01 Mart 2016

ATATÜRK’Ü MASONLAR ZEHİRLEDİ


- ATATÜRK’Ü MASONLAR ZEHİRLEDİ -
ATATÜRK’Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER?
9 SORU 
1-Atatürk’ün tedavisi için doktor seçimini kim yapmıştır?
2-Purinol adlı ilaç Atatürk’ün tedavisinde ne kadar kullanılmıştır?
3-Bu ilacı imal eden Hakkı Bey, (Ruhsat tarihinde soyadı kanunu daha çıkmamıştı.)
Mustafa Hakkı Nalçacı denen kimse midir?
4- Burun kanamalarından dolayı Atatürk’ü tedavi eden Dr. Naki Yıldırım yerine Numune Hastanesi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Prof. Dr. Meyer’e görev verilmesine neden ihtiyaç duyulmuştur?
5-1938 Şubat ayında doktorların gelmesini uygun bulmayan Atatürk’e rağmen Prof.Dr, Frank, Prof.Dr.Epinger hangi gerekçe ve kimlerin tavsiyesi ile niçin getirilerek destursuz Atatürk’ün vücudu onlara emanet edilmiştir?
6- Müsteşar Dr. Arar’ın yaptığı ilk teşhisi bildirdiği ve kale almayan yetkililer kimlerdi?
7- Atatürk’e kaşıntıların sebebini karınca ısırığı olarak teşhis eden ve Çankaya Köşkü’ne ziyaretçi olarak 1937 sonlarında gelen doktor kimdi?
8- Ölüm anında Atatürk’ün ağzına su verdiği ölüm raporunda belirtilen Dr.Kamil Berk ölüm raporunu niçin imzalamamıştır?
9- Atatürk, Dr. Nihat Reşed Belger’e daha önce kendisini muayene eden Prof. Neşet Ömer İrdelp’in koyduğu teşhisi kontrol ettirme ihtiyacı hissetmiştir?
10- Dr. Fissenger’in yazdığı reçeteleri hangi eczacı yapmıştır?
Bu eczacı Mustafa HAKKI nalçacı mıydı?
11- Bahsi geçen yabancı doktorlar getirilmeseydi Salyrgan şırıngasını Türk doktorlar uygularlar mıydı?
12- Sürekli doktorların bilgisi dışında Paris’ten getirilen ilaçların sorumluluğu kime aittir?(Paris’ten gelen ilacı bünye kabul etmemiş, hasta daha da fenalaşmıştır. 24 Ağustos 1938’deki bu tedavi işin dönüm noktasıdır. Atatürk, o tedaviden sonra “tamamiyle başka şahsiyet olmuştum. Çok tuhaf” diye, Prof.Dr. İrdelp’e anlatıyor.)
13- Paris’te ilaç alınan 54 Reu Faubourrg Sainet Honere adresindeki firmanın Dr.Fissenger ile olan bağlantıları nedir?
14- Özel Kalem Müdürü göreviyle Atatürk’e Köşk’ü karıncaların bastığına inandırmaya çalışan Süreyya Anderiman kimdir?
15- Atatürk’ün ölümün üzerine düzenlenen iki rapordan; ilkinde teşhis karında toplanan sıvı, asit olarak belirtilirken, ikinci raporda alkolle ilişkili karaciğer iltihabı denmesinin sebebi nedir?
16- Atatürk’ün tedavisi ile ilgili notları olduğunu söyleyerek, bir gün hatıra yazacağını söyleyen Dr. Ömer İrdelp, bahsettiği hatırayı niçin yazmamıştır?
17- Atatürk’e biopsi ve otopsi yaptırmama kararını İçişleri Bakanı mason Şükrü Kay mı vermiştir?
18- Atatürk’ün sıhhı hayatına ilişkin bilgiler Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nda nasıl kayıp olmuştur? (Bakanlık 1976 yılında bilgi isteyen bir profesöre “tüm aramalara karşın bulunamamıştır” cevabını vermişti)
19- 1948 ve 1949 yılında Bulgar yahudisi Framason Avam Benaroyas ve Yunan gazeteci Apostolos Grazos’un Yunan gazetelerinde yer alan iddiaları üzerine Türkiye Cumhuriyeti hükümeti herhangi bir araştırma ve girişimde bulunmuş mudur? Yoksa, haberi dahi olmamış mıdır?
- ATATÜRK’Ü MASONLAR ZEHİRLEDİ -
Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün başına gelenlerle kahrolurken; ANAYURT Gazetesi olarak, bu ibretlik gerçekleri yayımlarken üzerimize düşen büyük görevi yerine getirmiş olmanın huzuru içindeyiz.
- Katİl(ler) işbirlikçiler KİMLERDİ? -
Yunanistan’da yayımlanan –Laiki Metopo (halk Cephesi) Gazetesinde yayımlanan dizi yazıda “Dr. Abrevaya ve Fischenger cidden bu işte fedakarane çalıştılar.” denilmektedir.
Bahsi geçen Abrevaya, Prof.Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı’dır.
Abrevaya, İzmir doğumlu olup, Paris’te tahsil görmüştür.
Atatürk’ün ölümünden sonra Niğde Milletvekilliği yapmıştır.
Prof. Dr. N.Fissenger, hükümet tarfaında Paris’ten getirilmiştir. 8 Eylül 1938 tarihinde bir gün önce yaptığı muayeneye göre Prof.Dr. Ömer Neşet İrdelp ile birlikte düzenledikleri rapor uzun yıllar sonra ortaya çıkmıştır.Fissenger ayrı teşhiste bulunmasına rağmen Atatürk’ün ölüm raporunda, diğer doktorlarla aynı görüşteymişcesine yazılmıştır. Muhtemelen Paris’ten getirilen ilaçların temin yeriyle de ilgisi vardı
- ‘SARI LİDER’İ ÖLDÜRME KARARI ALINIYOR-
Varnalı Bulgar Yahudisi 33 dereceli Farmason Avram Benaroyas Türkiye Mason Cemiyeti ’nin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasında öğrendi. Sinirlerine hakim olamayarak şunları söyledi; “O Sarı Lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır. Mefkuremize imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!...
Türkiye’nin ikinci Mason lideri Kimyager Mustafa Hakkı Nalçacı, acilen Kremlin’e davet edildi. NalçacıMoskova’ya korkarak gitti. Başına bir hal gelmesi halinde Kremlin’in Çankaya’ya siyasi baskı yaparak serbest bırakılmasının sağlanmasını istedi. Kremlin, Nalçacı’ya garanti verdi, verdiği teminatlarla onu rahatlattı. Kremlin’den aldığı taahhütlerle korkusu geçen Nalçacı, işi ileri götürerek Atatürk’ün öldürülmesinden sonra Nazım Hikmet başkanlığında bir hükümet kurulmasını istediyse de, Kremlin “gerici Mareşal Çakmak’ın tabancasına hedef olunacağı” itirazı ile Nalçacı’yı frenledi.
Varnalı Bulgar Yahudisi Farmason Avram Banaroyas veTürkiye’deki masonları ikinci lideri Mustafa Hakkı NalçacıKremlin yetkilileri ile toplantıdayken, yapılan konuşmalarıYunanlı gazeteci Apostolos Grasoz, ünlü Sovyet despotu Laurenti Beria ile birlikte yan odada ses alma cihazıyla takip ediyorlardı. Bu konuda Avram Benaroyos, “İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Ancak,doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden, Kremlin’in istediği ‘esrarengiz ve kendine göre esrar arz edecek ölüm’ kararına uyduk. Mason biraderler cemiyetimiz kapatıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi O’nun her hareketini alkışladılar. 
Zamanla O’nun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; Sarı Lider, kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti. 1937 yılı ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını za’fa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usulü, Atatür’ün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürk’te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar karşısındaki arkadaşı tanımamazlıklar kendini göstermeye başladı.” şeklinde yazdı. 

Benaroyos 1 Ağustos 1948 tarihli Yunan Halkın Sesi (-laiki foni) gazetesinde bunları yazarken,Yunanlı Gazeteci Apostolos Grazos da Halk Cephesi (Laiki Metopo) gazetesinde 1-5 Eylül 1949 tarihlerinde yazdığı seri yazıda şu görüşleri dile getirdi; “Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için Osmanlı İmparatorluğu’nu parçaladık.Bundan sonra yapılması elzem olan üç vazife daha vardı.Bunları seri olarak tatbik etmek icap etdiyordu ki; Doktor Abrayava ve Fischenger cidden bu işte fedakarane çalıştılar.Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, Sari Lider’in hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine bildirmişlerse de; Türkiye’deki mukaddes üçgenimiz, meydana getirdikleri muhkem mevki ve selahiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara Sarı Lider’in tedavizinde vazife vermemekle bize pek ala ispat ettiler.”

- ATATÜRK’ÜN HASTALIĞI, KONAN TEŞHİS VE UYGULANAN TEDAVİ -
Varnalı Yahudi Farmason Acram Benaroyas, Atatürk’e ilk darbeyi 1937 yılı ortalarında indirdiklerini söylerken, bundan birkaç ay sonra Aralık 1937’de Yalova’da Atatürk’ü resmen muayene eden Prof. Dr. Nihat Reşat Belger ilk teşhisi “karaciğer üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmiştir.” diyerek koydu. Oysa, Benaroyas’ın söylediği aylarda Atatürk kaşıntıdan muzdaripti. Çankaya’da bir akşam doktorun biri kaşıntıların karınca ısırması sonucu olduğunu söyledi. Atatürk, “Ben geceleri kaşınıyorum, karınca yatak odama kadar girer mi?” diye sorunca, aynı doktor “evet” cevabını verdi. Köşkte et yiyen cinsten küçük kırmızı karıncaların varlığı söylentisi yayıldı. Hatta böyle karıncalardan bulunduğu tesbit edildi. 
Atatürk’ün İstanbul ve Yalova’da olduğu bir sıradaCumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Süreyya AnderimanSağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’a telefon ederek “Köşkü karıncalar bastı, Atatürk kaşıntıdan şikayetçi, bir çare bulun.” dedi. Doktor ve diğer sıhhı personelden oluşan 8 kişilik karınca arama ekibinin çalışmalarını Dr. Nuri Refet Korurevet kırmızı renkte küçük karıncalar gördük” diye açıklamıştı. İlgili mütehassıslar da; bu tip karıncaların Çin’den Avrupa’ya geldiğini ve etle beslendiklerini söylemişlerdi. Karınca hikayesini bilen Atatürk, Dr. Velger’in karaciğerle ilgili teşhisini ve kaşıntının sebebinin bu olduğunu duyunca şaşırmış, ama belli etmemişti.
Atatürk’ü yavaş yavaş öldürme planı hızla işliyor, Atatürk’ün hastalığının teşhisi ile ilgili farklılıklar Atatürk’ün ölüm raporlarına bile yansıyordu. 
Atatürk’ün fenni rapora geçen hastalığı “Alkole bağlı siroz” olarak tanımlandı. Oysa aynı rapora imza atan doktorlardan Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, daha sonra “bunu kati olarak kestirmek mümkün değil” diyerek “hipertrofik siroz” tanısına yöneliyordu. 

Yani alkole dayanmayan (sıtma) siroz.
30 Temmuz 1938 Cumartesi günü Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk’ün kalbinin kuvvetli olduğunu düşünürken, 4 gün sonra kalbi kuvvetlendirici iğne yapılmasına karar veriyordu. Dr. Asım Arar ise, Dünya Gazetesi’ndeki mülakatında Atatürk’ün hastalığı ile ilgili olarak “karaciğer kifayetsizliği”nden şüphelendiğini, bu şüphesini “söylenmesi icap eden” kişilere söylediğini, bu kişilerinse, böyle bir ihtimalin mevcut olmadığını söylediklerini, bunun üzerine ise kendisinin daha ileri gidemediğini söylüyordu. 
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da, Dr. Arar’ın söylediği türden birinin Atatürk’ün çevresinde bulunabileceğine inanmanın kendisi için güç olduğunu söylüyordu.
31 Temmuz 1938 günü Viyana’dan gelen Prof. Dr. EppingerAtatürk’e çiğ yemiş kürü uygulayarak bol bol kavun karpuz yedirmiş, ertesi gün Almanya’dan getirilen Prof. Dr. Bergmanda Atatürk’e rendelenmiş elma yedirtmiştir. Daha sonra da bu iki doktor bir araya gelerek damar tıkanıklığını düşünerek Atatürk’e Salygran şırıngası uygulamaya karar vermişlerdir. Aynı gün yapılan konsültasyonda bu Alman ve Paris’ten getirilen Prof. Dr. Fissinger ise yukarıdaki doktorlardan farklı olarak afyon mürekkepleri ile şibih kalevilerin (alkoloid) verilmesini uygun görüyordu.

-ZEHİRLENDİĞİNİ ANLAMIŞTI-
Atatürk, Afet İnan’a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu;
Afet, vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir... Hükümet benim reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti.”
-KİMLER MASONDU?-
Atatürk’ü tedavi eden doktorlar arasında Mim Kemal ÖkeProf. Dr. Samuel Abrevaya Marmaralımasonluğu alenen bilinenler arasındadır. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da masondu. Devrin mason yöneticilerinden (Türkiye LocasıDr. İsmail HurşitMuhittin Osman Omay kapatma kararı tebliğ edilenler arasındadır.
-MUSTAFA KEMAL’İN SAĞLIĞI-
Mustafa Kemal, klasik çocukluk hastalıklarının dışında 20 yaşına kadar ciddi bir hastalığa yakalanmadı. 20 yaşında geçici bir süre yakalandığı sıtma hastalığının atlatılması yine aynı yılda bel soğukluğu hastalığı takip etti. O yıllarda yaygın olan bu hastalık O’na ilerideki yıllarda İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesinde üroloji kliniğini kurdurttu. İdrar yollarındaki bu müzmin hastalığa ilaveten, Anafartalar Savaşı sonlarında, 1916 yılında akciğer iltihabı dolayısıyla ateşi yükselerek yatağa düştü. 
2 yıl sonra Yıldırım Orduları Komutanı iken böbrek ağrıları başladı. Karlsbad Kaplıcaları’nda tedavi gördü. 1919 yılında Şişli’deki evinde bir süre kulağından rahatsızlık geçiren Mustafa Kemal, aynı yıl 19 Mayıs’ta çıktığı Samsun’da tekrar nükseden Böbrek ağrılarından dolayı 19 gün Havza Kaplıcalarında kaldı. Samsun’da iken tekrar sıtmaya yakalandı. Aynı yılın son günlerinde, 27 Aralık’ta böbrek ağrıları tekrar başladı. 1921 yılı Nisan’ında sol yanağından çıban çıktı, daha sonra attan düşerek 3 kaburgası kırıldı. 

Bu hali ile cepheye gitti. 1923 yılında ise ufak tefek kalp rahatsızlıkları geçirdi. 1927 yılı Mayıs ayında göğüs ağrıları çekti. Berlin ve Münih üniversiteleri tıp fakültelerinin dahiliye klinik direktörleri Prof. Dr.Friedrivh Kraus ile Prof. Dr. Ernest Von Remberg hükümet tarafından Türkiye’ye getirtilerek Atatürk’e konsultasyon uygulattırıldı. 1936 yılı Kasım ayında üşütme sonucu ateşi yükseldi, ama kısa sürede iyileşti. 1936 yılı sonuna kadar bunların dışında Atatürk’ün başkaca ciddi bir sağlık sorunu olmadı.
-TEDAVİ EDEN DOKTORLAR-
Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof.Dr. Nihad Reşad BelgerAtatürk’ü tedavi eden müdavi (sürekli) doktorlardıProf.Dr. Akil Muhtar ÖzdenProf.Dr. Süreyya Hidayet SertelProf.Dr. Mim Kemal Öke(adı sürekli tedavi edenler arasında da geçmektedir), Prof.Dr. Samuel Abrevaya MarmaralıDr. Mehmet Kamil BerkProf. Dr. Mustafa Hayrullah Diker ise gerektiğinde sürekli doktorların danıştıkları danışman hekim olarak görev yapmışlardır. Sağlık Bakanı Dr. İ.Refik SaydamidiSağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof.Dr. Asım Arar idi. Bunların dışında, Paris’ten Prof.Dr. N. Fissinger (3 defa), Berlin’den Prof.Dr.Von Bergman, Viyana’dan Prof.Dr. H. Epinger isimli üç yabancı doktor da Atatürk’ün tedavisinde görev almışlardır.
- ÖLÜM SEBEBİ ALKOL DEĞİL -
Atatürk’ün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması olarak gösterilirken,ikinci raporda ise alkolle ilgili karaciğer iltihabı neden olarak gösterilmiştirBu çelişkiye rağmen Atatürk’e biopsi de otopsi de yapılmamıştırAlkole bağlı siroz olabilmesi için en az 15 yıl süre ile günde en az 3 kadeh alkol alınması gerektiği bilinirken, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında hiç içki içmediği, daha sonraki yıllarda da aşırı içki içmediği, karşısındakilere içirdiği söylenmektedir
Salyrgan (civalı ilaç)’ın Atatürk’ün tedavisinde “ajan tedavi ilacı” olarak kullanıldığı, aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ilaçla ağır ağır zehirlenerek öldürüldüğü ortaya çıkmıştır. Öte yandan Atatürk’ün daha evvel sıtma geçirdiği bilinmesine rağmen karaciğer ve dalağı yıpratan Kinin ve Atebringibi ilaçlar bol miktarda kullanılarak ölüm çabuklaştırılmıştırSadece 1937 yılında İstanbul Eczanesi’nden Atatürk için 43 kutu kinin ilacının alınmış olması buna iyi bir örnektir.

ATATÜRK’Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER? (1) 
BİR TARİH NASIL YOK EDİLİR:
İnsanlık tarihi boyunca karşımıza çıkan karizmatik liderler, sadece içinde yaşadıkları milleti yüceltmekle kalmayıp, tüm dünyanın huzur ve refahı için mücadele eden kişiler olarak da dikkat çekicidirler. Bu özel ve seçkin insanların, hayatın kendilerine sunmuş olduğu testleri başarıyla geçtikten sonra içinde yaşadıkları milletin ihtiyaçlarına cevap verecek, çözümler üretebilecek kişiler olarak görülmesinin akabinde, toplum tarafından kendilerine önder seçildiklerine şahit oluyoruz. İşte bu özel insanlar içinde farklı bir yere sahip olanMustafa Kemal Atatürk, “her şey bitti” dendiği bir dönemde,Türk Milleti’nin bağrından çıkarak Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlattı.
 Sonuç olarak bir yandan emperyalistlere ‘dur’ diyen, diğer yandan işgal altındaki milletler için umut olan bir millet ve onun lideri ortaya çıktı. Tabii ki emperyalist devletler, tarihi süreç içinde geliştirdikleri plan ve programların hiç hesapta olmayan bu durum karşısında sekteye uğramasıyla bir süre şaşkınlık yaşadılar. Ancak bu durumun sözkonusu devletler için bundan sonra atacakları adımların yönünü tespit etmesi açısından bir tecrübe oluşturduğu da açıktı. Çevremizde yaşanan ve yaşanılması muhtemel gelişmelere baktığımız zaman, bizim dışımızdaki etkenleri görmek hiç de zor değil. 

Bunu söylerken emperyalist devletlerin planlarını salt kendi güçleri ile gerçekleştirmedikleri, Türkiye içinden de yardım gördükleri gerçeğini gözardı edemeyiz. Sorgulanması gereken bir diğer konu da, Türk Milleti’nin tarihinin gelecek nesillere aktarılmasıdır. Türk Milleti’nin tarihi yazılı metin olarak ne kadar doğru aktarıldı? Türk tarihi, tarihçilerin dışında bütün bir milletin öncelikle vicdanlarında, daha sonra da kitaplarında doğru, tarafsız olarak aktarılmaya muhtaçtır. 

Eğer bu vicdani muhasebemizi yeteri kadar yapamaz ve tarihimiz gelecek nesillere doğru aktaramazsak, bugün içine düştüğümüz durumları gözönüne alarak gelecekte bizi bekleyen daha büyük felaketlere karşı hazırlıksız yakalanacağımız aşikardır. Atatürk’ün vefatına ilişkin yaptığım çalışmalarıma da işte bu tarih şuuru ve vicdani kanaatlerim ışık tuttu.
Çalışmalarımın sonunda ulaştığım sonuca gelince; ‘Atatürk öldürülmüştür...’ İlkokul yıllarından başlayarak hayatımızın son zamanlarına kadar bize öğretilenlerin çoğunluğunda yanlışlıklar ve eksikliklerin olduğunu zamanla görmeye başladım. Ayrıca karşımda duruşu, fikirleri ve kişiliğiyle olağanüstü bir şahsiyetin bugüne kadar bana gösterilmemesinin sebeplerini de, araştırmalarım derinleştikçe çok daha iyi anlıyorum. 
Ayrıca Türk Milleti ile birlikte yetkili kurum ve kuruluşları da bu konuyu incelemeye ve bulgularını kamuoyuna açıklamaya davet ediyorum. Türk toplumu Atatürk hakkında yayınlanan eserler ve yazarları çok dikkatli incelemelidir. Çünkü Atatürk’ü Türk toplumuna tanıtan bu yazar-çizer takımı iyice anlaşılmaz ve tanımlanamazsa bugüne kadar nasıl geldi ise bundan sonra da aynı şekilde devam edecektir.
Öncelikle Atatürk’ün hizmetinde bulunan insanlar kimlerdi diye hiç düşündük mü?
Bu insanlar, Atatürk’ün vefatından sonra ne olmuşlardır ya da ne yapmışlardır?
Bu yazı dizisinde sözü edilen insanların isimlerini ve görevlerini bulacak, Atatürk’ün hastalığına ilişkin yayınlardaki hataları okuyacaksınız.
Ayrıca söylenenlerin aksine, o dönemde, Türkiye’de tıp biliminin oldukça geliştiğini, ancak ilaç sektörünün yabancıların elinde olduğunu göreceksiniz.
Özetle bu yazı dizisinde Atatürk’ün hastalığı sırasında gözden kaçan veya kaçırılan gerçekleri bulacaksınız.
ATATÜRK’Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER? (2)
KRONOLOJİK HATALAR,
ATA’NIN YAKIN HİZMETİNDE BULUNANLAR:
Atatürk’ün hizmetinde bulunan Cemal Granda’nın,
“ATATÜRK’ÜN UŞAĞI İDİM” adlı eserinde Atatürk’ün mahiyetinde olanların isimleri tek tek veriliyor.
BAŞYAVERLER; Rüsuhu Savaşcı, İkinci Yaver Sami Bey, Üçüncü Yaver Celal Üner. Yine ikinci yaverlerden Naşit, Şükrü, Cevdet Bey’ler
UMUMİ KATİP; Tevfik Bıyıklıoğlu, Hasan Rıza Soyak
ÖZEL KALEM MÜDÜRÜ; Sabit Bey,
ÖZEL KALEM MÜDÜR YARDIMCISI ve KÜTÜPHANE MEMURU:
Nuri BAŞSOFRACI, İbrahim Ergüven, Cemal Granda, Hüseyin, Ali, Necami, Ali Bebek, Ahmet, Nuri ODACILAR; Ekrem, Suat, İki Tahsinler, Hüseyin, Mustafa
ŞOFÖRLER; Abdullah, Sait, Remzi Birol.
Abdullah öldükten sonra Remzi Efendi Başşoför oldu.
Ayrıca Rauf Kızılkaya ve Niyazi adlı iki şoför daha vardı.
Atatürk’ün emrinde 8 (sekiz) şoför görev yapıyordu.
DOKTORLAR; Kemal, Celal Tahsin Necmi, Baki Reis
BERBERLER; Mehmet ve Rıdvan
POLİSLER; Komiser Kemal Bey, Yalova Güney Köylü Halit Bey, Balıkçı Hikmet, Faik İmdat ve Ragıp
KADIN HİZMETCİLER; Ülfet Hanım, Ülkü’nün annesi Selanikli Vasfiye Hanım, Yugoslav göçmeni Sarışın Fatma Hanım
DİĞER HİZMETKARLAR; Bekir Çavuş, Arap Nesip Efendi (kapıcıbaşı), Sofracı Recep’in oğlu Küçük Recep.
Birinci bölümde bahsettiğimiz gibi Atatürk hakkında eser yayınlayanların iyi niyetli olduklarını düşünsek bile çeşitli hatalar olduğunu görmekteyiz. Bunların örnekleri oldukça çoktur ama, konunun anlaşılması için iki örnekle yetinmek istiyorum. Örneklerden ilki, Atatürk’ün tedavisini uzun yıllardır sürdüren ve son anlarında da yanında bulunan Prof. Dr. Neşet İrdelp’in ilk kez Atatürk’ün tedavisinde bulunduğu tarih hatasıdır. Bu hata, belki o yıllarda matbaanın bugünkü gibi gelişmediği düşünüldüğünde normal karşılanabilir. 
Buna göre Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu’nun “Atatürk’ün Sağlık Hayatı” adlı eserinin 11’inci sayfasında olay şöyle anlatılmaktadır:
“...ancak bu olaydan haberdar olan hükümet, 13 Kasım 1924’te Dr. Neşet Ömer Bey’i Ankara’ya çağırmıştır.”
Şehsuvaroğlu, Dr. Neşet Ömer’in 1924 yılında çağrıldığını söylemesine karşılık Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarındanKılıç Ali, farklı tarih vermektedir.
Şehsuvaroğlu’nun da atıfta bulunduğu Kılıç Ali, “Son Günleri” adlı eserinde şunları söyler: “Reisicumhur Hazretlerinin nahiye-i kasabiyede (göğüs kemiğinin arkasında) hissettikleri elemin (ağrının) mahiyetinin (ne olduğunun) tayin ve tedavisi için 13 Teşrisani (Kasım) 1923’te Ankara’ya davet edildi.”
Görüldüğü gibi aynı sayfada verilen bilgilerden kesin bir tarih tespiti yapmak oldukça güç.
Bize doğru bilgiyi, Ata’yı tedavi etmek amacıyla gelen Dr. İrdelp vermektedir. Muayene ve tedavi sonrasında bir rapor hazırlayan İrdelp, 02.02.340 15 Şubat 1924 yani miladi olarak da 13 Kasım 1924 tarihi atar. 
İkinci örnek hata yine Prof. Dr. Şehsuvaroğlu’nun eserinden. Eserde 1 Haziran 1938 tarihli bir reçeteden sözedilmektedir. Reçetenin altında yazarın, “1 Haziran 1938 tarihinde Dr. Nihat Reşat Belger tarafından yazılan tedavi programı ve reçetenin tıpkıbasımı” notu bulunmaktadır. Şehsuvaroğlu kitabında bu reçetenin Yalova’da yazıldığını söylemektedir. Oysa 1 Temmuz 1938 tarihinde Atatürk Savarona yatına geçmiş ve yaklaşık 45 gün burada kalmıştır. Ata’nın sağlık sorunları ve tedavi yöntemleri üzerinde buna benzer hatalar; ya kaynakların farklılığından, ya bu kaynakların üstünün örtülmesinden veya bilmediğimiz başka sebeplerden kaynaklanmaktadır. Sebep ne olursa olsun karanlıkta kalan bazı noktaların olduğu su götürmez. Ancak bu noktalar kadar önemli bir başka konu da, Türkiye’de tıp bilimi ilaç sektörüyle ilişkili. Konuya girmeden önce tıp biliminde geçmişe kısa bir yolculuk yapalım.
Atatürk’ü zehirleyen ilaçlar yurtdışından getirildi.

ATATÜRK’Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER? (3)
TIP BİLİMİNE YOLCULUK:
Atatürk’ten sonra gelen cumhuriyet hükümetlerinin bugüne dek çözmekte sorun yaşadığı konulardan biri de insanlarımızın sağlık problemleridir. Her hükümet programında yer alması bu sorunların çözümü anlamına gelmiyor. İnsanlarımızın sağlığını bozmak isteyenlerin ya da onların uzantılarının kontrollü ve programlı şekilde bu konunun çözümlenmemesinde gösterdikleri gayreti eğer çözüm için kullansalardı, bugün bu yazılar yayınlanmamış olacaktı. Neden böyle bir giriş yaptığım ilerleyen bölümlerde daha iyi anlaşılacaktır.
Türk tıbbı, Orta Asya ve Arap tıbbından etkilenerek bir gelişim göstermiş, 1217’de Sivas’ta, 1308’de Amasya’da kurulan hastanelerde hekim yetişmeye başlamış, Amasya Hastanesi daha sonra bir tıp eğitim merkezi olmuştur.
1388’de Bursa’da açılan Dar-üt-tıb’ta ve Fatih Döneminde de Edirne’de açılan hastanede hekim yetiştirilmeye başlanmıştır.
Bu ve izleyen dönemlerde hekim sayısı az ve hekimler üzerindeki baskı da yoğun olmuştur. Bu baskılar sonucu Osmanlı topraklarında yabancı hekimler rağbet görmeye başlamıştır.
Yabancı hekimler arasında Yahudi ve Rum hekimler ön plana geçmeyi başarmışlardır.
1827 tarihi tıp eğitimi dolayısıyla çağdaş hekimlik için önemli bir tarihtir.
O yıl İstanbul’da “Avrupa usullerinde” hekim yetiştirmek üzere bir tıp okulu açılmıştır. Arkasından 1838’de Cerrahhane açılırken aynı yıllarda 2. Mahmut çiçek aşısını zorunlu kılmıştır. Yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’ndan 2 binden az hastane yatağı binin biraz üzerinde hekim devralınmıştır.
Türkiye’de 1923 yılında 950 yataklı üç devlet hastanesi vardır.
1924 yılında Ankara, Diyarbakır, Erzurum, Sivas Numune Hastaneleri açılmıştır.
Sağlık altyapısı bozuk, teknolojik destek yok, hasta ise çoktur.
1920-25 arası hekim sayısındaki azlık nedeniyle milletvekili hekimlerin bile fiilen hastanelerde hasta hizmeti verdikleri biliniyor.
Savaş sürerken de hekimler hizmetten, bilimsel çalışmalardan geri kalmamışlardır.
Yukarıda da kısaca özetlendiği gibi ülkemizdeki doktorları ve bilgilerini yetersiz görmek çok yanlış olacaktır.
Üstelik daha da ileri giderek şunu rahatlıkla söylemek mümkündür; bugün olduğu gibi o dönem içinde de dünya çapında doktorlarımız ve farmakoloklarımız vardır.
ATATÜRK’ÜN İLAÇLARI YURTDIŞINDAN GETİRİLDİ; İLAÇ SEKTÖRÜ:
Buraya kadar Türkiye’de tıp biliminin gelişmesini inceledik.
Görüldüğü gibi çok değerli doktorlarımız olmasına karşın tıpta yabancı doktorların gözle görülür bir etkinliği bulunuyor.
İlaç sektöründe da durum pek farklı değil.
İkinci bölümde da vurguladığımız gibi çok iyi farmakoloklarımız var. Ancak iyi farmakolok olması, ilaç sektörünün ulusal olduğu anlamına gelmiyor. İlaç sektöründe da tıpta olduğu dibi yabancıların bariz bir etkisi vardı ve eczanelerin çoğu yabancıların elindeydi.
Konuya bu gerçeklerin ışığında baktığımız zaman Atatürk’e verilen ilaçların bir kısmının yurtdışından temin edilmesi anlaşılır hale geliyor. Ancak mümkün olduğunca Türk eczanelerinden gerekli ilaçların temini yoluna gidilmeye çalışıldı.
Bu eczanelerden birisi de, İstanbul Eczanesi’dir.
O dönemin kendine özgü şartları düşünüldüğünde sağlık ve ilaç sorunlarını anlamak tesirini kabul etmek istemiyordu. ‘Ben alkolü çok eskiden beri kullanıyorum, bir şey olmadı. Şimdiki hastalığıma başka bir sebep aramanız lazımdır” dediler. Akil Muhtar gerekli izahatları yaptıktan sonra Atatürk,”Peki” diyerek doktorları uğurlamıştır. Atatürk’ün bu görüşmenin ardından, “yaklaşık olarak 9 ay süre ile bir daha ağzına içki koymadığını” A. Arar nakletmektedir.

ATATÜRK’Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER? (6)
ÇELİŞKİLER YUMAĞI:
Görüldüğü gibi Atatürk’ün tıbbi hikayesinde çelişkiler bir yumak haline gelmiş durumdadır.
Bu çelişkilerden biri de karnındaki asidin oluş tarihidir.
Atatürk’ün hizmetinde bulunan Granda’nın kitabında verdiği bilgiler, Akil Muhtar’ın bilgileriyle çelişki gösteriyor.“...
Doktorların muayenesinden sonra ayak bileklerinde ödem olduğu ve karaciğerin büyüdüğü tespit edilmiştir.”Yukarıda vücuttaki asit oluşumuna ilişkin farklı iki görüş oluşmaktadır. Atatürk’ün İstanbul Ecznesi’nden alınanların listesine ve bu serinin ilk 
İnsanlarda ve köpeklerde yapılan klirens testleri, civalı diüretiklerin ne böbreklerde kan akımına, ne glomerül filtrasyonuna tesir ettiğini göstermiştir.

ATATÜRK’Ü NİÇİN ÖLDÜRDÜLER? (9)
İLACIN KARANLIK YÜZÜ:
Fakat 1928 yılında Govaerts direkt böbreklere tesir ettiğini gösterdi.
Şu halde bu ilacın tesiri direk böbrekler üzerinedir.
Civa’lı diüretikler, verildikten sonra ödemli dokulara konulan kanülden sıvının akımı hızlanır ve çoğalır, ki bu da dokulara direk tesir lehinedir.
Civalı diüretiklerin renal tesirleri yanında ekstrarenal tesirleri vardır.
Civalıların teofilinle birleşmeleri ilacı daha az toksik kılar ve vücuttan atılmayı hızlandırır.
Civalı diüretiğin tesiri, adaleye şırıngasından iki saat sonra başlar.
6-9’uncu saatte maksimuma erişir ve 12-24 saatte biter.
Tek bir şırıngadan sonra ödemli hastada 3-5 ve bazen 10 litre. idrar çıkabilir.
Lakin her diüretik gibi bazen tesirsiz de kalabilir.
Tesir sonraki şırıngalarda hafifler, lakin tahammül husule gelmez.
Civalı diüretik tesiri ile vücuttan atılan tuz miktarı artar ve günde 30-80 grama ulaşabilir. 
TOKSİK TESİR: Civalı diüretik kullanırken, bazen civa

"KOMPLO TEORİLERİ : DEEP WEB’DE BULUNAN BİR UFO PROJESİ"



"KOMPLO TEORİLERİ : DEEP WEB’DE BULUNAN BİR UFO PROJESİ"
MEPdr7.jpg

KOMPLO TEORİLERİ : Kendiliğinden yanan insanlar

Dünyadaki en büyük esrarlardan bir tanesi de hiçbir sebep yokken yanıp kül olan insanlar. Evet bu size çok tuhaf gelebilir ancak yüzyıllardan beri hiçbir sebep yokken durduğu yerde yanıp ölen insan vakaları oluşmakta ve bunun nedeni de bugüne kadar çözülemeyen bir esrardır. İşin en anlaşılmaz tarafı da insanın yanıp kemiklerinin bile kül haline geldiği bir ortamda etrafta bulunan eşyaların hatta bazı vakalarda yananın üzerindeki elbiselerin bile hiçbir hasar görmediğidir. Tıbben bir insanın yanabilmesi bilhassa kemiklerinin kül haline gelebilmesi için çok yüksek bir ısı (1500 derece santigrad) Birde bu ısının uzun bir zaman devam etmesi gerekir (en az iki saat). Avrupada ve Amerika da son zamanlarda ölen insanlar gömülmeyip (Crématoire) denen yüksek ısılı elektrik fırınlarında yakılıp külleri küçük bir vazoya konup saklanmaktadır. Bu fırınlarda bile ısı 2000 dereceye yaklaşmakta ve tam kül olması üç – dört saat sürmektedir.
lBr6Dk.jpg
1731 senesinde akşam yatağına yattan ve uykuya dalan bir kadın ertesi günü sabah odasına kendisini uyandırmaya gelen hizmetçisi tarafından feci bir şekilde yanarak bir kül yığını haline gelmiş olarak bulunmuştur. Odanın her yeri is ve kurum içindeydi ve küller her tarafa uçuşmaktaydı. Fakat yatağından 1.5 metre ötede yanan kadın kül yığını haline geldiği halde ne yatağı ve çarşafları nede odanın mobilyaları hasar görmemişti. Yetkililer çok ayrıntılı bir araştırma yapmışlar fakat yanmanın sebebini bulamamışlardır. Zira odada yangın çıkması için sebep yoktu ne ateş vardı nede ateş çıkaracak bir şey. Odada ki eşyalar hatta yatak çarşafları bile hiç yanıksız duruyorlardı.
Bu sonradan kayıt altına alınmış " kendinden yanma" olayları arasında ilk örneklerden biri kabul edildi.
18 yüzyılda çok sayıda kendinden yanma vakası tespit edildi fakat ilim adamları ve doktorlar bir türlü sebepsiz bu yanmalara bir ad koyamıyorlardı.
mq7WZy.jpg
Dr. Merille, Fransada Caen şehrinde görev yapıyordu bir gün bir ölüm nedeniyle ilgili olarak çağrıldı yaptığı incelemede: ölünün vücudu yerde uzanıyordu. Geriye kül yığınından başka bir şey kalmamıştı kemikler sıcaktan eriyerek eğilip bükülmüştü. Dr Raporunda kemikleri erimiş olmasını belirtmesi çok ilginçtir zira kemiklerin erimesi için en az 1500 derece ısı gerekir, oysa rapora göre " Evdeki eşyalardan hiç biri yanmadan zarar görmemişti kadının geceliği oturduğu sandalyenin 30 cm ilerisinde el değmemişçesine duruyordu. Üzerindeki elbiselerin dışında odada yanan başka hiçbir şey yoktu." Kimileri bu yanmaları Tanrının gazabı olarak görmektedir, bu korku eski çağlardan beri vardır. " Onları Tanrının gazabı yok ediyor. Tanrının yakıcı nefesi kül haline getiriyor. " Bu doğrumuydu ?
Yukarıdaki olayların benzerine daha yüzlerce misal verebiliriz. Biz burada bu hususta yapılmış araştırma ve incelemeleri ele alıp neticeleri üzerinde tartışacağız.
Bu yanma olayları ile ilgilenen araştırmacılar olayların gittikçe artığını söylüyorlar . Bazı gazeteciler bu hadiselerle ilgili bilgi topluyorlar . Tıp dergilerinde yazılar yazılıyor fakat doğru dürüst hiçbir netice alınamıyor.
WW9Lyq.jpg
Kendiliğinden yanma olayları üç safhada oluyor:
1- Çok kısa bir zaman içinde gerçekleşiyor, yananın ne yardım isteyecek nede ne olduğunu anlayacak zamanı oluyor.
2- Olaylar çok büyük nispete ölümle neticeleniyor ve bu sebepten kurbanların ne olduğunu anlatma imkanı olmuyor.
3- Üçüncü çok ilginç durum : Böyle bir yanma olayı ya yanan yapayalnızken oluyor veya birkaç kişi iseler o zaman hepsi birden yanıp ölüyorlar. Yani hadiseye canlı şahit bulunmuyor.
1885 gecesinde Amerika da bir karı koca ve yanların da çalışan işçileri yılbaşını kutlamak için mutfakta oturup içki içiyorlar, daha sonra işçi üst kattaki odasına yatmağa çıkıyor. Ertesi sabah aşağı inen işçi mutfağa girdiğinde etrafın ince bir yağ tabakası ile kaplı olduğunu ve acı bir koku hissediyor., Evin beyi yerde yatıyordu ve ölmüştü hemen yandaki evde oturan çocuklarına haber vermeğe gitti ve oğlunla geri dönüp araştırınca mutfak masasının yanında döşemede bir yanık delik vardı döşeme yanmıştı ve aşağıya bakınca evin hanımının yerde yanık kemikler yanık kafatası ve küllerini gördüler. Bu kez kurban ikiye çıkmıştı. Yapılan araştırma sonunda hadisenin nasıl oluştuğu hakkında bir karara varamadılar.
Kendiliğinden yanma olayları incelendikçe çok enteresan durumlar ortaya çıkıyordu. Yanma çoğunlukla sınırlı bir alanda meydana geliyor yatağına uzanmış haldeyken yanan Birisinin yatak örtülerine hiçbir şey olmuyor. Bir iskemlede otururken yanmışsa incelemede iskemlede hiçbir yanık izi bulunmuyor,Elbiselerinde hiçbir yanık izi olmayan ama bedeni kömür haline gelenler var.
Araştırmalarda dikkati çeken bir hususu ta olayın kurbanlarının genel de ses seda çıkarmadan ve kurtulmaya çalışmaksızın yanmalarıydı. Yanma olayının bilinmeyen bir psikolojik yanı olabilir.
Düşkünler yurdundaki bir olayda yurtta kalanlar iç içe bölmelerle ayrılmış yerde yattıkları halde sabahleyin yanmış halde bulunan komşularının geceleyin hiçbir hareket veya ses çıkarmadığını hem yurt sakinleri hem de gece nöbet de olan hemşireler söylemişlerdir.
Kendiliğinden yanma ile pek çok olay incelenmek için beklemektedir.Acaba insanın içinde vücudunun ısısını ayarlayabilecek bir mekanizma mı var ve kendiliğinden yananlar bilmeden bu mekanizmayı mı harekete geçiriyorlar. Son zamanlarda olan bir yanma olayı herkesin gözü önünde cereyan etmiştir. İngiltere de nişanlısı ile dans ettikten sonra pisten ayrılan genç kız üzerindeki elbiselerin altından vücudu aniden tutuşmuştur. Yüzlerce kişinin gözü önünde bir alev yığını haline gelmiş alevler güçlükle söndürülmüş fakat geç kalınmış ve bir kül yığını haline gelen genç kız ölmüştür. Dikkat edilecek bir diğer hususta bu kendinden yananlar vakalarında beden içerden dışarıya doğru yani bir iç ısı ve ateşle yanmasıdır. Halbuki normal olarak yanma hadisesi dıştan içe olur.
Bugüne kadar ileri sürülmüş bir çok teori arasında iki tanesi üzerinde Durulmağa değer görülmektedir.
Araştırmacı Livingstone Georkart kendiliğinden yanma olaylarının büyük Kısmının yeryüzündeki manyetiğin değişmeleri en fazla olduğu anlara rastladığını keşif Etmiştir. Atmosferin dışında elektrik yüklü parçacıklardan oluşan iyon tabakası bulunur.
İyon tabakasının dışında da yine bir elektrik alanı olan magnetosfer vardır bu iki alan Arasındaki etkileşim dünyaya tesir eden bir elektromanyetik güç etkisi sağlar. Uzayda meydana gelen bu değişimler dünyanın belli yerlerindeki enerji yüklü yoğun elektrik Alanları oluşturur ve yıldırım nasıl bazı insanların üzerine düştüğü gibi bu yoğun elektrik alanları da bazı insanların etkisi altına alıp yakabilir denmektedir.
Diğer teori ise bugün evlerde kullanılan " microwave" mikro dalga fırınları çalıştıran prensiptir. Bilindiği gibi Mikro dalga içine konulan besin maddesi İçindeki molekülleri bir birine çarptırılması neticesi ortaya çıkan enerji sayesinden içten pişer ve onu içinde bulunduğu kap ise ısınmaz bile.
Buna göre tabiata bulunan bu mikro dalgaların çok karışık bazı sebeplerden ve bazı insanlardaki özellik veya o andaki durumları yüzünden yaratıkları "entıty" varlık tan dolayı Mikro fırın gibi işleyerek insanın içinde meydana gelen ve bir anda çok yüksek derecelere varan ısı ya erişip o hale geldiklerini fakat aynı anda etraflarındaki diğer eşya ve şeylere zarar vermedikleri düşünülüyor.
Tabi bu teorilerin ikisi de daha araştırma safhasında olup kati bir Netice ortaya çıkmamıştır.
Kendiliğinden yanma olayları Evrenin hala çözülmemiş sırlarından biri . Örnek olayların açıklamaların teorilerin en önemlilerini bir araya getirip size sunduk. Karar size ait. Acaba neden durup dururken yanıyorlar?

SAÇMA BİR İDDİA Hitler Gizli Müslüman mıydı ?


"KOMPLO TEORİLERİ 
SAÇMA BİR İDDİA 
Hitler Gizli Müslüman mıydı ?"
”Hazreti Muhammed(s.a.v)” veya Hz. Ömer gibi büyük fatihlere yakışacak olan bu ünvan…
….«Kudüs Müftüsü El Hüseyin, Hitler’in gizli Müslüman olduğunu ve Haydar adını aldığını yaymıştı»… 
Melih AŞIK-Milliyet
….»II. Dünya Savaşı’nda Müslüman halklar arasında Nazi Almanya’sı diktatörü Hitler’in ‘Müslüman olduğu’ ve ‘Haydar adını kullandığı’ inancı yayılmıştı»…
Güneri CIVAOĞLU-Milliyet
….»Hitler, gerçek adı Haydar Ebu Ali olan bir Müslüman mıydı?»…
Cengiz ÖZAKINCI – Türkiye’nin Siyasi Intiharı
Dietrich Eckart, 1920’lerde vasiyetnamesinde; “Hitler’i izleyiniz. Dans edecektir; ancak müziği ben yazdım. Onlarla temasa geçmesi için gerekli araçları kendisine verdik. Bana da sakın acımayın. Tarihi herhangi bir Alman’dan daha fazla etkilemiş olacağım.” demekle neyi kastetti ?
Yıl 1920 idi…
Dietrich Eckart kimdir? 
Dietrich Eckart, en büyük hedefi, zaman yolculuğunu gerçekleştirerek Dünya’nın kaderini değiştirmek olan Thule Örgütü’nün kurucusudur.Öğretisi, mistik Doğu, Hint-Tibet felsefesine dayanır.
Hitler, Almanya’da Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan krizden güç kazandı. Propaganda ve karizmatik bir dille, alt ve orta tabakanın ekonomik istemlerine ümit veriyordu; bunun yanında da belli bir seviyede nasyonalizm, anti-semitizm ve anti-komünizm de sunuyordu.
Ancak ünlü kitabı «Kavgam» ‘da kendi yazdığı aşağıdaki ifadeler, basit bir günah çıkarma mıydı? 
Yoksa Baron Rudolf von Sebottendorff gibi gizli bir Müslüman mıydı ?
….«Müttefikimiz Italya aşağı yukarı bizi her tarafta rahatsız etti.
Afrika’da devrimci bir politika takip etmemize,mesela Italyanların varlığı engel oldu. Durum gereği Afrika meselesi Italya’nın özel meselesi kabul ediliyor ve bu yüzden Mussolini, Kuzey Afrika’ya sahiplik etmek ayrıcalığını talep ediyordu.Hiç olmazsa Fransa tarafından işgal edilen Müslüman memleketleri bağımsızlığa kavuşturmalıydık.

Bu hareketimiz, Ingilizlerin köleliğe mahkum ettiği Mısır ve Yakın Doğu’da bağımsızlık ve olağan üstü bir etki yaratacaktı. Kaderimizin Italyanlara bağlı olması bu derece «asil» bir davranışı mümkün kılmıyordu. Zaferlerimizin haberleriyle bütün Islam dünyası çalkalanıyordu. Mısırlılar, Iraklılar,Cezayir, bütün Yakın Doğu isyana hazırdı. Bu milletlere yardım etmek,aynı zamanda çıkarlarımız gereği olduğu halde onları bağımsızlık yolunda teşvik etmek için ne yapabiliyorduk sanki? Italyanların yanı başımızdaki varlığı bizi felce uğratırken, 
«Islam dünyasındaki dostlarımız» nezdinde de bu yakınlık büyük bir hoşnutsuzluk yaratıyordu.
Zira bu Müslüman ülkeler bizi isteyerek veya istemeyerek cellatlarına yardakçılık yapan bir davranış içinde görüyorlardı. Kaldı ki bu bölgelerde Fransızlardan ve Ingilizlerden fazla Italyanlardan nefret edilmektedir. 

Sünusiere (Cezayirlilere) karşı tatbik edilen barbarca işkencelerin hatırası, bu bölgelerde hala canlı bir şeklide yaşamaktadır.Diğer taraftan savaştan önce Mussolini’nin, kendini Islam’ın Kılıcı şeklinde dünyaya ilan etmesi gibi gülünç iddiaları savaştan önce olduğu gibi halen alay konusu olmaktadır. 

”Hazreti Muhammed(s.a.v)” veya Hz. Ömer gibi büyük fatihlere yakışacak olan bu ünvan,Mussolini’ye para ile kandırılmış veya korkutulmuş birkaç zavallı ahmak tarafından verilmiştir. Islam dünyası ile yapılabilecek büyük bir politika vardı. Italyan müttefikliğine olan bağlılığımız yüzünden elimizden kaçan nice fırsatlar gibi bunu da kaçırmıştık!
Yapmamız gereken, Fransız zulmü altında bulunan bütün milletleri bağımsızlığa kavuşturmak ve Ingiliz işgali altında bulunanları isyana teşvik etmekten ibaretti. Bu politika bütün Islam dünyasında heyecanlar yaratacaktı. Ister iyi, ister kötü olsun Islam dünyasında bir milleti ilgilendiren her hangi bir konunun Atlantik’ten Büyük Okyanus’a kadar bütün Islam dünyasında tesir edeceği bir gerçektir.  
(Atlantik’ten Hint Okyanusuna değil, Büyük Okyanusa kadar ifadesi, ilginçtir.)
Psikolojik yönden politikamızın etkisi iki katlı felaket oldu. Bir taraftan hiçbir fayda etmeyen Fransızların gururunu yaraladık; diğer taraftan sömürgeleri üzerindeki egemenliklerini muhafaza etmek için gayret gösterdik. Zira bütün korkumuz  Fransız sömürgelerindeki bağımsızlık havasının Italyanların Kuzey Afrika’daki sömürgelerine bulaşmaması idi.

Madem ki bu topraklar şimdi Ingiliz ve Amerikan kuvvetlerinin işgali altındadır, bu sonuçların bizler için bir felaket olduğunu söyleyebilirim. Bizim bu mürai dış politikamız Ingilizlerin, Suriye’de, Irak’ta ve Libya’da kurtarıcı rolünde gözükmelerine dahi sebep olmuştur. »….
(62 yıl sonra da durum aynı…)
…Thule Örgütü, 1943 yılına kadar Tibet’le yakın ilişkiler içersinde olmuş, karşılıklı heyetler gönderilmiştir. Hatta, 1926 yılında, Berlin ve Münih’e, küçük bir Hindu kolonisinin yerleştirildiği bilinmektedir  
(Ruslar’ın Berlin’e girişi sırasında, ölenler arasında, Himalaya ırkından gelme, Alman üniforması giymiş, üzerinde kimliği ve rütbesi bulunmayan 1.000 kadar cesede rastlanmıştır). 

Nazi’lerin “Odessa” adlı bilim örgütünde de, üst rütbeli Tibetli’lerin çalışmış olduğu saptanmıştır. Tibet kökenli “Yeşil Ejder” adlı bir örgütün de, Thule Örgütü ile bağlantılı olduğu bilinmektedir.
Thule Örgütü’nün merkezi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Istanbul’a taşınmıştır. 
Örgütün başkanı, Hitler tarafından Istanbul’a gönderilen, ancak daha sonra Istanbul’da intihar süsü verilerek öldürülmüş olan (Türk literatüründe “Gizli Müslüman Baron” diye anılan), “Baron Rudolf von Sebottendorff” (diğer adıyla, “Rudolf Glauer”) dir.
 Araştırmacı yazar Jason Bishop, Baron Sebottendorff’un, Islam mistizmi ve süfizmini tüm ayrıntıları ile çok iyi bilen ve tarikatlarla doğrudan teması olan bir kişi olduğunu belirtmektedir.
Baron Sebottendorff, 1933 yılında yayınlanan, “Before Hitler Came” (Hitler’den Önce) isimli kitabında, Nazi liderlerinin gizemli çalışmalarını konu almış ve kitap, bu nedenle Gestapo tarafından yasaklanmıştır.
Haushofer ve Hanussen ile birlikte, Gurdjieff de Müslüman olmadan önce bu örgüte mensuptu. 
Diğer bir örgüt üyesi olan Rudolf Hess’in de Müslüman olduğu ileri sürülmüştür. Hitler’in, Thule Örgütü’ne 1920 yılında katılması ve, örgütün kurucusunun vasiyetindeki ifadeleri, düşündürücüdür : 
Acaba Hitler, gizli bir Müslüman mıydı?
Takdir Sizlerindir…
Araştırma : Mustafa Istanbulluoğlu

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...