11 Ekim 2012

EZBER BOZANLAR OSMANLI ORDUSUNDA DELİLER BİRLİĞİ



Osmanlı Ordusunda Deliler Birliği ya da Başıbozuklar


Yazar  Serdar Hakyemezoğlu

    Muhteşem Yüzyıl dizisinin bir bölümünde Sultan Süleyman’ın oğlu Mustafa sefer sırasında kaybolur. Onu omuzlarına kanatlar takmış, yüzleri boyalı acayip görünüşlü adamlardan oluşan atlı bir grup bulup, Kanuni’ye teslim eder. Kanuni onlara dostça ve muhabbetle davranır. Bu acayip kılıklı askerler kimlerdir? Kanuni bunları neden hiç garip karşılamaz?

    Bu adamlar aslında bir çapulcu takımı ya da askeri düzenlemede hiç yeri olmayan bir  grup değildir. Osmanlı ordusunun bir parçasıydılar. Onlara halk arasında ve ordu içinde yaygın tabiriyle “Deliler” derler. Aslında onlara kılavuz, rehber anlamında “Delil” ismi verilmesine karşın, savaşlarda üstün cesaret göstermeleri ve farklı giyinme şekilleri sebebiyle deliler ve bu birliğe mensup süvariler de deli olarak anılmıştır. 20-25 yaşlarındaki gençlerden oluşan bu savaşçılar, ordunun en ön safında çarpışırlar ve adeta deli cesareti ile düşmanın üstüne atılırlardı. Bütün amaçları şehit olmak ve şehit olmadan önce mümkün olduğu kadar düşman askeri öldürüp karşı tarafı moral çöküntüye uğratmaktı. Her zaman ordudan önce düşman hatlarına yakın yerlerde bağımsız keşif ve akın görevleri yapar, düşmanı yıpratırlardı.

    Korkutucu bir görünümleri vardı. Silah olarak eğri pala, kalkan, mızrak ve bozdoğan taşıyan deliler, başlarına pars ya da benekli sırtlan derisinden yapılmış tüylü bir miğfer giyerlerdi. Kalkanlarını da yine kuş tüyleriyle süsleyen delilerin giysileri aslan, kaplan ve tilki postundan, şalvarları da ayı ya da kurt derisindendi. Ayaklarına ise "serhatlik" denen sivri burunlu mahmuzlu bir çizme giyerlerdi. Üzerlerine ayı, pars, aslan veya sırtlan  postundan kılları dışarıda şalvarlar giyerlerdi. Bayraklarında "Kaderde ne varsa o gelir başa" yazılıydı. Sonradan giysilerinde değişiklik yapıldı, 17. yüzyıldan  itibaren başlarına bir arşın uzunluğunda siyah kuzu derisinden üstü sarıklı bir kalpak giymeye başladılar.
    Çoğunluğu Türk'tür ve Rumeli'de yaşayan halklar arasından seçilmişlerdir. 16. yüzyılda deliler; Rumeli beylerbeyi, Semendere ve Bosna sancak beylerinin yönetiminde; 17. yüzyılın sonlarından itibaren de Anadolu vezir ve beylerbeylerinin yönetimi altında olmuşlardır. 60'ar kişilik "bayrak" adı verilen ocaklara ayrılmışlar, seferlerde "Delibaşı" adı verilen komutanları tarafından yönetilmişlerdir.


    “...topların, tüfeklerin seslerinden kulaklar sağır oldu, gürültüsünden beyinler dondu; okların vızıltısından hava yüzünden
    periler korktu, bu ulu cengin heybetinden deniz dibindeki balıklar ürktü, dağ canavarları vatanlarını koyup gittiler, ses bağırtıdan, yankıdan, atların kişnemelerinden, erenlerin naralarından, bağırıp çağırmalar nefirinden ödler patladı, nicelerinin korkudan ödleri sıttı, nicelerinin başı gitti, kan ırmak gibi aktı, dumandan tozdan havanın yüzü kapkara oldu, can alıcı can almaktan yoruldu...Deri takkeli delilerin atlarının boyunlarında öten ziller, dürtüştükleri kafirlerin iniltileri ve figanları idi. Bu garip tarz ve acayip tavırla kafirlere köpeksiz koyuna kurd girer gibi koyuldulardı...dünya depreme tutuldu, Kaf dağı yerinden oynadı, gökler yer üstüne yığıldı sandılar, gaziler kafirleri öyle kırdılar ki....”



    II. Kosova Meydan Muharebesi 1448
    Muharebenin ve delilerin hücümunun tasviri
    Kitab-ı Cihan-nüma, Neşri Tarihi

    Aynı zamanda Delibaş ya da Başıbozuk olarak  adlandırılan bu süvariler, Osmanlı Ordusu yapılanmasının  Serhad Kulu denilen bölümü içinde yer alırlardı.

    Esas amaçları olan karşıdaki düşmanın seçkin birliklerini yorma görevleri sırasında hafif silahların kısa zamanda kullanılmaz 

    duruma gelmesi ve ağır silahların kuşanmalarının aldığı zaman çoğu kez bulunamadığında tokat atmaya başlamaları ile askerler arasında yiğitliğin eriştiği son nokta olarak görülmeye başlanmış ve bunun üzerinde popülarite kazanmıştır. Sesi ile düşmanın üzerinde yarattığı psikolojik etki sebebiyle zamanla geliştirilmiştir. Bu askerler daha eğitim safhasında mermer döverek yetiştirildikleri için, çok kuvvetli ellere ve kol yapısına sahip olurlar.

    Görüntü olarak da korku salması için ön dişleri çekilen başıbozukların ayrıca kafaları kazıtılır. Vücutları bilumum hayvan postu ile kaplıdır ve zırh taşımazlar. Zırh taşımamalarının en büyük sebebi ise vücutlarındaki oluşan yaraların da korkutucu olmasıdır. Ayrıca zırh olmadan daha hızlı hareket edebilmektedirler.
    Tokat çalışmaları ıslak mermere avuç içleri ile vurma şeklindedir. Bunun amacı; genelde düşman üzerine gönderilen ilk birlik olması nedeniyle, kalabalık bir düşman kitlesine karşı savaşan bu birlik elemanları bir süre sonra elindeki kılıcı ve kalkanı atıp düşmanın 

    başına tokat vurmak suretiyle saf dışı etmeleri içindir. bu tokadı yiyenlerin genelde boynu kırılır ya da beyin travması geçirir.
    Kırım Savaşı sırasında bu birlğin adı İngilizce’ye (Bahsi-bazouk) ve Fransızca’yada  (bachi-bazouk) geçmiştir.  

    Belçikalı çizer Hergé tarafından 1929 yılında yaratılmış olan  Tenten çizgi roman serisinde Kaptan Haddok’un kulladığı çok sayıda küfürden biri de bachi-bazouk’ tur. Nereden nereye…
    Delilerin dönemin yabancı gezginleri üzerinde bıraktıkları etki ve gezginlerin şaşkınlıkları, çizilen gravürlerde ve yazdıkları eserlerde görülmektedir. Delilerin, pek çok sıra dışı özelliği, Osmanlı’nın sürekli etkileşim içinde olduğu Orta Avrupa orduları tarafından taklit edilmiş ve değişik formlara bürünerek o orduların en gurur duyduğu birliklere, kıyafetleri ulusal sembollere, kendileri de efsanevi savaşçılar haline gelmiştir.
    Deliler veya Başıbozuklar, zamanla bozuldular. Sefer zamanları dışında haydutluk ve çeteciliğe başladılar.  Bu yüzden Başıbozuk terimi uzman askerler tarafından, kontrolsüz sivil güçleri tanımlamakta kullanılan bir terime dönüşmüştür. Bugün yaşayan Türkçemizde de hale başı bozuk deyimini yaygın olarak kullanırız.
    18. yüzyılda bu bozulmalar sonucu yönetimi altındaki beylerbeyinin görevden alınması ile  statülerini de  kaybetmişlerdir. Bu süreçten sonra artık tam anlamıyla, köylere saldıran haydutlara dönüşmüşler başlamışlar, eşkıyalık faaliyetleri sebebiyle 1829'da II. Mahmut  tarafından dağıtılmışlardır.
    Derleyen : Serdar Hakyemezoğlu
    Kaynaklar:

    EZBER BOZANLAR PİRİ REİS HARİTASI ÜZERİNE BİR DERLEME



    Piri Reis Haritası Üzerine Bir Derleme

    Yazar  Serdar Hakyemezoğlu
      Piri Reis (Ahmet Muhiddin Piri), 16. yüz yılda yaşamış ve dünyaca ünlü dünya haritasının müellifi büyük Türk kartografı,  Osmanlı Donanması Amirali’dir. Haritası,   9 Kasım 1929’da   Topkapı Saray'ında sarayı müzeye dönüştürme sırasındaki envanter tespit çalışmaları sürerken tesadüfen bulundu. Alman bilim adamı Adolf Deismann (1866-1937), dönemin Milli Müzeler Müdürü   Halil Ethem Eldem’in kendisine verdiği parçaları inceleyip düzenlerken eline geçen harita takımının içindeki folyoyu o sırada İstanbul'da bulunan ve Türk denizciliği hakkında uzman olan Alman bilim adamı Paul Kahle’ye  göstermişti. Eserin Piri Reis'in ilk dünya haritası olduğunu teşhis eden Paul Kahle oldu.

      Prof. Kahle, harita ile ilgili inceleme sonuçlarını   1931 yılında 18. Doğubilimleri Kongresi'nde sundu.  Haritanın üzerindeki notlar  Hasan Fehmi Bey latin harflerine aktardı.  Türk Tarih Kurumu başkanı  Yusuf Akçura’nın   1937 tarihli 'Piri Reis Haritası' adlı kitabında haritayı yayımladı. Cumhurbaşkanı  Atatürk haritayı  Ankara’ya getirtip bizzat inceledi ve devlet matbaasında çoğaltılmasını sağladı.
      1513 tarihli harita bugün Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde ziyaretçilere açık olmayan kısımda bulunmaktadır. Harita, Osmanlı donanması Amirali Piri Reis tarafından ceylan derisi üzerine çizilmiştir. Üzerinde “kerte hattı” olarak bilinen ortaçağın sonlarında denizcilerin haritalarında sık rastlanılan ve bir rotanın planını çizmeye yaradığı düşünülen çapraz çizgiler ağı vardır. Belge yakın olarak incelendiğinde ilk çizildiğinde tüm dünyayı gösterdiği, ancak daha sonra parçalara ayrıldığı belirlenmiştir.
      Harita 13. ve 16. yüzyıllar arasında yaygın olarak kullanılan Portolan tipi haritadır. Portolan haritaları, kıyılar ve limanlara dair bilgiler içeren el yazması denizcilik haritalarıydı  İtalyanca, "liman" anlamına gelen porto'dan türetilmiş olan portolano, "kılavuz kıtabı" anlamına gelir.
      Portolan haritaları, kıyı boyunca giden bir denizcinin rastlayacağı limanları aralarındaki mesafeleriyle sıralayan portolanların genelde kıyıları gerçekçi bir şekilde ama kıyı içlerini boş gösteren, gündelik kullanıma yönelik haritalardı. Estetik amaçlı hazırlanmış olan bazılarında süslemeler de bulunurdu. Denizcilerin bir limandan diğerine emniyetle ulaşması amacıyla hazırlanan portolanlarda aşağıdaki unsurlar bulunurdu:
      •    Haritanın anahtar noktalarına yerleştirilen noktalardan yayılan yön çizgileri (genelde bir merkezden 16 çizgi). Bazı portolanlar ise limanları birbirine bağlayan rota çizgileri ile dolu olurdu.
      •    Ayrıntılı kıyı çizgileri ve bunların üzerindeki yerleşimlerin isimleri.
      •    Uzaklıkların hesaplamak için ölçek çizgileri.
      •    Sığ bölgeler, kayalıklar ve adaların yerleri.

      Pusula ve portolan haritasıyla denizciler, kıyıları izlemek zorunda kalmadan rota çizgileri üzerinden seyrederek gideceklere yere varabilirlerdi. Dünyanın yuvarlaklığını göz önüne almayan bu haritalar, okyanuslar için uygun olmayıp, özellikle   Akdeniz veya   Kızıldeniz gibi küçük denizlerde kullanışlıydılar. Enlem ve boylam ölçüm tekniklerinin bulunmasıyla portolan haritaları yerlerini 17. yy'da daha gelişkin haritalara bıraktılar.

      Amerika’yı gösteren bu kadar eski bir harita elbette tarihi açıdan çok önemlidir ancak kimi çevrelerde haritanın öneminin sadece Amerika’yı göstermesinde yatmadığı tartışılmaktadır.  New Hampshire  Üniversitesi’nden tarihçi ve coğrafyacı Charles Hagpood 1966’da yayınlana  Eski Çağ Deniz krallarının Haritaları isimli eserinde, haritanın en aşağı kısmında Güney Amerika’nın güneyiyle birleştirilen kara parçasının Antarktika olabileceğini ileri sürdü. Hagpood’un   Kraliçe Maud Karası tasviri olarak düşündüğü figürde dahil olmak üzere buzulsuz olarak göstermektedir.

      Bildiğiniz gibi dünyanın iki kutbu var.  Kuzey Kutbu (Arctica) sadece buzdan oluşuyor. Yani buzla örtülü bir kara söz konusu değil. Ancak Güney Kutbu (Antarctica yani anlamca Arctica’nın karşısındaki)  buzlarla örtülü bir kıta. En yerinde 4300 m., ortalamada 2000 metre buzla örtülü devasa bir kara parçası. Kraliçe Maud Karası (Quenn Maud Land) ise Norveç tarafından hak iddia edilen ve halen fiilen Norveç tarafından yönetilen bir bölge.

      İşte Piri Reis’in haritasındaki ilginçlik buradan kaynaklanıyor: Çünkü harita bölgeyi tarih öncesi buzla kaplanmadan önceki haliyle gösteriyor. Ancak, Taş Devri insanı nasıl olup da insanlık tarihinin daha ilk dönemlerinde böyle bir araştırma yapıp, Antarktika’nın haritasını çıkarabilmişti? Hagpood bu durumu bir kıtadan diğerine seyahat eden ve dünyanın bütün yüzeyinin  haritasını çıkaran tarih öncesi denizci toplumların varlığıyla açıklamaktadır. Hagpood, bu toplumların binlerce yıl boyunca (belki de Giritliler ya da Finikeliler gibi denizcilikte ileriye gitmiş toplumlar tarafından) elle kopyası çıkarılan haritalar bıraktıklarını tahmin ediyordu. Hagpood’a göre Piri Reis’in haritası böyle haritalardan derlenmiş toplanmış bir haritaydı.

      Daha sonra tartışmalara yaratan yazar, Eric von Daniken, Kuzey Kutbu’nu buzul çağından önceki haliyle gösteren Piri Reis haritasının kendi astronot kuramını kanıtı olduğunu ileri sürdü. Daniken’e kalırsa haritayı kadim zamanda uzaylılar çizmişti. Graham Hancock isimli bir yazar da, 1995 tarihli Tanrıların Parmak İzleri isimli kitabında dünya dışı bir medeniyetin Olmec, İnka e Maya’lar da da dahil uygarlıklara kendi bilgi birikimlerini aktardıklarını ileri sürdü. Hancock’a göre Piri Reis haritasını kendisinden önceki medeniyetlerin kaynaklarını kullanarak oluşturmuştu. Hem Hancock, hem de Hagpood, haritanın Antarctika altındaki karasal çizimlerin çok ayrıntılı olduğunu ve ancak Mısır’ın üzerinden alınan uydu görüntülerine göre çizilebileceğini iddia ettiler. Daniken’de kitabında ısrarla haritadaki yerleşin ve kıtaların genişleme ve büzülmelerinin bu haritanın gökten bakarak çizildiğini uzun uzun anlattı. Tanrı herkese akıl veriyor ama her aklı olan  izan sahibi olacak diye bir kural yok.
      Günümüzdeki jeolojik kanıtlar Güney Kutbunun son buzsuz döneminin 14 milyon yıl öncesine dayandığını göstermekte olduğundan bu kuram temelinden yıkılmış durumdadır. Zaten öyle  olmasa bile, bütün dünyayı haritalandırmak için yola çıkmış tarih öncesi bir ilkel insan topluluğu fikri de yeterince saçmadır.

      Ayrıca harita üzerinde Piri Reis’in kendi aldığı notlarda Kolomb’un haritalarından yararlandığını belirtiyor. Ayrıca M.S. 2. yüz yılda yaşamış olan Yunanlı astronom Ptolemy’nin haritalarından ve Portekiz deniz haritalarından yararlandığı da düşünülmektedir. Karayipler’ deki yer adları ve benzerlikler yüzünden Piri Reis’in Kolomb hartalarında en az birinden yararlandığı çok güçlü bir olasılıktır. Amerika'yı gösteren günümüze kalmış antik haritalar arasında Piri Reis'inkinden daha eski birkaç başka harita vardır. Bunlardan  Canino’nun  1502’de,  Nicolo de Canerio'nun,   1504-1505’de basılmış, Amerika'yı Asya'nın bir uzantısı olarak gösteren haritaları sayılabilir. Öbürü,  1507’de basılmış   Martin Walseemüller’in haritasıdır. Bu harita Cannerio'nun haritasından kaynaklanmıştır ama Amerika'yı Asya'dan ayrı bir kıta olarak gösterir ve onu ilk defa "Amerika" olarak adlandırır. Piri Reis kendi haritası için kullandığı kaynaklar arasında Kristof Kolomb'un haritası olduğunu belirtir ki bu muhtemelen Kolomb'un 1498’de çizdiği haritadır. Ancak Kolomb'un 1498 haritasının ne aslı ne de kopyaları bulunabilmiştir. Piri Reis haritasının Kristof Kolomb haritasından kaynaklandığının önemli bir delili, Küba'nın yokluğudur. Kristof Kolomb seyahatnamelerinde Küba'nın bir ada değil, kıtanın uzantısı oldugunu yazmıştır ve Piri Reis haritasında da Küba bu şekilde gösterilir.
      Piri Reis’in harita kenar notlarından bir bölüm aktaralım;
      “İşbu kenarlara Antilya kıyıları derler. Arap tarihinin sekiz yüz doksan altı yılında bulunmuştur. Amma şöyle rivayet ederler kim 
      Cinevizden bir kâfir adına Kolonbo derler imiş, bu yerleri ol bulmuştur. Meselâ mezbur Kolonbonun eline bir kitap girmiş ki Mağrip Denizinin nihayeti yani gark (garp) tarafında kenarlar ve cezireler ve türlü türlü madenler ve dahi cevahir dağı vardır deyu bu kitapta bulur. Mezbur kitabı tamam mütalea ederek Cineviz ulularına bu kaziyeleri bir bir şerh edip eydür : gelin, bana iki pare gemi verin, varayım, ol yerleri bulayım, der. Bunlar eydürler: ey epter, Mağrip deryasının nihayeti payanı ve haddi(mi) bulunur? Buharı zulmetle doludur, derler. Mezbur Kolonbo görür ki Cinevizlerden çare yok, sürer, İspanya Beyine varır, hikâyeti bir bir arzeder. Anlar dahi Cinevizli gibi cevap verirler. Velhasıl bunlara Kolonbo hayli ibram eder. Ahir İspanya Beyi iki gemi verip bunun muhkem yarağın görüp eydür: ey Kolonbo, eğer senin dediğin gibi olursa, seni ol diyara kapudan ideyin, deyip mezbur Kolonboyu Bahri Mağribe gönderdi. Merhum Gazi Kemalin İspanyalı bir kulu vardı, mezbur kul Kolonbo ile üç defa ol diyara vardım, deyu merhum Kemal Reise hikâyet edip eydür: evvel Septe Boğazına vardık, dahi oradan gün batısı lodosun ikisinin ortasına... rast dört bin mil yürüdükten sonra karşımızda bir ada gördük; amma gittikçe deryanın mevci köpüklenmez olmuş, yani deniz sakin olup düzelmiş; ve Şimal yıldızı dahi - bahrîler puslalarında gene yıldız derler - ol yıldız gide gide dolunmuş görünmez olmuş; ve dahi eydür ki : bu tertipçe yıldızlar ol diyarda görünmez, gayri tertipçe görünür, der. Andan evvel karşıda gördükleri adaya demir korlar, ol adanın halkı gelir, bunlara ok vurur, komazlar ki dışarı çıkıp haber soralar. Erkeği ve dişisi el okun atarlarmış. Ol okun demreni balık süğüğünden; ve cümlesi üryan yürürlermiş ve hem gayet... Görürler kim ol adaya çıkarmazlar, adanın öte yüzüne geçmişler, bir sandal görürler; bunları görücek sandal kaçıp karaya dökülürler. Bunlar sandalı almağa varırlar, görürler ki içinde adam eti var. Meğer bunlar bu tayfa imiş ki adadan adaya çıkıp adam şikâr edip yerler imiş. Mezbur Kolonbo bir ada dahi görüp ana varırlar, görürler kim ol adada ulu yılanlar var. Ol yere çıkmadan hazer edip bir gayri adaya dahi varırlar. Demir korlar, on yedi gün onda yatarlar. Bu adanın halkı görürler ki kendilere bu gemiden ziyan yok, varırlar, balık avlayıp filikasile bunlara getirirler. Bunlar da hoş görüp anlara sırça boncuk verirler. Meğer kim sırça boncuk ol diyarda muteber idiyin kitapta bulmuş imiş. Anlar boncuğu görüp dahi ziyade balık getirirler. Bunlar daim anlara sırça boncuk verirler. Bir gün bir avretin kolunda altın görürler, altın alıp boncuk verirler. Bunlar eydür: varın, dahi altın getirin, size dahi ziyade boncuk verelim, derler. Anlar varıp dahi vafir altın getirirler. Meğer bunların dağlarında altın madeni varmış. Bir gün dahi birinin elinde inci görürler. İnciyi alıp boncuk verirler. Bunlar görürler ki boncuk verirler dahi vafir inci getirirler. İnci bu adanın kenarında bir iki kulaç yerde bulunurmuş ve dahi ol diyardan vafir bakkam ağacını yükledip mezbur halktan ikisini alıp ol yıl içinde İspanya Beyine getirirler. Amma mezbur Kolonbo ol kişilerin dilin bilmeyip işaretle alışveriş ederlermiş. Ve bu seferden sora İspanya Beyi papaz ve arpa gönderip ekin biçim öğredip kendi tarikıne koymuş; bunların bir veçle mezhepleri yoğmuş, hayvan gibi üryan yürüyüp anda yatarlarmış. Şimdi ol diyarlar tamam açılıp meşhur olmuştur. Bu isimler ki mezbur cezairde ve kenarlarda kim vardır, Kolonbo komuştur ki anınla malûm oluna. Ve hem Kolonbo ulu müneccim imiş. Mezbur hartide olan bu kenarlar ve cezireler kim vardır, Kolonbonun hartisinden yazılmıştır.”

      Piri Reis’in haritasını çizerken Avrupa orta çağ haritalarında yararlandığına dair bir kanıt daha bulunuyor. Haritanın en üst köşesinde bir gemi ve onun yanında sırtında iki insan taşıyan bir balık figürü.Bu resim ile ilgili Reis’in aldığı notta Brendan isimli 
      İrlandalı bir azizin orta çağda anlatılan  hayat hikayesinden alıntı vardır. Piri Reis bunu yararlandığı haritadan aktarmış olmalıdır. 
      Yine Piri Reis’in kendi ağzından dinleyelim;

      “Rivayet ederler kim zamanı evvelde Sanvolrandan ( Santo Brandan ) derler bir papaz yedi deryayı gezmiş derler. Mezbur bu baluğun üzerine uğramış kuru yer sanıp baluk üzerine ot yakmışlar; baluğun sırtı kızıcak denize dalmış, bunlar sandala koyulmuşlar, gemiye kaçmışlar. Bu ahval Portukal kâfirinden zikrolunmaz. Kadîm Pappa Mondalardan mankuldür.”
      Piri Reis haritası, yapıldığı dönemdeki yirmi haritadaki coğrafya bilgilerini, yanlışları ve doğruları ile bütünleştirmiş tarihî bir belgedir. Bu haritaların bir kısmının düşman sırrı olması ve kenar notlarının tutsak edilmiş İspanyol ve Portekizli denizcilerin ifadelerini de içermesine bakılırsa, bu aynı zamanda değerli bir denizcilik istihbarat çalışmasıdır. Bunca malzemenin bir elde toplanabilmesi Osmanlı Bahriyesinin 16. yy'daki askeri gücünün bir göstergesi olarak gösterilebilir.
      Ancak Piri Reis’in 1513 yılında çizdiği ilk haritasından başka 1528’de çizdiği bir haritası daha vardır. Ne yazık ki, çok küçük bir parçası elimize ulaşabilmiştir.  İkinci dünya haritasından  günümüze kalan parça, büyük bir haritanın kuzeybatı köşesi olup, Orta Amerika'nın yeni keşfedilmiş kıyılarını, Florida’yı, Kanada’yı, Kanada’nın  kuzeydoğu köşesini, ve Grönland’ı gösterir. Piri Reis in Kanuni Sultan Süleyman’a  armağan ettiği haritanın bu parçası da, 1513 haritası gibi halen   Topkapı Sarayı’'nda bulunur.
      Ceylan derisine 8 renkli olarak çizilmis haritanın parçası 69 x 70 cm ebatlarındadır. Bu harita da birinci harita gibi  portolan tarzında, dört büyük, iki de küçük pusula gülü çizilerek yapılmıştır. Kenar notlarından biri bu haritanın Piri Reis tarafından yapıldığını belirtir. Diğer kenar notları çesitli açıklayıcı bilgiler içerir.
      Grönland'ın güneyinde görünen,  Kanada’ daki Newfoundland, "Terra Nova", Labrador da "Baccalao" isimleri ile gösterilir ve buraların Portekizliler tarafından keşfedildiği yazılıdır. Terra Nova  1500’de   Portekizli Carl Real, Labrador da   1501’de kardeşi Miguel Real   tarafından keşfedilmişlerdir.   Orta Amerika hizasında bir notta karadan giderek okyanusa ulasmayı amaçlayan bir kaşiften söz edilir. Bu muhtemelen  ' 1513’de karadan Büyük Okyanus’a  ulaşan Portekizli  Balboa’dır.
      Piri Reis'in ikinci dünya haritasında adalar ve kıyılar son keşiflere dayalı olarak çizilidir. Birinci haritasında   Porto Riko’da gösterilen San Juan Batisto,  bu haritada  Florida’da gösterilmiştir.   Kristof Kolomb’un hatalı haritasından etkilenmiş olan birinci haritasının aksine, bunda Bahama, Antiler, Haiti ve Küba  oldukça doğru çizilmişlerdir. 1517 ve 1519’da   keşfedilmiş olan Ykatan ve Honduras yarım adaları da mevcutturlar. Küba, "Isla di vana" diye adlandırılmıştır. İlk haritada olmayan  Yengeç Dönencesi bu haritada (enlemi biraz hatalı olarak) çizilmiştir. Piri Reis bunu "Günuzadısı" olarak adlandırıp yanına "Bu hat gün gayet uzadığı yere işarettir" yazmıştır.
      Piri Reis bu haritasında keşfedilmeyen yerleri beyaz bırakarak, kenar notlarında bunları bilinmediği için çizmediğini belirtir. İlk haritasından daha büyük ölçekli ve gelişkin olan ikincisi, teknik olarak döneminin en ileri örneğidir.
      Demek ki, neymiş; üzerinde fırtınalar kopartılan, uzaydan çizildiği bile iddia edilen 1513 haritası savaşlarda esir alınan Portekiz denizcilerin sorgulanması, yine deniz savaşlarında ele geçen haritaların derlenmesi ile oluşturulmuş fakat çok sayıda yanlış içeren bir harita imiş. !528’de çizilen haritanın kalan parçası bile Piri Reis’in bu dünya haritası işini sonradan ne kadar geliştirdiğini ve mükemmel duruma getirdiğini göstermektedir.
      Piri reis kendi haritasının kaynaklarını da kendi ağzından şöyle anlatır;
      “İşbu harti misalinde harti asır içinde kimesnede yoktur. Bu fakirin elinde telif olup şimdi bünyat oldu. Hususan yirmi miktar hartiler ve Yappamondolardan - yani İskenderi Zülkarneyn zamanında telif olmuş hartidir ki rubu meskûn anın içinde malûmdur; Arap tayfası ol hartiya Caferiye derler anın gibi sekiz Caferiyeden ve bir Arabî Hint hartisinden ve dört Portukalın şimdi telif olmuş hartilerinden kim Sint ve Hint ve Çin diyarları hendese tariki üzerine ol hartilerin içinde mesturdur, ve bir dahi Kolonbonun garp tarafında yazdığı hartiden bir kıyas üzerine istihraç edip bu şekil hâsıl oldu; şöyle ki bu diyarın hartisi bahriler içinde nice sahih ve muteber ise, mezbur harti de dahi yedi derya ile sahih ve muteberdir.”

      Kaynaklar:

      1. Gizlenen Tarih - Brian Haughton Koridor Yayınları  1. Baskı 2009 İstanbul

      EZBER BOZANLAR-YAKIN TARİHTE BİR CİNAYET OLAYI


      Yakın Tarihten Bir Cinayet Olayı

      Yazar  Serdar Hakyemezoğlu
        9 Temmuz 1946 tarihinde 18 yıldır Ankara Valililiği ve Balediye Başkanlığını bir arada yürüten Nevzat Tandoğan intihar eder.   Bu intihara neden olan olaylar zinciri ise 16 Ekim 1945’te Ankara’da Samanpazarı semtinde Dr.Neşet Naci Arcan  isimli doktorun vurularak öldürülmesi ile başlamıştı. Bu cinayet yakın tarihimizin çok bilindik ama bir çok yönü hala sis perdesinde olan ve hiçbir zaman da aydınlanmayacak bir olayıdır. Herkesin yazdığı, Uğur Mumcu’nun 40’ların Cadı Kazanı kitabında da anlatılan, hatta cinayet zanlılarının kolej arkadaşı, Çorum Milletvekili İhsan Tombuş’un kitabından yola çıkarak filmi de yapılmış bu olaylar dizisini ben yeniden yazmayacağım. Ancak belki bilmeyenler vardır diye, bu konuda Uğur Mumcu’nun 402ların Cadı Kazanı ve Altan Öymen’in Bir Dönem, Bir Çocuk kitaplarından  ilgili bölümleri, İhsan Tombuş’la yapılan bir röportajı ve dikkate değer bilgiler içeren bazı kaynaklardan  bölümleri harmanlayıp okumanıza sunacağım. 
        Öncelikle Nevzat Tandoğan’dan söz etmek gerekiyor ;
        1925 yılının 18 Ağustos’unda Malatya’nın ileri gelen ailelerinden Karakaşzadeler’in en büyük oğlu Abdullah Bey, intihar eder.  Cumhuriyet Halk Fırkası’nın merkez kaza mutemedi ve Tayyare Cemiyeti şubesinin de reis vekili olan 25 yaşındaki Abdullah Bey, yöresinin sevilen, sayılan insanlarından biriydi. Bir süre öncesine kadar da Malatya’nın ilk valisi Asım Bey’in kızı ile nişanlıydı. Nişanın bozulmasını onuruna yediremeyerek, intihar ettiği haberi kulaktan kulağa yayıldı. Malatya Gazetesi haberi, “FECİ BİR İNTİHAR… Şehid-i Aşk” başlığıyla verdi.
        Karakaşzade Abdullah Bey’in intiharı, halk arasında derin bir üzüntüye neden olduğu gibi siyasi çevreleri de şok edercesine etkiledi. Ankara olayı duyar duymaz, siyasi müdahale etme gereği hissetti. Malatya Valisi Asım Bey, Bozok (Yozgat) valiliğine, Adalar Daire-i Belediye Müdürü Nevzad Bey ise Malatya Valiliği’ne tayin edildi. Hatta Nevzat Bey’e, yeni görevini Başvekil İsmet Paşa, bizzat köşkünde kabul ederek, iltifatlar ile birlikte tebliğ etti.

        Nevzat Tandoğan, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezunudur. 1914-1918 yılları arasında öğretmenlik yapmıştır. İstanbul Polis Müdürlüğü 2. Şubede Müdür Yardımcısı olarak atandıktan sonra öğretmenlik görevinden ayrıldı. Daha sonra 1. Şube müdürlüğünde de bulundu. İstanbul’daki görevinden sonra 1927 yılında Malatya Valiliğine atandı. Buradaki valiliği sırasında Konya milletvekili olarak gösterilip seçildiyse de valilikten ayrılmak istemediğinden milletvekilliğinden istifa ederek valiliğine devam etti. 1929 yılında Ankara’ya vali olarak atandı. Çok uzun süre bu görevde kaldı. Vali olduktan sonra Ankara Belediye Başkanlığını da birlikte yürüttü. On sekiz yıl gibi uzun süre devam eden Ankara Valiliği ve Belediye Başkanlığı 1946 yılındaki ölümüne kadar devam etti.

        3 Mayıs 1944 yılında tutuklanıp huzuruna çıkarılan Osman Yüksel Serdengeçti’ye karşı sarf ettiği sözleri ile ünlenmişti. Vali, tutukluyu süzdükten sonra; “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek.” dedi (Doç. Dr. Özcan Yeniçeri, Yönetim ve Bürokrasinin Yozlaşmadaki Rolü-II)

        Yine “Bu memlekete komünizm getirilecekse onu da biz getiririz” sözleri de ona aittir.

        Ankara’da basın üzerinde yaşatılan büyük baskılardan dolayı gazeteciler de büyük bir sıkıntı yaşamaktaydılar. Ankara’dan gazetelerine gönderdikleri haberler, şayet iktidarın aleyhindeyse, başlarına büyük işler açmakta ve valinin sert tutumuyla karşılaşmaktaydılar. Aralarında Hürriyet Gazetesi’nin de bulunduğu muhtelif gazetelerde çalışan ve anılarını 1977 yılında yayınladığı “İşte Ankara” adlı eserinde kaleme alan Emin Karakuş, bu dönemde yaşanmış hadiseleri bir gazeteci gözüyle ortaya koydu. Emin Karakuş, hatıralarında Ankara’dan gönderdikleri haberlerden dolayı çektikleri sıkıntıları dile getirdi. 1945 yılında Mecliste, çiftçiyi topraklandırma kanun tasarısı üzerinde yapılan ve CHP içinde cereyan eden tartışmaları bir mektupla Zekeriya Sertel’e yazması ve bunun öğrenilmesinden sonra Tandoğan’ın hışmına uğradı. Vali, Karakuş’u makamına çağırdıktan sonra, tabanca gösterip, haberin kaynağını öğrenmek maksadıyla tehditte bulundu. Daha sonra peşine taktığı polislerle büyük sıkıntılar yaşamasına sebep oldu.
        Tandoğan’ın hukuk tanımazlığına iki önemli olay yine Emin Karakuş tarafından nakledilmektedir. Vali, hakkında şikayette bulunan eczacının Ankara’yı terk etmesini sağlamıştır. Yine bir başka olayda, belediyeyi mahkemeye verip Danıştay’a şikayette bulunan ve davayı kazanan bir müteahhit, buna rağmen bir şey elde edememiş; Valilik Danıştay’ın kararını uygulamadığı gibi, Tandoğan karar yazısını müteahhidin elinden alıp parçaladıktan sonra, “Burada benim sözüm geçer” demek suretiyle hukuku çiğnemiştir.
        Evet, fikir vermesi açısından olayın kahramanlarından Vali Tandoğan’ın portresini verdikten sonra, Uğur Mumcu’nun anlatımına geçebiliriz;
        Haşmet Orbay Olayı

        40'lı yılların ortasında Türkiye'yi ilgilendiren iki olay vardı. Bu iki olay üzerinde söylentiler, yorumlar ve kuşkular birbirini izlemekteydi.

        Konulardan biri, Sovyetler Birliği Büyükelçilik doktodu Neşet Naci'nin öldürülmesi, öbürü de Ankara Valisi Tandoğan'ın intiharıydı.
        Bu iki olay da bir kanlı giz zinciriyle birbirine sımsıkı bağlıydı. Bu iki olayın kilit adamı Haşmet Orbay'dı. Haşmet Orbay, Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay'ın oğluydu. Ve o tarihteki adı Milli Emniyet olan MİT'te görevliydi.

        Haşmet Orbay, 1986 yılında Erkekçe Dergisi'nden gazeteci Avni Özgürel'e şu açıklamalarda bulunacaktı:

        «Daha evvel Erzurum'da pederim Kazım Orbay 3. Ordu müfettişiyken, ben Milli İstihbarat Teşkilatı'nda vazifeliydim. Sonra Ankara'ya gelince, bu vazifeme devam ettim. Aynı zamanda, vilayet hususi katibiydim.. (..) Erzurum'dayken harici kısım vardı. Harici kısımda birçok sızıntılar oluyordu. Hudutta.. Malûmat alıp sorgularını yapıyorduk. Ankara'da, ben, dahili bir vazife almıştım. Ama yine de benim vazifem ecnebilerle ilgiliydi.. (..) Biz, MİT'te çalışanlar, memleketimize yaptığımız bütün vazifelerimizi mezara beraber götürürüz».

        O sıralarda Vali Nevzat Tandoğan da Ankara Valiliği'ndeki on yedinci yılını doldurmaktaydı. Tandoğan, özel kalem müdürü Haşmet Orbay'ı oğlu gibi severdi.

        Orbay, ünlü Enver Paşa ile Kafkas İslam Orduları Komutanı Nuri Paşa'nın da yeğeniydi. Dr. Neşet Naci Arzan, 16 Ekim 1945 günü Ankara'da Anafartalar Caddesi'ndeki Çocuk Esirgeme Kurumu apartmanındaki muayenehanesinde Reşit Mercan adındaki bir genç tarafından tabancayla vurularak öldürülmüştü. Katil, Neşet Naci'nin odasına girmiş; bir süre doktorla görüşmüş; sonra tabancasını çekmiş, doktor yan odaya geçmiş, katil, doktoru bu odada öldürmüştü.

        Ertesi gün Anafartalar Emniyet Amirliği'ne gelen Reşit Mercan, «Katil benim» demiş ve cinayet nedeni olarak da şu açıklamayı yapmıştı:

        «Veremim, doktordan rapor istedim vermedi. Bu yüzden öldürdüm.»

        Mercan'ın bu sözleri kimseyi inandırmamıştı. Üstelik, Reşit Mercan'ın sapasağlam olduğu da doktor raporu ile saptanmıştı.
        Mercan, Haşmet Orbay ile aynı evde kalmaktaydı. Reşit Mercan cinayetten sonra Haşmet Orbay'ın evine gitmiş; evde, üzerindeki elbiseleri çıkararak Haşmet'in elbise ve paltosunu giymiştir. Reşit Mercan, Haşmet Orbay ve Vali Tandoğan'ın oğlu Haldun Tandoğan üç yakın arkadaştılar. Mercan-Orbay arkadaşlığı kuşkuları arttırmaya yetmişti. Reşit Mercan'ın poliste ve savcılıktaki sözleri hiç de inandırıcı değildi. Üstelik cinayette kullanılan tabancanın kılıfı Haşmet Orbay'ın belediyedeki odasında bulunmuştu.

        Dr. Neşet Naci niçin öldürülmüştü? Para için mi?

        Mercan, polise ve savcıya verdiği ilk sorgularında amacının silah tehdidi ile para toplamak olduğunu; Haşmet Orbay ile aralarında şu konuşmanın geçtiğini anlatmıştı:

        «Bu tasavvurumu tahakkuk ettirebilirsem zengin ola-cağım, öteden beri zihnimi kurcalayan yokluk ve yoksulluktan kurtulacağım. Beni maddi sıkıntıdan kurtaracak tek çare bazı zengin şahsiyetleri tehdit ederek para koparmaktır. Senden yakın dostum yok, bu hususta sen bana yardım edebilirsin.»

        Reşit Mercan ile ilk görüşmeyi savcıdan önce Vali Tandoğan yapmaktaydı. Bu görüşme de olay üzerindeki kuşkuları arttırmıştı.
        Dışişleri Bakanı'nın ve Sovyetler Birliği Büyükelçiliği'nin doktoru Neşet Naci, Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay'ın oğlunun arkadaşınca niçin öldürülmüştü?

        Dava suçüstü hükümlerine göre açıldı: 16 ekim günü işlenen cinayet için düzenlenen iddianame 18 ekim tarihini taşımaktaydı.
        İlk duruşmada da aynı gün başlamıştı.

        18 Ekim günlü ilk duruşmada sanık Mercan, ilk ifadelerini yineledi. Duruşmada tanık olarak dinlenen Haşmet Orbay, sanıkla Robert Kolej'deyken tanıştığını, kendisini uzun yıllar görmediğini, iki yıl önce karşılaşmalarından sonra sık sık görüştüklerini ve Mercan'ı işe yerleştirdiğini ve aynı evde oturduklarını anlatmıştı. Reşit Mercan, cinayetten bir halta önce Haşmet Orbay'ın evinden ayrılıp bir başka eve taşınmıştı.

        Orbay, mahkemede olayı şöyle anlatıyordu:

        «Üç gün önce bana gelerek bazı projelerinden bahsetti. 'İnşallah hayırlı işlerdir' dedim. 'Göze öyle bir şey alıyorum ki bunu muhakkak yapacağım' dedi. 'Sonu fena olmasın' dedim. 'Çok hayırlı olacak, bütün arzularım tahakkuk edecek' cevabını verdi. Projesi hakkında izahat vermedi. Fakat bir tabanca istemekte ısrar etti. Evvelsi gün birlikte Hergele Meydanı'na gittik. Tanıdığım eskici Ömer'in bir arkadaşından bir tabanca aldık. Kendisine "bundan mesuliyet kabul etmem' dedim.»

        Daha sonra mahkeme başkanı Reşat Bayramoğlu, Reşit Mercan'ın savcılık ifadesini okur. Mercan, ifadesinde «Haşmet'in 1200 lira borcu varmış. Bana bu işi teklif etti» dediği anlaşılır. Haşmet Orbay sapsarı olmuştur. Başkan duruşmaya ara verir; Haşmet Orbay fenalaşmıştır. 

        Duruşma yeniden başlar. Haşmet Orbay, Mercan'ın bu sözlerini «Suçlu kendisini kurtarmak için böyle söyler» diye yanıtlar.

        Başkan Bayramoğlu, bu kez Mercan'a sorar:

        «Hanginiz teklif etti?»

        Mercan bir süre susar, sonra alçak sesle «Ben teklif etmiş olayım» der. Bu soru-yanıttan sonra kuşkular büsbütün artmıştır. Duruşmada daha sonra Maliye Bakanı özel kalem müdürlerinden Cemil Conk, kapıcı İzzet Aksoy ve tabancayı satan Kızılcahamamlı eskiciler dinlenmişti. Savcı Kemal Bora ve savcı yardımcısı Kamil Okay, Reşit Mercan'ın adam öldürme suçundan cezalandırılmasını istemişti. Esas hakkındaki görüşte de Haşmet Orbay, cinayet suçuna katılmaktan sorumlu görülmüyordu.

        Duruşma sonunda mahkeme kararını açıklıyordu:

        Haşmet Orbay hakkında yataklık, ruhsatsız tabanca bulundurmak ve adliyeyi yanıltmak suçlarından dolayı soruşturma açılması için savcılığa suç duyurusunda bulunulması kararlaştırılmıştı. Haşmet Orbay, ruhsatsız silah bulundurmak, yataklık ve adliyeyi yanıltmak suçlarından tutuklandı.

        Orbay, 22 Ekim 1945 günü Ankara Birinci Asliye Ceza Mahkemesi Yargıcı Bekir Kayral'ın sorularını şöyle yanıtlıyordu:

        «Reşit'i on senedir tanırım, ona hayatımın sıkıntı içinde olduğunu, buna çare bulmak icap ettiğini, benim zengin adamlardan tehditle para koparmak gibi bir problemim olduğunu söyledim. Kabul etti. Ben durumum bakımından bu işi bizzat yapabilecek halde olmadığımdan, işi Reşit'in yapmasını kararlaştırdık.»

        Haşmet Orbay ile Reşit Mercan'ın davaları Ağır Ceza Mahkemesi'nde birleştirildi. Davaya Dr. Neşet Naci'nin ailesi adına katılan Avukat Hamit Şevket İnce cinayetin Haşmet Orbay tarafından işlendiği kanısındaydı. Orbay'ı Avukat Nail Taner; Reşit Mercan'ı Celal Yardımcı, Abdurrahman Taşpınar, Meliha Görken savunuyorlardı.

        Başkan Reşat Bayramoğlu, üyeler Yusuf Bahri Bilen ve Hakkı Uma'dan oluşan Ağır Ceza Mahkemesi 13 kasım günü kararını açıkladı:

        Katil, Reşit Mercan'dı.

        Mercan'a 20 yıl ağır hapis cezası verildi. Haşmet Orbay'a verilen ceza da 1 yıldı! Dosya Yargıtay'a gitmişti. O günlerde Ankara, Haşmet Orbay olayı ile çalkalanmakta; hemen hemen her yerde bu konu konuşulmaktaydı. Dr. Neşet Naci niçin öldürülmüştü?

        Yargıtay, Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararını bozdu. Bozarken de davanın Ankara'da değil, Bolu'da görülmesine karar verdi.
        Dava, Bolu Ağır Ceza Mahkemesi'nde 1946 yılı nisan ayı ortasında yeniden başlamıştı. Reşit Mercan, bu kez «Katil ben değilim» diyordu.

        Bolu'da başlayan mahkeme, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'ın tanık olarak dinlenmesine karar vermişti.
        Tandoğan, Ankara'da «istinabe yoluyla» dinlendi. Yargıç, Vali Tandoğan'a «Reşit Mercan ile savcıdan önce niçin görüştüğünü» sordu.
        Vali, «Cinayetin şehirde yaptığı akisleri, muhitte yarattığı heyecanı biliyordum, o yüzden hadiseyi bizzat katilin ağzından dinlemek istedim, bunda anormal bir cihet görmüyorum» yanıtını verdi.

        Vali, görüşmeyle ilgili bir tutanak da tutturmamıştı. Avukat Hamit Şevket İnce'nin sorusu üzerine tutanak tutulmadığı da anlaşılmıştı. Yargıç, Vali'ye «Reşit'e, Haşmet'in suçunu üzerine alması için telkinde bulunup bulunmadığını» sordu.

        Tandoğan, bu soruyu şöyle yanıtladı:

        «Türkiye Cumhuriyeti'ni idare eden bir amir ve me-murları, bir katilin yerine bir başkasını koymak, şunun bunun suçunu başkasına yüklemek durumuna düşmemişlerdir. Bütünüyle yalandır bunlar. Böyle bir telkinde bulunduğum, az bir ceza ile kurtulacağını söylediğim, yurtdışına kaçırılabileceğini söylediğim yalandır.»

        Vali Tandoğan, bu tanıklığı yaptıktan bir gün sonra Adalet Bakanı Mümtaz Ökmen'i arıyor ve kendisine mahkemede «sanık» gibi davranıldığından yakınıyordu. Tandoğan, 8 temmuz günü sabah evinde intihar ediyordu! O günlerde Tandoğan'ın intihar etmediği, öldürüldüğü dedikodusu da yayılmıştı. Vali Tandoğan, 8 Temmuz 1945 günü intihar ediyor. Haşmet Orbay'ın babası Genelkurmay Başkanı Kazım Or-bay da genelkurmay başkanlığı görevinden 29 Temmuz 1946 günü ayrılıyordu.

        Bolu Ağır Ceza Mahkemesi'nde yeni tanıklar dinlendi. Görgü tanıklarının da yeniden dinlenmelerine karar verildi. Haşmet Orbay'ı Bolu Ağır Ceza Mahkemesi'nde Feridun Söğütlüğü savundu. Bolu'daki dava, olayın daha da derinleştirilerek araştırılmasını sağlamıştı. Mahkemede cinayetin işlendiği Çocuk Esirgeme Kurumu binasının alt katındaki Foto Rıfat, cinayetten hemen sonra Haşmet Orbay'ı binadan çıkarken gördüğünü söylüyordu.

        Haşmet Orbay, Foto Rıfat'a daha önce fotoğraf çektirmişti.. Orbay ile tanışır, görüşürlerdi. Foto Rıfat, «Orbay'ın, Neşet Naci'nin muayenehaneye giriş-çıkış saatlerini» de kendisine sorduğunu söylemişti.

        Foto Rıfat'ın bu sözlerini Rıdvan Kırmacı ve Rıfat Süerdem de doğrulamışlardı. Duruşmada dinlenen Haşmet'in nişanlısı Müşerref ise Foto Rıfat'ı yalanlıyordu.

        Foto Rıfat, Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'nde daha önce neden tanıklık yapmamıştı? Tanıklara poliste işkence yapıldığını duymuş; bu nedenle çekinmişti!

        Kapıcı Tevfik Tutar ve hizmetçi Sultan Kara da cinayetin Haşmet Orbay tarafından işlendiğini söylüyorlardı. Tanıklardan, Maliye Bakanlığı özel kalem müdürlerinden Celadet Conk çelişkili tanıklık yaptığı için tutuklanacak, daha sonra da Haşmet Orbay'ı olay yerinde gördüğünü söyleyecekti.

        Dava 17 Aralık 1946 günü sonuçlandı. Mahkeme, Haşmet Orbay'ı «Mahiyeti gizlenen sebep ve saik altında» odam öldürmek suçundan idam cezasına çarptırdı. Reşit Mercan'a da «suça iştirak» eyleminden 10 yıl hapis cezası uygun görülmüştü. Reşat Mercan ve Haşmet Orbay, 1950 affı ile cezaevinden çıktılar. Mercan bir süre sonra öldü.

        Sırlarını mezara kadar götüreceğini» söyleyen Yük. Müh. ve eski MİT görevlisi Haşmet Orbay da İstanbul'da yaşıyor. Cinayetin niçin işlendiği hiç ortaya çıkmadı. Haşmet Orbay'ın MİT görevlisi olduğu da o günlerde mahkemeye bildirilmemişti.
        Haşmet Orbay'ın Sovyetler Birliği Büyükelçiliği'nde, Dr. Neşet Naci tarafından bir harita üzerinde elçilik görevlilerinden birine bilgi verirken görüldüğü; bu nedenle Orbay tarafından öldürüldüğü o günlerin konuşulan konuları arasındaydı. Olay üzerindeki bir başka yorum da Dr. Neşet Naci'nin MİT tarafından öldürüldüğüydü.

        Olayın gerçek yüzü ise hiçbir zaman anlaşılamayacaktı.

        Aynı olayı Bir de Altan Öymen’den dinleyelim;
        Ankara'da tanınmış bir doktor vardı: Neşet Naci Arzan... Ekim ayında bir akşam vakti, Anafartalar Caddesi'ndeki muayenehanesinde öldürüldü (...)

        Olaydan sonra ‘‘katil’’ olarak Reşit Mercan adında bir genç yakalanmıştı. Polise suçunu itiraf ettiği bildirilmişti. Ama bir süre sonra cinayete bir arkadaşının da katıldığı ortaya çıkmıştı. Mercan'ın silahı onun aracılığıyla temin ettiği anlaşılmıştı. O gencin adı Haşmet Orbay'dı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kazım Orbay'ın oğluydu (...)

        Haşmet'in ona silah bulması ise ‘‘Reşit ondan kendisi için bir silah bulmasını rica etmiş. O da bunun korunma için olduğunu sanıp satın aldığı silahı vermiş. Reşit'in cinayet işleyeceğini nereden bilsin’’ diye izah edildi. Fakat mahkemedeki duruşma başlayınca birçok soru işareti ortaya çıktı.

        GERÇEK KATİL ORBAY MI

        Davaya, ölen doktorun çocuğu adına müdahil olarak ünlü avukat Hamit Şevket İnce katılıyordu (...) Hamit Şevket İnce, duruşmalar sırasında söz alarak, soruşturmanın Ankara Savcısı ve Valisince çarpıtılmak istendiğini ima ediyordu. Onun bu imaları ve tanıkların ifadeleri giderek şu iddianın somutlaşmasına yol açtı:

        Gerçek katil Haşmet Orbay'dı. Reşit Mercan, Haşmet'in daha önce tanıdığı bir arkadaşıydı. Mütevazı bir ailenin çocuğuydu. Babası ölmüştü. Haşmet'in işlediği cinayeti Reşit'in üstlenmesi için bir komplo kurulmuştu (...) Bu gelişme sırasında Ankara'daki Cumhuriyet Savcısı Kemal Bora ile Vali Nevzat Tandoğan'a yöneltilen suçlama, Reşit'e, -gerçeği söylemesini önlemek için- baskı yaptıklarıydı. Ankara Emniyet Müdürü, Reşit'in yakalanmasından sonra onu Valilik makamına götürmüştü. Vali onunla bir süre yalnız olarak görüşmüştü. Hamit Şevket İnce soruyordu: Sanıkların adli merciler yerine vali önüne çıkarılması diye bir usul var mıydı? Ayrıca Vali Tandoğan, Reşit Mercan'la neyi görüşmüştü?

        Buna, Ankara Emniyet Müdürü bir cevap verdi. Nevzat Tandoğan'ın Ankara'da 18 yıldır valilik yaptığını, şehrin asayişiyle ilgili her önemli konuda Emniyet'ten ayrıntılı bilgiler aldığını, gerekli gördüğünde de sanıkları dinlemeyi görev saydığını belirtti.

        BİR İKTİDAR SALLANINCA

        Bu doğruydu. Tandoğan, evlerdeki en basit hırsızlık olaylarından kaçak inşaat girişimlerine kadar her türlü kanunsuzlukla yakından ilgilenirdi. Şehirde sarhoş dolaşanlara rastlarsa, onlara bile bizzat müdahale ederdi. (...) Tek parti döneminde 18 yıldır sürdürdüğü bu uygulamalara itiraz eden olmamıştı. Şimdiye kadar kimbilir kaç sanığı makamına getirip dinlemişti. Bunun mahkemede konu edilişi, ilk defa başına geliyordu.

        Hamit Şevket İnce'nin hukuki girişimleri Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararını etkilemedi. Karar, Ankara Savcısı Kemal Bora'nın talebine uygundu. Reşit Mercan cinayetten 20 yıl, Haşmet Orbay da katile tabanca sağlamaktan 1 yıl hapse mahkûm edildi. Ancak bu karar kısa bir süre sonra Yargıtay'ca bozuldu. Dava yeri de değiştirildi. Reşit ile Haşmet artık Bolu'da yargılanacaklardı. O sırada Meclis'e verilen bir önerge, işe siyasi bir boyut kattı (...) İddia şuydu: Ankara Savcısı Kemal Bora, Yargıtay'ın bozduğu karara yol açan adli soruşturmanın ilk aşamasında Mercan'ın önce kız kardeşini, sonra annesini çağırmıştı. İkisinden birinin mahkemede ‘‘Ben Doktor Neşet Naci'nin metresiydim’’ diye ifade vermesini, ötekinin de bunu doğrulamasını istemişti. Böyle yaparlarsa Reşit, cinayeti bu yüzden işlemiş gibi yargılanacaktı. (...)

        Adalet Bakanı Mümtaz Ökmen bu iddiaları yalanladı. Fakat Bolu'da başlayan duruşmalar sırasında gerek Ankara Savcısı, gerek Ankara Valisi hakkındaki tüm iddialar tekrarlandı.

        TANIK TANDOĞAN OLUNCA

        Bolu Ağır Ceza Mahkemesi de ilgilileri tanık olarak çağırdı. O arada Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'ı da.

        Nevzat Tandoğan, çağırıldığı gün mahkemeye geldi. Uzun süre koridorda bekledikten sonra içeriye alındı. İçerde basın mensupları çoktu. Bazıları, gazetelerince İstanbul'dan, Ankara'dan gönderilmişti. Ankara Valisi'nin dinlenmesi, duruşmanın en fazla merak edilen bölümüydü. Herkes dikkat kesildi.

        Mahkeme Başkanı da bu ilginin farkındaydı. Valiyi sorgulama şeklini ona göre ayarladı. Devir artık değişmişti. Karşısındaki zat, başkentin kıdemli valisi de olsa, mahkeme önündeki bir tanıktı. Sorularını abartılı derecede sert bir üslupla sordu (...) 

        Tandoğan yargıçtan, durumunu belirtip oturarak ifade verme izni istedi. Yargıç bu izni verince, hakkındaki iddialarla ilgili soruları, oturduğu yerden güç işitilir bir sesle yanıtladı. Reşit Mercan'la yalnız konuşmadığını, yanında Emniyet Müdürü'nün de bulunduğunu, daha çok Reşit'i dinlediğini, onu etkileyecek bir şey söylemediğini bildirdi.

        İfadesi tamamlanıp Ankara'ya döndükten sonra ertesi sabah önce Adalet Bakanı Mümtaz Ökmen'e telefon açtı. Bolu'da kendine yapılan ‘‘muamele’’den çok üzüntü duyduğunu belirtti. Telefonu kapattıktan sonra karısına, ‘‘Ben şerefiyle oynanacak adam mıyım?’’ diye sordu. Daha sonra da yatak odasına giderek tabancasını çekip intihar etti.

        Haber, Ankara'da şok etkisi yaptı. Sadece Ankara'da değil, tüm Türkiye'de de. Bu, inanılmaz bir olaydı.

        Nevzat Tandoğan, Cumhuriyet yönetiminin en güçlü idarecilerinden biriydi. Bir mahkeme tanıklığıyla ilgili üzüntüsü yüzünden kendini öldürecek kadar duygusallaşabileceği tahmin edilemezdi. Ama belli ki, o ‘‘güçlü adam’’ otoriter bir dönemden sorgulayıcı bir döneme geçiş sürecinde, kendisine yönelik muamele değişikliklerine alışamamıştı. Sinirleri yıpranmıştı. Bolu'daki yargıcın o abartmalı sorgulama üslubu bardağı taşıran damla olmuştu.

        Olay hakkında yazılan ve Ankara Cinayeti filminin de temeli olan kitabın yazarı İhsan Tombuş ile Milliyet Gazetesi yazarı Nilüfer Oktay’ın yaptığı, 6 Kasım 2003 tarihli söyleşi de başka ayrıntılar da var;

        Dava ile ilgili hiç belge bulamadığınız doğru mu?
        Evet. İmha edilmiş belgeler. Yargıtay'daki ilanları dahi bulamadım. O zamanki gazetecilerin himmetiyle kitabı yazabildim yoksa imkansızdı. 

        Ne kadar sürdü araştırmanız?
        İki sene. Üç gazetenin, üç senelik bütün nüshalarını tek tek taradım. Tasvir'i, Ulus'u ve Vatan'ı. Biraz da Cumhuriyet'ten yararlandım.

        Olayda adı geçenlerin ailelerine ulaşmaya çalıştınız mı?
        Tabii. Haşmet'in (Orbay) hanımını buldum, ondan bazı bilgiler aldım. Zaten başka kimse de kalmamıştı hayatta. Doktorun oğlu yaşıyor ama konuşmak istemedi. 

        Peki, roman yazmanızdan rahatsız oldu mu?
        "62 yaşına geldim, hâlâ bu olayla uğraşamam" dedi. Ben "Yalan yanlış olmasın diye sizinle konuşmak istiyorum" deyince de "Ne yazarsan yaz" deyip telefonu kapattı. 

        Agahta Christie de olayla ilgilendi 

        İkisini de Robert Kolej'den tanıyordunuz. Ne hissetmiştiniz olayı öğrendiğinizde?
        Arkadaşlarımın durumuna üzülüyordum tabii. Merak da ediyordum neler olacak diye.

        Arkadaşlarınız cezaevinden çıktıktan sonra onlarla görüşmeyi denediniz mi?
        Hayır çünkü Çorum'da avukatlık yapıyordum, sonra da politikaya girdim. İletişim zordu o yıllarda. 1962'de Kilyos plajında Haşmet'le karşılaştım, ayaküstü 15 dakika konuştuk. Ondan sonra Haşmet'i hiç görmedim. Reşit'le ise iki sene kadar arkadaşlık yaptık Ankara'da. Sonra kayboldu ortadan, 
        bir daha izine rastlayamadım. 

        O görüşmede Reşit Mercan size pek bir şey anlatmamış.
        Bazı şeyleri anlattı tabii. İspatı mümkün olmadığı için onları yazmadım. Ketumdu, ben sebep arıyordum ama o söylemedi veyahut o da bilmiyordu.

        Araştırma yaparken sürprizlerle karşılaştınız mı?
        Şiar Yalçın'la karşılaşmam sürpriz oldu. O dönemde Türkiye'ye gelen Agatha Christie'nin olayla ilgilendiğini, Haşmet'in denizin üzerinde yürüdüğünü (Haşmet Orbay, 1983 yılında kendi yaptığı "deniz ayakkabılarıyla" Boğaz'da yürümüş) bilmiyordum. 

        Size göre dava hangi noktada tıkanmış?
        Patlamamış merminin kaybolması çok önemli. Sonra iki tane ölüm vakası var. İlk kararı temyiz eden Yargıtay başsavcısı kalp krizinden öldü deniyor. Vali Tandoğan'ın ölümü gazetelerde tartışılmış fakat başsavcının üzerinde kimse durmamış. 

        Haşmet Orbay'ın katil olduğundan emin misiniz?
        Haşmet'in öldürdüğünden yüzde 95 eminim. Dava safhasına göre eminim, başka bir bilgi mevcut değil elimde. Reşit'in öldürmediğindense yüzde 100 eminim.

        Üçüncü kişiye çok az ihtimal veriyorsunuz.
        Evet. Patlamamış merminin, tabancanın sahibini himaye etmek için kaybedildiğini zannediyorum. Ama bu kimdi, kimi himaye etmek istiyorlardı, bilmiyorum.

        "Kazım Orbay'ın silahıydı" iddiası var bir de...
        Var ama Haşmet almış olabilir o silahı. Kazım Orbay'ın üzerine kalmasın diye kaybedilmiş olabilir. Haşmet'in babasının silahıyla doktoru öldürmüş olması ihtimali kuvvetli.

        Cinayet sebebi para mı, yoksa bir casusluk olayı mı? Hangisi sizce akla daha yatkın?
        Casusluk. Sadece ben değil, herkes böyle tahmin ediyor.

        Bugün böyle bir cinayet işlense ve yine güçlü insanlar işin içinde olsa... Dava çözülür müydü?
        Zor çözülürdü. O zamanki kadar bile çözülmezdi. 

        Yargı özgür değil yani.
        Hayır, değil. O zamanki kadar özgür değil. Yargının üzerindeki baskı özellikle 28 Şubat'tan sonra yoğunlaştı. Verilen kararların birçoğunun hukukla hiç alakası yok. Ben Tek Parti, Demokrat Parti devrini; 27 Mayıs devrimini, 12 Mart'ı, 12 Eylül'ü gördüm. Hepsini yaşadım. O zamanki hukuki durumları da tespit ettim. En berbatı 28 Şubat. Hukukun üstünlüğü meselesi ciddi olarak ele alınmış değil. Hâlâ hukuk zedeleniyor. 

        Kitapta sansüre uğrayan olay

        İsmet İnönü'nün oğlunun adının karıştığı bir olay var. Kitaptan ne olduğu hakkında fazla bir şey öğrenemiyoruz. Fakat olaydan daha önce ayrıntılı olarak bahsettiniz.
        Efendim onu söylemeyeyim. Biraz sansüre uğradı. 15-16 sayfaydı o bölüm, kısalttık maalesef. 

        Olayı, "Tek Parti devrinde, İsmet İnönü'nün oğlu Ömer İnönü'nün adı Taksim olayına karışmıştı. Bu davadan yedi ay evvel Ömer İnönü'nün Olga isminde bir kadının kocasını öldürdüğüne dair dedikodular dolaşmış fakat basına aksetmemişti. Dedikodulara göre Haşmet'in annesi olayı öğrendiğinde Mevhibe (İnönü) hanıma gidiyor. 'Oğlunuzu kurtardınız, oğlumu da kurtarın. Yoksa bildiklerimi açıklarım' diyor. Güya Mevhibe hanım da Tandoğan'a telefon edip 'Bu işi halledin' diyor. Tandoğan böyle devreye giriyor" diye anlatmıştınız.
        Evet, öyle.


        Derleyen: Serdar Hakyemezoğlu
        Kaynaklar;
        Uğur Mumcu  40'ların Cadı Kazanı  Tekin Yayınevi 1993
        Altan Öymen Bir Dönem Bir Çocuk Doğan Kitap 2003
        İhsan Tombuş Ankara Cinayeti  Bilgi Yayınevi 2003

        BILL GATES, ROCKEFELLER VE GDO DEVLERİ BİLMEDİĞİMİZ ŞEYLERİ Mİ BİLİYOR?




        BILL GATES, ROCKEFELLER VE GDO DEVLERİ 

        BİLMEDİĞİMİZ ŞEYLERİ Mİ BİLİYOR?


        Yazar F. William Engdahl – sendika.org    02 08 2009
        Microsoft’un kurucusu Bill Gates’in suçlanamayacağı şeylerden birisi tembelliktir. Daha 14 yaşındayken programcılık yapmaya başladı, 20 yaşında henüz Harvard’ta öğrenciyken Microsoft’u kurdu. 1995’da, durmak bilmez hırsıyla kişisel bilgisayarlar alanında fiili tekel yaratan bir şirket olan Microsoft’un en büyük ortağı haline gelerek Forbes tarafından dünyanın en zengin adamı ilan edildi.
        Bill Gates, 2006’da bu durumdaki birçok insanın hayal edeceği gibi sakin bir Pasifik adası emekliliğini düşlemek yerine tüm enerjisini Bill&Melinda Gates Vakfı’na aktarmaya karar verdi. Bu, 34,6 milyar dolarlık kuruluş varlığına sahip olan ve vergiden muaf hayırsever statüsünü korumak için dünya çapındaki hayırseverlik projelerine yılda 1,5 milyar dolarlık harcama yapması yasal olarak zorunlu olan dünyanın en büyük “şeffaf” özel vakfı. 2006’da dostu ve iş ortağı mega-yatırımcı Warren Buffet’ın hediyesi olarak gelen, Buffet’ın Berkshire Hathaway şirketinin 30 milyar dolarlık hissesi ise, Gates vakfını, Birleşmiş Milletler Dünya Sağlık Örgütü’nün yıllık bütçesinin tamamı kadar harcama yapabilecek bir düzeye yerleştirdi.
        O halde Bill Gates zarzor kazanılmış olan 30 milyon dolarlık gelirini Gates Vakfı aracılığıyla bir projeye yatırmaya karar vermişse, dönüp bu karara bir bakmakta fayda vardır.
        Şu anda hiçbir proje dünyanın en uzak köşelerinden birisi olan Svalbard’daki merak uyandırıcı bir proje kadar ilginç değildir. Bill Gates milyonlarını Kuzey Kutbu’nun 1,100 kilometre uzağındaki Arktik Okyanusu yakınlarındaki Barents Denizi’ndeki bir tohum bankasına yatırmaktadır. Svalbard, Norveç’in kendisine bağlı olduğunu iddia ettiği ve 1925’te uluslararası anlaşmalarla terk ettiği çıplak bir kaya parçasıdır.
        Bill Gates tanrının insafına bırakılmış olan bu adada Rockefeller Vakfı, Monsanto Şirketi, Syngenta Vakfı, Norveç hükümeti ve diğerleriyle birlikte, “kıyamet günü tohum bankası” olarak adlandırılan bir projeye on milyonlarca dolar yatırmaktadır. Norveç’in Svalbard adalar grubunun bir parçası olan Spitsbergen adası üzerindeki Proje, resmi olarak, Svalbard Küresel Tohum Deposu olarak adlandırılmaktadır.

        Kıyamet Günü Tohum Deposu

        Tohum bankası küçük Longyearbyen köyü yakınlarında bulunan Spitsbergen Adası üzerindeki bir dağın içine inşa edilmektedir. Yapılan açıklamalara göre neredeyse “işe” hazır durumdadır Banka hareket sensörleri olan çifte sıcak hava dalgası korumalı kapılar, iki ara bölme ve bir metre kalınlığında çelikle güçlendirilmiş beton duvarlara sahip olacaktır. Tüm dünyadan gelen üç milyon farklı tohum çeşidini içerecek, Norveç hükümetine göre “böylece ürün çeşitliliği gelecek için korunabilecektir”. Tohumlar nemden uzak kalmaları için özel olarak ambalajlanacaktır. Tam zamanlı çalışan personel olmayacak, ama deponun görece ulaşılamaz bir konumda olması, her türlü olası insan faaliyetinin izlenmesini kolaylaştıracaktır.
        Burada kaçırdığımız bir şey var mı? Yaptıkları basın açıklamasında, “böylece ürün çeşitliliği gelecek için korunabilecektir” denilmektedir. Peki tohum bankasının destekçileri, neredeyse tümü de dünyanın birçok yerinde bulunan tohum bankalarında zaten gayet iyi korunmakta olan mevcut tohumların küresel ulaşılabilirliğini tehdit edecek nasıl bir gelecek öngörmektedirler?
         Bill Gates, Rockefeller Vakfı, Monsanto ve Syngenta ne zaman ortak bir proje için bir araya gelseler, Spitsbergen üzerindeki kayaların altını biraz eşelemekte büyük yarar vardır. Bunu yaptığımızda şaşırtıcı kimi şeyler bulabiliriz.
        Dikkate değer ilk nokta, kıyamet günü tohum deposu destekçilerinin kimliği ile ilgilidir. Burada demin de belirtildiği gibi, Bill&Melinda Gates Vakfı; dünyanın en büyük patentlenmiş genetiği değiştirilmiş (GDO) bitki tohumları ve bunlarla ilgili tarımsal kimyasallarının sahibi olan ABD tarımsal ticaret devi DuPont/Pioneer Hi-Bred şirketi; Syngenta Vakfı aracılığıyla, İsveç kökenli büyük GDO’lu tohum ve tarımsal kimyasallar şirketi Syngenta; 1970’lerden bu yana 100 milyon dolardan fazla tohum parasıyla birlikte “gen devrimini” yaratmış olan Rockefeller Vakfı; Rockefeller Vakfı tarafından tarımsal değişim yoluyla genetik saflık elde etme idealini desteklemek üzere yaratılmış olan küresel bir ağ olan CGIAR, Norveçlilere katılmaktadır.

         CGIAR ve ‘Proje’

        Ölüm Tohumları isimli kitapta da ayrıntılarını verdiğim gibi, 1960’da Rockefeller Vakfı, John D. Rockefeller III’ün Tarımsal Gelişim Konseyi ve Ford Vakfı, Filipinlerdeki Los Baños’taki Uluslararası Pirinç Araştırma Enstitüsü’nü (IRRI) kurmak üzere güçlerini birleştirdiler. (1) Rockefeller Vakfı, 1971’de, IRRI, Meksika kökenli Uluslarararası Mısır ve Buğday İyileştirme Merkezi ve diğer iki Rockefeller ve Ford Vakfı destekli uluslarararası araştırma merkezi olan, biri Nijerya’daki tropik tarım IITA’sı ve diğeri Filipinler’deki pirinç IRRI’sı ile birlikte, Uluslararası Tarım Araştırmaları Küresel Danışma Grubu’nu (CGIAR) oluşturmak üzere bir araya geldiler.
        CGIAR, Rockefeller Vakfı’nın İtalya’nın Bellagio kentinde bulunan konferans merkezinde yapılan bir dizi özel konferansta biçimlendirildi. Bellagio görüşmelerinin başlıca katılımcıları Rockefeller Vakfı’ndan George Harrar, Ford Vakfı’ndan Forrest Hill, Dünya Bankası’ndan Robert McNamara ve 1972 yılında Stockholm’de yapılan BM Yeryüzü Zirvesi’ni Rockefeller Vakfı Mütevelli heyeti üyesi olarak örgütleyen, Rockefeller ailesinin uluslararası çevre örgütçüsü Maurice Strong’du. Konferans vakfın, bilimi, Proje adı verilen bir ırksal saflık geliştirme projesi olan öjeniğin (soy geliştirme) hizmetine sunmayı amaçlayan onlarca yıllık çabalarının bir parçasıydı.
        CGIAR, azami etkiyi yaratmak amacıyla Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü, BM Kalkınma Programı ve Dünya Bankası’nı da işin içine soktu. Rockefeller Vakfı, ilk başta sahip olduğu kaynakları böylesine planlı bir biçimde güçlendirerek, 1970’lerin başlarında küresel tarım politikalarını biçimlendirecek bir konum elde etti. Ve bu politikaları biçimlendirdi.
        Cömert Rockefeller ve Ford Vakıfları tarafından finanse edilen CGIAR, önde gelen Üçüncü Dünya tarım bilimcileri ve agronomistlerini, yeniden anayurtlarına taşıyacakları modern tarımsal ticaret üretimi kavramlarına “vakıf” hale getirmek amacıyla ABD’ye götürdü. Bu süreç içinde bu ülkelerde, ABD tarımsal ticaretinin, özellikle de gelişmekte olan ülkelerdeki GDO’lu “Gen Devriminin” desteklenmesini amaçlayan paha biçilmez bir etki ağını bilim ve etkin-serbest piyasa tarımı adına inşa etti.

         Genetik olarak üstün ırk yaratmak?

         Svalbard Tohum Bankası tam bu noktada ilginçleşmeye başlamaktadır. Hatta daha da fazlası mevcuttur. “Proje” olarak atıfta bulunduğum proje, Rockefeller Vakfı ile güçlü finansal çıkar çevrelerinin, daha sonra genetik olarak adlandırılacak olan öjenik bilimini, genetik olarak imal edilmiş bir üstün ırkın yaratılmasını meşrulaştırmak amacıyla 1920’lerden itibaren kullanması projesidir. Hitler ve Naziler bunu Ayran Üstün Irkı olarak adlandırmışlardı.
        Hitler’in öjeniği de, bugün gezegenimiz üzerinde bulunan bütün tohumların numunelerini saklamak amacıyla bir kıyamet günü deposu inşa etmekte olan aynı Rockefeller Vakfı tarafından finanse edilmişti. Konu bu noktada gerçekten merak uyandırıcı bir hal almaktadır. Aynı Rockefeller Vakfı, insan hayatını insan özelliklerini iradi olarak değiştirecek biçimde dönüştürme yeteneğinde olduğunu umdukları “tanımlayıcı gen dizilimlerine” indirgeme peşindeki durmak bilmez çabasının bir parçası olarak, bir sahte bilim olan moleküler biyoloji disiplinini de yaratmıştır. Hitler’in, çoğu Savaştan sonra biyolojik öjenik araştırmalarını sürdürmeleri için sessiz sedasız Amerika Birleşik Devletleri’ne getirilen öjenik bilimcileri, Rockefeller Vakfı’nın cömert bağışları ile Üçüncü Reich’a kadar açıkça desteklenmiş olan, çeşitli hayat formlarıyla ilgili genetik mühendisliğinin temellerini attılar.(2)
        Yine aynı Rockefeller Vakfı, Nelson Rockefeller ve New Deal döneminin Tarım Bakanı ve Pioneer Hi-Bred Tohum Şirketi’nin kurucusu olan Henry Wallace tarafından 1946’da Meksika’ya yapılan bir seyahat sonrasında sözüm ona Yeşil Devrimi de yarattı.
        Yeşil Devrim, dünya açlık sorununu Meksika, Hindistan ve Rockefeller’ın çalıştığı bir dizi seçilmiş ülkede çözme iddiasında bulundu. Rockefeller Vakfı agronomisti Norman Borlaug, aynı ödülü paylaşan Henry Kisinger’ın çabalarını andıran çabaları için Nobel Barış Ödülü aldı.
        Gerçekte, yıllar geçtikçe ortaya çıkacağı üzere, Yeşil Devrim, yarım yüzyıl önce dünya petrol sanayini tekelleştirdiği gibi tekelleştirebileceği küresel bir tarımsal ticaret alanı yaratmak amacıyla ortaya atılmış olan parlak bir Rockefeller ailesi programıydı. Henry Kissinger’ın 1970’lerde ifade ettiği gibi: ‘Petrolü kontrol ederseniz ülkeyi kontrol edersiniz; ama yiyeceği kontrol ederseniz, halkı kontrol edersiniz”.
        Tarımsal ticaret ve Rockefeller Yeşil Devrimi iç içe gelişti. Her ikisi de Rockefeller Vakfı tarafından birkaç yıl sonra bitkiler ve hayvanlarla ilgili genetik mühendisliğinin geliştirilmesi amacıyla yapılan araştırmaların finanse edilmesini içeren büyük bir stratejinin parçalarıydılar.
        John H. Davis, 1950’lerin başlarında Başkan Dwight Eisenhower yönetimindeki Tarım Bakanı yardımcısıydı. 1955’te Washington’u terk etti ve o günlerde bir tarım uzmanı için alışılmamış bir yer olan Harvard Graduate School of Business’e gitti. Net bir stratejisi vardı. Davis, 1956’da, Harvard Business Review dergisinde aşağıdakileri dile getirdiği bir makale yazdı: “sözüm ona tarım sorununu tek bir seferde ve sonsuza değin çözmenin ve yorucu hükümet programlarından kaçınmanın tek yolu, tarımdan, tarımsal ticarete doğru yol almaktır”. O zamanlar sadece pek az kimsenin aklında bazı ipuçları varken Davis bu konuda netti: tarımsal üretimdeki gıda zinciri üzerindeki kontrolü, geleneksel aile çiftçisinin elinden alarak çokuluslu şirketlerin ellerinde yoğunlaştıracak bir devrim. (3)
        Rockefeller Vakfı ile ABD kökenli tarımsal ticaret şirketlerinin çıkarlarının önemli bir yönünü Yeşil Devrimin gelişmekte olan piyasalarda yeni melez tohumların yaygınlaşmasına dayanıyor olması olgusu oluşturuyordu. Melez tohumların yaşamsal özelliklerinden birisi yeniden üretim yeteneğine sahip olmamalarıydı. Melezler, çoğalmaya karşı içsel bir korunma mekanizmasına sahiptiler. Tohumları ebeveynlerine benzer verim veren normal, açık döllenmeye dayalı türlerin aksine, melez bitkilerden elde edilen tohumun ürün verimi ilk kuşağınkinden önemli ölçüde daha düşüktü.
        Melezlerin azalan verim özelliği çiftçilerin yüksek verim elde etmek için normalde her yıl tohum satın alması anlamına geliyordu. Üstelik ikinci kuşağın daha düşük verim vermesi çoğunlukla tohum üreticileri tarafından üreticinin izni olmadan yapılan tohum ticaretini ortadan kaldırıyordu. Ticari ürün tohumlarının aracılar tarafından yeniden dağıtılmasını da engelliyordu. Büyük çokuluslu tohum şirketleri herhangi bir kuruma ait parental tohum soylarını kontrol edebildiklerinde, hiçbir rakip ya da çiftçi, melezi üretme yeteneğine sahip olmayacaktı. Melez tohum patentlerinin, DuPont’un Pioneer Hi-Bred ve Monsanto’nun Dekalb şirketleri önderliğindeki az sayıda küresel tohum şirketinin ellerinde yoğunlaşması daha sonraki GDO’lu tohum devriminin temellerini attı. (4)
        Gerçekte, modern Amerikan tarımsal teknolojisinin, kimyasal gübrelerin ve ticari melez tohumların devreye sokulması, gelişmekte olan ülkelerdeki bütün yerel çiftçileri, özellikle de daha varlıklı olanları, yabancı, çoğunlukla da ABD kökenli tarımsal ticaret ve petro-kimya şirketlerinin girdilerine bağımlı hale getirdi. Bu onyıllarca sürecek olan, dikkatle planlanmış bir sürecin ilk adımıydı.
        Yeşil Devrim kapsamındaki tarımsal ticaret önceden ABD ihracatçıları açısından sınırlı biçimde ulaşılabilen piyasalara önemli giriş kanalları yaratıyordu. Bu trend daha sonra “piyasa-yönelimli tarım”la birlikte sıçrama yaşadı. Aslında söz konusu olan, tarımsal ticaret tarafından kontrol edilen tarımdı.
        Rockefeller Vakfı ve daha sonra da Ford Vakfı ele ele, Birleşik Devletler Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) ve CIA’nin dış siyaset hedeflerini Yeşil Devrim aracılığıyla biçimlendirdiler ve desteklediler.
        Yeşil Devrim’in önemli etkilerinden birisi umutsuzca iş arayarak kentlerin çeperlerindeki gecekondu mahallelerine göçmeye zorlanan köylülerin kırsal nüfusu azaltmasıydı. Bu raslantısal bir durum değildi; önceki yıllardaki “küreselleşme” dâhilinde bu ülkelere gelmekte olan ABD çokuluslu imalat şirketleri için ucuz emek havuzları yaratma planının bir parçasıydı.
        Yeşil Devrim’in kendinden menkul reklamları yatıştıkça ortaya çıkan sonuçlar vaat edilenlerden oldukça farklı oldu. Çoğunlukla ciddi sağlık sonuçları doğuran yeni kimyasal ilaçların ayrım gözetmeden kullanılması önemli sorunlar yarattı. Yeni melez tohum çeşitlerinin monokültürel bir tarzda ekilmesi zaman içinde toprak verimliliğini ve verimi düşürdü. İlk sonuçlar etkileyiciydi: buğday ve daha sonra Meksika’da mısır gibi ürünlerin verimleri iki hatta üç kat arttı. Ancak daha sonra düştü.
        Yeşil Devrimin tipik eşlikçilerinden birisi çoğunlukla yeni büyük barajlar inşa etmeye yönelik Dünya Bankası kredilerini içeren ve önceden yerleşim yerleri olan bölgeleri ve zaman içinde de verimli tarım arazilerini sular altında bırakan büyük sulama projeleriydi. Ayrıca, süper buğday, toprağı dönüm başına muazzam miktarlarda gübreye doyurarak verimi büyük ölçüde artırdı; kullanılan gübre de Rockefeller’in hâkimiyeti altındaki Yedi Kız Kardeşler unvanlı büyük petrol şirketleri tarafından kontrol edilen metalar olan nitrat ve petrol yan ürünlerinden imal ediliyordu.
        Muazzam miktarlarda zararlı bitki ve böcek ilaçları da kullanıldı ki bu durum petrol ve kimya devleri için ek piyasalar yarattı. Bir analizcinin belirttiği gibi, aslında, Yeşil Devrim temelde bir kimya devrimiydi. Gelişmekte olan ülkelerin muazam miktarlardaki kimyasal gübre ve ilaçların karşılığını ödemeleri hiçbir noktada mümkün değildi. Dünya Bankası kredi ikramları ile Chase Bank ve diğer büyük New York bankalarının, ABD Hükümet garantileri tarafından desteklenen özel kredilerini almak zorunda kalacaklardı.
        Bir dizi gelişmekte olan ülkeye verilen bu krediler çoğunlukla büyük toprak sahiplerine gitti. Küçük köylüler için durum daha başka türlü gelişti. Küçük köylü çiftçiler gübre ve diğer modern girdileri karşılayamıyor ve borçlanmak zorunda kalıyorlardı.
        Başlangıçta çeşitli hükümet programları çiftçilere kimi krediler vererek bunların tohum ve gübre almalarını sağlamaya çalıştı. Bu tür programlara katılamayan çiftçiler özel sektörden borçlanmak zorunda kaldılar. Gayrı resmi kredilerin üstüne yüklenen tefeci faizleri nedeniyle birçok küçük çiftçi ilk başlarda gözlenen yüksek verimlerden bile yararlanamadı. Hasattan sonra, ürünlerinin tamamını olmasa bile büyük bir bölümünü kredi ve faizlerini ödemek için satmak zorunda kalıyorlardı. Tefecilere ve tüccarlara bağımlı hale geldiler ve çoğunlukla topraklarını kaybetiler. Hükümet kurumlarından alınan yumuşak krediler söz konusu olduğunda bile, geçimlik ürün üreticiliği, yerini nakit ürün üretimine bıraktı. (5)
        Aradan geçen on yıllar içinde aynı çıkarlar, ilk Yeşil Devrimi destekleyen Rockefeller Vakfı’nın, Rockefeller Vakfı Başkanı Gordon Conway’in birkaç yıl önce dile getirdiği gibi, GDO’lu patentlenmiş tohumları da içeren endüstriyel tarım ve ticari girdilerin yayılmasını amaçlayan ikinci “Gen Devrimini” desteklemesine yol açtı.

         Gates, Rockefeller ve Afrika’daki Yeşil Devrim

        1950’lerin Rockefeller Vakfı Yeşil Devrimi’nin gerçek arka planını berrak bir biçimde akılda tuttuğumuzda, şu anda her türlü tohumu olası bir “kıyamet” senaryosu karşısında korumak amacıyla milyonlarca dolarlık yatırımlar yapmakta olan aynı Rockefeller Vakfı’nın, Gates Vakfı ile birlikte bir yandan da Afrika’da Yeşil Devrim İttifakı isimli bir projeye de milyonlar yatırmakta olması, durumu özellikle ilginç kılmaktadır.
        Kendisine verdiği isimle AGRA, yine “Gen Devrimini” yaratmış olan aynı Rockefeller Vakfı’nın dâhil olduğu bir ittifaktır. AGRA Yönetim Kuruluna baktığımızda bu durumu göreceğiz.
        Yönetim Kurulu başkanı olarak eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ı görüyoruz. Kofi Annan, 2007 Haziran ayında Güney Afrika’nın Cape Town kentindeki bir Dünya Ekonomik Forumu etkinliğinde yaptığı kabul konuşmasında, “Bu meydan okumayı Rockefeller Vakfı’na, Bill & Melinda Gates Vakfı’na ve Afrika kampanyamızı destekleyen tüm kurumlara şükranlarımla kabul ediyorum” demişti.
        AGRA yönetim kurulunda bunlara ek olarak Rockefeller Vakfı mütevelli heyeti üyelerinden Güney Afrikalı Strive Masiyiwa da var. Bill&Melinda Gates Vakfı’ndan Sylvia M. Mathews; Dünya Bankası eski Yönetici Müdürü (2000 – 2006) Mamphela Ramphele; Gates Vakfı’ndan Rajiv J. Shah; Rockefeller Vakfı’ndan Nadya K. Shmavonian; Gates Vakfı’ndan Roy Steiner ise diğer üyeler. Ayrıca, AGRA İttifakı’na Rockefeller Vakfı Yönetim Müdürü Gary Toenniessen ve Rockefeller Vakfı Müdür Yardımcısı Akinwumi Adesina da dâhil.
        Diziyi tamamlamak için devam edersek, AGRA Programları, Rockefeller Vakfı Yönetim Müdürü Peter Matlon; Afrika Tohum Sistemleri Programı Müdürü ve Rockefeller Vakfı Müdür Yardımcısı Joseph De Vries; Rockefeller Vakfı Müdür Yardımcısı Akinwumi Adesina’yı da içeriyor. Hindistan ve Meksika’nın eski müflis Yeşil Devrimi gibi, yeni Afrika Yeşil Devrimi de açık seçik bir biçimde Rockefeller Vakfı’nın yüksek öncelikleri arasında yer alıyor.
        Monsanto ve büyük GDO’lu tarımsal ticaret devleri şu ana kadar düşük bir profil sergilemekle birlikte, Kofi Annan’ın AGRA’sını, patentlenmiş GDO’lu tohumlarını, genetik mühendisliğinin ürünü olan patentlenmiş tohumlara verilen yeni aldatıcı “biyo-teknoloji” ismi altında Afrika çapında yaygınlaştırmak amacıyla kullanmaya gönülden razılar. Şu ana kadar Güney Afrika, GDO’lu ürünlerin yasal ekimine izin veren tek Afrika ülkesi oldu. 2003’te Burkina Faso, GDO denemelerine izin verdi. 2005’te Kofi Annan’ın ülkesi olan Gana, biyo-güvenlik yasa taslağını yayımladı ve önemli yöneticiler GDO’lu ürünlerle ilgili araştırmalar yürütme niyetinde olduklarını açıkladılar.
        Afrika, ABD hükümetinin GDO’ları dünya çapında yaygınlaştırma kampanyasının yeni hedefi. Zengin toprakları onu ideal bir aday haline getiriyor. Afrika’da GDO’yu Afrika tarımsal sistemlerine sokma amacıyla bir dizi genetik mühendislik ve biyo-güvenlik projesi başlatılırken, birçok Afrika hükümeti de hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde GDO sponsorlarına ciddi kuşku ile yaklaşıyor. Bu projeler arasında ABD hükümeti tarafından Afrikalı bilim insanlarını ABD’de genetik mühendislik alanında eğitmek amacıyla teklif edilen sponsorluk projelerinden, Birleşik Devletler Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) ve Dünya Bankası tarafından fonlanan biyo-güvenlik projelerine; Afrika yerli gıda ürünlerine yönelik GDO araştırmalarına kadar uzanan birçok proje var.
        Rockefeller Vakfı, Afrika topraklarına GDO sokma projesini desteklemek için yıllarca, önemli ölçüde başarısızlıkla da olsa çaba gösterdi. Güney Afrika’daki Makhathini Düzlüklerinde GDO’lu pamuk yetiştirilmesini savunan araştırmalara destek oldu.
        Güney Afrika’nın GDO’lu melez tohum sanayinde güçlü ayaklara sahip olan Monsanto, küçük ölçekli yoksul çiftçilere yönelik olarak, elbette daha sonra bunu Monsanto’nun patentlenmiş GDO’lu tohumlarının takip edeceği bir yeşil devrim paketini devreye sokan, “Umut Tohumları Kampanyası” isimli bir yerli küçük üretici programı düzenliyor. (6)
        “GDO Mahşerinin Dört Atlısından” biri olan İsviçre kökenli Syngenta AG, böceğe dirençli GDO’lu mısır geliştirmek için Nairobi’deki yeni bir sera tesisine milyonlarca dolar akıtıyor. Syngenta aynı zamanda CGIAR’nin de bir parçası.(7)
        Svalbard’a yolculuk
        Bütün bunlar felsefi uydurmalar anlamına gelebilir mi? Gates ve Rockefeller vakıflarını bir ve aynı anda, patentlenmiş ve çok yakında da patentlenmiş Terminatör tohumların Afrika çapında yaygınlaştırmasını desteklemeye yönelten şey nedir? Bu, dünyanın bütün diğer yerlerinde olduğu gibi Afrika’da da monokültürel endüstrileşmiş tarımsal ticaretin devreye sokulmasıyla birlikte, bitkisel tohum çeşitliliğini imha eden bir süreçtir. Aynı zamanda, bilinen her türlü tohum çeşidini uzaklardaki Arktrik Çemberi yakınlarında bulunan, patlamaya karşı korunaklı bir kıyamet deposunda korumak için milyonlarca dolar akıtmaktadırlar ki resmi açıklamalarını tekrar etmek gerekirse, “böylece ürün çeşitliliği gelecekte de korunacaktır”.
        Rockefeller ve Gates vakıflarının Afrika’ya GDO-tarzı bir Yeşil Devrim’i sokmak için ekip halinde çalıştıkları bir dönemde, bir yandan da Svalbard’da sessiz sedasız bir “kıyamet günü tohum deposu” finanse etmeleri tesadüf değildir. GDO’lu tarımsal ticaret devleri, Svalbard projesine boyunlarına kadar batmışlardır.
        Aslında Svalbard projesinin tamamı ve bununla uğraşan kimseler, Michael Crichton’un bütün insanlığı tehdit eden dünya dışı ölümcül bir hastalığın kanda hızlı, ölümcül bir pıhtılaşmaya neden olmasını anlattığı bir bilim kurgu kitabı olan Andromeda Strain çoksatarını hatırlatmaktadır. Svalbard’da, geleceğin dünyasının en güvenli tohum deposu, GDO Yeşil Devriminin bekçileri olan Rockefeller ve Gates Vakıfları, Syngenta, DuPont ve CGIAR tarafından korunacaktır.
        Svalbard projesi, Küresel Ürün Çeşitliliği Tröstü (Global Crop Diversity Trust -GCDT) isimli bir örgüt tarafından yönetilecektir. Gezegenin tohum çeşitliliğinin tamamı üzerinde böylesine korkunç bir tröst sahibi olan bu insanlar kimdir? GCDT, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ve CGIAR’ın bir yan örgütü olan Uluslararası Biyoçeşitlilik (Bioversity International- eski Uluslararası Bitki Genetik Araştırma Enstitüsü-International Plant Genetic Research Institute) tarafından kurulmuştur.
        Küresel Ürün Çeşitliliği Tröstü’nün merkezi Roma’dadır. Yönetim Kurulu başkanı aynı zamanda dünyanın en büyük özel su şirketlerinden birisi olan Group Suez Lyonnaise des Eaux’nün de danışma kurulunda olan Kanadalı Margaret Catley-Carlson’dur. Catley-Carlson daha önce 1998’e kadar, John D. Rockefeller’ın, gelişmekte olan ülkelerde “aile planlaması”, doğum kontrol araçları, kısırlaştırma ve “nüfus kontrolü” örtüsü altında Rockefeller ailesinin öjenik programını ilerletmek üzere 1952’de kurmuş olduğu New York merkezli Nüfus Konseyi’ne de başkanlık etmişti.
        Diğer GCDT yönetim kurulu üyeleri arasında eski Bank of America yöneticisi şimdiki Hollywood DreamWorks Animation başkanı Lewis Coleman da vardır. Coleman ayrıca Amerika’nın en büyük askeri sanayi Pentagon tedarikçilerinden birisi olan Northrup Grumman Şirketi’nin de Yönetim Kurulu başkanıdır.
        Jorio Dauster (Brezilya) aynı zamanda Brasil Ecodiesel’in Yönetim Kurulu başkanıdır. Kendisi eski Avrupa Birliği nezdindeki Brezilya Büyükelçisi ve Brezilya Maliye Bakanlığı adına dış borçlar Baş Müzakerecisidir. Dauster aynı zamanda Brezilya Kahve Enstitütüsü Başkanı ve Brezilya yasaları kapsamında yakın zamana kadar yasak olan genetiğiyle oynanmış tohumların patentlerini yasallaştırmakla uğraşan Brezilya Patent Sistemlerini Modernleştirme Projesi Koordinatörü’dür.
        Cary Fowler, Tröst’ün Yürütme Müdürü’dür. Fowler, Norveç Üniversitesi Hayat Bilimleri’ndeki Uluslararası Çevre ve Kalkınma Çalışmaları Bölümü’nde profesör ve araştırma müdürüdür. Kendisi ayrıca Uluslararası Biyoçeşitlilik Genel Müdürü’nün Özel Danışmanı’ydı. Orada Bitki Genetik Kaynakları Uluslararası Anlaşması müzakerelerinde Uluslararası Tarımsal Araştırmalar Danışma Grubu’nun (CGIAR) Geleceğin Hasat Merkezleri bölümünü temsil etti. 1990’larda, FAO’daki Bitki Genetik Kaynakları Uluslararası Programı’na başkanlık yaptı. FAO’nun 1996’da 150 ülke tarafından kabul edilen Bitki Genetik Kaynakları Küresel Planı müzakerelerinin taslağını oluşturdu ve müzakerelere gözetmenlik yaptı. ABD Ulusal Bitki Genetik Kaynakları Kurulu ile yeni bir Rockefeller Vakfı ve CGIAR projesi olan Meksika’daki Uluslararası Mısır ve Buğday İyileştirme Merkezi mütevelli heyetinin eski bir üyesiydi.
         GCDT’nin Hindistanlı üyesi Dr. Mangala Rai ise Tarımsal Araştırma ve Eğitim Bölümü (DARE) Sekreteri ve Tarımsal Araştırma Hindistan Konseyi (ICAR) Genel Müdürü’dür. Aynı zamanda Rockefeller Vakfı’nın, dünyanın ilk önemli GDO deneyi olan, başarısız olduğu sonradan ortaya çıkmış, şişirilmiş “Altın Pirinç” deneyini destekleyen Uluslararası Pirinç Araştırma Enstitüsü’nün (IRRI) Yönetim Kurulu üyesidir. Rai, CIMMYT (Uluslararası Mısır ve Buğday İyileştirme Merkezi) Yönetim Kurulu üyesi ve CGIAR Yürütme Konseyi üyesi olarak da hizmet etmiştir.
        Küresel Ürün Çeşitliliği Tröst Donörleri ya da finansal meleklerinin arasında, Humphrey Bogart’ın Casablanca filmindeki klasik sözleriyle “bütün olağan şüpheliler” mevcuttur. Donörler arasında Rockefeller ve Gates Vakıflarına ek olarak GDO devleri DuPont-Pioneer Hi-Bred, İsviçre kökenli Syngenta, CGIAR Dışişleri Bakanlığının enerjik GDO destekçisi kalkınma yardımı kurumu USAID de bulunmaktadır. Aslında Svalbard’daki küresel tohum çeşitliliği deposunda, insan türünün barındığı tavuk kümesi, GDO ve nüfus azaltımı alanlarında faaliyet gösteren bütün eski yaşlı tilkilere emanet edilmiş gibi görünmektedir. (8)

        Neden şimdi Svalbard?

        Bill Gates ve Rockefeller Vakfı’nın, DuPont ve Syngenta gibi genetik mühendisliğiyle uğraşan büyük tarımsal ticaret devleri ile birlikte ve CGIAR ile birlikte Arktiklerdeki Kıyamet Günü Tohum Deposu’nu neden kurdukları sorusunu sorma meşruiyetine sahibiz.
        Öncelikle böyle bir tohum bankasını kimler kullanır? Bitki yetiştiricileri ve araştırmacılar gen bankalarının en önemli kullanıcılarıdır. Günümüzün en büyük bitki yetiştiricileri Monsanto, DuPont, Syngenta ve Dow Chemical olmak üzere küresel bitki patentçisi GDO devleridir. Monsanto, 2007 başlarından bu yana Birleşik Devletler Hükümeti ile birlikte “Terminatör” ya da Genetik Kullanımı Kısıtlama Teknolojisi (GURT) ismi verilen bitki patent haklarını elinde tutmaktadır. Terminatör, patentlenmiş bir ticari tohumun hasattan sonra “intihar ettiği” uğursuz bir teknolojidir. Özel tohum şirketlerinin tam kontrolü söz konusudur. Gıda zinciri üzerinde kurulan böylesi bir kontrol ve güç, insan türünün tarihinde daha önce asla var olmuş değildir.
        Zeki bir genetik mühendislik ürünü olan bu terminatör cins, çiftçileri pirinç, soya fasülyesi, mısır, buğday ya da her yıl nüfuslarını doyurmak için ihtiyaç duydukları bütün temel ürünleri elde etmek için Monsanto ya da diğer GDO tohumu tedarikçilerine dönmeye zorlamaktadır. Terminatör tohum dünya çapında yaygın biçimde dağıtılacak olursa, belki de yaklaşık on yıl içinde dünya gıda üreticilerinin çoğunluğunu Monsanto ya da DuPont ya da Dow Chemical gibi üç ya da dört dev tohum şirketinin yeni sözleşmeli feodal serfleri haline dönüştürebilir.
        Bu da elbette, aynı zamanda özel şirketler açısından, belki de kendilerine ev sahipliği yapan hükümetin, yani Washington’un isteği üzerine, Washington’un güttüğü siyasetle sürtüşme içinde olan şu ya da bu gelişmekte olan ülkeye tohum yasağı konulmasının yolunu açabilecektir. “Böyle şey olmaz” diyenlerin mevcut küresel olaylara daha yakından bakması gerekir. İktidarın üç ya da dört özel ABD kökenli tarımsal ticaret devinin ellerinde böylesine yoğunlaşmış olması, hasatlarının verimli olması halinde bile ki bu söz konusu değildir, tüm GDO’lu ürünlerin yasal anlamda yasaklanmasının zeminini oluşturmaktadır.
        Monsanto, DuPont ve Dow Chemical isimli bu özel şirketlerin insan hayatının vekilharçları olarak hiç de masum bir sicilleri yoktur. Bu şirketler diyoksin, PCB’ler (poliklorlu bifeniller), [Vietnam Savaşında kullanılan; ç.n.] Agent Orange gibi kimi yenilikleri geliştirdiler ve yaygınlaştırdılar. Toksik kimyasalların karsinogenik ve insan sağlığı karşısındaki diğer ciddi sonuçlarıyla ilgili açık kanıtları on yıllarca sakladılar. Dünyanın en yaygın zararlı bitki ilacı olan ve Monsanto’nun genetik mühendisliği ürünü olan birçok tohumu için satın alınması zorunlu bulunan Roundup zararlı bitki ilacının temel bileşeni olan glifosfatın, içme suyuna karıştığında toksik etki yarattığına dair ciddi bilimsel raporları sakladılar. (9 ) Danimarka, ülkenin yer altı sularını kirlettiğini teyit ettiği 2003’te glifosfatı yasakladı.(10)
        Tohum gen bankalarında depolanan çeşitlilik bitki yetiştiriciliğinin ve önemli ölçüde de temel biyolojik araştırmaların hammaddesidir. Bu tür amaçlar için her yıl yüz binlerce numune dağıtılmaktadır. BM’nin FAO kuruluşu dünya çapında yaklaşık 1400 tohum bankası sıralamaktadır ki bunların en büyüğü ABD hükümetinin elindedir. Diğer büyük bankalar küçülerek sırasıyla Çin, Rusya, Japonya, Hindistan, Güney Kore, Almanya ve Kanada’nın elindedir. Ayrıca CGIAR, dünya çapında seçilmiş merkezlerde bulunan bir tohum bankaları zincirini yönetmektedir.
        1972’de Rockefeller Vakfı ve Ford Vakfı tarafından Yeşil Devrim tarımsal ticaret modellerini yaymak için kurulan CGIAR, Filipinlerden Suriye’ye ve Kenya’ya kadar uzanan özel tohum bankalarının çoğunu kontrol etmektedir. Bütün bu mevcut tohum bankalarında neredeyse iki milyonu “farklı” olan altı buçuk milyon tohum çeşidini saklamaktadır. Svalbard’ın Kıyamet Günü Deposu dört buçuk milyon farklı tohuma ev sahipliği yapma kapasitesine sahip olacaktır.

         Biyolojik savaş aracı olarak GDO?

        Şimdi tehlikenin merkezine ve Bill Gates ile Rockefeller Vakfı’nın Svalbard projesinde içkin olan suiistimal potansiyeline gelmiş bulunuyoruz. Pirinç, mısır, buğday ve soya fasülyesi benzeri yem bitkileri gibi dünyanın en önemli geçimlik ürünleri için geliştirilen patentlenmiş tohumlar nihayetinde korkunç bir biyolojik savaş türü için kullanılabilir mi?
        Rockefeller, Carnegie, Harriman ve diğerleri gibi varlıklı seçkin aileler tarafından 1920’lerden bu yana fonlanan öjeniğin açık hedefi, arzu edilmeyen kansoylarının sistematik biçimde imha edilmesi anlamına gelen “negatif öjenik” teriminde içkindir. Uluslararası Planlanmış Ebeveynlik kurumunun kurucusu ve Rockefeller ailesinin bir yakını olan hızlı öjenikçi Margaret Sanger, 1939’da Harlem’de, adına Negro Project-Zenci Projesi dediği bir şey yarattı; bu proje, bir arkadaşına bir mektubunda açarken kullandığı sözlerle, “Zenci nüfusunu bitirme arzusu” ile ilgiliydi. (11)
        2001 yılında Kaliforniya’daki küçük bir biyoteknoloji şirketi olan Epicyte, yiyen erkeklerin menilerini kısırlaştıran bir sperm öldürücü içeren genetik mühendislik ürünü bir mısırın geliştirildiğini açıkladı. Epicyte, o dönemde teknolojisi yaymak için, Svalbard Kıyamet Günü Tohum Deposunun sponsorlarından ikisi olan DuPont ve Syngenta ile bir ortak girişim anlaşmasına sahipti. Epicyte daha sonra Kuzey Carolina kökenli bir biyoteknoloji şirketince satın alındı. Epicyte’in sperm öldürücü GDO’lu mısırını ABD Tarım Bakanlığı tarafından sağlanan fonlarla, yani dünya çapındaki muhalefete karşın, şu anda Monsanto’nun elinde olan Terminatör teknolojisinin gelişmesini finanse eden ABD Tarım Bakanlığı tarafından sağlanan fonlarla yürütmüş olduğunu öğrenmek hayret uyandırmaktadır.
        1990’da, BM Dünya Sağlık Örgütü Nikaragua, Meksika ve Filipinlerdeki 15 ve 45 yaşları arasındaki milyonlarca kadına, paslı çivi gibi şeylerin üzerine basmaktan kaynaklanan bir hastalık olan Tetanos’a karşı olduğu iddia edilen bir aşı yapmak üzere bir kampanya başlattı. Aşı, paslı çivilere basmaları kadınlar kadar muhtemel olan erkeklere ya da oğlan çocuklarına uygulanmadı.
        Katolik bir taban örgütü olan Comite Pro Vida de Mexico bu merak uyandırıcı tuhaflıktan kuşkulanarak aşı numunelerini test ettirdi. Testler WHO tarafından sadece çocuk doğurma yaşında olan kadınlara uygulanan tetanos aşısının, tetanos toksiod taşıyıcısı ile birleştiğinde kadının gebeliği tutmasını imkânsız hale getiren antikorları uyaran doğal bir hormon olan human korionik gonadotrophin ya da hCG içerdiğini açığa çıkardı.
        Daha sonra Rockefeller Vakfı’nın, Rockefeller’ın Nüfus Konseyi, (CGIAR’ın evsahibi) Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler’in Ulusal Sağlık Enstitüleri ile birlikte WHO için, tetanos taşıcıyısı içeren gizli bir kürtaj aşısı geliştirmek üzere 1972’de başlayan 20 yıllık bir proje üzerinde uğraştıkları ortaya çıktı. Ayrıca, şu anda, Svalbard Kıyamet Günü Tohum Deposuna ev sahipliği yapan Norveç Hükümeti de özel kürtaj Tetanos aşısının geliştirilmesi için 41 milyon dolar hibe etmişti. (12)
        Norveç’ten Rockefeller Vakfı’na ve Dünya Bankası’na kadar uzanan aynı örgütlerin Svalbard tohum bankası projesi ile de uğraşmaları raslantı mıdır? 1989’da ABD Kongresi tarafından çıkartılan Biyolojik Silahlar Anti-Terörizm Yasa’sını kaleme alan Profesör Francis Boyle’a göre, Pentagon 2002’de, “kamuoyunun bilgisi ve denetimi dışında” benimsenmiş olduğunu belirttiği iki Bush ulusal strateji direktifinin parçası olarak “şu anda biyolojik savaşı yürütmek ve kazanmayı amaçlamaktadır”. Boyle, sadece ABD Federal Hükümetinin 2001-2004 yılında sivil biyo-savaşla ilgili çalışmalar için, muazzam bir miktar olan 14,5 milyar dolar harcadığını eklemektedir.
        Rutgers Üniversitesi biyoloğu Richard Ebright ise bugün ABD’de 300’den fazla bilimsel kurum ve 12.000 kadar bireyin biyosavaşa uygun patojenlere erişiminin olduğunu tahmin etmektedir. Biyosavaş potansiyeli taşıyan bulaşıcı hastalıklarla ilgili araştırmalar için 497 adet ABD hükümeti NIH hibe programı mevcuttur. Elbette bütün bunlar, bugün olduğu gibi olası terör saldırılarına karşı savunma örtüsü altında meşrulaştırılmaktadır.
        ABD hükümetinin biyo-savaş araştırmalarına harcanan paralarının önemli bir bölümü genetik mühendisliği ile ilgilidir. MIT biyoloji profesörü Jonathan King “yaygınlaşan biyo-terör programları halkımıza yönelik ciddi bir yükselen tehdit oluşturmaktadır” demektedir. King, “söz konusu programlar daima savunma amaçlı olarak adlandırılırken, biyolojik silahlarla birlikte, savunma ve saldırı programları neredeyse tamamen çakışmaya başlamıştır” diye eklemektedir. (13)
        Bill Gates ve Rockefeller Vakfı’nın Svalbard Kıyamet Günü Tohum Bankası’nın, tanrı korusun, bu kez, Son, Büyük Gezegen Dünya’nın imha edilmesiyle sonuçlanacak bir başka Nihai Çözüm’ün parçası olup olmadığını zaman gösterecektir.

        Notlar:

        1 F. William Engdahl,Seeds of Destruction, Montreal, (Global Research, 2007). (Türkçe’de: Ölüm Tohumları, Çeviren: Özgün Şulekoğlu, Bilim+Gönül, 2009).
        2 Age, s.72-90.
         3 John H. Davis, Harvard Business Review, 1956, Geoffrey Lawrence, Agribusiness, Capitalism and the Countryside, Pluto Press, Sydney, 1987 içinde alıntı. Ayrıca bakınız Harvard Business School, The Evolution of an Industry and a Seminar: Agribusiness Seminar, http://www.exed.hbs.edu/programs/agb/seminar.html.
         4 Engdahl, age., s. 130.
        5 Age. S. 123-30.
         6 Myriam Mayet, The New Green Revolution in Africa: Trojan Horse for GMOs?, May, 2007, African Centre for Biosafety, www.biosafetyafrica.net.
         7 ETC Group, Green Revolution 2.0 for Africa?, Communique Issue #94, March/April 2007.
         8 Global Crop Diversity Trust website, in http://www.croptrust.org/main/donors.php.
         9 Engdahl, age., s.227-236.
         10 Anders Legarth Smith, Denmark Bans Glyphosates, the Active Ingredient in Roundup, Politiken, September 15, 2003, organic.com.au/news/2003.09.15 içinde.
        11 Tanya L. Green, The Negro Project: Margaret Sanger’s Genocide Project for Black American’s, www.blackgenocide.org/negro.html içinde.
         12 Engdahl, age., s. 273-275; J.A. Miller, Are New Vaccines Laced With Birth-Control Drugs?, HLI Reports, Human Life International, Gaithersburg, Maryland; June/July 1995, Volume 13, Number 8.
         13 Sherwood Ross, Bush Developing Illegal Bioterror Weapons for Offensive Use,’ December 20, 2006, www.truthout.org’de.
         Global research’deki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir

        Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...