KALP
Tasavvufta organ olarak beynin değil, kalbin esas alınmasının nedeni; kalpteki nokta-yı süveyda'nın hayat noktası oluşudur. O nokta çalışmadığı zaman geri kalanlar işe yaramaz. Allah'ın nazar-ı İlâhisi, daima; “Fuad” da denen, o noktaya nazırdır. Yapılan bir şeyin doğru mu, eğri mi olduğunu anlamak için kalbe bakılmasının nedeni budur.
Allah, her zerrede mevcut olduğu halde, insana kalbinden hitap eder, yani yeri orasıdır.
Kalb-i mümin beytulllah, Kalb-i mümin hazainullah, Kalb-i mümin arşullah,
“Bir müşkülünüzü halledecek kimse bulamazsanız kalbinize danışın, o size doğruyu söyler”,
“Bir insan kırk gün takva üzere bulunursa onun kalbinden hikmet pınarları fışkırır”, Hadisleri buna işarettir.
Takva: Yeme, içme dahil, dünyevi hiç bir şey düşünmemek anlamını içerir. Riyazat meselesi de bundan çıkmıştır.
Burada kastedilen, kalbin et olan kısmı değil, manevi varlığıdır. Nasıl insan dendiğinde onun bir maddi, bir de manevi varlığı olduğu kabul ediliyorsa, insanın tüm organlarında (Özellikle kalbinde) da aynı durum dikkate alınmalıdır.
İnsanın kalbi Allah'ın evidir. Fakat, o evi şeytanın evi haline getirmek de mümkündür. Kâinatta her şey müspet ile menfiden oluştuğu için, Kelime-i Tevhitte de inkâr ve ikrar vardır. İnkârı, yani negatif olan Lâ'sı başta, ispatı, ikrarı, yahut pozitifi olan İllâ'sı sondadır. Ancak, daima müessir olanın İllâ, müteessir olan ise Lâ olduğunu hatırdan çıkartmamak lazımdır. Bu durumda, bir insan ne kadar inkâr ederse etsin, sonunda ispatın elinden kurtulamayacak demektir. Bunun daha kolay anlaşılır bir açıklaması: “Hiç kimse Allah'ın elinden kurtulamaz, çünkü, O müspettir” cümlesiyle yapılabilir. Bu noktada; kâinatın da, Allah'ı ispat eden bir delil olması dolayısıyla, müspet olduğunu ilave etmekte fayda vardır.
Allah'ın hakiki evi olan kalbimizi şeytana tahsis etmiş olduğumuz da maalesef, bir gerçektir. Bu nedenle huylarımız kötüleşmiş, berbat olmuştur. Kalp evimizi iyice temizleyip, mamur hale getirmediğimiz sürece, Allah'ın oraya gelmesini beklememiz anlamsız olur. Çünkü, kalp iyice temizlenip, şeytani düşüncelerden arınmadıkça Allah oraya gelmez.
Bir şiirimizde: “Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan” mısraıyla kastedilen, insanın kalp hanesidir, Mamur hale getirilmesi gereken orasıdır. Çünkü kalp, semavi, yüksek bir âlemdir.
Mutasavvıflar iki Kâbe'den bahsederler. Bunlardan birisi; Beytullah da denen, Hazret-i İbrahim'in, Allah'ın emrettiği yere inşa ettiği Kâbe'dir. Orada, Hacer-i Esvet'in karşısında Makam-ı İbrahim vardır. Tavafa oradan başlanır ve yedi kez dönülür. Her dönüşün adına: “Şavt” denir. Yedi tur tamamlandığında tavaf bitmiş olur. Bu dönüşler merkeze yakın olursa on beş dakikada tamamlanır. Merkezden uzaklaştıkça süre uzar ve en uzak kısımlarda bir ilâ bir buçuk saati bulabilir.
İşin aslına bakılırsa, bu Kâbe bir semboldür. Çünkü, onu kul yapmıştır. Hakiki kâbe ise insanın kalbidir. Bu nedenle, daima: “Allah, Allah” diyerek atmakta ve O'nu zikretmektedir. Bir taraftan: “Kalb-i mümin beytullah” denirken, diğer taraftan Allah'ın: “Yere, göğe sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım” buyurmasının nedeni budur. Allah, bu sözüyle, kendi evine gelebileceğini ima etmektedir. Bu geliş, iç âlemden dış âleme ziyaret şeklindedir. Biz de öyle yapıp, iç âlemden bu âleme gelmedik mi?
Ama sonunda yine geldiğimiz yere döneceğiz. Geldiğimiz ve gideceğimiz yer, bildiğimiz gibi, bizim asli vatanımızdır. Burası, bizim için bir misafirhaneden ibarettir. Burada, devamlı olarak sıla hasreti çekiyor, vatanımızı özlüyoruz. Esas vatanımız neresidir? Neresi olacak, büyük gönül âlemidir...
İkinci Kâbe ise: “Beyt-i Mamur” adını alır ve “Gökteki süruş (Haberci) meleklerinin yurdu” olarak nitelendirilir. Esas imar edilmesi gereken beyt (Ev) budur.
Beyt-i Mamur, aslında imar edilip gelmiştir. İnsana düşen, onun bu muammeriyetini (Canlılığını) ömrü boyunca devam ettirebilmektir. Beyt-i Mamur'daki tavaf süresi de, Kâbe'deki tavaf süresi gibi, merkezden uzaklaşıldıkça uzar. “Arş-ür rahman melâikesinin iki kulağı arası beş yüz yıllık mesafedir” sözü, bu durumu anlatabilmek için söylenmiştir.
Allah, kalbin nakşını daima yapmaktadır. İnsana düşen; oradaki putları, yani kendi düşünceleriyle meydana getirip, ilâhlaştırdığı fikirleri temizlemek, atmaktır. Allah, âyetlerini âfakta ve enfüste geçerli kılmıştır. Örneğin: Mekke'yi mübarek kılıp, orayı insanların toplanma yeri yapması işin âfaki yönüdür. Enfüste ise, herkesin kendi Kâbe'si ve o Kâbe'de kendi putları vardır.
Âfaki olan Kâbe'yi Mekke'de Allah yaptırmıştır. Ama, onu kullarının eliyle yaptırdığı halde, Beyt-i Mamur olan kalbi, kulun hiç bir dahli olmaksızın, bizzat yapmıştır. Ana rahmindeki hayatın dördüncü ayında kalbin atmaya başlamasında, insanın hiç bir etkinliği yoktur. İnsanı, nasıl ana rahminde elli, ayaklı, gözlü, kulaklı, yani her şeyi tam ve yerli yerinde yarattıysa, onun kalbi olan Kâbe-i muazzamayı da, içindeki nokta-yı süveyda denilen Hacer-i Esvet'iyle birlikte, bizzat oluşturmuştur.
Nokta-yı süveyda denen o nokta, nazargâh-ı İlâhidir. “Kalbin aksi kâinat” dendiğine göre, kevnuniyet âlemindeki Mekke de, kalbin aksinden olma bir keyfiyettir. O halde, kalp denen şey: aslında bir manadır ve görünen âlem, o mananın zuhuruyla ortaya çıkıp, bu adı almış, o kalpteki insanlar da bu âlemde: “Mübarek Mekke” <3-96> demeye başlamıştır.
İnsanın ıslah olması, kalbini okumaya başlaması ile mümkündür. Bu, kişinin her şeyi, her zaman doğru söyleyen vicdanına danışarak yapması demektir. Çünkü, vicdan, insanın kusurlarını gösterir. Eğer kişinin vicdanı rahatsa, o zaman kendisi de huzurludur, rahattır ve mutludur, yani cennettedir.
Kusur işleyen bir kimse kendini affetmediği sürece, Allah da onu affetmeyecekir. Burada: “İnsan kendini nasıl affedecektir” sorusu ortaya çıkar. Bunun yolu, iyi huylar kazanmak ve kötülüklerden kurtulmaktan geçer.
Her insanın yaptıklarını vicdanına danışarak yapması ve vicdanının emirlerine göre davranışlarını düzeltmesi halinde, esas amaç olan: “Din-i tabii” hayata geçmiş olur. Böylece, insanlarda şüphenin doğmasına neden olan yalan ortadan kalkacağından, yalansız ortamda her şey doğru ve düzgün gider. Çünkü, beka âleminin tüm sırları kalpte tecelli etmektedir. Bunu: “Zat sırrının yansıdığı yer kalp aynasıdır”, yahut: “Beka sırları bu aynadan görünmektedir” diyerek de anlatabiliriz. Bu duruma göre: yok, varda; var da, yokta görünmektedir.
Yani, göremediğimiz için yok zannettiğimiz varlık, görüp de var zannettiğimiz yokta (gölgede) göründüğü gibi, bunun tersi de olmaktadır. Çünkü, burası masdar (sudur, çıkış yeri) dır ve “O evveldir, o ahirdir, o zahirdir o bâtındır, ve o her şeyi tüm olarak bilendir” <57-3> âyeti gereği; evvelinin, ahirinin, zahir ve bâtınının birleşme yeridir. Bu nedenledir ki: kalp, Muhammediyet makamıdır ve Muhammed oradan tecelli eder. İşte, manen kalbe çok fazla önem verilmesinin nedeni budur.
Kalp, insanın maddi ve manevi hayat noktasıdır. Allah'ın iki parmağı arasında oynatarak takallüb ettirdiği (yönünü değiştirdiği) ve kâh cemal, kâh celaliyle tecelli ettiği yer burasıdır. İnsanın; kâh neşeli, kâh sıkıntılı oluşunun sebebi de, bu tecellilerin birbirini takip etmesidir. Çünkü kalp, hangi esma etkisinde olursa olsun kendine, yani aynasına yansıyan tecelliyatı, sema-yı arşın icmaldeki temsilcisi olan beyne aksettirmektedir. Bu yüzden beyin kapasitesi hudutlu, kalp kapasitesi, yani aşk ve istekler ise hudutsuzdur diye bilinir.
Böyle olunca da, kaybolmuş bir hazine olan hikmeti nerede bulursak almamız gerekir.
Kalbin manevi kısmı sun-u ilâhidir ve zübde-i kâinattır. Mevlüt'te: “Hülâsa-yı mevcudat, zübde-i kâinat” dendiği zaman, eli kalp üzerine koymak âdet haline getirilmiştir, ama çok kimse bu hareketi, nedenini bilmeden yapar. Nedeni: Hazret-i Muhammed'in gerçekten orada bulunuşudur. İnsanlar da O'nu kalplerinde arayacaklardır.
İnsan kendi kalp aynasına dikkatle nazar ettiğinde kendini görür, ama kalp, gaflet örtüsüyle örtülü olursa, o zaman hiç bir şey görülemez.
Aynada görünen birdir, ama iki görünür. O Bir, çekiliverdiği anda, evvelce şaşı çırak hikâyesinde anlattığımız gibi, aynadaki görüntü de kaybolur ve hiç bir şey görünmez olur.
İnsan, Allah'ı kalbinde bulabilirse mirac etmiş olur. Bulamadığı takdirde ise, kalbinin Beytullah değil, şeytanın evi olacağını unutmamalıdır.
Kur'an okumaya başlarken Şeytanın adı neden Rahman'dan önce anılıyor, yani niçin önce: < Euzubillahimineşşeytanirracim > “Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım” denip, sonra besmele çekiliyor diye düşünmek lazımdır. Bunun nedeni: Peygamberimiz'in Kâbe'de yaptığı işlemi, kendi kalp Kâbemiz'de tekrarlamaya çalışmamız gerektiğini anlatmaktır.
Peygamberimiz Kâbe'yi fethettiğinde, önce içindeki putları atmıştır. Biz de Beytullah olan kalp Kâbemiz'i açmadan evvel, içindeki şeytanı çıkarabilmek için, önce onu anıyor ve “Sığınırım” diyerek, ondan, Allah'a sığınıyoruz.
Şeytan veya şeytanın putları nelerdir? Kötü huylar, dedikodular, fesatlıklar v.s... Bu tip kötü huylar, insanın kalbinde şeytan işi olan birer puttan ibarettir. Allah'ta böyle şeyler olmadığı için, Allah, sadece temiz yüreklere girer. Kalp temizlenmeden, orada Allah'ı bulmak mümkün değildir.
Onun için önce: <Euzubillahimineşşeytanirracim>“Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım” diyerek, şeytanın eserlerini kalbimizden atıyor, sonra da: <Bismillahirrahmanirrahim> “Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla” diyerek, Kur'anı okumaya başlıyoruz.
Kalp, manevi yönden, evvelden ayarlanmış ve kendisine yüklenmiş olan programını gerçekleştirmek için zuhur âlemine gelmiş, ilâhi bir kompüter olarak da düşünülebilir. Kaza ve kader, yahut yazılanın başa gelmesi meselesi de buradan çıkmaktadır. Bu noktada, meselenin aslını anlayamayanlar pek çok mezhebin türemesine neden olmuşlardır.
Kaderiye, Mu'tezile v.s. bunlara örnek olarak gösterilebilir.
İnsanın aklı da kalbine, vicdanına bağlıdır. Bu bağlılığın ispatı vecd halidir. Kalp “Gördüğünü kalbi yalanlamadı” <53-11> olduğu için, bir şeyin iyi mi, kötü mü olduğunu insana haber verir. Onun için: “İnsan içinden çıkamadığı bir durumda kalbine danışmalıdır” denmektedir.
Ama, insan bile bile yalan söylerse, o zaman Allah'a iftira etmiş olur ki, bunun Kur'an'daki karşılığı: “Allah'a iftira eden ve O'nu yalanlayanlar”<6-21>,<7-37> vb. âyet-i kerimeleridir. Allah, her şeyi bilir, kul ise, kalbi nazargâh-ı ilâhi olduğu için, sezer. Çünkü, Allah kalbe nazır olduğundan, bu nazarının bir ucu kendinde, diğer ucu ise kulunun kalbinde demektir.
İyilik ve kötülüğün, insanın kalbine ferahlık ve sıkıntı, yahut genişlik ve darlık olarak aksetmesinin sebebi budur. İnsana ferahlık veren şey iyi, sıkıntı veren şey ise kötüdür.
Kalbin anatomik, yani maddi kısmı; daha basit tabiriyle et kısmı da mühimdir. Çünkü, on ulur. İsmi de çoktur. Bunlar arasında en bilinenleri: Gönül, Fuad, Yürek ve Kalptir.
Maddi yönden bakıldığında kalp bir pompadan ibarettir. Bu öyle bir pompadır ki, devamlı olarak kanı bir taraftan temizlenmek üzere akciğerlere gönderirken, diğer tarafından da akciğerden gelen temiz kanı, oksijenlenebilsin ve beslenebilsin diye vücudun tüm hücrelerine sevk etmektedir.
İnsanın kanı akciğerlerde, nefesle alınan oksijenle adeta yanarak, oksijenize olup, temizlendikten sonra kalbe döner ve oradan tekrar vücuda pompalanır. Vücutta kirlenen kan da kalbe döner ve yine temizlenmek üzere akciğerlere pompalanır. Orada karbondioksiti atılıp, nefes-i rahmanla temizlendikten sonra tekrar kalbe döndürülür. Böylece bir, iki ile haşir neşir olmuş ve üçleme ortaya çıkmış olur.
Aynı olay, insandaki şekliyle, âfakta da tafsili olarak meydana gelmektedir. Kâinatın bekası olan nefes-i rahman da, arzda kirlenenleri böyle temizlemektedir. Bu nedenle pislenmeye: “Dünya cifedir, talibi köpeklerdir”, temizlendikten sonraki haline de: “Allah, semalar ve arzın nurudur” <24-35> denmektedir.
Kâinata: “İnsanın kalbi”, onun özetine de: “İnsan-ı kâmil” denmesinin nedeni bu, yani kâmil'in, kâinatın küçültülmüş bir modeli gibi olmasıdır. Kalp fonksiyonlarının benzerliği de bu söylediklerimizi desteklemiyor mu?
Kalbin maddi olan kısmı transplantasyonla değiştirilebilmektedir. Bunu ilk kez Barnard yapmış, sonra pek çok kalp nakli daha yapılmıştır. Bu nakiller kişilerde şahsiyet değişikliklerine neden olmamaktadır. Onun için maddi kalbin değiştirilmesinin manevi kalple ilişkisi olmadığı artık ispatlanmıştır.