17 Mayıs 2014

SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEMDE TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNİN ORTADOĞU POLİTİKASINA ETKİSİ




SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEMDE
TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNİN
ORTADOĞU POLİTİKASINA ETKİSİ 

AKP'nin Suriye'de işlediği savaş suçları raporu





AKP'nin Suriye'de işlediği savaş suçları raporu

ENELHAK HALLAÇ MANSUR



EDEBİ YAZILAR

ENELHAK HALLAÇ MANSUR
Hüseyin Mansur... Bağdat... Mansur bir gün tanıdığı bir hallacın dükkanına uğrar. Mansur bir müddet sohbetten sonra, hallac arkadaşından rica da bulunur, arkadaşı kırmaz dükkanı ona emanet eder nasılsa kısa bir müddet içinde geri dönerim diye ayrılır. Ayrılır da iş pek rast gitmez, dönmek de dönemez bayağı gecikir. Darlanmasından dolayı biraz sitem ile Mansur'a: 

- Hüseyin, senin işini halledeyim derken, kendi işimdende geri kaldım, müşterilere ne diyeceğim şimdi der? 
Mansur, gülümser, bunlar için mi üzülüyorsun der gibi parmağını henüz atılmamış  pamuklara doğru uzatınca pamuklar tel tel olup bir tarafa, süprüntüsü, işe yaramazı bir tarafa ayrılır. Arkadaş hayret içinde kalır ve bunu kısa zamanda işitmeyen kalmaz. Ve Hallaç diye anılmaya başlar.

... Ve dünyayı ayağa kaldıran malum sada: 

-" Enelhak!" Hak benim! 
Büyük bir sarsıntı. Hayret. Dehşet. İsyan ve itham: 
- Küfür. 
- Mansur, Hak O'dur de, Hak benim deme. 
- Bundan böyle onunla kimse konuşmasın..

Zindanda... İdam fermanı... Halk akın akın ona koşmakta. Gene ölçüye sığmayan sözler.
Halife, iki defa  iki büyük zatı gönderir: 

- Sözünden dön, tövbe et, özür dile... 
Hallaç. 
- Sözü kim söylediyse, özürü de dilesin.

Zindan... Her yerde Mansur'u aradılar. Yok. Ertesi  gece ne zindan ne Mansur. Üçüncü gece herşey yerli yerinde... Sordular ve Mansur cevapladı: 
- İlk gece beni aradınız, bulamadınız, ondaydım... Ertesi gece ne ben vardım ne de zindan, O buradaydı... Ve her şeyin yeri yerinde olduğu gece, yerli yerine gelmesi gereken gece. Ta ki, O'nun kanunu korunsun, emri yerine gelsin.

Her gün bin rekat namaz... Soru: 

- Hem "Hak benim" diyorsun, hem bu kadar namaz kılıyorsun, söyle namazı kimin için kılyorsun? 
Cevap: 
- Birbirimizin kadrini yine biz biliriz. Peki sizi zindandan kurtarayım mı? 
- Nasıl olur? 
Elini kaldırır, parmak uçlarıyla işaret ettiği noktalarda kapılar, kapıların açıldığı yollarda da emin gizli yollar açılır, mahpusların ayaklarındaki zinzirler çözülür. 
Sorarlar: 
- Ya sen kendini niçin kurtarmıyorsun? 
- Biaz Allah'ın esiriyiz, kurtulmak istemeyiz.. Hakkın bize suçlaması vardır, bizi suçlandıran haktır, bize düşen cezamızı beklemektir.

Mahşeri bir gün... Herkes orada... Mansur getiriliyor ve hala aynı nida: 

- " Enelhak!" Hak benim! 
Bir derviş yaklşır ve sorar: 
- Aşk nedir? 
- Bugün ve yarın görürsün! 
O gün asıldı ve bir gün sonra yakıldı.

Darağacında.... Mansura soruluyor: 

- Tasavvuf nedir? 
- En aşağı derecesi bende gözüken bu hal. 
- Ya ileri derecesi? 
- Onu görmeye yol gerek,  o da sizde yok.

Taşlar... Kan... Kanlar içindeki Mansur... Ses yok.. Tebessüm... O esnada bir dost taş yerine bir gül atar. Bir inilti... Bir inilti ki;  yürekler titrer ve sorarlar: 

- Taş  yağmuru altında inlemedin de bir güle karşı ne diye böyle inledin? 
- Taş atanlar, halden anlamazlarki attıkları taşlar bizi incitsin. Ama ya halden anlayanlar, değil taş gül atsalar dahi o gül incitir, inletir.

Son sözleri: 
- Allahım; bana senin için bu işkenceyi reva görenlerden rahmetini esirgeme! Senin aşkın uğruna bana bu işkenceyi yapan ve canımdan ayıran bu kullarını affet affet. Aşkın hürmetine affet...

Gece,  küllerinin  Dicle'ye döküldüğü günün gecesi... Bir derviş Dicle'ye ulaşmak için yürüyor... 

Mansur'un vasiyeti aklında: 
- Cesedimi yaktıktan sonra küllerim Dicle'ye dökülecek. Korkarım Dicle taşar, Bağdat'ı yutar. İstemem Bağdat'a bir şey olmasın... O gece hırkamı nehrin kenarına getir ve sulara at..

Derviş acele acele yürüyor. Dizle kabarıyor kabarıyor.. Sular tam Bağdatı almak üzereyken, hırka sulara kavuşuyor....
Öldürüldüğü  gece talebelerinden İbrahim Hatekoğlu rüyasında Allah'a  soruyor: 

- Allahım, ne sırdır ki, kulun Hüseyin Mansur'u bu hale getirdin? 
Cevap: 
- Kendi sırrımı ona açtım, o, herkese gösterdi. Ben, ona bahşettim; o halkı kendi nefsine davet etti.

HER ŞEYİ ALLAH YARATTI PEKİ ALLAH'I KİM YARATTI GÖRSEL VE SESLİ VİDEO




HER ŞEYİ ALLAH YARATTI PEKİ ALLAH'I KİM YARATTI GÖRSEL VE SESLİ VİDEO

YARATALIŞTAKİ DENGE GÖRSEL VE SESLİ VİDEO İZLEYİN






YARATALIŞTAKİ DENGE GÖRSEL VE SESLİ VİDEO İZLEYİN

KAİNATTA YARATILIŞ DELİLLERİ (DELİLİN KIYMETİ) GÖRSEL VE SESLİ VİDEO İZLEYİN




 ATAİZMİ YIKAN DELİLLER GÖRSEL VE SESLİ VİDEO İZLEYİN

KAİNATTA KALIP DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ VİDEO İZLEYİN




KAİNATTA KALIP DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ VİDEO İZLEYİN

Kalıp delili

KALIP DELİLİ



Bir pinpon topu yapmak isteseniz, ilk önce ne yapmanız gerekir?

İlk yapmanız gereken, pinpon topu için bir kalıp hazırlamaktır. Kalıp olmaksızın onu imal edemezsiniz. Kalıba duyulan ihtiyaç, imal edilen her eşya için geçerlidir.
Mesela yapay bir çiçek yapmak istiyorsunuz. Yine ilk yapmanız gereken, o çiçek için bir kalıp hazırlamaktır. O çiçeği ancak bu şekilde imal edebilirsiniz.
Şimdi de toprağı düşünelim:
Aynı toprak beş yüz bin çeşit farklı bitkiyi kendinde bitirebiliyor. Hangi tohumu veya çekirdeği o toprağa atsanız, ondan farklı bir bitki ve ağaç çıkıyor. Bu olayın iki farklı izahı olabilir:
1- Bu bitkileri, çiçekleri ve ağaçları yaratan Allah-u Teâlâ’dır. O’nun ilminde her bir bitki ve çiçek için, ilmî ve manevi kalıplar vardır. Nihayetsiz ilmi ile her bir bitki için, farklı kaderî kalıpları tayin etmiştir. Nihayetsiz olan kudreti ile atomları ve elementleri bu manevi kalıplara sevk eder ve o mahluku yaratır. Bütün bunlar, O’nun irade etmesi ile bir anda vuku bulur.
2- Eğer Allah-u Teâlâ’nın varlığı -hâşâ- kabul edilmezse, şu iki şıktan birisi kabul edilmek zorundadır:
A-) O toprağın içinde bitkiler adedince maddi kalıplar olmalıdır. Toprak, bu maddi kalıpları kullanarak nebatatı icat etmektedir. Zira ortada bir eser vardır ve bu eserin meydana gelebilmesi için de kalıba ihtiyaç vardır. Kalıp olmaksızın böyle intizamlı bitkilerin yaratılması mümkün değildir. Yapay bir çiçek için bile maddi bir kalıba ihtiyaç varsa, bu hadsiz çiçek ve bitkilerin kalıpsız yaratılması elbette mümkün değildir. O hâlde toprakta, beş yüz bin farklı tür için, beş yüz bin farklı kalıp vardır.
Bu şıkkı, yani bir saksı toprağın içinde beş yüz bin farklı kalıbın bulunduğunu kabul etmek ‘akıl sahipleri için’ mümkün değildir. Hem iş sadece beş yüz bin farklı kalıp ile de bitmemektedir. Bu türlerin her bir ferdinin farklı bir şekli vardır. Hatta yaprak ve çiçekleri dahi kendi cinslerinden farklıdır. O hâlde bu toprakta, değil beş yüz bin maddi kalıbın bulunduğunu kabul etmek, yaratılan bitkiler adedince maddi kalıpların varlığını kabul etmek gerekiyor. Zira hiçbir bitki diğerine birebir benzemez ve her biri kendine mahsus bir kalıp ister.
B-) Eğer toprağın içinde böyle hadsiz maddi kalıpların varlığını kabul edemezsek -ki edemeyiz- o zaman toprakta manevi ve ilmî kalıpların varlığını kabul etmemiz gerekecektir. Çünkü muntazam bir eser, kalıp olmaksızın icat edilemez. Eğer kalıp maddi olmazsa, ilmî ve manevi olmak zorundadır. Yani o bir avuç toprak, bütün bitkilerin vücut yapılarını, şekillerini, yaratılış kurallarını, üzerindeki yaprakları, çiçekleri, meyveleri vs. bilmeli ve kudretiyle de atomları bu ilmî kalıplara sevk etmelidir. Bu da ancak bir avuç toprağın, Allah’ın ilmi kadar bir ilme ve Allah’ın kudreti kadar bir kudrete sahip olması ile mümkündür.Bir daha özetlersek: Topraktan çıkan bitkiler, çiçekler ve ağaçlar bir kalıptan çıkmışçasına mükemmel bir şekilde yaratılıyor. Göz önündeki bu harikulade yaratılışı gördükten sonra ya demeliyiz ki: “Bu nebatatı yaratan Allah-u Teâlâ’dır. Allah’ın nihayetsiz ilminde her bir bitki için manevi ve ilmî kalıplar vardır. Atomlar, kudretin sevkiyle bu kalıplara girerler ve bu şekilde nebatat halk edilir.”
Eğer -hâşâ- Allah’ın varlığı inkâr edilirse, o hâlde gözümüz önündeki bu faaliyeti izah edebilmek için şu iki sözden birisi kabul edilmek zorunda kalınır:
1- Ya toprağın içinde her bir nebat için maddi kalıplar vardır. Toprak, o maddi kalıpları kullanarak bitkileri yaratır. Bu halde, bir saksı toprağın içinde bitkiler adedince maddi kalıpların varlığı kabul edilecektir.
2- Eğer toprağın maddi kalıbı yoksa ilmî ve manevi kalıpları olmalıdır. Yaratılan her bitkinin vücut yapısını ilmi ile bilmeli ve kudreti ile de zerreleri o manevi kalıplara sevk etmelidir.
Allah’ın nihayetsiz ilmini ve kudretini kabul edemeyip O’nu inkâr edenler, bir avuç toprağa Allah’ın ilmi kadar bir ilmi ve O’nun kudreti kadar bir kudreti verirken acaba utanmıyorlar mı?
Ya da gerçekten, her çeşit bitki için maddi bir kalıbının o toprakta bulunduğunu mu kabul ediyorlar?
Ya da saydığımız seçeneklerden başka bir seçenek mi var ki onunla bu eşyanın icadını izah ediyorlar?
Ya da her şeye gözlerini kapatarak “tesadüf” deyip mi geçiyorlar?
İşte Ey kâfir! Allah’ı inkâr ettiğinde neyi kabul etmek zorunda olduğuna bak ve eğer insaniyetini hâlâ kaybetmemişsen bundan utan!

KAİNATTA İNTİZAM DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ VİDEO İZLEYİN





İNTİZAM DELİLİ GÖRSEL VE SESLİ VİDEO İZLEYİN
İntizam delili

İntizam delili

Allah’ın varlığına en büyük delillerden biri de intizam hakikatidir. Zira şu kâinatta, sinek kanadından tutun semavatın kandillerine, bir atomdan tutun denizlerin diplerine kadar öyle bir intizam vardır ki intizamı yaratan zatın varlığını güneş gibi gösteriyor.

Evet, intizam ancak bir elden sudur edebilir. Eğer birçok eller bir işe karışırsa, karıştırır. Bir memlekette iki padişah, bir ilde iki vali ve bir köyde iki muhtar olamaz. Eğer olursa karışıklık olur. Madem bu âlemde karışıklık yoktur ve intizam vardır. O hâlde bu intizamın kurucusu olan Allah da vardır ve birdir. Göz önündeki şu hassas intizam, Allah’ın varlığından başka hiçbir şey ile izah edilemez.
Kuran-ı Kerim, bu hakikate şu ayetiyle dikkat çekmiştir: “O Allah ki yedi kat gökleri yaratmıştır. Rahman’ın yaratmasında bir düzensizlik göremezsin. Gözünü çevir de bak, bir çatlak görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir ve bak! Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin bir hâlde sana dönecektir.” (Mülk/3-4)
Şu kâinattaki intizamı anlatmak için ciltler dolusu kitap yazılabilir ve yazılmıştır da. Hatta değil kâinat, bir sineğin vücudundaki intizam için bile bir kitap yazılabilir. Bizler, âlemdeki ve içinde bulunan eşyadaki intizamı ilgili fenlerin kitaplarına havale ederek, sadece eşyanın en küçük yapı taşı olan atomdaki intizamı inceleyeceğiz.
Hava, su, dağlar, hayvanlar, bitkiler, vücudumuz, oturduğumuz koltuk; kısacası en küçüğünden en büyüğüne kadar gördüğünüz, dokunduğunuz, hissettiğiniz her şey atomlardan meydana gelmiştir. Atomlar öyle küçük parçacıklardır ki en güçlü mikroskoplarla dahi görmek mümkün değildir.
Atomun küçüklüğünü bir örnekle açıklamaya çalışalım: Elinizde bir anahtar olduğunu düşünün. Kuşkusuz bu anahtarın içindeki atomları görebilmeniz mümkün değildir. Görebilmek için elinizdeki anahtarı dünyanın boyutlarına getirdiğinizi farz edelim. Elinizdeki anahtar dünya boyutunda büyürse işte ancak o zaman anahtarın içindeki her bir atom bir kiraz büyüklüğüne ulaşır ve siz de onları görebilirsiniz.
Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin çok uzağındaki yörüngelerde dönüp dolaşan elektronlardan oluşmuştur. Çekirdeğin yarıçapı ise, atomun yarıçapının on binde biri kadardır. Biraz önce bahsettiğimiz gibi, elinizdeki anahtarı dünya boyutlarına getirdiğinizde ortaya çıkan kiraz büyüklüğündeki atomların içinde çekirdeği arayalım. Ama bu arayış boşunadır; çünkü böyle bir ölçekte bile çok daha küçük olan çekirdeği gözlemleme olanağımız kesinlikle yoktur. Çekirdeği görebilmemiz için atomumuzu temsil eden kiraz yeniden büyüyüp iki yüz metre yüksekliğinde kocaman bir top olmalıdır. Bu akıl almaz boyuta karşın atomumuzun çekirdeği yine de çok küçük bir toz tanesinden daha iri bir duruma gelmeyecektir.
Şimdi, dilerseniz bu küçük yapıdaki intizamı görelim:
Atomda bulunan elektronlar, sahip oldukları elektrik yükü nedeniyle çekirdeğin etrafında sürekli olarak dönerler. Bütün elektronlar eksi (-) elektrik yükü ile yüklüdürler, bütün protonlar ise artı (+) yüküyle. Atomun çekirdeğindeki artı yük, elektronları kendisine doğru çeker. Bu nedenle elektronlar çekirdeğin etrafından ayrılamazlar.
Atomun merkezinde ne kadar proton varsa, dışında da o kadar elektron olur. Bu sayede atomların elektriksel yükü dengelenir. Ancak protonun hacmi de, kütlesi de, elektrondan çok daha fazladır. Eğer bir karşılaştırma yapmak gerekirse, aralarındaki fark, bir insanla bir fındık arasındaki fark gibidir. Ama yine de elektrik yükleri birbirinin aynıdır. Peki, acaba proton ve elektronun elektriksel yükleri eşit olmasaydı ne olurdu?
Bu durumda evrendeki tüm atomlar, protondaki fazla artı elektrik nedeniyle, artı elektrik yüküne sahip olacaklardı. Bunun sonucunda da evrendeki her atom birbirini itecekti. Acaba evrendeki atomların her biri birbirini itse neler yaşanır?
Yaşanacak olan şeyler çok olağandışıdır. Atomlardaki bu değişiklik oluştuğu anda, şu anda bu kitabı tutan elleriniz ve kollarınız bir anda paramparça olurlar. Sadece elleriniz ve kollarınız değil; gövdeniz, bacaklarınız, başınız, gözleriniz, dişleriniz, kısaca vücudunuzun her parçası bir anda havaya uçar. İçinde oturduğunuz oda, pencereden gözüken dış dünya da bir anda havaya dağılır. Yeryüzündeki tüm denizler, dağlar, Güneş Sistemi’ndeki tüm gezegenler ve evrendeki bütün gök cisimleri aynı anda sonsuz parçaya ayrılıp yok olurlar. Ve bir daha da evrende gözle görülür hiçbir cisim var olmaz.
Üstelik canlılar için böyle bir olayın yaşanması, elektron ve protonların elektrik yükleri arasındaki dengenin sadece ve sadece 100 milyarda bir oranında değişmesiyle gerçekleşebilir. Evrenin yok olması ise, bu dengedeki milyar kere milyarda bir oynama ile meydana gelir. Yani evrenin ve canlıların varlığı, böyle hassas bir intizam ile mümkündür.
Buraya kadar anlattıklarımız tek bir atomun içindeki kusursuz intizamın sadece birkaç küçük detayıydı. Aslında atom, üzerine ciltlerce kitap yazılabilecek kadar kapsamlı bir yapıya ve intizama sahiptir.
Şimdi, yıldızların intizamlı hareketlerinden varlıkların intizamlı vücutlarına, azaların intizamlı yaratılışından dişlerin intizamlı dizilişine kadar, kâinatta ve içindeki eşyadaki intizamı düşünün. Daha sonra şu sorunun cevabını verin: Düz yoldaki bir arabanın intizamlı hareketi gibi basit bir intizamı dahi, şoförün varlığına bağlamak zorunda olan insan, nasıl olur da şu kâinattaki intizamı tesadüfe ve sebeplere havale edebilir?

Atatürk'ümüzün Anılarnı okuyun




2 Nisan 2011


Atatürk'ümüzün Anılarnı okuyun 


YENİLSEYDİK SORUMLU BEN OLACAKTIM

Bir aralık konu İstiklâl savaşı'na geldi. Dikkat ettim, Binbaşılar dahil her komutanın hangi birliğe komuta ettiğini, nerede bulunduğunu, -bir gün önce olmuş gibi- hatırlıyordu. O savaş ki araç, gereç, personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi. Tümenlere binbaşılar, Kolordulara yarbaylar komuta ediyordu! Fakat, bu kadro canını dişine takmış bir ekipti. Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh haletinin eseriydi. Böyle bir dramı, hem yazarı, hem baş aktörünün ağzından dinlemek müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata'yı coşturdukça coşturuyordu. Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlı, öylesine plastikti ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk. Anlatışlarını şöyle bağladı:


- İşte büyük zafer böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır.

Bu alçakgönüllülük şaheseriyle konunun kapanacağını tahmin ediyorduk. Bu arada Atatürk bir duraklama yaptı. Sonra içine dönük, adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti:


- Ama yenilseydik sorumluluk ortak olmayacak, yalnız bana ait olacaktı.


 Bu belagat karşısında gözyaşımı tutamadım. Tarihin, zaferleri kendine maleden, yenilgileri ise maiyetine yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım.

 Ord. Prof. Sadi IRMAK

 Kaynak: Sadi Irmak, Ord Prof. - Atatürk'ten Anılar, 1978

-----------------------------ooOoo-----------------------------


YANINA ALDIĞI İLK ER 

O, Samsun'a çıktığı zaman, üstü başı yırtık, postalları patlamış, silahsız bir er gördü. Yüzünün rengi bakıra dönmüş, yağlan eriyip kemik ve sinir kalmış bu Türk askeri ağlıyordu. O'na sordu: 
- Asker ağlamaz arkadaş, sen ne ağlıyorsun? 
Er irkildi, başını kaldırdı. Bu sesi tanıyordu ve bu yüz ona yabancı değildi. Hemen doğruldu ve Anafartalar'daki Komutanını çelik yay gibi selamladı. 
- Söyle niçin ağlıyorsun? 
İç Anadolu'nun yanık yürekli çocuğu içini çekti: 
- Düşman memleketi bastı, hükümet beni terhis etti. Silahımızı elimizden aldı. Toprağıma giren düşmanı ne ile öldüreceğim? Kemal Atatürk, er'in omzuna elini koydu: 
- Üzülme çocuğum, dedi. Gel benimle! 
Ve Samsun deposunda giydirilip silahlandırarak yanına aldığı ilk er bu Mehmetçik oldu. 
Burhan Cahit MORKAYA 

-----------------------------ooOoo-----------------------------


İNANMAYANLAR DA HAKLIYDILAR 
Mustafa Kemal realist bir liderdi. Lekelemelerin politika kadrosunu nasıl daraltacağını ve kendisini bir avuç partizan takımı elinde bırakacağını düşünerek, açıkça bir suç işlemiş olanlar dışında yalnız kişisel değerlere saygı gösterdi. Sicil yoklamalarına rağbet etmedi. Bir gün bana: 
- Kuva-yı Milliye'ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler, demişti. 

Falih Rıfkı ATAY 
Kaynak: Falif Rıfkı Atay - Mustafa Kemal, Mütareke Defteri, 1955 

-----------------------------ooOoo-----------------------------


TÜRK ORDULARI BAŞKUMANDANIYIM 
Afyonkarahisar'ın hatlarının çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak, geceleyin Mustafa Kemal'in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi, Muzaffer Generalin doğup büyümüş olduğu Selanik'ten gelmişti. Yüz, kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında da hiçbir bellilik görmediğinden kim olduklarını ve rütbelerini sormaya başlamıştı. 
- Binbaşı mısınız? 
- Hayır. 
- Albay mı? 
- Hayır. 
- Korgeneral mi? 
- Hayır. 
- Peki nesiniz? 
- Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi: 
- Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş değil de!.. 
General SHERRIL 
Kaynak: General Sherril - Atatürk Nezdinde Bir Yıl Elçilik, 1935

-----------------------------ooOoo-----------------------------

İZMİR SUİKASTI 
İzmir'de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize şu olayı anlatmıştı: 
- "Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum: 
- Sen Mustafa Kemal'i öldürecekmişsin, öyle mi? 
- Evet, dedi. Ben yine sordum: 
- Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin? 
- Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi. 
- Sen Mustafa Kemal'i tanıyor musun? 
- Hayır. 
- O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin? 
- Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de öldürecektik. 
O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım: 
- Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim. 
Herif benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. 
Yahya Galip KARGI 
Kaynak: Yücel Dergisi, 1948

-----------------------------ooOoo-----------------------------

MUTSUZ LİDER 
Bir akşam sofrasının hararetli bir döneminde Mustafa Kemal, kişisel özgürlüğünün birçok bölümlerinden yoksun bırakılması acısını hüzün dolu sözlerle şöyle anlattı: 
- "Şimdi siz buradan ayrılır, istediğiniz yerde gezer dolaşırsınız. Benim gözümde bunun ne büyük mutluluk olduğunu bilemezsiniz. Halime bakın, sahip olduğunuz bu özgürlükten yoksunum, cumhurbaşkanıyım ama köşeye atılmış ve özgürlüğü sınırlı bir insanım. Bütün eğlencem,akşamları soframa topladığım arkadaşlara ayrılmıştır. Haydi şimdi buradan ayrılıp bol bol dolaşın, istediğiniz yerlere girip çıkın, arzu ettiğiniz gibi eğlenin. Ben de bunun hayaliyle avunurum." dedi. 
O akşam hepimiz masadan erken ayrıldık. 
Damar ARIKOĞLU 
Kaynak: Damar Arıkoğlu - Hatıralar, 1961

-----------------------------ooOoo-----------------------------

ASKERLE GÜREŞ 
Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu: 
- Sen güreş bilir misin? 
Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı. 
Ceketini çıkarıp Mehmet'e ense tuttu: 
- Haydi, bir de benimle güreş! 
Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata'sının yüzüne hayranlıkla baktı: 
- "Atam," dedi. "Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. 
Bir Mehmet mi bu işi başarır?" 
Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı. 
Tahsin UZER 
Kaynak: Millet Dergisi, 1946 

-----------------------------ooOoo-----------------------------

ABDÜLHAMİD 
1937 yılında idi. Yaz aylarından biri. Doğrudan doğruya kendi kontrolündeki bir gazetede "Makedonya" adlı bir eserim tefrika ediliyordu. Bir akşam üstü Başyaver Celâl (Üner) Bey beni telefonla aradı. Dolmabahçe Sarayı'na davet edildim. Ve Saraya gidince de, hemen hiç bekletilmeden, üst kata çıkarıldım. Bir kapı açıldı, kendimi Büyük Adamın karşısında buldum. Saygılarımı bildirince, belli bir iki nezaket cümlesi ile beni okşadı. Sonra: 
- Yazını okuyorum, dedi. Hürriyetin ilân edildiği zaman küçük bir çocuk olman lâzım. Fakat kutlarım, o günleri iyi canlandırıyorsun. Yalnız Abdülhamid'i hiç sevmediğin belli. 
Biraz durdu. Elindeki bir renkli kalemi, önünde açık duran kalın ciltli bir Fransızca kitaba dikine vurarak düşünür gibi oldu. Ben susuyordum. Bu hal bir iki dakika devam etti. Sonra birdenbire şu sözler çıktı ağzından: 
- Sevme Abdülhamid'i! Yine de sevme! Fakat sakın anısına hakaret edeyim deme. Senin kuşağın biraz daha ölçülü kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk! Kişisel kanımı kısaca söyleyeyim: Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve sınırları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette, Abdülhamid'in yönetimi büyük hoşgörüdür. Hele bu yönetim on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında uygulanmış olursa... 
Bunun üzerine ayrılmama müsaade buyurmuşlardı. Saygılarımı tekrarlayarak huzurundan uzaklaştım. 
Nizamettin Nazif TEPEDELENLİOĞLU 
Kaynak: Hürriyet gazetesi, 31.07.1958 
Not : mythief ; Böyle fikre sahip bir insanın eli öpülmezde kimim öpülür...

-----------------------------ooOoo-----------------------------

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI 
Hastalığının ilerlemiş zamanında: 
"Hatta bir gün, bizim önümüzde bazı siyasi sorunlara değinip Romanya' da yapılan hükümet değişmesinden söz ederken, bir patriğin işbaşına gelmiş olmasından hayret duyduğumu söyledim. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı'nın da yaklaşmakta olduğunu anıştırarak dedi ki: 
- "Bir savaş çıktığı takdirde, kanımca yansız kalmalıyız. O zaman birçok fırtınalar kopacak. Devlet gemisini gayet ustaca yöneterek işin içinden sıyrılmaya çalışılmalıdır." dedi. 
Prof. Dr. Nihat Reşat BELGER 
Kaynak: Nihat Reşat Belger - Atatürk'ün Hastalığı

-----------------------------ooOoo-----------------------------

YANINA ALDIĞI İLK ER 
Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa'ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kütlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. Zayıf bir kadındı. Ata'nın yolunu keserek titrek bir sesle: 
- Beni tanıdın mı oğul? dedi... Ben sizin Selanik'te komşunuzdum. Bir oğlum var: Devlet Demir Yolları'na girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat Müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış... Ne olur bir kere de siz söyleyiniz. 
Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle: 
- Oğlunu almadılar mı? dedi. Ben salık verdiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak... 
Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçercesine dolu bir sesle: 
- İşte Cumhuriyetten beklediğimiz sonuç... diyordu.
Hulusi KÖYMEN 
Kaynak: Uludağ Dergisi, 1941

-----------------------------ooOoo-----------------------------

GENELGEYLE DEVRİM OLMAZ 
1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler'de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler'e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı: 
- Depremden çok zarar gördün mü, baba? diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu: 
- Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin? İhtiyar, Kürt şivesiyle: 
- Valle Padişah bilir! dedi 
Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle: 
- Baba, Padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım zararın ne? 
İhtiyar tekrar etti: 
- Padişah bilir!... 
Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam'a döndü: 
- Siz daha devrimi yaymamışsınız! dedi 
Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat katibi: 
- Köylere genelge yolladık Paşam, dedi. Atatürk'ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı: 
- Oğlum, dedi, genelgeyle devrim olamaz!..." 
Ahmet Hidayet Reel

-----------------------------ooOoo-----------------------------

KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR 
Bir gece beraber oturuyorduk. Yanımızda Siirt milletvekili Mahmut Soydan, şimdiki Macaristan elçimiz Ruşen Eşref Onaydın, bir de Soysallı vardı. Atatürk, ertesi günü Büyük Millet Meclisi'nde okuyacağı söylevi hazırlıyordu. Mahmut'la Ruşen Eşref not tutuyorlardı. Atatürk ara sıra bana da, "Ne dersin?" diye soruyordu. Ben ne diyebilirim? Hiç... Sonra Atatürk bana döndü ve dedi ki: 
- Bu memleketin efendisi kimdir? 
Düşündüm. Karşılığı o verdi: 
- Türk köylüsüdür, dedi. Ve devam etti: 
- Türk köylüsü "Efendi" yerine getirilmedikçe memleket ve millet yükselmez!... 
Prof. Mahmut Esat BOZKURT 
Kaynak: Tan Gazetesi, 10.11.1942

-----------------------------ooOoo-----------------------------


KAHRAMAN TÜRK KADINI 
17Mart 1923 Tarsus: 
Mustafa Kemal İstasyon'dan şehre doğru, bir süre yaya olarak yürüdü. O'nu görmek için sabahtan itibaren yolları dolduran Tarsusluların arasından neşe ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada ansızın bir olayla karşılaştı. 
Milli Mücadele'deki çete giysili bir kadın, Atatürk'ün yolunu keserek ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle haykırıyordu: 
- "Bastığın toprağa kurban olayım Paşam!" 
Mustafa Kemal onu yerden kaldırmak için eğilirken kulağına bu kadının Kurtuluş Savaşında cephelerde çarpışmış olan (Adile Çavuş) olduğunu fısıldadılar. 
Gözlerinden iki damla yaş düşen Mustafa Kemal, bu güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutup ayağa kaldırdı ve ona şöyle seslendi: 
- "Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın."
Taha TOROS

-----------------------------ooOoo-----------------------------

GÖMÜLECEĞİ YER 
Atatürk'ün gömüleceği yer ve toprak: 
O'nun kabri Ankara'da olacaktır. Fakat bu şehrin neresinde? Çünkü O' nun en son kuvvetli isteği bir an önce Ankara'ya dönebilmekti. Biri Büyük Millet Meclisi'nden İstasyon'a inen cadde üzerindeki yuvarlak yer, diğeri Çankaya'daki yeni köşkün mermer havuzu. Bu yerler şu nedenle konuşulmuştur: 
Bir akşam Atatürk'ün etrafında toplananlar arasında, O'nun ölümlü oluşu üzerinde durulmuş ve özellikle kendisi 1926 suikast girişiminden sonra söylediği cümleyi tekrar etmişti. "Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." dedikten sonra "Milletim beni istediği yerde yatırsın, yeter ki beni unutmasın," demişti. Meclisin altındaki yuvarlak yeri ortaya atan kişiye ise, "iyi ve kalabalık bir yer, fakat ben böyle bir arzumu milletime vasiyet edemem". Ancak, gene o akşam ileri sürülen bir fikrin kendisini çok duygulandırdığını, bugün bile hatırlıyorum. 
Memleketin bütün sınır boylarından getirilecek toprak üzerinde yatmak. Recep Peker, hararetle bu fikrin sembolik savunmasını yapmıştı. 
Atatürk, böyle bir fikrin uygulanmasından ancak, ölümlü vücudu için hoşlanacağını ve gurur duyacağını anlatırken bana bakarak: "Bunu unutma!" demişti.
Prof. Dr. Afet İNAN 
Kaynak: Ulus Gazetesi, 25.06.1950

Sen Rahat Uyu Atatürküm,,,,

-----------------------------ooOoo-----------------------------

BENİM ADIM ATA DEĞİL
Atatürk'ün sinirlendiği önemli bir nokta vardı. Gazetelerde, kendisine "Ata" denildiğini okudukça şöyle dedi: 
— Benim adım Ata değil, Atatürk'tür! Bazı gazeteler neden böyle yazarlar? 
Şükrü KAYA 
Kaynak: Dünya Gazetesi, 10.11.1953

 

 Sen Rahat Uyu AtaTürk'üm , Türk Milleti Seni Asla Unutmayacak


SUNUŞ
  Atatürk kendisine gönderilen özel mektuplar arasında, belge niteliğinde önemli olanları varsa, bunları bizzat kendi kasasında saklar, bunun dışında kalan mektuplar, yaverleri, Cumhurbaşkanı olduktan sonra da Kâtib-i Umumi (Genel Sekreter) ler ve Özel Kalem Müdürleri tarafından dosyalara yerleştirilirdi.
  Çankaya köşkünde Atatürk dönemine ait evrak ve Atatürk’e gönderilen mektuplar, Atatürk’ün ölümünden çok sonra, sistemli olacak tasnif edilerek bir Atatürk Arşivi kuruldu. Böylelikle Atatürk’e gönderilen mektuplara birer dosya ve sayı numarası verilerek dolaplara yerleştirilmiş oldu.
  Atatürk’ün Millî Mücadeleyi başlatmak üzere Anadoluya geçtikten sonraki yıllara ait belgeleri içine alan bu arşivin özel mektuplar bölümü, gerçekten araştırılmağa değer. Atatürk’ün yakınlarının veya vatandaşların gönderdiği bu mektupların yanında bir de yurt dışından gönderilenleri bulunmaktadır. Bunlar çok önemli. Atatürk yurt dışında nasıl tanınıyor, nasıl biliniyordu? Dünyanın en uzak ülkelerinden gelen bu mektupları, Atatürk’ün evrensel kişiliğini aydınlatmak yönünden yayımlamak lâzım. Biz bu araştırmamızda bu önemli görevi kısmen de olsa yerine getirmeğe, en azından mektuplara dikkatleri çekmeye çalışacağız. Verdiğimiz mektup örneklerinde, ifade özelliklerine hiç dokunmuyoruz. Yurt dışından gelen mektupların tercümeleri zamanında yapıldığı ve asıllarına iliştirildiği için biz tercümeleri aynen aktarmakla yetiniyoruz.
Bir hizmeti yerine getirmeye çalışmışsak kendimizi mutlu sayarız..

Annesinden Atatürk’e bir mektup

  Atatürk’e gönderilen mektuplardan ilk örneği özellikle annesi Zübeyde Hanımdan vermeye çalıştık ve Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkü Atatürk Arşivindeki araştırmalarımızda annesinden Atatürk’e mühürlenerek gönderilmiş küçücük bir pusula bulduk. Oysa Atatürk, annesinden ayrı Şam’da, Trablusgarp’ta, Çanakkale’de ayrıca i6.cı Kolordu Komutanı olarak Doğu cephesinde, Yıldırım Orduları Grubu Komutanıyken Suriye’de askerlik görevini yaparken sürekli annesini kollamış, ihtiyaçlarını bulunduğu yerden karşılamıştı. Zübeyde Hanım’a gelince o da Balkan Harbinden sonra, Selanik’in Yunanlıların eline geçmesiyle İstanbul’a gelmiş, kızı Makbule (Atadan) ile birlikte Şişli’deki evde oturmuştu. Oğlunu çok seven, savaşlar sırasında gözüne uyku girmeyen, her an acı haber alacağı endişesiyle yüreği yanan bu “gözü yaşlı bağrı taşlı” asker annesi, Atatürk Anadoluya geçtikten sonra büsbütün huzursuz olmuştu. Bir keresinde Atatürk, yaverini tek başına İstanbul’a göndermişti. Anadolu’ya geçmeden önce zaman zaman yaveri ile birlikte İstanbula gelir, annesini ziyaret ederdi. Zübeyde Hanım bu kez yaveri yalnız başına görür görmez, oğlunun idam edildiği hükmüne vararak düşüp bayılmış, olaydan sonra sağ omuzuna kısmi bir felç gelmiş, uzun süre tedavi görmüştü.
  Zübeyde Hanım için çileli günler yeniden başladı. Atatürk Anadoluda kurtuluş bayrağını açmış, cephelerde kanlı savaşlar veriyordu. İkinci İnönü Savaşının zaferle sonuçlandığı günlerde oğluna elden bir mektup gönderdi. Daha doğrusu bu bir mektup değil küçük bir pusulaydı. İmza yerinde, üzerinde (Zübeyde) yazılı zarif bir mühür baskısı vardı. Pusulada şunlar yazılıydı:

(Mektup: 1)

İstanbul: 3 Nisan 1337(1921)

Sevgili Oğlum,
Bana şimdiye kadar pek iyi hizmetlerinden memnun olduğum bizim Şakir’in amcazadesi yukarda künyesi muharrer Şevket efendiye lâzım gelen muavenet hususunda icap edenlere emir ve himayenizin esirgenmemesini arzu ve bu suretle memnun kalacağım evladım.

Valideniz 
(Mühür)

(Çankaya Köşkü-Atatürk Arşivi, D: 86-F: I/100)

  Zübeyde Hanım’ın, mektubunda (bizim Şakir) dediği, herhalde Atatürk’ün Sofya’da Ataşemiliter iken tanıdığı ve ailecek dostluk kurduğu iş adamı Şakir (Zümre) olmalıydı. Şakir Zümre, ailesiyle birlikte Milli Mücadele’den önce İstanbul’a göçmüş ve ticaret hayatına atılmıştı.
  Atatürk annesini, Büyük Taarruzdan ancak iki ay önce, 16 Haziran 1922 de gizlice İstanbul’dan Adapazarına kaçırtmış, oradan da Ankara’ya getirmişti. Ne var ki Zübeyde Hanım, Büyük Zafer’den sonra, doktorların tavsiyesi ile gönderildiği İzmir’de 15 Ocak 1923 günü vefat etmiştir.


 Fransız Romancı Pierre Loti’nin Ölüm Döşeğinde Atatürk’e Yazdığı Mektup

  Türk dostu, tanınmış Fransız yazar ve romancı Pierre Loti, 71 yaşında Fransa’da Rochefort şehrinde köşesine çekilmişti. Birkaç kez Türkiye’ye gelerek aylarca İstanbul’da oturan, burada ilk aşkı (Aziyade) yi romanlaş-tıran Pierre Loti, Türkiye’yi ve Türkleri öven yazıları ile memleketimizde çok sevilmişti. 1913 yılında Paris’te yayınladığı (La Turquie Agonisante-Can Çekişen Türkiye) adlı eseriyle de Batı’da Türkiyenin savunucusu olmuş, bundan sonra da Türkiye lehindeki yazılarını sürdürmüştü.
  Atatürk’ün Millî Mücadele’yi başlatmak üzere Anadolu’ya geçtiğini, Anadolu’da millî bir hükümetin kurulduğunu, Atatürk’ün önderliğinde istilâcı Yunanlılara karşı Türk milletinin topyekün direnişe geçtiğini gazetelerden öğrenen Pierre Loti, sevinç içindeydi. Bir süre sonra Fransız gazeteleri Türklerin 1 Nisan 1921 de Eskişehir yakınlarındaki İnönüde Yunanlılara ciddî bir darbe indirdiklerini yazmıştı. İkinci İnönü Savaşları olarak Millî Mücadele Tarihine geçen bu zaferden sonra Pierre Loti, 18 Mayıs 1921 günü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa’ya uzun bir mektup yazmış ve Mustafa Kemal Paşa’nın şahsında büyük bir sevgiyle bağlı olduğu Türk Milletini kutlamıştı. Mektup, Atatürk’ün eline ancak 12 Temmuz 1921 günü geçmiş, hemen o gün Fransızca olarak Türkçesini verdiğimiz şu cevabı yazmıştı 1:

(Mektup : 2)

Ankara: 12 Temmuz 1921
Aziz Mösyö Pierre Loti,
  Şimdi aldığım 18 Mayıs 1921 günlü nazik mektubunuza pek duygulanmış olarak sonsuz teşekkür eder ve bütün yurttaşlarım gibi kişiliğinize karşı beslediğim saygı, sevgi ve hayranlık duygularımın içtenliğine ve derinliğine inanmanızı rica ederim.
Rahatsızlığınızı öğrenince pek üzüldüm ve tam iyileşmeniz haberini sabırsızlıkla bekliyorum.
Bu fırsattan yararlanarak tarihimizin en karanlık günlerinde, yenilgi ve iftiranın bizi ebediyyen yokedecek gibi göründüğü bir zamanda bize güvenini bir an bile yitirmemiş olan dosta beslediğimiz ebedi minnettarlığın teminatını, talihin Türk Milletine yeniden gülümsemeye başladığı şu sırada yenilemekten pek mutluluk duymaktayım.
Size âcil şifâlar dileyerek derin bağlılığıma inanmanızı rica ederim.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi
Mustafa Kemal

  Atatürk mektubu, Konya Yetimler Yurdu’nda şehit çocuklarının dokudukları bir seccade ile birlikte, Pierre Loti’ye verilmek üzere, Millî Hükümet’in Paris Mümessili Ferid (Tek) Bey’e göndermişti. Ferid Bey, mektubu ve seccadeyi aldıktan sonra eşi Müfide Ferid Hanım ve iki memuru (biri H. Ragıp Baydur), Rochefort’a göndermiş, Pierre Loti’ye Atatürk’ün mektubunu ve armağanını elden teslim etmişti. Ne var ki, o günlerde Pierre Loti çok hastadır. Müfide Ferid Hanım’ın ziyaretinden ve Atatürk’ün mektubundan çok duygulanmış, hele Türk şehit çocuklarının dokuduğu halı gözlerini yaşartmıştır. Birkaç gün sonra, 12 Ocak 1922 günü özel sekreteri M.G.N. Jean Berger adıyla Atatürk’e şu cevabî mektubu yazdırmıştı2:

(Mektup:3)

Rochefort: 12. 7.1922
Mareşal Hazretleri,
  Mösyö Pierre Loti el yazınızla mektubunuzu ve babaları kutsal davanız uğruna şehit düşen yetimlerin gözyaşları arasında dokudukları halıyı, yüce kişiliğiniz adına gelen Ankara Hükümetinin bayan elçisi Müfide Ferid ve heyeti ile birlikte kabul etmekle pek duygulandı. Göz yaşartıcı bu yüksek iltifata nasıl teşekkür edeceğini bilemiyor. Hiç olmazsa bu teşekkürlerini kendi elleriyle yazmalıydı. Ne yazık ki bu sevinçten de mahrumdur. Şu dakikalarda çok hastadır. Sevgili vatanınız lehinde verdiği mücadelelerden, Yunan sempatizanı güya hristiyan Avrupanın istihzalarından çok yıpranmış ve üzülmüştür. Bu yüzden mazur görmenizi rica etmektedir. Fakat Türk Milletinin kesintisiz azimli dostluğu onu teselli etmektedir. Size ve şahsınızda Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerine en samimi minnet ve şükranlarını sunuyorlar. Bunu size iletmekle şerefli bir hizmeti yapmış olacağım Mareşal Hazretleri.

G. N. Jean,
Berger

  Pierre Loti’nin sekreterine yazdırdığı bu mektup, Paris Elçiliğimiz aracılığı ile Atatürk’e ulaşmıştı. Ne var ki giderek hastalığı artan Pierre Loti, bir süre sonra doktorların tavsiyesi ile İspanya sınırına yakın Hendaye kasabasında bir hastahaneye yatırılmış, 1923 yılında da bu kasabada ölmüştür.


Fransız Gazeteci Madam Gaulis’in Atatürk’e Mektubu

  Millî Mücadele yıllarında, yazdıkları kitaplar ve makalelerle Fransa’da Türkiye’yi ve Türk tezini savunan Türk dostu üç yazar vardır: Pierre Loti, Claude Farrere ve Madam Gaulis. Bunlardan Pierre Loti, Türkiye’yi ikinci vatanı saymakta, Claude Farrere, Türklere hayranlığını açıkça söyleyerek: “Neden mi Türklerin dostuyum? Çok basit. Barışı seviyorum da ondan.. Ben, tanıdıklarımın içinde Türk halkından ziyade saygı ve sevgiye lâyığını görmedim. Fransız olmasaydım, Ankara’da dostum Mustafa Kemal Paşanın yanında Yunanistan’a karşı, İngiltereye karşı, aşağı yukarı bütün Avrupaya karşı ne büyük bir şevkle dövüşürdüm “ demektedir’.

  Madam Berthe-Georges Gaulis’e gelince, o, Kurtuluş Savaşı yıllarında Türkiye’de günlerce kalmış, Türk cephelerini gezerek Fransadaki gazetelere lehimizde yazılar göndermiş, gözü pek, cesur bir gazetecidir. Fransızlara karşı, Türk Millî Mücadelesinin haklılığını dizi makaleler ve kitaplarla savunmuştur. Atatürk’ü de çok yakından tanıyan Madam Gaulis, Ona sık sık mektuplar yazarak Türklere karşı Avrupanın güttüğü politikayı, bu konudaki düşüncelerini açık açık bildirmiştir. Bir örnek olmak üzere, bir keresinde Türkiye’den ayrılırken, Onun 3 Ocak 1922 de Adana’dan Atatürk’e gönderdiği Fransızca uzun mektubundan Türkçeleştirilmiş bazı bölümlerini aktaralım2:

(Mektup: 4) 

Adana: 3 Ocak 1922

Mareşal Hazretleri,
  Son Anadolu gezimde, sizden gördüğüm iyi kabulün, görüşmelerimizin, bana gösterilen yakınlık ve itimadın hatıralarını birlikte götürmek üzere, yarın Anadolu ‘dan ayrılıyorum. Ne kadar duygulandığımı arz edemem.
  Burada, Fransız heyetini buldum. Yarın Albay Cettelat ile birlikte Beyrut’a hareket ediyorum. Oradan Fransa’ya gidecek olan ilk gemiye bineceğim. Paris’te beni sabırsızlıkla bekliyorlar. Buradan götüreceğim bilgilere her yerde büyük önem verileceğini biliyorum. Fransız heyeti tam bir anlaşma ve dostluk içinde Türk arkadaşlarıyla birlikte çalışmaktadır. Dünyada bundan daha iyi anlaşmak ve uyuşmak imkânı yoktur.
  Burada rastladığım yetkili bir asker, Fransız kurmaylarında genellikle mevcut fikir ve kanaata göre, bugün, Yunan cephesine karşı hemen bir taarruz yapmanın doğru olmayacağını söylüyor. Yunan ordusu, manen bozulmakta ve yavaş yavaş parçalanmaktadır, ihtimal ki yakında beklediğiniz fırsatı elde edeceksiniz- Bugün yapacağınız bir taarruz hem bu çözülmeyi durduracak ve hem de düşmanınızı, tehlikeye karşı koymak için, iç mücadeleleri unutmağa yönetecektir. Atina’da durum pek kötüdür.
  İngiltere’nin barış isteğine dair izlenimlerim pek kuvvetlidir. Hatta, önceki bazı belirtileri bilmekteyim. Sanıyorum ki, son demeciniz büyük etki yapmıştır. Ben inanıyorum ki, İngiltere her yandan üzerinize yöneltilen saldırıları durdurabileceğinizi anladığı gün, görüşmelere girişecektir.
  Avrupadaki şahsi nüfuzunuz günden güne artmaktadır. Daima iddia ettiğim üzere, bu nüfuzunuz, şahsınıza dayanacak olan gelecek barışın en önemli etkeni olacaktır.
  Diyebilirim ki kaçınılmaz zorluklara rağmen herşey yolundadır. Paris’te edineceğim fikirleri de derhal arz edeceğim. Düşüncelerimi savunmak için Londraya gideceğimi de umuyorum. İlk duygularımı burada arzederken, size ve sizinkilere karşı beslediğim sevgi ve bağlılığın ne kadar derin, ne kadar kuvvetli olduğunu tekrar etmek isterim. Bu vesile ile Mareşal hazretleri, gerçek bağlılığıma ait duygularıma güvenmenizi ve bu duygularımın çevrenizdeki kimselere de yansıtılmasını rica ederim.

Berthe Georges Gaulis

(Çankaya Köşkü-Atatürk Arşivi, D: 38-F: 3)

  Atatürk mektubu almış ve o günler Dışişleri Bakanı bulunan Yusuf Kemal (Tengirşenk)e havale ederek: “Heyet-i Vekile’de okunup iadesi” notunu düşmüştür.
  Madam Gaulis, bundan sonra da Atatürk’e dost mektuplarını göndermeğe devam etmiştir.

(Bulgar Generali Boyaciyef’in Atatürk’e Mektubu)

  General Kleman Boyaciyef, 1914 yılında Bulgaristanın Millî Savunma Bakanıdır. O günlerde, Türkiye ile Bulgaristan arasında bir askerî antlaşma yapmak üzere Sofya’ya gelen Türk heyetinde Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk) de bulunmaktadır. O günlerde Sofya ve Belgrad ataşemiliterliği görevini tamamlamış ve İstanbula dönmüştür. Sofyadaki toplantıda, General Boyaciyef, genç Türk subayı Mustafa Kemal’i tanımış, dostluğunu kazanmıştır. Bir zaman sonra, General Boyaciyef siyasi düşüncelerinden dolayı yüce Divana verilmiş, o da siyasî mülteci olarak Avusturya’ya sığınmıştır. Büyük Zafer’den önce, 15 Mart 1922 de, Viyana yakınındaki Baden’den Atatürk’e gönderdiği şu mektubu okuyalım:

(Mektup: 5) 

Baden: 15 Mart 1922

Ankara’da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine Ekselans,
  1914 yılında, Yunanlılara karşı Türkiye ile Bulgaristan arasında bir askeri antlaşma yapmak üzere Sofya’ya geldiğiniz zaman, siyasî ve askerî bakımdan pek önemli olan ve o anda aramızda doğan dostluğu ümit ederim ki hatırlarsınız.
  O vakit bendeniz Harbiye Nazırı bulunuyordum. Siz ve Bulgar Genel Kurmay Başkanı sözleşmenin metnini düzenlemekle meşgul bulunuyordunuz. Hatta, bazı noktalarda sizinle Genel Kurmay Başkanı arasında çıkan anlaşmazlığı gidermek için birçok defalar görüşmelerinize katılmak fırsatını bulmuştum. Hatırlıyorum ki, muhtelif tasarılarda yüksek şahsınızı tutuyordum. Zira, askerî teknikteki bilginiz ve tam dehanız sayesinde, kıtalarımızın ortak harekâtı için gereken prensipleri Ekselansınız daha iyi takdir buyuruyordunuz. Size verilen vazifeleri başarı ile bitirerek İstanbul’a hareketiniz sırasında yüksek şahsınıza gönderdiğim bir mektupla, hakkınızda en iyi dileklerimi ulaştırmakla birlikte, vatanınızın gelecekteki kaderinde parlak bir yer tutmanız ümidimi de açıklamıştım.
  Bütün dünyanın gözlerinin Ekselanslarına yöneldiği ve bütün İslâm dünyası, pek büyük ve hayret verici olan kahramanca mücadelelerinizi kutladığı ve takdir ettiği bu sırada, dileklerimin gerçekleştiğini görmekle pekçok sevindim ve heyecanlandım. Başarılarınızdan dolayı Ekselansınızı candan kutlarım ve kutsal davanızda kesin sonucu almanız, düşmanlarınızı yok etmeniz yolunda Ulu Tanrı ‘nın yardımcı olmasını bir defa daha dilemekteyim. Bu zafer dakikası muhakkak gelecek ve beklediğimizden daha çabuk erişecektir.
  Bu bakımdan size yararlı olabilmekle ne kadar mutlu olacağımı ve ortak düşmanımızın gelecekteki yenilgisinde hazır bulunmayı ne kadar istediğimi belki düşünemez ve anlayamazsınız. Siyasi inançlarımdan dolayı, hükümetim tarafından, hakkımda yüce divan önünde takibat yapılmakta bulunulduğundan Avusturya’da Baden şehrine sığınmak zorunda kaldım. Siyasi olayları burada izliyorum. Elde edeceğiniz başarılar sayesinde zulüm görmüş bütün milletlerin zorla alınmış haklarının geri verileceği zamanın geleceğini ümit ediyorum. Galibiyet tacıyla taçlanacak olan kahraman ordunuz, böylece yalnız vatanınıza değil, ortak düşmanlarımızın her gün artan zulümleri altında inlemekte olan bütün Doğu’ya, barış ve kurtuluş nimetlerini geri vermiş ve temin etmiş olacaktır.
1 Claude Farrere’in L’Extraordinaire Aventure adlı 1921 de Paris’te yayınlanan kitabının önsözünde.
2 Bu mektup, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığınca yayınlanan Atatürk Haftası Armağanı-10 Kasım 1974 adlı kitaba da alınmıştır. Ankara 1974, s: 45-47
Samimi selâmlarımı ve pek derin saygılarımı kabul buyurunuz Ekselans.

General Kleman Boyaciyef 

(Çankaya Köşkü - Atatürk Arşivi, D: 18-F: 86/1)

Bulgar Generaline, samimî duyguları ve iyi dilekleri için teşekkür edildi.

İstanbul’a Bekleyiş

30 Ağustos Zaferi ve İzmir’in kurtuluşundan sonra gözler İstanbul’daydı. İstanbul’un umut dolu gözleri de Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’da.. 
İstanbul işgal ordularından ne zaman temizlenecek, gelenler, geldikleri gibi ne zaman gideceklerdi. 
O günlerde Çankaya’ya gönderilen mektupların çoğu, hem büyük zaferi kutluyor, hem de İstanbul’un bir an önce kurutuluşunu diliyorlardı. Bir mektup da “Şehit Faik Paşa’nın zevcesi” imzası ile gönderilmişti. Şöyle başlıyordu:

(Mektup : 6)

İstanbul: 7.70.1338

Paşa Hazretleri,
  Dünkü ve evvelki günün zafer şenlikleri içinde meserret gözyaşlarımla efendimizi tebrik eder, umum milletimizle birlikte daima uzun ömürle muammer olmanızı Cenâb-ı Haktan temenni ederiz, inşallah yakın vakitte, Büyük Kumandanımızı İstanbulun büyük caddelerinden geçerken fevkalâde alkışlarla karşılayacağız. Çünkü sayenizde yeniden dünyaya çıktık. Yine sayelerinizde o şanlı askerlerimiz, şerefli kumandanlarımız kusursuz vazifelerini yapmış, vatanı kurtarmışlardır. Şehit Faik Paşa zevcesi-imza

(Çankaya Köşkü, Atatürk Arşivii, D. 86-F: 1-217)

Viyanadan Bir Zafer Marşı

  Bu ve buna benzer mektuplar arasında yabancılardan da gelen tebrik mektupları var. Atatürk, esir ve mazlum milletlere bir örnek, bir öncü ve umut olmuştu. Hint Müslümanlarından, Afrika ülkelerinden gelen mektuplar sayısızdı. Bir mektup ta Avusturya’dan Leopoldine König adlı Viyanalı müzik öğretmeni genç bir kızdan geliyordu. Üstelik bu mektuba Atatürk için yazılıp bestelenmiş bir marş da eklenmişti. Mektubun Türkçesi şöyleydi :

(Mektup: 7)

Türk Milletinin Şanlı Kurtarıcısına

Ekselans,
  Bendeniz Büyük Savaşın dehşetleri içinde bulunmuş bir subay kızıyım. Bütün dünyanın düşman kesildiği biz Avusturyalılar, uçurumun kenarında bulunuyoruz. Mutsuz ülkemiz daha uzun süre, daha iyi zamanları beklemek zorunda kalacaktır. Buna karşılık Türkiye yeniden doğuşunun borçlu bulunduğu bir adama sahip olmak mutluluğunu elde etmiştir.
Türk Zaferi güçlü elinizle yaratılan bu şanlı kurtuluş, adaleti seven herkesi içten sevinçlere kavuşturmuştur. Bendeniz de yüksek yönetiminiz altında Türk milletinin kazandığı bu şanlı zafer hakkındaki sevinç ve duygularımı bestelediğim marşı Ekselanslarına sunmakla belirtmek istiyorum.
Ekselanslarınızın bu marştan bir zevk duymalarının benim için bir onur olacağını arz ile, ve büyük bir bağlılıkla, bir imzanızın bağışlanmasını rica ederim. En içten saygılar.
Viyana 9.12.1922

Leopoldine König
Wien, XIII, Stainbauergasse 25. D. Desterr

1 Bu mektup ve cevap örnekleri için bakınız: Yavuz Donat, Çankaya’da bir mektup, 24 Ocak 1981 tarihli Tercüman Gazetesi. Mektup ve notalar için öğretmen M. Rauf İnan’ın özel arşivi.
Marşın Güftesi Şöyledir:
Mustafa Kemal Paşa
Çarptı şiddetle, çarptı şiddetle!
Dağıttı düşman sürülerini, sürülerini.
O’nu Tanrı göndermişti;
Savaşı kazanmak için.
Güzel yurduna barış getirmek için..
^alimdi, hırslı haindi düşman.
Haindi düşman...
Güçlüydü Kemal Paşa,
Tendi Yunanı, yendi Yunanı...
Kemal Paşa çok güçlüydü,
Hemen yendi düşmanı,
Acılar döndü sonsuz sevince...
Durmayın hemen bir defne çelengi sarın.
O yüce insanın başına.
O tüm yaşamını attı tehlikeye;
islâm dünyası için...
Gür seslerle bağırın!.
Gönüllerden sevinçlerle!.
Tanrı ‘nın O ‘na sonsuz mutluluklar
Vermesini dileyin siz…
Marşın bestesi nota olarak eklenen bu içli mektuba,
 29 Aralık 1922 tarihli bir mektupla Atatürk şu cevabı vermişti:
Matmazel,


Ankara, 29.12.1922

Hassas ve rakik bir ruhun ifade-i âlâmı olan mektubunuzu ve milletimizin kazandığı zaferi terennüm eden marşınızı aldım. Çok teşekkür ederim. Adalet geç olsa bile, mutlaka bir gün tecelli edecektir. Bu kudreti, fâtıranın değişmez bir kanunudur. Binaenaleyh, sevgili vatanınızın halihazırı sizi müteessir etmesin. En yakın zamanda memleketinizin nail-i halas ve istiklal olmasını temenni ederim. Matmazel.


Türkiye Büyük Millet Meclisi
Reisi
Başkumandan Gazi

(Çankaya Köşkü, Atatürk Arşivi, D: 80-f. 1-693)

Mektup, Almancaya çevrilerek Atatürk’e imza ettirilmiş ve postalanmıştı.


General Bourbon ‘un Kutlama Mesajı

Büyük Zaferden hemen sonra, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, Türk ordularıyla birlikte, 10 Eylül 1922 günü İzmir’e girmiş, birkaç gün sonra da İzmir’in köklü ailelerinden Uşakizade Muammer Bey’in Göztepe’deki konağına misafir olmuştu. 29 Eylül 1922 gününe kadar İzmir’de kalan Atatürk, burada Muammer Beyin kızı Latife Hanım’la tanışmış, daha sonra İzmir’e ikinci gelişinde, 29 Ocak 1923 günü Latife Hanımla Göztepe’de evlenmiştir.
Atatürk’ün Latife Hanım’la evlenmesi olayı, Türkiye’de ve dışında geniş yankılar uyandırmış, Atatürk’e yüzlerce kutlama telgrafı ve mektubu gönderilmiştir. Cumhurbaşkanlığı Köşkü Atatürk Arşivinde bu telgraf ve mektuplardan ilginç örnekler vardır. Bunlardan biri de Atatürk’ün yakından tanıdığı ve mektuplaştığı Fransız Hanedanından Prens Don Louis de Bourbon’un kardeşi emekli General M. Edvard ve Bourbon’dan geliyordu. O günlerde Barcelone’da oturan General Bourbo, 6 Şubat 1923 tarihli Fransızca mektubunda Atatürk’e şunları yazıyordu:

(Mektup : 8)

Barcelone: 6.2.1923
Müşir Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine,
İngilizler ve Yunanlılar aleyhine kazandığınız parlak zaferi haber alır almaz, son zamanlarda Barcelone’de Türkiye Başkonsolosu bulunan Ali Kemal Bey vasıtası ile size tebriklerimi ve duygularımı iletmiştim. Daha sonra evlenmiş olduğunuzu ve şimdi de Ankara’ya döndüğünüzü gazetelerden öğrendim. Mutluluk dileklerimi sizlere sunarken bu satırları yazmış olmaktan bahtiyarlık duyduğumu da ifade etmek isterim. İslâmın savunması ve Türkiye’nin yeniden kazandığı yüce san ve şerefi için de ayrıca sizi kutlarım.


Eski Arkadaşınız
General Edvard de Bourbon

(Çankaya Köşkü, Atatürk Arşivi, D:- F: 91-2)

Atatürk’e Hayran Bir Avustralyalı General

Avustralyalı General Sir Charles Ryan, Atatürk’ün hayranlarındandı. Çanakkale savaşlarından beri onu tanıyordu. 1876 yılında Osmanlı Ordusuna katılmış bir doktordu. Osmanlı- Sırp savaşlarında, Plevne, Erzurum savunmalarında bulunmuş, Ruslara esir düşmüş, savaştan sonra da doğduğu ülke Avustralya’ya dönmüştü. Melbourne’de Osmanlı devletinin fahri başkonsolosu idi.
General Ryan, Atatürk’ün Anadolu’da başlattığı Millî Mücadeleyi gazetelerden takip etmiş, sonunda Türkiye’nin zafere ulaşarak Lozanda şerefli bir barış antlaşması yaptığını öğrenir öğrenmez, 5 Ağustos 1923 günü Atatürk’e bir kutlama mektubu göndermişti, İngilizce aslı Dışişleri Bakanlığı Arşivinde bulunan mektubun Türkçesi şöyledir 1:

(Mektup : 9)

Melbourne Clup, Melbourne: 5.8.1923

Ekselansları, 
Türkiyenin eski ve içten bir dostu olarak bu birkaç satırı yazmaya ve Türkiyenin yeniden canlandınlmasındaki ve memnuniyet verici barışın yapılmasındaki önemli payınız dolayısiyle size yürekten tebriklerimi sunmaya kalkıştım. Sizin faaliyetleriniz ve askerlerinizin muhteşem davranışı olmasaydı Türkiye acınacak durumda olurdu. Şimdi Türkiyenin dünya ülkeleri arasındaki eski ve mağrur yerini almak için emin bir yolda bulunduğuna inanıyorum. Benim Türkiye ile bağlarım çok eskidir. 7876 yılında, 27 yaşında genç bir doktor olarak Türk ordusuna katıldım. Osmanlı-Sırp savaşında Abdülkerim Paşa’nın kumandası altındaydım. Daha sonra, Plevne kuşatması sırasında ölümsüz Gazi Osman Paşa’nın kumandası altında bulundum, bu savaşta ağır yaralandım. Ama Şevket Paşa yolu açınca 5000 yaralıyla birlikte Plevne dışına çıkabildim. İstanbul’a gittim. Yaram iyileşince Erzurum’a gönderildim. Orada Gazi Muhtar Paşa ‘nın kumandasında, o ayrılınca Kurt İsmail Paşa’nın kumandası altında görev yapdım. Kuşatmadan sonra Rusların eline düştüm ve savaş bitince de doğduğum yer olan Avusturalyaya döndüm. Genel Savaşa kadar burada 35 yıl Türkiye Fahri Başkonsolosluğu yaptım. 15 yıl önce de ikinci rütbeden Mecidiye Nişanı aldım. Dostum Audrey Herbert ile birlikte burada ateşli bir Türk dostu idim. Eski Türk dostlarımın hepsi öldü. Herhalde ben Plevne’den ve Aleksinatz savaşından sağ kalan bir kaç kişiden biri olsam gerek. 
Ordunuz kurmayında Damat İsmail Hakkı Bey büyük dostumdur. Bana bir fotoğrafınızı lütfederseniz, ben de karşılık verebilmem, bu benim için büyük, kişisel bir onur kaynağı olur. “Kızılay Hizmetinde” adlı yıllar önce bir kitap yazdım. Almanca ve İngilizce yayınlandı. Çok satış yapmış olan bu kitabımda Türk askerinin güzel karakterini ve savaşçı özelliklerini sergiledim. Türkiye’nin durumunu günden güne daha da iyileştirme uğrundaki görevinizde size büyük başarılar dileyerek ve yürekten övgülerimle..


Samimi hayranınız
Charles S. Ryan

General Sir Charles Ryan’ın bu gerçekten hayranlık ve dostluk dolu mektubuna Dışişleri Bakanlığınca cevap verilmiş ve Atatürk’ün imzalı bir fotoğrafı da gönderilmiştir. Bugün Melbourne’da General Ryan ailesinden kimler var? Bu mektup ve fotoğraf kimlerin elindedir? Doğrusu araştırılmaya değer.


Atatürk’e Bulgar ve Yunan Şairlerinin Övgüleri


Atatürk, milleti ile birlikte tek ses, tek yürekti. Millî Mücadeleyi bu ses, bu yürek kazandı. Millet egemenliğine dayalı Cumhuriyet’i kurduğu zaman, dünyada cumhuriyetle idare edilen ülkelerin sayısı parmakla sayılacak kadar azdı. Atatürk ve Onun kurduğu Cumhuriyet, yalnız esir milletler için bir umut kaynağı değil, krallıkla idare edilen ve cumhuriyete özlem duyan ülkeler için de somut bir örnek olmuştu. Bütün dünya, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye olayını bir “mucize” olarak görüyor, Atatürk inkılâplarını hayranlıkla izliyordu.
Atatürk’ün, dün silâhlı mücadele verdiği ülkelerle dahi hemen barışçı bir politika yürütmesi, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini bütün dünyaya duyurması, milletleri kendine daha çok çekmişti. Dünyanın her köşesinden Çankaya’ya övgü dolu mektuplar geliyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, mektupları teker teker okuyor, Atatürk’ün teşekkürlerini iletiyordu. Cumhuriyetin Onuncu Yıldönümü yaklaştıkça, kişilerin gön derdikleri bu tür övgü mektupları daha çok artmıştı. Ülkelerinde tanınmış birçok şairler de Atatürk’e övgüler yazıyor, çoğu zaman bu şiirlerini şairleri çerçeveleyerek gönderiyorlardı. Bunlar arasında, tanınmış Bulgar şair Lübomir Bobevski de, Atatürk’e 19 kıtalık uzun bir şiir yazmış, bu şiiri bir kartona yaldızlı harflerle bastırarak çerçeveletmiş, Atatürk’e gönderilmek üzere, 1932 yılı Ağustos ayında Sofya Ortaelçiliğimize teslim etmişti. Şiir, Bulgaristan Türklerinden Muharrem Yumukof tarafından yeni harflerle Türkçe-ye çevrilmiş, aslı ve çevirisi, Ortaelçilik eliyle Atatürk’e gönderilmişti. Şiir, Atatürk’e sesleniyor ve şöyle başlıyordu:

(Mektup : 10)

Fırtınalar denizlerin üstünde koştu,
Hemen korkunç dalgalar estirip coştu.
Bütün engelleri yıktı, devirdi
Ne korkuttu seni, ne yolundan çevirdi.
Çürük temellerden aldın sen insanları
Şildin taassubu, yıkadın vicdanları
Aydınlık vermek için aziz diyara
Cehaleti öldürdün koydun mezara.
.................................

(Çankaya Köşkü-Atatürk Arşivi F: 1)

Buna benzer 14 kıtalık bir şiir de Yunanistan’dan gelmişti. Yunanistan’ın o günlerde çok tanınan yazar ve şairlerinden Menelaos Nomdis, Atatürk’e 14 kıtalık Rumca bir şiir yazmış, bunu 10 Mart 1934 günü Atina’dan doğrudan doğruya Atatürk’e postalamıştı. Şiir :

(Mektup : 11)

Savaşlarda mertlik nedir gösteren sensin,
Siyasette gücünü ortaya koyan yine sen.
diye başlıyor, şöyle tamamlanıyordu:
Bütün dünyanın övgüleri senin üstüne
Güzel vatanında yap yapabildiğini
Sana hayranlık, sana selâm...

(Çankaya Köşkü-Atatürk Arşivi, D: 86, F: 1-95)

Bugün her iki şairin de hayatta olup olmadıklarını bilmiyoruz. Önemli olan bu şairlerin o günlerde Atatürk’e hayranlık duyan binlerce, milyonlarca vatandaşlarının duygularını dile getirmiş olmalarıdır.
Atatürk, haklı davasını cesaretle yürüten insandır. Kendisine silâh çekenlerin, bir süre sonra Onun önünde eğildikleri, Onu takdirle karşıladıkları çok görülmüştür. Bulgar şair belki Balkanlarda Onunla çarpışmıştır. Yunanlı, belki Anadolu’ya gelmiş, ters yüzü geri dönmüştür. Ama Atatürk’ün büyüklüğünde, Onun haklı davasında, bütün kin ve ihtiraslarını bir kenara iterek, Onu alkışlamışlardır. Alkışlamak efendiliğini göstermişlerdir.
Şimdi, geçtik bu efendilikten, komşularımızdan hakka ve hukuka dayalı insanca ilişkiler bekliyoruz, o kadar.

Atatürk’e Tay Hediye Eden Hasta Çocuk

Atatürk, vakit ve fırsat buldukça, Çankaya’dan ayrılır, yurdu dolaşırdı. Bu gezilerinde Atatürk; yapılan işleri yerinde görür, halkın dertlerini dinler, notlar aldırırdı. Çoğu zaman* yapacağı inkılâpların öncesinde kamu oyu yoklamasını bizzat kendi yapar, kendi konuşur, kendi öğretirdi. Şapka inkılâbını, yazı inkılâbını halkla bir arada, halkla bütünleşerek yapmıştı.
Atatürk, Anadolu ve Trakya bölgesini adım adım dolaşmış ve gezmişti. Onun uğrayamadığı çok az şehir ve kasaba vardı. Her nereye gitmişse orada bayram olurdu. Yeniden yetmişe herkes sokaklara dökülür, geçeceği yollarda bazen saatlerce beklenirdi. Nerede konaklamışsa, özellikle gençler, kaldığı evin veya konağın önünde toplanır, geceleri fener alayları düzenler, millî oyunlar oynarlardı. Ta ki gece yansı Atatürk, balkondan veya dışarı çıkarak gençlere “artık dağılınız, yoruldunuz, evlerinize dönünüz..” demedikçe, kimse yerinden kımıldamazdı. Atatürkü görenler, görmeyenlere Onu anlatır, altın yeleli sarı saçlarından, şimşek bakışlı yeşil gözlerinden söz ederlerdi. Yine böyle bir yurt gezisinden dönüşte, Çankaya köşküne gelen yüzlerce mektup arasından bir mektubu, Genel Sekreter Atatürk’e okumuştu. Mektup, Samsun’dan İnönü ilkokulu 5. sınıf öğrencisi Bahri’den geliyordu. Mektup aynen şöyleydi :

(Mektup : 12)

“Samsun : 14.12.1930

Çok Sevgili Gazi Babama, 
Yurdumuzu şenlendiren, benliğimizi koruyan büyük kumandanın mübarek yüzünü görmek için bütün Türk yavrularının kalbinin çarptığını çok yakından bilirsiniz, değil mi? İşte bir küçük yavrunuz olan ben de bir gün olur elbette sizi görürüm diye düşünüyordum. Bu düşüncelerim gün geçtikçe artıyor, kalbimde yanan ateş beni yakıyordu. Bir gün vücudumda hafif bir kırgınlık duydum, yatağa yattım. Tam 15 gün hastalandım. Ümidim kesilmişti. Birgün Samsun’a geleceğinizi haber verdiler, dünyalar kadar sevindim. Ne iyi ben de Gazi Babamı göreceğim diyordum. Fakat yataktan kalkamıyordum. O kadar üzülüyordum ki, Samsun’a geldiğinizi öğrendiğim dakikada kendimde iyiliğe doğru bir hâl gördüm. Bunun sizin muhabbetinizden geldiğine inanarak “Allahım dedim, eğer ben de yataktan kalkar ve iyi olursam dünyada yegâne malım olan sevgili tayımı Aziz Babama armağan edeceğim dedim. Ve günden güne iyileşerek büsbütün ayağa kalktım. Mektebime devama başladım. Şimdi bu adağı yerine getiriyorum. Bir küçük yavrunuzun candan kopan, gönlünden gelen bir hediyesini kabul etmenizi rica eder, ellerinizden öperim Sevgili Gazi. 
Samsun İnönü Mektebi 5. ci sınıf talebesinden 23 numaralı Bahri

(Çankaya Köşkü-Atatürk Arşivi Kutu 87-4)

Atatürk, gözleri dolmuş, tebessüm etmişti. Genel Sekreterine şu emri verdi:
“Samsun valisine bir yazı gönderin. Çocuğun hakkımdaki duygularına ve armağanına teşekkür ettiğimi bu değerli hediyesini yine kendisine bağışladığımı bildirin. Vali, çocuğun babasına bizzat tebliğ etsin.”
Samsun Valiliğine gereken yazıldı. Bahri’ye de böylece teşekkür edildi.

Bir Af Mektubunun Ardından..

1932 yılı Ocak ayının 12 sinde Atatürk İstanbula gelmiş, Dolmabahçe Sarayında çalışmalarını sürdürmüştür. O günlerde Balkan Konferansı Konseyi toplantısı İstanbulda yapılmaktadır. Konseyin açılışından birkaç gün önce, Atatürk, bir akşam Dolmabahçe Sarayının özel dairesinde kurulan sofrada günün konularını görüşmektedir. Sofrada Millî Eğitim Bakanı Esat (Sagay) ile Dr. Reşit Galip de vardır. Söz eğitimden açılmıştır. Dr. Reşit Galip, Esat Bey’in eğitim politikasını sert bir dille eleştirmektedir. Esat Bey, aynı zamanda Atatürk’ün Harp Okulundan hocasıdır. Reşit Galip’in tenkitlerini yanısıra bazı yersiz sözlerini sonucu sofrada tatsız bir hava esmiş, az sonra, Dr. Reşit Galip de Atatürk’ü gücendirdiğini anlamış, üzgün, Saraydan ayrılmış, ertesi sabah da Ankara’ya dönmüştü’.
Aradan birkaç gün geçince, büyük üzüntüye kapılan ve pişmanlık duyguları içinde kıvranan Dr. Reşit Galip, Cumhurbaşkanlığı Başyaveri Rusuhi Bey’e 12 sayfalık uzun bir mektup kaleme almıştı. Mektupta, Millî Eğitim Bakanı Esat Beye her zaman saygı duyduğunu, ne var ki o akşam sebep olduğu tatsız durum sebiyle Atatürk’ün kendisini affetmesini yazıyor, ayrıca mektubuna iliştirdiği özel bir mektubun da Atatürk’e uygun bir zamanında verilmesini rica ediyordu. Atatürk’e yazılan mektup aynen şöyleydi:

(Mektup : 13)

“Büyük Gazi’nin Yüksek Huzuruna Tazimlerle
Ankara, 30.7.1932
Mübeccel Büyük Paşam,
  Siz insanların ruhunu, fikrini açık bir sayfa gibi okursunuz.
Size tapınmasına bir iman, sevgi ve saygı ile bağlı olduğumu teveccüh ve itimadınızı hayatımın kıymeti ölçülmez mazhariyeti saydığımı bilirsiniz.
Kusur ve kabahatimin çok büyük olduğunu biliyorum. Onun affı ancak sizden istenebilir. Çünkü siz, af ile ders ve ceza vermek mertebelerinden çok daha yükseklerdesiniz.
Sizi üzmüş olmak ızdırabının dayanılmaz, acısını bütün şiddetiyle çektim. Ellerinizi bin kere öperek affımızı dilerim.
Sağlığınız ve saadetiniz temennilerimi candan tekrarlarım, mübeccel, büyük paşam.

Sizin evlâdınız
Dr. Reşit Galip” 

(Çankaya Köşkü-Atatürk Arşivi, D: 86-F: 1-43)

Başyaver Rusuhi bir fırsatını bularak mektubu Atatürk’e gösterir. Atatürk tebessümle mektubu okur. Başyaver’e: 
— Bu mesele üzerinde fazla durmasın, çalışmalarına sükûnetle devam etsin, bunu kendisine yazınız, der. 
Başyaver, Atatürk’ün emrini yerine getirir. Dr. Reşit Galip’e Atatürk’ün ifadeleriyle cevap verir1. 
Olay artık kapanmıştır. Bir süre sonra, 4 Mart 1932 sabahı Atatürk, İstanbuldan Ankara’ya döner. Dönüşünün akşamı Dr. Reşit Galip’i Çankaya’ya davet ederek, gönlünü alır. 
Altı ay sonra, 19 Eylül 1932 tarihli gazeteler, Dr. Reşit Galip’in Millî Eğitim Bakanlığına getirildiğini yazarlar.


Alman Cumhurbaşkanı Mareşal Von Hindenburg’un Atatürk’e Telgrafı

Cumhuriyetin Onuncu Yıldönümünün coşkun gösterilerle kutlandığı günlerde Atatürk’e yurtdışından tebrik telgrafları ve mektupları yağıyordu. Bunların çoğu devlet adamlarından geliyor, mektup ve telgraflar alınır alınmaz teşekkürle cevaplandırılıyordu. Devlet başkanlarından gelen kutlama telgrafları arasında Alman Cumhurbaşkanı Mareşal von Hindenburg’un telgrafına Atatürk büyük önem verdi. Hatta bu telgrafın “Hâkimi-yet-i Milliye” Gazetesinde yayınlanmasını istedi; yayınlandı da1. Kaderin cilvesine bakın ki, onbeş yıl önce, Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru, 25 Aralık 1917 de Alman ordularının ünlü Başkomutanı Mareşal Hin-denburg’la Çanakkale -Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa, Almanya’nın Kreuzberg şehrinde Alman Batı Cephesi karargâhında görüşüyorlar, Atatürk bu ünlü Başkomutan’a “Almanya’nın savaşta yenik çıkacağını” rahatça söylüyor. Gerçekten de birkaç ay sonra savaş Almanların aleyhinde sonuçlanıyor2. İşte o Hinderburg şimdi Alman Cumhurbaşkanı olarak, Türkiye Cumhuriyetinin Onuncu yıldönümünde, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşayı içtenlikle kutluyor. Telgraf şöyle:

(Mektup : 14)

Berlin : 29.10.1933

Reisicumhur Hazretleri,
Türkiye Cumhuriyetinin Onuncu Yıldönümü vesilesiyle £ât-ı Devletlerine ve Türk milletine benim ve Alman milletinin yürekten duyulmuş tebriklerini arzederim.
Benimle beraber bütün Alman milleti, yüksek rehberliğiniz altında modern Türk devletinin temelleştiğini derin bir alâka ile takip etti. Türk milliyetçiliğim nasıl uyandırdığınızı, nasıl kuvvetlendirdiğinizi, çalışkan ve ilerlemeyi sever milletinize, bütün dünyada takdirler çeken siyasi ve iktisadi yükseliş için, tedbirli bir elle nasıl yol açtığınızı büyük hayranlık ve takdirle gördük.
Alman milletinin felâketli zamanlarında Türk milletinden gördüğü dostluğu hiçbir vakit unutamıyacağını, bilâkis onu daima muhafaza edeceğini ve derinleştireceğini Zât-ı devletlerine temin etmek için bir ihtiyaçtır.
Yükselen milletinizin sulhsever bir ilerleme ve metin bir devlet idaresiyle ileride daha mesut bir istikbale ermesini dilerim. Bu vesile ile şahsi saadetiniz hakkında en büyük temennilerde bulunur ve büyük takdirlerimle samimi dostluğumun kabulünü rica ederim.

Alman Cumhurbaşkanı
Mareşal von Hindenburg


ATATÜRK'ün SÖZLERİ


● Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir.
● Türk Milleti yeni bir iman ve kesin bir milli azim ile yeni bir devlet kurmuştur bu devletin dayandığı esaslar "Tam Bağımsızlık" ve "Kayıtsız Şartsız Milli Egemenlik"ten ibarettir. Yeni Türkiye devletinin yapısının ruhu Milli Egemenliktir. Milletin Kayıtsız Şartsız Egemenliğidir...

● Bütün ümidim gençliktedir.

● Ey yükselen yeni nesil, istikbal sizindir. Cumhuriyet'i biz kurduk, O'nu yükseltecek ve sürdürecek sizlersiniz.


● Ne mutlu Türküm diyene !
● Öğretmenler! Cumhuriyet sizden düşünceleri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.

● Hiçbir şeye ihtiyacımız yok, yalnız bir şeye ihtiyacımız vardır; çalışkan olmak!


● "...bu ulusa ve ülkeye hizmet görevi bitmeyecektir."
● Biz büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük.
● Devrimin amacını kavramış olanlar sürekli olarak onu koruma gücüne sahip olacaklardır.

● Muallimler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğiticileri, sizler yetiştireceksiniz, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin maharetiniz ve fedakârlığınız derecesiyle mütenasip bulunacaktır.


● Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için yalnız zemin hazırladı... Gerçek zaferi siz kazanacak ve devam edeceksiniz ve mutlaka başarılı olacaksınız.
● Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet, henüz bir millet adını alma yeteneği kazanmamıştır.
● Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz... Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.
● "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir..."
● Herkes ulusal görevini ve sorumluluğunu bilmeli, memleket meseleleri üzerinde o düşünceyle, düşünüp çalışmayı görev edinmelidir. 
● Tarihi yaşadığımız gibi yazdık, fakat geleceği cumhuriyete inananlara, onu koruyanlara ve yaşatacaklara emanet etmek lazımdır.
● Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerdeki cephenin suskunluğudur.
● Benim Türk milletine, Türk cemiyetine, Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemiştir, siz onları tamamlayacaksınız. Siz de, sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz.

● İstiklal, istikbal, hürriyet, herşey adaletle kaimdir!

● Kendiniz için değil, bağlı bulunduğunuz ulus için elbirliği ile çalışınız. Çalışmaların en yükseği budur.

● "Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir."  


● Gençler cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.
● Öğretmenler! Cumhuriyet, fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar ister. Yeni nesli bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir.
● Öğretmen, yıllar sonra ödülünü alır.
● Öğretmen bir kandile benzer, kendini tüketerek başkalarına ışık verir.
● Söz konusu olan vatansa, gerisi teferruat.

● Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her mahlûk için tabii bir halettir, fakat insanda yorgunluğu yenebilecek mânevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür.

● Öyle istiyorum ki, Türk Dili bilim yöntemleriyle kurallarını ortaya koysun ve her dalda yazı yazanlar, bütün terimleriyle çoğunluğun anlayabileceği güzel, ahenkli dilimizi kullansınlar.

● Okul, genç beyinlere insanlığa saygıyı, millet ve ülkeye sevgiyi, bağımsızlık onurunu öğretir.

● Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk milleti, Türk sanatı, Türk iktisadiyatı, Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleriyle gelişir.

● Müsbet bilimlerin temellerine dayanan, güzel sanatları seven, fikir terbiyesinde olduğu kadar beden terbiyesinde de kabiliyeti artmış ve yükselmiş olan erdemli, kudretli bir nesil yetiştirmek ana siyasetimizin açık dileğidir.

● Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.

● Bilelim ki, milli benliğini bilmeyen milletler, başka milletlere yem olurlar.

● Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir.

● Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklâle timsal olmuş bir milletiz.


● Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık sayılamaz.
● Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından bilenler bu aşkım malumdur. Bence bir millete şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen bu saydığım vasıflara, çok ehemmiyet veririm. Ve bu vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için milletimin de aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim. Ben yaşabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri icap ettirirse, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet icabı olan dostluk ve siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.
● Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.
● Cumhuriyet fikir serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre saygı duyarız.
● Türk milletinin istidatı ve kati kararı medeniyet yolunda durmadan, yılmadan ilerlemektir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...