03 Şubat 2012

EZOTORİK--BATINİ DOKTRİNLER..ARŞİV



ARŞİV..
(Aşağıda listelenen yazılara harita veya zaman cetveli üzerinden ulaşabilirsiniz)
AhilikBuddhaHermesMozartPeterSümerler
Ahmet YeseviCeasarİsmaililikMuPlaton Şamanizm
AliCleopatraJesusMuhammedPythagorasTao
AnkaraConfuciusJohannaMosesRamaThales
AntakyaÇatalhöyükKrishnaNewtonSimeonTürk Kimliği
AntoniusDavidLeonardoNietzscheSinanUygurlar
AristotleEinstein MevlanaOsirisSocratesVarlık Felsefesi
AtatürkFatihMısırÖmer HayyamSolomon 17 Ağustos 
AtlantisHawkingMichelangeloPaulSüleyman

EZOTERİK - BATINİ-BİLGE PINARI ARŞİV-GÖNÜL PINARI ARŞİV


    BİLGE PINARI ARŞİV 
   GÖNÜL PINARI ARŞİV 


EZOTORİK--BATINİ DOKTRİNLER-FENER ARŞİV


EZOTORİK BATINİ DOKTRİNLER..
FENER ARŞİV

Ben Kimim ?.,Ne için varım?,Nerden geldim ?,Nereye gidiyorum?

VARLIK FELSEFESİ 

Felsefenin temel ilgi alanlarından birisi de, varoluşu, bizzat varlığı, araştırmaktır. Bir varlık gerçekten var mıdır. Eğer varsa, nasıl varolmuştur. Bu varlık Reel manada mıdır?; yoksa düşünsel boyutta mıdır?. İşte Felsefenin bu ilgi boyutundaki halinin açıklaması, ontolojiye dayanmaktadır. Ontolojinin temel amacı varolmanın anlamını araştırmaktır. Bu hususla ilgili olarak ontoloji, gerçeklerle açıklanamayan sorulara,cevaplar bulmaya çalışmaktadır. Reel (gerçek) ve ideal (düşüncel) varlık alanları, töz (cevher) ve öz ile oluş nedir gibi sorular ontolojinin (varlık öğretisinin) temel sorunlarıdır. Ontoloji bu haliyle, öğretim ve öğrenme konularına odaklanmıştır. Bu noktada birbirinden etkilenen disiplinler, nihai manada interdisipliner yaklaşımla, Eğitim Felsefesini, dünyaya getirmişlerdir. İlgili açıklama ve varsayımlar ilkçağlara kadar dayanmaktadır. Ancak ontolojinin bir felsefe dalı olması ve bu adı alması 17. yüzyılda Wolf’a dayanmaktadır. 18 ve 19 yüzyilda Kant ve Hegel’in bu alandaki çalışmalarını, 20. yüzyılda Hartmann izlemiştir. Ancak doğaldır ki varlık sorunu ilk günden bu yana felsefeyi meşgul etmiştir. Başlangıçta doğa filozoflarının ilgilendiği varlık sorunu,onların hemen ardından Atina idealistlerinin metafizik anlayışında temel sorun olmuştur. Varoluşu idealist bir anlayışla ele almak orta çağında karakteristiği olarak karşımıza çıkar. Şimdi bunları açıklamaya çalışalım:

İLKÇAĞ MADDECİLERİ

İlkçağ Maddecileri (Doğa Filozofları) Thales’ten Demokritos’a kadar uzanan ve coğrafya olarak Anadolu’da yaşayan düşünürlere verilen addır. Maddeci düşünürler; evrenin bir yaratıcısı olmadığı ve ezeli bir var oluş içinde olduğu düşüncesindedirler. Onlara göre “Hiçten bir şey olmaz.” Evrenin de bir ilk biçimi, ilk olanı, arkhé’si vardır. Her şey arkhénin dönüşümü sonucu bugünkü halini almıştır. O zaman, Arkhe’ye, nesnelerin, ilk hali diyebiliriz. Thales’e (625-545) göre ilkolan sudur. Her şey sudan gelir ve yine suya dönecektir. Dünya da sonsuz su (okeanos) içinde yüzer. Arkhe’nin ne olduğu konusunda çok farklı isimlendirmelere rastlanmaktadır. İlkolan kimi zaman toprak, hava, su veya ateş ya da bunların kombinasyonu şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bazı hallerde ise, sayı, apeiron (sınırsızlık-sonsuzluk) sperma (tohum) ya da atom olarak, belirmektedir. Batı Felsefesinin ilk filozofu. M.Ö. 6. Yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Thales'te, felsefe bakımından önem taşıyan husus, onun 'Neyin var olduğu', 'Neyin gerçek olduğu' ya da 'Neyin gerçekten var olduğu' sorusu üzerinde düşünmüş olmasından kaynaklanmaktadır.
O, doğada var olan nesnelerin tüketici yönden, bir listesini yapmayı amaçlamamış, fakat şeylerin varlığa gelmeleri ve daha sonra da yok olup gitmeleri olgusundan etkilenmiştir.

'Neyin var olduğu' sorusunu yanıtlamanın en önemli yolu, onun gözünde birlik ile çokluk ya da görünüş ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi doyurucu bir biçimde ifade edebilmekten geçmiştir. Gözle görünen bireysel varlıkların ve değişmelerin oluşturduğu kaosun, çokluğun gerisinde akılla anlaşılabilir, kalıcı ve sürekli bir gerçekliğin var olduğuna inanmıştır. Thales, çokluğun kendisinden türediği, çokluğun gerisindeki bu birliğin 'su' olduğunu öne sürmüştür. Kendisinden önceki felsefenin bir anlamda tarihini yazmış olan Yunan filozofu Aristoteles, Thales'i bu sonuca, herşeyin sıvı bir varlıktan beslendiği, sıcağın da sudan türeyip, suyla beslendiği, herşeyin tohumunun nemli bir yapıda olduğu gözleminin götürdüğünü belirtir. Yine, Thales'in Akdeniz'i aşarak, Mısır'a yapmış olduğu seyahatler, suyun insan yaşamı üzerindeki önemi ve değerini ona göstermiş olabilir. Thales'i arkhe’nin su olduğu sonucuna götüren nedenler ne olursa olsun, onu felsefe tarihinde ilk filozof olarak önemli kılan şey, verdiği yanıttan çok, sorduğu sorudur. Buna göre, o varlığın ya da dünyanın nihai ve en yüksek doğasının ne olduğu sorusunu sormuş olduğundan önemlidir.

İlk çağ maddecileri içinde öne çıkan düşünürlerin başında Efesli Herakleitos (540-480) gelir. İlk varlık olarak ateşi kabul eden Herakleitos; evreni karşıtlıkların zıtlığı ve birlikteliği ile açıklamaktadır. Tanrı da ihtiyarlık ile gençlik, gece ile gündüz gibi zıtlıkların arkasında bir olan noustur, akıldır. Ona göre evrende değişmeyen tek şey değişimdir. Bu nedenle de “ Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız. Çünkü hem ırmak değişmiştir; hem de biz.” . Kesin bir gerçeklikten söz edilemeyeceğini ve her şeyin insanın kavrayışına göre olduğunu söylemiştir. Her şey görecedir ve sezgiyle görülebilir. Evrendeki her şey hareket halindedir ve değişmektedir. Çeşitlilik vardır ve bu sonsuza kadar gitmektedir. Her şey kendi karşıtına dönüşmektedir ve ateşten oluşmuştur. Dünya tektir, onu ne bir tanrı, ne de bir insan yaratmıştır. O kendi yasasına göre tutuşan ve sönen sonsuz bir ateştir ve hep öyle kalacaktır.Ölümsüzlüğün ve canlı ateşin oyunundan bahsetmiş ve bu oyunda ateşin kendisi ile oynadığını söylemiştir. Bu yorumda gizli olarak, Tanrı hüviyetine oturtulan ateş, sadece kendisini muhatap almaktadır. Bu yüzden eğer oyun oynayacaksa; Tanrı kendisiyle ya da kendi kendiyle oynayacaktır. Ateş dönüşüm içindedir; buhar olur, su olur, toprak olur. İlginç bir kişilik olan Heraklitos Efesos'ta saltanat süren önemli bir ailenin çocuğu olmasına rağmen dağlarda yalnız yaşamayı seçmiştir. Kendisini arayarak, bulmaya çalışmıştır.

Maddeci görüşü son noktasına taşıyan da Teos’lu Demokritos’tur. (460-370) Ona göre evrenin temel yapı taşı bölünemeyen madde yani atomdur. Canlı-cansız, bitki-hayvan, insan-ruh her şeyin temelinde atom vardır. Atomlar yapısal olarak aynı oldukları halde hareket alanları, hareket hızları, ağırlıkları, dizilişleri farklılık göstermektedir. Bunun için dünyadaki maddeler, birbirlerinden, farklı biçimde oluşmaktadır. İnsan duyu organları ile ancak maddenin dış görünüşü hakkında bilgi sahibi olabilir. Ama maddenin temelini olusturan atomlar hakkında bilgi edinilemez. Bu nedenle de maddelere ait bilgilerimiz doğruluktan yoksundur ve karanlıktır.

Yine Miletoslu fizik ve doğa bilimcisi Anaksimandros (M.Ö 610-574) ise her şeyin kaynağını belirli bir maddeye bağlamayıp sonsuzluk ve sınırsızlıktan söz etmiştir. Belirli özellikleri olan bir varlığın hiçbir şeyin özü olamayacağını anlatmaya çalışmıştır. 'Sonsuz bir birlikten söz ediliyorsa çokluk niye var?'' ve ' neden durmadan yineleme var?' gibi sorulara cevap aramıştır. Sonsuzluk belirsizdir ve içinde karşıtlıkları barındırır. Her şeyin kendi karşıtına dönüşmeyeceğini, bir tek var olanla değişmenin açıklanamayacağını öne sürmüştür."Her şey her şeyden doğar" demiştir. Hareketin görünüş değil gerçek olduğunu kanıtlamıştır. Anaksagoras varlıkların belirleyicisinin madde olduğunu söylemiştir. Sonsuz sayıda maddeden söz etmektedir. Zamanın gerilerinde bir ilk hareketi kabul etmektedir. Hareketini kendinden alan zihin evrende egemen tek varlıktır. Zihinden önce kaos vardı, zihin onu keyfince düzenlemiştir. Anaksagoras'ın madde ile ilgili düşüncelerini Abdera'lı Demokritos benimsemiş Atomcular felsefe okulunu oluşturmuştur.

Bir başka Miletoslu filozof Anaksimenos (MÖ 550-480) Anaksimandros'un öğrencisidir ve her şeyin havadan geldiğini ve havaya döndüğünü, ruhun ise solunan hava olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre esas varlık, asal varlık havadır.Sokrates öncesi Anadolu'lu filozoflar evreni anlamaya çalışmış ve evrenin içinde kendi yerlerini sorgulamaya başlamışlardır. Evreni açıklarken kaynağını araştırmış ve belirli bir şeye bağlamışlardır.

Daha geç bir dönemden önemli bir filozof Sinop'lu Diogenes’tir (M.Ö 413-327). Diogenes bir düşünürün son derece ilkel bir yaşantı sürmesi gerektiğini savunuyordu. Ona göre en üstün iyi erdemdir. Felsefesinin özü sadelik ve doğadır. Özentiyi, müsrüflüğü kötülemelidir, ihtiyaçları en aza indirgemelidir. Bir fıçı içinde yaşayan Diogenes'e bir isteği olup olmadığını soran İskender onun çok meşhur olan şu sözlerine şaşırmıştır "Gölge etme başka ihsan istemem". Platon'un 'çılgın Sokrates' dediği Diogenes yalınayak dolaşır, tapınak kapılarında yatar ve gündüz elinde bir fenerle dolaşıp soranlara 'bir insan arıyorum', demiştir.

Tüm bu filozoflar Sokrates öncesi düşünce dünyasını yansıtırlar. Düşünce üretmekte kendilerine göre bir sistem oluştururlar. Antik dönemde doğa olaylarının kişileştirilip tanrılarla simgelenmesini ve efsanelerin yaygınlaşıp geliştirilmesini, onlara tapınılmasını, kısacası pagan tanrılarını kabul etmeyip bunlara bireysel çıkışlar olarak başkaldırmışlardır.

SOFİSTLER İLKÇAĞ SÜPHECİLERİ

“Bilen” anlamına gelen sofist sözcüğü ilkçağda genellikle gezgin ögretmenlik yaparak yaşamlarını çok farklı mekanlarda geçiren düşünürlere verilen bir addır. Sofistler genelde kuşkucu bir yaklaşım içindedirler. İnsan sorununa geniş yer verdikleri düşünceleri; görelilikten bilinemezcilige kadar uzanır.

Protagoras’a (482-411) göre “İnsan her seyin ölçüsüdür, varolanların varlıklarının da; varolmayanların varolmadıklarının da.” Buna göre her şey için tam karşıt iki tez ileri sürülebilir. Gorgias (483-375) biraz daha ileri giderek; genel olarak varlık hakkında bilginin olanaksızlığını ileri sürer. Ona göre hiçbir şeyin varlığı kesin değildir. Varlık olsaydı bile onu bilmek olanaksızdır. Bir şekilde varlığı bilseydik bile bunu başkalarına bildiremezdik.

İLKÇAĞ İDEALİSTLERİ

Atina’da felsefe diğer şehirlerden çok farklı bir yol izler. Sokrates’le başlayan, Platon’la devam eden ve Aristoteles’le noktalanan idealist yaklaşımlar yalnızca kendi dönemlerinde değil, çok sonraları da etkili olmuştur. Bu düşünürlerin kurdukları ruhçu ve idealist yaklaşım özellikle de iki büyük dinin resmi görüşlerinin temelini oluşturmuştur. Hıristiyanların yanı sıra İslam dünyası da bu düşünürlere büyük önem vermiştir. Platonu EFLATUN olarak tanıyan İslam dünyası, Aristo için de BAŞÖĞRETMEN sıfatını kullanmıştır. Varlık hakkındaki düşünceleri idealist olan üçlünün bilginin kaynağı konusundaki yaklaşımları da akılcıdır. Akılcı öğreti bilginin kaynağının öznel ve aldatıcı olan duyu verileri olamayacağı görüşündedir. Akılcı öğreti herkes için geçerli olan gerçek bilgilere ancak akıl yolu ile ulaşabileceğimiz savındadır. Ancak kendi aralarında da iki farklı yaklaşım sergilerler. Birinci görüş (Sokrates ve Platon) bilgilerin doğuştan insan aklında hazır olduğunu; ikinci görüş (Aristoteles) ise doğuştan bilgilerin değil, bilgiyi elde etmede kullanılan akıl ilkelerinin doğuştan var olduğunu ileri sürer.

SOCRATES (Atina; 469-399) Socrates’e göre insanlara yeni bir sey öğretmek mümkün olmamaktadır. Böyle bir işe kalkışmak da saygın bir davranış değildir. Çünkü bilgiler insan aklında doğuştan vardır. Daha sonra bu bilgiden etkilenen, psikologlar çevresel öğrenme kuramlarını inşa etmişlerdir. Özellikle öğrenmenin alışkanlık (habitual) olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre latent (gizil) öğrenme bağları zaten organizmada doğuşta vardır. Tek yapılabilecek şey, tekrar, egzersiz yoluyla bu bağları açığa çıkararak kalıcı hale getirmektir. Bu kuramcılara göre, öğrenmede alışkanlık ve tekrar esastır.Yapılması gereken şey bilgileri ruhun derinliklerinden gün ışığına çıkartmaktır. Bunun yolu da karşılıklı konuşmadır diyalogdur. Uygun sorularla doğurtulamayacak bilgi yoktur. Sokrates diyalog konusunda kendine özgü ince-alaylı bir konuşma sanatı olan ironiyi geliştirmistir. “ Bir tek şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğim.” diyerek yola çıkar. Bilgiyi arama serüveninde; konunun uzmanlarıyla, uzmanlık alanlarına giren konular üzerinde söyleşir. Bir yandan bilgiyi ararken diger yandan da bilgiye sahip olduklarını sananlarla ince ince dalga geçer, alay eder. Bu tavrının bedelini “Atina’nın Tanrılarına inanmamak ve gençleri baştan çıkarmak”la suçlandığı mahkemeden aldığı ölüm cezası ile ödemiştir. Mahkemede yaptıkları nedeniyle ceza değil ödül alması gerektiğini ileri sürmüştür. Mahkemenin verdiği ölüm cezasının da aslında ceza değil ödül olduğunu, çünkü ölümün sonsuz bir uyku veya bir başka dünyaya göç olduğunu; her iki durumda da ceza olamayacağını anlatmıştır.

Korkunun bilgisizlikten kaynaklandığını, sonuçlarını bildiğimiz durumlardan korkulmayacağını söyler. Ölüm cezasının infazını cellâtlara bırakmaz, kendisi uygular ve ögrencilerinin önünde ölür. Bu tavrı kuram-eylem bağlamı açısından tutarlı ancak trajik bir örnektir. Kendisini izleyen düşünürler üzerinde özellikle de ethik (ahlak felsefesi) yönünden oldukça etkili olmuştur. Ancak izleyenleri onun haz teorisini (Hedonizm) farklı biçimlerde yorumlayarak farklı dünya görüşlerine ulaşmışlardır. Sokrates’i en iyi anlayan ve en dogru yorumlayan, giderek de görüşlerini sistemli bir biçime sokan Platon’dur.

PLATON (427-347 Atina) Sokrates’in diyaloglarını yazıya geçirmiştir. O öldükten sonra da yapıtlarında Sokrates’i konuşturmaya devam etmiştir. Platon düşüncelerini Akademia adını verdiği okulunda geliştirmiştir. Sokrates’te dağınık olan idealist anlayışları sistemli bir dünya görüşü haline getirmiştir. Platon’a göre iki ayrı dünya bulunmaktadır. Bunlardan birincisi “idea”larin evrenidir. İdea’lar düşünsel varlıklardır, nesnellik taşımazlar. Ancak gerçektirler. Her İdea’dan bir tane vardır. Hem tek hem de gerçek olan idea’ların bilgisi de tek ve gerçektir. Ancak idea’ları duyu organlarıyla kavramak olanaksızdır. Onlari bilgisine ancak akıl yolu ile ulaşabiliriz. Platon bu bilgilere “episteme”, “sophia” (gerçek bilgi) adını verir.Bu bilginin pesine düşen insan da gerçek bilginin dostu olan filo-sophia yani filzoftur.Gerçek bilgiyi sağlayan disiplinde felsefedir. İkinci evren ise şu an içinde yaşadığımız “fenomen”ler evrenidir. Fenomenler idea’ların gölgeleridir. Fenomenler evreni nesneldir. Ancak gerçeklikten yoksundur. O bir yanılsamadır (İllizyondur). Sanal bir evrendir. İdea’ların fenomenler evreninde birden çok gölgesi yani yansımaları vardır. Gölgelerin hiç biri tam olarak idea’ları yansıtamazlar. Bir fenomen (gölge) idea’sına ne kadar benzerse o kadar o “şey” olur. Varlık dışı nitelik kazanır.Fenomenler duyu organları ile kavranırlar. Biz onlar hakkında bu yolla bilgi sahibi olabiliriz. Ancak bu bilgiler fenomenler evreni gibi “tek”likten ve “gerçek”likten yoksundurlar. Doxa (sani bilgisi) adını verdigi bu bilgilerin peşinde koşan ve ideaların farkında olmayan kişilere sani dostu anlamına gelen filo-dox adını kullanmıştır. Platona göre insan ruh olarak idea’lar evreninde yaşar. Bu nedenle de idea’lar bilgilere ruh olarak sahiptir. Ancak insan zaman zaman bir beden içinde fenomenler evrenine ulaşabilmektedir. Fenomenler dünyasında yaşarken idea’ları unutur. Fenomenlerin aldatıcı bilgileri peşine düşer. Filodox olur. İçlerinden bazıları ise idea’ların bilgisini akılları aracılığı ile anımsarlar ve gerçek bilgilerin peşine giderler. Filozof olurlar. O zaman kısaca, belirtmek gerekirse gerçek bilgiye sadece filozoflar ulaşabilmektedirler.

ARISTOTELES (384-322 Atina) Ögretmeni Platon’un düsüncelerine katılmadığı için, yetiştiği okula yani Akademia’ya yönetici olmayı kabul etmeyip, kendi okulunu, Lyceum’u (lise) açmıştır.

Pek çok kitabının yanı sıra ; doğru düşünmenin yollarını açıkladığı Organon (Alet) adlı kitabı ile de kendi adıyla anılan Klasik Mantık’ın kurucusu olmuştur. Felsefe alanında olduğu kadar bilimsel çalışmalarıyla da önemli olan Aristoteles, ontolojik anlayışını Fizik kitabının ardından yazdığı ve adını Fizikten Sonra olarak koyduğu Metafizik kitabında ortaya koymuştur. O günden bu yana da metafizik kavramı doğaüstü anlamında kullanılmaktadır. Ona göre iki ayrı evren yoktur. Tek evren vardır. Nesnel olanla gerçek olan ayrı şeyler değildir. Ancak var oluş, iki farklı özün değişik oranlarda birleşmesiyle gerçekleşmektedir. Var oluş form (salt biçim) ile hyle’in (salt madde) birleşmesidir. Saf madde biçim almaksızın var olamaz. O ancak bir olanaktır, var değildir. Var olabilmesi için mutlaka form alması gerekir. Varlığın en basit biçimi cansız maddedir. Form Hyle’ye şekil, renk, koku gibi temel, basit özellikler vererek onu oluşturur. Varlığın ikinci aşaması bitkilerdir. Bitkiler kendinden önceki varlık tabakasının – cansız maddelerin- tüm özelliklerini taşımanın yanı sıra, özümseme yapma ve benzerini yaratarak çoğalma gibi özelliklere sahiptirler. Bitkiler daha fazla form alarak bu fazla özelliklere sahip olmuşlardır. Varlık tabakalarının üçüncüsü hayvanlardır. Hayvanlar bitkilerden daha fazla form sahibi olduklari için onlardan daha mükemmeldirler ve onlarda bulunmayan duyumsama ve yer degiştirme özellikleri vardır. Hayvanlar üstünde yer alan son varlık tabakası, insanlardır. İnsan akıl sahibi olma özelliği ile diğer varlıklardan ayrılır. İnsan aklı doğuştan sahip olduğu akıl ilkeleri ile algı sürecinden edindiği malzemeleri işleyerek, sahip olduğu, edindiği,duyum süreçlerini bilgi haline getirir. Bu işlemi yaparken de mantık kuralları ile davrandığı oranda doğru bilgilere ulaşabilir. Ancak Aristoteles tüm insanların bu yeteneklere sahip olmadığını söyler. Çünkü insanlar da tıpkı kendinden önceki tabakalar gibi kendi içinde farklı tabakalara sahiptir. İnsanların en alt basamağını kadınlar oluştururlar ve onlar aklın ilkelerine sahip değildirler. Onların üstünde yer alan köylü ve köle erkekler de tıpkı kadınlar gibi akıl ilkelerinden yoksun olarak dünyaya gelirler. Bu nedenle onlar da kadınlar gibi doğru düşünme yeteneğinden yoksundurlar. Varlık tabakalarının dışında form tek başına bulunmaktadır. Bu hal en yetkin haldir. Salt biçim Tanrıdır.Öte yandan İslam Felsefesi, gerçeğin sadece Tanrı katında olduğunu belirterek, ilk çağ maddeci Filozofları ile benzeşmektedir. Gerçek bilgilere sadece Tanrı isterse ulaşılabilmektedir. Bu hususa ilişki Südur yani boşluğa doğmayı ileri sürmektedirler. Bu konuda İslam düşünürleri İnsanın Tanrısal niteliklere sahip olduğunu belirtebilmektedirler. Bir grup ise bu hoşgörülü yaklaşımdan sıyrılmıştır. İşte Hallacı Mansur, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli ve Mevlanayı söz konusu, sevgi ve hoşgörü ortamında bulmaktayız. Bunun dışında kalanlar, kesinkes Tanrının, insanı yarattığını va arada hiç bir zaman kapanmayacak farklılık bulunduğunu söylemektedirler.

Daha da ileri giderek, bütün Panteistleri dinsizlikle suçlamaktadırlar. Özetle İslamda, varlık sahibi de, hikmet sahibi de Tanrıdır.

Prof. Dr. İsmail Özçelik
12.03.2007
Sayın Sıtkı Aytaç'a gönülden teşekkürlerimizle,

EZOTERİZM, FARKINDALIK ve KENDİNİ BİLMEK

Ezoterizm’in önce kelime anlamı ile, edebi bir tarifinin yapılması gerekir. Sözlük anlamı olarak ezoterizm yalnızca belli sayıda müride açıklanan, halkın düzeyine inmeyen ya da inmemesi gereken doktrine denir. Görünümde olan, kütlesi bulunan canlı cansız tüm varlıklar kendi derinliklerindeki içsel yapılarında öyle olmuş olmalarının ya da varoluşlarının ontolojik nedenlerini ve niçinlerini içlerinde saklarlar. Dünyevi yaşam modelinin tek düzeliği, yani yüzeyselliği, aldatıcılığı, bir hayalden ibaret olduğu sonunda anlaşılan sanal gerçekliği asırlar boyu, az sayıda da olsa, bazı insanların ilgisini çekmiştir. Bu dünyada kısa bir süre için de olsa, var olduklarını bir fırsat bilen, uyanma ve farkına varma bilinci, dolayısıyla da gereksinimi içinde olan bu insanlar, içsel sırlara ermeyi kendileri için vazgeçilmez bir amaç olarak seçmişlerdir. İşte bu sırlara ezoterizm denir. Yapılan tüm çabalar sonucunda ortaya çıkan yorum veya daha doğru bir deyişle idraklere, ezoterik bilgiler, bu yoldaki çalışmalara ezoterik eğitim-öğretim, bunu yapan, uygulayan kişilere de inisiye denir. Başka bir deyişle ezoterizm sembolik olarak saklı bir gerçeği, gizli manayı meydana çıkarmaktır yani kutsal olana derin bir bakıştır.
 İnisiyasyonun dilimizdeki karşılığı ikrar’dır. İkrar, dışarıdaki yabancı, bigane kişinin mahrem kişiye dönüşmesi, içeri alınması olup bireyde, varlığın bir alt kademesinden bir üst kademesine geçişi, ruhsal olarak gerçekleştirmeye yönelen süreçtir. Burada söz konusu olan, bir takım sembolik fiiller, edimler, manevi ve fizik deneyimler aracılığıyla, yeni bir hayata doğmak üzere öldüğü hissini aşılamaktır. İkrar'ın Batı dillerindeki karşılığı olan `initiation', Latince'deki `initium' sözcüğünden gelir. `İnitium' başlangıç, giriş demektir. Mahrem, ikrarlı karşılığı olan `initie' (inisiye) de `yola koyulmuş adam' anlamına gelir. ikrarlı kişi mutasavvıf'tan (mistik'ten) burada ayrılır. Mutasavvıf, çoğu zaman bir münzevidir, bir `intizamsızdır'. Ancak mutasavvıf şanslı bir hakikat yolcusudur. O nota bilmeden en güzel besteleri yapabilen bir doğaçlamacı gibidir. Oysa, ezoterik öğretilerde kişi ancak ikrara dayanan (initiatik) bir örgüt tarafından mahrem kılınabilir. R. Guenon'a göre, “Öğrenilip aşılanabilecek tek şey bu hallerin kazanılmasına hazırlayıcı metodlardır”. Aristoteles, Eleusis Gizemleri'nden sözederken, “öğrenmek yerine duymak” diyordu. Demek ki, ikrar yolu ile kişi kendi kendini kesin şekilde `gerçekleştirmekte', saklı olanaklarını kuvveden fiile çıkarmaktadır. Gene müritlere göre ikrar hali, bir defa kazanılınca artık kaybedilmeyen daimi bir hâldir. Burada unutulmaması gereken, bu “hal” in bir amaç değil bir yalnızca öyle oluş olduğudur. Ezoterik bilgilerin inisiyeye verilmesinde genellikle bir mürşide gereksinim vardır. Ancak, mürşit inisiyeye bu bilgileri o gerçekten aradığı zaman ve gerektiği miktarda vermelidir. Yani ezoterik öğretide yeni aşamalar sağlayacak bilgi susuzluğu ancak giderilecek kadar karşılanmalı böylece adayın arayış istenci hep canlı tutulmalıdır.
 Bilim ve bilinç bir birikimdir ve yavaş yavaş oluşur. O nedenle ezoterik öğreti insanları aşama aşama hakikate ulaştırmayı öngörür. Bu aşamaların esası sırlardır. Bu sırlar gizlidir ve verilmez ancak yaşanır, ya da oluşturulur. Nedeni ise bu sırların derin ezoterik anlamları arayış içinde incelenirken, inceleyenin de kendi bilinmeyen derinliklerine inmesinin gereğidir. Her objenin aynı zamanda bir simge potansiyeli ile yüklü olduğu ezoterik çalışma yönteminde aşama aşama hassaslaşan bir merhaleler zinciri izlenir. Yavaş yavaş oluşan bu birikimlerin somut ve görece doğalarından en soyut ve hassaslaşan temellerine indikçe sır ancak yaşanır ya da oluşturulur. Aksi takdirde, sır verildiği anda dogma doğar. Çünkü o verenin sırrıdır ve böylece içtenselleştirmediğinden dolayı alanın da dogması olur. Zaten bu nedenle ezoterizm bu içsel sırları onları idrake uygun olmayanlardan saklamak için görünüm değişimini veya başka bir deyişle imgelerdeki anlam yelpazesini kendisine temel unsur seçmiştir. Sembolizm böylece ezoterik öğretiye girmiştir. Jung’a göre, semboller psişik yapının kollektif imgeler deposu işlevini üslenirler ve bilinçdışı enerjiyi aktarmakta kullanılırlar. Simgeler, iletişim araçlarıdır; temsil ettikleri imgenin doğrudan özü olarak algılanmamalıdırlar. Bunların yanında menkıbe, alegori ve lejantlardan da sıkça yararlanılır. Böylece, kişi sembollerle düşünmeyi ve gizem çözmeyi öğrendikçe, genişleyen ve güçlenen zihninin artan bilinç kapasitesi ona zaman içinde aynı sembol ya da lejant’dan daha derin sonuçlar ve idraklar çıkarabilmesini sağlayacaktır. Görüldüğü gibi ezoterizm bu sayede sakladığı sır ve gizemleri, sözcüklerin sınırlı anlamları ile gerektiği şekilde nakledilememe tehlikesini de önlemektedir.
 Burada öğrenilmesi gereken ilk şey her türlü sembolle rahat çalışabilmektir. Kullanılacak sembollerin ezoterik ve okült (gizli) ilintileri vardır. Bunların haricinde kişinin aklına herhangi bir şey gelmemesi gerekir. Bunları kullandığı herhangi bir aletle farksız görmelidir. Aynı, ameliyat yapan bir cerrahın her türlü aleti ayrım yapmadan kullandığı gibi. Cerrah, eğer eline aldığı her aleti kafasında oluşturduğu çağrışımlarla bağdaştırmaya kalkışsa hasta açısından vahim bir durum ortaya çıkar. Aynı objektiflik ve tarafsızlık Hermetik öğrenci için de geçerlidir. Herhangi bir sembolü kullanırken, o sembole yüklenmiş duygusal içeriği değil, sembolün okült içeriğine erişilmelidir. Duygusallık, hakiki olana doğru yapılan arayışlarda ayak bağı olacak ve taraf olmaya meyleden sapmalara yol açacak engebeler ve engeller olarak düşünülmelidir. Duygusal yüklemeler bazı sembollerin bize çekici ve bazılarının itici gelmesine yol açmıştır. Duygusal yüklemeye tabii semboller arasından gamalı haç, haç, altı köşeli yıldız, beş köşeli yıldız, hilal vs. vardır. Ama aslında bütün bunlar ve nice başka sembol, okülttür. Her biri belirli ezoterik yasaları betimler ve kişi tarafından gereğinde kullanılır. Ezoterizm batıni ve kadimdir, kökleri tarih öncesine, ırkların, ulusların ve dinlerin daha henüz ayrışmadığı bir devire iner. Ezoterik çalışmaların içeriği sosyo-politik, ekonomik, veya hukuki değerlere ancak dolaylı yolla deyinir, ferdi ve grup açısından ise gelişmeye yönelik olup okült bilimlere dayanır. Dinlerin harici, zahiri yönleri değil, sadece evrensel gerçeklere dayanan ezoterik, batıni yönleri ilgi alanına girer.
 Görece düzenin tüm şekil, obje ve hatta fenomenleri esas olarak en temel fiziki varlık ve enerji alanı olan kuantum alanının birer görünümü olarak ortaya çıkmış olduklarından her biri birer sembol değerinde düşünülmelidirler. Taşıdıkları anlam yelpazesi henüz ifade dahi bulmamış, oluşmamış bir enerji kaynağı durumundan, tarif bulmuş, en kaba biçimi ile ortaya çıkmış veya başka bir deyişle ifade bulmuş oluşumlar, varlıklar, objeler ve fenomenler olarak görünüm kazanırlar. Biz bu iki düzenden, saf enerji alanı halinde olan ve hiç kaybolmayan, hep var olan, vasıf ve sıfat dışı olan birincisine MUTLAK, sürekli değişen, doğan ve yok olan, sıfat ve vasıf taşıyan şekil, varlık ve fenomen alemine ise GÖRECELİ düzen demekteyiz. Bunların ikisi arasında gerçekte hiç bir fark olmamakla beraber, birbirlerinden bütünüyle ayrı boyutlarda olduklarına dikkat edilmelidir. Birincisi durgunluk ve saflığı benimsemiş, zaman ve mekan üstü olduğundan sonsuzluk boyutunu seçmiş ve ancak Evrensel Yasanın çok karmaşık Karmik yapısı ile hareketlilik ve işlev kazanan düzendir. İkincisi ise, zaman-mekan sarkacından ayrılması olası olmayan ve bu nedenle neden-sonuç ilişkisi temelli bir oluşum yapısı, bir Karmik düzen taşıyan, doğum-ölüm döngüsünün şaşmaz kuralları içinde, fenomensel ve sürekli değişken bir göreceli dünyevi akış. Bu iki düzen sürekli olarak boşlukta birbirlerine dönüşürler. İşte bu nedenle temel kimliğimiz, doğum ve ölüm, zihin veya vücut değildir. Fakat daha temel olan evrensel ve sonsuz olan kozmik bilinçliliktir. Kendini bilme veya bilinçlenme fiziksel beyinde merkezlenmiş zihnin bilinçlenmesinin bir fonksiyonu değildir. Tam tersine, sonsuz bilinç, bizim gerçek benliğimizi, zihni ve kozmoz’u aynı şekilde yaratmıştır. Kozmik bilinç zaman ötesidir ve ölümden etkilenmez. M.Ö. 540 – 480 yılları arasında yaşamış Herakleitos sanki “ Ölümlüler ölümsüzdür, ölümsüzler ölümlü. Birbirlerinin ölümlerini yaşarlar, yaşamlarını ölürler “ derken bunu kastetmektedir. Yunus Emre de aynı şeyi aşağıdaki dizeleriyle anlatmaktadır:Ten fanidir can ölmez
Gidenler geri gelmez
Ölür ise ten ölür
Canlar ölesi değil  
Ezoterik eğitimin temeli öncelikle kendimizi bilmeyi öğrenme yoluna girip, daha sonra buna bağlı olarak hakikati arama yolunda kısmetimiz kadar ilerleyebilmektir. İşte, bunun için öncelikle inisiyasyon gerekir. Ezoterik örgütlerde inisiyasyon; insanın kendi özgünlüğünün bilincine varması sürecidir. Bu da, temel kültür kavramlarının yorum ve kıyas yoluyla, enine boyuna irdelenmesini gerektirir. Bu nedenle, kültür kavramlarının özümsenmesi doğrudan bilinçlenme, inisiyasyon sürecinin kendisini oluşturur. Simgeler ise, kavramların billurlaşmış hali, somutlanmasıdır. Somut olarak yaşananların soyutlanması kavramları, soyut kavramların yeniden somutlanması da simgeleri oluşturur. Fakat, inisiyasyon çabası içindeki her birey için, somut simgeler o bireyin kendi soyut yorumunu yaratacak, soyut yorum da, bireyin yaşamında somutlaşacaktır. Doğaldır ki bunu yapabilmek için binlerce yıllık geçmişin hesabını da yapabilmek gerekir.  İnsanı anlayan evreni kavrar çünkü gerçek bilgi içimizde mevcuttur, bu nedenle kendini bilmek bütün bilimlerin temelidir ve doğru bilgi doğru eylemi gerçekleştirir. Yunus Emre'nin dediği gibiİlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır
 Kendini bilmek kolay olmayıp çok zahmetli bir sınavdır. Fakat bir sınavın üstesinden gelmenin tek yolu, ne kadar zor olursa olsun onunla yüzyüze gelebilmektir. Bu kaçınılmazdır. Aslında insanların ta en derinlerindeki öz nedeniyle hakikati bilmelerine karşın bu, çıkar, maddecilik, güvensizlik ve korku denen kalın ve baharatlı bir kabuğun altında gömülü kalmıştır. Çünkü varoluşlarının tüm dakikalarını yüzeysel, yapay, geçici, hoş lezzetli, hoş görünüşlü tasarılar yapmakla geçirip, yaşamlarının pek az zamanını sonsuz varlıklarını geliştirecek eylemlere ayırırlar. Halbuki evren hala tasarlanmakta olan bir projedir ve maalesef insanlar birer varlık olduklarını anlayamayacak kadar meşgul görünmektedirler. Bu nedenle de hakikati yaşamak yerine, koşulların ve durumların evrensel yasayı, konfor, maddecilik ve güvensizlik altına gömmelerine izin verirler. Hakikati yaşayamayan çoğu kişi belirli ritüellere uydukları takdirde gelecek cennetimsi bir durumda keyiflerini süreceklerini inandıkları sonsuz bir mutluluk düşüncesine sığınırlar. Fakat evrende bizim tarafımızdan gözlemlenebilir her şey geçici olduğundan ve ne ebedi var olmaya ne de yok olmaya değil de yalnızca sonsuz bir dönüşüme tabi olduklarından kolayca gözlemlenemeyenin de aynı evrensel sabit değişim yasasına uyacağını öngörmek akıllıca olur. Doğaldır ki hakikati yaşamak çok güç bir iş olup yüksek bir düşünme gücü ve bilinç gerektirir. Buna karşın bir çok kişi düşündüğünü sanır. Halbuki tek yaptıkları önyargılarını yeniden düzenlemektir. İşte bundan dolayı son aşama olan kendini bilmeyi öğrenmek zordur.
 Unutulmamalıdır ki zorluklarla mücadeleye girişmiş bir akılda daima güzel şeyler bulunur. Onun için mücadele ederek kamil insan olma yolunda bilgi ve dolayısıyla bilinç seviyemizi yükseltmemiz gerekir, böylece dış görünüşler süpürülüp kökendeki araştırılabilir. İnsanlar tüm korkulardan özgür olmalıdır. Tutkularını bırakabilmelidir, çünkü tutku demirin üzerindeki pas gibidir, onun parlaklığını, gerçek yüzünü örter. Gerçek ruhsallık, güdülmeyen Ben yani mantık ve sevgi uyumudur. Hakikatin yolu yoktur ve hakikat sınırsız ve koşulsuz olduğu için organize edilemez. Hakikat her yaprağın altında, her gülüşte, her gözyaşında, kişinin sözcüklerinde, duygularında, düşüncelerindedir, çünkü yaşamın kendisi koşulsuz hakikattir. Dolayısıyla, hakikat her birimizin içindedir, onu ancak yalnız başına, onu gizleyen örtüyü kaldırarak kendimiz keşfederiz. Örtüyü kaldırmak ise sahte olanı keşfetmektir. Sahte olan tanındığı anda ortadan kalkar ve hakikat ortaya çıkar. Koşullandırılmış beyinler, teoriler, rahatlatıcı tezler, cehaletimizi ve bencilliğimizi görmemizde bize yardımcı olamaz. Kendimize berrak gözle bakabildiğimizde gerisi gelecektir. Bunun ilk adımı,  zihnin farkına varılmasıyla atılır. Daha sonra başarmasız başarmayı amaçlayan zihin denetim teknikleri kullanarak zihnin kendi içine döndürülmesi ve varlığımızın en iç girintilerinin araştırılmasıyla ne sizin ne benim ne de başkasının olan zihin boşaltılabilmelidir. Bir ayna nasıl her an önüne gelecek olan bir objeyi görüntülemeye hazır ise boş zihinde her şeyi aksettirecektir. Tıpkı obje aynanın önünden çekildiğinde aynada iz kalmadığı gibi boş zihinde her bir şey, iş bittiğinde bir iz bırakmadan kaybolacaktır, zihin olaylardan etkilenmediğinden tarafsızlığını koruyacaktır. Böylece tüm görecelikler var olmayan olarak görülerek geriye algılanacak bir şey kalmaz. Algılanacak bir şey olmaması, tüm değişik görünüşleri gözlemlemek fakat onlardan etkilenmemek yani şeklin ötesine geçebilmek, manayı yakalayabilmektir. Bu sayede aydınlanmayı başarıp hakikate erişebiliriz. Kişiyi olgunlaştıran yalnızca hakikatin algılanmasıdır. Bunun için de kişi ona bölünmemiş dikkatini vermek zorundadır ve bu bölünmemiş dikkat ancak hiç bir seçim, dolayısıyla dikkatin dağılması fikri olmadığı zaman ortaya çıkar.
 Zihni boşaltabilmenin en önemli ögelerinden biri de an’da yaşayabilmektir. An’da yaşanıldığında ve an’a tüm dikkatimiz verildiğinde belleğimiz kayıt yapmaz. İnsan duygusal belleğinde kayıtlı anıları tekrar tekrar hatırlayarak acı çeker. Bu nedenle de geçmişte yaşar. Geçmiş ya da gelecekte yaşayan kişi de an’a tüm dikkatini veremez. An’ın kendisini “şimdi ve burada” yaşayamaz. Farkındalığın olduğu yerde tepki olmaz ve farkındalık ışığını an’a yöneltmeyen kişi, bir an sonra geçmiş olacak anların karanlığında kalmaya kendini mahkum eder. İşte bu da, karanlık, cehalet, bencillik ve bağımlılığı doğurur. An’da tüm farkındalığımızla dolu dolu yaşadığımızda hiç bir eksiklik kalmayacağı için, bir an sonra “geçmiş” olacak olan bu an, eksikliği tamamlamak için bizi kendisine doğru çekmez, ve biz yeni bir an’ı deneyimlemek üzere tümüyle özgür oluruz. Her şey doğası gereği tamamlanmak, bütünleşmek, bir olmak ister. Tüm dikkatimizi veremediğimiz için tamamlanmayan an da daha sonra tamamlanmak umuduyla bellekte “kaset” olarak kayda geçer. Sonunda bu kasetler öylesine çoğalır ki zamanla insanın tüm yaşamı, kasetlerle yönetilir hale gelir ve kişi adeta robotlaşır. Robotlaşan kişinin de hakikate varması olası değildir. Anılar ve hayaller kesildiği zaman geçmiş ve gelecek te varolamaz. Şimdiki zaman her ikisinden de daha katı bir şekilde var olmayı sürdürür, fakat geçmiş ve gelecek zamanla ilişkili olarak düşünülmediğinden o artık şimdiki zaman olarak adlandırılamaz. Aydınlanmış kişinin zihni zamansal ilişkilerden bağımsızdır.
 Robotlaşmanın getirdiği cahilliğin doğurduğu üç zehir; yanlış arzular, öfke ya da tutku ve bireyin kendi gerçek doğasını bilmemesidir. Bu zehirlerden bütün düşüncelerimizi ve bizi “Samsara” nın yeniden doğum çemberine bağlayan hareketler doğar. Halbuki an’da yaşayan, tüm bağımlılıklarından kurtulmuş kişi Nirvana ve Samsara’nın bir olduğunu bilir. Bu, her ikisinin de aynı olduğu demek değildir. Burada, her şeyin gerçek veya ayrılmamış şeklini ve geçici, ayrılmış şeklini ikisi arasında bir ayrım yapmadan algılama kastedilmektedir. Yokluğa tutunup gündelik hayatı boşverenler de en az nesnelere nesne gözüyle bakıp temeldeki birliği algılayamayanlar kadar hatalıdırlar. İlerleyiş yoluna yeni başlayanlar, nesneleri nesne olarak algılayanlar mümkün olduğunca temeldeki birlik fikrine takılmalı ve böylelikle kendilerini daha sonra gelecek olan sezgisel anlayışa hazırlamalıdır. Deniz dalgalarının hareketi ve yer değiştirmesi üzerine düşünmek yararlı bir simgesel yaklaşımdır. Dalgalar ve deniz temel madde olarak aynıdır. Ancak verili bir zamanda ele alındığında dalga bireysel etkinliğini o an dışında koruyamaz. Çünkü onu kapsayan su hiç bir an bir diğer anın tamıtamıyla aynı değildir. O yüzden uzaktan bize ulaşana kadar sahip olduğu her damla, ilk görüldüğü andaki damlalarından tamamıyla farklı olacaktır. Öte yandan deniz suyu deniz suyudur ve dalga da bütünüyle deniz suyundan ibarettir. Yani her dalga aynı zamanda boşluktur. Sırf düzensiz şekilde değişen ve okyanusun içindeki diğer tüm dalgalarla aynı kaynaktan oluşan bir görünüştür. Ancak, bir tekneyi alabora edebilir ve bu yüzden sıradan insanların bakış açısı ile tam bir gerçektir ve bu anlamda geçici bir bireysellik sahibidir. Temeldeki boşluğu korumasına karşın boşluk değildir. Çünkü, doğal olarak Boşluktan görece oluşların geçici oluş karakteristiğine geçildiğinde karma olması en doğal beklentidir. Görüldüğü gibi bu metaforda, Deniz Suyu “MUTLAK”, Dalga onun “GÖRECELİ” görünümü olarak başarılı olarak anlatılmak istenmiş ve özellikle göreceli olanda “geçicilik” çarpıcı bir biçimde belirtilmiştir.
 Her şey zıddıyla kaimdir, böylece varlık ve yokluk birbirlerini üretir, zor ve kolay birbirini tamamlar, uzun ve kısa birbirini biçimlendirir, ön ve arka birbirini izler, yüksek ve alçak zıtlığı doğurur ve zıtları, ancak hakikatin özüne varanlar birleştirebilirler. Çünkü, hakikat hep aynı hakikattir. Değişen yalnızca, duyan, gören, bilen ve idrak edenlerin bakış açıları ve seviyeleridir. Maya, birleşik şuuru başka bir deyişle kozmik bilinci farklılaştırdığı için kişi nesneyi kendisinden ayrı evrenin içinde sayısız parçalara ayrılmış olarak görür. İşte bundan dolayı Nirvana ve Samsara her zaman baki olan hakikatin iki yüzüdür. Tao’cu bir deyiş şöyle der: “Bir ikiyi doğurur. İki Üçü. Üç tüm binlerce eşyayı. Bundan boşluk ruha, ruh yaşama, yaşam öze ve öz de şekle dönüşür. Tam tersi olarak binlerce eşya üçe, üç ikiye, iki bire döner. Dolayısıyla bu enerjilere bol miktarda sahip olmak yararlıdır” çünkü çeşitlilikten birlik doğar. Bir veda duası şöyle demektedir: “Götür beni. Hakiki olmayandan hakikate. Karanlıktan ışığa. Ölümden ölümsüzlüğe”. Aslında hakikate eren gördüğünü tanır. Unutulmamalıdır ki cehalet ve ondan kaynaklanan her şey tüketilebilir, fakat bilgeliğin ışığında görülebilen bilgi ve gerçekler tükenmezdir.
 Yaşamın örümcek ağını ören insanın kendi değildir. O, bu ağda yalnızca bir teldir. Bu tele yaptığı her katkıyı aslında kendine yapmaktadır. Çünkü gerçek mutluluk iç barış ve huzurdan gelir, bu da iyilik tohumlarının ekilmesiyle, şefkatle ve merhametle cehaleti, bencilliği, açgözlülüğü yoketmekle gerçekleşir. Şefkat ve merhameti ise büyük kentlerin renkli vitrinlerinden satın alamayız ya da makinada üretemeyiz. Ancak içsel gelişmeyle akıl ve vicdanımızı çalıştırarak elde edebiliriz. Zaten akıl ve vicdan tıpkı vücudumuzun kasları gibi çalıştırılmadığında zayıflar. İşte bu çalışmalar bizi tam tarafsızlık haline getirir. Tam bir tarafsızlık durumuna gelmeyi öğrendiğimizde, her şeyi temel birlik durumunda görebildiğimizde ise zihinlerimizin o doğuştan gelen saflığıyla huzurlu yaşarız. Hem de bu zihinlerin bizim bile olmadığını fakat yaratılmamış, her zaman var olan zihin olduğunu keşfederek.
 Tüm soru olmak ya da olmamak değildir. Soru aynı zamanda ne olduğumuzdur. Gerçekten et ve kemikten oluşmuş insanlar mıyız? Dünyamız gerçek şeylerden mi oluşuyor, yoksa bilinç mi bizi çevreleyen. Aslında, şeyin kendisine dair kesin bir bilgimiz olamaz. Yalnızca şeyin görünenini bilebiliriz. Buna karşılık insan aklının şeyleri nasıl kavradığını deneyime dayanmaksızın söyleyebiliriz. Nitekim, gökgürültüsünden önce geldiği için şimşeğin gökgürültüsünün nedeni olduğu sanılır. Halbuki bu ikisinin de nedeni bir başka üçüncü etmen olan bulutlardan elektrik deşarjıdır. Benzer şekilde Fransız filozof ve matematikçisi Descartes: “Rüya görürken de gerçek bir şey yaşadığımızı sanırız. Gerçek duygularımızı rüyadaki duygularımızdan ayırt edebilir miyiz? Bunu iyice düşündükten sonra uyanık durumumuzu rüyadan ayırt edebilecek tek bir özellik bile göremiyorum” diyerek devam eder “Tüm yaşamın bir rüya olmadığından nasıl emin olabilir insan”. William Shakespear “As you like it” adlı eserinde o şiirsel anlatımıyla şöyle der: “Tüm  dünya bir sahnedir, yalnızca birer oyuncu olan kadınlarla erkeklerin sahneye girip çıktığı. Ve tek bir insanın ömrü boyunca pek çok rol oynadığı”. Aslında sonsuzluk içinde varolan insan, ya şuur boyutunda kendisini tanıyıp sonsuza ayna olma huzur ve saadetini yaşayacak ya da bilgi ve idrak yetersizliği nedeniyle kemalini şartlanmalara bırakmış bir halde, ben bir maddeyim vehmi ile et ve kemik batağında mahvolacaktır. Zaten insanla diğer canlılar arasındaki fark ta, insanların gördüklerinin ardına geçebilmesi kadardır. Unutulmamalıdır ki bir insan yedi yaşındaki inançları ile otuzyedi yaşında kendini hala iyi ve mutlu hissediyorsa, ömrünü boşa harcamış demektir. Zaten yaşamın bizzat kendisi de, sürekli öğrenmek ve öğrendiklerini yaşayabilmek içindir.  
Sıtkı Aytaç
10.01.2007

AÇIKLAMALAR
Samsara  : Görecelik, geçicilik ve yanılsama alemi. Nirvana’nın sonsuzluk ve sukutuyla kıyaslanır.
Karma      :  Her hareketin bir öncekine bağlandığı nedensellik döngüsü, uygun nedenlerden oluşan sonuçlar zinciri.
Maya         : İnsanın dünyanın gerçek bilgisini görmesini engelleyen örtü (yanılsama).
Nirvana    : Aydınlandıkları zaman, yanıltıcı egolarının bilinciyle sınırlı olmayan bir duruma giren insanların son hali.

KAYNAKLAR 
  • BACH Richard (1990) : Bir, Arkadaş Yayınevi, 2.Baskı, ISBN 975 - 509-004-5.  
  • BLOFELD John (2001), (çeviri: GÜLER Korhan) : Hui Hai’ ın  Zen Öğretileri, Okyanus Yayıncılık, ISBN 975-7200-78-6.
  • GAARDER Jostein (1997): Sofi’nin Dünyası, Pan yayıncılık, 19.Baskı, ISBN 975-7652-41-5.
  • HULUSİ Ahmet (1993)   : Dost’tan Dost’a, Kitsan, 5. Baskı.
  • KRİSHNAMURTİ Jiddhu (1997)  : Farkındalığın Işığı, Kuraldışı Yayıncılık, 2. baskı, ISBN 975-7146-05-6.
  • LAO TZU, (çeviri: YENER, Osman) (1998): Tao Te Ching, Yol ve  Erdemin Kitabı, Anahtar Kitaplar yayınevi, ISBN 975-7787-72-8.
  • MARLO Morgan (2000) : Bir  Çift Yürek, Dharma yayınları, 6. Baskı, ISBN 975-780-25-2.
  • SCHOPENHAUER, Arthur (çeviri:HİLAV, Selahattin) (1977): Aşkın Metafiziği Shopenhauer’ın Felsefesi, Sosyal Yayınlar, 5.Baskı.
Gerçeğe Selam...
gözler
sorar yüreğe:
'kıskanırım seni!'
der,
'benim göremediğimi
nasıl görebilirsin sen? '
yanıtlar yürek
gülümseyerek:
'senin göremediğin zaten
bir tek ben...'
 
Aziz Yavuzdoğan
           ÇOCUKLARINIZ 


Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat’ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhları yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geri dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.
Halil Cibran  

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...