04 Mayıs 2018

Ataturk Ansiklopedisi 2. Cilt

Ataturk Ansiklopedisi 1 Cilt

Osmanlı Cilt - 1 (ed. Güler Eren)



II. Abdülhamîd Han Azledildikten Sonra

II. Abdülhamîd Han Azledildikten Sonra
  II. Abdülhamîd Han Azledildikten Sonra

II. Abdülhamîd Han Azledildikten Sonra Hal edilmesinin hemen ardından Sultân, kasden bir yahûdî muhiti olan Selanik'e gönderilip orada zengin bir yahûdî aile olan Alâtîn-i Biraderler'in köşküne hapsedildi. Burada sıradan bir adama bile reva görülmeyecek zulüm ve baskılar altında tutuldu. Çoluk-çocuk bütün aile efradı günlerce aç bırakıldı. "Emlâk-i şahane"si millîleştirildiği (!) gibi, menkul serveti de tamamen elinden alındı. Hareket Ordusu, İstanbul'a geldiğinde Pâdişâh'ın tahttan indirilmesini mutaakıben Yıldız Sarayı'nı tamamen yağmalayarak zenginleşmiş bulunan subaylar, bir de bu sürgün hâdisesinden sonraki yağma ile "orduya hediye" (!) adı altında adetâ büyük bir servete kondular. O derecede ki, takriben on yıl sonra Sultân Vahidüddîn merhumun talimatı ile yapılan tahkikatta ortaya çıkan tablo yüz kızartıcıdır. Yağmagir ve hırsızların listesi, Hareket Ordusu Mahmud Şevket Paşa'dan başlayarak en küçük zabite kadar kocaman bir liste teşkil etmiş, fakat o buhranlı zamanda bu hıyanetin hesabını sormak maalesef mümkün olmamıştır.
Sultân Abdülhamîd Han'ı bertaraf eden İttihat ve Terakki erkânı ülkeyi cahilane bir surette idare etmeye başladı. Yumuşak huylu pâdişâh Sultân Reşâd, kendilerinin elinde âciz bir kukladan farksızdı.
İttihat ve Terakki hükümetinin gaflet ve cehaletleri, birçok acı felâketlere sebep oldu. Trablusgarb'daki mahallî mukavemet devam ederken Balkan Harbi çıktı. Ordunun hiçbir ciddî hazırlığı ve istihbaratı yoktu. Düşmanın sür'atle ilerlemesi karşısında Selânik'i tehlikede gören ittihat ve Terakkî hükümeti, Sultân Abdülhamîd'i oradan İstanbul'a nakletmek teşebbüsünde bulundu. Sultân Abdülhamîd, ne sebeple İstanbul'a nakledilmek istendiğini sorunca, kendisine karşı karşıya bulundukları askerî tehlike nakledilerek, düşmanın Selanik'e yaklaşmakta olduğu bildirildi. Pâdişâhın dış dünyâ ile yıllardan ben bütün alâkası kesilmiş bulunduğundan olup bitenlerden haberi yoktu. Durumu öğrenince dehşete kapıldı ve:
"-Galiba siz kiliseler mes'elesini hallettiniz!.." diye hicranla haykırdı.
Ardından bunu kendisine haber veren Râsim Bey'e büyük bir öfke ile:
"Rasim Bey! Râsim Bey!.. Selanik demek, İstanbul'un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede?.. Ecdâd kanlarıyla sulanan bu toprakları nasıl terkederiz? Biz buraları bırakıp gidersek, târih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Biraderim Hazretleri, buranın tahliyesine razı mı oldular? Nasıl olur? Hayır, ben razı değilim!... Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın! Bana bir tüfek verin, asker evlâdlarımla beraber Selânik'i son nefesime kadar müdâfaa edeceğim..."dedi. Fakat kendisine Sultân Reşâd'ın selâmı ve ricası iletilince, bir Osmanlı hanedanı mensubu olmanın mes'ûliyeti ile Pâdişâh'ın irâdesine boyun eğmek zorunda kalarak İstanbul'a nakledilmeyi kabul ederken, büyük bir teessür içindeydi.
Doğruydu. Balkan kavimlerinin aralarında bir ittifak kurulmasının asıl sebebi, kiliseler mes'elesinin halledilmiş olmasıydı.
Oysa Abdülhamîd Han, İstanbul'da Balat'taki Rum Ortodoks patrikliğinin karşısına bunların Rum patrikliğine muâdil ve onunla aynı hukuka sahib "erksahlık" adıyla Bulgar kilise riyasetini te'sis etmişti. Patrikhane demek olan bu müessesenin binasını da, bir gecede monte ettirmişti.
Bu surette Bulgar kilisesi, Sultân Abdülhamîd'in bu siyâsi manevrası ile teessüs etmiş oldu. Bu bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkınca, Bulgar ve Rumlar'ın müştereken oturdukları yerlerde kavga başladı.
Gafil İttihatçılar, iş başına gelince, "kiliseler kanunu" denilen bir kanun çıkardılar. Rum ve Bulgarlar'ın müştereken yaşadıkları yerlerdeki kiliseleri onlar arasında taksimi için nüfûs ekseriyetini esas aldılar. Sayım yaptılar. Hangi taraf ekseriyette ise kiliseyi hükümet kuvvetlerini kullanarak o tarafa feslim edip kilisesiz kalan tarafa da iki sene içinde devlet parasıyla yeni bir kilise yaptırarak aralarındaki ihtilâfı bertaraf ettiler.
Bu surette kiliseler kavgası hitâma erince, Bulgarlar ve Yunanlar, birkaç yıl içinde dost oldukları gibi, ezelî düşmanımız Sırplılar'ı da yanlarına alarak Balkan Harbi' ni başlattılar.
İttihat ve Terakkî hükümetlerinin cehalet ve hıyanetleri saymakla bitmez... Sultân Abdülhamîd Han'ın artık yahûdi güdümüne girmiş bulunan İngiliz siyâsetine karşı Almanlar'ı tahrîk etmesinin mâhiyyetini anlayamayan ittihatçılar, Balkan Harbi'ni mutaakıben ortaya çıkan 1. Cihan Harbi'ne de Almanlar'ın yanında girmek ahmaklığını gösterdiler. 
Hem de bir yahûdî emr-i vâkîsi ile...


İttihatçılar, düşman tazyîkından kaçıyormuş gibi yaparak Çanakkale Boğazı'ndan içeriye giren Goben ve Breslaw isimli iki Alman zırhlısını güya onları satın alıyorlarmış gibi göstererek müttefiklerin protestolarından kurtulmak istediler. Bu gemilerin filo kumandanı Amiral Şuşon yahûdî asıllı idi. Hususî bir talimatla hareket ediyordu. Gemi efradının İstanbul'da sıkıldığını söyleyerek Karadeniz'e açılmak müsaadesi istedi. Artık Osmanlı bayrağı çekmiş olan bu gemilere bir Türk kumandan tâyin edilmemişti. Amiral Şuşon, Karadeniz'de bir Rus nakliye gemine taarruz ederek Osmanlı Devleti'ni bu emr-i vâki ile harbe soktuğu zaman, bundan, Enver Paşa dışında hükümet erkanından hiç kimsenin haberi yoktu.
Henüz Balkan Harbi faciasının yaraları sarılmamışken sırf Almanlar'ın yükünü hafifletmek maksadıyla Osmanlı Devleti'nin hazırlıksız bir surette harbe dahil olması, yıkılışın en korkunç âmili olmuştur.
Harbin sonu belli olmaya başladığı hengâmede, Sultân Abdülhamîd'i demekle hatâ ettiklerini nihayet anlayabilen ittihat ve Terakkî reisleri Enver ve Talat Paşalar, artık Beylerbeyi Sarayı'nda ikâmet etmekte bulunan mahlû (tahttan indirilmiş) Pâdişâh'ı ziyaret edip fikrini sordular. O koca Sultân, bir atlas getirterek onlara, İngiliz sömürgelerini göstertti. Nüfûslarını yekûn ettirdi. Sonra Almanlar'ın sömürgelerini sordu. Tâbi Almanlar'ın sömürgesi olmadığı ortaya çıktı. Sultân keder dolu bir hüzünle:
"-Şu hesabı da mı yapamadınız?!. Hiç İngiltere'ye karşı Almanlar'ın yanınla harbe girilir miydi? Ben Almanlar'ın İngiliz emellerini dengelemek için kullandım. Bundan öteye birşey düşünmedlim. Şimdi fikrimi soruyorsunuz!.. Bu evvelce gerekliydi; artık çok geç!.." dedi.
İkisi de nemli gözlerle sarayı terkederken:
"-Bizler böyle bir sultanın kıymetini takdir edemedik! Ne büyük bir hatâya düştük!.." diyorlardı.
Çanakkale Harbi esnasında düşman donanmasının Marmara Denizi'ni geçebileceği endişesi ile tedbir olarak padişah ve hükümetin Eskişehir'e nakli kararlaştırılmıştı. Abdülhamîd Han, durumdan haberdar olunca bunu büyük bir cesaret ve şecâatle redderek:
"-Ben Fâtih Sultan Mehmed Han'ın torunuyum!.. Hiçbir zaman Bizans imparatoru Kostantin'den aşağı kalamam! Dedem Fâtih İstanbul'u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim nereye giderlerse gitsinler.. Fakat bilinmelidir ki, o ve hükümet, İstanbul'dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayı'ndan ayağımı dışarıya atmam!" dedi.
Nitekim O'nun bu kararlılığı karşısında pâdişâh ve hükümet İstanbul'da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılması önlenmiş oldu.
Son derece yoğun, yorgun ve çileli bir ömürden sonra Abdülhamîd Han, yetmiş yedi yaşında 10 Şubat 1918'de rahmet-i Rahmân'a kavuştu. Mekânı cennet olsun!.. Rahmetullâhi Aleyh..
Ulu Hakan, 1918'de vefat ettiği zaman bütün mağdur ve mazlum millet yas bağlamış, bütün İstanbul halkı görülmemiş mahşerî bir kalabalıkla O'nu dîvân yolundaki türbesine defnederek Âhıret'e yolcu ederlerken bazıları:
"Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Ulu Hakan?" diyerek ağıt yakmışlardır.
Kendisine karşı en çirkin ve şiddetli muhalefeti göstermiş bulunanlar bile, zamanla ve arkasından sökün etmiş olan faciaların îkâzıyla uyanarak nedamet hislerini terennüm etmişlerdir. Bunlardan biri olan filozof Rızâ Tevfîk'in de kulaktan kulağa yayılıp meşhur olmuş bulunan Abdülhamîd-i Sânî'nin Rûhâniyetinden İstimdâd isimli şi'rini dikkatlerinize sunalım:


Nerdesin şevketli Abdülhamîd Han?
Feryadım varır mı bârigâhına?..
Târihler adını andığı zaman;
Sana hak verecek ey koca Sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan;
Asrın en siyâsî Pâdişâhına!..
Pâdişâh hem zâlim hem deli dedik;
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse biz "belî" dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına...
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz;
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz;
Sâde deli değil, edebsizmişiz;
Tükürdük atalar kıblegâhına!..
Nadimlerden biri olan Süleyman Nazif de 
nedamet hislerini şöyle ifâde eder:
Kaç zamandır gelmemişken yâda biz;
İşte geldik Sen'den istimdada biz;
Hasret olduk eski istibdada biz!..

Filistin'in ilk mazlumu Abdülhamîd Han'dır. Çünkü hal'i O'nun Filistin mes'elesinde yahûdî Teodor Hertzel'e mukavemeti sebebiyle gerçekleşmiştir.
Vefatı ile bütün İslâm âlemi adetâ yetim kalmıştır. Çünkü gerçek manâsıyla hilâfeti ayakta tutan O idi. Kendisinden sonra -askerî gaileler sebebiyle- bir daha bu dirayeti göstermek mümkün olmamıştır. Gerçekten Sultân Abdülhamîd, 1900 yılında Çin'de milliyetçi bir grup tarafından Alman büyükelçisi Kettler katledilip büyük bir batı aleyhtarı hareket başlayınca, "Boxer İsyanı" denilen bu hâdise dolayısı ile Wilhem'in kendisinden yardım istemesini bahane ederek oraya bir "nasîhat hey'eti" göndermiş ve Pekin'de uzun müddet faaliyet gösterecek olan "Hamidiyye Üniversitesi" adıyla bir dînî tedris müessesesi kurmuştur.
Yine Japonya'ya, tarihimizde "Ertuğrul Faciası" diye bilinen bir ilmî hey'et gönderip İslâm'ı oralara kadar yaymak ve hilâfet nüfuzunu âlem-şumül bir duruma getirmek yolunda yürüyen Sultân Abdülhamîd'in şu İslamcı siyâsetinin şümul ve kuvvetini anlayabilmek için, Medîne-i Münevvere'ye kadar döşetmiş olduğu demiryolu hattının, devlet kesesinden bir kuruş çıkmadan sırf dünyâ müslümanlarının yardımlarıyla gerçekleşmiş bulunduğunu hatırlamak kâfidir.

Sultân Abdülhamîd, o ileri görüşlü insandı ki, Amerika'da horlanan zencilerin maruz kaldıkları zulümlerden istifâde ile onları İslâm'a çekmek maksadıyla oraya propagandacılar gönderdiği ve bugünkü zenci-müslüman varlığının teşekkülüne âmil olduğu da bir gerçektir.
Oturduğu yerden dünyâyı fotoğraflarla tâkib eden ve bundan dolayı bugün kendisinden üç binden ziyâde albüm kalmış bulunan Sultân Abdülhamîd, zamanında dünyâdaki bütün gelişmeleri harfiyyen tâkib etmekteydi. Meselâ 1904 Rus-Japon harbinde dünyâda hiçbir Allah kulu Japonlar'ın galip geleceğine ihtimal vermezken O, uzak şarka gitmek üzere boğazdan geçen Rus gemilerinin, Sadrazam'ına geri dönmeyeceklerini söylemiştir. Hattâ bu harbi meşhur Pertev Paşa vasıtasıyla günü gününe tâkib ederek Ruslar'ın Japonlar'a mağlûb olmasının kendi devleti hesabına kazançlı neticelerini devşirmekten geri kalmamıştır.
Son söz olarak şu hususu belirtmeliyiz ki, Sultân Abdülhamîd, O'nun mübarek şahsiyeti, siyâsetinin incelikleri ve zamanının dahilî ve haricî gaileleri böyle makale hacimli yazılara sığmaz... O umûm milletin müstehak olduğu musibetleri bertaraf için bir beşer takatinden umulmayacak derecede gayret gösterdiği hâlde, netice şerirlerin galebesi suretinde tahakkuk etmişse, bunu kader perspektifinden bakmadıkça anlamak mümkün değildir. Böyle bir dirayet içinse, kendisinin şu sözünü okuyucularımıza yardımcı olabileceği düşüncesiyle zikrederek yazımıza nihayet verelim:
O, Hareket Ordusu'na karşı hareketsiz kaldığı yolundaki tenkıdlere cevaben buyurmuştur ki:
"-0 güruhun önünde Hızır -aley-hisselâm-'ı görmesem, böyle yapmazdım!.."
Abdülhamîd Han'ın dindarlığı, hizmetleri, merhameti, zekâsı ve kabiliyeti destanlıktır. O'nun ihlâsını şu hâtıra ne güzel ifâde eder:
Sultan Abdülhamîd Han, âcil bir iş zuhur edince, gecenin hangi vakti olursa olsun uyandırılmasını ister, ertesi güne bırakılmasına rızâ göstermezdi. Bu hususta mâbeyn başkâtibi Es'ad Bey, hatıratında şöyle demektedir:
"Bir gece yarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultân'ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. "Acaba Sultân'a emr-i Hakk mı vâkî oldu?" diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım; bu sefer kapı açılarak Sultân, elinde bîr havlu ile kapıda göründü. Yüzünü kuruluyordu. Tebessüm etti:
"Evlâd! Bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Kapıyı daha ilk vuruşunuzda uyanmıştım, ancak abdest aldığım için geciktim; kusura bakma!. Ben bu kadar zamandır milletimin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım... Getir imzâlıyayım!.." dedi.
Ve "besmele" çekerek evrakı imzaladı."
Hattâ zevcesi, Abdülhamîd Han'ın bu husûsiyetiyle alâkalı olarak, O'nun yatağının başında dâima temiz bir tuğla bulundurduğunu ve bununla yataktan kalktığında çeşme mahalline kadar abdestsiz yere basmamak için teyemmüm aldığını, sebebini sorduğunda da kendisine:
"Bunca müslümanlarm halîfesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!.." dediğini nakleder.
Mâbeyn kâtiplerinden Abdülhamîd Han bağlılarından olmayan birisi de hatıratında şu câlib-i dikkat hâdiseyi anlatır:
"Bir akşamdı. Mâbeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım. Gelen mektub, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini tertibleyip huzura çıkmak üzere iken bir telgraf geldi. 
İstanbul Lâleli Postahanesi me'mûrlarından birinin Hünkâr'a çektiği bir telgraftı bu:
Bîçâre me'mur, karısının o gece doğum yapacağını ve doğumun da tehlikeli olacağına dâir doktorların ikâz ettiğini, fakat elinde hiçbir imkân bulunmadığını, bu sebeple merhamet-i şahaneye sığındığını, bildiriyordu.
Ben de bunu pek kayda değer görmeyerek zât-ı şahaneye vereceğim listenin içerisine almadım.
Ancak huzurda, Pâdişâh âdeti üzere herşeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra ilâve etti:
"-Başka birşey var mı?"
"-Kayda değer birşey yok efendim!" dediysem de Sultân'ın ısrarla suâlini tekrarladı ve:
"-Sen kayda değer saymadığını da söyle!" dedi.
Bunun özerine malum telgraftan bahsettim. Arza değmeyeceğini düşünerek listeye almadığımı bildirdim. Hüzünlenerek talimat verdi:"-Hemen getiriniz!"
Şaşkın bir vaziyette telgrafı getirdi. Sultân, orada yazılanları dikkatle okudu. Ardından düşündüğümün tam aksine daha saray doktorunu çağırtarak bana dündü:
"Derhal beraberce Lâleli'ye gidiniz"! doğum yapacak olan kadıncağıza gerekli müdâheleyi yaptırınız!" diye ferman buyurdu.
Sultân'ın bu emri üzerine saray doktoru ile o memurun evine gittik. Vazifemiz yerine getirip hastaneden döndüğümüzde ise, vakit sabaha yaklaşmıştı. Saraya girince, kapının sesinden bizi farkeden Sultân, perdeyi araladı ve eliyle "gelin" diye işaret etti.. Odasının ışıkları yanıyordu. Demek ki, sabaha kadar ibâdet ve dua ile meşgul olmuştu.
Hemen huzuruna girdik. Neticeyi sordu. Olduğu gibi anlattım:
"-Sultânım, doğum bir hayli müşkil oldu. Ancak mütehassıs doktorların gayretten ile hasta kurtuldu elhamdülillah.. 
Bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Adını da Abdülhamîd koydular.
 Sabaha kadar golfları içinde zât-ı âlînizin ömür ve devletlerine dua ettiler..."
Bizi ayakta dinleyen milletin merhametli babası olan Hünkâr, bu durum üzerine rahatlayarak derinden bir "elhamdülillah" dedi. 
Sonra paravananın arkasına geçerek iki rek'at namaz kıldı.
Osmanlı Devleti'nin 620 senelik şan ve şeref dolu târihini şâir ne güzel hulâsa eder:
KİMDİM?
A'sâra sorarsan, beni söyler sana kimdi?
Bir başka denizdim, kürenin rub'u benimdi!..
Mermiler, alevler beni bir kal'a sanırdı,
Efserlerin enkazı uçar, dalgalanırdı...
Cevval atımın kanlı, kıvılcımlı izinde,
Bir umk idi aksim ebediyyet denizinde.
Çarpardı göğün kalbi hilâlin avucunda
Titrerdi yerin tâlii mermimin ucunda...
A'sâr elimin çizdiği mecradan akardı,
Üç kıt'ada mağrur atımın izleri vardı...
Fevkinde uçarken o neşîbin, bu firâzın
En şanlı hükümdâr-ı buruşanına arzın
Tek bir nazarım berk-ı inayetti, keremdi
İklîli hediyyemdi, ekaalîmi hibemdi...
.........
Dünyâ bilir iclâlimi, "ben böyle değildim!"
"Ben altı asırdan beri bir defa eğildim!.."

Osman Nûri Topbaş

FATİHA SURESİNİN AÇIKLAMASI ALTINCI BÖLÜM

FATİHA SURESİNİN AÇIKLAMASI ALTINCI BÖLÜM

Bu hadîsi de Süfyân İbn Üyeyne, İsmâîl İbn Hâlid yoluyla Şâ'bî'den ve Adiyy İbn Hâtim'den nakleder. Adîyy'nin bu hadîsi nin birçok rivayet şekilleri ve değişik lafızları vardır ki bunları zikret mek uzun sürer. Abdürrezzâk der ki, bana Ma'mer... Abdullah İbn Şakîk'ten nakletti ki ona Rasûlullah (s.a.)'dan işiten birisi haber vermiş, Rasûlullah (s.a.) vadî el - Kurâ da ve atının üzerinde imiş, Adamın biri Rasûlullah (s.a.)'a «Ey Allah'ın Rasûlü bunlar kimlerdir?» diye sormuş, O da, gaza - ba uğrayanlar yahûdîlerdir, sapıklar da hıristiyanlardır buyurmuş. Bu hadîsi Cüreyrî, Urve, Hâlid el - Hazzâ', Abdullah İbn Şakîk'tan rivayet ederler. Ancak hadîs mürseldir, çünkü Rasûlullah (s.a.)'dan kimin ri vayet ettiği zikredilmemektedir. 

Urve'nin rivayetinde Abdullah İbn Ömer ismi geçer. Şüphesiz doğruyu en iyi Allah bilir. İbn Merdûyeh... Ebu Zerr (r.a.)'den nakleder ki o şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.)'a gazaba uğrayanların kimler olduğun u sor dum, yahûdîler buyurdu, ya sapıklar dedim, hıristiyanlardır buyurdu. Süddî, Ebu Mâlik'ten, Ebu Salih'ten, İbn Abbâs'tan, Mürre el He - medânî'den ve Abdullah İbn Mes'ûd ile Peygamberin ashabından bir cemaatten nakleder ki, gazaba uğrayanlar yahûdîlerdir, sapıklar da hıristiyanlardır. Dahhâk ve İbn Cüreyc, İbn Abbâs'tan nakleder ki; gazaba uğrayanlar yahûdîlerdir, sapıklar da hıristiyanlardır. Rebî' İbn Enes, Abdurrahman İbn Zeyd İbn Eşlem ve bir başkası da böyle demişlerdir. 


İbn Ebû Hâtim'in de böyle dediği nakledilir. Bu konuda müfessirler arasında ihtilâf olduğunu bilmiyorum. Bu imamlardan; gazaba uğrayanların yahûdîler, sapıkların da hı - ristiyanlar olduğunu söyleyenlerin delilleri yukardaki hadîs- i şeriflerle, Allah Teâlâ'nın Bakara sûresinde İsrail oğullarına yönelttiği şu hitabıdır : «Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar... Allah'ın, kullarından dilediğine fazlından (kitap) indirmesine hased ederek Allah'ın indirdiğini inkâr ettiler ve gazab üstüne gazaba uğradılar. Küfredenlere hor ve kahr edici azab vardır.» (Bakara, 90). Mâide sûresinde ise şöyle buyurur : «De ki: «Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğu nu size haber vereyim mi?» O kimse ki, Allah ona la'net etmiş, aleyhine gazab etmiş ve onlardan maymunlar, domuzlar ve Tağut'a kullar kılmıştır. İşte onlar yer bakımından en kötü ve doğru yoldan en 'çok sapmış olanlardır.» (Mâide, 60). «İsrail oğullarından küfredenler Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle la'netlenmişlerdi. 


Bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmelerindendi.» (Mâi de, 78). (İbn Hişâm'ın sîretinde) Zeyd İbn Amr, Nufeyl'den nakleder ki o ve arkadaşlarından bir topluluk Şam'a gidip Hanîf dinini araştırdıklarında yahûdîler ona demişler ki; sen bizimle beraber olabilmek için Allah'ın gazabından payını alman gerekir. O (Amr İbn Nufeyl) der ki, ben Allah'ın gazabından kaçarım. Hıristiyanlar da ona derler ki; sen bizimle birlikte olabilmek için Allah'ın gazabından payını almalısın, o ise buna gücüm yetmez der. Fıtratı üzerine devam ederek müşriklerin dinine ve putperestlerin putuna tapmaktan kaçımr. Yahûdî ve turisti - yanlığa girmez. Arkadaşları ise Hıristiyanlığa girerler. Çünkü onlar hı - ristiyanlığı yahûdîlikten kendilerine daha yakın bulmuşlardı. Bunların arasında Varaka İbn Nevfel de bulunuyordu. Nihayet Allah onları ye ni bir elçisiyle uyararak hidâyete erdirince, o inen vahye îman etti. 


Al lah ondan razı olsun. 47 Bu yüce sûre yedi âyetten ibaret olup Allah'a hamd, övgü ve sena ile başlamaktadır. Onun yüce sıfatlarının gerektirdiği yüce isimleri zikretmekte, kıyamet günündeki dönüşü hatırlatmakta ve kulları Allah'a yalvarmaya ve tazarrûa davet etmektedir. Kendi güç ve kuvvetlerinden uzaklaşarak samimiyetle ona kul olmaya ve ulûhiyette ve yüce zâtı bir tanımaya teşvik etmektedir. Onun şeriki ve nazîri veya benzeri olduğu nu kabul etmemelerini belirtmektedir. Allah Teâlâ'dan kendilerini Sı -rât- ı Müstakîm'e hidâyet etmesini dilemelerini bildirmektedir ki Sırât - ı Müstakim, sağlam dindir. Yine kıyamet gününde kesinkes gerçekleşebilecek olan hissî sırât - ı bilmeleri ve nimetler yurdu cennetlerde pey gamberlerin, sâdıkların, şehitlerin ve sâlihlerin yanında konuk olabil meleri için dîn- i islâm üzere sabit olmalarını öğütlemektedir.  


Bu sûre sâlih amellere teşvik etmekte ve kıyamet gününde sâlih - lerle beraber olmanın şartlarını bel irtmektedir. Ve bâtıl yollardan sa - kındırmakta, kıyamet günü bâtıl yola sülük edenlerle birlikte haşr olmamalarını bildirmektedir. Bâtıl yolun yolcuları, gazaba uğrayanlar ve sapıklardır. «Kendilerine nîmet vermiş olduklarının yoluna.» buyurularak nî met v ermenin Allah'a isnadı ne kadar güzeldir. «Gazaba uğrayanların değil» âyetinde de gazabın failini hazfetmiştir. Aslında hakîkî olarak onun faili kendisidir. Nitekim bir başka âyette Cenâb - ı Allah şöyle buyurmaktadır : «Bakmaz mısın onlara ki, Allah'ın kendilerine gazab ettiği bir kavmi dost edinmişlerdir? Onlar ne sizlerdendir, ne de onlardan. Ve bile bile yalan yere yemîn etmektedirler.» (Mücâdele, 14). Her ne kadar Allah kendi takdiriyle onları sapıklığa sevketmişse de sapıklığın onu yapana isnadı da fevkalâdedir. 


 Nitekim Allah Teâlâ şöy le buyurur: «Bu, Allah'ın âyetlerindendir. Allah kimi hidâyete erdirirse o doğru yola ermiştir, kimi de şaşırtacak olursa artık onu doğru yola erdirecek bir kılavuz bulamazsınız.» (Kehf, 17). «Kimi Allah saptırırsa; onu doğru yola götürecek yoktur. O, bunları taşkınlıklar içinde serseri bir halde bırakır.» (A'râf, 186). Bu ve benzeri âyetler; hidâyete ve dalâlete sevketmekte biricik kud ret sahibinin Yüce Allah olduğunu göstermektedir. Ancak bu, kaderiye fırkasıyla onların izinde gidenlerin dediği gibi değildir. Onlar kulların hidâyet ve dalâlati seçip kendilerinin bunu gerçekleştirdiklerini söyle - mekte ve bu bid'atlanna Kur'an- ı Kerîm'de 47 İbn Hişâm, el -Sîre, I, 224 - 232. müteşâbih bir âyeti delîl getirmektedirler. Bu hususu reddeden sarih delili kab ul etmemektedirler. Bu, ise sapıklık ve dalâlet ehlinin hâlidir. Sahih bir hadîste; «Müteşâbih görünen âyetlere uyanları gördüğünüz zaman Allah'ın isimlendirdiği kimseler işte onlardır, bu kişilerden sakının.» buyurulmuştur. 


Burada Allah'ın isimlendirdiğ i kimseler tabiriyle Allah Teâlâ'nm şu âyet - i celîlesi kasdolunmaktadır : «Sana kitabı indiren O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar kitabın esâsıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te' vîline yeltenmek için müte şâbih olanlara uyarlar. Halbuki onun gerçek yorumunu ancak Allah bi lir. İlimde derinleşmiş olanlar: «Biz O'na inandık, hepsi Rabbımızın katandandır» derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilir.» (Âl - i İm -rân, 7). Allah'a hamdolsun ki bid'at sahibi için Kur'an'da hiçbir sahîh hüc cet yoktur.. Çünkü Kur'an; hakkı bâtıldan ayırmak, hidâyetle sapıklığın arasını tefrik etmek için gelmiştir. Onda çelişki ve ihtilâf yoktur. Çünkü o Allah katından indirilmiştir. Çünkü o, Hakim ve Hamîd olan Allah katından gelmiştir. 


 48 Kur'an'ın Başlangıcı: Fatiha sûresinin Kur'ân'ın başlangıcı olarak ifâde ettiği değeri, diğer mukaddes kitapların başlangıç kısıntılarıyla mukayesesini yapan Tantâvî Cevheri diyor ki: Bu sûreye Fatiha sûresi adı verilir, bir adı da «eihamdü» süresidir. Kur'an'ın anası, kitabın anası, Seb'al -Mesânî de denir. Çünkü her na mazda tekrarlanır. Vâfî ve Kâfi adı da verilmiştir. Okuyucu bu sûreye Kur'an'ın anası, kitabın anası, Kâfî ve Vâfî gibi isimlerin verilmesine şaşabilir. Neden her namazda okunduğunu düşünebilir. Zekâ sahibi bilsin ki; dilde sürekli tekrarlanan bilenin ve bilmeyenin açıkça ve gizlice okuduğu sözler, okuyanların zihninde ilerisine geçilmeyen alışılmış laflardan ibaret olur. Tıpkı câhillerin gözü, kulağı, aklı ve bedeni gibi. İnsanlar; kendi bedenlerini, gökleri ve yeri gördükleri halde onlardaki hârika ve eşsizlikleri tahmin edemezler. Her an önlerinde açık oldukları halde bunu farkedemezler. 


Tıpkı kendi ülkesindeki bilginin ve kendi kasaba sındaki peygamberin durumu gibi. Fatiha sûresi de işte böyledir, doğuda ve batıda müslümanlar onu okurlar, ancak çoğunluğu bilgisiz oldukları için onu düşünmezler. İşte bunun için Frenkler «bizi ezmişler, ço - cılklarımızı öldürmüşler, kadınlarımızı diri bırakmışlardır» ve biz bir gaflet içerisinde yüz geri olup dönmüşüz. İyi bil ki; eşyanın sırrını bilenler âlimlerdir. Botanik bilgini veya tıp bilgini bitkilerdeki hikmeti, bedendeki hârika sistemi en iyi bilendir. Kur'an'ı düşünerek okuyanlar da böyledir. Eski ve yeni ilimleri inceleyenler Fatiha sûresini düşünüp ondaki hikmeti kavrarlar. İyi bil ki; Fatiha Kur'an'da vârid olan her şeye işaret taşıyan bir sûredir. Gazzalî'nin söy lediğine göre; Kur'an'da on çeşit umumî bilgi vardır ve bu her bilginin altında diğer şubeler bulunmaktadır. 


1- Allah'ın zâtının bilgisi. 

2- Sıfatlarının bilgisi. Zâtının bilgisi, O'nun zâtı gibi hiç bir şey bulunmadığını belirtip tenzih ve takdis etmektir. Sıfatlarının bilgisi ise O' nün Kadîr, Mürîd, Alîm, Hayy, ve Semî' gibi sıfatların sahibi olduğunu bilmektir. 
3- Allah'ın âlemin yaratanı ve ibda' edeni olmasını bil mek. Gökleri direksiz diken, yeryüzünü yayan O'dur. 
4- Cennet cehennem, sevap ve ceza gibi âhirete âit halleri bilmek. 
5- Sırât - ı Müstakim denilen dosdoğru yolun bilgisi. 
 6- Kötü huylan terketmek in sanı rüsvây edici huyları bırakmak, iyi işler becerip yüce ahlâkı benim semek ve fazileti yaymak. 
7- İnsanlara nîmet veren Allah'ı anıp O' nu hamd ile medh ve sena etmek. 
8- Zâlimlerin azgınların ve kâfir lerin bahsi. 
9- Kâ firlere karşı delil getirmek. 
10- Hükümlerin hu dudunu tayîn. İşte Kur'an'da vârid olan ilimler —Gazzâlî'ye göre— bun lardır ve bunlardan sekizini Fatiha sûresi ihtiva etmektedir. Besjnele ile Allah'ın zâtı zikredilmekte, sonra Rahman ve Rahîm olduğu belirtile rek sıfatlarına geçilmektedir. Rahmet ve mülk bilindiği gibi kudreti, irâ deyi ve ilmi gerektirir ki bunlîCr Kur'an'da vârid olan sıfatların belli başlılarıdır (...) Âlemlerin rabbi denirken bu ifâdenin içerisinde ilimlerin pek çoğu gizlenmiş bulunmaktadır. Yukarıda buna bir nebze işaret etmiş ve âlemlerin ulvî ve süflî âlem olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtmiştik. İlimlerin çoğunluğu bu ifâdenin içerisinde yer alır çünkü bütün ilimlerin konusu Allah'ın rahmetinin eserleri ve âlemleri terbiye edişi nin numuneleri olarak ilâhî fiillerin sonucudur (...) Yine bu sûrede cennet ve cehennemin zikri, nîmet ve azabın, sevab ve cezanın zikri ile dördüncü tür ilimler de yer almaktadır. Kur'an'da pek çok olarak zik redilen bu konu burada «Din gününün sahibi » ifadesiyle belirtilmiştir. 

Dosdoğru yol anlamına gelen sırât - ı müstakîm'de ise iyi ve kötü fiillerle, bunlara âit davranışlar yer almaktadır. Ve nihayet «kendilerine nî met verdiklerin» denilirken peygamberlerin, sâlihlerin ve mü'minlerin kıssası sözkon usu edilmektedir. Gazaba uğrayanların ve sapıklığa düşenlerin kıssası Kur"an - ı Kerîm'de pek çok kere yer alır. Kendilerini felâkete ve hüsrana götüren davranışların tarihî seyri anlatılır. İşte Kur'an'm ihtiva ettiği ilimler bunlar ve işte bunların Fatiha sûresinde yer alış şekli. Böylece bu sûreye Kur'an'ın anası, Kâfi veya Vâfî adı ve - rilmesinin gerçekten hakîkatm ifâd esi olduğu ortaya çıkmıyor mu? 49 48 Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur ’an- ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/115 -119. 49 Tantâvî Cevheri, Tefsir el-Cevâhir, I, 20-21. Kur'an'ın başlangıcı olan Fatiha ile diğer belagat eserlerinin başlangıçları arasında bir karşılaştırma : Ey akıl ve zekâ sahibi, iyi düşün; aklınla kavra ve taklîdden sakın. 


Bakışın aklî, anlayışın ruhî olsun, başkalarının ardından gitmekten kaçın. İşte sana Muallaka adı verilen şiir âbidelerinin başlangıçları hakkında birkaç söz söyliyeceğim. Böylece kafanın aydınlığı, akimin nuru, gönlünün samîmiyetiyle onlarla Fatiha sûresi arasında bir mukaye se yapmaya çalış ve vahiy sözüyle; Ukâz, Mecenne ve Zülmecâz panayırlarında üstün seviyede rağbete nıazhar olan şâirlerin sözleri arasında nasıl bir fark olduğunu öğren. İmri'ül -Kays, Taraf e, Züheyr, Lebîb ve onlara benzeyen kişilerin zemm ve medh konusunda düşüp kalktıkları, başların huzurunda eğildiği seslerin kendilerine boyun eğdiği, boyunların önünde büküldüğü, toplumların güneşleri, şâirlerin efendileri olan kişilerin eserlerinin başlangıçlarıyla; Kur'an'ın başlangıcı arasında bir mukayese yap. 


Doğrusu vahyin apaçık bir işareti ve besbelli bir âlemeti vardır. Görmüyor musun o umûmî konuları cüz'î hususlardan uzak, basît maksadlardan sıyrılmış olarak ele alır. Şâirlerin sözlerine gelince onların şiirlerinin başlangıcına bir bak. İşte sana İmri'ül - Kays'ın şiiri. İmri'ül - Kays Muallaka adını alan kasidesine başlarken, sevgilisinin hâtırasıyla ağladığını ve ağlattığını söyliyerek başlıyor ve sevgilisinin belirli yerlerdeki konaklarını hatırlatıyor. Tarafe, sevgilisinin izinin hiç bir yerde bulunmadığını belirterek şiirine başlıyor. Züheyr İbn Selmâ ise, yine sevgilisinin durak yerlerin den ve onun konduğu mahallerden sorduğu sorulara cevap alamamak tan dert lenerek başlıyor. Lebîd, sevgilisinin yurdunun yıkıldığını ve orada bulunmadığını belirterek şiirine başlıyor. 


Amr İbn Külsûm, kaside sine uykusundan uyanmasını ve büyük kâse ile kendisine şarap sunmasını istediği cariyesine hitâbla başlıyor. Antere İbn Şeddât, şâirlerin şiir söylemedikleri hiç bir konu bırakmadıklarını belirterek ben sevgili min yurdunu bilmiyorum, çünkü uzun süre ondan uzak kaldım ve zorla onu bulabildim diye başlıyor. Nâbiğa Zübyânî ise; ölmüş sevgilisinin evine üzülerek ve acıyarak sesleniyor, sevgilisinden ayrılmanın üzüntü sünü belirtiyor. Görüyor musun bütün şâirlerin üzerinde durdukları nokta aynı. Hemen hemen hepsinin başlangıç şekli bir tek mânânın etrafında dönüp dolaşıyor. Bu mânâlardan hiçbirinin, ihsanın başını yücelteceğini, ona sırça saraylar ve yüce hâtıralar yaptırabileceğini düşünebiliyor musun? (...) Hayır hepsi, adamın çocukluğu ve gençlik çağını hatırladığı kısır anlamlardan, sınırlı sözlerden, dramatik eğlenceler den öteye geçmeyen arzu dolu hisler. Belki de şâi r bunu sevgisinden de ğil zorla; yaratıcılığından değil, âdete uyarak ilkin değil, sıradan söyle -mistir. 


Öyle zannediyorum ki Arapları büyüleyen ve gözlerini çelen şey de Fâtiha'yı duyup kendilerine, «Ey insanlar Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla doğru yola gelin» diyen seslenişidir. Kralları övmek gibi küçük şeyleri bırakın, kendinizi böyle şeylerden uzak tutun, gökleri yü celten, yer yüzünü yayan Allah'a hamdedin, hidâyeti O'ndan dileyin, buyruğunu duyduklarında hemen büyülenivermişlerdi. 50 Kur'an- ı Kerîm'e bu sûre ile başlandığı için açış, giriş mânâsına gelen «Fatiha» adı verilmiştir. Kur'an'ın ihtiva ettiği temel prensipleri belirttiği için Kur'an'ın anası mânâsına gelen «Ümmü'l - Kitab» adı verilmiştir. Namazda yedi defa okunarak tekrarlandığından dolayı da «Seb' al - Mesânî» adı verilmektedir. Gerek besmelede ve gerekse fatihada geçen «Rahman» sıfatı Allah Teâlâ'nın zâtına mahsûs olan rahmet vasfını ifâde eder. «Rahîm» sıfatı ise başka kullarına rahmetinin ifadesidir. Her iki sıfatla yüce Allah'ın sons uz lutf ve ihsanı kasdedilmektedir. «Hamd» medh ve sena manasınadır. 


«Rabb» mâlik, efendi ve terbiye eden demektir. «Âlem ler», Allah'ın dışında kalan bütün bitki, hayvan ve insan gibi öteki varlıklardır. «Din günü» kıyamet ve mücâzât günüdür. «Sırât - ı M üsta kim», dosdoğru yol anlamına gelmekte olup Allah'ın yolu, dini mübîni İslâm kaydolunmaktadır. «Gazaba uğrayanlar», hakikati bildiği halde ondan yüz çevirerek azablann en acısına uğrayan ve Allah'ın rahmetinden uzaklaşanlardır. Bir rivayete göre bunlar yahûdilerdir. «Dala lete düşenler» ise doğru yolu yitirmiş olanlardır. Bunların da Hıristiyanlar olduğu nakledilir. «Âmîn», ey Rabbimiz dualarımızı k a bul buyur demek olup âyetin metnine dâhil değildir. Fakat her fatiha okunduk tan sonra «âmîn» demek sünnettir. 51 Âmin ne demektir?: Fâtiha'yı okuyanın sonunda «âmin» demesi müstehaptır. Bazıları da «emin» şeklinde okurlar. Âmîn'in mânâsı; Allah'ım kabul et demektir. 


Bunun delili İmâm Ahmed, Ebu Dâvûd ve Tirmizî'nin Vâil İbn Hacer'den naklettikleri şu hadî s- i şeriftir. Vâil; «Rasûlullah (s.a.) dan “Vela’d-dâllin” dedikten sonra «âmîn dediğini duydum, sesini yüksel terek elifi çekerdi.» demiş. Ebu Davud'un rivayetinde ise, sesini bununla yükseltmiştir denir. Tirmizî ise bu hadîsin hasen olduğunu nakle der. Bu hadîs Hz. Ali'den, Abdullah İbn Mes'ûd'dan ve diğerlerinden de nakledilmiştir. Ebu Hûreyre (r.a.) der ki Rasûlullah (s.a.) “Vela’d-dâllin” denildi ğinde âmîn derdi. Öyleki ilk safta kendisinin arkasında duranlar onuduyarlardı. Bunu Ebu Dâvûd ve İbn Mâce de rivayet etmişlerdir. Da - rekutnî ise bu isnadın hasen olduğunu zikreder. Hz. Bilâl (r.a.) 'm «Ey Allah'ın Rasûlü, âmîn derken beni geçme» dediği nakledilir. Bunu Ebu Dâvûd da rivayet eder. Bizim ashabımız (Şafiî mezhebi mensupları) ve diğerleri derler ki, âmîn lafzı namazın dışında olanlar için müstehab, namaz kılanlar için müekked sünnettir. 


İster münferiden kılsın, ister imâm olsun, ister imama uysun, her halükârda müekked sünnettir. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde Ebu Hüreyre (r.a.) den nakledilir ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «İmam âmîn deyince, siz de âmîn deyin. Çünkü onun âmînine uyanlar 50 Tantâvî Cevheri, Tefsir el-Cevâhir, I, 22 - 24. 51 Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner, Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/122. meleklerin âmînine uymuş olurlar. Ve onların geçmiş günahları bağışlanır.» Müslim de der ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Sizden biriniz namazda âmîn derse melekler de gökyüzünde âmîn der, biri diğerine uygun düşerse onun geçmiş günahları bağışlanır.» Müslîm Sahîh'inde Ebu Hüreyre (r.a.) den merfû' olarak nakleder ki: Hz. Peygamber, «İmam “Vela’d-dâllin” deyince âmîn deyin ki Allah sizi sevsin» buyurmuştur. Cüveybir, Dahhâk'tan, o da İbn Abbâs'tan nakleder ki, İbn Abbâs, «Dedim ki ey Allah'ın Rasûlü âmînin mânâsı nedir? O, Rabbım yap demektir» buyurdu» demiştir. 


 Mâlikı'ler derler ki: İmâm, âmîn demez, ancak imâma uyanlar âmîn derler . Mâlik'in Sümeyye yoluyla Ebu Hüreyre (r.a.) den naklet tiği hadîste Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur : «İmâm “Vela’d-dâllin” deyince âmîn deyin.» Malikîler Ebu Musa'nın “Vela’d-dâllin” denilince âmîn deyin» hadîsiyle bu hadisi muâfık kılmışlardır. Biz müt tefekun aleyh olan «İmâm âmîn deyince, siz de âmîn de yin.» hadîsini ve Rasûlullah (s.a.)'m “Vela’d-dâllin” denilince âmîn dediğini yukarda belirtmiştik. Bizim mezhebin mensûbları (Şafiî) imâma uyanların cehren mi yoksa gizli olarak mı âmîn diyecekleri kon usunda ihtilâftadırlar. İhtilâfın özeti şöyledir : Eğer İmâm âmîn demeyi unutursa imâma uyan tek kelime olarak âmîn der ve açıktan söyler. Eğer imâm açıktan âmîn derse imâma uyanların açıktan âmîn dememeleri gerekir. 


Bu görüş Ebu Hanîfe'nin mezhebi ve imâ m Mâlik'ten bir rivayettir. Çünkü onlara göre âmîn bir zikirdir ve namazdaki diğer zikirler gibi o da açıktan söylenmez. Ahmed îbn Hanbel'in mezhebine ve İmâm Mâlik'ten nakle dilen bir diğer rivayete göre açıktan âmîn denir. Bizim (Şafiî) bir üçüncü görüşümüz daha var ki, buna göre; eğer mescid küçük ise imâma uyan, açıktan âmîn demez. Çünkü onlar imâmın kırâetini duyarlar, eğer mescid büyük ise imâma uyanlar açık tan âmîn derler ki âmîn'i mescidin diğer köşelerinde bulunanlar duysunlar. Doğruyu anc ak Allah bilir. İmâm Ahmed İbn Hanbel Müsned'inde Hz. Âişe (r.a.)'den nakleder ki Rasûlullah (s.a.)'in yanında bir gün yahûdîler anılmış da şöyle buyurmuş : «Onlar (Yahûdîler) Allah'ın bize gösterdiği ve kendilerini sapıttığı cuma konusunda bizi kıskandıkları gibi hiçbir şeyi kıskanmazlar. 


Allah'ın bizi hidâyet edip onları sapıttığı kıble konusunda da, imâmın arkasındaki âmîn sözümüzde de bizi kıskanırlar.» İbn Mâce de aynı hadîsi rivayet eder. Onunkinin lafzı şöyledir : «Yahûdîler sizin âmîn sözünüzü kıskandıkları kadar hiçbir şeyi kıskan mazlar.» İbn Abbâs'tan nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur. «Yahûdîler sizin âmîn sözünüzü kıskandıkları kadar hiçbir şeyi kıskanmazlar. Onun için âmîn sözünü çok söyleyin.» İbn Mâce'in isnadında râvî ol arak Talha İbn Amr zikredilir ki bu zayıftır. İbn Merdûyeh, Ebu Hüreyre (r.a.)'den nakleder ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Âmîn âlemlerin Rabbinin mü'min kullan üzerindeki mührüdür.» Enes İbn Mâlik nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: «Bana namazda ve duâ esnasında âmîn verildi ki benden önce hiçbir kimseye verilmemiştir. 


Ancak Mûsâ müstesnadır. Çünkü Mûsâ duâ ederdi, Hârûn da âmîn derdi. Binâenaleyh siz de duanızı âmîn ile sona erdiriniz, muhakkak ki Allah duanıza icabet eder.» Ben derim ki; bu âyet- i kerîme'nin delâleti konusunu bazıları tartışmışlardır : «Mûsâ dedi ki: cRabbimiz, Sen Firavun'a ve adamlarına dünya hayatında zînet ve mallar verdin, Rabbimiz bizi senin yolundan sapıtsınlar diye mi?» Burada yalnız Musa'nın duası zikredilmiştir, sözün akışından ise Harun'un âmîn dediğine dair delâlet vardır ve o da duâ eden menzile sine konmuştur. Çünkü Allah Teâlâ : «İkinizin düâsı kabul edilmiş tir» buyuruyor. Bu da gösteriyor ki bir duaya âmîn diyen kimse o dua yı okumuş gibidir. Bunun i çindir ki imâma uyan duâ okumaz, çünkü onun fâtiha'dan sonra âmîn demesi okuması demektir. 


Bunun için hadîste şöyle buyurulmuştur: «Kimin imâmı varsa, imâmın okuyuşu onun için okumadır.» Bilâl'da şöyle diyordu : «Ey Allah'ın Rasûlü beni âmîn'de geri bırak ma.» Bu da gösteriyor ki cehrî namazda imâma uyan ların okuması gerekmez. En iyisini Allah bilir. Bunun için İbn Merdûyeh der ki, bize Ahmed İbn Hasan, Ebu Hü reyre (r.a.)'dan nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: İmâm “Ğayri’l - mağdubi al eyhim vela’d-dâllin” deyince cemâat «âmîn» dediklerinde yeryüzü halkının âmîn'i gökyüzü halkının âmîni ile uyuşur ve Allah, kulun geçmiş günahlarını bağışlar. «Âmîn» demeyenin misâli; bir toplulukla birlikte savaşa çıkıpta ganimet için kur"a atıldığında herke sin payı çıkıp onun, payının çıkmaması gibidir. O, benim payım neye çıkmadı dediğinde kendisine, «Sen Âmîn demedin» denilir. 52 52 Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/122 -125

FATİHA SURESİNİN AÇIKLAMASI BEŞİNCİ BÖLÜM


FATİHA SURESİNİN AÇIKLAMASI BEŞİNCİ BÖLÜM 
 Zarurî olmayan yardım dileme ise mümkün olan fiilin elde edilmesidir. Seferde yürüyebilen kişinin hay vana binmesi gibi. Veya failin fiile yaklaştırılması ve bu konuda teşvik edilmesidir. Bu tür yardım dileme, teklifin sıhhatma dayanak o lmaz. Maksad bütün ihtiyaçlarda veya ibâdetlerin edasında yardım dilemek tir. Her iki fiilde gizli bulunan zamîr, okuyucu ve beraberinde bulu nan hafaza melekleri ve cemaatla namazda hazır bulunanlar içindir. Başlangıcı onlara sonu da diğer muvahhidleredir. Kul, ibâdetini derece derece katlandırarak onların ibadetiyle 37 Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/93 -95 karıştırmakta ve ihtiyâçlarını onların ihtiyaçlarıyla birleştirmektedir ki onun bereketi sayesinde ka bul olup icabet edilsin. Cemaatla namaz bunun için zaten meşru' kılınmıştır (...) Önce ib âdetin sonra yardım dilemenin zikredilmesi âyet başlarının uygun düşmesi içindir. Burdan da öğreniliyor ki vâsıtanın ihtiyâç ve istekten öne alınması icabete daha uygun düşer. Ben derim ki; konuşan kişi ibâdeti kendi nefsine nisbet edince bu onda bir haz ırlık ve taaccübü vehmettirdiği için ardından «yalnız senden yardım dileriz» diye rek ibâdetin ancak Allah'ın yardımı ve tevfîkiyle gerçekleşip tamamlanabileceğini göstermektedir. İbâdet, Kur'an'ın üzerinde hassasiyetle durduğu bir konudur. İbâ det edile cek kimse ve şey elbette ki kişilerin ve toplumların hayatında önemli bir yer işgal eder. Çok değişik şekilleri olan putperestlikleri, şirk çeşitlerini ortadan kaldırabilmek için bu terimin detaylı olarak anlaşılması icâbeder. İbâdet konusunu Mevdûdî bütün yönleriyle ele alarak günümüz, insanının pratik hayatı bakımından değerlendiriyor : Ubûdiyyet- —kulluk— in bütün mânâlara göre aslı zillet ve eğilmedir. Bu sebeple ayaklar altında çiğnendiği ve yolcular üzerinde yürüdü ğü için yola “Tarikun muabbedun” adı verilmiştir. İhtiyâç hallerinde binilen deveye de “Bairun muabbedun” denilmiştir. Yine köleye, efendisine boyun eğdiği için “Abd” ismi verilir. Burada, İslâm'ın beyân ettiği «Nefislerin sadece Allah için» başka kayıtlardan kurtarılması ve yalnız O'nun ibâdetine tahsis edilmesi il kesine işaret edilmektedir. Yani insan; sevgisinde, korkusunda, ümit ve tevekkülünde, kendisi için amel (ibadet) de, O'nun için nezir'de, boyun eğme, ta'zîm, secde ve takarrub'da O'na hiç bir şeyle şirk koşmayacaktır. Zira bunlar sadece semâları ve arzı — dünyayı — yaratan'ın hakkıdır. «İbâdet» lafzı kemâl derecesinde zilletle beraber yine aynı derece - de sevgiyi de içine almaktadır. Dolayısıyle kul ibâdet ettiği ilâhı, kemâl derecesinde bir sevgi ile sevmesi, ona kemâl derecesinde boyun eğmesi gerekir. Her ikisi de —sevgi ve zillet— ancak Allah için mümkün olur. O, yegâne ibâdete müstehak ilâhtır. Ubudiyet; yalnız O'na sevgi, boyun eğme, tevekkül ve duâ ile O'nu ta'zîmdir. Mef'ûlün fiilden önce getiril mesi buna işaret etmektedir. Burada, kulun ibâdeti sadece Rabbına has retmesinin, nefsini ancak Allah'a teslim etmesinin gerekliliği vurgulanmaktadır. Hem de gerektiği şekilde. Yoksa Rasûlullah'ın bi'seti esnasında müşriklerin yaptıkları gibi değil. O zamanda müşrikler ibâdet lerinde birbirinden ayrı yollar tutmuşlardı: Onlardan güneşe ve aya, meleklere, putlara, râhiblere ve hahamlara, ağaç ve taşlara ve bunlara mümasil şeylere tapanlar vardı. Kur'an - ı Kerîm onların bu hâlini şöyle beyân eder: «Gece, gündüz, güneş ay hep O'nun âyetle rindendir. Siz ne güneşe ne aya secde etmeyin.» (Fussilet, -37). «Hatırla o günü ki Allah onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere : «Bunlar mı size tapıyorlardı?» diyecek. Melekler de : Seni tenzih ederiz. Bizim yârimiz onlar değil Sensin. Bel ki onlar cinle re tapıyorlardı ve çoğu onlara îman edicilerdi, diyecekler.» (Sebe' 40 -41). «Allah : Ey Meryem oğlu İsâ, insanlara Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edininiz diyen sen misin? dediği zaman O (şöyle) söyle di : Seni Tenzih ederim yârâb...» (Mâide, 116). «Sizin, melekleri ve peygamberleri tanrılar edinmenizi de emret mez.» (Âl- i İmrân, 80). «Lât'm, Uzzâ'nın ve (bunların) üçüncüsü olan diğer Menât (in herhangi bir şey hakkında zerrece kudretleri var mı?) Bize haber verin.» (Necm, 19 - 20). Ebu Vakıd el - Leysî'nin bu konuda rivayet ettiği hadîs şöyledir : «Rasûlullah (s.a.) ile beraber Huneyn gazvesine çıkmıştık. Müşriklerin yanında toplandıkları — oturdukları — ve silâhlarını astıkları «Zât'ül - Envât» denilen bir ağaçlan var idi. O ağacın yanından geçerken : «Ey Allah'ın Rasûlü onların Zât'ül - Envât'ları gibi bize de bir ağaç yapsan» dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu : Allahü Ekber! Nefsim Yed- i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki siz İsrail oğullarının Mûsâ (a.s.) ya söylediklerinin aynısını bana söylüyorsunuz. Onlar şöyle demişlerdi : «Ya Mûsâ, onların nasıl tanrıları varsa sen de bize öyle bir tanrı yap. Siz, dedi, cidden ne cahillik eder bir kavimsiniz. Şüphe yok ki bunların içinde bulundukları (din) helake mahkûmdur. (İbâdet diye) yapmakta oldukları nesne de boşunadır. Dedi: Tanrı olarak Allah'dan başkasını mı arayacakmışım -size? Halbuki O, sizi âlemlerin üstüne geçir miştir.» (A'râf, 138 -140). Hadîsi Tirmizî rivayet edip sahîh hadîstir demiştir. (Tirmizî, 31). Rahip ve hahamlarına ibâdetlerine gelince bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor : «Onlar, Allah'ı bırakıp râhiblerini, hahamlarını, Meryem oğlu Me - sîh'i tanrılar edindiler.» (Tevbe, 31). İmâm Ahmed İbn Hanbel ve Tirmizî, Adiyy İbn Hâtim'den rivayet ediyorlar: Rasûlullah' «Onl ar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve râhiblerini tanrılar edindiler.» âyetini okurken işittim ve dedim ki: «Ey Allah'ı n Ra sülü biz onlara ibâdet etmiyorduk ki. Şöyle buyurdu : Onlar Allah'ın helâl kıldığını haram kılınca siz bunları haram kabul etmiyor muyd u nuz? Allah'ın haram kıldığını helâl kıldıklarında bunları helâl kabul etmiyor muydunuz? Evet yâ Rasûlullah dedim. İşte bu onlara ibâdettir buyurdular.» 38 Tirmîzî'nin metni şöyledir: «Adiyy İbn Hâtim'den : Boynumda altın bir haç'la Rasûlullah'ın yanına geldim. Bana : «O putu boynundan çıkar, at, ey Âdiyy» buyurdu lar. Rasûlullah'ı «Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini tanrılar edindiler» âyetini ok urken işittim. Şöyle buyurdular : Elbette, on lar bilgin ve rahiplerine ibâdet etmiyorlardı. Ama kendilerine bir şeyi helâl kıldıklarında onu helâl, haram kıldıklarında da haram kabul ediyorlardı.» İbâdetin çeşitleri ve sınıflan vardır. İman da ancak yalnız Allah'a ibâdet edilmesiyle tamam olur. 38 Tirmizî, K. Tefsir, 9 Bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır : «Bu ümmette şirk bir karıncanın hareketinden —devinmesinden— daha gizlidir» 39 Bu hadîs'in metni Müsned'de şöyledir: «Ebu Mûsâ el- Eş'arî şöyle demiştir : Bir gece Rasûlullah (s.a.) bize hitap ederek dedi ki: Ey Nâs, bu şirkten korkunuz, (korununuz). Muhakkak ki o bir kan ncanın devinmesinden daha gizlidir (saklıdır). Ora da bulunanlardan birisi sordu : Ey Allah'ın Rasûlü mademki bir ka - nncanm devinmesinden daha gizlidir ondan nasıl korunacağız? Buyurdular : «Ey Allah'ım bildiğimiz bir şeyle sana şirk koşmaktan yine Sana sığınır, bilmediğimiz şeylerden dolayı da mağfiretini dileriz, deyiniz.» Şemseddin İbnü'l - Kayyim şöyle diyor: Bu sebeple kul her namaz da «Ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım dileriz.» “İyyâke na’budu ve iyyâke nestain” demekle emrolunmuştur. Şeytân şirk koşmayı emreder, nefis de bu konuda ona itaat ederek ya korkusundan, ya ümidinden dai ma Allah'tan gayrısma yönelir. Dolayısıyla kul dâima şirkten kurtulmaya ve tevhide muhtaçtır. Aynı sebeple Cenab - ı Hakk Kur'an - ı Kerîm' inde üç yerde müşriklerin kendisinin değerini hakkıyla bilmediklerini haber vermektedir. Zaten sevgisinde, korkusunda, ümidinde, boyun eğmesinde, öfkesinde, korkma ve rızâsını tercih etmede Allah'a denk ve eşler uyduran bir kimse nasıl olur da O'nun değerini hakkıyla bilebilir?» İbâdet hakkında Mevhûdî, el -Müstalahât el-Erba'a (Dört Terim) isimli eserinde şu bilgiyi veriyor : «İbâdetin lügat mânâsı: «İtaat etmek, tevazu göstermek, daha açık bir ifâde ile kişinin bir kimseye isyan etmeden, ondan yüz çevirmeksizin, mukavemet gösterm eden itaati ve boyun eğmesidir, o kadar ki kendisine karşı boyun eğilen kişi onu dilediği şekilde hizmetçi kılar «İşte bundan dolayı araplar, yumuşak huylu yük devesi için “Bairun muabbedun” gidişi gelişi kolay olan yol için de “Tarikun muabbedun” tabirlerini kullanırlar. Bu lüğavî asıldan bu kelimenin yapısında mevcut olan kul luk, itaat, hizmet ve yasak gibi mân âlar çıkmıştır. İbn Fâris, Makâ yîs'ü'1- Lüğa, V, 205'de “Abede” maddesinde şöyle diyor: “Abede” kelimesindeki A ve B sanki birbirine zıt iki harf gibidirler, bu iki asıldan birincisi yumuşaklık ve tevazûya, ikincisi de şiddet ve kabalığa de lâlet eder. İbn Sîde, el - Muhassıs XIII, 96'da şöyle diyor : «Lügatte ibadetin aslı boyun eğmek. (...) İbâdet, itaat etmek, tevazu göstermek ve meskenet birbiri ne yakın manâlı olan kelimelerdir. (...) Daha üstünü olma yan her boyun eğme, ibâdettir, ancak ma'bûd için olan itaat ibâdettir, boyun eğme ve mütevâzi olma yönünden Allah'a karşı olan her itaat ibâdettir. İbâdet, itaat etmenin bir çeşididir, ona ancak, görme, işitme, İdrâk ve hayat en yüce nimetlere nail olan zât hak kazanır, şükür ve ibâdet ise ancak nimetle kazanılır. Çünkü ibâdetlerde azın azı, an - cak nimetin en yükseğini veren zâta karşı yapılma hakkına sahiptir. Yalnız bu ölçüden Allah hariçtir. İşte bunun için kulluğa müstehak ma'bûd sadece O'dur. İbâdet teriminin türetildiği ABD kökü şu anlamlara gelir : 1) Kul, yani hür'ün karşıtı olan köle. “Teabbedu’r-racule” adamı köle edindi. Onu kul edindi, yahut onu kul muamelesine tabi tuttu. Keza yine ayn ı mânâyı ifâde etmek için, “” tabirleri kullanılır. Hadîs - i Şerifte bu hususu le'yîd için şöyle b uyuruluyor : «Üç kişi vardır ki; ben onların hasmıyım. Bunlardan birincisi hür bir kimseyi köle edinen adamdır.» Başka bir rivayet hür'ü köle edinen, yani hür bir kimseyi kendine köle edinen buyurulmaktadır. Kur'an- ı Kerîm'de Mûsâ (a.s.) Fir'avun'a şöyle der : «Bana karşı minnet ettiğin (başıma kaktığın) o nîmet, İsrail oğullarını kendine kul (köle) edindiğin içindir» (Şuarâ, 22). 2) İbâdet, boyun eğmekle beraber itaat anlamına gelir. Meselâ “Abede’t - tağute” «Putlara ibâdet etti» cümlesi «Ona itaat etti demektir.» “İyyâke na’budu” «Ancak Sana ibâ det ederiz» yani eğilmelerimizle itaati yalnız Sana gösteririz.» “Ve’budu Rabbekum” «Rabbınıza ibâdet edi niz» sözü «Rabbınıza itaat ediniz» demektir. “Kavmehumâ lenâ âbidun” «O ikisinin kavmi bize ibâdet edicilerdir.» Yâni bize itaat edicilerdir, demektir. Ve her kim bir krala boyun eğerse ona itaat etmiş demektir. İbnü'l - Enbârî şöyle diyor : “Fulanun abidun” «Filanca ibâdet edicidir» yani o Rabbı'na boyun eğmiş ve Rabbi'nin emrine teslimiyet ve bağlılık göstermiş demektir. 3- “” kelimeleri «Ona kulluk etti, Onu ilâh tanıdı» manâlarına gelir. “” kelimesi ise, «kendini ibâdete verdi» demektir. “” kelimesi «kendisine ibâdet edilen» manâsını ifâde eder. Yani kendisine hürmet gösterilen demektir. 4- “” «O'na ibâdet ett i», «O'na yapıştı ve O'ndan ayrılmadı» demektir. 5- “” «Senin bana gelmene ne engel oldu?» Bu filolojik izahlardan da anlaşılıyor ki kelimesi nin ifâde etmek istediği esâs mânâ, kişinin, yüksek ve üstün birine kar şı baş eğmesi, itaat etmesi, sonra kendi hürriyet ve bağımsızlıŞındap feragat etmesi, onun karşısında her türlü mukavemet ve isyanı terk ejb - mesi ve tam bir bağlılıkla ona boyun egmesidir. İşte bu, kulluk ve itaattir. Bundan dolayı Arap “Abd” ve “İbadet” kelimelerini duy duğu ilk anda zihninde kulluk ve ilâhlık mefhûmları canlanıyordu. Kulun hakîki vazifesi efendisine itaat etmek ve emirlerine sıkı sıkıya bağlanmak olduğu için hemen ardından i taat tasavvuru geliyordu. Daha sonra kul, itaat've tezellül ile nefsini efendisine teslim etmekle kalmaz, bununla beraber onun yüceliğine inanır, şanının yüksekliğini itiraf eder, kalbi efendisinin nimetlerine karşı minnettarlık ve şükür hisleri ile dolup taşarsa; işte o kul efendisine hürmet ve ta'zîmde aşırı davranır, nimetlerine şükretmek için kulluğun gereklerini yerine getirme yol larını arar. (...) Bütün bunlar Allah'a gösterilecek kulluğun kendisidir. Bu düşünce; kulun efendisine sadece başını eğmesi ile değil, bilâkis başı ile 39 Âhmed İbn Hanbel, Müsned, IV, 403. 40 Bkz. Lisân'ül-Arab, IV, 259 - 269. beraber kalbini de O'na meylettirdiği takdirde kulluğun mânâlarını ifâde eder. Geride, kalan iki mefhûma gelince, onlar kulluk için esâs değil ikinci derecede düşünülebilir. 41 Gerçek Kulluk: Filolojik araştırmalardan sonra Kur'an- ı Kerîm'e müracaat ettiğimizde “İbadet” kelimesinin ekseriyetle ilk üç mânâda kullanıldığını görürüz. Bazı yerlerde “İbadet” kelimesi ile birinci ve ikinci mânâ birarada bir yerde yalnız birinci mânâ bir başka yerde yalnız ikinci mânâ, bir diğer yerde yalnız üçüncü mânâ kasdedilmiştir. Bu üç mâ nânın bir anda kullanıldığı da görülmektedir. Kur'an - ı Kerîm'de “İbadet” kelimesinin birinci ve ikinci mânâlarda kullanıldığı yerler : «Daha sonra Musa'yı ve kardeşi Harun'u bunca mucizelerimizle ve apaçık h üccetlerimizle Fir'avun'a ve onun ileri gelenlerine gönderdik de (îman etmeyi bir türlü) kibirlerine yediremediler. Onlar mütekebbir ve müste'bil adamlardır.» (Mü'minûn, 45 -46). «Onun için dediler ki: «Kavimleri bize kulluk edip dururken bizim gibi iki be şere îmân mı edecekmişiz?» (Mü'min'ûn, 47). İmâm - ı Taberî diyor ki: «Onlar, onlara itaat ediyorlar, onlara karşı zillet gösteriyorlar, onların emirlerini harfiyyen yerine getiriyorlar ve onlara boyun eğiyorlar. Araplar arasında krala itaat eden herkes içi n «melikin kulu» ifâdesi kullanılır.» (Tefsir XVIII, 19). «Bana karşı minnet ettiğin (başıma kaktığın) o nîmet, İsrail oğullarını kendine kul (köle) edindiğin içindi.» (Şuarâ, 22). Taberî bu âyetin tefsirinde ise şöyle diyor : «Onları kendin için kö le ed indin» Mücâhid ise bu hususta şöyle diyor: «Onlara üstün geldin ve istediğini yaptırdın.» İbn Cüreyc de şöyle diyor: «İsrail oğullarını yendin, galip geldin ve onlara dilediğini yaptırdın.» (Tefsir, XIX, 33). Bu iki âyette ( ; J LJ\ ) kelimesinden kastedilen mânâ, kulluk ve itaattir. «Fir'avun dedi: «Mûsâ ve Harun'un kavmi ise ibadet edicilerdir.» Yani onlar bizim kölelerimizdir ve emirlerimize itaat eder ler. Musa da dedi: «Sen İsrail oğullarını köle edindin ve onları gönlünün istediği şekilde çalıştırdın. » Kulluk ve itaat anlamında ibâdet şu âyetlerde yer alır : «Ey îman edenler, size nzık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olan larından yeyin, Allah'a şükredin, eğer (hakikaten) O'na kulluk ediyor - Taberî, bu âyetin tefsirinde de diyor ki: Eğer sizler onun emrine boyun eğiyor, dinliyor ve itaat ediyorsanız, o halde size yenmesini mü : bah ve helâl kıldığı şeyleri yeyin. Onun haramlığı hususunda şeytâna uymaktan vazgeçin. Şeytân; onu yememelerini teşvik ediyor ve haram olduğuna inanmaktan vazgeçmeğe çağırıyor. Çünkü onların onu câhi -liyye devrinde haram kılmaları şeytâna itaatleri ve geçmiş cedlerinden ve babalarından Allah'ı inkâr etme hususunda ehl -i küfre uymaları için dir. (Tefsir, II, 50). Bu âyetin getirdiği hüküm ile ilgili münâsebete gelince; İslâm'dan e vvel araplar dînî önderlerinin emirlerine bağlanmak ve atalarının takip ettiği yola uymak suretiyle içecekleri ve yiyecekleri şeyleri, yazabi lecekleri her türlü vâsıta ile kaydediyorlardı. Müslüman olunca Allah onlara şöyle buyurdu : «Siz bana, bütün bu kayıtları parçalamak ve benim size helâl kıldığım şeyleri dilediğiniz gibi yemek suretiyle ibâdet ediyorsunuz.» Bunun mânâsı; eğer siz, Allah'ın birliğini tasdik ederek âlimlerinize ve liderlerinize kul, köle olmasaydınız ve onlara itâattan vazgeçip Allah' a yönelseydiniz; işte o zaman Allah'ın sizin için helâl ve haram konusunda çizdiği sınırlara uymanız gerekirdi, yoksa onların çizdiği sınırlara değil. İşte bundan dolayı “Te’budun” kelimesi burada «kulluk ve itaat» mânâlarında kullanılmıştır. «De ki, Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? ( Allah'ın la'net ve aleyhinde gazab ettiği, içlerinden maymunlar, do muzlar yaptığı kimselerle Tâgût'a ibâdet edenlerdir ki işte bunların mevkii daha kötü ve dümdüz yoldan daha sapıktır.» (Mâide, 60). Taberî bu âyetin tefsirinde ve Tâğût kelimesi hakkında bazı nakiller yaptıktan sonra şöyle diyor : «Bana göre sözün doğrusu; Allah'a karşı her isyan eden ve ondan başkasına tapandır, gerek onun üstünlüğün den olsun, gerekse hakik aten ona itaatinden dolayı olsun. Ve gerek bu ma'bud; insan yahut şeytân, yahut put veya mevcûd şeylerden birisi olsun. Ben Tâğût kelimesinin aslının şöyle kullanıldığını tesbît ettim : Bir kimse zulmettiği ve haddi aştığı zaman onun hakkında «azdı, tuğ yan etti» denir.» (Tefsir, III, 15). «Andolsun ki biz her ümmete «Allah'a kulluk edin, putlar (a tap mak) dan kaçının» diye (tebligat yapması için) bir peygamber gönder mişizdir...» (Nahl, 36). «Tâğûttan, ona tapmaktan kaçınıp da Allah yoluna yönelenler (e gelince), onlar için müjde vardır. O halde kullarımı müjdele.» (Zümer, 12). Bu üç âyette «Tâgût'a ibâdet» sözünden kastedilen mânâ Tâğût'a kulluk ve itaattir. Kur'an - ı Kerîm'in ıstılahında Tâğût'un mânâsı Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü hâkimiyet, otorite, başkanlık yahut kumandanlıktır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması Tâğût'a itaattir. İtâat anlamında ibâdet şu âyetlerde yer alır: «Ey Âdem oğulları, şeytâna tapmayın. Çünkü o, sizi Rabb'ınızdan ayıran bir düşmandır.» (Yâsîn, 60). Açık olan şudur ki; hiç bir kimse bu dünyada şeytânı ilâh tanımaz, bilâkis bütün gücü ile ona la'net eder ve onu 41 Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner, Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/95 -102. ruhundan kovar. Bunun için Allah Teâlâ'nın kıyamet gününde âdem oğullarına yüklediği suç, dünya hayatınd a şeytâna tapmalarından dolayı değildi, Sadece şeytân' in emrine itaat etmeleri, hükmüne tâbi olmaları ve gösterdiği yollara süratle koşmalarındandı. «Meleklere, o zulmedenleri, onlara eş olanları, Allah'ı bırakıp tapmakta isrâr ettikleri şeyleri hep bir araya toplayın da cehennem yolu na götürün.» (dediler») (Sâffât, 22-23). «Onlardan kimi kimine yönelip birbirini mes'ûl tutmaya kalkışır lar.» (Metbulan da) «Hayır, siz (esasen) îmam ediciler değildiniz» der ler. Ve bizim size karşı bir hâkimiyetimiz de yoktu. Bilâkis siz de bizim gibi azgınlar güruhu idiniz.» (Şaffât, 27 -30). Bu muhaverede Kur'an- ı Kerîm'in hikâye ettiği ibâdet edenlerle ibâdet edilenler arasındaki görüş; en iyi şekilde açıklanıyor. Burada mâ - budlardan maksad, kavmin taptığı ilâhlar ve putlar değildir. Bilakis on lardan maksad, halkı görünüşte istişare adı altında sapıklığa sürükleyen, temiz Hıristiyan azizleri elbisesi ile insanları temsil eden, şerri ve fesadı ıslâh adı altında yayan liderler ve kılavuzlardır. Onları cübbe ve teşbihleri ile aldatıp kendilerine tabî kıldılar. Allah bu âyette onların hîlekârları körükürüne taklîd etmelerini ve emirlerine uymalarını “İbadet” kelimesi ile açıklamaktadır. «Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i tanrı edindiler. Halbuki bunlar da ancak bir olan Allah'a ibâdet etmelerinden başkası ile emrolunmamışlardır.» (Tevbe, 31). Allah'ı bırakıp bilginlerini ve âlimlerini tanrı edinmelerinden, Allah'a ve Rasûlüne âit bir delile dayanmaksızın onların hükmüne itâat - larından bu âyette kastedilen mânâ; onların emir ve yasak koyma yet kisine sahip olduklarını kabuldür. Bu mânâyı Rasûlullah (s.a.) sahîh hadîslerinde bizzat açıklamıştır. Rasûlullah (s.a.)'a : «Biz âlimlerimize ve büyüklerimize ibâdet etmedik» dedikleri z aman, o şöyle buyurmuştu: «Onların helâl kıldıklarını helâl, haram kıldıklarını haram saymıyor musunuz?» Kulluk anlamında ibâdet, Kur'an - ı Kerîm'de iki mânâ'da vârid oluyor. Birincisi; kişinin bir başkası için dinin emirlerinden olan sücûd, rükû', kıyam, tavaf, Kâ'be'ye yüz sürme, adak, kurban gibi rükünleri, tapma ve kurban âdetini kasdederek yerine getirmesidir. Bu kişinin taptığı o şeyi, kendi başına buyruk en yüce ilâh kabul etmesine, bütün bu yaptığı şeyleri, taptığının en yüksek bir ilâhın ortağı b ulunduğuna, bu alemi idarede bu en yüce ilâha tâbi olduğuna inanması keyfiyetidir. İkincisi; kişinin bir kimseyi bu âlemde sebepler nizâmr üzerinde galip zannederek isteği hakkında ona duâ etmesi, zarar ve felâketler karşısında ondan medet umması, korkuların gelişinde, malların ve canların yok oluşunda ona sığınmasıdır. Bu iki tavır da kulluk mânâsına dâhildir. Bunun delili aşağıdaki âyetlerdir. «De ki: «Bana Rabbimden apaçık deliller gelince sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınıza kulluk etmekden kesin olarak men'edildim. ...» (Mü'min, 66). «Sizi ve Allah'tan başka taptıklarınızı bırakıp çekiliyorum. Rabbi - me duâ ediyorum. İşte (İbrahim) onları ve Allah'tan başka taptıklarını bırakıp çekilince biz ona İshâk'ı ihsan ettik...» (Meryem, 48 -49). «Allah'ı bırakıp da kendisine, kıyamete kadar cevap veremeyecek kişiye tapmakta olan kimseden daha sapık kimdir? Halbuki bunlar, on ların tapmalarından da habersizdirler. İnsanlar mahşerde bir araya toplandıkları zaman bunlar, onların düşmanları olurlar. Onların taptık la rını inkâr ediciler olurlar.» (Ahkâf, 5 - 6). Bu üç âyetin her birinde buradaki ibâdetten maksadın duâ ve medet ummak olduğunu Kur'an - ı Kerîm bizzat açıklamıştır : «... Belki onlar cinlere tapıyorlardı ve çoğu onlara îman edicilerdi diyecekler.» (Sebe', 4 1). Cinlere ibâdet ve onlara îmandan bu âyette kastedilen mânânın ne olduğunu aşağıda gelen Cin sûresi'ndeki âyetler açıklamaktadır : «Gerçekte şu da var : İnsanlardan bazı kimseler cinlerden bazı ki - ' silere sığınırlar.» (Cin, 6). Yukarıdaki âyette açıklanmıştır ki cinlere ibâdetten maksad da, muhafaza ve sığınma hususunda onların kudretine inanmaktır. «Rabb'ın onları da, Allah'tan gayrı taptıklarım da mahşerde bira - raya toplayıp : «Siz mi şu kullarımı saptırdınız, yoksa kendileri mi yol larını sapıttılar?» diyeceği gün. Görürsün ki onlar şöyle derler : «Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da başka dostlar edinmek bize yakışmaz...» (el -Furkân, 17-18). Bu âyet- i Kerîme, mâbûdlardan maksadın sâlihler, Peygamberler ve velîler olduğunu açıkça anlatıyor. Onlara ib âdetten maksat ise; kul luk hassaları bakımından yüksek olduklarına inanmak ilâhlık sıfatı ile muttasıf bulunduklarını kabul etmek, kötülüğü keşf, gaybı ortaya çıkarmak, yardım gibi şeylere güçlerinin yeteceğini zannetmektir. Taberî bu âyetin tefsirinde şöyle diyor; zikri yüce Allah buyuruyor ki: «Kıyamet gününü inkâr edip putlara tapan yalancıları ve Allah'tan gayri cinlerden, insanlardan ve meleklerden olan şeylere tapanları o günde toplayacağız.» (Tefsir, VIII, 14.1). «Allah onların hepsini mahşerde to playacak sonra meleklere : «Bun lar mı size tapıyorlardı? diyecek.» (Melekler de) : Seni ortaktan ten- zîh ederiz. Bizim dostlarımız onlar değil. Sensin...» (Sebe', 40 -41). Bu âyetlerde meleklerin ibâdetinden kasdedilen mânâ; câhilliyyet halkının yaptığı gibi, onların hayalî resimlerine ve heykellerine karşı gösterilen saygı ve ubûdiyyettir. Bütün bunlardan da öte, onların gayesi, bu dünya hayatına bağlı işlerinde onların atîfetlerini ve yardımlarını kazanmak suretiyle onları hoşnûd etmektir. «Onlar Allah 'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda veremeyecek olan şeylere taparlar. Bir de : «Bunlar bu putları Allah yanında bizim şefâatçılarımızdır» derler.» (Yûnus, 18). «... Kendilerine bir takım dostlar edinenler (derler ki) : «Biz bun lara ancak bizi Allah'a daha fazla yakla ştırsınlar diye tapıyoruz.» (Zü mer, 3). Bu âyette de ibâdetten maksad, kulluk etmektir. Verdiğimiz örneklerden anlaşılıyor ki, Kur'an - ı Kerîm'de “İbadet” kelimesi bazan kulluk ve itaat, bazan sadece itaat, bazan da yalnız «tanrılık iddiasında bulunmak» mânâsında kullanılmıştır. Şimdi ise ibâdet kelimesinin her üç mânâya kullanıldığı örnekleri vermeden önce bazı hususları açıklamaya çalışalım : İbâdet kelimesinin itaat ve kulluk manâları ile zikredildiği âyet lerde mâbûddan maksad; ya şeytandır, yahut Allah'a itaat ve ibâdetten bedel olarak onlara itaat ve ibâdeti teşvik eden ve kendilerini Tâğût kılan azgın kişilerdir, yahut da Allah'ın kitabını hiçe sayarak insanları, îcad ettikleri hayat düstûrları ve yaşayış tarzına sürükleyen lider ve ön derlerdir. İbâdet kelimesinin «tanrılık iddiasında bulunmak» mânâsında vârid olduğu âyetlere gelince; bu âyetlerde ma'bûddan maksad; yol gösterme ve talimlerine rağmen insanların kendilerini ilâh telâkki et tikleri sâlih kişiler, peygamberler ve velîlerden, yahut kötü anlayışları dolayısiyle tabîat kanunu üzerindeki koruyucu güçte ortak saydıkları cin veya meleklerden ibarettir. Veya mücerred şeytânın teşviki ile na - mazlarının kıblesi ve ibâdetlerinin yönü kesilen heykel ve hayalî kuv - vetlerden ibarettir. Kur'an- ı Kerîm, bütün bu ma'bûdları bâtıl sayıyor. İnsanların onlara tapmasını, onlara itaat etmelerini, onları ilâh kabul etmelerini de büyük bir hatâ sayıyor. Bu ibâdetin, onlara tapınılması, itaat olunması yahut onların ilâh kabul edilmesi şeklinde olması farksızdır. Âyette deniyor ki; sizin tapmakta olduğunuz bu şeylerin hepsi Allah'ın kulları ve köleleri olup ibâdet olunmaya müstahak değildir ve siz de onlara ibâdet etmekle ümitsizlik, alçaklık ve musibetten başka bir şey elde etmi yorsunuz. Hakikatte onlann da yer ve göklerin de ger çek mâliki bir olan Allah'tır. Bütün işler, bütün otorite ve selâhiyetler O'nun kudreti çerçevesindedir. İşte bundan dolayı da ibâdet edilmeye lâyık yalnız O'dur. «Ey kâfirler Allah'ı bırakıp taptığınız putlar da sizin gibi kullar dır. Eğer dâvanızda samimi iseniz, haydi onları çağırın da size yardım etsinler.» (A'raf, 194). «Sizin onu bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları kuru adlardan başkası değildir. Allah bunlara hiç bir burhan indirmemiştir. Hüküm Allah'tan başkasının değildir. O kendisinden başkasına ibâdet etmemesini emreylemiştir. Doğrusu din işte budur...» (Yûsuf, 40). «Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Her iş O'na döndürülür. Öy le ise O'na ibâdet et, O'na güvenip dayan...» (Hûd, 123). «... Önünüzde, ardınızda ve her ikisinin arasında ne varsa O'nun - dur. Senin Rabbın unutan değildir.» (Meryem, 64). «O göklerin, yerin ve onların arasında bulunan şeylerin Rabbidir. O halde sen O'na kulluk et ve kulluğunda da iyice sebat et...» (Meryem, 65). «... Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiç bir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın.» (Kehf, 110). İbâdet kelimesinin bu ve buna benzer âyetlerde, yalnız tanrılık iddiası veya sadece itaat ve kulluk mânâlarına tahsis edilişi için herhangi bir gerekçe yoktur. Bilakis doğru olan Kur'an - ı Kerîm'in buna ben zer âyetlerde davetini en mükemmel şekilde ortaya koymuş olmasıdır. Daha doğrusu, Kur'an - ı Kerîm'in kulluk, itaat ve ubûdiyye tten başka bir mânâ taşımıyan bu daveti sırf Allah rızâsı içindir. Buna göre, ibâ det kelimesinin bu mânâda dondurulması, doğrusunu söylemek gerekirse Kur'an çağrısının çok dar mânâlara sıkıştırılması demektir ve bu nun kafi neticesi şudur : Allah'ın dini n e inanan herkes bu sınırlı dar düşünceyi Kur'an'ın daveti zannedecek ve böylece Kur'an- ı Kerîm'in öğrettiklerine tâbi olmayacaktır.» 42 Sırât - ı Müstakim : Bizi doğru yola ilet. Başlangıçta Allah Teâlâ'ya hamd edildiğine göre, arkasından is teklerin gelmesi uygundur. Nitekim hadîste belirtildiği gibi Allah (c,c.) Fâtiha'nm yansı, Bana yarısı kulumadır ve kulumun istediği kendisi nindir» buyurmuştur. Bu durum isteyenin en iyi halidir ki, isteneni med - hetmekte ve sonra kendi ihtiyacım zikretmektedir. Bunun ya nı sıra mü'min kardeşlerinin ihtiyâçlarım dile getirmek üzere «Bizi dosdoğru yola hidâyet et» demektedir. Çünkü bu «dosdoğru yol»: ihtiyâcın en iyi şekilde ifâdesi ve ihtiyaca en iyi şekilde muhteviyat verilmesidir. Bunun için Allah kulunu dosdoğru yola, hidâyete yöneltmektedir. Çünkü O en mükemmeldir. Buradaki istek, isteyenin hâlini ve ihtiyâcını haber verme sadedinde de olabilir. Nitekim Hz. Musa'dan bahsedilirken şöyle buyurulur : «Bunun üzerine onlannkini suladı. Sonra gölgeye çekildi ve dedi ki: «Rabbim doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım.» (Kasas, 24). Bununla beraber isteyenin nitelikleri daha öncede geçmiş olabilir. Nitekim balık sahibinin sözlerini zikrederken Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Zünnûn'a da hani o öfkelenerek giderken kendisine güç yetire- miyeceğimizi sanmıştı. Ama sonunda karanlıklar içinde «Sen'den başka İlâh yoktur. Sen münezzehsin. Doğrusu ben haksızlık edenlerdenim» diye niyaz etmişti.» 42 Mevdûdî, Dört Terim, Türkçe cav: İ. Kaya, O. Cilacı. 89 -108 (Enbiyâ, 87). Veya istekleri, mürecced övgü şeklinde de olabilir (...) Bazen hidâyet kelimesi kendiliğinden müteaddi olur ve bize ilham et, bizi muvaffak kıl veya rızıklandır veya ver anlamını kazanır. Nitekim burada bu şekildedir. Keza diğer bir âyette : «Biz ona iki de yol gösterdik.» (Beled, 10) buyuruluyor. Burada biz ona hayır ve şerri bildirdik anlamınadır. Hidâyet keli mesi, bazan da “İla” ile müteaddî olur. Bu takdirde irşad ve delâlet anlamına gelir. Nitekim Allah Teâlâ'nın şu âyetlerinde böyledir : «Rabbinin nimetlerine şükrederdi. Onu beğenip seçmiş, kendisini doğru bir yola iletmişti .» (Nahl, 121). «Ve onları cehennem yoluna götürün.» (Saffât, 23). «İşte böylece sana da buyruğumuzdan bir rüh vahyettik. Sen kitap nedir, îman nedir bilmezdin. Fakat biz onunla kullarımızdan dilediğimizi doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki, sen de doğru bir yolu göstermektesin. (Şûra, 52). Bazan da lâm ile müteaddî olur. Nitekim cennet ehlinden bahsedilirken şöyle denilmektedir: «Göğüslerinde kinden ne varsa söküp atmışızdır. Altlarından ır maklar akar. Ve derler ki: «Hamd olsun Allah'a ki, bizi hidâyetiyle bu na ulaştırdı. Eğer O bizi ulaştırmasaydı biz hidâyete ulaşmazdık. Andol -sun ki, Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmiştir.» Onlara : «Yapmakta olduklarınızdan dolayı mirasçısı kılındığınız cennet işte budur» diye seslenilir.» (A'râf, 43). Bizi muvaffak kıl ve onun için ehil eyle mânâsına gelir. Sırât - ı Müstakîm'e gelince : îmam Ebu Ca'fer İbn Cerîr el -Taberî der ki; te'vîl ehlinin hepsi ic ma' ettiler ki: sırât - ı müstakim, eğriliği büğrülüğü olmayan apaçık yol dur. Bütün arapl ann lûğatında bu anlama gelir. Bu noktadaki şevâhid sayılmıyacak kadar çoktur. Sonra araplar sırat kelimesini her türlü söz ve davranış için kullanırlar. Doğru olana düzgün mânâsında, eğri olana da eğri anlamında sırat tâbirini kullanırlar. Selef ve haleften mü fesirler; sırat kelimesinin tefsiri konusunda ihtilâf etmişlerdir. Fakat hepsi birtek noktaya yönelmiştir ki, bu da Allah ve Rasûlüne ittiba'dır. Sıratın Allah'ın kitabı olduğu hususunda rivayetler vardır. Nitekim İbn Ebu Hatim der ki: Bize Hasan İbn Urfe... Ali İbn Ebu Tâlib'den nakleder ki o şöyle demiş : Allah'ın Ra - sûlü «sırât - ı müstakim» Allah'ın kitabıdır» buyurdu. İbn Cerîr, Ham - za İbn Habîb el - Zeyyâd'ın rivâyetiyle aynı hadîsi nakleder ki bu hadîs Kur'an'm faziletleri babında geçmişti. İmâm Ahmed ve Tirmizî Hâris'-in rivâyetiyle Hz. Ali'den merfu' olarak nakleder ki, O şöyle demiş: «Kur'an Allah'ın sapasağlam ipidir, o zikr - i hakîm ve sırât - ı müstakim dir.» Bu hadîs mevkuf olarak da Hz. Ali (r.a.) 'den rivayet edilir. Şüphesiz en doğrusunu Allah b ilir. Sevrî, Mansûr'dan... O da Abdullah'dan naklen der ki sırât - ı müstakim Allah'ın kitabıdır. Denildi ki o İslâm'dır. Abdullah İbn Muhammed İbn Akîl, Câbir'den nakletti ki; sırât - ı müstakim İslâm'ın kendisidir ve gökle yeryüzünün arasından daha geniştir. İbn el - Hanefiye de bu âyetin tefsirine «sırât - ı müstakim» Allah'ın kullarından, ondan başkasını kabul etmediği İslâm dînîdir» der. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki: Sırât - ı Müstakim İslâm'ın kendisidir. İmâm Ahmed İbn Hanbel bu hadîsi Müsned'inde nakleder ve der ki; Hasan İbn Süvvâr Ebu'1 - A'lâ... Nüvâs İbn Sem'ân'dan nakleder ki o, Rasûlullah (s.a.)'dan şöyle duyduğunu bildirmişti: «Allah (darb - ı mesel) örnek olarak dosdoğru yolu (sırât - ı müstakîm'i şöyle) göstermiştir. Sırât'ın iki yakasında iki sûr, açık kapılar ve kapıların üzerinde gerilmiş perdeler vardır. Sırât'ın kapısında bir münâdî der ki: Ey insan lar hepiniz birlikte sırata (dosdoğru yola) giriniz ve (yolunuzu) eğip bükmeyiniz. Sıratın üzerinden de bir münâdî aynı şekilde çağırır. İnsan bu kapılardan birisini açmak istediğinde der ki, yazıklar olsun onu aç ma, çünkü sen onu açarsan içine girersin. Sırat İslâm'dır, iki sûr Allah'ın hadleridir. Açık kapılar Allah'ın haramlarıdır. Sıratın başındaki bu çağına Allah'ın kitabıdır. Sırât'ın üzerindeki çağına Allah'ın her müslümanın kalbindeki uyarıcısı (vaizi) dir. İbn Ebu Hatim, ve îbn Cerîr, Leys İbn Sa'd'ın rivâyetiyle aynı hadîsi naklederler. Tirmizî ve Neseî de Ali İbn Hacer kanaliyle Nüvâs İbn Sem'ân'dan nakleder;. Bu isnâd, hasen ve sahihtir. En doğrusunu Allah bilir. Mücâhid der ki: sırât - ı müstakim haktır. Bu ifâde daha şümullüdür, ayrıca daha önceki ifâdelerle bunun arasında çelişki yoktur. İbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr, Ebu Nadr Hâşim İbn el - Kâsım'ın ha dîsinde Ebu'l-Âliye'den nakleder k i, sırât - ı -müstakim Hz. Peygam ber ve arkasından gelen iki ashabıdır. Âsim der ki biz bunu Hasan'a naklettik o da Ebu'l - Âliye doğru söylemiş, dedi. Bütün bu sözler sahihtir ve uyulması gerekir. Tutarlıdır, çünkü Hz. Peygambere tâbi' olan, ondan sonra gele n Ebubekir ve Ömer (r.a.)'e uyan kimseler hakka uymuş olur. Hakka uymuş olan İslâm'a uymuş olur. İslâm'a uyan Kur'an'a uymuş olur ki o, Allah'ın kitabı, kopmaz ipi ve dosdoğru yoludur. Bütün bu ifâdeler doğrudur ve birbirlerini tasdik eder. Hamd Allah'a mahsûstur... Taberânî der ki Muhammed İbn Fadl el -Sakatî... Abdullah'tan nak leder ki o şöyle demiş : Sırât - ı Müstakim Rasûlullah'ın bizi üzerinde terk ettiği yoldur. Bunun için İmâm Ca'fer İbn Cerîr merhum şöyle der : Bu âyetin yani «bizi dosdoğru yola hidâyet et» âyetinin en uygun te'vilî onunla şunun kastedilmiş olmasıdır : Senin hoşnûd olacağın yolda sebat etmeye bizi muvaffak kıl, kullarından söz ve amelleriyle kendilerine nîmet ettiğin sırât - ı müstakîme bizi muvaffak kıl. Çünkü ona muvaf fak olan Alla h'ın kendilerine nîmet ihsan ettiği peygamberlerin, sâdıkların, şehîdlerin ve sâlihlerin yoluna muvaffak olur. Ona muvaffak olanlar da İslâm'a muvaffak olur. Peygamberleri tasdik etmek, kitaba sanlmak, Allah'ın emrettiğiyle amel edip yasakladığından kaçın mak, peygamberinin yolundan gitmek, dört halîfenin yolunu izlemek ve sâlih kulların yolundan gitmek, sırât - ı müstakim tabirinin içerisine girer. Denilirse ki, mü'min her vakit namazda ve diğer zamanlarda hidâyeti nasıl isteyebilir, halbuki kendisi bu sıfa tla muttasıftır? Bu, acaba mevcudun elde edilmesi babından mıdır, yoksa başka türlü müdür? Bunun cevâbı, hayırdır. Eğer mü'minin gece ve gündüz hidâyet is - temeye ihtiyâcı olmasaydı Allah Teâlâ onu buna yöneltmezdi. Zira kul, her an ve her durumda, Allah'ın kendisini hidâyette sabit kılmasına ve bunda başarı kazanıp basiretini açık tutmasına muhtaçtır. Bu ihtiyâcı her an artmakta ve devam etmektedir. Kul, kendi nefsi için Allah'ın istediğinin dışında fayda veya zarara muktedir değildir. Bunun için Al lah T eâlâ, kullarını hep yardımı, başarısı ve sebâtıyla destek istemeye yöneltmektedir. Dolayısıyla Allah'ın, istediğinden muvaffak kıldığı kişi mutludur. Allah Teâlâ duâ edenin duasına icabet edeceğini te'mîn etmiştir. Özellikle zor durumda ve muhtaç olan kişi, gece ve gündüz O'na yalvaracak olursa. Nitekim şöyle buyurmaktadır : «Ey İman edenler, Allah'a peygamberine, indirdiği kitaba inanın. Kim Allah'ı meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüş tür.» (Nisa, 136). Burada Allah inananlara imanı emretmektedir. Bu, mevcudun elde edilmesi sadedinde değildir. Çünkü istenen îmana destek sağlıyan amellerde sebat edip devam etmek ve bu davranışı sürdürmektedir. Doğ ruyu en iyi Allah bilir. 43 İbn Kesîr tefsirinin Mısır baskısında ayrıca şu bilgiler veriliyor: Cumhûr'un kıraetine göre dosdoğru yol anlamına gelen sırat kelimesi sad iledir. Sırât'ı, sin ile “Sirat” ve ze ile “Zirat” okuyanlar da vardır. Ferrâ'nm dediğine göre, bu okuyuşlar Beni U'zer v e Beni Kelb kabilesinin lügatidir. (...) Allah'ın hidâyeti sayılmayacak kadar çeşitlidir. Nitekim Allah Teâlâ : «Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız.» buyuruyor. (İbrahim, 34). Ancak bunlar belirli sıralara inhisar etmektedir. Birincis i kişinin menfaatlerini görebileceği güçleri ifâde etmektedir. Aklî kuvvetler, bâ tınî hisler ve zahirî duygular gibi. İkincisi Hakk ile bâtılı, doğru ile eğriyi ayıran bozukluğun delillerini göstermektedir. Üçüncüsü Peygamberler göndermek ve kitaplar indirmekteki hidâyettir (...) ... Dördüncüsü mü'minlerin kalblerine sırların açıklanması ve va hiy, ilham ve rü'yay- ı sâdıka gibi hallerle bazı şeylerin kendilerine gösterilmesidir. Bu kışıma ancak nebiler ve velîler nail olabilirler. Hidâyet konusunda Reşid Rızâ şöyle diyor: I- «Allah Teâlâ insanlara dört türlü hidâyet lütfetmiştir ki bununla insanoğlu mutluluğa erişir. Tabiî vicdanın ve fıtrî ilhamın (iç güdünün) hidâyeti, yol göstericiliği ve rehberliği. İçgüdü insanın doğuştan sahip olduğu bir kabiliyettir. Çocuk doğduktan hemen sonra gıda alma isteğini duyduğu için, açlık hisse der ve bunu elde etmek için do ğuştan bir duyguyla bağırıp ağlar. Ağzına meme konduğu zaman onu yakalayıp emme içgüdüsüne sahiptir. II- Duyu ve hislerin hidâyeti. Bu biyolojik hayatta bilincin mü temmimi niteliğindedir. Her iki halde bütün canlılar insanlarla müş terektirler. Ancak insanlardaki bu duygu çok daha mükemmeldir. Zira hayvanların içgüdüsü ve duyuları doğduktan bir süre sonra gelişmeye başlar. İnsanda ise bunun zıddına uzun sürede tedricî olarak bu duygu lar olgunlaşır. Görmez misiniz doğumdan sonra çocukta ses ve eşyayı idrâk izleri göze çarpmaz. Bir süre sonra görür. Ancak yeterince görme duyusu gelişmediği için mesafeleri tâyin edemez. Uzağı yakın, yakını uzak gör ür ve uzaktaki bir şeyi elde etmek için elini uzatır. İsterse bu gökyüzündeki ay olsun. Çocuğun du yumları olgunluk merhalelerinde ilerledikçe gelişir. III- Akıl: Allah insanoğlunu toplum hayatı yaşamak için yaratmıştır. Ve insana bu toplumsal ha yat için gerekli duyulan içgüdü ve vicdan şeklinde sunmamıştır. Arıda ve karıncada olduğu gibi, toplum hayatı için insan içgüdüsü yeterli değildir. An ve karı ncaya herkesin topluluk içinde görevini yerine get irdiği, herkesin bir işi üslen diği ve böylece çeşitli v e türlü hayat imkânının bulunduğu toplum içerisinde yaşayabilmesi için içgüdü lütfetm iştir. İnsana gelince insan türünde böyle bir içgüdü mevcûd değildir. Bunun için Allah Teâlâ içgüdüden ve duygulardan çok daha büyü k bir hidâyet rehberi vermiş ki bu, a kıldır. Duyulann yanılgısını düzeltir , hislerin hatâsını tashih eder ve sebeplerini açıklar. Göz uzaktaki büyük bir şeyi küçük, suya uzatılan dü zgün çöpü eğri görür. Safralı kişi tatlıyı acı sanır. İşte bu gibi duyumların bozukluğundan doğan eksikli kleri telâfi edip ona rehberlik eden akıldır. IV- Din: Ne var ki idrâk bak ımından duyulann yanılması gibi akıl da yanılır. Ve insan kendi türünün, şahsının mutluluğu için duyularını ve aklını kullanmayı ihmâl eder. Bu vasıtaları sapıklık yollarında yürümek için kullanır, şehvetinin ve egoizminin esîri kılar ve kendini felâketlerin uçurumuna götürür. Duygu lar kaypaklık çıkmazlarına daldıkça, arzular aklı köleleştirdikçe o da çeşitli hîle yollan bulur. Bu duruma düşen kimse nasıl mutlu hayat sürebilir? Bu arzu ve isteklerin hiçbirisi hudûd tanımaz, kişi tek başına bunlara karşı duramaz. Çoğu kez başkalarının elindekileri almaya çalışır. Bu sebeple to plumdaki fert lerden bir kısmı diğerinin düşmanı haline g elir, menfaatleri çatışır. Çekişirler, savunurlar, mücâdele ederler, diretirler, saldırırlar ve nihayet birbirlerini yok Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/108 -111. 44 Mecma' üt-Tefâsîr. ederler, İşte bu gibi hallerde yukarda saydığımız üç hi dâyet rehberi de onlara kâfi gelmez. Bunun için insanlar arzularının karanlıklarına daldıkları ve hevesleri akıllarını mağlûb ettiği zam an, kendilerine yol gösterecek ve yanında durup geride bıraktıklarından ellerini çekmelerini sağlıyacak, işleri için hudûdlar çizecek bir hidâyete, reh bere muhtaçtırlar. Ayrıca insan tabiatında yereden gizli bir güç vardır. Bu güç, kâinatta sebebi bilin meyen her olaya hâkimdir. Bu güç, varlığın dayanağı olan, tüm mevcudu insana lütfeden güçtür. Bu sınırlı hayatın ötesinde onun bir hayat sahibi olduğunu gösterir. İnsan ilk üç rehberle kendisini yaratan ve kendisine bu hidâyetleri lütfeden yaratıcı gücü n sahibine karşı görevlerini tayîn edebilecek güçte midir?Hayır. O'nu tayin edecek rehber dindir, Allah onu insanoğluna lütfetmiştir. İşte Kur'an - ı Kerîm Allah'ın insanoğluna lütfettiği bu çeşitli hidâyet ve rehberlik türlerini muhtelif âyetlerde bi ze açıklamaktadır. 45 İlâhî Nimet: Nimete erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerinkine değil. Yukarıda zikrettiğimiz hâdîs - i şerifte belirtildiği gibi kul; «bizi dosdoğru yola hidâyet et» dediği zaman Allah Teâlâ : «Bu kulum içindir v e kulumun istediği kendinindir» buyurur. «Kendilerine nîmet verdik lerinin yoluna» kavli celîli; sırât - ı müstakimi tefsir etmektir ve ona bedeldir. Gramerciler böyle derler. Atf - ı beyân olması da caizdir. Şüphesiz ki en doğruyu Allah bilir. «Nimete erdirdiklerin» den maksad, Nisa sûresinde zikri geçenlerdir. «Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlihlerle birlik tedirler. Ne iyi arkadaştır onlar. Bu büyük lütuf Allah'tandır .» (Nisa, 69-70). Dahhâk, İbn Abbâs'tan naklen der ki, «nimete erdirdiklerin» ifâdesi ile kendilerini ibâdet ve tâatmla nîmetlendirilenlerin, peygamberlerin, sıddîklarm, şehitlerin ve sâlihlerin doğru yolu kastolunmaktadır. Bu, Rabbimiz Allah Teâlâ'nın şu kavlinin nâzîridir : «Kim de Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, işte onlar Allah'ın ni met verdikleri ile beraberdirler.» Ebu Ca'fer el- Râzî, Rebî' İbn Enes'den naklen der ki; «kendilerine nîmet verdiklerinin» yolundan murâd; peygamberlerdir. İbn Cüreyc ise İbn Abbâs'ın bunların mü'minler olduğunu söylediğini nakleder. Mücâhit de aynı şekilde söylemiştir. Vekî' ise bunların müslümanlar olduğunu söyler. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem bunların Hz. Peygamber ve beraber indekiler olduğunu söyler. İbn Abbâs'tan nakledilen yukardaki tefsir ise en şümûllüsüdür. Doğruyu Allah bilir. 46 Gazaba Uğrayanlar : «Gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerinkine değil.» «Bizi dosdoğru yola hidâyet et, kendilerine nîmet verdiklerinin yo luna.» Bunların vasfı ve nitelikleri yukarda geçmiştir. Bunlar hidâyet ve istikâmet ehlidirler. Allah'a ve Peygamberine itaat ederler, emirleri ni dinler, yasaklarını terk ederler. «Gazaba uğrayanların yollarına de ğil.» Onlar irâdelerini bozmuşlar, hakkı öğrendikten sonra ondan yüz çevirmişlerdir. «Sapıkların yoluna da değil.» Onlar bilgiyi yitirmişler, sapıklığa dalmışlardır. Hakkı asla bulamazlar. “Velâ’d-dâllin” kelimesinin başındaki lâm ile söze te'kîd verilmiştir. Böylece ortada iki bozuk yol bulunduğu gösterilmektedir; bunlar yahûdî ve hıristiyanların yoludur. Bazı gramer bilginleri buradaki “Ğayra” edatının istisna olduğunu iddia etmişlerdir. ... Bir kısmı da buradaki lâm'ın zâid olduğunu ve sözün takdirinin, «gazaba uğrayanların ve sapıkların dışında» şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta bir de Accâc'dan delil getirmişlerdir. Doğrusu ise bizim önce zikretmiş olduğumuzdur. Bunun için Ebu Übeyd Kasım îbn Sellâm «Kur'an'm faziletleri» adlı kitabında Ebu Muâviye'nin... Ömer İbn Hattâb'dan naklettiği bir hadîs - i şerîfî rivayet eder ki Hz. Ömer bu âyeti şu şekilde okumakta imiş : “Ğayri’l - mağdubi aleyhim vela’d -dâllin” Bu isnâd sahihtir. Nitekim Übeyy İbn Kâ'b'm da böyle okuduğu rivayet edilir. Bu okuyuşun her ikisinden de tefsir şeklinde sâdır olduğu bellidir. Bu da gösteriyor ki; bizim söylediğimiz gibi lâm olumsuzluğun te'kîdi için getirilmiştir. Ta ki kendilerine nimet verilenlerin üzerine atfedilme vehmi kalmasın ve iki yol arasında fark olduğu bilinsin de her ikisinden de uzaklaşılsın diye. İmân ehlinin yolu hakkı bilmeye ve hak ile âmel etmeye dâirdir. Yahudiler ameli kaybetmişler, hıristiyanlar da ilmi yitirmişlerdir. Bunun için yahûdîler gazaba uğramışlar, hiristiyanlar da sapıklığa düşmüşlerdir. Çünkü bir şeyi bilip terk eden ler gazaba müstahak olurlar. Halbuki onun durumu bilmeyenden fark lıdır. Hıristiyanlar ise birşeyi kasdetmiş olmakla beraber doğruyu bula - mamaktadırlar. Çünkü işi yerine yerleştirmemektedirler. Asıl mes'ele hakka ittibadır. Onlar bunu yitirmişlerdir. Yahûdî ve hıristiyanların hepsi de gazaba uğramışlar ve sapıklardır. Ancak yahûdîlerin en karakteristik vasfı gazaba uğramalarıdır. Hadîsler ve eserler böyle vârid olmuştur. Hammâd İbn Seleme Semmâk kanaliyle... Adiyy İbn Hâtim'den nakleder ki; O Rasûlullah (s.a.)'a gazaba uğrayanların kimler olduğu nu sord uğunda, onlar yahûdîlerdir dedi, sapıkların ise hıristiyanlar olduğunu buyurdu. 45 Reşîd Rızâ el -Menâr, I, 62-64. 46 Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an - ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/113 -114

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...