Berhetiyye - Havass Ve Esrarı by alerjim on Scribd
17 Kasım 2017
TALAT PAŞA Bir Örgüt Ustasının Yaşam Öyküsü Tevfik ÇAVDAR
TALAT PAŞA
Bir Örgüt Ustasının Yaşam Öyküsü
Tevfik ÇAVDAR
Terör Örgütlerinin Gençleri Kazanma Yöntemleri Ve Stratejileri
Terör Örgütlerinin Gençleri Kazanma Yöntemleri Ve Stratejileri
Terör örgütlerinin gençleri kazanmasındaki yöntemleri ele alırken, terör eylemlerini ve terörist grupları olusturan kisilerin genel mantık yapılarını, yasadıkları çevreyi, ailelerini, ortak yönlerini, psikolojik yapılarında belirli bir bozukluk olup olmadıgını ve onları bu eylemlere iten faktörler olarak baktıgımızda sosyal ve psikolojik yöntemler karsımıza çıkar.
Sosyal Yöntemler
Bu yöntemlerin basında arkadaslık iliskileri gelmektedir. Toplumumuzdaki arkadaslıklar genellikle aynı cinsten kisilerle olmaktadır. Özellikle gençlik çagında erkekler ve kızlar birbirleri ile degil kendi hemcinsleri ile arkadaslık kurmayı tercih ederler. Bunda toplumumuzun örf, adet ve geleneklerinin önemli payı vardır. Ancak toplumdaki bu tutum gençlerin karsı cinsle olan iliksilerini olumsuz etkilemektedir. Ögrenimini sürdüremeyen gençlikte ise bu tür arkadaslıkları kurup sürdürecek hemen hemen hiç imkân yoktur. Kisi üzerinde arkadas grupları ve yasıtların etkisi, insanın sosyal ve psikolojikgelisim dönemlerine göre farklılık göstermektedir. Çocuklugun ilk gelisim yıllarında arkadasların etkisi varsa da anne ve babanın etkisi ile karsılastırıldıgında bu etkinin oldukça düsük bir düzeyde oldugu söylenebilir. Özellikle siyasal konular açısından düsünüldügünde çocuklar, yasları ilerledikçe arkadas grupları içinde bu konuları tartısmaktadırlar . Gençlikgruplarında bos zamanlarını olumlu biçimde degerlendirenlerin yanında bu degerli zamanı kötü alıskanlıklarla geçiren gençlik grupları da vardır. Bazı gençler büyüklerinin olumsuz tavırlarından oldukça çekinirler. Eger bu gençler mensubu oldukları arkadas gruplarını iyi seçememislerse gençler yaptıkları isleri genellikle büyüklerinden gizli saklı yapma egilimindedirler. Eger grup arkadaslarından da destek gelirse bu tür egilimler artar, aile ve ögretmen vb kisilere karsı duyulan tepki iyice artabilir. Bu tepki gençleri kötü alıskanlıklara kolayca itebilir. Sigara, alkol, kumar ve hatta uyusturucu kullanımı gibi kötü alıskanlıklara itebilir ve sürdürülmesi için zemin hazırlayabilir.
Her insanın çok dogal ihtiyacı olan arkadas toplantıları, sinema ve konser davetleri, burs kalacak yer ve kitap temini gibi unsurlar örgüt tarafından araç olarak kullanılır. Grup içine çekilen kisilere, örgütün ideolojisi dogrultusunda yayın yapan kitap, dergi ve gazeteler okutularak beyinleri yıkanır. Böylece örgüt ideolojisi ugruna ölmeye hazır militanlar yetistirilmesinin ilk asaması tamlanmıs olmaktadır. Bu kisilere bir sonraki asamada verilen görevler arasında bildiri dagıtma, afis asma, yasadısı miting, toplantı ve gösterilere katılma bulunmaktadır. Tüm bunlardaki amaç, kisileri güvenlik kuvvetleriyle karsı karsıya getirerek önce suçluluk duygusuna kapılarını saglamak, daha ise bu suçluluk duygusunu nefrete ve var olan her tür düzenin reddine dönüstürerek, onların toplumla ve hatta aileleri ile olan baglarını koparmaktır.
Arkadaslık grupları, sadece toplumsallasmanın insanı yogun olarak sekillendirdigi çocukluk ve gençlik yıllarında degil, aynı zamanda yetiskinlik dönemlerini de bütünüyle içine alan, hayatın her asamasında insan hayatını etkileyen toplumsallasma aracılarıdır. Baska bir deyisle arkadas grupları, siyasal toplumsallasmanın hayat boyu sürmesini saglayan çok önemli bir faktördür. Bu açıdan terör örgütleri de bu dönemde üniversite ve yüksekokullarda bildiriler, demeçler yayınlayarak, gençligin ilgisini çekmeyi amaçlamaktadır . Nitekim terör örgütleri çesitli sebeplerle sosyal durumu iyi olmayan ve suça elverisli olan arkadas gruplarını iyi bir sekilde degerlendirmektedir. Terör örgütlerinin diger degerlendirme grubu ise köklü akraba bagları olan yerel halk yada memleketlerinden büyük sehre gelerek gecekondu bölgelerinde oturan ailelerdeki akrabalık ve hemsehrilik iliskileridir. Bu durumun en açık örnegi yasanan sosyo-ekonomik bunalımlarda aile içi ve akrabalar arası dayanısmanın, bireysel patlamalar için bir emniyet supabı olusturmasıdır. Türkiye’de kentlerin halen tarım ekonomisi ile iliskilerini devam ettirmesi ile iliskilerini kesmemis olması, kentsel yoksulluk alanlarında oturan ailelerin, yani gecekondu sakinlerinin kırsal kökenlerinden yardım alabilmeleri ile açıklamaktadır. Bu nüfusun kırsal kökenlerinden kaynaklanan iliskilerinin bir ölçüde devam etmesi en azından bu aileler için hem maddi hem de manevi olarak bir güvenlik islevi yerine getirmektedir .İşte bu anlamda terör örgütleri bu tarz baglarla baglı aileleri ve akraba hemsehri iliskilerini kullanarak toplumsal kargasa yada militan seçme gibi bir çok yönden bu durumu kullanabilmektedir. Terör örgütleri dini degerler bakımında da kisileri etkileyebilmekte ve bu sebeple kendisine farklı bir degerlendirme grubu olusturmaktadır. Çünkü din kurumunun oldukça önemli bir islevi de, ahlâkî degerlerin herkesçe kabul edilmesine önder olmak ve yayılmasını saglamaktır. Deger çatısması, insanların benimsedigi ve benimsemedigi konular arasındaki çatısmadır. Bir birey için mükemmel olan bir baskası için kötü veya olumsuz olabilir. Böyle degerler üzerinde asgarî bir anlasma bulunmadıkça grup yasamı olanaksızlasır.
Dinin insanlar tarafından farklı sekillerde algılanması ve yorumlanmasıyla grupların birbirine karsı kolay bir sekilde hedef haline getirilmesine neden olmaktadır. Bu durum daha çok radikal gruplar için büyük bir avantaj saglamaktadır. Bu baglamda, Türkiye gibi dini farklı algılayan ve yorumlayan radikal anlayıs ve hareketler bulunana ülkeler bu hedef kapsamındadır. Terör örgütlerinin bazıları eylem planında, bazıları da fikir planında bu baglamda faaliyetlerine devam etmekte ve eleman kazanmada, insanların dini duygularını bir malzeme olarak kullanmaktadır. Oysa düsünürlerin ve bilim adamlarının ortak kanaati; ittifakla ulastıgı sonuç dinin kesinlikle siyasal siddet ya da terörizmle bagdasmadıgı yönündedir. Dünyanın hemen her toplumunda din, toplumsallasmada önemli bir yere sahiptir. Özellikle dogru-yanlıs, iyi-kötü kavramlarının ögrenilmesinde, insanlar arası iliskilerde, ahlak egitiminde din çok önemlidir. nsanlar düzenli bir dinî egitim almasalar bile, ailelerinde toplumun sahip oldugu dinin temel kalıplarını alırlar ve bunu yasamlarında uygularlar. Kisilik olusumunda, bireyin kendini tanımlamasında din önemli yer tutar . Din aynı zamanda neyin dogru, neyin yanlıs, nelerin uygun veya uygunsuz oldugunu açıklayan temel kültürel degerleri de belirler. Degerleri olmayan bir toplum, en güçlü toplumsal kontrol aracını yitirmis demektir. Terör örgütlerinin en önemli degerlendirme grubu ise birçok terör örgütünün kullandıgı etnik kimlik olgusudur. Kisinin kimligi kısmen dogal sahip oldugu kendiliginden mevcut bir duygudur. Özellikle de grup üyeliginde oldugu gibi, onların toplumda sahip oldukları statü ve pozisyonlarla baglantılıdır. Aynen millet kavramında oldugu gibi, kimlik kavramı da duyguları ve ulvi baglılıkları atesleyebilir . Terör örgütlerinin yogun bir ideolojik egitimle olusturmak istedikleri bir gruba aidiyet ve baglılık duygusunun etnik yapıların bünyesinde kendiliginden var olması; etnik yapıların siyasal siddet eylemlerinde kullanılmasını, potansiyel olarak kolaylastırmaktadır.
Daha açık bir sekilde etnik terör örgütleri öncelikli olarak yöneldikleri etnik grubu etkilemek ve kendi saflarına çekmek isterler. Kuskusuz etnik terör grupları siyasal iktidarları da etkilemeye çalısırlar. Nitekim etnik çatısmaların asıl nedeni çogunlukla siyasal güç elde etmektir. Siyasal güçten kasıt ise, devlet kurmanın oldukça zor olması ve bunun da terör grupları tarafından bilinmesi, terörün yeni bir devlet kurmaktan ziyade siyasal bir güç elde etmenin aracı olarak kullanıldıgını göstermektedir. Özellikle son yıllarda gittikçe yaygınlasan etnik terör, diger terör tiplerinden farklı bazı özellikler tasımakta ve etnik terör ile mücadele bu tür terör hareketleri ile karsı karsıya kalan devletler için önemli bir sorun olmaktadır. Sayılan bu etkenler dısında terör örgütlerinin farklı ve genis degerlendirme grubu ise toplumsal faaliyetlerle kisi ve toplulukları etkilemektir. Yukarda da bahis konusu oldugu üzere bu faaliyetler tarafsız olamayan kitle iletisim araçları, afisler brosürler gazeteler vasıtaları yada piknik, konferans gibi bir çok sosyal etkinliklerden meydana gelmektedir. Yapılan bir çalısmada terör örgütü eylemcilerinin örgüt mensubu olmasındaki en önemli etken olarak aile dısı etkenler arasında dıs etkenler ve okudugu kitap makale vb. etkenleri görülmektedir . Ayrıca terör örgütleri sosyal haklarından yararlanmakta olan isçi, memur, ögrenci vb. grupların arasına girerek onların haklarını savunur tarzında hareketlerle etkileme pozisyonunu da degerlendirmektedir. Öyle ki yapılan propagandalarda mücadelenin haklılıgı ile özellikle sömürge durumlarında, sömürgeci güce o bölgeyi elinde tutmanın kendisine çok pahalıya mal oldugu gösterilmeye çalısılmaktadır.
Sonuç olarak terör örgütleri kullandıkları sosyal yöntemlerle gençleri etkileyebilmekte ve kendisine birçok farklı destek saglayabilmektedir. Bu sosyal yöntemler haricinde asagıda da görecegimiz gibi terör örgütlerinin kullandıgı psikolojik yöntemlerde bulunmaktadır.
Psikolojik Yöntemler
Örgütlerce eleman kullanmada kazanılan psikolojik yöntemlerin sosyal yöntemleri tamamladıgı söylenebilir. Bu nedenle örgütler militanları psikolojinin bir takım süreçlerinden geçirdikten sonra silahlı mücadeleye sokmaktadır. Bu psikolojik yöntemlerin en etkilileri ise su sekilde sıralanabilir ;
Güdüleme
Güdü, organizmayı davranısta bulunmaya iten güçtür. Güdüler organizmaya faaliyete geçirerek organizmanın davranısını belirli bir amaca dogru yöneltir . Örgüt militanları yaptıkları isi ideolojik amaçlar ugruna gerçeklestirdikleri için kazanmayı planladıkları kisiye karsılıksız sevgi ve saygıyı uzun vadede bedelini almak üzere sunmaktadır. Sonuçta örgütün içerisine çekilen birey artık kendi aklıyla düsünüp hareket edememektedir. Zira bireyin düsünce, duygu ve düsüncelerinin tek hâkimi tek yöneticisi ait oldugu grup olmaktadır. Terör örgütlerinin kullandıgı yöntemlerin ilk basamagı güdülemedir. Güdü, insanı belli ve düzenli bir davranısa yönlendiren herhangi bir uyarı olarak nitelendirilebilir. Güdüler fizyolojik ihtiyaçlardan (dogal güdü) veya sosyal ihtiyaçtan (sosyal güdü) kaynaklanabilir . Kisiler, gruplar ya da toplumlar baskalarının bilincini, düsüncelerini, duygularını, eylemlerini ya da davranıslarını kendi çıkarları dogrultusunda etkilemek için dogru olan bilgiyi saptırırlar ve bunun için degisik araçlar kullanırlar. Bu araçlar yaygın olarak kullanılan dergi, gazete, kitap gibi basılı; radyo, sinema, TV gibi görüntülü ve sesli iletisim araçları, insanlara aktardıkları bilgi ve neden oldukları davranıs degisikligiyle ortak amaçların, beklentilerin, degerlerin, inançların, duygu ve düsüncelerin olusmasında önemli rol oynarlar. Güdüleme (Manipulation) olarak nitelendirilen bu etkileme yönteminin en kolay ve yaygın yolu dildir. Çünkü dil insanın yasamında en çok gereksinme duydugu olgulardan birisidir . Genis anlamda ele alındıgında her türlü eylemde ve eylem sonucunda ortak ve açık bir amaç vardır; amaca ulasmak için ise yönlendirmeye basvurulur.
Grup Dinamiği
Bir grup içerisinde olusan sebep sonuç iliskileri, grupların olusması ve isleyisi ifade eder. Örgütler grup dinamigini, gençlerin beynini yıkama, tutumlarını örgütlerin ideolojisi dogrultusunda degistirme, kendi kimlik kisiliklerini silerek militan kimligi ve kisiligi kazandırmada bir araç kullanılırlar. Gruplar, insanların rastgele bir araya geldikleri topluluklar degildir. Onları bir arada tutan degerler sistemi vardır.
—Her insan istedigi gruba giremez. Çünkü grubun yazılı olmayan yasaları vardır.
—Her gurubun bir isleyisi, kalıplasmıs degerleri, amaçları ve iliski düzeni vardır.
—Her grupta bir dayanısma, birlik, is bölümü ve üyelerden ayrı beklentiler vardır.
—Her grubun ortak bir aklı, tavrı, tutum ve davranıs sekli vardır. Liselerde, üniversitelerde, isçiler ve kamu çalısanları içerisinde, mahalli alanda örgüt sorumluları örgüte kazanmayı planladıkları kisilerin;
—Aile yapısı
—Zaafları
— İrtibatta oldugu arkadasları
—Ekonomik düzeyi gibi yönleri hakkında istihbarat yaparlar.
Grup psikolojisinin etkisiyle örgüte kazanılmak istenen birey, yapılan islerin yanlıs oldugunu düsünse bile artık itiraz edemez. Zira önceden de ifade edildigi gibi bir grubun karakteristigi, ortak deger yargılarının, yazılmamıs yasalarının, ortak tavır, tutum ve davranıslarının bulunmasıdır. ste bu süreç tüm gücüyle bireyin üzerinde agırlıgını hissettirmeye baslamıstır. Çünkü terör örgütleri, bir kimseyi savasmaya ve ölmeye hazır hale getirebilmek için o kimsenin kisiligini bedeninden ayırmaktadırlar. Diger bir ifadeyle onun kendi gerçek kisiligine sahip olmasını önlemektedirler.
Terör örgütlerinin insan psikolojisinin bazı dinamiklerinden yararlanarak temin ettigi elemanlarına verdigi egitimi ideolojik-teorik egitim ve pratik egitim olarak ikiye ayırabiliriz. Örgütlerin özelligine göre belirli yayınları temel egitim kitapları okutulmak ve üzerinde tartısılmak suretiyle ögrenilenler pekistirilmeye çalısılır. Böylece ideolojik egitimi tamamlayan kisiler silahlı mücadelenin bir geregi olarak bu yönde temel egitime tabii tutulurlar.
Algılama
Terör örgütleri, kazandıgı militanlarının beyinlerini ve ruhlarını, örgütün amaçlarına sartlandırma faaliyetlerini, bu kadarla da bırakmamaktadır. Ayrıca, yeni kazandıgı militanlarının algılama dünyalarına da nüfuz ederek, örgütün idealleri ve amaçlarından baska herhangi bir sey düsünmelerini önlerler. Terör örgütleri, militanlarını önce ideolojik yönden düsünce boyutunda yetistirirler. Bunun nedeni de, algılamanın olabilmesi için bir insanın önce düsünmeyi ögrenmesi gerekmektedir. Bir insan, ancak düsünce sistemi gelistikten sonra duyu organları aracılıgıyla gelen uyarıcıları örgütleyip, anlamlandırabilir ya da algılayabilir. Bir insanın algılama dünyasını psikolojik süreçler vasıtasıyla eline geçiren terör örgütleri o insanı bir robot haline getirip istedikleri her seyi çok rahatlıkla yaptırabilmektedirler. Deolojik egilimden geçmis bireylerde kendileri haricindeki her düsünceyi, fikri, ideolojiyi, örgülü, yapıyı düsman olarak algılama egilimi vardır. Algı dünyaları ait oldukları örgütler taralından buna göre sekillendirilir, ayrıca ideolojik bir bakıs açısı kazanan bireylerde bütün olay ve hadiselerin sahip olunan ideoloji çerçevesinde algılama ve yorumlama vardır, buda algıda seçicililigi beraberinde getirmekledir.
Militan Kimliği ve Kişiliği Kazandırma
Ne var ki depresyon, travma sonrası stres bozuklugu ve diger bozukluklar gibi bazı ruhsal durumların, özellikle gençlerde örgüte katılma kararı ya da motivasyonunda bir ölçüde rol oynaması olasılıgı bulunmaktadır. Terör örgütlerinin, bir gencin psikolojik yönden beynini yıkayarak ideolojileri çerçevesinde sartlandırmalarının en önemli nedeni “kesin inanç” adamı haline getirmektir. Nitekim bir gencin örgüte gelene kadar ailesinden ve çevresinden aldıgı kimlik ve kisilik silinerek yerine yeni bir kimlik ve kisilik kazandırılmaktadır. Bu husus, genelde militan
kimligi ve kisiligi olarak adlandırılır. Bir terör örgütünün militanlarını bu süreçten geçirmesindeki amaç ise, isletecegi cinayetlerin mesruiyet dayanagını o kisinin iç dünyasına yerlestirebilmektir. Bundan sonra, bir militan isledigi cinayetlerden dolayı vicdani herhangi bir sıkıntı çekmemektedir.
Özetle terör örgütleri, psikolojik yöntemleri kullanarak ve genci örgütün haricinde hiç bir sey düsünemeyecek kendi deger yargılarını unutup hayata örgütün açısından bakmayı saglayacak sekilde gencin algılamalarına etki etmeyi amaçlamaktadır.
Türkiye ‘ de Gençlerin Terör Örgütlerine Katılma Nedenleri
Türkiye, sahip oldugu nüfus potansiyeli, zengin yer altı ve yer üstü kaynakları, jeopolitik ve jeostratejik konumu nedeniyle dünya ülkeleri arasında önemli bir yere sahiptir. Bu nedenle Türkiye’de gerek sıcak savas, gerekse soguk savas dönemlerinde yasanan terör olaylarında terör amaç degil, amaca ulasmayı kolaylastırıcı önemli bir araç olarak kullanılmıs ve devlet bütçesine getirdigi yük dolayısıyla “terörizm” Türkiye’nin kalkınmasını yavaslatmıstır . Köknel hocaya göre gençlik çagının kimlik arayısı, genci, kimligini, kisiligini buldugunu sandıgı altkültür gruplarının içine sürükler. Gençlerin, arkadas, dost, altkültüründen, degisik akımları içeren gençlik alt kültürlerine, din, mezhep, tarikat, etnik köken, politik, siyasal görüs gibi altkültür gruplarına, hatta terör örgütlerine giris nedenleri birbirine benzer. Bu nedenlerden bazılarını anlatmak gerekirse;
—Özellikle kırsal yörelerde, ataerkil, geleneksel aile yapısının egemen ve etkin oldugu çevrelerde çocukların ve gençlerin asırı basık ve denetim altında egitilmesi, onların gelenek, görenek, töre gibi temel toplumsal kurumlardan kaynaklanan mezhep, tarikat davranıs kalıplarını benimsemelerine neden olmaktadır. Bilindigi gibi söz konusu davranıs kalıpları katı, kesin, sınırlı davranıslara, tutumlara, eylemlere yol açar.
—Gençlik çagının temel süreci bedensel, ruhsal, toplumsal degisme ve gelisme olup; genç toplumsal degisme ve gelisme sürecinde benligini, kimligini, kisiligini bulmaya, baglanacak güvenilecek, inanılacak insanlarla, çevrelerle iliski kurmaya çalısır.
—Onların bu gereksinimlerine çözüm bulabilecek, yardımcı olabilecek onların toplumla birlesip bütünlesmesini saglayacak kurum ve kurulus seçenegi sunulmadıgından bu boslugu çesitli altkültürlerin olusturdugu gruplar, kurumlar doldurur.
—Bilindigi gibi, altkültürlerin ortak amaçlı, beklentileri, ilkeleri, kuralları, degerleri, duyguları düsünceleri vardır.
—Bilinçli ve bilgili davranısları, özgür ve özerk iradesi, sorumluluk duygusuyla kendi basına karar veremeyen, seçim yapamayan genç içine girdigi altkültürün ortak ilkelerini, kurallarını, degerlerini kolayca benimser. Karar vermenin, özgür ve özerk davranmanın sorumlulugundan kurtulmak için Önder’in dediklerini eksiksiz yerine getirir.
—Bir gruba ait olmanın sagladıgı rahatlık, grup olgusunun ögelerine toplumsal hızlanma, toplumsal riske girme süreçleriyle genç, birey kendisine aktarılan davranıs kalıplarını kolayca benimser. Bunların savunucusu, militanı durumuna gelir.
—Öte yandan, dernekler, vakıflar, politik, siyasi kuruluslar, belirli toplum kesimleri, sempatizanlar hatta kimi kez dıs kaynaklar tarafından, ekonomik olarak destekleyen altkültür grupları para, is, ticaret olanagı saglayarak genci içinde tutmaya çalısır. Genç için renkli, degisik, fantastik bir dünya yaratır.
—Ekonomik çıkarlar dısında, altkültür grubunda etkili olan önderin, güçlü, kuvvetli, baskılı, katı sert ilkeleri ve degerleri karsısında kendisini aciz, beceriksiz görür. Dıslanmaktan korkar. Öndere bagımlı duruma gelir. Ortak ilke ve kuralların savunucusu olur.
—Altkültürün, temel özelligi, toplumun ortak kültüründen ayrı, kopuk, soyutlanmıs bir yasantıyı sürdürmektir.
—Bu nedenle belirli grup altkültürü içine giren birey, genç kendi altkültürünü dogru, iyi, güzel olarak benimser, kabul eder. Öteki altkültürleri ve ortak altkültürü kabul etmez. Hatalı, kötü, çirkin bulur. Onlara karsı kızgınlık, öfke, kin, nefret duyar. Endise ve korku ile bakar.
—Bu durum bireyin, gencin toplumdan soyutlanmasına yol açar. Benimsedigi ilkeleri, degerleri savunur. Ötekilere karsı çıkar, saldırır. Türkiye gibi genç nüfusa sahip ülkelerde terör örgütleri yukarıda da bahsedildigi üzere çesitli yollarla militan saglamakta bazı etkenleri kullanmaktadırlar. Genel anlamda incelenen bu etkenler Türkiye’de terör örgütlerine gençlerin hangi sebeplerden katıldıgı sorusunu akla getirmektedir. Bu sorunları da asagıda sosyal ve psikolojik olarak iki bölümde inceleyecegiz.
Sosyal Nedenler
Türkiye’nin en önemli sorunlarının basında issizlik ve istihdam gelmektedir. Bunun yanında toplumlardaki gelir dagılımındaki adaletsizlikleri, plansız sehirlesme, göç, egitimsizlik, televizyon gibi yayın araçlarının belli bir kesimin sosyal yasamlarını empoze etmesi, barınma, beslenme, saglık ve kültürel sorunlar gibi sebepler de adalet duygusu ile iliskili olarak terör örgütlerinin propaganda aracı olabilmekledir. Terör örgütleri, aglarına aldıkları gençlerin aile yapısı, zaafları, arkadasları ve gelir düzeyi hakkında bilgi toplamakta, akabinde gençlerin yasadıgı psikolojik, sosyolojik ve ekonomik sorunları istismar ederek eleman kazanmaya çalısmaktadır. Terörist unsurların propagandaları arasında ayrıca, ülkeler arasındaki gelismislikten kaynaklanan sorunların islenmesi de bulunmaktadır. Teröristler, refah, saglık, egitim v.b açıdan tam bir doygunluk içerisinde bulunan toplumları, düsük refah seviyesinde, yetersiz beslenen, fakirlikten kaynaklanan saglık sorunları ile bogusan ve cahil olan halk yıgınları nezdinde hedef olarak göstermektedir. Bu çerçevede terör odakları, birçok ülkenin gelismisliginin diger ülkelerin gelismemesine neden oldugu savını mensup kazanma ve ajitasyon çalısmaları açısından kullanmaktadır.
Terör odakları, “zafiyeti olan sosyal kitleleri” etkileyebilmek için çesitli yöntemlere basvurmaktadır. Teröristler, mimledikleri sahsı kendi organizasyonunun içerisine çekebilmek, yani baglamak amacıyla hem toplumun tüm katmanlarının sorunu olan, hem de mimlenen sahsın yüz yüze geldigi ekonomik, sosyokültürel, psikolojik, dinsel, mezhepsel v.b problemi olabildigince kullanarak sahsın duygularını istismar etmektedir. Terör odaklarınca baglama safhasına alınan bireye toplumun, dinin veya devletin kurtarıcısı rolü biçilmekte ve böylece toplum içerisinden çıkan terörist, anılan toplumun kurtulusunu saglamak adına, mevcut otorite aleyhinde faaliyete baslamaktadır. Örnegin Asırı Sol Terör Örgütleri’nin propagandalarının alfabesi ekonomik sıkıntıların dile getirilmesi, yani yoksulluk sömürüsü ile baslamaktadır. Bu ise issiz ve toplumsal sorunları bulunan gençleri etkilemekte direkt olarak gençlerin terör örgütlerine ilgisini artırmaktadır. Bu sebeplerden dolayı Türkiye’nin yani toplumun ve devletin, gençler için yapması gereken en somut olgu, gençler için yapılan çalısmalara hem maddi hem de manevi devlet destegini saglayarak, gelismis toplumlarda oldugu gibi gençlik destekli ekonomik büyümenin saglanmasına katkı sunmasıdır . Ayrıca Türkiye’nin toplumsal gelisimi ve önümüzdeki on yıllar içerisindeki kalkınmasının en büyük itici gücü olacak gençlerin korunmaktan öte karar alma süreçlerine katılımının önünün açılması gerekmektedir.
Diger taraftan özellikle son yıllarda gittikçe yaygınlasan etnik terör, diger terör tiplerinden farklı bazı özellikler tasımakta ve etnik terör ile mücadele bu tür terör hareketleri ile karsı karsıya kalan devletler için önemli bir sorun olmaktadır. Genellikle etnik bir kimlige dayalı olarak ortaya çıkan etnik terörün bugüne kadar nihai amacı olan ayrı bir devlet yaratma sonucunu elde edemedigi görülmekle birlikte, bu tür terörün devam etmesi, baska amaçların elde edilmek istendigini göstermektedir. Bu baglamda Türkiye’de KONGRA-GEL/PKK mensupları, etnik milliyetçilik yaparak Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt kökenlilere karsı sistematik bir asimilasyon politikası yürüttügü hususunu vurgulamaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaslarının, tüm slam alemi içinde dinlerini en özgür ve temiz yasayabilen Müslümanlar olabilmeleri için uygun özgürlük ortamını saglamıstır. Ancak; Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumu göz önüne alındıgında, irticai hareketlerin ülkemizi yıpratmak amacıyla özellikle dısarıdan yönlendirilen ve desteklenen faaliyetler oldugu görülmektedir . Bu baglamda sözde dini motifli terör örgütleri ise, dini hassasiyet içeren konularda polemik haline gelmis unsurları propaganda amaçları açısından kullanmaktadır. Terör örgütleri özellikle gençlik vasatı arasından mensup kazanmaya çalısmakta ve 14-25 yas grubu içerisindeki kesime önem vermektedir. Söz konusu olan sosyal ve benzer birçok sebep Türkiye’de gençlerin terör örgütlerine katılmalarında önemli rol oynamaktadır. Diger taraftan asagıda da görecegimiz gibi gençlerin Terör örgütlerine katılma nedenleri arasında psikolojik sebeplerde bulunmaktadır.
Psikolojik Nedenler
Gerçekten gençlik hem toplumsal, hem biyolojik, hem de ruhsal bir kavramdır. Türk toplumu gerçek anlamda genç bir toplumdur. Nüfusumuzun % 60’ını 25 yasın altındaki çocuk ve gençler olusturmaktadır. Hiç bir Batı ülkesinde nüfus içindeki gençlik kesiminin oranı bu kadar büyük degildir. Türkiye’de gençler arasındaki uyusturucu kullanımı o kadar degildir. Gençliksuçlulugu da nüfusumuza ve genel suçluluk oranına göre düsüktür.
Her insan, geçmis yasantılar, deneyimler ve gözlemlerle olusan ve içerisinde bulunulan toplumun kültür yapısıyla özdesleserek artık genel geçer hale gelmis birtakım kalıp yargıları (stereotypes) benimser. Bu kalıp yargılar gündelik yasamda oldukça islevseldir. Görüntüsüyle belirli ipuçları veren kisiler hemen bir kategoriye girebilir ve sonuç olarak onlar hakkında uzun uzun düsünüp analizler yapılmasına ve zaman harcanmasına gerek kalmaz. Böylelikle tanımadıgımız insanlar bizim için belirsiz olmaktan çıkarlar ve biz de davranıslarımızı rahatlıkla sekillendirebiliriz. Bu baglamda gençlerin dönemsel özellikleri itibariyle kendilerini yönlendirenlerden çok kendilerinin etkilendikleri yöne dogru gittikleri nettir. Bu durum terör örgütleri açısından düsünüldügünde ise terör örgütlerinin gençlerin etkilenecegi etkenleri kullandıklarıdır. Özellikle psikolojik etkenlerde terör örgütleri sosyal sebeplerinde içinde bulundugu sorunlardan dolayı psikolojik yönden eksik ve toplumdan kopmus gençleri etkilemektedir. Nitekim kimlik karmasasına giren gençler, kendilerine belli bir yön veremeyen bir yerde kök salamayan gençlerdir. nsanlara yaklasma ve sıkı iliskiler kurmada basarısızlık gösterir ve bunun sonucu yalnızlık çeker. Uygun olmayan rastgele kisilerle arkadaslık eder. Çalısamama, kendini bir ise verememe, dikkatini toplama güçlügü belirgindir. Yarısmadan kaçar ve yeteneklerine uymayan islerde kendini tüketir. Ailenin ve toplumun onaylamadıgı rollere girer. Ters ya da olumsuz kimlige bürünür. Kimlik karmasasında kurtulmak için gençler degisik yollara basvururlar. Dıs ülkelere göçüp yerleserek, uyruk degistirerek, din degistirerek kendilerine yeni bir kimlik bulmaya çalısırlar.
Gençlerin terör örgütlerine katılmalarında etkin rol oynayan psikolojik sebeplerin basında ailenin ilgisizligi yer almaktadır. Çünkü yasadıgı buhranlı dönemde ne yapacagını bilmeyen genç bu dönemin saskınlıgı ve çaresizligiyle tek basına mücadele etmek zorunda kalacak ve içinde bulundugu ortam çogu zaman onun yanlıs kararlar verebilmesine neden olacaktır. Terör örgütleri gençlerin ilgi ve sevgi eksikliginden faydalanıp onlara ilgi gösteriyormus gibi görünerek psikolojik olarak etkilemektedir. Nitekim ülkemizde Hizbullah ve PKK terör örgütlerine katılan gençlerin büyük bölümünün çok çocuklu ailelerden gelmis olması ve psikolojik durumlarının bozuk olması buna en büyük örnektir. Kanunla ilgili yapılan bir arastırmada, Türkiye’de gençlerin yasadıkları yoksulluk, issizlik ve ekonomik sorunların erken yaslardaki gençlerde özellikle daha iyi bir gelecek için PKK terör örgütüne katıldıklarının ortaya çıktıgıdır. Bunun ise günlük yasamda bireylerin yasadıkları yoksulluk ve esitsizlikleri giderme çabasıyla siddete ve teröre yönelerek hissettikleri olumsuz duygu ve hayal kırıklıklarını psikolojik olarak gidermeye çalıstıklarıdır.
Toplum içinde bir yer edinemeyen, kök salamayan ve geleceginden de umudu kesilen genç, topluma sırt çevirebilir. Çocuklugundaki kötü örneklere dönüs yapar. ‘Madem ben sizi istediginiz gibi olamıyorum, öyleyse istemediginiz gibi olacagım’ der. Sınıfını, uyrugunu, dinini, ülkesini, yetistigi ortamın tüm deger yargılarını yadsıyabilir. Kimi genç de, topluma sırt çevirmek yerine topluma meydan okuyarak olumsuz kimligini kanıtlamaya çalısabilir. Siddet eylemcileri, teröristler bunlara örnek gösterilebilir.
Diger taraftan psikolojik olarak gençler duygu, düsünce, davranıs, dini inanç, tutum, yaklasım, süphe ve dini esasları degerlendirmede ve onları davranısa dönüstürmede farklılıklar gösterirler. nanç boyutu kategorisiyle her dindar insanın belli inanç ilkelerini kabul edecegine yönelik beklentiler ifade edilmektedir. Böylece her din, inanç ilkelerinden belli bir sistem kurar ve mensuplarından bu ilkelere inanmalarını bekler. Gençlik döneminde genel olarak her alanda oldugu gibi psikolojik yapıda da büyük ölçüde sükûnet ve durulma görülür. Dini gelisimde gençlik yıllarında, ruhsal yapıdaki dengelenmeye paralel olarak dini tutum ve davranıslarda da belirgin bir yapılanma ortaya çıkar. Genç birey, dini gelisim açısından baslıca üç farklı tercihten birisini seçmek durumundadır. Buna göre, ya çocuklugun geleneksel inançlarına geri döner, ya bu inançlarını yeniden düzenleyerek suurlu yeni bir dini yasayısa bürünür; ya da din ile ilgili her seye sırtını çevirerek ateist veya agnostik bir kisilik gelistirir. Bu durumda olusan olumsuz psikolojik etkenler genç bireylerin özellikle dini terör unsurlarına yöneltebilmektedir. Nitekim ülkemizde bu terör unsurlarının gençlere yönelik faaliyetlerine bakıldıgında özellikle lise ve üniversite çaglarındaki gençleri etkiledikleri düsünülebilir. Sonuç olarak gerek sosyal gerekse psikolojik birçok sebep Türkiye gibi genç nüfusu yüksek olan bir ülkede bu genç nüfusunun belirli bir kısmı da olsa kendine çekmeyi basarmıstır. Fakat bu oranın az olması ileride katılma oranları düsünüldügünde terörün önlenmesi açısından önem tasır. Bu bakımdan asagıda görecegimiz gibi terör örgütleri gençleri örgüte çekebilmek için belirli faktörleri kullanırken çektikleri gençleri de belirli asamalardan geçirmektedir.
- Bu çalışmanın tüm hakları Uğur Tayfun Güngör adlı kişiye aittir…
Yararlanılan Kaynaklar :
Uğur Tayfun Güngör , Türkiye ‘ de Gençlerin Terör Örgütlerine Katılma Nedenleri Ve Sonuçları
"Pkk–Hizbullah Çatışmasının Dünü ve Bugünü"
"Pkk–Hizbullah Çatışmasının Dünü ve Bugünü"
Çalışmanın Sahibi: Mustafa Arslan
Abdullah Öcalan’ın Din Hakkındaki Görüşleri
Marksist – Leninist ideolojiye dayalı olarak kurulan sosyalist ve ateist PKK, kazanmaya çalıştığı hedef kitle itibariyle de din konusundan uzak kalamamıştır. Bu doğrultuda örgüt, yayınladığı bildirilerde, Abdullah Öcalan’ın Kürtleri kurtarmak için Allah tarafından görevlendirildiğini öne sunarak halkı etkilemeye çalışmıştır. “İslam dinini istismar eden T.C.’yi Tecrit ve Teşhir edelim.” başlıklı bildirilerde; “Yeri, göğü, taşı, toprağı, canlı cansız bütün varlıkları, yoktan var eden, var’dan da yok edecek olan, ay ve güneşin şavkıyla tüm karanlıkları aydınlatan, iyi ile kötüyü ameline göre cezalandıran ya da mükafatlandıran en son dinimiz olan Müslümanlığı yeryüzüne yaymak için Hz. Muhammed (s.a.v.)’i yaratan ve bugün de katliamcı, barbar, zulümkar, faşist Türk egemenlerine karşı Kürdistan halkının önderliği yapmasını emrettiği Abdullah Öcalan’ı başımıza önder eden yüce rabbimize şükürler ederiz. Yine yüce Allah’ımızdan dileriz ki zalimlere ve kafirlere karşı, ezilen mazlum halkların, hak sahibi insanların başından, hak arayan böyle önderler eksik etmesin.” şeklindeki açıklamalarıyla insanlara Abdullah Öcalan’ın kendilerine (esasında varlığına inanmadıkları) Allah tarafından önder tayin edildiğini lanse edip, insanların buna inanmalarını, girdikleri bu yolda kendilerini desteklemelerini belirtmişlerdir. Bu bildiride din konusunda oldukça ılımlı düşünceler besleyen, Allah ve peygamber hakkında yüceltici ithamlarda bulunan Abdullah Öcalan, belirttiği görüşlerinde çarpıcı fikirlere yer vermiştir. Oruç tutmayı, namaz kılmayı, kurban kesmeyi, dua etmeyi ve bayramlar kutlamayı halkların önemli mevsimsel zamanlarda yaptıkları gösterilere benzeten Öcalan, bu ibadetleri birer tiyatro olarak nitelendirip camilerin, ibadethanelerin ve kutsal yerlerin halkın eğitildiği akademi ve tiyatro gibi sanatsal işlevlere kavuşturulması gerektiğini belirtmiştir. İbadetler konusundaki en çarpıcı görüşü ise yaşlı, kadın, çoluk çocuk, kundaktaki bebek demeden birçok kimseyi öldüren (katleden) Öcalan’ın, kurban kesmeyi “vahşet” olarak değerlendirmesidir. İslam inancını hastalık olarak nitelendiren Öcalan, Sümer ve Mısır rahip yaratmaları olarak gördüğü cennet, cehennem, mahşer, sırat köprüsü, kurtarıcı bekleme gibi düşüncelerin biran önce terk edilmesi gerektiğini vurguluyor. Bu kavramların edebi olduğunu belirtip, cennete girmeyi bir fantezi olarak görüyor.
Dağıttığı bildiride “…son dinimiz olan Müslümanlığı yeryüzüne yaymak için Hz. Muhammed (s.a.v.)’i yaratan… yüce rabbimize şükürler ederiz.“ ifadesini kullanan Öcalan bu sefer Hz. Muhammed (s.a.v.)in kişiliğinin çelişkili olduğu değerlendirmesini yapıp, kadınlara olan saygısının eşinden kaynaklandığını, fikri gelişmişliğinin ise Hıristiyan rahiplerle yaptığı sohbetlerin etkisi altında yaşandığını ifade etmiştir. Ayrıca eşi Hz. Hatice olmadan da peygamber olamayacağını söylemiştir. Nedeni ise Hz. Hatice’nin zengin ve güçlü olmasıdır. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kendini son peygamber olarak ilan etmesi konusunda da düşünceleri olan Öcalan, bu durumu Marx’ın sosyalizmle devleti uygarlık çağına son vermesine benzetmektedir. Ayrıca bu konudaki en çarpıcı yorumu ise bu hamleyle İslamiyet’in din çağına son verdiğini belirtmesidir. Öcalan’a göre bu durum göstermektedir ki “kendi özgür iradesiyle yönetim gücüne kavuşan toplumlar peygamberlere ihtiyaç duymayacaktır. Bu anlamıyla da İslamiyet din çağına son vermektedir. Daha doğrusu, dinden felsefe çağına geçişin evrensel dini biçimi olmaktadır.” İslamiyet konusunda bu denli çarpıcı görüşleri olmasına rağmen halkın desteğini toplamak maksadıyla ılımlı ifadeler verip kendisiyle çelişen Öcalan’ın İslam’a karşı olmasının temel nedeni ise İslam’ın etnik kimlikleri geri planda tutup, İslam kardeşliğini öne çıkartmasıdır. Zira Öcalan da görüşlerinde belirttiği üzere İslamlaşan Kürtlerin Kürtlüklerini unuttuklarını öne sürmüştür. Bunun yanı sıra Papa’ya gönderdiği mektubunda ise kendisini Hıristiyanlığa yakın hissettiğini belirtip, Hıristiyan çevrelerden destek beklediğini ifade etmiştir. Abdullah Öcalan, Papa’ya yazdığı mektubunda şu ifadelere yer vermiştir: “Aziz Peder. Hıristiyanlığa çok yakınım. Sizin şahsınıza ve dininize duyduğum saygı benim savaşımın ve düşüncelerimin merkezindedir. Suriye’de bulunduğum sırada Ortodoks Kilisesi’nin Başpiskoposu Yuhanna İbrahim Mar Gregorius ile bir çok kez görüştüm. Türkiye’deki rejim sadece Kürt’leri değil Ermeni’leri, Süryani’leri ve Rum’ları da imha etmiştir. Ben, Kürdistan topraklarında yaşayan Hıristiyan azınlıkları da Türk vahşetinden korumak için savaşıyorum. Beni bu savaşta yalnız bırakmayacağınıza eminim.”
Hizbullah’ın PKK’ya Yaklaşımı
Hizbullah, “Kendi Dilinden Hizbullah” ismiyle yayınladığı kitabında PKK ile yaşanan sürtüşmelere, yaşanan çatışmalara yer verirken örgüt hakkındaki düşüncelerini de belirtmiştir. Kitapta yer alan “Bu parti (PKK), gayr-ı İslami ideolojisi bir yana, uzun süreli mücadelesinde takip ettiği yanlış politika ve stratejiler ile uyguladığı gayr-ı insani taktikler neticesinde, Müslüman Kürt halkının özgürlüğü ve kurtuluşu doğrultusunda bir başarı gösteremediği gibi, halkın toplumsal yapısına, değerlerine, inanç ve kültürüne de büyük darbeler vurmuştur. Kürt halkının haklı talepleri hususunda samimiyetsiz, kaypak ve ilkesiz bir seyir çizgisi izlediği, Kürt halkının özgürlüğü ve bağımsızlığı gibi bir endişesinin olmadığı bugün geldiği noktada daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır.” şeklindeki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere Hizbullah, PKK’yı Kürt halkının taleplerine cevap vermekten uzak görürken, örgütün İslam düşmanlığına da değiniyor. Ayrıca “PKK’nin içine girdiği bu durumun ve geldiği noktanın bizce pek şaşılacak bir yanı yoktur. Eğer sorun sadece PKK’yi bağlayan ve ilgilendiren bir sorun olsaydı, fazla önemsemez ve üzerinde durmaya değer bir sorun olarak görmezdik. Ancak, meseleyi önemli kılan PKK’nin bütün bu ihanetine, teslimiyetçi ve işbirlikçi tutumuna rağmen, bazı güç odaklarının Kürt sorununu PKK’ye endekslemeye çalışmalarıdır. Bu güç odakları ısrarla PKK’yi Kürt halkının tek temsilcisi ve Kürt sorununu da PKK’nin tekelinde göstermek için özel çaba harcamaktadırlar. Kürt halkının büyük çoğunluğu tarafından sevilmeyen ve kabul görmeyen PKK’nin, bu şekilde bilinçli olarak Kürt sorunuyla eşanlamlı anılması ve gündemde tutulması, Kürt halkına yapılan büyük bir haksızlık olduğu gibi, Kürt davasına da ihanettir. Bununla, Kürt halkının haklı talep ve isteklerinin içi boşaltılarak, meşru mücadelesi asli mecrasından uzaklaştırılmak istenmektedir. Bu doğrultuda sahnelenen senaryolar, Kürt halkının ne kadar vahim ve ciddi bir durumla yüz yüze olduğunu göstermektedir.” İfadesi göstermektedir ki Hizbullah, PKK’nın “Kürt davası” ve Kürt halkıyla özdeşleşmesinden son derece rahatsızdır.
“PKK, çeyrek asırdır sözde Kürdistan’ın bağımsızlığı, Kürt halkının özgürlüğü ve kurtuluşu uğruna; Emperyalizme, sömürgeciliğe, zulüm ve adaletsizliğe karşı mücadele adı altında on binlerce Kürt insanını peşinden koşturup dağlarda savaştırdı. Aralarında binlerce masum ve günahsızın da bulunduğu binlerce insanın ölümüne sebep olan ve bölgeyi kan gölüne dönüştüren PKK’nin bu savaşının, Kürtlerin kurtuluşu ve Kürdistan’ın bağımsızlığıyla bir ilgisinin olmadığı Apo’nun yakalanmasıyla daha net bir şekilde ortaya çıktı. Apo, işbirlikçi ve teslimiyetçi tavrını şahsıyla sınırlandırmayıp, PKK’yi de peşinden sürükleyerek, Kemalist rejimin milis gücü haline dönüştürme sürecini başlattı. Böylece, Kürt sorununu bugüne kadar kendi ilhadi ideolojilerine malzeme yapanlar, şimdi de şahsi çıkarları ve siyasi ikballeri için bir araç ve pazarlık unsuru olarak kullanmak istemektedirler. Müslüman Kürt halkının gözü önünde gerçekleşmekte olan bu ihanet, zillet ve onursuzluk durumu, Apo ve partisinin gerçek mahiyetini ve içyüzünü net bir şekilde ortaya koyduğu gibi, halkın PKK gerçeğini tüm çıplaklığıyla görüp tanımasını da sağlamaktadır.” Hizbullah, Abdullah Öcalan’ın yakalandıktan sonraki tavırlarına da atıfta bulunarak PKK’yı samimiyetsizlikle suçluyor ve Kürt gençlerini kandırıp, boş yere dağlara çıkartarak savaşta öldürdüğünü ifade ediyor.
PKK’nın Kürt gençlerini öldürme konusunu daha da değinen eden Hizbullah, “PKK içinde bugüne kadar çok sayıda örgüt içi infaz olayı yaşanmıştır. Ancak bu infazların çok cüzi bir kısmı kamuoyuna yansımıştır. Özellikle Apo’nun yakalanmasından sonra TC’ye karşı sergilediği teslimiyetçi tavrıyla beraber PKK’nin içine sürüklendiği yeni süreç ve benimsediği politikalara karşı çıkan ve örgütün bu tavrını kabul etmeyen dağ kadrolarından çok sayıda elaman PKK tarafından değişik taktiklerle öldürülmüştür.“ açıklamasıyla ilginç bir iddiada bulunurken, konuyla alakalı olarak “Bu infaz olayları PKK mücadelesinin her döneminde olmuş ve bugüne kadar süregelmiştir. Hiç şüphesiz PKK’nin Kürt örgütleriyle yaşadığı çatışmalarda öldürdüğü veya ölümüne sebep olduğu insanlar ile örgüt içi ihtilaflar ve ayrılıklar nedeniyle öldürdüğü insanların toplam sayısı, TC ile uzun süre yaşadığı silahlı çatışmalarda verdiği kayıpların çok daha üzerindedir.“ değerlendirmesini de yapmaktadır. güçsüzlüklerinden veya PKK ile TC arasındaki çatışmalarda taraf olmak istemediklerinden dolayı PKK ile çatışmaya girmekten kaçındılar. Bu Kürt gruplarının bazıları da ideolojik ve siyasi olarak meseleye yaklaşıp, PKK’nin kendileri için bir şans olduğunu düşünerek, aralarındaki örgütsel ve düşünsel ayrılıklara rağmen PKK’ye destek verdiler. Ancak buna rağmen PKK, kendisi dışında Kürdistan’da hiçbir Kürt sol grubunun varlık göstermesine izin vermedi ve yaşama hakkı tanımadı. Bu grupların birçoğuna baskı uygulayıp maddi güç kullanarak, ya imha edip dağıttı, ya bölgeden kaçmalarını sağladı, ya da teslim alıp kendisine katarak etkisiz hale getirdi.” tespitini yapmaktadır. Hizbullah, PKK’nın bölge insanına yaptığı baskı ve zulümden de söz etmektedir: “PKK ile hiçbir ilişkisi olmayan bir çok insan, istemediği ve karşı olduğu halde silah zoru ve ölüm korkusuyla PKK’ye yardım etmek zorunda kalıyordu. PKK tarafından bir çok ailenin erkek ve kız çocukları zorla evlerinden alınarak dağa çıkarılıyordu. Halkın büyük çoğunluğu vermek istemediği halde, cezalandırma veya vergilendirme adı altında büyük paralar ödemek zorunda bırakılıyordu. Buna karşı çıkan, para vermek istemeyen veya isteksiz davrananlar çok sert ve acımasız bir şekilde cezalandırılıyordu.”
PKK – Hizbullah Sürtüşmesi
Hizbullah, yayınladığı kitapta PKK konusundaki görüşlerine yer verirken, aralarında yaşanan sürtüşmenin nasıl ortaya çıktığı konusuna da değinmiştir. “1991 yılına gelindiğinde Cemaatin faaliyetleri, Kürdistan’ın birçok il, ilçe ve köylerini kapsayacak şekilde geniş bir alana yayılmıştı… Çünkü, sürdürülen bu İslami faaliyetlerin gizli olmayan davet ve tebliğ kısmı herkesin göreceği veya hissedeceği kadar açıktı. O dönemde Kürdistan’da örgütlü ve etkin bir güç düzeyine ulaşan ve yıllardır silahlı mücadele veren PKK’nin, Cemaatin bu faaliyetlerinden haberdar olmaması düşünülemezdi. Nitekim Cemaatin değişik alanlardaki bu faaliyetleri ve çalışmaları PKK’nin de dikkatini çekiyor ve rahatsız ediyordu. Bölgenin değişik yerlerinde, özellikle kırsal alanda PKK’liler barınma, propaganda, yiyecek ve yardım toplama gibi değişik amaçlarla gittikleri yerleşim alanlarında Cemaat mensuplarıyla karşılaşıyorlardı. Bu karşılaşmalarda, Cemaat mensuplarıyla PKK’liler arasında ideolojik ve siyasi sohbet veya tartışmalar yaşanıyordu. PKK, bu gerçeği görünce bir yandan Cemaatın varlığına inanmak ve kabullenmek istemiyor, diğer yandan da bu durumu hazmedemiyordu.” açıklamalarıyla PKK’nın kendilerine yönelik olarak bir kıskançlık duygusuna kapıldığını ifade ediyorlar. “PKK, o güne kadar Kürdistan’da kendisi dışında örgütlü bir gücün varlık göstermesine ve gelişmesine izin vermemişti. Sadece ayrı örgütlenmelere değil, bireysel olarak dahi kendisiyle görüş ayrılığı içerisinde olan, kendisine bağlanmayan veya kontrolüne girmeyen hiç kimsenin varlık göstermesine tahammül etmiyordu. Kendisine karşı çıkan ve boyun eğmeyen herkesi; işbirlikçi, ajan, hain vb. yalan, iftira ve ithamlarla karalıyordu. Böylece ileride bu insanlara karşı yapacağı eylemlere gerekçe ve zemin hazırlıyordu. Bu taktik ve politik yöntemlerle teşhir ettiği insanlara sonradan darbe vurup etkisiz hale getiriyordu. Aynı taktiği Cemaate karşı da uygulamak istiyordu. Bu amacına ve taktik hedeflerine ulaşmak için Cemaate karşı yoğun bir karalama kampanyası yürütüyordu.
Cemaatın İslami faaliyetlerini çok çirkin bir şekilde, yalan ve iftiraya dayalı propaganda ve psikolojik savaş kampanyalarıyla engellemeye çalışıyordu.“ ifadeleri göstermektedir ki Hizbullah, PKK’nın kendisine karşı gizli bir savaş açtığı düşüncesinde. Hizbullah’ın “Marksist ilhadi ideolojisi gereği İslam’ın tevhid inancını ve onun değerler sistemini kabul etmeyen, hiçbir İslami ilke ve kurala saygı göstermeyen, İslam dinini Kürt halkının geri kalmışlığının ve köleliğinin sebebi olarak gören ve sürekli İslam’a düşmanlık yapan PKK, hayatlarında bir sefer dahi olsun cami yüzü görmeyen ve camiye uğramayan kendisine bağlı ayak takımı, cahil bazı erkek ve kadınları organize edip kışkırtarak camilere gönderiyordu. Cami kapılarında toplanan, bazen cami içine gelişigüzel ayakkabılarıyla saygısızca giren bu zavallı insanlar, cami içinde kargaşa çıkararak Cemaat mensuplarının çocuklara Kuran dersi vermesine engel oluyorlardı. Bu insanlar, utanmadan terbiyesiz bir şekilde camideki Müslüman gençlere ve Cemaat mensuplarına; “Camiler halkın malıdır. Sizin burada Kuran dersi vermenize ve İslami faaliyet yürütmenize müsaade etmeyeceğiz” diyecek kadar küstahlaşıyorlardı. Bu gözü dönmüş yaratıklar, cami içinde namaz kılan ve Kuran okuyan Müslüman genç ve çocuklara saldırıp dövüyor ve olay çıkarıyorlardı.” şeklindeki ifadeleri camilerdeki PKK yandaşlarının varlıklarından rahatsız olduklarını göstermekte . “Tüm bunlara rağmen Cemaatın İslami faaliyetlerinde ısrarla diretmesi PKK’yi çılgına çeviriyordu. O güne kadar kendisine muhalif veya alternatif olabilir diye, kendisiyle aynı ideolojiyi paylaşan ve aynı hedefler için mücadele eden hiçbir Kürt sol örgütün bağımsız bir şekilde varlık göstermesine müsaade etmeyen PKK’nin, kendisine tamamen zıt ve muhalif bir ideoloji ve dünya görüşüne sahip, bağımsız bir yapı olan Hizbullahi hareketin varlık göstermesine müsamaha etmesi veya böyle bir hareketin gözleri önünde gelişmesine seyirci kalması düşünülemezdi. Nitekim PKK, o güne kadar uyguladığı ve olumlu sonuç elde ettiği, kendisi dışında kimsenin varlık göstermesine müsamaha etmeme tavrının ve mantığının gereği olan dayatma politikasını Cemaate karşı da uygulamaya başladı.” açıklamaları aralarında bir gerginlik yaşanacağının habercisi gibiydi.
Hizbullah, PKK ile uzlaşma yoluna gidip, onlara güvenli kaynaklar aracılığıyla uzlaşma mesajları yolladığını fakat buna alaycı ve sert bir karşılık aldığını ise şu ifadelerle dile getiriyor:
“Cemaat, çatışmalar öncesi dönemi kapsayan bu dört beş aylık süre içerisinde hem ülke içinde ve hem de ülke dışında imkanları dahilinde bildiği sağlam irtibat yollarını ve kanalları kullanarak PKK ile irtibata geçti. Özellikle yerel düzeyde çok iyi tanıdığı ve güvendiği şahıslar vasıtasıyla, bu sürtüşmenin genel bir çatışmaya dönüşmemesi için PKK’ye mesaj gönderdi. Cemaat, bir elçisi vasıtasıyla PKK’nin bölgedeki sorumlularına gönderdiği mesajda; “Bağımsız İslami bir hareket olarak bölgede sürdürdüğümüz İslami mücadelemizin esas hedefinin zulüm rejimi olduğunu, PKK’ye yönelik özel bir düşmanlık ve faaliyetimizin olmadığını, bölge genelinde var olan sürtüşme ve gerginliklerin PKK’nin baskı ve saldırılarından kaynaklandığını, Cemaatın PKK ile çatışmak istemediğini, patlak verecek bir çatışmanın lokal olmaktan çıkıp bütün bölgeyi kapsayan bir savaşa dönüşeceğini, böyle bir çatışmanın uzun süre devam edeceğini ve maliyetinin ağır olacağını, bunun her iki tarafın da zararına olacağını, özellikle şu anda fiili bir çatışma ortamı içinde olan PKK’nin kendisine yeni bir cephe açmakla daha fazla zarar eden taraf olacağını, iki taraftan ziyade bu savaştan TC’nin kazançlı çıkacağını, Cemaate yönelik saldırılarını durdurmalarını, aksi takdirde bizim de kendimizi savunmak zorunda kalacağımızı, bu mesajımızı iyi değerlendirmelerini, böyle bir çatışma başlarsa bunun sorumlusunun kendileri olacağını’’ açık bir şekilde PKK tarafına iletti.
PKK, o dönemin zafer sarhoşluğu içinde mesajımıza kulak asmadı ve bu fırsatı iyi değerlendirmedi. Cemaatin mesajına müspet cevap vermeyen PKK, hiç bir insani ve ahlaki kurala riayet etmeden ve hiç bir parti veya teşkilatta örneği görülmeyecek bir kabalık ve terbiyesizlik örneği sergiledi. Mesajı alan PKK sorumluları, weké hové seré çiya bu mesajı götüren Cemaat mensubuna keleş dipçiğiyle vurup, başından yaralayarak kanlar içinde bıraktılar. Cemaatin mesajına da şu cevabı verdiler; “Biz, neyin çıkarımıza ve neyin zararımıza olduğunu sizden daha iyi biliyoruz. Bunları siz bize öğretemezsiniz. Sizin nasihatlarınıza ihtiyacımız yoktur. Eğer gerçekten devlete muhalifseniz gelin PKK’ye katılın ve PKK’nin önderliğinde bu mücadeleyi sürdürün. Eğer bunu yapmıyorsanız bu işi bırakın ve bölgeyi terk edin. Eğer bunu da yapmıyorsanız, size yönelir ve sizi imha ederiz. Buna göre hangisini istiyorsanız kendinize tercih edin” diyerek, bizi üç seçenekten birini tercihle baş başa bıraktılar.” Yukarıdaki ifadeler Hizbullah kanadına aitti. PKK – Hizbullah çatışmasının nasıl başladığına ilişkin bilgilere PKK kaynaklarında yer verilmemiş. Dolayısıyla meseleyi sadece Hizbullah kanadının bakış açısıyla değerlendirebiliyoruz.kanadının bakış açısıyla değerlendirebiliyoruz.
PKK – Hizbullah Çatışması
Terör örgütü PKK, 1990’lı yıllardan sonra güvenlik güçlerinin geliştirdiği yeni müdahale yol ve yöntemleri sonucunda bölgedeki sınırlı sayıdaki halk desteğini kaybetmeye başlamıştı. Bunun üzerine halkın desteğini kazanabilmek amacıyla, kendisini Marksist-Leninist bir örgüt olarak ilan etmesine rağmen, “Kürdistan Mollalar ve İmamlar Birliği, Kürdistan Dindarlar Birliği, Kürdistan İslami Hareketi, Kürdistan Din Yayınlar Birliği, Kürdistan İslam Partisi” gibi yan örgütler kurdu. Din konusunda atılımlar gerçekleştiren PKK, giderek büyüyen ve kendisi için tehlikeli boyutlara ulaşan örgütü etkisiz hale getirmek için Şırnak’ın İdil ilçesinde Hizbullah’ın önde gelenlerinden ve Nusaybin Hizbullah’ının sorumlularından olduğu öne sürülen M. Şerif Karaaslan’ın annesi Hayriye ile babası Sabri Karaaslan’ı evlerini basarak öldürdü. Hizbullah ise bu olaya, PKK yanlısı Mihail Bayro’yu öldürerek cevap verdi. Emniyet müdürü Muzaffer Erkan, Necati Alkan ile yaptığı söyleşide bu olay ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Ölen anne ve babaya Hizbullahçılar çok müthiş bir cenaze töreni düzenlediler. Çok uzun araç konvoyları oluştu. Sonra bu işin tarihi yazıldığında anlıyoruz. Bu cenaze töreninde kalabalığın arasından Molla Beşir Varol çıkıyor ve kürsüden bir vaaz veriyor. Müslüman kesimin bu eylemlere boyun eğmeyeceğinden, zalimlerden ve PKK’dan bahsediyor. Karşı bir hareketten bahsediyor.” Bu tarihten sonra karşılıklı olarak birbirlerine saldırmaya başlayan PKK ve Hizbullah çok sayıda üyesini kaybetti. Yaklaşık 500 civarında PKK, 200 civarında da Hizbullah mensubunun öldüğü tahmin ediliyor.
PKK – Hizbullah çatışmasının başlangıcı olarak İdil’de meydana gelen bu olaylar bilinmektedir. Hizbullah kaynaklarında bu konuya ilişkin şu ifadeler yer almaktadır: “Bugüne kadar Hizbullah-PKK çatışmasının başlangıç noktası olarak, PKK’nin İdil’de Karaaslan ailesinin evine yaptığı silahlı baskın gösterilmektedir. TC’nin resmi raporlarına bu şekilde girdiğinden ve bu konuda kitap yazan veya görüş beyan edenlerin çoğu da bu raporları esas aldığından, aynı yanlışlığı tekrar ederek çatışmaların başlangıç noktasını ve tarihini PKK’nin İdil baskını olarak vermişlerdir. Oysa ki bu, doğru bir tespit değildir. Çünkü, bu olaydan çok önce PKK bölge genelinde Cemaat mensuplarına yönelik çok sayıda silahlı eylem yapmıştı. Bu silahlı saldırılar sonucu yaralanan ve şehid düşen Cemaat mensupları olmuştu. Ancak İdil olayı, o güne kadar sessizce süren Hizbullah-PKK sürtüşme ve gerginliğinin su yüzüne çıkıp alenileşmesi ve kamuoyuna yansımasına neden oldu. Ayrıca Cemaat, PKK’nin İdil eylemine kadar PKK’ye karşı saldırıya geçmeyip, genel bir çatışmanın önünü alabilmek ümidiyle çabalarını ve girişimlerini sürdürüyordu. PKK’nin İdil saldırısı bardağı taşıran son damla oldu. Cemaat, PKK’nin İdil eyleminden sonra saldırılara cevap vermeye başladı ve böylece bölge genelini kapsayan çatışma süreci başlamış oldu.” Görüldüğü üzere Hizbullah kaynakları, İdil olayından önce de PKK ile Hizbullah arasında çatışmaların yaşandığına ilişkin iddialar içermektedir.
İki tarafın birbirine saldırma yöntemi sadece silahlı çatışmalar yoluyla değildi. Hizbullah, açılımı Kürdistan İşçi Partisi olan PKK’ya Kürdistan Kafirler Partisi diye hitap ediyordu. Her iki taraf da birbirlerinin destekçilerine baskı uyguluyorlardı. Bu genelde insanların mallarına el koymak şeklindeydi. PKK’lılara ve devlete ait her türlü taşınmaz malı ganimet olarak niteleyen Hizbullah, özellikle göçe zorladıkları PKK’lıların tarla, ev ve iş yerlerine el koymakta, bunları örgüt adına ya işletmekte ya da kiraya vermekteydi. Benzer uygulamalara PKK tarafında da rastlamak mümkündü. Ayrıca bir noktaya da açıklık getirmek gerekirse PKK, bu çatışmalarda karşısında Hizbullah/İlim grubunu görmekteydi. Menzil grubu ise bu çatışmaların dışındaydı. Tebliğ aşamasında bu tür silahlı mücadelelere girmenin tebliği aşamasında örgüte zarar vereceğini düşünen Menzil grubu İlim grubu ile ters düşmüştü. Bu durum daha sonraları çatışmaya dönüştü ve Hizbullah, yaşadığı iç çatışma sonunda 200 militanını kaybetti.
- Bu çalışmanın tüm hakları Mustafa Arslan adlı kişiye aittir…
Yararlanılan Kaynaklar :
Mustafa Arslan , Pkk- Hizbullah Çatışması
ASALA Terör Örgütü’nün Kuruluşu, Faaliyetleri, Finansal Kaynakları ve İşbirliği Yaptığı Örgütler
ASALA Terör Örgütü’nün Kuruluşu, Faaliyetleri, Finansal Kaynakları ve İşbirliği Yaptığı Örgütler
Ermeni terör örgütlerinin amaçlarının ve bu amaçları gerçekleştirmek için izledikleri yol ve yöntemlerin tarih süreci içerisinde ve 1973–1985 yeni Ermeni terörü döneminde incelenmesi sonucunda, tamamının birer isyan ve terör örgütü olduğu görülmektedir. Bu örgütlerden en önemlisi, Türkiye’ye karşı birçok kanlı eylemi gerçekleştiren ve Ermeni meselesinin diri tutulmasında ve Ermeni milliyetçiliğinin hararetlendirilmesinde kilit bir role sahip olan ASALA’dır. Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu ASALA (Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia, Ermenice: Hayastani Azatagrut’yan Hay Gaghtni Banak ), Uluslararası Terör Hareketi’nin bir parçası olduklarını kabul eden, bu mücadelenin de ancak silahlı olarak gerçekleşeceğini ilan etmiş olan bir kuruluştur. ASALA, 20 Ocak 1975’te, Lübnan’da, muhtemelen Bekaa’da kurulmuştur . ASALA terör örgütü amaçlarını, işgal altında olduğunu iddia ettikleri Ermeni topraklarını kurtarmak; birleşik demokratik ve sosyalist bir Ermenistan kurmak; topraklarına döndüklerinde, Ermeni halkına en azından kendi kararını belirleme hakkının tanımasını sağlamak ve sözde katliamın tarihi bir gerçek olarak Türkiye tarafından kabulünü temin ettirerek, Türkiye’yi bu sebeple tazminat ödemeye mahkum etmek olarak bildirilerinde açıklamıştır.
ASALA sol görüşlü bir örgüttü ve Ermeni sorununa Marksist bir bakış açısından yaklaşmaktaydı. ASALA’nın kuruluşunu, Lübnan olaylarına bağlayan, Lübnan’daki Filistin Kurtuluşu örgütlerinin faaliyetleri içerisinde gören, onlardan esinlenerek ortaya çıktığını savunan görüşler olduğu gibi, birkaç Ermeni’nin bir araya gelerek kurduklarıyeni bir terör örgütü olduğu ve bu örgütün kısa zamanda dönemin en çarpıcı, en etkin terör olaylarını meydana getirdiğini iddia edenler de bulunmaktadır. Bütün bunlar,ASALA’nın kuruluşunu tam olarak açıklamaktan uzaktırlar. ASALA’nın bir örgüt olarak ortaya çıkması şartları bilinmeden ve doldurmuş olduğu boşluk yeterince açıklığa kavuşturulmadan mevcut tereddütler daha uzun zaman devam edecektir. ASALA kurulduğu dönemde George Habbas’ın FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, 1967’de kurulmuş Marksist nitelikli bir örgüt)’si ve FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü)’den geniş ölçüde lojistik destek ve eğitim almıştır. Lübnan’daki otorite boşluğu, ASALA’nın yaşama geçmesi açısından önemlidir. Habbas’a bağlı Filistinli gerillaların, El-Fetih ve Suriye istihbarat denetimindeki El-Saika gerillalarıyla birlikte 1970’li yıllarda Kırım’daki Simferepol Rus Askeri Akademisi’nde eğitildikleri, teorik eğitimlerinin ise KGB ve Sovyet askeri istihbarat örgütü GRU tarafından FKÖ Moskova temsilcisi Hikmet Abu Zaid gözetiminde verildiği hatırlanıldığında, ASALA’ya kuruluş aşamasında Moskova – Sam üzerinden Habbas aracılığıyla verilen desteğin önemi daha iyi anlaşılacaktır .
Ermenilere göre, organize Ermeni terörist kampanyası ilk olarak 1975 yılında başlatılmıştır. Arapça çıkan Al-Majallah gazetesinde yer alan bir röportajda ASALA temsilcilerinden biri, örgütünün giriştiği ilk eylemin, 1975 yılında Dünya Kiliseler Birliği’nin Ermenileri Amerika’ya göç etmeye teşvik eden Beyrut’taki bir bürosuna yapıldığını söylemiştir. 1980’de Beyrut’ta yayınlanan bildiride ASALA’nın Ermenistan’ı kurtarmak uğruna giriştiği devrimci hareketin 5. yılını kutladığı belirtilmektedir. Bu örgütün ilk terörist kampanyası 22 Ekim 1975’te Viyana’da Türkiye’nin Avusturya Büyükelçisi Danis Tunalıgil’in öldürülmesi ile başlamaktadır. 24 Ekim 1975’te Türkiye’nin Paris Büyükelçisi İsmail Erez ve makam şoförü Talip Şener öldürülür. Saldırıyı ASALA üstlenir.
Asala’nın Amaçları ve Hedefleri
Ermeni örgütlerinin genelinde mevcut olan 1915’te meydana gelen Zorunlu iskan olayının soykırım olarak algılanması ve bunun intikamının alınması fikri ASALA’da da bulunmaktadır. Ayrıca, bu sözde soykırım iddiasının uluslararası kamuoyunda kabul görmesi için şiddet ve terör eylemleri ile konuyu sürekli gündemde tutmayı amaçlamışlardır . ASALA, 1981 yılı sonunda açıkladığı siyasi programıyla amaçlarını ve hedeflerini dünya kamuoyuna yayınlamıştır. Buna göre, ASALA’nın amacı: Demokratik, sosyalist ve devrimci bir hükümetin önderliğinde birleşmiş bir Ermenistan’ın kurulmasıdır. Burada tanımlanan hükümetin neresi olduğu da açıkça anlaşılmaktadır. Sovyetler Birliği ve sosyalist devletlerden her türlü yardım istenilmekte ve Sovyet Ermenistan’ı halkın uzun savaşı için bir üs olarak kabul edilmektedir. Siyasi programda düşmanlar, iki grupta toplanmaktadır. Bunlardan birincisine “yerel gericiler” denilmektedir ki, bunlar ASALA karşısında yer alan veya yanında bulunmayan Ermenilerdir. Taşnak da bu grupta yer almaktadır. İkinci düşman grup ise, uluslar arası emperyalizmin desteklediği Türk emperyalizmi olarak gösterilmektedir. ASALA, Ermeni topraklarının(!) kurtarılması için temel yolun, devrimci şiddet eylemlerinden geçtiğini kabul ve ilan etmektedir. Programına göre; ASALA, üstün sınıfların hegemonyasını reddedenleri destekleyecek ve uluslararası devrimci hareket içinde koalisyonlar kurup güçlenmesine çalışılacaktır.
Bunun için şiddet ve terör vazgeçilmez yöntemdir .
ASALA’nın Örgüt Yapısı
Gizlilik ilkesine çok önem veren terör örgütlerinden biri olan ASALA’nın kurucu ve lideri, Agop Agopyan olarak tanınmasına rağmen, gerçek adını örgütün üst düzey yöneticilerinin bile tam bilmediği, Vahram Vahramian, Mihran Mihrian, İran İrmian gibi takma adlar kullanan; yandaşlarınca Mücahit olarak da çağrılan (yardımcısı Mellonian tarafından bile gerçek adı bilinmeyen) muhtemelen Lübnan Ermenilerinden olan bir teröristtir. Örgütün yapısı, geleneksel Ermeni terör örgütleri modeline uygundur. Lübnan Merkez Komitesi, örgütün üst yönetimini üstlenmiştir . Örgüt, merkez komiteye bağlı komuta grupları biçiminde örgütlenmektedir. Komuta merkezleri ise siyasi ve askeri merkezler olmak üzere iki ana bölüme ayrılmakta, siyasi merkezlerde çalışanlar ülke ve bölge sorumluları olarak görevlendirilmektedirler. Bölgeler komuta bölümlerine ayrılmakta, her bölümün önderi bölge sorumlusuna, bölge sorumlusu da piramidin en üst noktasında bulunan ülke sorumlusuna, ülke sorumlusu ise doğrudan merkez komiteye bağlı çalışmaktadır. Siyasi merkezlerde çalışanların, ASALA’nın örgütsel yapılanması içinde askeri; merkez ve askeri kanatla doğrudan ilişkisi bulunmamaktadır. Askeri merkezler de yine komuta gruplarına bölünmüşler ve doğrudan merkez komiteye bağlı hücreler biçiminde örgütlenmişlerdir. Hücreler genellikle iki veya dört kişiden oluşmaktadır. Hücreler, merkez komitenin bilgi ve isteği doğrultusunda bir ülkeye sızmakta; siyasi merkezlerle, merkez komitenin bilgi ve isteği doğrultusunda ilişki kurabilmektedirler. Bazen, aynı ülkeye birbirinden habersiz ve aynı eylem yapmak üzere birden fazla hücre de sevk edilebilmekte; ancak siyasi merkez eylemler konusunda önceden bilgilendirilmemektedir . Siyasi merkezler, propaganda çalışmalarında açık ve kapalı olmak üzere iki ayrı yol izlemekte; açık uygulamalarda siyasi merkez, kanuni sınırları içinde ve genellikle öğrencileri kullanarak, dergi, broşür, gazeteler yayınlamakta, toplantı, konferans, seminer ve yürüyüşler düzenlemektedirler. Ayrıca siyasi merkezler, kendi bulundukları ülkelerde, ideolojik yakınlığı olan örgütlerle açık veya kapalı ortak bir platform oluşturma; bulundukları ülkede kamuoyu oluşturmada yararlı olabilecek kişilerle (gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, tarihçiler, öğretim üyeleri, milletvekilleri), meslek kuruluşu temsilcileri, sendikacılar vb. ile birlik çalışması yapmaktadırlar. Siyasi merkezin bir başka görevi ise önemli eylem ve çalışmaları yapabilmek için mali finans kaynakları bulmaktır.
Askeri cenah, merkez komitenin belirlediği eylemleri gerçekleştirmek için, ya eylemden hemen önce eylemin yapılacağı ülkeye gitmekte ya da yeterli ve güvenli saklanma ve barınma yerleri varsa, daha önceden o ülkede eyleme hazır beklemektedirler. Fransa ve Yunanistan bu tür güvenilir ülkelerin başında gelmektedir. Buralarda örgüte ait daimi hücre evleri bulunmaktadır. Buralarda yapılacak eylemlerde, eylemin önderleri genellikle örgüt merkezinden gelmektedir. Barınma ve saklanma imkanı olmayan ülkelerde ise, vurucu timler, eylemi yaparak hemen geri dönmektedirler .
Asala’ya Bağlı Hücreler
Aşağıda isimleri sıralanan hücreler 1980–1981 döneminde Avrupa’nın değişik ülkelerinde Türk Dışişleri ve Türk kuruluşları gibi (THY vb.) yerlere yapılan eylemlerin
sorumluluklarını üstlenmişlerdir.
1) Şehit Refti Balian Komando Grubu,
2) Kara 24 Nisan Komando Timi,
3) Geourgen Yanikian Komando Grubu,
4) Yanikian ve Sasunian Komandoları,
5) Avrupa 21. Komando Grubu,
6) Ermeni Adalet Komitesi,
7) Antranig Pasa Komandoları,
8) Aleks Yenikomeshian Komando Grubu,
9) Shahan Natali İntihar Komando Timi,
10) Şehit Agop Darakcian Komando Timi,
11) Yeghid Kesisian İntihar Komando Timi,
12) 24 Eylül İntihar Komando Timi
ASALA’ya Bağlı Paravan Örgütler
ASALA, Ermeni davası ile ilgili olarak ne kadar ciddi olduklarını, dünya kamuoyu nezdinde sahip olunan desteğin boyutlarını mübalağa etmek ve terör olaylarını inceleyen güvenlik güçlerinin yanıltmak amacıyla değişik adlarla paravan terör örgütleri kurmuşlardır. ASALA’nın kurduğu paravan örgütlerin en çok bilinenleri:
1) 3 Ekim,
2) 9 Haziran,
3) Orly,
4) Ermenistan Gizli Ordusu,
5) Yeni Ermeni Direnişi,
6) Fransa Eylül Örgütü,
7) 15 İsviçre Grubu,
8) Kızıl Ermeni Ordusu,
9) Dünya Cezalandırma Teşkilatı,
10) 28 Mayıs,
11) Ermeni Milli Komitesi,
12) Ermeni Halk İhtilal Harekatı,
13) Kıbrıs Ermenilerini Mücadeleye Çağırıyor,
14) Kıbrıs Ermeni Rum Teşkilatı
Bu örgütler ASALA eylemcilerini sıkıştıran ülkelere gözdağı vermek görevini de üst lemislerdi. Örneğin, Orly ve Fransa Eylül örgütleri sadece Fransa’ya, 9 Haziran örgütü ise İsviçre’ye yönelik eylemler yapmışlardır.
9 Haziran Örgütü’nün de ASALA’nın paravan kollarından biri olduğu, 12 Ekim 1980’de Londra’da kesin olarak ortaya çıkmıştır. İngiliz polis teşkilatı Scotland Yard, Türk turizm ofisini bombalayan ve ASALA Antranik Paşa grubunun üstlendiği eylemde kullanılan bombalarla, 10 dakika sonra İsviçre Leicester Square turizm ofisine yapılan ve 3 Ekim örgütünün üstlendiği eylemdeki bombaların aynı kişi ya da kişilerce yapıldığını ortaya çıkarmıştır .
ASALA’nın Özellikleri
ASALA’nın tutum ve davranışlarına genel olarak bakıldığında tam bir terörü yansıtmaktadır. Yönetimin bütün kademelerinde, terör ve uygulamada terör bu örgütün simgesi sayılmaktaydı. Liderler, birbirlerini öldürüyor, beğenmediklerini tasfiye ediyorlar, öldürtüyorlardı. Bunun dışında, her terör timi sanki yeni bir Ermeni örgütü gibi dünya kamuoyuna tanıtılmak isteniyor, bu yolda her türlü propaganda yapılıyordu. Cinayetleri çeşitli, ismi yeni duyulan örgütler üstleniyordu .
1975 yılında kurulan ASALA’nın politik gelişmeleri iki safhada etkin bir durum almıştır. 1979 yılında Paris Ermeni Konferansı sırasında sağladığı yeni güçlerle kuvvetlenmiş ve 1983 yılında ikiye bölünmüştür. ASALA kurucularından Agop Tarakçıyan, bu terör örgütünün ilk eylemini 16.2.1976 tarihinde Beyrut Türk Büyükelçiliği Başkatibi Oktay Cerit’i öldürmekle gerçekleştirmiştir. 1979 yılına kadar, Filistinlilerin kendi aralarındaki çatışmalara karısan lider Agopyan yaralanmıştır. 1979 yılında Paris’te toplanan Ermeni Konferansı sırasında, Fransa’daki Ermeni teröristlerle
irtibat kurulmuş ve örgüte yeni elemanlar katılmıştır. Bunların içerisinde en ünlüleri Alex Yenikomsiyan ve Monte Melkiyan’dır. 1981 yılında birçok terör olaylarını bu yeni gruplar gerçekleştirmiştir. ASALA, bir taraftan İsviçre’yi, diğer taraftan Fransa’yı tehdit etmeye başlamış, Fransa’daki Yeni Ermeni Direniş Örgütünün Kanada’daki Azad Hayve İngiltere’deki Gaitzer gruplarının ASALA’ya katıldıklarını ilan etmiştir. Terörün büyük bir etkinlik ve yaygınlıkla devam ettiği bu yıllar içinde merkez kadrosunda ihtilaflar başlamış ve özellikle ASALA’nın masum insanlara da yönelmiş terör eylemleri, çeşitli kamuoylarında tepkiler nedeniyle durumlarını sarsmıştır. İsrail’in Lübnan’ı işgaliyle ASALA yöneticileri, Filistinlilerle birlikte Lübnan’ı terk etmek zorunda kalmış ve örgüt Temmuz 1983 tarihinde ise ikiye bölünmüştür. Agop Agopyan Grubu: Yunanistan ve Ortadoğu’ya yerleşmiştir. Türk ve yabancı, masum kadın ve çocuk ayırımı yapmadan teröre devam etmiş, Orly katliamı gerçekleştirmiş ve saldırılarını sürdürmüştür. Bölünmeden sonra, 2. grup Batı Avrupa’da, ASALA Devrimci Hareketi ismini almıştır. Daha ılımlı ve terörde sadece Türk hedefleri esas alan bir tutum izlemiştir. Bu hareketin liderlerinden biri, Monte Melkonyan diğeri Ara Toranyan’dır. Toranyan, Paris merkezli Ermeni Ulusal Hareketi adlı grubun liderliğini yapıyordu. Bu grup, Orly saldırısını tamamen Faşist bir saldırı olarak nitelemiştir.
Melkonyan ise Ermeni mücadelesinin siyasi zeminini oluşturmayı amaçladığını ve mücadelelerinin Ermenileri harekete geçirmek, Türkiye’ye karşı harekete geçmiş diğer güçlerle işbirliğinde bulunmak seklinde iki yönü bulunduğunu ifade etmekteydi. İran doğumlu Melkoyan, ikinci aşamada ittifaklar kurma stratejisini ileri sürmüş, diğer taraftan Agopyan da faaliyetlerini devam ettirmiştir. İzlediği politikalar gereği ASALA’nın amaçları, üç yönlü bir destek sağlamaktadır:
1) Sovyetler – Doğu Bloğu ve Sosyalist ülkeler desteği,
2) Jeopolitik beklentileri bakımından, Türkiye’yi dış ve iç tehdit ve terörle yıpratmayı politikalarının esası sayan Yunanistan, Suriye gibi ülkelerin desteği,
3) Komünist partilerden, dolaylı olarak Hınçak Ermeni terör örgütünden ve sempatizanlarından, karşı görüşlere sahip bulunsalar da Ermeni kiliselerinden sağlanan desteklerdir.
ASALA’nın ilişkileri ise, uyguladıkları stratejiye paralel olarak Türkiye için tehdit ve terörü doğrudan veya dolaylı şekilde uygulamaya çalışan Ermeniler dışı terör örgütlerine öncelik verilmek üzere düzenlenmiştir. Bunlar 1975 -1980 dönemi içinde Filistin Kurtuluş Örgütü, Komünist partileri eylem grupları ve bazı devletlerin gizli örgütleridir. 1980 yılında Nisan ayında Sidon/Lübnan’da yapılan PKK ile ortak eylem anlaşmasıyla, ASALA ilişkilerini genişletmiştir . Bu yolla, aynı amaçları ve benzer yapı/görüşleri paylaşan ASALA ve PKK arasında görüş ve eylem birliği kurulmuştur. 1983 yılından sonra başlayan evrede ise ASALA ilişkileri Monte Melkonyan’ın stratejisine uygun şekilde gelişmiş, Türkiye içinde terörün uygulanmasına ağırlık verilerek, bu stratejiyi doğrudan veya dolaylı şekilde eylemleştirecek imkan ve kabiliyette bulunan her örgütle ilişkiler kurulması esas alınmıştır. Bunların başında yine PKK ve benzeri kuruluşlar ile TKP ve diğer komünist örgütler gelmektedir. ASALA’nın en önemli ve resmi yayın organı Hayastan’dır. Ayrıca, Hay-Baykar – Armenia – Londra’da yayınlanan Kaytzer adlı dergiler de yayın organlarının başında gelmektedir. ASALA ilk radyo yayınına 1981’de Beyrut’ta başlamış, Lübnanlı Ermenilerin Sesi adı altında günde bir saatlik yayınlar yapmıştır. Bunların dışında ilişkili olduğu ülkelerin haberleşme araçları ve kamu iletişim sistemleri de ASALA’ya yayın yönünden destek sağlamıştır .
ASALA’nın temel stratejisi, dünyadaki ilerici Ermeni hareketlerini bir noktada (Lübnan’da) toplamak ve bir merkezden yönlendirmektir. Kısaca, ilerici Ermeniler ASALA çatısı altında birleşecek ve ASALA Halk Hareketini başlatacaktır. Bu suretle, Ermenilerin ilerici güçleri, birbirleriyle resmi işbirliğine girebilecekler ve güçlerini birleştirebileceklerdir .
ASALA stratejisinin bu bölümünü 1981 yazında, dünyadaki tüm ilerici Ermenileri Lübnan’da toplantıya çağırmakla uygulamaya çalışmıştır. Stratejinin ikinci bir aşaması da, bu güç birliğinin sosyalist hükümetlerinde yardımıyla terörü yayarak, savaş dönemini başlatmasıdır. Ermeni terörü, Ortadoğu’daki kurtuluş mücadelelerinin bir parçasıdır ve Türkiye’nin bütünlüğüne yönelmiş her hareketle bütünleşebilir. Bu stratejinin sonucu olarak yukarıda da belirtildiği üzere ASALA-PKK işbirliği meydana gelmiştir .
ASALA’nın Faaliyetleri
ASALA aldığı destek ve işbirliği ile yurtiçi ve yurtdışında birçok kanlı eylem gerçekleştirmiştir. Her ne kadar verilen rakamlar kaynaklara göre değişik ise de yetkililere göre 1973-1984 arası Ermeni teröristleri 34 Türk diplomatını ve yakınını katletmiş ve ateş hatları içinde olmaktan başka hiçbir suçu olmayan 300 kişiyi yaralamıştır. ASALA tarafından yurtiçinde gerçekleştirilen eylemlerden bazıları aşağıda sunulmuştur:
29 Mayıs 1977’de İstanbul Yeşilköy Havaalanı’na ve Sirkeci garına patlayıcı madde atılması (4 ölü ve 31 kişi yaralı, saldırıları Aşırı Ermeni Hareketleri Örgütü üstlenmiştir).7 Ağustos 1982’de 3 Ermeni teröristin, Ankara Esenboğa Havaalanına silahlı, bombalı saldırı düzenlemesi ve katliam yapması (Otomatik silahlarla ve bombalarla orada bulunanlara saldıran teröristler, 3’ü emniyet görevlisi olan toplam 9 kişiyi öldürdüler ve 72 kişiyi yaraladılar. Levon Ekmekçiyan isimli terörist yakalanmıştır)16 Haziran 1983’de Kapalı Çarşı’daki bombalama eylemleri (2 ölü, 21 yaralı), 3 Eylül 1984’de Topkapı Sarayı yakınlarında bir araca yerleştirilmek istenilen bombanın erken patlaması sonucu, eylem yapmak için İstanbul’a gelen ASALA militanı iki Lübnanlı Ermeni’nin ölümü . Bu eylemlerden bir kısmı ve aşağıdaki tabloda sunulmuştur.
Eylem Tarihi Eylem Yeri
22 Ekim 1975 Viyana
24 Ekim 1975 Paris
16 Şubat 1975 Beyrut
29 Mayıs 1977 İstanbul
9 Haziran 1977 Roma
2 Haziran 1978 Madrid
12 Ekim 1979 Lahey
22 Aralık 1979 Paris
31 Temmuz 1980 Atina
17 Aralık 1980 Sidney
4 Mart 1981 Paris
9 Haziran 1981 Cenevre
24 Eylül 1981 Paris
28 Ocak 1982 Los Angeles
8 Nisan 1982 Ottowa
4 Mayıs 1982 Boston
7 Haziran 1982 Lizbon
7 Ağustos 1982 Esenboğa Havaalanı
27 Ağustos 1982 Ottowa
9 Eylül 1982 Burgaz
9 Mart 1983 Belgrat
16 Haziran 1983 İstanbul
14 Temmuz 1983 Brüksel
15 Temmuz 1983 Paris
27 Temmuz 1983 Lizbon
30 Nisan 1984 Tahran
21 Haziran 1984 Viyana
ASALA ağırlıklı Ermeni terörizminin 1973 ile Mart 1984 dönemi arasında takip ettiği seyir şöyledir. Coğrafi olarak terörist eylemler 4 değişik kıtada oluşmuştur: Kuzey Amerika, Asya, Avustralya ve büyük bir çoğunluğu Batı Avrupa. Toplam sayısı 182 olan eylemlerin ülkelere göre dağılımı aşağıdaki tabloda verilmiştir.
Ülke Eylem Sayısı Ülke Eylem Sayısı
Fransa 37 Kanada 4
İsviçre 25 Yunanistan 4
İtalya 20 Batı Almanya 4
Lübnan 17 Hollanda 2
ABD 15 Portekiz 2
Türkiye 13 Avusturya 1
İspanya 11 Avustralya 1
Irak 1 İran 7
SSCB 1 Belçika 6
İngiltere 5 Bulgaristan 1
Danimarka 4 Yugoslavya 1
ASALA’nın İlişkileri ve İşbirlikleri
ASALA’nın ortaya çıkısı, kuruluşu ve eylemleri göz önüne alındığında birçok ülke ve örgütle ilişkisinin ve işbirliğinin olduğu görülmektedir. Bu ilişkiler aşağıda ayrı ayrı incelenmektedir.
ASALA – Rusya İlişkisi
1945 Haziran’ında Sovyetler Birliği, Türklerin Mihver devletlerine savaş açmasından sonra, 1925 tarihli Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasını bitirerek Türkiye’den toprak talebinde bulunmuş ve Türkiye ile yeni bir anlaşma imzalamak için iki şart öne sürmüştür:
1) Kars ve Ardahan’ın kendilerine verilmesi,
2) Boğazlar’da Sovyetler Birliği’ne üs sağlanması . Bu isteklerin hemen ardından da Türkiye’ye karşı büyük bir propaganda ve tahrik kampanyasına girişmişlerdir.
Sovyetler Birliği’ndeki Ermeniler için Kars ve Ardahan’ın ilhakının milli bir dava olduğu görüşünü yayan Sovyet ajanları, dünyanın her tarafında Ermeni Komiteleri kurmaya başlamışlardır. Türkiye’nin Dışişleri Bakanı olan Feridun Cemal Erkin’e göre Sovyetler, İstanbul Başkonsolosluğu vasıtasıyla, Sovyetler Birliği’nin Ermeni kökenli tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını kabul etmeye hazır olduğunu bildirmiş, fakat Türkiye’nin manevrasıyla bu çabalar boşa çıkmıştır. Sovyetler Birliği Türkiye’yi NATO’dan ayırmak için hassas bir politika izlemeyi tercih etmişti. Sovyetlerin bu amacına ulaşmak için ASALA’yı aracı olarak kullandığı birçok Türk tarafından sezilmişti. Prof. Yalçın söyle demektedir: “Aynı toprak talepleri bu sefer Sovyetlerce desteklenen teröristler tarafından tekrarlanmaktadır… yani bunu açıkça belirten Ermeni teröristleri, ASALA’yı kastediyorum.
Paul Henze, ABD’de yayınlanan The Fletcher Forum adlı derginin Yaz 1985 sayısındaki Terörizmle Mücadele adlı makalesinin Ermeni terörizmi bölümünde söyle demektedir:
Modern Ermeni terörizmini destekleyenlerin asgari amacı;
1) Türkleri dünya kamuoyunun şiddetli kınamalarına yol açacak şekilde, Türkiye’de barış içinde yasayan küçük Ermeni topluluğundan öç almaya ve başka yerlerde yaşayan Ermenilere karşı, akılcı olmayan eylemlerde bulunmaya tahrik etmektir.
2) Türkiye’nin müttefikleriyle (NATO) olan ilişkilerini gerginleştirmektir. ASALA’nın en belirgin amacı ise; NATO’nun topraklarından bir parça koparıp Sovyetler Birliği’ne katmaktır .
Sovyetler Birliği’nin özellikle yumuşama dönemi diye bilinen 1970’lerde büyük terörist eylemlere girişen ajanları vasıtasıyla bölgede ve Türkiye’de karışıklık yaratmak için her türlü fırsatı kullandığını söylemek de mümkündür. Sovyetlerin, Türk terörist örgütlerine sağladığı destek yanında, Ermeni terörist örgütlerine de yardım etmesi, Türkiye’ye zor anlar yaşatmıştır. Ermeni örgütlerinin terörist faaliyetleri, Ermenistan’ın kurtulması için verilen mücadelenin bir parçası olarak tanıtılmıştır. Ermenilerin Türkiye’ye bir terör kampanyası başlatmak için 60 yıl beklemelerinin sebebi de belki budur. Sovyet Rusya’nın bu konu ile ilişkisi gayet açıktır. ASALA’nın yaptığı taleplere dikkat edildiğinde; KLM, Lufthansa ve Türk Hava Yolları’na karşı giriştiği üçlü saldırıdan sonra yayınladığı bildiride ASALA şöyle demektedir:
“Emperyalizm ve dünyadaki tüm uşakları ve kurumları kahramanlarımızın hedefleri olup, yok edileceklerini bilmelidirler. Öldürmeye ve yok etmeye devam edeceğiz, çünkü emperyalizmin
anladığı tek dil budur.”
Bu ise ASALA’nın Marksist-Leninist terörist bir örgüt olduğunu ve Rusya ile ilişkisinin bulunduğunu göstermektedir. Yukarıda nakledilen görüşlere ve bazı bilgilere dayanılarak Sovyetler Birliği’nin ASALA’yı desteklediğini rahatlıkla iddia etmek mümkündür. Ancak bu hususta kesin delil elde edilmesi mümkün değildir. Zaten gizli, totaliter bir hükümet tarafından düzenlenip, yalnızca KGB ve üst Sovyet hiyerarşisi tarafından bilinen, hiçbir iz bırakmayacak şekilde programlanmış bir iliksinin bundan daha iyi belgelenebilmesi de mümkün değildir. Bu konuda Paul Hemze, Çoğunluğu Lübnanlı Ermenilerin oluşturduğu genç grup, Türkiye’den bir parça toprak koparıp Sovyetlere katmak gibi büyük bir stratejik gayeyi, Sovyetlerin veya müttefiklerinin teşviki olmadan üstlenebilir mi? Bu Ermeniler öldürücü profesyonel yeteneklerini tecrübeli profesyoneller tarafından eğitilmeden geliştirmiş olabilirler mi? Böyle bir eğitim KGB’nin dışında gönüllü olarak nereden gelebilir? Gerekli para nereden gelebilir? demektedir .
ASALA-Filistin İlişkisi
ASALA uzun bir süre boyunca Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile birlikte çalışmış, ASALA’yı kuran Ermeniler 1975’te El-Fetih kamplarında eğitilmişlerdir. ASALA, ilerleyen zamanlarda oldukça ılımlı olan El-Fetih kanadından, daha radikal ve Marksist-Leninist eğilimli olan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlığı (FHKC-GK) kanadına kaymıştır. ASALA’nın lideri olduğu öne sürülen Agop Agopyan, 1980 yılında bir röportaj sırasında örgütünün FKÖ ile olan ilişkisine dair bir soruya; “Bizim dünyadaki tüm ihtilalci örgütlerle ilişkimiz vardır” cevabını vermiştir. İsrail, Lübnan’daki terkedilmiş Filistin kamplarında ASALA üyelerinin FKÖ tarafından eğitildiğine dair emareler elde etmiştir.
Lübnan’ın İsrail tarafından 1982’de işgal edilmesi üzerine, ASALA ve FKÖ gibi, Lübnan’ı terk etmek zorunda kalmış ve örgüt üyeleri, muhtemelen Suriye, İran, Yunanistan, Libya ve Kıbrıs’a gitmişlerdir. Fakat işgalin oluşturduğu bu karışıklık bile örgütü etkileyememiştir. FKÖ’nün İsrail ve ASALA’nın Türk hedeflerine karşı düzenledikleri saldırılarda paralel terörist operasyonları öngören bir anlaşma imzalanmıştır. Ancak diğer raporlar bunun aksini göstermektedir. Suriye’deki ASALA hücresinin Kara Haziran örgütü ile birleştiği ve 1982 yılında FKÖ ile ASALA arasında görülen soğukluğun da bundan kaynaklandığı söylenmektedir. FKÖ’nün ASALA’ya zarar vermek üzere girişimde bulunduğu iddiası vardır. Arafat’ın en yakın adamlarından-biri olan Ebu-Iyad’ın (Salah Khalaf) Fransız polisine ASALA üyelerinin fotoğraflarıyla birlikte haklarında geniş bilgi verdiği söylenmiştir .
ASALA tarihinde ilk kez 7 Ağustos 1982’de Filistin terör örgütlerinin destek ve yardımı ile eylem yaparak Ankara Esenboğa hava limanına baskın düzenlemiştir. Bekleme salonundaki yolcuların üzerine bomba atmışlar ve otomatik silahlarla taramışlardır. Bilanço maalesef ağırdır: 9 ölü 72 yaralı . 1982 sonrasında ASALA ile FKÖ ilişkisi kopmuş, ancak Ebu Nidal ve George Habbas’ın radikal grupları ile Şam’ın gölgesinde eylemler sürdürülmüştür.
ASALA-İran İlişkisi
Güney Lübnan İsrail tarafından 1982 yılında işgal edildikten sonra, Ermeni teröristler 200-250 bin civarında Ermeni’nin yasadığı İran’ın başkenti Tahran’a gitmişlerdir. Londra’da yayınlanan Middle East dergisi; “ASALA militanları Bekaa’da Suriye hesabına, Irak’ın dağlık kesimlerinde ise İran hesabına çarpıştıklarını” ileri sürmektedir. Ayrıca İran-Irak savaşı sırasında da ASALA’nın İran’a önemli miktarda maddi kaynak sağladığı da iddia edilmektedir. Başbakan Turgut Özal’ın İran’ı ziyaret öncesi Ermeni teröristler Türk diplomatlarına üç ayrı saldırı (28 Mart 1984) düzenlemiş ve saldırılar ASALA tarafından üstlenmiştir. Bu ziyaret öncesi katledilen Büyükelçilik görevlisi Işık Yönder’in katilleri Nisan’da İran’da yakalanmış, hemen idam edilecekleri beklenirken resmi bir açıklama yapılmamıştır. Ne İran basını ne İran televizyonunda Ermeni saldırısı yer almazken İran televizyonu; İran ve Türkiye arasındaki ilişkilerin
ABD tarafından baltalanmak istendiğini belirtmiştir . İran’ın dini lideri ve devlet başkanı Humeyni’nin Ermeni terör gruplarına söylediği; “Gasp edilmiş hakların alınabilmesi için İran’ın yapacağı yardım Müslümanlarla sınırlı değildir. Müslüman olmayan mazlumlara da İran’ın yardım eli uzatılacaktır” sözü doğrultusunda ASALA’ya eğitim kampı, büro, para ve silah yardımı gibi her türlü desteği vermiştir. ASALA Batı Azerbaycan’da iki kampı ve Urumiye’de bürolar açmıştır. İran’da yaşayan yaklaşık üçyüz bin kişilik Ermeni azınlığa tanınan kendi dillerindeki eğitim, yayın, dini ve kültürel özgürlüğü kullanma hakları maalesef sayıları İran’da 27–28 milyonu varan Türk toplumuna tanımamaktadır.
ASALA-Suriye İlişkisi
Londra’da yayınlanan Ekonomist Dergisi’nin bir yan kuruluşu olan ve yalnız abonelerine dağıtılan Foreing Report’da, 19 Ağustos 1982’de yayınlanan bir yazıda; ASALA, Ruslar, FKÖ’nün aşırı uçları ve büyük ihtimalle Suriye arasında çok yakın ilişkiler olduğu yolunda pek çok kanıt su yüzüne çıkmaktadır . denilmektedir. Bu bilgilerin şaşırtıcı bir yönünün olmadığı, Suriye’nin, Sam yakınlarındaki Hamoriah Kampını ve Lübnan’da, kendi kontrolündeki Bekaa vadisini ASALA’ya lojistik destek ve eğitim kampı olarak vermesinden de anlaşılmaktadır.
ASALA-Fransa İlişkisi
ASALA’nın FKÖ ile ilişkileri kopmasına rağmen Ebu Nidal ve George Habbas’ın grupları ile Sam’ın gölgesinde eylemlerine devam etmiştir. Sabah Khalaf’ın, Orly Başkınından çok önce Fransa’ya verdiği ASALA militanlarının resimlerini içeren çok değerli bilgiler, Fransa tarafından gereği gibi değerlendirmemiştir. Örneğin, Nisan 1983’de ASALA’nın altyapısını yeniden düzenlemek için Fransa’ya gelen ASALA lideri Agop Agopyan’ı tutuklamak yerine, fotoğrafından tanımalarına rağmen, Fransız polisi Agopyan’ı tutuklamayı değil, izlemeyi tercih etmiştir. Agopyan’ı izleyerek
ASALA’nın Fransa’daki varlığı konusunda daha fazla bilgi toplamayı hedeflediği ve bu amacına Orly baskınından hemen sonra 50 ASALA militanını tutuklayarak ulaştığı anlaşılan Fransız polisi, Agopyan’ın izini bir süre sonra kaybetmiş veya kaybetmiş gibi gözükmüştür .
Fransa’nın Ermeni terörüne verdiği destek Orly katliamı duruşması sırasında ilk kez ve resmen kamuoyuna yansımıştır. Mahkeme başkanı Saurel’in “Eski İçişleri Bakanı Deferre ve Françeski’nin duruşmada tanık olarak dinlenmesine Bakanlar Kurulunun gerek görmediğini açıklaması üzerine sanık avukatlarından Jacges Verges’in Mitterand hükümetinin ASALA ile işbirliği yaptığını
duruşmanın ikinci gününde tekrarlaması ve su anda söz konusu eski bakanların burada bulunması gerekirken ilgili yasanın ardına niye gizleniyorlar?” (Bal ve Çufalı,2006: 663) diye sorması önemlidir. Bu gerçeklerin Fransız adaletinin ve yönetiminin direkt kendi ağızlarından böylesine çeliksilerle ortaya dökülmesi; terörün (ASALA’nın) Fransa tarafından desteklendiğinin açık kanıtını oluşturmaktadır. Sonuç olarak Orly katliamına kadar Ermeni terör örgütlerine Fransa’nın (özellikle de Mitterrand’ın) resmen büyük destek verdiği ortaya çıkmaktadır.
ASALA-ABD ve Avrupa Ülkeleri İlişkisi
Amerika ve Avrupa’da birçok ülke ASALA’nın terörist eylemlerinden rahatsız olmakla birlikte, sözde Ermeni katliamı kampanyaları açmışlar ve ASALA’nın eylemlerinin neredeyse bir hak savunması olduğu fikrini uyandıracak bir tavır sergilemişlerdir. Bugün, ABD, Beyrut, Ermenistan, Paris, Sam, İskenderiye, Sao, Filibe, Venedik ve Marsilya’da gibi birçok yerde birçok Ermeni kin ve intikam anıtı dikilmiş, Ermeni soykırımı iddiaları tekrar tekrar gündeme getirilmiştir. Osmanlı ve Modern Türkiye üzerine yaptıkları ciddi araştırmaları ile tanınan iki ünlü tarihçi, Prof. Stanford Shaw ve Prof. Bernard Lewis, Amerika ve Fransa’da, hükümet destekli karalama kampanyaları ile karalanmaya çalışılmıştır. İzlenildiği kadarıyla Türk basınında, “ABD-Ermeni Terörü” ilişkisi veya “ABD ağzıyla Ermeni istekleri” konusunda gazetedeki kösesinde 1999’un ilk yazısını yazan Atilla İlhan olmuştur. İlhan yazısında özetle; “Hak hukuk bahane sorun Kıbrıs ve petrol… ABD insan haklan ihlalleri ile ilgili soru karşısında Türkiye’yi suçladıktan sonra; kendinizi yönetmekten acizsiniz. Bir de Türkiye’deki azınlıkları yönetmeye kalkıyorsunuz. Bu kötü yönetimi
azınlıklar hak etmiyor… ABD Büyükelçiliği 1999 yılını kutlamak üzere verdiği resepsiyonda Türk gazetecilere, Ermenilere yaptığınız hareketleri kabul edin. Tazminat verin. Onların insan haklarını iade edin vb. laflar etmişlerdir… 1699 Karlofça’dan sonra Türkler ilk defa huruç yaptılar ve Kıbrıs’tan toprak aldılar (Uluslar arası hukuka uygun olarak). Herkes biliyor ki Şeyh Sait İsyanı Musul’a, Dersim İsyanı Hatay’a, ASALA (o başarısız olunca da PKK) Kıbrıs’a karşı Türkiye’nin karşısına çıkarılmış hareketlerdir.. Birileri ABD’nin karşısına çıkıp, Kızılderili katliamlarının ve yaptığınız insan hakları ihlallerinin hesabını verin demelidir… demiştir .
ASALA-Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi İlişkisi
Rumlar, 20 Temmuz 1974 sonrası Kıbrıs’ta kaybettikleri prestijlerini yenidenkazanma umudu ile ASALA ve benzer terör örgütlerine, kuruluşundan itibaren sahip çıkarak maddi-manevi katkılar da bulunmuştur. Rumlar Kıbrıs çıkarması ile dünyanın Türkiye’ye tepki göstermesi ve ambargo uygulamasından istifade ederek Türkiye’yi daha da zor duruma düşürmeyi amaçlamışlardır.
1979’da Almanya’nın Münih şehrinde ASALA ile George Habbas’ın FHKC örgütü arasında yapılan ve Alman karşı istihbarat birimlerinin yakın takibe aldığı toplantıya, Yunan Gizli Servis elemanları da katılmıştır. 31 Temmuz 1980 günü Atina Büyükelçiliği İdari Ataşesi Galip Özmen’in öldürülmesi sonrasında ASALA yaptığı açıklamada, “…Bizim düşmanlarımız Türkiye’deki Faşist rejim, onun milletlerarası ilişkileri ve NATO’dur” açıklaması yapmış, bu dönemde de 1977 yılında iktidardaki Kıbrıs Rum Demokratik Partisi yayınladığı bir bildiride “Kıbrıs Elenizmi, Ermeni Mücadelesini hudutsuz biçimde destekleyecektir” derken, Ermeni Patriği Kohen, yönetim Başkanı Kipriyanu’yu “Ermeni davasına hizmetten” dolayı Klikya Haçı Nişanı ile ödüllendirmiştir . 1982’de İsrail’in, ASALA ve Filistinli örgütleri sıkıştırılması ile ASALA yönünü Atina’ya çevirmiştir. Örgütün Lübnan’da yayınladığı Armenia dergisi (1982, Sayı: 3) “Önce Filistin Kurtuluş Örgütü’ne tam bir diplomatik hak ve ayrıcalık tanıdığı için Papandreu başkanlığındaki Yunan hükümetini ve Türkiye’den kaçan siyasi suçlulara kucak açtığı için Yunan halkını över ve kutsar; gerçek çıkarlarının nereden geldiğini gördükleri için tebrik eder. Ayrıca, kendisine yönelik gerçek tehdidin sosyalist bloktan değil, Türkiye’den geldiğini söyleyen Yunanistan’ın bu açıklamalarını son derece olumlu ve yüreklendirici bulur.”
İsrail’in 1982 Haziran’ında Lübnan’ı işgalinden bir hafta önce durumu öğrenen ASALA’nın aralarında üst düzey yöneticilerin de bulunduğu 950 militanı Beyrut ve Sidon’u terkederek, Atina, Şam ve Kıbrıs Rum Kesimi’ne yerleşmişlerdi. Örgütü yok olmaktan kurtaran işgal haberini kimin verdiği bilinmemekle birlikte, artık ASALA liderinin en güvenli mekanı Atina olmuştu. Artık örgüt ve liderinin Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’ne tam olarak yerleştiği, batıda istihbaratla ilgili dergilerde de kesin bir dille ortaya konmaktadır: Nitekim batılı istihbarat örgütlerine yakınlığı ile bilinen, yalnız abonelerine gönderilen ve Almanya Frankfurt’ta yayınlanan EIR, Alert Report, 3 Mayıs 1983’te yayınlanan Alert Report 83/4 Atmenian Terrorists başlıklı acil duyurusunda, “Beyrut’u 1982 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün örtüsü altında terk ettikten sonra, ASALA militanlan, Yunanistan ve Kıbrıs’a sığındılar” diyerek, örgütün Fransa’da girişebileceği terörist saldırılara dikkati çekerken Ağustos 1983’te, “Sıcak Sonbahar” başlıklı araştırmasında “ASALA’nın lideri Agopyan’ın ve örgüt merkezinin, Lefkoşe’deki Kıbns Rumları’nın egemen olduğu bölge olduğunu” yazıyordu.
Yunanistan’a gelir gelmez birçok paravan örgüt oluşturan ASALA’ya onların adı ile, ya da doğrudan kendi adını kullanarak Türkiye’yi tehdit etmiştir. Eylül 1982’de, Atina’da bir açıklama yapan Pan-Helen Ermeni Cemiyeti, mücadelemizin hedefi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu Türkiye’den alarak, Sovyetler Birliği’nin bir parçası olan Ermenistan’a ilhaktır diyordu. Sık sık Yunanistan’da Türkiye aleyhtarı gösteriler yapan örgüt Atina duvarlarına Türkiye’den hesap sorulacak, 1915 katliamı unutulmayacak sloganları yazılı ve ASALA imzalı afisler asmaktan çekinmemekteydi .
ASALA’nın Atina’ya gelmesinden sonra, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ta sayıca yüksek Ermeni Örgütleri ile karşılaşılmaktaydı: Bunlar ASALA, Ermeni Halk Hareketi, Ermeni Davasını Savunma Komitesi, Ermeni Gençlik Örgütü, Ermeni Yeni Nesil Gençlik Örgütü, AGBU, Ermeni Katliam Gösterileri Komitesi, Ermeni İhtilalci Federasyonu, Ermeni Liberal Halk Partisi, Ermeni Milli Komitesi, Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları, Ermeni Siyasi Tutukluları Savunma Komitesi, Ermeni Atletler Birliği, Ermeni Kültür Derneği vb. isimleri taşımaktadır . Bu örgütlerden Taşnak’ın uzantısı olan Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları (JCAG)’ nın da Yunanistan’da ve Kıbrıs Rumları arasında çok büyük bir ilgi ve desteğe sahip olduğu bilinmekteydi. Makarios döneminde Kıbrıs Rum Kesimi’ne yerleşen Taşnakların, ASALA’ya alternatif terör örgütü JCAG’ın birçok militanları Kıbrıs Melkonyan Enstitüsü’nde yetişmişti. 24 Nisan 1988’de örgüt, Atina ve Kıbrıs’ta her yıl geleneksel hale getirdiği sözde Ermeni Soykırımını Anma toplantısı yapmış; Selanik Hürriyet Meydanı’nda, Atina ve Pire’de yapılan toplantılara sadece Ermeniler değil, Yunan siyasi partileri yanında, gençlik örgütleri de büyük bir ilgi göstermiştir .
Bu iki terör örgütünün destek verdiği Ermenistan ise, Karabağ olaylarından sonra Yunanistan ile ilişkilerine daha fazla önem vermeye başlamış, Atina’da yayınlanan Elefterotopia gazetesinde üniformalarıyla birlikte boy gösteren Yunanlı general G.S. kendi ifadesi ile Türkler’e karşı savaşarak milli görevini yerine getirmek” için Ermenistan üzerinden Karabağ’a giderek, Ermeni çetelerinin başında Türkler’e karşı savaşmaya başlamıştı .
ASALA-PKK İşbirliği
PKK-ASALA terör örgütü işbirliğinde ortak amaç olarak, Marksist- Leninist ideoloji doğrultusunda Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizde devlet kurulması yatmaktadır. İki örgütün hedef aldığı bölgeler göz önüne alındığında, hedeflerinin örtüştüğü görülmektedir. Bu durumda iki örgütten birinin diğerine taşeronluk yaptığı fikri güçlenmektedir .
ASALA-PKK İşbirliğinin Başlaması
ASALA ve PKK, birlikte siyasi ve askeri eğitim gördükleri Bekaa ve Zeli kamplarında ilişkilerinin temeli ASALA’yı eğiten George Habbas sayesinde atılmıştır. İlk ortak toplantı, 1979’da Lübnan’ın Sayda kentinde yapılmıştır. Nisan 1980’de Sidon/Lübnan’da bir araya gelen bu 2 örgüt, Türkiye ve Türklere karşı ortak eylem kararı aldıklarını açıklamışlardır . Bu bildirinin hemen arkasından, Uluslararası Af Örgütü, Kürt Dayanışma Komitesi, Ermeni Öğrenci Organizasyonu, Avrupa Ermeni Öğrenci Birliği, Avrupa Kürt Öğrenci Birliği, Ermeni Basın ve Haber
Örgütü, İngiliz Komünist Partisi gibi Marksist örgütler ortak bir cephe oluşturarak İngiltere’de, Türkiye’de Kürtlerin azınlık olduğu ve Türk Hükümetinin onlara baskı yaptığı iddialarıyla Türkiye aleyhtarı bir kampanya başlatmışlardır . 1975’lerde FKÖ’nün mücadelesini, bağımsızlık yolunda örnek olarak kullanan ASALA, 1980’lerde PKK ile Ermeni-Kürt Federe Devleti üzerinde anlaşmış ve bunu ortak bir deklarasyonla açıklamıştır . Terör örgütü PKK, 21–28 Nisan 1980 tarihini Kızıl Hafta olarak ilan etmiş ve 24 Nisan tarihini sözde Ermenilerin katledilme günü olarak anarak toplantılar yapmaya başlamıştır. Bölücü terörist elebaşı Abdullah Öcalan, Ermeni Yazarlar Birliği tarafından Büyük Ermenistan hayali fikrine olan katkılarından dolayı onur üyeliğine seçilmiştir. 8 Nisan 1980’de Lübnan’ın Sayda (Sidan) kentinde, George Habas’ın lideri olduğu FHKC’nin gözetimi ve koruması altında bir kez daha bir araya gelen, ASALA ve PKK temsilcileri yeni bir deklarasyonla, Türkiye’ye karşı ortak eylem kararlarını” bir kez daha teyit etmişler ve toplantıda söz alan ASALA temsilcisi şu açıklamayı yapmıştır:
Savaşçılarımız, çok yakın bir gelecekte, Kürt Savaşçılar ile yan yana geleceklerdir. Bu faşist Türk rejimine karşı, en büyük silahımız olacaktır. Biz Türkiye dışında iken Türk Ermenistan’ını kurtarmamız mümkün değildir. Biz Ermenistan’ı Kürt Savaşçı kardeşlerimizle birlikte kurtaracağız. Çok yakında varlığımızı, işgal edilmiş, Ermenistan’ın en iç noktalarında göstererek kanıtlayacağız. Bu ASALA’nın atacağı gelecek adımıdır. Daha sonra konuşan PKK temsilcisi, örgütlerinin 1975’te kurulduğunu, 1978’den başlayarak bugünkü adlan -PKK adı- ile eylem yaptıklarını, ilk ciddi eylemlerini 30 Mart 1980’de Mardin’de 30 Türk askerini öldürerek gerçekleştirdiklerini -ki bu eylemin gerçek olmadığı, PKK’yı güçlü göstermeye yönelik bir yalan olduğu açıktı- ve Kürdistan Demokratik Partisi ile aralarında “hiçbir benzerlik olmadığını ve amaçlarının Türkiye Kürdistan’ının bağımsızlığı olduğunu açıklar. PKK ve ASALA’nın Sayda’da imzalayıp, açıkladıkları deklarasyonun en çarpıcı yanı, bu iki terör örgütü; “Türkiye’nin işgali altında olduğunu söyledikleri Doğu Anadolu’da kuracakları devletin adı, yapısı ve sınırları üzerinde mutabakata vardıklarını” açıklamalarıydı .
Bu arada ASALA yöneticilerinin bir başka çabası da Yunan Gizli Servisi (KYP) aracılığı ile Atina’da PKK’dan daha güçlü bir konumda görünen Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) temsilcisi Kendal Nizam ile görüşmesiydi. Ancak, büyük bir ihtimalle, Türkiye’nin tepkisini çekmek istemeyen KDP bu işbirliğine yanaşmamıştı. Nitekim Nizam, Atina’da Türk gazetecilerine şu açıklamayı yapmıştır: “Ermenilerle işbirliğini asla düşünmüyoruz. Elçi öldürüp, cinayet islemekle hak kazanılmaz. Bizi cinayetlerine ortak etmelerine izin veremeyiz. Ermenilerle bazı Kürtlerin, Kürtlük adı altında iliksi kurduklarını haber aldık. Bunlar daima karanlık güçlerin adamıydı. Yunanistan bizi de kullanmak istedi, kabul etmedik, reddettik” . Akis dergisine göre KDP’nin bu iddiaları doğruydu ve ASALA-PKK iliksisini Yunanistan ve Suriye sağlamıştı. 8 Nisan 1980 Sayda toplantısında Kürtlerle Ermeniler arasında fizyonomik benzerlik’ olduğunu belirterek, Kürtleri kan kardeşi ilan eden ASALA, 10 Kasım 1980’de Strasburg Türk Konsolosluğuna, 11 Kasım 1980’de Roma THY bürosuna yapılan saldırılan üstlenirken, PKK’ya bir jest yaparak saldırıları birlikte gerçekleştirdiklerini açıklamıştı. 24 Eylül 1981’de ise Kürt ve Türk Halklarına Başvuru’ adlı bir bildiri yayınlayan ASALA, “PKK’ya her konuda destek vereceğini, aynı etnik
kökene sahip (!) Kürtler ve Ermenilerin, aynı ulustan (Türklerden) gördükleri baskılara ortak eylemlerle cevap vereceklerini” ifade etmiştir. 24 Eylül 1981 tarihinde ASALA, Kürt ve Türk Halklarına Başvuru adıyla bir bildiri yayınlayarak PKK’ya olan desteğini bir kez daha deklare etmiştir (Akçora, 1994: 19). 1987 yılında bölücü terör örgütü PKK ile Ermeniler arasında bir anlaşma
yapılmıştır. Söz konusu anlaşmanın hükümleri şunlardır:
1. Ermeniler PKK terör örgütü içinde eğitim faaliyetlerinde bulunacaklardır,
2. PKK terör örgütüne her yıl için adam başına 5.000 ABD doları ödenecektir,
3. Ermeniler küçük çaplı eylemlere katılacaklardır .
Yapılan bu anlaşmanın akabinde örgüt içerisinde Ermenilerin sivrilmeleri üzerine, PKK-ASALA ilişkilerinden sorumlu Hermez Somurouyan adlı şahısla birlikte 18 Nisan 1990 tarihinde yapılan toplantıda şu kararlar alınmıştır:
1. PKK ve ASALA terör örgütleri artık ortak yönetilecektir,
2. Türk güvenlik kuvvetlerine yönelik eylemlerde istihbaratı Ermeniler yapacaktır,
3. Muhtemel devrimden sonra elde edilen topraklar eşit olarak bölüşülecektir,
4. Kamp masraflarının % 75’ini Ermeniler karşılayacaktır,
5. Türkiye’deki metropol şehirlerde eylemler yapılacaktır,
1992 Ekim ayından itibaren Kuzey Irak’a üslenen terör örgütü PKK’ya karşı gerçekleştirilen sınır ötesi operasyonlarda örgütün büyük darbeler alması ve barınma imkanlarını kaybetmesi üzerine bir kısım örgüt mensuplarının İran ve Ermenistan’a geçmeleri ile PKK terör örgütünün Ermenistan’daki aktif faaliyetleri başlamıştır (Özoğlu, 2005: 358).
Hem ASALA hem de PKK, Türkiye’yi bölme ve zayıflatma politikasının masaları olarak belirli bir dönemde çıkar birliği yapmak suretiyle ortak hareket etmişler, Türkiye’ye daha fazla zarar vermek ve amaçlarına daha hızlı erişmek için birbirlerine destek vermişlerdir.
ASALA’nın PKK ile Ortak Kamplarından Türkiye’ye İlk Saldırılar 1982’li yıllarda merkezini Atina’ya taşıyan ASALA, PKK ile birlikte Kuzey Irak’ta ve Suriye’de eylemlere katılmaktaydı. PKK’nın 1984’de Şemdinli ve Eruh’ta gerçekleştirdiği ilk kanlı saldırıdan çok önce, Türkiye-Suriye sınırında PKK tarafından saldırıya yönelik kamplar kurulduğu ve bu kamplarda ASALA militanlarının da
bulunduğu Türk istihbaratı tarafından bilinmekteydi (Bal ve Çufalı,2006: 669). Merkezi Washington’da bulunan Ermeni Halk Hareketi örgütünün yayın organı Armenian Struggle (Ermeni Direnişi) dergisi, 31 Mayıs 1983’te Dünya kamuoyu ve her yerdeki Ermeni Halkına başlıklı bildiride, Türkiye’nin o günlerde düzenlediği bir sınır ötesi harekat kınandıktan sonra, ASALA’nın PKK ile Türk askerlerine karşı omuz omuza çarpıştıkları şu cümlelerle itiraf etmiştir:
Faşist Türk saldırısının Kuzey Irak’a başladığı andan şimdiye değin, aralarında üst düzey bir militanımızın da bulunduğu 22 devrimciyi yitirdik. Kuvvetlerimizin diğer bölümü Kürt devrimcilerle
omuz omuza yaptıkları direnişe devam ederek, Türk kuvvetlerine kayda değer kayıplar verdirmiş ve güvenilir bölgelere çekilmişlerdir. Direnişimiz artarak sürdürülecektir. Yasasın Ermeni, Kürt ve Arap Halkları arasındaki devrimci dayanışma… İmza: ASALA Ermenistan’ın Kurtuluşu için Gizli Ermeni Ordusu .
ASALA’nın bu fiili yardımı, belirli bir dönemde bir çizgide sürekli devam etmiş, ASALA militanları, Türkiye-Suriye, Türkiye-Irak, Türkiye-Ermenistan sınırlarında, hatta Doğu Anadolu’daki PKK eylemlerinde önemli rol oynamış, hatta lider kadroda yer aldıkları için kanlı katliamlara imza atarak, Güneydoğu’da masum Kürt ailelerini acımasızca katletmiş, bu da PKK içinde tartışmalara sebep olmuştur. Başta bölücü terörist elebaşı Abdullah Öcalan olmak üzere, PKK’lılar bu ilişkileri ya çok küçük ya da yok göstermek istemişlerdir. Bunun temel nedeni Kürt halkının tepkilerinden korkmalarıdır. Nitekim daha 5 Aralık 1981’de Londra Imperial College’da bir kapalı salon toplantısı yapan Kürt Öğrenci Derneği (AKSA) ile Ermeni Öğrenciler Birliği (UASE)’nin toplantısında “Ermeni-Kürt Federe Devleti” tartışılırken, UASE üyesi Ermeni konuşmacı, Kürtlerin soruna gösterecekleri tepkiyi söyle özetlemiştir:
Biz Van Gölü ve Ağrı Dağı içinde olmayan bir Ermenistan düşünemeyiz. Aynı şekilde Kürt kardeşlerimiz de içinde Ağrı Dağı ve Van Gölü olmayan bir Kürdistan düşünemezler. Ancak bir kez ortak
amaçlar altında ve ortak mücadele için birleştiğiniz zaman bunlar fazla önemli sorunlar olmaktan çıkar. Başarıya ulaştıktan sonra her türlü Gelişme mümkündür. Herhangi bir sınır çizilebilir, hatta zaferden sonra ortak bir Armeno-Kürdistan dahi doğabilir. Ancak bu gibi spekülasyonları geleceğe bırakalım . Bu fikirler yıllar sonra bölücü terörist elebaşı Abdullah Öcalan’ın Türk gazetecilere söylediğinin aynısıdır ve bundan da anlaşılmaktadır ki, Amerikalı Gazeteci Claire Sterling’in Sayda Konferansı’na dayanarak belirttiği Doğu Anadolu’da Ermeni, Güneydoğu Anadolu’da Kürt bölgelerinden oluşacak federe devlet düşüncesi PKK tarafından hep saklanmaktadır. Ancak hiçbir zaman inkar da edilmemektedir. 1988’de bölücü terörist elebaşı Abdullah Öcalan, Gazeteci Mehmet Ali Birand’a; ASALA ile birkaç görüşme oldu. Sivillere yönelik eylemlerinin zararlı olduğunu gördük, dolayısıyla da 1982’lerde olmaz dedik, bıraktık. Öyle fazla bir beraberlik yok. Bir-iki acele toplantı dışında bir ilişki yoktur. İlişki geliştirebileceğimiz bir örgütlenme değildir, aslında ASALA olayı da çok abartıldı Türkiye’de” dedikten sonra “Kendisinin karış-karış toprak değil, devrim meselesi ile uğraştığını, burasının Ermenistan mı, Kürdistan mı, Türkiye mi olduğunu tartışmanın gerçekçi olmadığını” ileri sürerek, “kendilerinin halkların eşitlik temelinde özgürce yasadıkları, dilini, kültürünü ve ekonomisini geliştirebilecekleri mücadeleye isterlerse Ermenilerin de katılabileceklerini” söylüyordu 4 Mayıs 1991’de görüştüğü Gazeteci Rafet Ballı’ya da benzer şeyler söyleyen Öcalan; “Ermeni sınırları veya Ermeni ülkesi neresidir? Kürdistan neresidir? Derseniz, bu tarihi bir sorundur. Tarihi bir soruna da, çok politik bir cevap vermek biraz oportünizme düşmek olur. Benim de öyle bir niyetim yok. Fakat Ermeni halkını severiz. Ermeni halkı gelirse, ziyaret ederlerse, hatta kalmak isterlerse, onlara elimizden gelen misafirperverliği de sonuna kadar gösteririz .. diyerek, Ermeni sorunu ile ilgili düşüncelerini açıklamıştır. ABD’li Prof. Dr. Michael Gunter ABD’de yapılan bir seminerde Kürt- Ermeni dayanışması konusunda; “… Aynı topraklar üzerinde hak iddia etmelerine ve Kürtlerin sözde Ermeni soykırımının gerçek faili oldukları iddialarından kaynaklanan tarihi düşmanlıklarına rağmen, PKK ile ASALA’nın Türkiye sınırları içinde terör işbirliğinde bulunması çok ilgi çekicidir” dedikten sonra, “….o yıllarda, her nedense bunlar birçok Türk aydınının gözünden kaçmıştı” demiştir .
Avrupa’da ASALA-PKK İşbirliği
PKK-ASALA işbirliğinin başlangıç tarihi açıklanandan bile çok öncelere Gitmekle birlikte, Ermeni ve Kürt gençler, örgüt sempatizanları arasında Gerekli yakınlaşmanın başlaması ve güçlenmesi için bir süre bu ilişkiler gizli Tutulmuştur. Bundan, geçmişteki benzer işbirliklerinin, özellikle Nubaryan- Şerif Pasa antlaşmasının, fiyasko ile bitmesinden gerekli dersin alındığı, Olaylara daha profesyonel bir şekilde yaklaşıldığı anlaşılmaktadır. PKK ve ASALA sempatizanı gençler arasında kurulan dostluk köprüsünde ilk adımı ASALA yanlıları atmıştır . 1970’li yılların sonunda, Paris’teki Türk Konsolosluğunu basan Ermeni Teröristlerin serbest bırakılması için bir bildiri yayınlayan, ASALA’nın yan Kuruluşlarından Ermeni Siyasi Tutukluları Koruma Komitesi, Türkiye’den de Beş Türk, beş Kürt siyasi mahkumun serbest bırakılmasını ister. Bu bir süredir Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde Ermeni, Kürt ve Kıbrıslı Rumların kol kola Düzenledikleri gösterilerde başlayan dayanışmanın, bildirilerle açıklanan Bir işbirliğine doğru yol aldığını göstermektedir. Ermeni militanların bu jestine Kürdistan Dayanışma Komitesi ve Kürt Öğrencileri Derneği (AKSA) Londra Şubesinden cevap gelir. Dernek Türkiye Kürdistan’dan Ellerini Çek başlıklı Bildirisinde, Diyarbakır’da görülmekte olan PKK’lıların davalarından söz edilirken Ermenilerin soykırımına uğratıldıkları ve Ermenilerle Kürtlerin aynı Kaderi paylaştıklarından söz edilir. 27 Kasım 1981’de ise Avrupa’daki Ermeni Öğrenciler Birliği ile Kürt Öğrenci Derneği Londra Şubesi ilk kez Ortak bir bildiri yayınlar. Ermeni ve Kürt öğrenciler adına girişi ile başlayan Bildiride, Ermeni ve Kürt halkının ortak düşmanlarına (Türkiye ve dostlarına) karşı güç birliği yapmaları gerektiği vurgulanır:
Ermeniler ve Kürtler beş yüz yıl süre ile Osmanlı yönetimi altında Benzer sosyoekonomik ve kısıtlayıcı kültürel şartlar altında Yasamışlar, iki halk arasındaki bütünleşmeden korkan feodal ve
Militarist Osmanlılar böl ve yönet taktiği izlemişlerdir. Şu anda Türkiye ve NATO orduları için, Sovyet Ermenistan’ında yasayan Ermeni ve Kürtleri hedef alan radar istasyonu ve nükleer tesislerin
yer aldığı Askeri bir üs konumunda olan Batı Ermenistan ve Doğu Kürdistan bu silahlardan arındırılmalı ve halklarımız son altmış yıldır Sovyet Ermenistan’ın da olduğu gibi omuz omuza bir arada yasayacakları yerlere sahip olmalıdırlar. Yasasın Ermeni ve Kürt Kurtuluş Hareketleri!.. (Bal ve Çufalı,2006: 671) Bildiride sözü edilen Batı Ermenistan ve Doğu Kürdistan, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dur. Bildirinin altında UASE (Ermeni Öğrenci Birliği) ve AKSA (Kürt Öğrenci Derneği) kaseleri olmakla birlikte, Sovyet Dışişleri Bakanlığı’nca yapılan bir açıklama
gibi görmek hiç de yanlış değildir. Ortak bildiri, sokak gösterisi ve eylemlerle ortaya çıkan, Türk düşmanı faaliyetlere ASALA da katılır. “Ermenistan Kurtuluşu için Gizli Ermeni Ordusu” (ASALA) kasesini kullanarak, politik programını açıklar: “…Türk emperyalizminin işgali altındaki Ermeni topraklarını kurtarmak için, gereğinde silah kullanmayı da seçen siyasi bir organizasyon”
olduğunu belirten ASALA, programının 5. maddesinde PKK’ya çiçek uzatır: “…kuruluşumuz, uluslararası devrimci hareketlerin bir parçasıdır ve biz bu hareketlerle olan işbirliğimizi yaygınlaştırarak güçlendirmek amacındayız…”
Avrupa’da ASALA-Bölücü Marksist Örgütlerin İşbirliği
ASALA’nın belirtilen işbirliği çağrısına sadece PKK değil, Avrupa’daki birçok Marksist örgüt olumlu cevap vermiştir. Bölücü DDKD ve Roje Welat gibi örgütlerin yanı sıra Rusya’nın güdümündeki Türkiye Komünist Partisi (TKP) ve bu partinin Londra kanadının oluşturduğu Türkiye Demokratik Haklar Savunma Komitesi (CDDRT) ile Kürt Milli Kurtuluş Örgütü (KNLO) ortak bir platform oluşturarak Kürdistan News and Comment adlı bir yayın organı çıkararak, sürekli Türkiye aleyhtarı bildiriler yayınlamışlar ve bu bildirilerin çoğu ASALA’nın yayın organı Kaytzer dergisinde de yer almıştır .
ASALA’nın Finansal Kaynakları
Günümüzde terör örgütlerin var olması için güçlü mali kaynaklara ihtiyaçları bulunmaktadır. Terör örgütleri illegal yapılanmalar olduğundan gelir kaynakları da illegal olmakta, uyuşturucu madde ticareti bu tür kaynaklara örnek teşkil etmektedir. Uyuşturucu maddelerin üretim Bölgelerinden kullanma alanına yaklaştıkça ve ticaret yolu uzadıkça değerleri, olağanüstü mertebede artmaktadır. Buna bir örnek olarak;
1 kg. eroinin İran’daki fiyatının $ 2.200
1 kg. eroinin Almanya’daki fiyatının $ 13.500
1 kg. eroinin ABD’deki fiyatının $ 158.500 olduğu gösterilebilir .
Genellikle, terör örgütleri her ülkenin şartlarına göre doğmuş ve etkinlik alanları bir veya birkaç ülkeyi içine almışken, Ermeni terör örgütlerinin de uluslararası tedhiş ve terör örgütü haline geldiği ve dünyanın Birçok ülkesinde terör eylemlerini gerçekleştirirken aynı zamanda uyuşturucu madde kaçakçılığının yoğun olduğu ülkelerde eylemlerini arttırdıkları müşahede edilmektedir.
Bütün terör odakları gibi, uluslararası terörizmin bir parçası olan ASALA örgütünü de bu gelişmelerin dışında tutulması mümkün değildir. ASALA’nın, uyuşturucu madde kaçakçılığı ile ilişkisi olduğu hususunda gerek basın organlarında çıkan haberlere karşı, gerekse 1980 itibariyle çeşitli Ülkelerde uyuşturucu kaçakçılığı nedeniyle yakalanan kişilerle ilgili hiçbir yalanlamaya başvurmaması, bütün şüphelerin anılan örgüt üzerinde toplanmasına sebep olmaktadır. Ermenilerin yoğun olarak yasadığı Fransa’nın Marsilya kenti uyuşturucu madde
trafiğinin ile bağlantılı olması, Ermeni terör örgütleri ile uyuşturucu madde trafiği arasındaki bağlantıya bir işarettir.
ASALA’nın Diğer Terör Örgütlerine Üstünlükleri
ASALA, dünyadaki diğer terör örgütleriyle karşılaştırıldığında aşağıda sıralanan birçok üstünlüğe sahip bulunmaktadır:
1) ASALA, milliyetçi, siyasi ve şehir gerillası açılarından olsun, uygulamada olsun maalesef fevkalade bir şekilde hedefine ulaşmış bir terör örgütüdür. Bir Türk diplomatının diliyle ASALA, çok iyi fizik ve Teorik eğitim verilmiş, hedef seçim ve eylem planlan titizlikle hazırlanmış, lojistik destek ve güvenli yerleri ustaca sağlanmış, İstihbarat ve eylem açılarından kesinlikle profesyonel destek ve önderliğe sahip bir örgüttür. Aşağıdaki maddelerde sıralananlar da göz önüne alındığında bu fikre katılmamak mümkün değildir.
2) ASALA eylemlerinin büyük bir bölümü, elçilik, konsolosluk baskını gibi Genel, hedef ayırt etmeksizin tarzda değil, seçilmiş kişilerin vurularak öldürülmesi seklinde olmuştur.
3) Yugoslavya’daki eylem istisna olmak üzere, bu öldürme olayları sonrasında olay mahalinde veya sonrasında yakalanan hiçbir ASALA militanı olmamıştır. Bu ASALA’nın üst düzeyde profesyonel çalıştığının bir delili olarak görülebilir.
4) Bir kısmı istihbarat görevlerinde çalışan öldürülen Türk Diplomatlarından bir kısmının istihbarat görevlerinde çalıştığını Türk meslektaşları tarafından bilinmiyorken bu durumun ASALA’ca öğrenilmesi daha doğrusu bir başka istihbarat örgütünce ASALA’ya bilgi aktarılıp, gereğinin yerine getirilmesinin istenmesi ve eylem yapılması dikkat çekicidir ve ASALA’nın ne kadar teşkilatlı çalıştığının bir göstergesidir.
5) ASALA’nın en dikkate değer yönlerinden birisi de, Amerika’dan Avustralya’ya, Kanada’dan Portekiz’e kadar dünyanın (özellikle de Avrupa’nın) hemen her ülkesinde çok kısa aralıklarla, hatta aynı zamanda eylem yapma imkan ve kabiliyetine sahip olmasıdır. Bu da örgüt yapısının ne kadar geniş, düzenli ve disiplinli olduğunu göstermektedir.
6) Gerçekleştirdiği eylem sayısı açısından ASALA dünyada İRA’dan sonra ikinci sırada yer almaktadır.
7) Bu kadar geniş bir alanda arka arkaya eylemler yapabilen bir örgütün, profesyoneller yerine heyecanlı amatör gençlerin oluşturduğunu iddia etmek mümkün değildir. ABD Ulusal Güvenlik danışmanlarından Paul B. Henze, 1985’de yayınlanan terörizmle ilgili kitabında ASALA ile alakalı olarak: Ermeniler deneyimli uzmanların nezareti olmadan bu vurucu kabiliyetlerini bu kadar geliştirebilirler mi? Bunun için KGB’den başka yer var mı? Bunun Filistin Kurtuluş Örgütü veya diğer yardımcı örgütleri tarafından verilmesi bir şey değiştirmez diyerek dikkatleri açıkça, ASALA’yı organize eden devlet ve örgüte çekmiştir .
Yukarıdan bahsedilen hususlar, Türkiye tarafından bilinmez bir durum değildi, aslında, Türk istihbarat kaynaklarına göre, Viyana, Paris ve Vatikan Büyükelçilerinin katledilmesinde, KGB yalnız ASALA’ya destek vermekle kalmamış aynı zamanda eyleme bizzat katılmıştı.
ASALA’nın Etkisini Kaybetmesi
Ermeni terörü 1980’lerin ortalarında sona ermiş, daha doğrusu etkisi azalmıştır. Bazı görüşlere göre bu durum Türkiye’nin başarısıdır. Bununla birlikte, Ermeni terörünün yavaşlaması ve gerilemesinde iç ve dış olmak üzere çok sayıda faktörün rol oynadığı söylenebilir . ASALA’nın sivil hedeflere yönelttiği acımasız terör eylemleri, özellikle 15 Temmuz 1983’de Paris’te THY’nin Orly Havaalanındaki saldırı ile 28’i Türk 60 kişinin yaralanması ve 8 kişinin hayatını kaybetmesi (ikisi Türk, dördü Fransız, biri Amerikalı, biri de İsveçli) üzerine batı dünyası (özellikle Fransa) ve kamuoyunda eleştirilmesine neden olmuştur .
Orly katliamı duruşmasından (Creteil Ağır Ceza Mahkemesi) bir gün önce (18 Şubat 1985) Atina’da yayınlanan Elefterotipia gazetesinde ASALA’nın bir bildirisi yayınlanmıştır. Bildiride özetle, ABD ve Fransa hükümetleri, Ermeni örgütlerinin anti emperyalist ve devrimci karakterini bozmak için faaliyette bulunuyorlar. Özellikle, Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın bu alandaki tutumunu dikkatle ve esefle izliyoruz… Ermenilerin vatan olarak bildikleri toprakların yakınında ve Orta Doğu bölgesinde yasayan Ermeniler bulundukları topraklan terk etmemeleri gerekir. Çünkü Dünya Kiliseler Birliği ve CIA başta olmak üzere çeşitli batılı kuruluşlar Orta Doğu ve çevresinde yasayan Ermenileri bölgeden uzaklaştırmak için yoğun faaliyette bulunmaktadır. Ulusal kurtuluş mücadelesinde eylemciler Sovyet Ermenistan’ını bir üs olarak kabul ederler (Bal ve Çufalı,2006: 672) denilmektedir. Bildiri sonrasında ASALA’da ve dünyadaki Ermeni cemaatleri içinde hoşnutsuzluk artmış, ASALA’nın yeni stratejisi Sosyalist ülkelerle olan bağlantısını güçlendirme ve işbirliğini arttırma, ezilmekte olan ulusların gerçek temsilcileriyle ortak eylem birliği içine girme, sadece Türk hedeflere değil, Türklere hizmet eden ve onlarla işbirliği yapan herkese eylem yapma ve Mitterand gibi Ermenileri hep korumuş bir liderin eleştirilmesi örgütte bölünmelere yol açmıştır. ASALA, sahip olduğu desteği, yapılan eleştirinin dozu arttıkça kaybetmeye başlamıştır. Örgütler arası rekabet ve önderlik yarısı sonucunda vurucu militanların bir bölümü yok olunca, Ermeni terör örgütleri eski güçlerini yitirmeye başlamışlardır. ASALA’yı örgütleyip, eğiten ve sahneye süren güçler bu tehlikeleri görerek, örgütteki denetimlerinin azaldığının farkına varmışlardır. ASALA’nın çöküşünde Türkiye’nin de rolü de bulunmaktadır. Olaylar söyle cereyan etmiştir:
” 1983 yılı, ASALA örgütü açısından ciddi bir bölünme yaşandığı bir yıl olmuştur. Monte Melkonyan ve Ara Toraryan, ASALA lideri Agopyan ile ters düşerek ASALA İhtilalci Hareketi (ASALA-MR) adlı yeni bir örgüt kurmuşlardır. Bölünmenin nedeni, sadece Türkiye’yi hedef alan bir politika izlemek yerine Agopyan’ın ‘Biz Türkiye’ye askeri ve ekonomik yardımda bulunan tüm diğer ülkeleri de düşmanımız addederiz’ cümlesinde ortaya koyduğu politikadan kaynaklanmaktadır. Melkonyan bu yeni stratejiyi söyle açıklar: Bize göre iki operasyon biçimi vardır. Birincisi dünyanın her
tarafındaki Ermenilerin seferberliği, ikincisi ise diğer bağımsızlık savaşı veren gruplarla özellikle Türkiye’deki Kürtlerle ittifak kurmak bizim ilk amacımız Türkiye’ye saldırı düzenlemektir. Ancak kuvvetli Ermeni cemaatlerin bulunduğu ülkeleri göz ardı edemeyiz. ASALA-MR (Revolutionary Movement), Agopyan tarafından küçümsenerek alay konusu bile yapılmıştır. İki fraksiyon arasında kanlı çatışmalar yaşanır ve Melkonyan’ın emri ile ASALA-MR militanları 15 Temmuz 1983’te ASALA’nın iki önemli lideri Vikan Ayvazyan ve Haçik Hovaryan’ı Lübnan’da Beka Vadisi’nde
öldürürler. Agopyan’ın buna cevabı, failleri yakalayarak 16 Ağustos 1983’te asmak seklinde olmuştur. Bu arada, ASALA-MR liderlerinden Ara Toranyan, Paris’te arabasına bomba konarak öldürülmek istenir. Melkonyan bu saldırıdan, Agopyan’ı sorumlu tutar. Ancak Toronyan’nın arabasını uçurma eyleminin Agopyan yanlılarınca yapılmadığı bilinmektedir. Bir ara Agopyan’ın İsrail’in Beyrut’a yaptığı bir hava saldırısında öldürüldüğü haberi başında yer alır. Ancak Türk istihbarat birimleri bu haberin yayıldığı günlerde, Agopyan’ın Sam’da Habbas’ın koruması altında
bulunduğunu bilmektedirler. Aradan uzun bir süre geçecek, bu kez Agopyan’ın Yunanistan’da öldürüldüğü haberi gelecektir. Bu ciddi haberden sonra bile, onu bir efsane kahramanı gibi göstermek isteyen ASALA üyeleri, onun Ermenistan’da yasadığını, hatta zaman zaman Kuzey Irak’a giderek PKK ile ortak eylemlere bile katıldığını iddia etmişlerdir . ”
ASALA’nın sonunun gelmesinde önemli olan etkenlerden birisini de Türkiye’nin ASALA’ya yönelik gizli eylemler yaptığı iddiaları oluşturmaktadır. Özellikle Orly katliamı sonrasında Avrupa’daki desteğini kaybeden ve Türkiye’nin sabrını iyice taşıran ASALA’lı teröristler T.C. Devleti’nin aldığı bir karar sonrasında bir plan çerçevesinde ortadan kaldırıldığı iddia edilmektedir. Bu konuyla ilgili detaylar ilerideki bölümlerde sunulmaktadır.
Sonuç itibarıyla ASALA, günümüzde hem resmi olarak hem de fiilen mevcut olmayan bir terör örgütüdür. ASALA 1985 itibariyle etkisini çok net olmayan nedenlerden dolayı yitirmiştir. ASALA’nın ortadan kalkması ile ilgili iki farklı görüş bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, ASALA’nın eylemlerindeki hedefleri Türklerin dışına genişleterek diğer ülke vatandaşlarını da katletmesi örgüte olan dış desteğin azalmasına, hatta tepkilere neden olmuş, ayrıca örgüt içerisindeki görüş ayrılıkları örgütte bölünmelere yol açmış ve böylelikle ASALA terörünün sonu gelmiştir.
Diğer bir görüş ise Türkiye’nin izlediği politika ile ilgili olabilecek Türkiye’nin ASALA’ya yönelik olarak gizli eylemler (Vatandaş, 2005: 207) gerçekleştirdiği iddialarıdır. Bu iddiaların resmi olarak dillendirilmesi ve delillendirilmesi mümkün olmadığından, burada somut ifadeler kullanılması olanaklar dahilinde değildir. 1982 itibariyle yurtdışında Ermeni teröristlere yönelik birçok sıralı eylemin gerçekleştirilmesi ve faillerinin tespit edilememesi bu görüşü destekler nitelikte görülmektedir. Ayrıca, yukarıda bahsedilen her iki etkenin birlikte işlemesi ve birinin diğerini
tetiklemesi sonucu ASALA’nın sonunun geldiğini de düşünmek çok yanıltıcı olmayacaktır. Uluslararası destekten yoksun kalan ASALA’ya yönelik olarak gerçekleştirilen eylemlerin daha sonuç verici olduğu düşünülmektedir.
ASALA’ya Türkiye’nin Gizli Eylemler Yaptığı İddiaları
Esenboğa Havaalanına Ermeni teröristlerce düzenlenen 7 Ağustos 1982’deki kanlı baskından üç hafta sonra, 27 Ağustos 1982’de Türkiye’nin Kanada Askeri Ataşesi Kıdemli Hava Kurmay Albay Atilla Altı kat, JCAG militanlarınca hunharca katledilince, Günaydın gazetesi ilk defa vurucu Türk timlerinin Ermeni teröristlere karşı eylem emri aldıklarını açıklar (Ağustos 1982). Daha da önemlisi Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren önemli gelişmelerin işaretini veren şu açıklamayı yapar: “…Türk Hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti’ne açılmış bir savaş olarak gördüğü bu cinayetleri sona erdirmek için gerekli bütün önlemleri almakta kararlıdır. Bu bağlamda, gücümüzü gerekli gördüğümüz yerlerde ve gereken zamanlarda kullanmamız doğal karşılanmalıdır…” “Bunca kanın hesabı tarihe miras bırakılmayacak” . Evren’in bu demeçlerini resmi ağızlardan yapılan Ermeni terör örgütlerine yönelik “Türk diplomatlarını katleden teröristlerin, bundan böyle dünyanın hiçbir ülkesinde güven içinde olamayacakları” açıklamaları izler. Bu açıklamaları izleyen günlerde Paris bir dizi bombalama eylemleri ile sarsılır. Bir hafta içinde Ermenilere ait üç yer bombalanır. Paris’in merkezinde, Champs Elysees civarındaki St. John Ermeni kilisesine konulan dördüncü bomba patlamasından yalnızca dört dakika önce, bomba imha ekiplerince zararsız hale getirilir. Marsilya’da, 1915 Ermeni katliamı anısına yaptırılan ve açılısını, Marsilya Belediye Başkanı’nın yaptığı anıt, töreninin üzerinden 10 saat bile geçmeden havaya uçurulur. ASALA’dan ayrılarak Monte Melkonyan ile birlikte ASALA-RM’yi kuran Ara Toranyan’ın arabası bombalanır, Toranyan şans eseri yaralı olarak kurtulur. Bu gelişmeleri, Belçika, Yunanistan ve İsviçre’de bazı ASALA militanlarının kendi aralarındaki iç çatışmalarda vurularak öldürüldükleri haberleri izler. Avrupa ülkelerinde anlatılan olaylar yaşanırken, yine Günaydın gazetesinde; beş kişilik bir vurucu timin Türkiye’den Lübnan’a gönderildiği haberi yayınlanır. Bu haberin arkasından, Ermeni terör örgütü arasındaki iç çatışma her nedense Lübnan’a sıçrar ve çok sayıda ASALA militanının bu çatışmalarda öldüğü haberi yabancı başında yer alır. Ancak Türkiye hiçbir zaman ASALA’ya karşı mücadeleyi resmen üstlenmez. Hatta 27 Temmuz 1983’de BBC Televizyonu News Night (Gece Haberleri) programına konuk olan devrin Dışişleri Bakanı İlter Türkmen, “Türk gizli servisinin, Batı Avrupa ülkelerine gönderdiği timlerle teröristleri tesirsiz kılmak için eylem yaptığı doğru mu?” sorusuna “Hayır, biz resmi terörü reddediyoruz ve bu tür eyleme başvurmuş değiliz” cevabını verir. Ancak bu açıklamanın üzerinden çok uzun bir zaman geçmeden, daha önce yaralı kurtulan Ara Toranyan’ın (ASALA-RM) yine bir iç çatışmada öldürüldüğü basında yer alır. Olayların gelişimine göre gizli bir el Ermeni terörüne bulaşmış, militanları izlemekte ve teker teker yok etmektedir. ASALA militanları artık hiçbir ülkede güven içinde değillerdir. Son olarak ASALA lideri Agopyan da Atina’da bir trende öldürülmüştür (28 Nisan 1988). Atina’da trende bulunan cesedin ardından artık Agopyan’ın adı da hiçbir eylemde duyulmamıştır . Günümüz Türkiye’sinde ASALA’ya yönelik operasyonların başarı derecesi yaygın bir biçimde tartışılmaktadır. Hatta, bu eylemlerin gerçekleştiricilerinin Susurluk Kazası sonrasında çete olduğu iddia edilen Abdullah Çatlı ve arkadaşları olduğu yaygın bir kanaat haline gelmiştir.
ASALA’ya yönelik düzenlenen operasyonlarla ilgili olarak Can Dündar tarafından 3 Kasım 1999 yılında yazılan Çatlı değil MİT çökertti başlıklı, bazı kısımları aşağıda sunulan köşe yazısı yukarıda da değinilen bazı noktalara ışık tutar niteliktedir: Oral Çelik, TBMM Susurluk Komisyonu’nda verdiği ifadede; “ASALA’yı biz ortadan kaldırdık. Çatlı liderimizdi. 4 kişiydik. 5’inci ben vardım’ diyen, hangi makamsa gelsin, desin ki, ‘Ben de vardım’” demiştir. Bu meydan okuma karşısında, ASALA operasyonunun gerçek mimarları isyan etmiş, yeminlerine sadık kalarak yıllardır suskun
kalanlar, ilk kez bazı dosyaların kapağını açma ihtiyacı duymuşlardır .
ASALA, kanlı eylemlerini yoğunlaştırıp, 15 Temmuz 1983’de Orly katliamıyla Türk vatandaşlarının yanı sıra diğer ülke vatandaşlarını da katledince kendi ölüm fermanını da imzalamış ve hem kendi içinde bölünme yasayarak, hem de üzerindeki Avrupalı koruma kalkanının kaldırılmasıyla yok olma sürecine girmiştir. Bu süreç yaşanırken T.C. devletinin katkısının ne olduğu hep tartışma konusu yapılmıştır. Kamuoyu açısından bakıldığında, ASALA ile mücadelede sadece Abdullah Çatlı ve arkadaşlarının görev aldığı izlenimi hakim bulunmaktadır. Devletin bu arada neler yaptığı isin daha az bilinen bir boyutunu oluşturmaktadır. Bazı kaynaklara göre, devletin zirvesinde bu konu ilk kez 12 Eylül 1980 öncesi bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısında gündeme getirilmiştir. Bazı Devlet yetkilileri, hızla tırmanan ASALA terörü karşısında öfkeyle Biz de onları öldürelim deyince, bu öneriye dönemin MİT Müsteşarı Korg. Hamza Gürgüç karşı çıkmıştır .
Hamza Gürgüç, MİT’in yurtdışında silah kullanmasının mümkün olmadığını, böyle bir eğitimi de bulunmadığını belirtip “Böyle bir şey devlet olmaya yakışmaz. Üstelik diplomatlarımıza yapılan suikastları da artırabilir” demiş ve “Öldür emrini verecek makamlar, bu makam ne olursa olsun günün birinde açıklanacaklardır” uyarısında bulunmuştur. Ancak 12 Eylül’den sonra ASALA kaynaklı saldırılar artarak devam edince devlet bir şeyler yapmaya karar vermiş ve korkunç bir ASALA eylemi sayesinde beklediği fırsatı yakalamıştır. Kanlı Esenboğa katliamında sağ olarak ele geçirilen Levon Ekmekçiyan, Devlet Başkanı Kenan Evren’in damadı ve Köşk’ün güvenlik danışmanı olan istihbaratçı Erkan Gürvit tarafından sorgulanmış, Ekmekçiyan, hayatı karşılığı bazı isimler ve adresler vermeye ikna edilmiştir. Bu dönemde, Korg. Hamza Gürgüç’ten farklı bakış açısına sahip MİT Kontrespiyonaj Dairesinden emekli olmuş olan Hiram Abas Ankara’ya gelmiş ve
ASALA’nın temizlenmesi amacıyla yurtdışında eylemler düzenlenmesi için yapılacak operasyonlarda gönüllü olmuştur. Yapılan planlamaya göre, operasyonları Köşk finanse edecek, ancak Hiram Abas Köşk’ün kadrosunda görünmeyecekti. Dış temsilciler lojistik konusunda destek olacaktı. Hiram Abas’ın ekibi 5 kişiden oluşmaktaydı. Bazıları asker kökenli olan ekibin üyeleri iyi lisan biliyor ve çok iyi silah kullanıyorlardı. Hazır olduklarında kendilerine yakalandıkları takdirde birbirleriyle ve devletle herhangi bir ilişkiyi asla kabul etmeyeceklerine dair bir belge imzalatıldı. İşlerin ters gitme olasılığına karşılık olarak, tim mensuplarının sol koltuk altlarına bir ameliyatla üç küçük siyanür içeren hap yerleştirildi. Kriz anında ameliyatlı yer, tırnakla açılacak ve haplar alınıp intihar
edilecekti. Yemin böyleydi. Ekmekçiyan tarafından Erkan Gürvit’e isimleri verilen şahıslar, Lübnan’da yasamaktaydı. O dönemde, İsrail, Lübnan’ı işgal etmiş ve FKÖ Gerillalarıyla birlikte ASALA militanlarının üslerine de baskınlar düzenlemişti. Ayrıca, MOSSAD, bir jest yaparak MİT’i bu baskınlara davet etmişti. 5 kişilik tim vakit kaybetmeksizin Bekaa’ya geçmiş, bazı belgelere ulaşmış ve Ekmekçiyan tarafından isimleri verilen kişiler, belirli adreslere çekilerek imha edilmişti.
ORLY baskınının ardından başta Fransa olmak üzere tüm Avrupa ülkeleri ASALA’yı korumacı tavrını terk edince, Avrupa Türk istihbaratçılar için rahat operasyon yapılabilir bir alan haline dönüşmüştü Avrupa’ya geçen timler, Paris ve Atina’da çok önemli faaliyetlere imza atmışlardır. Bunlardan bazıları; Hiram Abas’ın St. Jeanne de Chantal Ermeni Kilisesinin avlusuna bırakıp patlamaya 15 dakika kala bizzat ihbar ettiği bombalar, Paris’te Pont de L’alama köprüsünün sahanlığında çapraz ateşe tutularak öldürülen ASALA militanı, timin bir hatası sonucu Pire-Atina seferini yapan banliyö treninin bir vagonunda, kovaladıkları hedefle teke tek kalan ve kanlı bir boğuşa giren “Yakup Cemil” kod adlı tim üyesi .
Can Dündar’ın yukarıda verdiği bilgilere ek olarak, Ercan Çitlioğlu’nun ASALA’ya yönelik olarak gerçekleştirilen operasyonlarla ve konuyla ilgili olarak T.C. Devleti’nin izlediği politikalarla ilgili verdiği bilgiler ve değerlendirmeler de oldukça önem arz etmektedir: “ASALA’nın ortadan kaldırılma sürecinde, devletin ciddi rolü olmuştur. Elbette bu tür operasyonlar hiçbir şekilde kamuoyuyla
paylaşılacak operasyonlar değildir. Ama mesela Iraklı Türkmenler bu operasyonlarda yer almışlardır. Çünkü onlar bir başka ülkenin yurttaşları, Türkmen kardeşlerimiz Irak vatandaşı. Dolayısıyla onların bir eylemde aktif rol almaları ve yakalanmaları halinde Türkiye Cumhuriyeti’nin bu isin içinde devlet olarak olduğunu kanıtlayacak hiçbir şey yoktur. Türkmen kardeşlerimiz bu operasyonlarda kullanılmışlardır ve görevlerinde başarılı da olmuşlardır.”
Özetle, bu operasyonların ardından ASALA etkinliğini geniş ölçüde yitirmiş, bir takım söylentiler dışında bu operasyonlarla Türk Gizli Servisi arasında doğrudan bir ilişkinin kanıtları ortaya konamamıştır. Yalnızca bu durum bile önemli bir başarı göstergesidir. ASALA’nın eylemlerine karşılık olarak T.C. Devleti’nin izlediği politikalar ve aldığı önlemlerle ilgili bir soruya karşılık olarak E. Çitlioğlu Londra Büyükelçiliği’nde Basın Müşaviri olarak görev yaptığı sırada Türkiye’nin Londra Turizm Ofisine 1979’da yapılan bombalı saldırı sonrasında basına açıklama yaparken karşılaştığı bir olayı şu şekilde aktarmaktadır :
” Ben BBC ve ITN gibi televizyonların kameralarıyla orada karşı karşıya kaldım. BBC muhabirinin bana sorduğu ilk soru şuydu: “1915’te Osmanlılar tarafından veya Türkler tarafından Ermenilere
uygulanan soykırım konusunda ne düşünüyorsunuz?” Ben Ermeni soykırımı konusunu ilk defa bombalanmış ve paramparça olmuş Türk turizm ofisinin önünde bir İngiliz televizyon muhabirinin ağzından duydum. Düşününüz ki; ben bir devlet görevlisiyim, Londra gibi önemli bir merkezde basın müşaviriyim ve elçiliğin sözcülüğünü ifaediyorum. Ermeni soykırımı konusunda en ufak bir bilgim yok, bu göreve gidene kadar da böyle bir eğitimden geçirilip, ‘böyle bir iddia, böyle sorun vardır Türkiye’nin karşısında, dolayısıyla sizin de buna karşı aksi yönde tezler ileri sürüp karşı bir tez oluşturmanız gerekir’ tarzında hiç kimseden bir tek kelime dahi duymadan atandım Londra’ya. Bu sadece benim başıma gelen ya da benim yasadığım bir olay değildir. O dönemde yurtdışına tayin olan hem Dışişleri Bakanlığı mensupları hem Başbakanlık ve diğer Bakanlık mensupları bu konuda en ufak bir eğitimden geçmeden gitmişlerdi. Yani bunu şunu açıklamak için söylüyorum. 1978 yılına gelinceye kadar Türkiye’nin bu konuda antitez üretmeye yönelik bir politikası yoktu. Zamanla ASALA terör eylemleri tırmanmaya başladı. Onun üzerine Devlet bir çalışma yapma, belgelere girip, arşivlere girip antitezler oluşturma veya antitez demeyelim de gerçekleri gün ışığına çıkarma tarzında bir yöntemi izlemeye karar verdi. Bu olayların başlangıcından herhalde bir 50-60 yıl sonra yaptı bunu ve bu maalesef Ermenilere kendi tezlerinin dünya kamuoyunda yerleşmesi ve yaygınlaşması için çok büyük bir zaman kazandırdı. Bizim olayı geriden takip etmemizin temel nedenlerinden bir tanesi budur. Burada hemen şunu da eklemek istiyorum, bu olaydan veya olaylardan sonra acaba bize Ankara’dan ‘bu konuda şunları söyleyebilirsiniz veya şu kaynaklara başvurabilirsiniz’ tarzında bir talimat geldi mi diye merak ederseniz, hayır gelmedi. Ben bana sorulan bu soruyu yanıtlayamamanın acısını içinde hissettiğim için kişisel imkânlarımla bu konuyu araştırmayı tercih ettim. Ve 20-25 yıldır da hâlâ bu konuyu araştırmaya ediyorum. Ama arzu ederdim ki böyle bir olaydan sonra bu konuyu araştırma ihtiyacı hissetmeyeyim de devlet beni bu göreve gerekli tüm donanıma sahip kılarak göndermiş olsaydı. Çok kıymetli zaman yitirmemiş olurdu . ”
ASALA Terörüne Türk Kamuoyunun Tepkileri
1973 yılından itibaren yabancı ülkelerde görev yapan Türk diplomatlarına yönelik silahlı, bombalı saldırılar düzenlenmiş ve 34 vatandaşımızı katleden Ermeni teröristlerin büyük çoğunluğu da yakalanamamıştır. Yakalananlar ise çok az bir cezaya çarptırılarak serbest bırakılmışlardır. Tüm bu cinayetler ve cinayetlerin faillerinin cezasız kalması Türk kamuoyunda tepkilere neden olmuş ve zaman zaman infiallere neden olmuştur.
Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir’in 1973 yılında öldürülmesi sonrasında, Hükümet terör olayları zincirinin ilk halkası olan bu olayı şiddetle kınamış ve ABD’ye protesto notası vermiştir. Dışişleri Bakanı Ümit Haluk Bayülken’in tabiri ile “bu ilk menfur saldırı” nefretle karşılandı (Hürriyet,29 Ocak 1973). Türk basınında ise farklı yorumlar yer almıştır: İsmail Cem olayı “talihsiz bir oyun” olarak değerlendiriyor, Burhan Felek Cumhurbaşkanını dahi korumaktan aciz ABD’nin Türk hariciyecileri nasıl koruyabileceğini sorguluyor ve Abdi İpekçi ise “Türk basını kendi kendini denetledi. ABD’ deki Ermeni oyunlarından bahsetmedi. Halbuki yıllardır bir senaryo oynanıyor. Buna rağmen kin ve intikam dolu yayınlar sürdürülüyor. Neticede iki masum öldürüldü” diyordu . 22 Ekim 1975 tarihinde Viyana Büyükelçisi Danis Tunalıgil’in öldürülmesi sonrasında, olay Türkiye’de şaşkınlıkla karşılanmış ve dönemin Başbakanı tarafından “gereği yapılacaktır”, ana muhalefet partisi lideri tarafından ise “tedhişçiler iğrenç hareketleriyle kendi amaçlarına zarar vermiştir” seklinde açıklamalarda bulunulmuş , basın ise katillerin kimliğini sorgulamakla meşgul olmuştur. Tepkilere bakıldığında bir Ermeni terör silsilesi ile karşı karşıya olduğumuzu kimse idrak edememiştir. Milliyet gazetesi ise “Tunagil’in öldürülmesini protesto eden İstanbul üniversitesi öğrenciler Vatan caddesinden üniversite rektörlüğüne kadar yürürdü. 1500 gencin katıldığı mitingde atılan sloganlardan bazıları ‘Türklük öldürülüyor’ ve Kahrolsun Palikarya’”olmuştur (Milliyet, 25 Ekim 1975). 24 Ekim 1975 günü Paris Büyükelçimiz İsmail Erez ile şoförü Talip Yener öldürülmüş ve sonrasında Hükümet tarafından yukarıdakine benzer açıklamalar yapılmıştır (Milliyet, 26 Ekim 1975). Bununla birlikte, basının sesini daha fazla yükseltmeye başladığı, olayı sorgulamaya başladığı görülmektedir. Bu arada, Türk halkının belirli bir kesiminde şiddetle karışık tepkiler oluşmaya başlamıştır. Bir Ermeni vatandaşımızın evinin Elazığ’da kundaklanması, bazı batılı ülkelerin protesto edilmesi ve Hükümetin gerekli tedbirleri alması için sert bir şekilde uyarılması bu tepkilere örnek olarak gösterilebilir. Bu olaylar karşısında İpekçi Milliyette ki köşesinde “bunların amacı Türkleri gazaba getirip Dünya’ya barbar diye yutturmak. Oyuna gelmeyelim. Onları kendi iğrençlikleri ile baş başa bırakalım” (Milliyet, 26 Ekim 1975) diyerek tansiyonu düşürmeye çalışmaktadır. 16 Şubat 1976’da Beyrut’ta Başkatip Oktar Cirit’in öldürülmesi haberi Türkiye’yi sarstı. Olay sırasında Olso gezisinde bulunan Dışişleri Bakanı Çağlayangil “cinayeti şiddetle pretosto etti”(Cumhuriyet, 2 Şubat 1976). 9 Haziran 1977’de Vatikan Büyükelçisi Taha Carım’ın öldürülmesi sonrasında hükümet benzer tavrını sürdürmüş ve rutin açıklamalarını yapmıştır. Öte yandan, yazılı basın Hükümete nazaran daha keskin bir tonla olayları kınarken, daha çok terör olaylarının nedenlerini araştırmakla meşgul olmuştur. Genel olarak bakıldığında, Hükümet tarafından Ermeni terörü karşısında pasif olarak nitelendirilebilecek tavrın 1980’lere kadar belirli bir çizgide sürdürüldüğü, aktif bir politika izlenerek Ermeni terörü ile mücadele edilmeye başlandığı görülmektedir.
Ermeni terörünün ülkemizdeki yaralayıcı etkilerine karşılık olarak diğer ülkelerde de Türkiye’nin aleyhine olan sonuçları olmuştur. Bunlardan en önemlisi, daha önce de belirtildiği gibi, Ermeni meselesinin diğer ülkeler nezdinde gündeme gelmesi ve gündemde tutulmasıdır. Zira Hürriyet Gazetesi’ne Ermeni teröristleri uluslar arası gizli güçler besliyordu. Bunlar arasında fanatik zengin Ermeniler, Rum Senatörler, papazlar ve Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen kuvvetler vardı. (Hürriyet, 12 Haziran 1976) Aynı gün, aynı Gazete yazarlarından Dayanalp “eğer bu asırda bu insanlar böyle düşünüyorlarsa, başta Almanlar olmak üzere her milletin birbirinden hesap sorma günü gelmiştir. Bu insanlar Türk milletinin sabrının taşacağını düşünmüyorlar mı?” demekteydi (Hürriyet, 12 Haziran 1976).
Yabancı Yazarların Olaylara Bakışı
I. Dünya Savaşında Osmanlı Devleti’nin uygulamak zorunda kaldığı zorunlu iskan kanununun günümüzde Ermeniler ve kimi Ermeni sempatizanları tarafından “soykırım” diye lanse edilmesi, aslında önyargılı tutumun göstergesi olup, olayları saptırma amacı gütmektedir. Bu dönemde gerçekleşmiş olayların daha iyi değerlendirilmesinde, olaylara dış kaynaklar açısından bakmanın isabetli olacağını ve daha tarafsız karar vermemize olanak sağlayacağını düşünerekten bu başlıkta bu doğrultuda yapılmış araştırmalara yer verilecektir. Mr. Harbord’un olayların gidişatını anlatan aşağıdaki sözleri aslında gerçekleri en anlamlı şekilde ortaya koymaktadır:
“Türkiye hastalık ve harplerden nüfusunun %20’sini kaybetmiştir. Yerlerinden çıkarılan Ermeniler yavaş yavaş ve hiçbir korku duymadan yerlerine dönüyorlar. Bütün seyahatimiz boyunca
Türklerin Ermenileri öldürmek istediklerine dair bir işaret görmedik… Üç ay önce Ermenilerin tek bir adam kalmayıncaya kadar kesildiğini duymuştuk, halbuki duyduklarımızın hiçbiri doğru değildi. Zaten ben bu katliam söylentilerini her zaman şüpheyle karşılamıştım. Fransızlar Türkleri mandaları altına almak istiyorlardı, bunun için de dünyanın şüphesini Türklerin üstüne
çekmek gerekirdi….
Bu doğrultuda J.Mc.Carthy de “Ölüm ve Sürgün” adlı eserinin Önsöz’ünde, Osmanlı’nın tarihi ile ilgilendiği zaman, XX.yy’ın sonu, XX.yy’ın başlarındaki olaylarda Osmanlı’nın Müslüman nüfusunun dörtte birinin hayatlarını kaybettiklerini öğrendiğinde bu durum karşısında şaşkına döndüğünü itiraf etmiştir . Diğer taraftan olayların içinde olan ve gelişmeleri bizzat kendileri izleyen yabancı subayların anılarından malum oluyor ki, bu dönemle ilgili katliam ve soykırım iddiaları basitçe uydurulmuş ve maksatlı amaç gütmüştür. Fransız gazeteci Michel Paillares, görgü tanığı bir Fransız deniz subayının anlattıklarını şöyle aktarmaktadır: “Eşkıya hikayeleriyle bizi aldattılar. Aslında Hıristiyan katliamı diye bir şey olmamıştı. Sadece hıyanet edenlerin idamı vuku bulmuştur. İçeride Ermeniler memleketi Ruslara teslim ettiler. Bu ıslah olmaz bozgunculara karşı kendilerini savunmak için Türkler köklü tedbirler aldılar. Pek çok mürekkep lakin az kan akıtmış olan mecburi göçler bundan dolayı yapılmıştır. Savaş esnasında düşman ile karşı karşıya iken sırtımıza hançer saplamak isteyen alçaklara karşı merhametsizce hareket etmek tamamen haklı bir davranıştır.”
George de Maleville’nin, olaylarla ilgili “Ermeni Trajedisi” adlı kitabında yapmış olduğu, kendine özgü aşağıdaki yorumu da o dönemin gerçeklerine çok anlamlı ışık tutmaktadır:
“…Ermenilerin yerlerini almak üzere ortadan kaldırmak amacına yönelik sözde bir gizli plan masalı temelsiz olduğu kadar da değersizdir. 1917’de Yunanistan, Türkiye’ye karşı savaşa girdiğinde
buna benzer bir olay olmadı ve Osmanlılar, Küçük Asya’da çok olan ve onlarla ilgili olarak acılı anılara sahip bulundukları Yunanlıları sürmeyi akıllarından bile geçirmediler. Neden? Çünkü Osmanlı Yunanlıları sakin kaldılar. Dolayısıyla, Ekim 1918 ateşkesine kadar başlarına kötü bir şey gelmedi. Şayet Ermeniler de öyle yapsalardı sürgün de, sürgünle birlikte görülen öldürme olayları da olmazdı” .
Aslında biliyoruz ki, zorunlu iskan zamanı (1915) Ermenilerin önemli çoğunluğu kıtlık yüzünden hayatlarını kaybetmiştir. Yalnız, bu kötü kader sadece onlara ait olmamıştır. O dönemde açlıktan ölen Türk sivil ve askerlerin sayısı Ermenilerden çok daha fazla olmuştur. Bu kıtlık ve sefalet dönemini bizzat yaşamış Bavyeralı Alman Binbaşı Schmid, Vossiche Zeitung gazetesine gönderdiği
mektubunda yaşananları şöyle dile getirmiştir: “Ben harp esnasında iki buçuk sene Türkiye’de idim. Kafkasya, Mezopotamya, İran ve Filistin cephelerinde bulundum. Ermeniler, Türklerin asi tebaaları idiler. Askeri ve siyasi sebeplerden onların harp mıntıkalarından uzaklaştırılmaları zaruri idi. Türkiye gibi hiçbir şeyin bulunmadığı bir memlekette bir kütle sürgünü sırasında birçok insanın ölmesi açık bir şeydir… Fırat bölgesinde ayda ne kadar Türk askerinin açlıktan öldüğü düşünülüyor mu? Ayda yüzlerce, hem de 1917 yılında” . I Dünya savaşında Osmanlı Devletinin Ermenilerden çektikleri yabancı ülke yetkilileri tarafından sık sık dile getirilmiştir. 19 Aralık 1915 tarihinde Alman “Deutche Tage Zeitung” gazetesinde Kont Reventlow konu ile ilgili şunları yazmıştı:
“Türkiye’nin, Ermenileri cezalandırmak için aldığı önlemler yalnız bir hak gibi değil, fakat bu asi ve kana susamış insanları yola getirme konusunda yerine getirilmesi gerekli bir görev olarak kabul
edilmelidir. Gâsıp ve isyankar olan Ermenilerin layık oldukları son karşısında merhamet hissi duymak zamanının çoktan geçmiş olduğunu biz Almanların anlaması gerek. Eğer, Türkler Ermeni
tehlikesine karşı kendilerini koruyamazlarsa, müttefiklerine daha ağır bir iş yüklemiş olacaklardır” .
Kont Reventlow’un bu söyledikleri Osmanlı Devleti’nin bu dönemde önlemler alma doğrultusundaki zorunluluğunu ortaya koyduğu gibi, Ermenileri de en iyi şekilde tanımlamıştır.
ABD’deki Alman Büyükelçisi Kont Bernstorff ise Ermeni komitecilerin Batı kamuoyuna empoze etmeğe çalıştığı soykırım iddiaları ile ilgili, Rene Pinon’un notlarına atfen, Washington’da Wolff Ajansına vermiş olduğu demeçte şöyle demiştir:
“Ermenilere yapıldığı iddia edilen bütün bu mezalim hikayeleri tamamen uydurulmuş şeylerdir. Ermenilerin öldürüldüğü veya onlara işkence yapıldığı hakkındaki haberler baştan aşağı asılsızdır”.
Savaş döneminde İstanbul’da görev yapan Avusturya-Macaristan Askeri Ataşesi Joseph Pomiankowski de savaş dönemindeki durumu şu şekilde yorumlamıştır: “Hükümetin tüm uyarılarına rağmen Ermeniler gene de Türkiye aleyhine hasmane davranışlarda bulunmaktan ve hatta Türk birliklerine saldırmaktan hiç çekinmiyorlardı. Harbin başlamasından hemen sonra, Ermeni asıllı pek çok asker ile subay, başlarında bir Ermeni mebusu ile sınırı geçtiler. Bunlar, sonra Ermeni gönüllü teşkilatına girdiler. Teşkil edilen bu birlikler, Rus cephesindeki sınırdan geçerek Müslüman halkın oturduğu Türk topraklarını kasıp kavurdular. Türk Hükümeti ve ordu kumandanlığı Ermeni halkının büyük bir isyan çıkaracağından endişe ediyordu. Gerçekten de böyle bir hadise, Rusların yardımı ile Ermenilerin Türk birliklerine saldırıya geçtikleri ve bu mücadelelerini aylarca sürdürdükleri Van’da ortaya çıktı” . Aslında bu dönemde Anadolu’da yaşananlara bakılırsa, gerçekten bir soykırımın gerçekleştirildiğini, ama bunun Türkler tarafından Ermenilere değil, Ermeniler tarafından Türklere uygulandığını söyleyebiliriz. Mc. Carthy’nin bununla ilgili görüşleri aslında her şeyi ortaya koymaktadır. “… I Dünya Savaşı sırasında doğuda Ermenilerin Müslümanlara karşı giriştiği saldırıların odaklanışı, göç ettirmeye zorlamak amacına değil, öldürmenin kendisi idi (bir miktar kişi öldürüp çoğunluğu dehşete düşürerek göç etmeğe zorlamak amacı güdülmüyordu, olabildiğince çok Müslüman öldürülmesi doğrudan doğruya amaç idi)…”
Bütün bunlara rağmen, bazı Batılı yetkililerin, Türk milletini Batı kamuoyunun gözünde lekeleme görevine soyunmasını doğrusu içte kalan, gerçekleşememiş planların hazmedilemeyip dışa vurulması gibi algılamak mümkündür. ABD Büyükelçisi Morghentau, “Büyükelçi Morghentau’nun Öyküsü” adıyla yayınladığı kitabında bu konuda özellikle büyük çaba sarf etmiştir. Büyükelçinin, bu hayal ürünü öyküsüne en iyi cevap, yine Amerikalı bir gazeteci olan Schreiner tarafından Morghentau’ya gönderilmiş mektupta yer alan şu cümlelerle verilmiştir: “… Doğruyu söylemem gerekirse Türklere mal ettiğiniz acımasızca davranışlara siz pek tanık olmadınız. Bunun yanı sıra ayaklanmanın olduğu yörelerde yaşayan Ermenilerin sayısından çok Ermeni’nin öldürüldüğünü iddia ettiniz… Acaba bütün hükümetlerin kendilerine karşı ayaklanmaları bastırma hakkına sahip oldukları hiç aklınıza gelmedi mi? Bana öyle geliyor ki, Büyük Britanya bile bu hakkını Cumhuriyetimiz kurucularına (ABD’ye) karşı kullanmaktan geri kalmadı… Ancak biz Batılılar kendimizi melek saymamız halinde Türkleri toptan silebiliriz. Türklerin dünyada nesli tükenmiş son
birkaç centilmen ulustan biri olduğu hususunda sizin de benimle aynı fikirde olduğunuzdan eminim…”
Büyükelçi Morghentau’nun Türklere karşı önyargılı tavrını Georges Maleville’de şu ifadelerle dile getirmiştir: “…Peşinen Ermeni davasının yandaşı olan ve kendisini Türklerin arasında
‘Ermeni dostu’ sayan bu garip elçi, Türklere en küçük bir sempati duymuyor, onları ‘tembel ve geri zekalı’ görüyordu…”
Günümüzde sözde Ermeni soykırımı sorununu ikide bir gündeme alıp adeta politika malzemesi haline getiren Batılı ülkeler her ne sebeptense, kendi arşivlerini bile incelemekten kaçınmaktadırlar. Aslında bu zahmete katlanabilmeleri durumunda gerçeklerin ortaya çıkması işten bile değil. Mr. Kitston’un Sir E. Crowe’a göndermiş olduğu 28 Kasım 1919 tarihli belge
arşivlerdeki belgelerden sadece bir tanesidir:
“…Ermenilerin Müslüman komşularını kesmesinden hiç şüphe etmem ve Erivan’ı kontrol altında tutan Taşnak çetesine en küçük bir itimat göstermemek lazımdır. Bu Taşnaklar müthiş bir vahşetle çalışıyorlar ve talihsiz Ermenilerin hiç de yararına hareket etmiyorlar…”(Ulubelen, 1967: 215) Daha önce de belirttiğimiz gibi Ermenilerin I. Dünya savaşında Türklere karşı
tavır almalarında, Rusya’nın verdiği destek ve cesaretin büyük etkisi olmuştur. Hatta, Ermeniler bu dönemde Rusların bir nevi yerli müttefiki olmuşlardır. Buna rağmen, Ermenilerin sergilemiş oldukları tutum kimi zaman Rus yetkililerini de etkilemiştir. Paris’teki Rus Büyükelçisi İzvolski’nin Başbakan ve Dışişleri Bakanı Shturmer’e gönderdiği 24 Ekim 1916 tarihli telgrafta bu durum açıkça gözükmektedir: “Ermeniler, ihtilalci komitelerin kararlarına uyarak, yurdun birçok yerlerinde devlet kuvvetleri ve ordu birlikleri aleyhine saldırıya geçip Hükümet memurlarını ve Müslüman halkı katlettiler. Bu saldırılar bazı yerlerde gerçek birer isyan halini aldı. Ermeni ayaklanmasının ortaya çıkardığı büyük tehlike üzerine Hükümet bütün Ermenileri askeri bölgelerden uzaklaştırmak zorunda kalmıştır. Bu hareket esnasında bazı yakışıksız davranışlar olmuşsa da bundan zarar gören Ermenilerin haklarını kanun yoluyla korumak ve suçluları bulup cezalandırmak üzere derhal komisyonlar gönderilmiştir.”
Ancak ne yazık ki, Hükümetin, oluşturduğu bu komisyonlara katılma teklifinde bulunduğu, kimi Avrupa ülkeleri ( Hollanda, Danimarka, İspanya, İsveç ) her defasında bu teklifi her ne sebeptense reddetmişlerdir . Ancak, hükümetin cesaretle olayların üzerine gidişi, bu olaylarda her hangi bir sorumluluğunun olmadığının göstermiştir. Bu durum gösteriyor ki, Osmanlı Hükümeti, I. Dünya Savaşı zamanı, Ermeni nüfus tarafından maruz kaldığı ihanet sonucu 1915’te zorunlu iskan uygulamasına gitmek zorunda kalmış ve bu zorunlu iskanda Ermenilere hiçbir “soykırım” uygulamadığı gibi, güvenlikleri için de elindeki tüm imkanları kullanmıştır. Ermeni sorununda tartışılan konulardan biri de zorunlu iskan döneminde (1915) ölen Ermenilerin sayıları ile ilgili iddialardır. Bilindiği gibi, Ermeniler tarafından bu rakamlar 1.500.000–2.000.000 olarak lanse edilmektedir. İngiliz Yıllığından verilen örnekte Doğu Anadolu’daki Ermeni nüfusunun 480.000 olduğunu söylemiştik. Şimdi, sorulması gereken, madem zorunlu iskan kanununun uygulandığı Doğu bölgesindeki Ermeni nüfusu 480.000 ise, o zaman, göçürülenlerin çoğunun savaş sonrası geri dönüşünün de sağlanmış olduğu dikkate alınırsa, ölenlerin sayısını 1.500.000– 2.000.000 olarak lanse etmek hangi mantığa uymaktadır? Aslında, bu rakamın Ermeniler tarafından katledilen Türklerin sayısına daha yakın olduğu söylenebilir. Mc Carthy’ye göre, bu dönemde Anadolu’da ölen Ermenilerin sayı 600.000, Ermeniler tarafından öldürülen Türklerin sayı ise 3.000.000’a yakındır (Hürriyet,21.03.2001).
Ermeni Diasporasının1 Faaliyetleri
Amerikalı emekli bölge savcısı ve yazar Samuel A. Weems Ermenilerin ABD Kongresi üyelerini etkileyebilmek için bir kampanyalarında 14 milyon dolar sarf ettiklerini yazmaktadır . Bir diğer kaynak, Ararat filminin maliyetinin 15 milyon dolardan fazla olduğunu belirtmektedir. Bunlara Ermeni Soykırım Endüstrisi’nin ürettiği kitaplar, makaleler, romanlar, şiirler, piyesler, filmler, sergiler ve çeşitli toplantılar da eklendiğinde ve bu tür faaliyetlerin sadece ABD’de değil Fransa, Kanada, Avustralya ve Lübnan başta
olmak üzere diğer bazı ülkelerde de yapıldığı düşünüldüğünde, harcanan rakamın yılda en az 100 milyon dolar olacağı sonucuna varılmaktadır .
Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun siyasi faaliyetlerinin esas amacı soykırım iddiasını bazı ülkelerin yerel veya milli meclislerine kabul ettirmek üzerine inşa edilmiştir. Ermeniler, yoğun olarak bulundukları ülkelerde oy silahını kullanarak siyasi nüfuz sahibi olmuşlar, bunu soykırım iddialarını o ülkelere kabul ettirmek ve bu ülkelerin Ermenistan’a yardım yapması için kullanmışlardır. Örneğin, Ermenistan, Rusya ile gayet yakın ilişkiler yürütmesine ve Güney Kafkaslarda Rus çıkarlarının korunmasına hizmet etmesine rağmen ABD’den, büyük yardım sağlamış bulunmaktadır. Ermenilerin bulundukları ülkelerde, Türkiye lehine olabilecek her türlü gelişmeye karşı çıkmaları bir görev haline dönüşmüştür. Baku ve Ceyhan petrol boru hattının inşa edilmesinin engellenmeye çalışılması ve ABD tarafından Türkiye’ye tanınmak istenen bazı ticari kolaylıklarına itiraz edilmesi bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
1982’den günümüze kadar olan dönemde Ermenilerin çeşitli ülkelerin parlamentolarına taşımakta başarılı oldukları kararlar aşağıda sunulmuştur. Ermeni soykırımı iddialarına ilişkin yabancı parlamentolar uygulamaları iki ayrı nitelikte olabilmektedir: Politik değerlendirme ve beyanlar, yasal düzenlemeler. Hukuksal açıdan bir bağlayıcılığı olmadığından, Türkiye’nin yabancı devlet parlamentolarının kararına uymasına gerek bulunmamakla birlikte, söz konusu kararların Türkiye’nin imajı açısından yaralayıcı olacağı göz ardı edilmemelidir. Çeşitli Devletlerin Parlamentolarında alınan Kararlar:
29 Nisan 1982’de Kıbrıs Rum Kesimi Parlamentosu, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir karar almıştır.
15 Nisan 1995’de Rus Duma’sı 1915 ila 1922 yıllan arasında Ermeni halkını imha edenleri kınayan ve 24 Nisan’ı soykırım kurbanlarını anma günü olarak tanıyan bir karar kabul etmiştir.
25 Nisan 1996’da Yunanistan Parlamentosu, aldığı bir kararla, 24 Nisan tarihini Türkler tarafından Ermenilere yapılan soykırımı anma günü olarak kabul etmiştir.
26 Mart 1998’de Belçika Senatosu, Türkiye’de yasayan Ermenilerin 1915’teki soykırımı ile ilgili bir kararı kabul etmiş ve Türk Hükümetinin 1915 soykırımını tanımasını istemiştir.
28 Mayıs 1998’de Fransız Ulusal Meclisi, Fransa 1915 Ermeni soykırımını resmen tanır hükmünü içeren bir yasayı kabul etmiştir.
29 Mart 2000’de İsveç Parlamentosu, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir karar almıştır.
11 Mayıs 2000’de Lübnan Parlamentosu, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir karar almıştır.
16 Haziran 2000’de İtalya’da Roma Şehir Meclisi, aldığı bir kararla İtalyan Hükümetinden Ermeni halkının “soykırımını” resmen yasayla tanımasını istemiştir.
8 Kasım 2000’de Fransız Senatosu, sözde soykırım konusunda bir yasa tasarısını kabul etmiştir.
15 Kasım 2000’de Avrupa Parlamentosu, Ermeni soykırımı kararı almıştır.
16 Kasım 2000’de İtalyan Yasama Meclisi, Avrupa Parlamentosunun kararına atıfta bulunarak aynı doğrultuda bir karar almıştır.
30 Ocak 2001’de Fransız Parlamentosunun kabul ettiği sözde Ermeni soykırım yasası Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir.
13 Haziran 2002’de Kanada Senatosu sözde soykırım hakkında bir kararı kabul etmiştir.
30 Ekim 2002’de İngiltere Galler Bölgesi (Wales) Milli Meclisi, Ermeni soykırımını kınayan bir karar almıştır
23 Eylül 2003’te İsviçre’nin Vaux (Vaud) kantonu sözde Ermeni soykırımını tanımıştır.
16 Aralık 2003’te İsviçre Parlamentosu, Ermeni soykırımı iddiasını tanıyan bir karar almıştır.
18 Mart 2004’te Arjantin, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir yasa çıkarmıştır.
26 Mart 2004’te Uruguay, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir yasa çıkarmıştır.
31 Mart 2004’te Arjantin Kongresi, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir karar almıştır.
21 Nisan 2004’te Kanada Parlamentosu Temsilciler Meclisi sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir karar almıştır.
30 Kasım 2004’te Slovakya Parlamentosu, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir karar almıştır.
05 Aralık 2004’te Hollanda Parlamentosu, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir karar almıştır.
6 Mayıs 2005’te Arjantin Senatosu, Türkiye’yi 1915-1923 yılları arasında Ermenilere soykırım yapmakla itham eden bir karar almıştır.
12 Ekim 2006’te Fransa Meclisi Genel Kurulu, Sosyalist Parti’nin sunduğu sözde Ermeni soykırımını reddetmenin suç sayılmasını öngören yasa teklifini kabul etmiştir.
30 Ocak 2007’de sözde Ermeni soykırım iddialarının, ABD Kongresi’nin alt kanadında tanınmasını öngören tasarı, Temsilciler Meclisi’ne resmen sunulmuştur .
Yararlanılan Kaynak :
Ali Haydar Savran , Ermeni Terör Örgütleri Ve Faaliyetleri
Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...
-
Online Yıldızname Burcu Hesaplama 1. Yol: Arapça Harflerle Ebced Yöntemi Öncelikle "cinsiyet"inizi seçin ve aşağıdaki ...
-
Harflerin Enerjileri A-Z Alfabedeki bütün harflerin enerjileri ve anlamları. İsminizde bulunan, isminizin başladığı harflere göre ka...
-
1 / 24 1 AMAL'İ MÜCERREB-1 2 Bilinmeyen Yönleriyle Satanizm - Bulent Kısa 307 say...