “tepe” sözcüğünün karşılığı Maya dilinde “tepek”tir.) Mayatepek buna benzer kelime ve deyim benzerliklerinin 100’den fazla olduğundan söz eder. Bu fikri diyalogtan etkilenen ****** konuyu daha fazla araştırması için o yıllarda Tahsin Mayatepek’i Meksika’ya elçi olarak tayin eder. Meksika daki araştırmalarında Türk ve Maya dillerinin benzerlikleri konusunda çalışmalar yaparken William Niven’le tanışan Tahsin bey, hem Niven’in tabletlerini inceleme fırsatını elde eder, hem de Churhward’ın 50 senedir üzerinde çalışıp bitirdiği MU medeniyeti ile ilgili eserin varlığını öğrenir. Bu gelişmelerin düzenli olarak ******’E aktarılması sonucu, Churcward kitabının ilk nüshası getirtilir ve yaklaşık 40-50 kişilik bilim adamından oluşturulan grup tarafından incelenir. ****** Türk dili ve sembolleri ile Niven’in bulduğu Naacal tabletleri, Maya dili ve sembolleri ve Churcward kitapları üzerinde yapılan çalışmalara bizzat nezaret eder. Kendi kayıtlarını tutar. 1960 lı yılların sonlarına kadar Türk Dil Kurumun da saklanan bu kitaplar daha sonra ANITKABİR arşivine devredilmiştir. Bu gün orijinal baskıları ve Türkçe tercümeleri ******’ÜN tuttuğu notlarla birlikte ANITKABİR’de saklanmaktadır. 

SON SÖZ 
******’ü yaptığı işlerle tanımak güçtür; yaşadığı hayat ve düşündüğü şeylerin maddi ölçülere sığmayan yüksek felsefesi ile tanımalıyız. O, gittikçe farkına varılan derin bir psikolog, fikirleri istediği kalıba döken bir mantıkçı, dünyaya yol gösteren bir terbiyeci ve nihayet filozofların düşündüğü BÜYÜK İNSAN MODELİDİR! 
Biz bu Modeli mütevazı akıl teleskopumuzun objektifinde iyi seyretmeli ve hazmetmeye çalışmalıyız. 

BU YAZIYI NEDEN YAZDIM ? 
Çok basit! Globalleşen dünyamızda üzerinde yaşadığımız topraklar derinliklerinde öyle gizemler taşıyorlar ki; en mütevazı bir ifade ile turizmi yalnız deniz, kum ve güneş olarak görmediğimiz zaman; ... Topraklarımızı yalnız bizi doyuran ama üzerinde gezindiğimiz cansız bir meta olarak düşünmediğimiz, aslında uzun geçmişten geleceğe, kültürlerin ve kültürümüzün kaynağı olarak hissedip anladığımız zaman, inanıyorum ki her şey hakikaten çok daha güzel olacak. 

Baki Bilgili 

görüş ve önerileriniz için lütfen mail atınız: 
bakibilgili@hotmail.com 

© 2001 Medya B. 



KAYNAKÇA 
1. The Children Of Mu; James Churchward. (Ercan Arısoy, Ege Meta Yayınları) 
2. The Last Continent Of Mu; James Churchward. (Rengin Ekiz, Ege Meta Yayınları) 
3. The Sacred Symbols Of Mu; James Churchward. (Rengin Ekiz, Ege Meta Yayınları) 
4. İnsanlığı Aydınlatan Büyük İnisiyeler Dinlerin Gizli Tarihi Rama - Krişna - Hermes - Musa - Orfe; Edouard Schure. (Yavuz Keskin, Ruh Madde Yayınları) 
5. 12th Planet; Zecharia Sitchin. (Yasemin Tokatlı, Ruh Madde Yayınları) 
6. ******’ün Hayat Felsefesi; Mesud Fani. 
7. İlk Çağ ve Orta Çağ Felsefe Tarihi; Ernst von Aster. (Uyarlayan Vural Okur, İm Yayınları) 
8. Amuq Valley Projects; Chicago Universitesi. 
9. “Doğunun Kraliçesi Antakya” belgeseli; Medya B.

MU & MARMARA KIT'ASI'MI



MU & MARMARA KIT'ASI'MI

Ezoterik kaynaklara göre İnsanoğlunun ana vatanı (dünyanın en eski yerleşim merkezi), din, mitoloji, efsane, destan ve sembollerin doğduğu yer "MU kıtası"dır. Yine aynı kaynaklara göre, bu kıta yaklaşık 70.000 yıl önce üzerinde yaşayan 64. milyon insanla birlikte sulara gömülerek yok olmuştur. Yani MU kıtası hakkında anlatılanlar tamamen soyut bilgilerdir ve bu bilgileri kanıtlayabilecek hiçbir bulgu veya belge mevcut değilken bazı araştırmacı bilim adamları dünyanın çeşitli bölgelerinde bulunmuş olan tabletlerdeki yazı ve sembollerin ezoterik bilgileri kanıtlar nitelikte olduğunu ileri sürmektedirler. Henüz sembolleri dahi tam okuyamayan bu sözde bilim adamlarının yaklaşık 5 bin yıl önce yazılmış tabletlerdeki bilgilere dayanarak 70. bin yıl önceki bir uygarlığın varlığını savunmaya kalkışırlarken bu tabletlerin de ezoterik bilgilere dayanarak yazılmış olabileceğinden nedense hiç bahsetmiyorlar (5 bin yıl önce yazılmış olduğu saptanan bir tablette, 70 bin yıl öncesi anlatılıyorsa, o tabletin de ezoterik bilgilere dayanılarak yazılmış olduğunu anlamamak mümkün değildir).

Ayrıca, MU kıtasından söz eden naacal tabletlerinin Sümerler tarafından yazıldığını ileri süren bilim adamlarının ellerinde ne Sümerlerin Mezopatomya’daki varlığını kanıtlayacak bir kalıntı, ne de Sümerlerle ilgili somut bir belge mevcut değildir.

Kısacası; 70. bin yıl önce yok olan bir yerin varlığını 3-5 bin yıl önce yazılmış olan tabletlerle kanıtlamaya çalışan bazı araştırmacı bilim adamları, henüz sembolizmi okumayı öğrenmeden, ezoterik anlatıların üzerindeki örtünün nasıl kaldırılacağını bilmeden dünyanın çeşitli yerlerinde gizemli MU kıtasını boş yere aramış, ileri sürdükleri teorilerle rant sağlamaya çalışmışlardır.

Hiç kimse ortaya çıkıp da ezoterik olarak anlatılmış herhangi bir olayın kanıtının bulunduğunu iddia etmesin. Çünkü dünyadaki müzelerin hiçbirinde insanoğlunun yazılı tarihe geçtiği dönem öncesine (yaklaşık 4.000. yıl) ait din, tarih, mitoloji, efsane veya destanlarla ilgili ne bir belge ne de orijinal bir kalıntı vardır. Örneğin:

- Mu, Atlantis, eski Babil, İlk Kudüs, İlk Mekke ve daha yüzlerce kayıp yerden hangisi bulunabildi?

- İlk Kabe (eski kıble), Hz. Musa'nın Ahit sandığı, Hz. Süleyman'ın tapınağı, Nuh'un Gemisi, Ağlama duvarı, Hz.İbrahim'in kırmayıp, insanlara delil olarak bıraktığı put ve diğer kutsal emanetler nerede?

- Nerede o ballandıra ballandıra anlatılan muhteşem hazineler?

- Nerede dünyaca ünlü İskenderiye kütüphanesi?

Ne bu yerler ne de kutsal emanetler kayıptır (bana göre). Bunların tümü ilahi plan gereği dünyamız üzerinde kurulmuş olan küçük bir dünyada (sembolik dünya) mevcuttur ve sadece geçici bir süre için insanlardan gizlenmiştir. Bütün mecazi anlatımların (din, tarih, mitoloji, efsane ve destanların) kökeni işte bu küçük dünyadır.

Bu küçük dünyada sergilenen resim, yazı ve şekillerin tamamı insan gözünün algılayamayacağı bir şekilde (devingen serapis olarak) doğaya işlendiğinden onları sadece uzman inisiyeciler görebilmekte, ancak gördüklerini üstü örtülü olarak anlattıkları için anlatılanlar anlaşılamamaktadır (bir süre daha anlaşılamayacaktır). Çünkü Gayb alemi’nin nasıl bir yer olduğunu anlamak için önce "Serapis" sözcüğünü gerçek anlamını bilmek gerekir ne yazık ki bu henüz bilinmiyor. Örneğin:

Ünlü araştırmacı yazar E.V. Daniken dahi serapis kelimesinin gerçek anlamını bilmemektedir. E.V. Daniken, "Sfenks'in Gözleri" isimli kitabında yerlerde sürünen bir heykelin öyküsünü şöyle anlatıyor:

"Çok garip: Ptolemaios sülalesinden ilk kral (İ.Ö. 304-284), bir yerlerde pislik içinde sürünen ağır bir heykeli İskenderiye'ye taşıtmıştı. Bunun neyi betimlediğini ise kimse bilmiyordu. Orada hazır bulunanlar içinde yalnız Rahip Maneto kralını aydınlatabilirdi. Maneto'ya göre, esrarengiz figür bir serapis'dir (serapis, tanrısal boğanın Yunanca adı).

Plütark tarafından aktarılan bu olaydan ilginç bir sonuç çıkarılabilir. Kralla bütün maiyetı buradaydı. Bir boğa heykelini bile tanıyamayacak durumdaydılar. Niçin mi? Heykel "Olağanüstü bir yaratığı" betimlediği için. Bunu açıklayabilecek tek kişi Rahip Maneto'ydu."

E.V.Daniken'in sözünü ettiği olay da ezotorik bir anlatıya dayanmaktadır ve açıklaması aşağıdaki gibidir.

Doğa üzerine gözü aldatacak şekilde belli belirsiz yapılmış değişken resim ve şekillere serapis, serapis'lerin bulunduğu yere de “Gayb Alemi" denilmiştir. Mana alemi olarak da anılan bu yer aynı zamanda "Akaşik kayıtlar"ın da bulunduğu yerdir ve ancak bakmasını bilen insanlar tarafından görülebilir. Gayb aleminin bu özelliğini bilmeyen biri (ki, o dünyanın en iyi uzmanı da olsa) bu aleme senelerce baksa, yine de hiç bir şey fark edemez (E.V. Daniken'in sözünü ettiği kral ve maiyeti gibi), fark etse de gördüğünün gerçekten var olup olmadığını anlayamaz. Çünkü bu alemde hiç bir şey tam olarak görülemez, görülse de ispat edilemez.

Çünkü, bu alemde serapis gören biri, hayal görüp görmediğini anlamak için mutlaka o cismi yakından görmek isteyecek, cisme yaklaşmaya başladığında önce onun büyüyerek dağılmaya başladığını, yanına vardığında ise tamamen yok olup, taş toprak yığınına dönüştüğü görecek ve hayal gördüğünü sanacaktır (çöl sahnelerinde sık sık işlenen bu tema ile insanlara bazı şeyler anlatılmaya çalışılmış ama kimse anlamamış).

İşte bu sebeplerden ötürü, "O’ ahrette cihetlerden, mekandan Münezzeh olarak görülebilir, fakat tam anlaşılmaz, anlaşılamayacağı için de tamamen görülmüş olamaz," denmiştir. E.V. Daniken'in sözünü ettiği heykel işte böyle bir serapis heykeldir ve ancak "açık" olanlar görebilir (Rahip Maneto gibi). O’nun nasıl görülebileceği Eski Ahit’te şöyle anlatılıyor:

“Çünkü kayaların doruğundan onu görüyorum: Ve tepelerden onu temaşa ediyorum.” (Kitabı Mukaddes. Bap 23/9,10)

"Onu Görüyorum, fakat şimdi değil: Ona bakıyorum, fakat yakın değil.” (Kitabı Mukaddes. Sayılar. Bap 16/16,17)

Demek ki O’nu görmek için önce O’nun bulunduğu yere, yani X dağına gitmek ve oradaki tepelerden uzaklara bakmak gerekiyor.

Homeros'un kahramanı Odysseus'un yaklaştıkça kaybolan vatanı İthaka da işte böyle bir yerdi, ne yazık ki yorumcular Odysseus'un gördüğü serapis’lerin ne olduğunu anlamadıkları için, olayı hayal görmek olarak yorumladıklarından bu anlatı üzerinde gereği kadar durulmamış, durulmadığı için de sembollerin üzerindeki sır perdesi aralanamamıştır.

Bir olayın resim, şekil ve sayılarla anlatılmasına sembolizm denildiği hemen hemen herkes tarafından bilinse de, sembolizmin gerçek vatanının neresi olduğu, hangi amaçlar doğrultusunda kullanıldığı henüz bilinmemektedir (seçilmiş kişiler haricinde). Çünkü ilk örnekler'in (semboller’in) gerçek yeri ve amacı insanlar istenilen düzeye gelene kadar (önceden belirlenmiş bir zaman için) kendilerinden gizlenmiş, onlardan gayb'e, yani görülemeyene inanmaları istenmiştir.

Elde ettiğim bilgi ve bulgulara göre, İlk semboller, maddi ve manevi dünyalara ait bilgileri insanoğluna öğretmek amacıyla, fakat onun bulamayacağı bir yerde ve göremeyeceği bir şekilde doğaya işlenerek meydana getirilmiştir (doğmuştur). Ve bu yer Marmara bölgesindedir. Bu yüzden batık MU kıtası'nın yeri Marmara Denizidir.

Mu kıtasının trans halinde çizilmiş olan haritasını (aşağıda) inceleyenler, onun Marmara denizinin tam bir kopyası olduğunu görebilirler. Mu'nun Pasifik okyanusuna çizilmesinin birçok nedeni olabilir. Örneğin: "MU" insanlardan gizlenmiş bir yerdi, belirlenen zamandan önce kesinlikle bulunmaması gerektiğinden Marmara'nın haritası MU adıyla Pasifik okyanusuna çizdirildi. Böylece MU'yu arayanlar onu gerçek yerinde (Marmara'da) değil, Pasifik okyanusunda boş yere arayacak, bulamayınca da bu yerin gerçekten batmış olduğuna inanacaklardı. Bu önlem sayesinde hem insanoğlunun ana vatanı bulunamayacak, hem de gerçeklerin ortaya çıkarılması için zemin hazırlanmış olacaktı. Istanbul üzerine anlatılan olayları ve kehanetleri dikkatle inceleme zahmetine katlananlar MU’nun Marmara'da olduğunu ima eden yüzlerce belki de binlerce ipucu bulabilirler (Bunları zaman zaman açıklamaya çalışacağım).

Şimdi hep beraber düşünelim.

- 70.000 yıl önce sayının ne olduğu henüz bilinmezken MU'da 64. milyon insan yaşadığı nasıl hesaplanmış olabilir?

- Acaba kadim inisiyeciler Mu kıtası olayıyla bizlere geçmişi değil de, gelecekte yaşanacakları mı dile getirmişlerdi, yani ezoterik bilgiler MU'nun battığını değil de, batacağını mı anlatıyor?



II BÖLÜM

MU, sembolik bir yer olduğundan Marmara denizi ile hiçbir ilgisi yoktur. Ekteki MU haritası ile bizlere MU’nun nerede battığı değil, nerede bulunduğu anlatılmakta, bu gizemli yerin aranıp bulunması istenmektedir. Bu yer bulunduğunda 70.000 yıl önce MU’da matematik ile geometrinin çoktan keşfedilmiş, dünyanın enlem ve boylamlarının hesaplanarak Kutsal dağın yamaçlarına kaybolmayacak bir şekilde kaydedilmiş olduğu görülecek, böylece İlahi Plan’ın bir halkası daha yerine oturtulmuş olacağından yeni bir dönem başlayacaktır. Bu dönem bazılarına göre “Kıyamet” bazılarına göre ise “Altın Çağın” başlangıç dönemi olacak, yani bu yeni dönemde insanlar tüm sırlara vakıf olacak, doğru ve yanlışlar ortaya çıkacaktır.

Kayıp kıta “MU”nun Marmara ile olan ilişkisini yaptıkları astral seyahatlerden bilen kahinler, dinlerin MU denilen yerde doğduğunu, yaratılışın bu kıtada başladığını, matematik geometri ve sembolizmin bu kıta da keşfedildiğini “İlk Kıble”nin ve daha birçok kayıp yerin yine bu kıtada olduğunu defalarca anlatmışlar ve hatta Marmara’yı ziyaret ederek “Dünyanın Merkezi” olarak adlandırılan yerdeki kutsal emanetleri aramışlar; bu gizemli yeri bulamayınca da, gelecekte Papalığın kalkacağını ya da yedi tepeli kente taşınacağını kehanetlerinde dile getirmişlerdir. Yedi tepeli kent, hem eski Roma’nın, hem İstanbul’un [Costantinepolis] sembolik dünyadaki adlarıdır. Bu yüzden bütün yollar (bilgiler) Roma’ya çıkar denilmiştir ve gerçekten de öyledir (Çünkü burada sözünü ettiğim Roma, İskenderiye Kütüphanesi gibi yakılarak yok edildiği ileri sürülen Roma kentidir).

Çünkü gerçeği araştıranlar hangi konuyla yola çıkarlarsa çıksınlar (din, mitoloji, efsane, destan, tarih vs. gibi), o yol onları sembolik dünyanın merkezindeki noktaya, yani İlk Kıble’ye götürmektedir. İlk Kıblenin sembolü, “ortasında nokta bulunan bir dairedir”. Daire dünya küresini, ortasındaki nokta ise dünyanın merkezini simgelemektedir. Bu amblem aynı zamanda sembolik dünyanın “Kuzey Kutbu”nu da simgelediğinden şöyle yorumlanmaktadır:

“Ortasında bir nokta olan daire, MU uygarlığında tanrının gökten bakan gözü olarak kabul edilir. Zaman içinde bu nokta tek tanrı inancının simgesi olmuştur" (Necmettin Ersoy “Görünenden Görünmeyene sf. 75)

“Geçmişte Ejderha takımyıldızının gökkürenin kutup noktasında yer aldığını biliyoruz. Yıldız mabetlerinde, Ejderha en üst seviyedeki veya yönetici takımyıldız olsa gerekti.”

“Ejderhanın yedi anlamı vardır... Teslis’in ikinci şahsı, yani Oğul’dur; Sembolü de Ejderha takım yıldızıdır. Gökkubbede, değişmez olan Baba (yani Kutup, sabit bir nokta) ile değişken olan madde arasında yerleşik olan Ejderha, Kutuptan aldığı tesirleri maddeye aktarır. Ejderha’nın Yedi Yıldızı, İncil’in Vahiy bölümünde <Alfa ile Omega> nın elinde yer alan yedi yıldızdır. ‘Ejder’ deyimi, en dünyevi anlamıyla, Bilgelere atfen kullanılırdı. Poseidon bir Ejder’dir; İyi ve Mükemmel bir yılandır.” (Bilim Araştırma Merkezi. Piramitler. Sf. 48,49)

Yukarıda, Kuzey Kutbunun (İlk Kıble’nin) aynı zamanda Gök Kubbe olduğu, Baba’ın Yedi Yızdız’la (yedi kollu şamdan) birlikte değişmez bir biçimde Gök Kubbe’de yer aldığı, anlatılmaktadır. Çünkü, Kutsal dağdaki gök kürenin kutup noktasında hem Ejderha takımyıldızı, hem de Baba’nın kendisi yer almaktadır (serapis olarak). Aşağıdaki ayeti dikkatle okuyanlar anlatılanların sembolik dünyaya ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirler

“Ve Allah dedi: Gündüzü geceden ayırmak için gök kubbesinde ışıklar olsun; ve alametler için, ve vakitler için, ve günler ve seneler için olsunlar; ve yer üzerine ışık vermek için gök kubbesinde ışıklar olarak bulunsunlar; ve böyle oldu. Ve Allah, daha büyük olan ışık gündüze hükmetmek için, ve küçüğünü geceye hükmetmek için, iki büyük ışık yaptı; yıldızları da yaptı. Ve yer üzerine ışık vermek, ve gündüze ve geceye hükmetmek, ve ışığı karanlıktan ayırmak için, Allah onları göklerin kubbesine koydu.” (Tekvin. Bap 1/14,-18.)

“O, kara ve denizin karanlıklarında kendileri ile yol bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Gerçekten biz, bilen bir toplum için ayetleri, geniş, geniş açıkladık.” (Kur’an)

Ayetlerde, sembolik dünyadaki siyah ve beyaz renklere, Alametlere, yol gösterici yıldızlara, yani ilk örneklere (Kutsal Emanetler’e) dikkat çekilmekte, anlayan kimseler için bu ayetlerin çok açık olduğu anlatılmaktadır. Yandaki fotografta “Gök Kubbe,” Gök Kubbe’ye konan Işık ile siyah beyaz renklerin ne ifade ettiği açık olarak görülmekte, böylece ayetlerde anlatılanların doğru olduğu kanıtlanmaktadır.Çünkü fotografta görülen yer hem Gök Kubbe, hem de İlahi Plan şemasında Kuzey Kutbu olarak belirtilen yerdir. İşte bu yüzden “Ortasında bir nokta olan daire, MU uygarlığında tanrının gökten bakan gözü” olarak kabul edilmiştir. Sembolizm’i okuyamayanlar bu gerçeklere asla ulaşamazlar, yaptıkları tefsir ve yorumlar da yanlış olur

Çünkü Sembolizm, herkese açık olmayan bir düşüncenin veya bir olayın resim, şekil veya sayılarla aktarılma şeklidir. Mutlu Payaslıoğlu’nun da belirtiği gibi, “Sembolizm, sırların evrensel dilidir. Gizleyerek açıklar, açıklayarak gizler. Özellikle gizli tutulması gereken birçok ezoterik bilgi sembollerle anlatılmış, yani doğrudan doğruya bir düşünce, bir bilgi izah edilmemiş, üstü adeta örtülerek bohçalandıktan sonra aktarılmıştır.” (Mutlu Payaslıoğlu http://antrak.org.tr/gazete/%20091998/mutlu.htm)

Kısacası: sembolizm vasıtasıyla anlatılanların doğru veya yanlış okunması sonucu din, mitoloji, efsane ve destanlar meydana gelmiştir Bu yüzden de herhangi bir sembolün gerçek anlamını araştıran kişi veya kurumların din, mitoloji, efsane, destan, masal, şiir ve tarih dallarında da araştırma yaparak topladıkları parçaları yerli yerine oturtmaları gerekmektedir.

MU & MARMARA

Ezoterik kaynaklara göre İnsanoğlunun ana vatanı (dünyanın en eski yerleşim merkezi), din, mitoloji, efsane, destan ve sembollerin doğduğu yer "MU kıtası"dır. Yine aynı kaynaklara göre, bu kıta yaklaşık 70.000 yıl önce üzerinde yaşayan 64. milyon insanla birlikte sulara gömülerek yok olmuştur. Yani MU kıtası hakkında anlatılanlar tamamen soyut bilgilerdir ve bu bilgileri kanıtlayabilecek hiçbir bulgu veya belge mevcut değilken bazı araştırmacı bilim adamları dünyanın çeşitli bölgelerinde bulunmuş olan tabletlerdeki yazı ve sembollerin ezoterik bilgileri kanıtlar nitelikte olduğunu ileri sürmektedirler. Henüz sembolleri dahi tam okuyamayan bu sözde bilim adamlarının yaklaşık 5 bin yıl önce yazılmış tabletlerdeki bilgilere dayanarak 70. bin yıl önceki bir uygarlığın varlığını savunmaya kalkışırlarken bu tabletlerin de ezoterik bilgilere dayanarak yazılmış olabileceğinden nedense hiç bahsetmiyorlar (5 bin yıl önce yazılmış olduğu saptanan bir tablette, 70 bin yıl öncesi anlatılıyorsa, o tabletin de ezoterik bilgilere dayanılarak yazılmış olduğunu anlamamak mümkün değildir).

Ayrıca, MU kıtasından söz eden naacal tabletlerinin Sümerler tarafından yazıldığını ileri süren bilim adamlarının ellerinde ne Sümerlerin Mezopatomya’daki varlığını kanıtlayacak bir kalıntı, ne de Sümerlerle ilgili somut bir belge mevcut değildir.

Kısacası; 70. bin yıl önce yok olan bir yerin varlığını 3-5 bin yıl önce yazılmış olan tabletlerle kanıtlamaya çalışan bazı araştırmacı bilim adamları, henüz sembolizmi okumayı öğrenmeden, ezoterik anlatıların üzerindeki örtünün nasıl kaldırılacağını bilmeden dünyanın çeşitli yerlerinde gizemli MU kıtasını boş yere aramış, ileri sürdükleri teorilerle rant sağlamaya çalışmışlardır.

Hiç kimse ortaya çıkıp da ezoterik olarak anlatılmış herhangi bir olayın kanıtının bulunduğunu iddia etmesin. Çünkü dünyadaki müzelerin hiçbirinde insanoğlunun yazılı tarihe geçtiği dönem öncesine (yaklaşık 4.000. yıl) ait din, tarih, mitoloji, efsane veya destanlarla ilgili ne bir belge ne de orijinal bir kalıntı vardır. Örneğin:

- Mu, Atlantis, eski Babil, İlk Kudüs, İlk Mekke ve daha yüzlerce kayıp yerden hangisi bulunabildi?

- İlk Kabe (eski kıble), Hz. Musa'nın Ahit sandığı, Hz. Süleyman'ın tapınağı, Nuh'un Gemisi, Ağlama duvarı, Hz.İbrahim'in kırmayıp, insanlara delil olarak bıraktığı put ve diğer kutsal emanetler nerede?

- Nerede o ballandıra ballandıra anlatılan muhteşem hazineler?

- Nerede dünyaca ünlü İskenderiye kütüphanesi?

Ne bu yerler ne de kutsal emanetler kayıptır (bana göre). Bunların tümü ilahi plan gereği dünyamız üzerinde kurulmuş olan küçük bir dünyada (sembolik dünya) mevcuttur ve sadece geçici bir süre için insanlardan gizlenmiştir. Bütün mecazi anlatımların (din, tarih, mitoloji, efsane ve destanların) kökeni işte bu küçük dünyadır.

Bu küçük dünyada sergilenen resim, yazı ve şekillerin tamamı insan gözünün algılayamayacağı bir şekilde (devingen serapis olarak) doğaya işlendiğinden onları sadece uzman inisiyeciler görebilmekte, ancak gördüklerini üstü örtülü olarak anlattıkları için anlatılanlar anlaşılamamaktadır (bir süre daha anlaşılamayacaktır). Çünkü Gayb alemi’nin nasıl bir yer olduğunu anlamak için önce "Serapis" sözcüğünü gerçek anlamını bilmek gerekir ne yazık ki bu henüz bilinmiyor. Örneğin:

Ünlü araştırmacı yazar E.V. Daniken dahi serapis kelimesinin gerçek anlamını bilmemektedir. E.V. Daniken, "Sfenks'in Gözleri" isimli kitabında yerlerde sürünen bir heykelin öyküsünü şöyle anlatıyor:

"Çok garip: Ptolemaios sülalesinden ilk kral (İ.Ö. 304-284), bir yerlerde pislik içinde sürünen ağır bir heykeli İskenderiye'ye taşıtmıştı. Bunun neyi betimlediğini ise kimse bilmiyordu. Orada hazır bulunanlar içinde yalnız Rahip Maneto kralını aydınlatabilirdi. Maneto'ya göre, esrarengiz figür bir serapis'dir (serapis, tanrısal boğanın Yunanca adı).

Plütark tarafından aktarılan bu olaydan ilginç bir sonuç çıkarılabilir. Kralla bütün maiyetı buradaydı. Bir boğa heykelini bile tanıyamayacak durumdaydılar. Niçin mi? Heykel "Olağanüstü bir yaratığı" betimlediği için. Bunu açıklayabilecek tek kişi Rahip Maneto'ydu."

E.V.Daniken'in sözünü ettiği olay da ezotorik bir anlatıya dayanmaktadır ve açıklaması aşağıdaki gibidir.

Doğa üzerine gözü aldatacak şekilde belli belirsiz yapılmış değişken resim ve şekillere serapis, serapis'lerin bulunduğu yere de “Gayb Alemi" denilmiştir. Mana alemi olarak da anılan bu yer aynı zamanda "Akaşik kayıtlar"ın da bulunduğu yerdir ve ancak bakmasını bilen insanlar tarafından görülebilir. Gayb aleminin bu özelliğini bilmeyen biri (ki, o dünyanın en iyi uzmanı da olsa) bu aleme senelerce baksa, yine de hiç bir şey fark edemez (E.V. Daniken'in sözünü ettiği kral ve maiyeti gibi), fark etse de gördüğünün gerçekten var olup olmadığını anlayamaz. Çünkü bu alemde hiç bir şey tam olarak görülemez, görülse de ispat edilemez.

Çünkü, bu alemde serapis gören biri, hayal görüp görmediğini anlamak için mutlaka o cismi yakından görmek isteyecek, cisme yaklaşmaya başladığında önce onun büyüyerek dağılmaya başladığını, yanına vardığında ise tamamen yok olup, taş toprak yığınına dönüştüğü görecek ve hayal gördüğünü sanacaktır (çöl sahnelerinde sık sık işlenen bu tema ile insanlara bazı şeyler anlatılmaya çalışılmış ama kimse anlamamış).

İşte bu sebeplerden ötürü, "O’ ahrette cihetlerden, mekandan Münezzeh olarak görülebilir, fakat tam anlaşılmaz, anlaşılamayacağı için de tamamen görülmüş olamaz," denmiştir. E.V. Daniken'in sözünü ettiği heykel işte böyle bir serapis heykeldir ve ancak "açık" olanlar görebilir (Rahip Maneto gibi). O’nun nasıl görülebileceği Eski Ahit’te şöyle anlatılıyor:

“Çünkü kayaların doruğundan onu görüyorum: Ve tepelerden onu temaşa ediyorum.” (Kitabı Mukaddes. Bap 23/9,10)

"Onu Görüyorum, fakat şimdi değil: Ona bakıyorum, fakat yakın değil.” (Kitabı Mukaddes. Sayılar. Bap 16/16,17)

Demek ki O’nu görmek için önce O’nun bulunduğu yere, yani X dağına gitmek ve oradaki tepelerden uzaklara bakmak gerekiyor.

Homeros'un kahramanı Odysseus'un yaklaştıkça kaybolan vatanı İthaka da işte böyle bir yerdi, ne yazık ki yorumcular Odysseus'un gördüğü serapis’lerin ne olduğunu anlamadıkları için, olayı hayal görmek olarak yorumladıklarından bu anlatı üzerinde gereği kadar durulmamış, durulmadığı için de sembollerin üzerindeki sır perdesi aralanamamıştır.

Bir olayın resim, şekil ve sayılarla anlatılmasına sembolizm denildiği hemen hemen herkes tarafından bilinse de, sembolizmin gerçek vatanının neresi olduğu, hangi amaçlar doğrultusunda kullanıldığı henüz bilinmemektedir (seçilmiş kişiler haricinde). Çünkü ilk örnekler'in (semboller’in) gerçek yeri ve amacı insanlar istenilen düzeye gelene kadar (önceden belirlenmiş bir zaman için) kendilerinden gizlenmiş, onlardan gayb'e, yani görülemeyene inanmaları istenmiştir.

Elde ettiğim bilgi ve bulgulara göre, İlk semboller, maddi ve manevi dünyalara ait bilgileri insanoğluna öğretmek amacıyla, fakat onun bulamayacağı bir yerde ve göremeyeceği bir şekilde doğaya işlenerek meydana getirilmiştir (doğmuştur). Ve bu yer Marmara bölgesindedir. Bu yüzden batık MU kıtası'nın yeri Marmara Denizidir.

Mu kıtasının trans halinde çizilmiş olan haritasını (aşağıda) inceleyenler, onun Marmara denizinin tam bir kopyası olduğunu görebilirler. Mu'nun Pasifik okyanusuna çizilmesinin birçok nedeni olabilir. Örneğin: "MU" insanlardan gizlenmiş bir yerdi, belirlenen zamandan önce kesinlikle bulunmaması gerektiğinden Marmara'nın haritası MU adıyla Pasifik okyanusuna çizdirildi. Böylece MU'yu arayanlar onu gerçek yerinde (Marmara'da) değil, Pasifik okyanusunda boş yere arayacak, bulamayınca da bu yerin gerçekten batmış olduğuna inanacaklardı. Bu önlem sayesinde hem insanoğlunun ana vatanı bulunamayacak, hem de gerçeklerin ortaya çıkarılması için zemin hazırlanmış olacaktı. Istanbul üzerine anlatılan olayları ve kehanetleri dikkatle inceleme zahmetine katlananlar MU’nun Marmara'da olduğunu ima eden yüzlerce belki de binlerce ipucu bulabilirler (Bunları zaman zaman açıklamaya çalışacağım).

Şimdi hep beraber düşünelim.

- 70.000 yıl önce sayının ne olduğu henüz bilinmezken MU'da 64. milyon insan yaşadığı nasıl hesaplanmış olabilir?

- Acaba kadim inisiyeciler Mu kıtası olayıyla bizlere geçmişi değil de, gelecekte yaşanacakları mı dile getirmişlerdi, yani ezoterik bilgiler MU'nun battığını değil de, batacağını mı anlatıyor?



II BÖLÜM

MU, sembolik bir yer olduğundan Marmara denizi ile hiçbir ilgisi yoktur. Ekteki MU haritası ile bizlere MU’nun nerede battığı değil, nerede bulunduğu anlatılmakta, bu gizemli yerin aranıp bulunması istenmektedir. Bu yer bulunduğunda 70.000 yıl önce MU’da matematik ile geometrinin çoktan keşfedilmiş, dünyanın enlem ve boylamlarının hesaplanarak Kutsal dağın yamaçlarına kaybolmayacak bir şekilde kaydedilmiş olduğu görülecek, böylece İlahi Plan’ın bir halkası daha yerine oturtulmuş olacağından yeni bir dönem başlayacaktır. Bu dönem bazılarına göre “Kıyamet” bazılarına göre ise “Altın Çağın” başlangıç dönemi olacak, yani bu yeni dönemde insanlar tüm sırlara vakıf olacak, doğru ve yanlışlar ortaya çıkacaktır.

Kayıp kıta “MU”nun Marmara ile olan ilişkisini yaptıkları astral seyahatlerden bilen kahinler, dinlerin MU denilen yerde doğduğunu, yaratılışın bu kıtada başladığını, matematik geometri ve sembolizmin bu kıta da keşfedildiğini “İlk Kıble”nin ve daha birçok kayıp yerin yine bu kıtada olduğunu defalarca anlatmışlar ve hatta Marmara’yı ziyaret ederek “Dünyanın Merkezi” olarak adlandırılan yerdeki kutsal emanetleri aramışlar; bu gizemli yeri bulamayınca da, gelecekte Papalığın kalkacağını ya da yedi tepeli kente taşınacağını kehanetlerinde dile getirmişlerdir. Yedi tepeli kent, hem eski Roma’nın, hem İstanbul’un [Costantinepolis] sembolik dünyadaki adlarıdır. Bu yüzden bütün yollar (bilgiler) Roma’ya çıkar denilmiştir ve gerçekten de öyledir (Çünkü burada sözünü ettiğim Roma, İskenderiye Kütüphanesi gibi yakılarak yok edildiği ileri sürülen Roma kentidir).

Çünkü gerçeği araştıranlar hangi konuyla yola çıkarlarsa çıksınlar (din, mitoloji, efsane, destan, tarih vs. gibi), o yol onları sembolik dünyanın merkezindeki noktaya, yani İlk Kıble’ye götürmektedir. İlk Kıblenin sembolü, “ortasında nokta bulunan bir dairedir”. Daire dünya küresini, ortasındaki nokta ise dünyanın merkezini simgelemektedir. Bu amblem aynı zamanda sembolik dünyanın “Kuzey Kutbu”nu da simgelediğinden şöyle yorumlanmaktadır:

“Ortasında bir nokta olan daire, MU uygarlığında tanrının gökten bakan gözü olarak kabul edilir. Zaman içinde bu nokta tek tanrı inancının simgesi olmuştur" (Necmettin Ersoy “Görünenden Görünmeyene sf. 75)

“Geçmişte Ejderha takımyıldızının gökkürenin kutup noktasında yer aldığını biliyoruz. Yıldız mabetlerinde, Ejderha en üst seviyedeki veya yönetici takımyıldız olsa gerekti.”

“Ejderhanın yedi anlamı vardır... Teslis’in ikinci şahsı, yani Oğul’dur; Sembolü de Ejderha takım yıldızıdır. Gökkubbede, değişmez olan Baba (yani Kutup, sabit bir nokta) ile değişken olan madde arasında yerleşik olan Ejderha, Kutuptan aldığı tesirleri maddeye aktarır. Ejderha’nın Yedi Yıldızı, İncil’in Vahiy bölümünde <Alfa ile Omega> nın elinde yer alan yedi yıldızdır. ‘Ejder’ deyimi, en dünyevi anlamıyla, Bilgelere atfen kullanılırdı. Poseidon bir Ejder’dir; İyi ve Mükemmel bir yılandır.” (Bilim Araştırma Merkezi. Piramitler. Sf. 48,49)

Yukarıda, Kuzey Kutbunun (İlk Kıble’nin) aynı zamanda Gök Kubbe olduğu, Baba’ın Yedi Yızdız’la (yedi kollu şamdan) birlikte değişmez bir biçimde Gök Kubbe’de yer aldığı, anlatılmaktadır. Çünkü, Kutsal dağdaki gök kürenin kutup noktasında hem Ejderha takımyıldızı, hem de Baba’nın kendisi yer almaktadır (serapis olarak). Aşağıdaki ayeti dikkatle okuyanlar anlatılanların sembolik dünyaya ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirler

“Ve Allah dedi: Gündüzü geceden ayırmak için gök kubbesinde ışıklar olsun; ve alametler için, ve vakitler için, ve günler ve seneler için olsunlar; ve yer üzerine ışık vermek için gök kubbesinde ışıklar olarak bulunsunlar; ve böyle oldu. Ve Allah, daha büyük olan ışık gündüze hükmetmek için, ve küçüğünü geceye hükmetmek için, iki büyük ışık yaptı; yıldızları da yaptı. Ve yer üzerine ışık vermek, ve gündüze ve geceye hükmetmek, ve ışığı karanlıktan ayırmak için, Allah onları göklerin kubbesine koydu.” (Tekvin. Bap 1/14,-18.)

“O, kara ve denizin karanlıklarında kendileri ile yol bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Gerçekten biz, bilen bir toplum için ayetleri, geniş, geniş açıkladık.” (Kur’an)

Ayetlerde, sembolik dünyadaki siyah ve beyaz renklere, Alametlere, yol gösterici yıldızlara, yani ilk örneklere (Kutsal Emanetler’e) dikkat çekilmekte, anlayan kimseler için bu ayetlerin çok açık olduğu anlatılmaktadır. Yandaki fotografta “Gök Kubbe,” Gök Kubbe’ye konan Işık ile siyah beyaz renklerin ne ifade ettiği açık olarak görülmekte, böylece ayetlerde anlatılanların doğru olduğu kanıtlanmaktadır.Çünkü fotografta görülen yer hem Gök Kubbe, hem de İlahi Plan şemasında Kuzey Kutbu olarak belirtilen yerdir. İşte bu yüzden “Ortasında bir nokta olan daire, MU uygarlığında tanrının gökten bakan gözü” olarak kabul edilmiştir. Sembolizm’i okuyamayanlar bu gerçeklere asla ulaşamazlar, yaptıkları tefsir ve yorumlar da yanlış olur

Çünkü Sembolizm, herkese açık olmayan bir düşüncenin veya bir olayın resim, şekil veya sayılarla aktarılma şeklidir. Mutlu Payaslıoğlu’nun da belirtiği gibi, “Sembolizm, sırların evrensel dilidir. Gizleyerek açıklar, açıklayarak gizler. Özellikle gizli tutulması gereken birçok ezoterik bilgi sembollerle anlatılmış, yani doğrudan doğruya bir düşünce, bir bilgi izah edilmemiş, üstü adeta örtülerek bohçalandıktan sonra aktarılmıştır.” (Mutlu Payaslıoğlu http://antrak.org.tr/gazete/%20091998/mutlu.htm)

Kısacası: sembolizm vasıtasıyla anlatılanların doğru veya yanlış okunması sonucu din, mitoloji, efsane ve destanlar meydana gelmiştir Bu yüzden de herhangi bir sembolün gerçek anlamını araştıran kişi veya kurumların din, mitoloji, efsane, destan, masal, şiir ve tarih dallarında da araştırma yaparak topladıkları parçaları yerli yerine oturtmaları gerekmektedir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...