İNSAN HAKLARI VE Hz. ALİ
ÖZGÜRLÜK YOLUNUN YOLCUSU
ZOR DENEYİM-İMAMDAN ÖNCE
ÜÇ
ÖZGÜRLÜK YOLUNUN YOLCUSU
ZOR DENEYİM-İMAMDAN ÖNCE
ÜÇ
Aynı biçimde istişare konusunda en son dayanakları oydu. Halifelerin ikisi de onun istişare ve bilgisinden yararlanmışlardır. Ebi Bekr ve Ömer için fetva konularında son dayanak olduğu gibi diğer sahabelerin de dayanağıydı. Şeriat konusunda onun getirdiği gerekçeden daha iyi bir gerekçenin öne sürüldüğü görülmemiştir.
Ali'nin bilgisi, fıkıh metinleri ve hükümleriyle sınırlı kalmamış, çağdaşlarını kat kat geçtiği matematik ve bunun gibi bilimlere kadar uzanmıştır.
Ali'den sonraki İslami çağlarda en büyük fıkıh bilimcisi Ebi Hanife de, onun öğrencisiydi. Ebi Hanife, Cafer Bin Muhammed'in yanında okudu. O da babasının yanında okudu. Ali Bin Ebi Talip'e varıncaya kadar... Aynı zamanda İmam ı Malik Bin Enes de silsile yoluyla Ali'nin öğrencisiydi. Kendisi Rabia'dan, Rabia da Akreme'den, Akreme de Abdullah Bin Abbas'tan, Abdullah Bin Abbas da Ali'den öğrenmiştir. Bütün bunların üstadı durumundaki Bin Abbas'a “Amcanın bilgisi önündeki bildiğin nedir?” diye sordular. (Ali kastedilmektedir.) Cevap olarak: Atlas okyanusu önünde bir damla yağmurdur; dedi.
* * *
Bütün sahabeler peygamberin bir defasında şöyle dediğini söylerler: İçinizdeki en iyi yargılayıcı Ali'dir. Ali, çağının en iyi yargılayıcısıdır. Çünkü fıkıh ve Şeriat konularını en iyi bilen oydu. Bunlar da İslamiyet'teki yargının kaynaklarıdır. Ayrıca öyle bir akıl gücüne sahipti ki, biçimler değişse dahi mantığa en uygun ve en doğru biçimi ortaya çıkarabilirdi. Aynı biçimde, yargıda bilgisini en iyi şekilde kullanmaya yöneltecek temiz bir vicdana sahipti. Böylece de, akla ve vicdana dayanan adil hükümler verirdi. Ömer Bin Al Hattab'ın Ali'ye söylediği şu sözler malumdur: Ya Ebe Hasan, senin hükmünü vermediğin bir sorunu Allah hayırlı kılmaz. Aynı şekilde: Ali olmasaydı Ömer mahvolurdu. Gene: Ali varken mescitte hiç kimse fetva veremez.
Ali'nin ilkeleri ile büyük Fransız devriminin adamları ve ilkeleri üzerine olan bölümde Ali'nin yargı konusundaki dahiliğini ve söylediklerinden ortaya çıkanları uzunca ele alacağız.
* * *
Ali Bin Ebi Talip sorunları gelişigüzel ele almak istemeyenlerdendi. Tersine her sorunun özüne kadar inmeye çalışırdı. Kuran’ı ve onun konusu olan dini bütün düşünürleri çekecek tarzda ve derinden inceledi. Böylece dini, bir düşünce ve bir görüş konusu olarak ele aldı. Ali gibi bir dahinin, dinin sadece şekli olan hükümlerin getirdiği, sınırlamaları belirleme ve dini vecibeleri yerine getirmekle yetinmesi mümkün değildir. İnsanların büyük bir çoğunluğu dinin şekline matematiksel olarak davranışlardaki ve yargıdaki sonuçlarına bakarlar ya da bakmak durumunda kalırlar. Ali ise, dinin şeklindeki hükümleri iyice bildiği gibi dinin kendisini de, salt bir düşünce konusu, özgün bir araştırma ve uzak öngörü konusu olarak da iyi bilirdi. Kökü ve realitesiyle iç içe, birbirine akan ve birbirini etkileyen temel dayanaklar üzerinde kurulu olduğuna tam güvenmeden din üzerindeki düşünce ve araştırmasına son vermezdi.
İslami felsefe ve söz söyleme sanatı da buradan çıktı. Ali, bu anlamıyla söz söyleyenlerin başındaydı ve hatta söz söyleme sanatının babasıydı. Bu bilimin öncülerinin, Ali bin Ebi Talip'ten başka kaynakları yoktu. Onun çizgisi dışında da, bir yolları yoktu. Sonradan gelenler de onu izlemeye devam ettiler. Onu, öncülerinin ve kendilerinin imamı olarak gördüler. Din konularında akılın önünü açmaya çalışan ilk İslami grup durumundaki mutezilenin kurucusu Vasıl Bin Ata, Ebi Haşim Bin Muhammed Bin Hanife'nin öğrencisiydi. Babası da, Ali Bin Ebi Talip'in öğrencisiydi. Mutezile grubu için söylenenlerin hepsi Al Aşariye grubu için de söylenir. Aşa'riyeciler ilimlerini, silsile yoluyla Ali'nin öğrencisi olan Vasıl Bin Ata'nın öğrencileri olan Mutezilecilerin öğretilerinden almışlardır.
Ayrıca İslami tasavvufun köklerinin ve tohumlarının değişik örnekleri Nahj Al Balağa'da (Olgunluk Çizgisi) mevcuttur. Müslümanlar Yunan düşünürlerini tanımadan, Grek'lerin, Hintlilerin ve diğerlerinin felsefesini Arapça'ya dahil etmeden önceki İslami tasavvufçular bu örneklere dayanmışlardı. İsteyen de El Mütevekkilin veziri olan Ubeydullah Bin Yahya Bin Hakan'm, İbn Ebi Hadid'in yazmış olduğu Nahj Albalağa'daki Ebi Al Ayna bölümüne bakabilir. Orada sözünü ettiklerimizin geniş açıklamaları mevcuttur.
* * *
Sanki Allah, İslami bilimlerde Ali'nin dayanak olduğu gibi Arap dil bilimlerinde de dayanak olmasını istemişti. Çağdaşları arasında hiç kimse Arap dil bilimleri konusunda Ali’nin eline su dökemezdi. Arapça’yı iyice kavraması, sağlıklı mantığı ve eşsiz zihinsel gücü sayesinde Arapça'yı kanıtları ile kurallara oturtmaya çalıştı. Bu da, kendisinin irdeleme yeteneğine işaret etmektedir. Gerçekten de, Arap dil bilimi konusundaki temelleri atan ve kendisinden sonra gelenlerin önünü açan kendisidir. Ali'nin gramer biliminin temelini attığı tarih tarafından ispat edilmiştir. Günün birinde, öğrencisi ve dostu olan Ebi El Esved El Deuli yanına geldiğinde onu dalmış düşünürken gördü. Ona dedi ki: Neyi düşünüyorsun ya müminlerin emiri? Cevaben: Sizin bu şehrinizde (Yani Kufe'de) bir ezgi duydum. Onun için Arapça'nın kuralları üzerine bir kitap yazmak istedim. Daha sonra, içinde: İsim, fiil, bağlaç vs ile söz sanatı yazılı bir kağıt verdi.
Bu olayı başka şekilde de anlatırlar. Ebi El Esved El Deuli'nin günün birinde, Ali'ye Arap fetihlerinden sonra Arapların Parslarla iç içe girmeleri sonucunda ezginin çok kullanıldığını söyledi. Fars'lar da, çok ezgili ve imalı konuşurlardı. İmam bir süre sustuktan sonra Ebi El Esved'e şöyle dedi: Sana söylediklerimi yaz. Ebi El Esved kağıt kalem alıp yazmaya başladı. Arapça, isim, fiil ve bağlaçtan oluşur. İsim: Zamiri bildirir. Fiil ise: Zamirin hareketini bildirir. Bağlaç da: İsim ve fiil olmayan kelimeleri bildirir. Sıfatlar da üçtür: Belirtme sıfatları, belgisiz sıfatlar ve ne belirtme, ne de belgisiz olan sıfatlar ki; bunlar bazı dil bilimcilerinin dediği gibi işaret sıfatlarıdır, dedi ve ekledi: Bundan sonra bu kuralı izleyin. (9) Bu olaydan sonra bu bilim, bu adla anılmaya başladı.
Ali'nin özelliklerinden birisi de, olağanüstü zekası ve üstün ferasetidir. İrticali birçok tutumu da, hiç kimsenin geçemediği hazırcevaplılığma işaret etmektedir. Taraftarları ve düşmanları önünde İrticali biçimde güzel sözler ve atasözleri söylerdi. Ayrıca Ali, matematik problemlerindeki ferasetinde de, çağının tek adamıydı. Çağdaşları bu problemleri, kolay kolay çözülemediği ve anlaşılamadığı için bulmaca olarak görüyorlardı. Bu konuda anlatılanlardan bir tanesi şöyledir: Kadının biri gelip kardeşinin öldüğünü ve altı yüz dinarlık bir miras bıraktığı ve bu mirastan kendisine sadece bir dinarı miras olarak verdiklerini şikayet etti. Bunun üzerine Ali şöyle dedi: Demek ki; onun bir karısı, iki kızı, annesi, on iki kardeşi ve sen varsınız. Gerçekten de öyleydi.
Günün birinde Kufe'de minber üzerinde konuşurken birisi kalkıp şunu sordu: Birisi öldü. Bir karısı, iki kızı, babası ile annesi var. Miras durumu nedir? Bunun üzerine Ali hemen şunu söyledi: Onun sekizde biri dokuzda bir oldu. Ondan sonra da bu hüküm sürekli olarak minber hükmü olarak adlandırıldı, çünkü bu hükmü minber üzerindeyken verdi.
Hikmet, etkin bir görüş, geniş bir bilgelik, güçlü bir duygu, toparlayıp çıkarsama gücü ve bütün bunları gerektiren yoğun bir çaba olduğu gibi Hz. Ali'nin eseridir. Bu konudaki deneyimi; milletleri, bilgeleri ve tarihin büyük düşünürleri arasında yüce bir yere oturtacak bir deneyimdir. Olaylardan teori üretip bunu güzel söz olarak ortaya koyma konusundaki Ali'nin benzerleri çok azdır. Birinci derecedeki kaynağı Muhammed Bin Abdullah ve Ali Bin Ebi Talip olan bu yüce hikmet, İslam kültürünün yönetilmesinde ve insani biçime sokulmasında büyük öneme sahiptir.
İmam, felsefi görüşünü yaşam, evren, insan topluluğu ile tevhit, ilahiyat ve doğaüstü sorunlar üzerinde yoğunlaştırdı. Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi Söz söyleme sanatı ve İslami ilahiyat felsefesinin kurucusudur. Ondan sonra gelen bütün düşünce ve hikmet sahipleri onun asaletini ve bilgeliğini kabul edip onu izleyip hikmetlerini açıklamaya çalıştılar. Milletlerin birinci sıradaki bilgeleri arasında oturmasını sağlayan birçok hikmet büyük kitabı 'Nahj El Balağa'da (Olgunluk Çizgisi) mevcuttur. Peygamber, ümmetimin alimleri İsrail'in peygamberleri gibidir, derken bizzat Ali'yi kastetmiyor muydu?
Hz. ALİ VE İNSAN HAKLARI ÖZGÜRLÜK YOLUNUN YOLCUSU
-Allah seni özgür yaratmışken başkasının kölesi olma!
-Sakın ha, insanların eşit olduğu şeyi tekelleştirmeye kalkışma.
-Affedilmeyecek günah, insanların birbirine olan zulmüdür.
-Mazlumu zaliminden kurtaracağım.
-En kötü düşmanlık insanlara yönelendir.
-Her insan senin gibi yaratılışa sahiptir.
-Kendin için sevdiğin bir şeyin başkası için de olmasını iste kendin için sevmediğin bir şeyi de başkası için isteme.
-Çobanların en kötüsü sürüsünde kötüleri barındırandır.
-Kötü yaratılışlının liderliği olamaz.
-Zararından emin olduğuna kardeş olmaya çalış.
ZOR DENEYİM
-Vallahi görmeden önce hakkı kabul ederim.
-Sorunumuz zordur, sözümüz; temiz bir gönül ve sağlıklı bir ümit demektir
Ali
Öyle bir sesleniş seslendi ki, kulaklarını sağır edip yapılarını darmadağın etti, damlarını başlarına yıktı, sakındıkları duvarlarını yıktı ama, zayıf ve mazlumların gönlünde, serinlik, sağlık ve bol bereket getirdi.
Ali Bin Ebi Talip'in insan hakları ve toplum amaçları konusunda köklü, dallanıp budaklanmış görüş ve kuramı vardır. Çağdaş sosyal bilimlerin, bu görüşlerin ve kuramın büyük bir bölümünü onaylamaktan başka yolu yoktu. Sosyal bilimler, konusu hangi biçime girer, ya da hangi isim altında anılırsa anılsın neden ve sonucu itibariyle birdir. Bu da, toplum üzerindeki despotizm ve baskıları kaldırmaktır. Daha sonra da, insanın insan olarak onurunu ve yaşam haklarını koruyacak daha sağlıklı temellere oturmuş bir toplum kurmaktır. Bunun da ekseni, yararlı bir çerçevede hareket ve söz özgürlüğüdür. Bu bilimlerin, şu ya da bu şekilde oluşmasını birinci derecede etkileyen belirli yer ve zaman koşullarıdır.
Bu realite ışığında geçmişe bir göz atarsak; geçmiş her zaman, içerisinde despotizm, mutlakıyet, toplum hak ve özgürlüklerini hiçe sayanlarla adalet ve istişareye dayanan, genel hakları ve özgürlükleri koruyan bir yönetim istemi arasında zorlu bir savaşımın devam ettiğini görebiliriz. Mazlumların geçmiş olumlu devrimlerinin hepsi de, ezilenlerin ve düşünürlerin sosyal zulmü yok edip yerine mantığı ve önemi açısından toplumun gelişim seviyesine uyan yeni kurallar koymaya çalışan ayaklanmalardan başka bir şey değildir.
Ali Bin Ebi Talip insan hakları konusunda önemli bir şana sahipti. Bu konudaki görüşleri de, o günkü İslamiyet ile birçok yönden bağlantılıdır. Hepsi, despotizmi yok edip sınıfsal ayrılıkları kaldırma ekseninde dolanıyordu. Ali Bin Ebi Talip'in toplum sorunları karşısındaki tutumunu bilen herkes, onun despot ve zalimlaerin boynuna dayanmış bir kılıç olduğunu bilir. Görüşüyle, edebiyatıyla, hükümetiyle, politikasıyla genel hakları çiğneyenlere, toplumu ve çıkarlarını hiçe sayarak mazlumların sırtından şan sahibi olmaya çalışanlara karşı tutumuyla sosyal adaleti kurmaya çalıştığını bilir.
İmamın güçlü zihninde, zenginin ve fakirin eşit olacağı yoksul ve zayıfın aydınlanacağı, sınıflar arası büyük farkları kaldırmaya götürecek topluluk hakları temelindeki sosyal adalet düşüncesi olgunlaşmıştı. Adalet savaşımındaki sesinin sonsuz bir yankısı vardı. Silahı çok etkin olup insan değerlerinin korunmasındaki savunması hiçbir tavize yer vermeyecek şekilde güçlü ve sonsuzdu. Yönetimiyle insanlık çağının o dönemindeki insan haklarına sahip elindeki bütün araçlarla özünü oluşturmaya çalışan bilinçli yöneticinin en iyi örneğini oluşturuyordu. İmamın zihninde, çağının toplumsal realitesi ve içinde bulunulan toplumsal baskılar (diğer eşyalarda olduğu gibi) çok iyi belirginleşmişti. Ayrıca, bu realitenin hangi boyuta kadar uzanabileceği ve zamanın nereye kadar gelişmesine izin verdiği çok netti. İmamın iradesini (kapsadığı bütün iyiliklerle birlikte) bu gelişimi gerçekleştirmekten daha fazla meşgul eden bir şey yoktu. Hiçbir değişken bu iradeyi bu çabadan alıkoyamamıştı. Hiçbir komplo da, içindeki uygulama ve yaratma gücünü durduramamıştı. Görüşündeki sarsılmayan hakkaniyet, haksızlık ve bunların tezleri üzerinde bir haksızlığa son verip adaleti gerçekleştirmek imamın en sevdiği şeydir. Düşünce ve duygudaki sadakati, uygulamada bunlara olan bağlılığı, genel sorunlarda, herhangi bir konu üzerinde yanlış bir düşüncenin yansıması, özellikle de egemenlerin, güçlülerin, işbirlikçilerinin kitlelere ve özel olarak zayıflara eziyetleri ve düşmanların, taraftarlarının keyfi olarak hakkın egemenliğine tecavüzleri geri çekilmesini engellemişti. Bu da insanın onurlu ve refah içerisinde yaşamasının doğal hakkı olarak insanları ikiye bölmüyor, iki değişik perde bırakıyor: Biri acılı siyah, diğeri mutlu ve beyazdır.
Yüce dehasının ışığı sayesinde, maddi açıdan sınıfları izlemenin düşünsel açıdan dogmatizmin olumsuz sonuçlarına, nefis olarak kurnazlığa, yönetim ve ilişkilerde zorbalığa, hınca ve arın ortadan kalkmasına götürecek yoldan başka bir şey olmadığını kavramıştı. Daha sonra bu durumun, bu hırslı ve doymaz kesimde hiçbir şeyi umursamayan servet ve mevki arzusu sonucunda bozguna, diğer, çabalarının boşuna gittiğini gören kesimde ise. durumların bozulmasına, yaşamın önemsizleşmesine, insanın kötü görülmesine ve düşmanlıklara neden olacaktır. Her iki kesimde de sonuç itibariyle hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde toplumun tamamıyla yıkılmasına neden olan etkenlere yol açacaktır. Sanki toplumun bu iki kesimi, aralarında yeteneklerin, hakların ve kurbanların ezildiği dişlilerdir.
Osman'ın halifeliğinin son döneminde, elit aristokratlar özellikle de emevi olanlarının büyük bir çoğunluğu adalet ve hak eşitliği konusunda İslamiyet'in sünnetinden dışarı çıkmayı kural durumuna getirmişti. Kitlelere hakaret ediyor onları köleleştiriyor, yöneticiden korkuyu, terörü ve hatta yöneticinin önüne çıkmamayı yayıyorlardı. Kendilerine yarayacak olursa, haklarını hiçe saydıkları gibi kitlelerin kararını da hiçe sayıyorlardı. Rüşvet ve bunun gibi şeylerden hiç kaçınmazlardı. Ayrıca, ellerini kana bulayan, kamu haklarını çiğneyen, halifeliği krallığa, İslamiyet'in demokrasisini bireysel yönetimin keyfiyetine dönüştüren niyet ve çabalarını açığa vuran birçok davranışta bulunuyorlardı. Bunlar Hz. Ali'nin toplumsal adaletteki sertliği ile başkanlık, egemenlik ve mal konusundaki arzulan arasında kaldılar. Bununla da, arada sırada kazanç ve zenginlik sürprizlerini bekleyen kumarcılar durumundaydılar.
Bunlar, politik ve sosyal olarak putperestliği yeniden kurmak için bu aşırılıktaki haksız arzulan ve sosyal adaleti hiçe saymayı kural olarak önlerine koyarken Ali Bin Ebi Talip zorlu, çok zorlu ve etkenleri birbirine girmiş, buhran, kriz ve korkunç olaylardaki bir çağ içerisinde krizi idare edip içinden çıkmayı zorunlu kılan bir tutum dayatan bir deneyimle karşı karşıyaydı. Bu çok tehlikeli bir tutumdu. Hilafetin, İslam'ın ve ikisinin getirdiği insanlar arasındaki ahlaki fazilet ve sosyal adaletin kaderi büyük bir ölçüde bunun sonucunda belirlenecekti. Ayrıca bu tutum çok dikkatli izlenmeli, çünkü sahibinin kişiliğinin, genel haklara olan bağlılığındaki yeteneğinin, bireysel ve sosyal faziletlerin yayılması konusundaki azminin ve sabırdaki direncinin mihenk taşı olacaktır.
Bin Ebi Talip, zamanında peygamberin müsamaha, demokrasi ve adalet ruhunun yaygınlaştırılması ile gaddarlık, hakimiyet altında tutma ve tüccar ile elit kesimin mantığı arasındaki çarpışmada geçirdiği deneyime benzer bir deneyimle karşı karşıyaydı.
Bin Ebi Talip zorlu bir deneyimle karşı karşıyaydı. Ancak bu zorluk, anlamı ve şekli itibariyle dışarıdan bakan izleyiciler açısındandı. İmamın gönlü ve zihni açısından izlediği yoldan kıl payı dahi olsa ayrılmasına neden olacak bir zorluk değildi. Allah'ın Ali'ye vermiş olduğu güce sahip olan birisi adaletin, özgürlük ruhunun yaygınlaştırılması ve bu özgürlük adaleti koruyan ahlak faziletlerinin kökleşmesini engelleyen tembellik zorluğu dışındaki bütün zorluklan kolay karşılardı.
Ancak, Muhammed Bin Abdullah, Ebi Sufyan'm, Ebi Leheb'in, Hammalet-ül Hatab (odun taşıyıcısı), E-kilet-ül Ekbad ve Kureyş tüccarlarının kulaklarım sağır eden bir seslenişle seslendi. Öyle bir sesleniş seslendi ki, kulaklarım sağır edip yapılarını darmadağın etti, damlarını başlarına yıktı, sakındıkları duvarlarını yıktı, ama zayıf ve mazlumların gönlüne, serinlik, sağlık ve bol bereket getirdi: Amca, Allah bu sorunu belirginleştirecek ya da ben içinde helak oluncaya kadar bunu bırakabilmem için güneşi sağ elime, Ayı da sol elime verecek olsalar dahi vallahi vazgeçmem.
Muhammed Bin Abdullah'a şunu söylediklerinde: Şayet bu sorunu mal toplayabilmek için öne sürüyorsan, hepimizden daha varlıklı oluncaya kadar sana mal toplarız. Yok eğer aramızda onurlu olmak istiyorsan seni burada egemen kılarız, mülk (Krallık) istiyorsan seni kral yaparız cevap olarak şunu söyledi: Size getirdiklerimi, malınızı istemek, aranızda onurlu olmak, ya da krallık için getirmedim. Allah beni sizlere peygamber olarak gönderdi ve bana bir kitap indirdi. Size müjdeci ve sakındırıcı olmamı istedi. Tanrımın mesajlarını size bildirdim. Şayet kabul ederseniz hem dünyadaki, hem ahretteki şansın izdir. Yok beni reddederseniz, Allah'ın aramızda hüküm vermesini beklerim.
Ali Bin Ebi Talip’in Ebi Sufyan'ın oğlu, E-kilet-ül Ekbad, İbni Hakem, egemenlik tüccarları, aptallık ve çıkara boğulmuş ordularla hatta inanç ve yönelim konusundaki teslimiyetçilerle aralarındaki sorun nasıl çözüldü? O da öyle bir sesleniş seslendi ki, kulaklarım sağır edip yapılarını darmadağın etti, damlarını başlarına yıktı, sakındıkları duvarlarını yıktı ama, zayıf ve mazlumların, işkence çekenlerin gönlüne, serinlik, sağlık ve bol bereket getirdi: En küçüğünüz en yüceniz, en yüceniz de en adinizdir. Vallahi hiçbir yıldız diğeriyle barışmayacak olsa da zorbacı emir vermem. Allah şahit olsun ki, mazlumu zalime karşı koruyacağım, Zalimi de halkasından tutup istemese de hak yola getireceğim. Vallahi hakkı görmeden önce onu kabul edeceğim. Vallahi ölüme yaklaşsam ya da ölsem dahi bu konuda kararlıyım. (10)
Ali Bin Ebi Talip'e de, biz toplumun seçkiniyiz! dediklerinde cevap olarak şöyle dedi: Hakkını alıncaya kadar ezilmiş olan benim yanımda seçkindir. Güçlü olan da benim yanımda elinden başkasının hakkını alıncaya kadar zayıftır.
Ancak Ali Bin Ebi Talip sözünü nasıl eyleme dönüştürdü? Düşünceden somuta nasıl indirgeyebildi? İnsanlarla aralarındaki sorun nasıl çözüldü?
-İsa geniş bakışıyla yaşam devrimini Kudüs'teki başkanların başına, Şeytanın kuyruğunu oynatan uzun sakallarına yıktı ve yeryüzünün çizgileriyle, gaspçıları korkutan yıldırım gücüyle onları sert biçimde yere yıktı, dudaklarındaki ateşle onları yakarak hiddetli biçimde şöyle dedi: İki yüzlüler, yılanların çocukları, sizden rahmet istiyorum kurban değil, sizler sineği bile sağıyor, deveyi yutuyorsunuz. İşçilere ve ekin biçenlere zulüm ediyorsunuz. Dulların evlerini alıyorsunuz. Daha sonra da namazınızı kılıyorsunuz. İki yüzlüler, yılanların çocukları, Cumartesi insan için yaratıldı, insan Cumartesi için yaratılmadı.
-Az kalsa yoksulluk küfür olacaktı.
Muhammed
-Yoksulluk adam olarak önüme çıkacak olsa öldürürdüm.
Ali
-Evinde ekmek bulamayan birisinin nasıl olur da kılıcını insanlara karşı çekmediğine şaşırırım.
Ebu Zer.
Ali, ne gönlün, ne yüreğin, ne de vücudun herhangi bir bölümünü çalışır halde bırakmayacak bir gözle baktı. Bu görüş içerisinde, insanın evrene ve evrenin güzellikleriyle iç içe olma hayalleri yeryüzünde kalıcı biçimde bağlanan insan haklarının, ya da yaşamak ve bunun gerekleri uğruna birleşmiş, yardımlaşmış topluluk haklarının önüne geçmesini, engellemektedir.
Kişileri ve toplulukları, evrenin güzelliklerinin ve yaratılışın acabetinin beğenisine çağırırken, doğru biçimde en büyük berekete götürecek ekonomik yardımlaşmaya ve maddi kalkınmaya yönlendirmek için çağırıyordu: Düşünen, duygu sahibi ve senin üzerinde bir hakka sahip olan varlığının anlamını taşıyan bir vücut olarak insanın onurunun korunmasına davet ediyordu.
Kendisi, temiz vicdan, kutsal duygu ve samahkarlık için uğraşırken, aynı zamanda yapının temelini oluşturacak objektif yasalara sahip adil bir toplumu örgütlemeye çalışıyordu.
Ali'nin insanlığı yüceltme, vicdanı, gönlü ve yüreği eğitme, gelirleri düzenleyip kazançtaki ruhi yücelikleri egemen kılma konularındaki sadık niyeti (Ahlak yücelikleri ya da ruhi yücelikler diye adını verdiğimiz bu konulardaki arzusu) Halifeliğinden önce ve sonra belirli bir hareket noktasından başlayıp sağlıklı bir sosyal ve ahlakı kurmaya götürdü. Buradan da şunu söylemeye çalışıyorum: Amacı onurlu, ahlakın zirvesinde görmek istediği bu insana ekmeği, giyimi, suyu ve barınağı temin etmekti, ya da ruhi saflığa çağırdığı insana yaşam gereçlerini temin etmekti.
Herhangi bir işte çalışan işçi, varlığın güzelliklerini, ahlakın yüceliklerini ve yaşamın önemini göremez. Gönül ve vicdandaki onurlu insanlığın anlamlarını geliştiremez. Çünkü herhangi bir işte, harcadığı emeğin karşılığını bile almadan, zengin, kötü ahlak ve arzulara sahip bir tekelci tarafından ücreti verilmeden çalışır.
Kendini üzerine emir olarak atayan, onun aç kaldığı yerde doyan, zorunlu geçim ihtiyacını alamadığı yerde zenginleşen" Yüce"nin ya da ona hizmet için gelmiş fakat çalıp çarpan, hesapsız biçimde istediğini öldürüp istediğini dirilten yöneticinin acılı kırbaçları altında ezilen vatandaş, varlığın güzelliklerini, ahlakın yüceliklerini ve yaşamın önemini göremez. Gönül ve vicdandaki onurlu insanlığın anlamlarını geliştiremez.
Çalışan vatandaşların ekmeği bulamadığı sürece, ekmeği bile çok gören ve özünde haddinden fazla müsrif olan emirine ödeyemediği bir dirhem yüzünden polisin evine girip hakaret ettiği ya da beğenmediği bir sözü söylediğinden dolayı dayak attığı, malını ve çocuklarının ekmeğini çalıp bir valinin ya da bir sultanın veyahut bir kralın malına kattığı bir Arap ya da Fars, varlığın güzelliklerini, ahlakın yüceliklerini ve yaşamın önemini göremez. Gönül ve vicdandaki onurlu insanlığın anlamlarını geliştiremez.
Yoksulluk sonucunda her iyiliği elinden giden, gereksinim sonucunda da içindeki her türlü duygu ve rahatlığı kaybeden birisinin doğruluğu temel alması, iyiliği öne çıkarması ve yüceliğin onurunu yaşaması, içindeki başkasına olan imrentiyi, hüznü, iyilik yasalarını çiğneme duygusunu çıkarıp atamaz.
Midesinin açlık zilleri çalan ve bunun sonucunda içinde yaşamın canlılığı bulunmayan, ruhundaki iman ateşi sönen, içindeki sevgi derin bir kine; güven duygusu ve ruh temizliği de karanlık kuşkulara ve korkunç üzüntülere dönüşmüş bulunan birisinin yaşamın güzelliklerine, yaratılışın adaletine inanması, kardeşine iyiliği tavsiye etmesi ve yakınını sevmesi mümkün değildir.
Gereksinim ve yoksullukla sıkı bir bağlantıya sahip olan aşağılık, bağlılık (Tabiiyet), kişiliğin kaybolması duyguları içerisinde olan birisinin sevgi besleyip bu sevgiyi yüceltmesi mümkün değildir. Ekmeğe muhtaç olanın fazilet vermesi mümkün değildir. Bütün sınıflar için ekmek barışın temel aracıdır. Aynı zamanda istikrar ve düzenin özüdür. İnsanı düşünmeye, duymaya, insanlarla doğru temeller üzerinde ilişki kurmaya hazırlayan temel araçtır. Gereksinimin karşılanması, yoksulluk, baskı sonucunda halkın içine düştüğü çukurdan, toprağa, ülkelerine, kendilerine yararlı; erdemli işe olan yabancılıklarından kurtulmaları için, üzerine çıkacakları merdiven durumundadır.
* * *
Münafıklar her mekan ve zamanda insanların objektif durumu, onları yalancı çıkarmasına karşın fazlasıyla yalan söylüyorlar. Doğan güneş, parlayan ay, suyun saflığı ve yeryüzündeki bütün bitkiler onları yalancı çıkarmasına rağmen yalan söylüyorlar. Yaşamın iradesinin bizzat onları yalancı çıkarmasına rağmen yine yalan söylüyorlar.
Yalan söylüyorlar, çünkü insanlar arasındaki barış aracının, burada bir yoksulluğun öte tarafta ise bir zenginliğin varlığıyla olduğu gibi kalarak olabileceğini söylüyorlar. Varlıklı olan kendi çocuklarını fazlasıyla seven yaşamın bu sevgi için geliştiğini ve evlatlarından bunun için gelişmelerini istediğini söyleyecek, bu çerçevede de kendinden ve insanlardan bu şekilde gelişmelerini isteyecek. İddiasına göre de bu gelişim uğruna yoksul kaybetmiş olduğu bir hakkı istememeli ve kendi çocuklarının ağzından kesilip zenginlerin sofralarına atılan ekmek için ayağa kalkmamalıdır.
Bu aç insan, kaybedilmiş hakkını isteyecek olursa, çocuklarının ağzından kesilen ekmek için ayağa kalkacak olursa, en büyük günahı işlemiş olur, terörü kışkırtıp güvenliği ihlal etmiş olur ve güven içerisinde olanların, onun ekmeği üzerinde rahat oturanların huzurunu kaçırmış olur.
Münafıkların, zenginliklerini ve "güvenliklerini" diğer bir yandan da aç kalan kitlelerin köleleştirilmesini koruma yöntemleri çok acayiptir. Münafıkların her çağda, çağın özellikleri ve mantığı tarafından yaratılan yolları vardır. Orta ve geçmiş çağlardaki bu yolların en belirgini de, din konularındaki tefsir ve yorumlarda kendilerine doğru yonttuklarıdır. Bununla münafıklarla Grek'lerdeki ve Romalılardaki çıkar sahipleri eşit duruma gelmektedirler. Budizm, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet'te de aynı durum vardır. Münafıkların kullanımına en uygun olan da, iddia ettikleri gibi peygamberlerinin dünyada yoksulluğa, yaşamda tasarrufa davet etmesi yoksullukla yetinerek her türlü hırstan vazgeçmeye çağırmasıdır.
Bunu iddia edip kitleleri buna çağırıyorlar, yeryüzündeki bütün zenginlikleri de insanlardan uzak tutarak kendileri rahat biçimde faydalanıyorlar. Bu iddia ve davet karşısında, mutlaka doğru ve hak olarak gördüğümüzü açıklamalıyız ki, Ali Bin Ebi Talip'in politikasını üzerine kurduğu ve kuramım oluşturduğu temeli kavrayabilelim.
* * *
Yaşamın kurtarıcısı yüce Buda'nın, yoksul, kanaatkar nefsi hiçbir zaman ne rahat ne de incelik istemiştir. Eline geçen en az yiyecek, içecek, giyecek ve yaşamın diğer gereçleriyle yetinmiştir. Çin'in peygamberi ve hekimi olan Konfüçyüs'ün, özel yaşamında sadeliği egemen kılıp kendisini seven ve mesajını takdir edenlerin katlarca fazlasıyla yetinmedikleriyle yetinirdi.
Socrates'in ne yaz ne de kış abasını değiştirmediği doğrudur. Çıplak ayaklarını taş ve topraktan sakınmazdı. Çıplak başını ve omuzlarını doğanının ne sıcağından ne de soğuğundan sakınırdı. Yaşamı boyunca ne ince yaşamı ne de rahat oturumu istemiş olup uzun günler boyunca açlık ve susuzluğa karşı koymuştur.
Mesih (doğru olarak Hz. Ali'nin anlattığına göre,) taş üstünde yatar kalın giyinir ve tahta yerdi. Katığı açlık gecesini aydınlatan da aydır. Kıştan sakındıran da yeryüzünün doğusu ve batışıdır Yeryüzünün hayvanlar için ürettikleri de onun meyvesi ve reyhanıdır. (Kokulu bir bitki Ç.N.) Ne onu kendinden alacak bir eşi ne de üzülecek çocuğu ya da dikkatini çekecek malı veyahut onu küçük düşürecek açgözlülüğü vardır. Onun tek bineği ayakları ve tek hizmetçisi elleridir.
Muhammed'in dünya malının ondan alıkonduğu, zenginliklerinin de başkası için kolaylaştığı, nimetlerinden kesildiği, güzelliklerinden uzaklaştığı doğrudur. Yoksul olarak, tutumlu biçimde yiyeceğin sadesini ve doymadan yerdi. Ebi Zer El Gufari'nin dediği gibi hiçbir zaman iki çeşit yemekle karnını doyurmadan bu dünyadan göçtü. Hurmadan doyacak olsaydı, ekmekten doymazdı. Evinde yemek pişirmek ya da ekmek yapmak için aylarca ateş yakmadığı olurdu.
Ali Bin Ebi Talip'in yaşamında eski elbisesi, arpa ekmeğinden olan ekmeğiyle ve konut olarak sarayların dışında yoksullara özgü konutuyla yetindiği doğrudur. Az ile yetinmesi ve yoksullukla ilgili bilinen tarafları sayılmayacak kadar çok olup delil gerektirmeyecek kadar açıktır. Bu kitabın bazı bölümlerinde bu konuda söylediklerimiz yeterlidir.
Dostu Ebi Zer Al Gufari'nin de arpadan yapılmış çoluk, çocuğuyla yediği kuru ekmekle yetindiği, bu durumunda kanaatkar olup memnun olduğu doğrudur.
* * *
Bütün bunlar doğrudur!
Ancak mutlak biçimde doğru olan bir başka sorun vardır. Bu sorun da; Bütün bunların mesaj sahibi olması ve bu mesajın bizzat içerisinde doyum ve yaşam maddesinin bulunmasıdır. Onların tahammül ettiğine başkaları tahammül edemez, kaldırdığını başkaları kaldıramaz, onların gönüllerinde başkası ile kıyaslanamayacak şekilde parlayıp çevrelerini özel biçimde rahat kılan ışıltılar, başkasının gönlünde parıldayamaz. Ayrıca yemek, giyim ve yatacak konusunu düşünmekten alıkoyan, toplumların durumlarım önemseme konumları vardır.
Buna ek olarak, fiziki açıdan başkasının vücudunda bulunması şart olmayan bir güce sahiptirler. Örneğin: Buda, anlatanlara göre yaşadığı zamanda Hintliler arasındaki en güçlü kişiydi. Socrates de, Grek'ler içerisindeki en şiddetli, en korkunç ve savaşta en sert savaşçıydı. Ali Bin Ebi Talip de bildiğimiz gibi fiziki olarak çok güçlüydü. Bu sadeliği seçenler fiziki olarak güçlü olsalar da olmasalar da, bu konu ile ilgili çok daha tehlikeli bir durum söz konusudur: Bu insanların yaşamlarını inceleyenler, ilk etapta bunların devrimci olduklarını kavrarlar. Devrimlerinin amaçları da toplumlarının durumlarından ortaya çıkmıştır. Savaşım yöntemleri ise, yaşadıkları zaman, mekan, etraflarındaki insanlar ve dünya ile sınırlıdır. Bunların içerisinde Socrates, Mesih ve Ali Bin Ebi Talip gibi kendi devrimleri esnasında ölenler olduğu gibi saldırganlar tarafından ele geçirilemeyen Buda ve Muhammed vardır.
Devrimciler de yaşamlarında rahat edemeyen bir topluluktur. Çünkü devrim onlara rahat yaşama fırsatını tanımaz. Rahat yaşamanın koşullarından birisi olan istikran da yaşatmaz Ayrıca anti devrimci muhafazakarların saldırıları ilk etapta devrimin sahibine yöneliktir. Zaferi elde edinceye kadar aranır durumdadır. Başarmcaya kadarda ezilmiş olarak kalır. Ezilmiş ve aranır durumdaki devrimcinin devrim olan amacına varmadan ya da bu amacından vazgeçmeden rahat yaşaması ve dünyanın nimetlerini istemesi mümkün değildir. Devrimci peygamberlerin yoksulluğu ve dünyadan uzak kalması buradan kaynaklanmaktadır.
Her halükarda, isteyerek seçtikleri yaşam biçimi ve yeterliliği konusuyla özgürdürler. Seçtikleri ve yetindikleri konusunu hiç kimsenin şu ya da bu biçimde tartışmaya hakkı yoktur. Kendi istekleriyle bunu seçtiler hiç kimse tarafından buna zorlanmamışlardır. Son olarak bunların yoksulluğa çağırdıkları güzel sözlere bakmak gerekir:
Bu peygamberlerin ve bunlar gibi olanların tarihte yapıcı olduklarını, ancak zamanlarının savaşım ve devrim yöntemleri çerçevesinde de devrimci olduklarını söylemiştik.
Kuşkusuz devrim, şeklini sözlerinden, içinde bulunduğu çağın tarih aşamasındaki gereksinimlere göre olan talimatlarıyla bir öze sahip olsa da, yalnızca devrim sahibinden oluşmaz. Tam tersi kendini adayıp uğruna savaşan çok sayıda insana ihtiyacı vardır. Sorun böyle olduğuna göre, devrimin başarısı için kendini adayanların koşulları devrim sahibinin koşullarıyla birleşir, durumları da birbirlerine benzer. Yaşamın zenginliklerinden yararlanmamalarının ve aza kanaat etmelerinin ana gerekçesi budur. Devrimci mesaj sahibinin diliyle kendi çabalarını devrimin zaferine dönüştürebilmek ve savaşım olanaklarını arttırabilmek için azla yetinmeye davet etmelerinin de gerekçesi budur.
Yoksulluk ve kanaat konusundaki mesaj sahiplerinin bu sözleri, görüldüğü gibi belirli bir zaman ve mekandaki belirli kişilere bağlı istisnai bir durumun çözümünden başka birşey değildir. Geçici bir çare bulma yöntemi olup yaşamdan çekilme ve sürekli yoksulluk için daimi bir davet değildir. Şuradaki bir yoksulluğun güzelleştirilip oradaki bir zenginliğin arttırılması amacıyla da değildir.
Mesaj sahipleri yoksulluklarını insanların uyacağı bir kural durumuna getirmediler. Yaşamın en basit araçları ile yetinmelerini herkesin izleyeceği bir çizgi durumuna da getirmediler. Sorun böyle olsaydı (ki, böyle değildir) devrimlerinin bir amacı olmazdı. Eşraf kesimi, yığılmış mal sahipleri, yöneticiler, zalimler ve fesatçılar da onlara düşman olmazdı.
Buda'nın, İsa'nın ya da Muhammed'in, yaşamını ve taraftarlarının yaşamını ya zafer ya da ölüm mevkiine koyarak, yiyen ile aç kalanın, zalim ile mazlumun, zengin ile yoksulun bulunduğu bir topluma karşı devrim yapıp bütün yapısını ve dayanaklarını yok ettikten sonra dönüp insanları daha önce varolan sınıfsal farkları kabullenmeye çağırması, zenginlere zenginliği, yoksullara yoksulluğu ve bütün insanlara daha önce içinde bulundukları durumları süslemeleri aklın alabileceği bir şey değildir.
Yoksulluğa, tutuma davet edip belki de kendilerinin yaratıp bu devrimcileri yükledikleri ibarelerin arkasında saklanan münafıkları utandıracak mesaj sahiplerinin talimatları ve yaşamları vardır. Adil bir toplumsal yaşam ve dürüst bir ahlak için kendilerinin yoksul kaldıklarını ama yoksulluğa davet etmedikleri, tutumlu kaldıkları ama hiçbir insanın yoksul olmadığı, zayıfın bulunmadığı, ne yiyen ne de yedirenin bulunduğu rahat bir yaşama istediklerini, destekleyen mesaj sahiplerinin talimatları ve yaşamları vardır.
* * *
Temiz ruh sahibi olan Buda incilinde insanların mutluluğu ve refahı için çağırıyor, yeryüzü çocuklarına ibadet eden bazılarının dediği gibi insanları yoksulluğa ve ihtiyaç cehennemine atılmaya çağırmıyor. Ayrıca insan kesitleri arasındaki ruhi sefillikten kendini sorumlu kıldığı gibi, maddi sefillikten de sorumlu tutuyor. Şöyle söylüyor: Diğerlerine yardım edin, dostlukla yüreklerinizi onlara açın.
İşte Konfüçyüs, şu güzel sözlerle sanki yoksulluğu ve tutuculuğu yaşamdan kovuyor ve şöyle diyor: İnsanın tutucu olmadan yoksul olması, bataklığa düşmeden zengin olmasından daha zordur. Bu yüce insan talimatlarının büyük bir bölümünü zengin olmak isteyenlere, yoksulluğu süslemeden, insanların yaşamın ekonomik yönüyle ilgilenmelerine ayırmıştır. Çağlar boyunca ölümsüz sözlerinden bir tanesi de, yeryüzündeki yaşamın maddi, manevi şartlar dahilinde mutluluğu garantileyecek her yönüyle ibadet olduğunu söyleyen şu sözüdür: Yaşamım ibadetimdir.
İşte Socrates, yönetimin koşulları içerisinde yöneticiyi kamu yararlarına bağlayan ve kamuyu soymaktan alıkoyan koşuldan daha değerlisini görmemektedir. Kendisi için uygun gördüğü yaşam araçlarını insanlar için yeterli görecek olsaydı kendisine istediği gibi onlara da tasarruf ve yoksulluğu isterdi. Böylesi bir şartı da öne sürmezdi. Kendisi, yasaları düzeltip politikayı yöneltip zulme ve zalimlere karşı koyarken önünde temel bir hedef vardı, o da: Halkın gereksinimlerini karşılamaktı. Ayrıca hak ve görevlerdeki eşitliği yönetimin özünde bulundurduğu gibi yöneticiye bunu koruma görevini yüklemektedir. Bir ülkenin çocukları arasında servet bakımından ayrıcalık yaratan bütün nedenlere karşı savaştı. Kamudan habersiz, servet biriktirenlere çok sert davranırdı. Meşhur diyaloglarını gözden geçiren herkes birinde yöneticilerin ve yönetime gelmek isteyenlerin çalışmalarını belirleyen çerçeve olarak halkın maddi refahı üzerinde ısrar etmesini görebilir. Bunlardan bir tanesi zamanında Atina'yı yönetmek için kendini hazırlayanlara sorduğu sorulardır. Genellikle de yöneticinin, şurada zenginliği bir diğer yerde yoksulluğu egemen kılmaya genel yasalar temelinde servetin kaynaklan ve çıkarılıp halkın evlatlarına dağıtımı konusunda bilmesi gerekenler üzerinedir.
İşte en büyük devrimci İsa; şöyle diyor: insan yalnızca ekmekle yaşayamaz. Bu sözünde ekmeği yücelttiğine ve gereksinimin karşılanıp yaşamın idamesinin sağlanmasının her şeyin özü ve kökü olduğuna dair açık bir delil mevcuttur.
İsa'nın bu sözüyle anlatmaya çalıştığı ekmeği insanlardan alıkoyup kendilerine etrafındakilere ve çıkarı ya da çıkarları bulunan insanlara sağlamak isteyen ibadet tüccarlarının ve kahinlerin gökyüzü pederini yüceltmek için!., söylediklerinden çok farklıdır.
Kendileri bu sözü insanları ekmek uğruna çalışmaktan uzaklaştıracak münafıkça ya da dünyanın fani olması, gerçek rahatlığın ahirette olması itibarıyla onları çalışıp yememeye iten bir şekilde yorumlarken sözden de açıkça anlaşılacağı gibi ekmeği temel almaktadır. Daha sonra da ekmeğin yalnız başına yaşımın her şeyi olmadığına dikkat çekmektedir. Böylece de ekmeği elde ettikten sonra ruh sefasına ve yürek sadeliğine kendini ayırman gerekir.
İsa'nın, bütün insanlara bolluğu sağlama doğrultusunda bir iradesi nasıl olmaz da, kendisi tekrarlanmasını istediği namazda ekmeği dilemekten daha yüce bir şey görmüyordu. Şöyle diyor: Gökyüzündeki pederimiz... bize yetecek ekmek ver!
İsa'nın mesajı büyük bölümüyle, zalim, soyguncu, yoksulun sırtında rahatlayıp kurdun ağacın özsuyunu emerek yaşadığı gibi yoksulun emeğiyle yaşayan ikiyüzlü kahinlere, yöneticilere ve tüccarlara karşı, yok edici bir devrim niteliğindeydi. Bu büyük devrimci, Romalıların ülkemize zorla ve terörize ederek yaşattıkları en zor sömürgecilik döneminde Kudüs'ün eşraflarını, münafıklarını, kahinlerini, Çarların takipçisi olan zenginlerini, bunlar ve bunun gibi geniş kesimleri nitelendirirken söylediği bu cesur sözünde bütün insanlara ekmeğin, suyun ve giyimin sağlanmasından başka bir şey istemiyordu:
Taşınması çok güç ve ağır yükleri hazırlayıp insanların omzuna yıkarken kendileri parmaklarını bile kıpırdatmak istemiyorlar. Yaptıkları her şey insanların dikkatini çekmek içindir. Başlarındaki örtüleri büyütüyorlar, elbiselerini yüceltiyorlar, davetlerde birinci dayanağın, meclislerde birinci yerin kendilerine ayrılmasını bekliyorlar ve herkesin kendilerine efendim, efendim demesini istiyorlar.
İsa, bu münafıkların namazını kabul etmiyor, çünkü insanların emeğini yiyorlar ve ekmek haklarını alıkoyuyorlar. Şöyle diyor: Dulların evlerini yediğinizden dolayı sizi ikiyüzlü çizerler namazınızı uzatsanız dahi en şiddetli acılar sizin olsun.
İsa'nın içindeki dulların evleri, aç ve muhtaç insanları içinde barındıran evlerden başkası değildir. Aç olanların ekmeğini yemeyecek, susuz olanların suyunu içmeyecek insanların emeğini sömürmeyecek ve kendilerinin olmayan ülkeleri sömürmek için Roma'dan yemeyecek insanlara yer açmak için Roma imparatorluğuna, ordularıyla, yasalarıyla ve sömürgeciliğinin zorbalığıyla karşı koyduğu gibi Kudüs'ün din adamlarına, eşraflarına, emirlerine, bütün gelenek ve göreneklerine zayıf vücuduyla canlı yaşam devrimine olan bakışıyla, zorbalara karşı şiddetlenen ve daha dili aracılığıyla onları ateşine atan zayıf yüzünün çizgilerindeki kasırgayla karşı koyan büyük devrimcinin dilinde yoksulluk ve gereksinim sürekli bir lanet durumundaydı.
Kendini ve insanoğlunu, insan yaşamını yüceltmeye davet eden, ibadet tüccarları tarafından iradesini kendi çıkarları olan insanları yoksullaştırma uğruna tahrif edilen yüce devrimci, şu ebedi ve yok edici laneti sömürücülere, zenginlere, açın lokmasını ve üretenin emeğini hile ile alanlara dulların evlerini yiyenlere, işçi ve ekincilere zulüm edenlerin üzerine bırakan kendisidir. Uzun, ucuyla şeytanın kuyruğunu oynatan sakallarına bakarak, dinarın bir örneği olan vicdanlarının adiliğine ve alışageldikleri kutsama ve yüceltmeyle içlerindeki her türlü rezilliğe tanıklık eden yüzlerine (içindeki sevgi gücüyle) iyice bakarak hiddetli ve sert şu sözlerle onları titretti:
Yılanların çocukları!
Kendini ve insanoğlunu, insan yaşamını yüceltmeye davet eden yüce devrimci, toplumda kutsal emir ve tapınan vecibe mahiyetinde olsa dahi insana hizmet etmeyen her şeyi aşağıladı. Onların reddettikleri şeyleri alıp onu kınamak ve hilekarlıklarını onun sadakatinden, çirkefliklerini onun yüceliğinden kurtarmak için büyük din adamı başkanlığında bir Yahudi heyet kendisinin yanına gelip onu sınamak istediğinde Cumartesi günü için onunla tartışırken komplo karşısında şiddetli biçimde sertleşen bir bakışla onlara bakarak yüce başkanlarına şunları söyledi:
Seni ikiyüzlü!
Yüce başkan şok oldu... Süslü elbiselerdeki kahince kutsanan cesediyle irkildi... Devrimci İsa, hilekarlık elbisesinden soyutlamak için kahinlerin başkanının kutsallığına yeniden baktı:
İki yüzlü!.. Cumartesi insan için yaratıldı, İnsan Cumartesi için olmadı!...
İşte bizzat ibadetin kendisi ve diğer bütün vecibeler (İsa'nın gözünde) insana hizmet için yaratılmıştır. İnsana verebilecek ilk hizmette ekmek bulabilmesi için önünü açmaktır.
Kendine bu yüce lakabı İnsanın oğlu lakabını seçen İsa, ekmek uğruna emeği kutsamış ve yaşam aracının işletilmesini her dinin temeli ve her ibadetin şekli kılmıştır. Nefisteki gerçek imanı sınamak isterken, (ki kendisi ilk etapta insana inanmaktadır) şu sözü söyleyen kendisi değil mi: Açtım beni doyurdunuz, susuzdum bana su verdiniz, yabancıydım beni barındırdınız vs.
Bunu söyledi ama şu şekilde söylemedi: Ben namaz kılıyordum siz de benimle kıldınız!
İsa’nın bu alandaki devrimi burada sayılacak olmaktan çok daha geniştir. Açların lokmasına komplo yapanları kınayan sözleri ve vücutlarına yönelen kırbaçları aynı şekilde yoksulları ve mazlumları, onları soyanlara, haklarını ellerinden alanlara ve ülkelerim sömürgeleştirenlere karşı hareketlenmeleri için olan sözleri dört incili doldurmaktadır.
En sonunda, Yahudi din adamlarım Romalıları, İsa'yı yargılamaya ve daha sonra öldürmeye iten büyük suçlama; ezilenlerin, mazlumların, kölelerin açlık, susuzluk, gereksinim, dağılmışlık ile kölelikten oluşan korkunç ve sefil ortamda batmakta olan herkesin yüreğine tohumunu attığı güçlü devrimdir. Bu büyük suçlama; Çara cizye vermemesi için halkı kışkırtmak değil midir.
İsa, Çar'a cizye vermeyi neden halka yasakladı? Çarın ve Emirlerinin, insanların üstünde olanların açın boğazından, gereksinim içerisindeki evden ve yetimin avucundan çaldıkları ekmeği elde etmek için değil midir? Ayrıca, Kudüs'ün din adamları Çarın temsilcileri önünde şu söyledikleriyle büyük Çar'ın (ve küçük Çarların) insanları soyup maddi zenginliklerini tekelleştirme yöntemlerini koruma zorunluluğuna sığınmamışlar mıydı: Öldürmezsen Çarı sevmiyorsun demektir!
İsa, içinde yöneticinin ve yönetilenin, yiyenin ve yedirenin bulunduğu geniş bir toplulukta durup onlara seslenerek şu ölümsüz kelimeleri söylemedi mi: Bir mum yakılıp kapak altında saklanmasın, minarenin üstünde evdeki herkesi aydınlatacak şekilde konsun.
Ev, her şeyiyle bütün dünyadır. Evdeki herkes de, insanlığın hepsidir. Şurada aydınlatıp diğer yerde aydınlatmayan ışığın parçalanıp yerine her köşeye ışık ve ısı yayacak bir ışık yakmalıdır. Daha sonra insanlığın bütün sınıflarına onurlu yaşam hakkını sağlamak isteyen bu devrimci, bilgeli iradeyi tahrif eden ve (kendi kutsal varlıklarına yeryüzü zenginliklerini ayırıp bol yeryüzü cennetlerinde yerleşmek için) insanlara basitliği, yoksulluğu ve tasarrufu süsleyenler bizzat kendisinin adlandırdığı gibi yılanın çocukları değil midir!...
İşte İsa'nın kardeşi Muhammed, yiyen ve yediren, çalan ve çaldıran, aşağılanan ve yüceltilen ile insanlar arasındaki ayırımı temel ve kural olarak bırakmaya ve yoksul kesimleri yoksullukla ezmeye çalışanların bol bulunduğu bir topluma, karşı devrim bayrağını açıp kendi dilinden Kuran ile insanlara seslenerek şöyle diyor:
Her tarafında yürüyüp rızkından yiyin yaşam aracından yararlanmayı emrediyor. Bu da yeryüzü rızkından yemektir. Ne şu kesimi diğerinden ayırıp diğerine özgü, ne de şu toplumu diğerinden ayırıp ona özgü kılmıyor. Bir başka yerde şöyle diyor: İnsan yemeğine baksın, suyu döktük, yeryüzünü yardık içinden tohum, üzüm, zeytin, hurma çıkardık, bol ağaçlı bahçeler, meyveler ve kurusuyla, yeşiliyle bitkiler verdik.
Kendisi ise şöyle diyor: İnsanlar üç şeyde ortaktır: Su, Bitki ve Ateş. Çalışanı da takdir edip ona onurlu yaşamı sağlama emrini veriyor. Yeryüzünde hiçbir yoksul ya da gereksinim sahibinin bulunmamasını istiyor. Ganimet geldiği zaman önce dostları arasında paylaştırırdı ve kızı Fatma'ya sürekli olarak: Önce insanlar yeterince alsın! (11) ricasında bulunurdu.
Muhammed'in yoksulluk ve zenginlik konusundaki tutumu üzerine sözü fazla uzatmayacağım. Sonraki bölümde İslamiyet'te, sahibini gereksinim sahibi, yoksulluk ve açlıktan kurtaracak, üretken çalışmaya olan insan daveti üzerine geniş açıklama vardır. Hatta Muhammed'in İslamiyet'inde, İsa'nın Hıristiyanlığında olduğu gibi üretken çalışmayı her türlü oruç ve namazdan daha üstün kılmaktadır. Yoksulluğu kabullenmeyen ve gereksimi süslemeyen Muhammed şöyle diyor: Yoksulluk küfür olacak türdendir. Gelecek bölümde toplumsal yapının birçok sırrına vakıf olan Muhammed'in dahiliğini, yaşama üretken çalışma ve zenginliklerden yararlanma temelinde iyi gözle bakılması gerektiği davetini açıklayacağız.
İşte, yoksul, miskin ve tutumlu Ebu Zer Al Gufari (kendi kendine seçtiği yaşam biçimi konusunda hiçbir şey söylemeye hakkımız yoktur) yoksulluğa karşı büyük bir savaş açmaktadır. Toplumsal haklan iyilikle savunmakla şehit olur.Yoksulluk ve yoksullaştırma felsefesine karşı açmış olduğu bu savaştaki en iyi sözlerinden:Yoksulluk bir yere varacak olursa küfür (her değeri, her ahlakı ve her ibadeti reddeden küfür.) Ona: Beni de beraberinde götür! Ayrıca şu söz vardır: Evinde ekmeği bulunmayan birisinin nasıl olurda insanlara karşı kılıcını çekmediğine şaşarım.
Yoksulluk, miskinlik ve tutumu seçip insanlara nasihati ve öğreticiliği temel alanlar arasından büyük bir kesim, insanların miskin, tutumlu içerisinde yaşayıp yeryüzü zenginliklerini soygunculara bırakmalarını istemediler.
Bunları çoğu zaman hatta İbrani seferlerinde ve zorba egemen tanrıları At dahi İsa'nın ve Muhammed'in tanrısına benzer. Onların yanında Allah sevgidir, rahman ve rahimdir.
İbranilerin tanrısının genellikle zorbalığına ve şiddetine rağmen eski çağ peygamberlerinin yoksulun ekmeğini yiyene ve miskinleşip tutumlu olup kendilerinin üstünde efendi olarak atayanlara karşı sessiz kalan yoksula karşı intikam kılıcını çektiklerini görürsün.
İşte Sirah'ın oğlu Yaşu bağırarak şunları söylüyor:
Mazlumu zalimin elinden kurtar ve kaderde zayıf nefse sahip olma.
Gözünü gereksinim sahibinden alıkoyma, insanın sana lanet edeceği şeyi yapma.
Gümüşünü kardeşine ve dostuna dağıt, taş altında paslanmasını bırakma.
Mülkü, zulüm; küfür (sövgü) ve mal için toplumdan topluma nakleder.
Yoksula gereksinimlerinde yardımcı ol ve yetimlerin babası ol.
Sirah'ın oğlu Yaşu'nun bu daveti kişilerin vicdanına yöneltip devletin yasalarına yöneltmemesinin sebebi, tarihin güçlü hareketi onu bununla sınırlı kılmıştır. Buradaki asıl amacımız, üzerinde olduğumuz temel konu olan miskin, yoksul ve tutumlu olanların kendileri için uygun gördükleri yaşam biçimini insanlara tavsiye etmedikleridir. Tam tersi yoksulluğun zulüm olduğuna ve yoksulun onurlu yaşamdan hakkını alıncaya kadar yerinmemesine dikkati çektiler.
Miskin, yetinen ve tutumlu olan Sirah'ın oğlu Yaşu bakın ne diyor:
Yaşamın temeli su, ekmek, elbise ve kötülükten sakınacak evdir.
Ayrıca, mazlumun sahibi olduğu ve içinde kışkırtıcılık olduğundan yoksulluğu reddederek, yoksulun ve zenginin durumlarını açıklarken bakın ne söylüyor:Zengin zulüm eder bağırır, yoksula ise, zulmedilir ve boyun eğer.
Şayet yeriniyorsan, miskinsen ve yoksul olarak kalmak istiyorsan Sirah'ın oğlu kuşkusuz biçimde seni harekete geçirecek şu konuma koydu:
Üretken isen seni sömürdü, yok yararsızsan seni utandırdı !.. Malın varsa sana yaklaşıp malını tüketti, kendisi ise yorulma nedir bilmez!.
Sirah’ın oğlunun seferinde, bulunan rızıkları bakımından yoksulları haklarını almaya ve halk kesimlerini sömürenlere karşı tepkiye daveti, kendisine miskinliği ve yeterliliği uygun gören Eyüp'ün yolculuğunda da görebiliriz. Eyüp, Münafıklardan söz ederken servet tekelcilerini ve toplum haklarını çiğneyenleri en başta saymaktadır. Birisi hakkında şu çok adi sözleri tekelci ve düzenbazlara söylemektedir:
Bir sürü mal yedi ancak bunları kusmaktadır. Allah bunları içinden çıkarmaktadır çünkü miskinleri çiğnedi ve evleri soyup kurmadı. Her türlü karanlık onda mevcuttur. Ateş onu bitirmekte ve içindeki her şeyi yakmaktadır. Gökyüzü onun günahlarını açığa vurmakta, yeryüzü onun başına kalkmaktadır.
Emek harcamadan, ekin biçen, emek harcayıp barınaksız, elbisesiz aç ve susuz yatan sefillerin emeğinden yaşayan tekelcileri Eyüp bu güzel sözlerle nitelemektedir:
İnsanlar arasında sınırları kaldırıp sürüleri çalanlar vardır. Yetimin eşeğini elinden alıp dulun öküzünü rehin olarak almaktadırlar. Miskinleri yoldan kovduklarından yeryüzünün bütün sefilleri onlardan saklanmaktadır. Kendilerinin olmayan bir tarlayı biçiyorlar. Zorla bostanı topluyorlar. Çıplakları soğukta elbisesiz bırakıyorlar, böylece dağ yağmurundan ıslanıp evleri olmadığı için kayalara sığınıyorlar. Yetimleri annelerinin memesinden alıyorlar, sefillerin üzerindeki her şeyi rehin alıp elbisesiz olarak gönderiyorlar. Aç iken ağır yükleri kaldırıyorlar, susuz iken karasabanın altında ve mengenelerde eziliyorlar.
Eski çağ peygamberleri arasında yüce bir şairvardır. Adı: Eş'iya mistikliği öyle bir dereceye kadar vardı ki, çırılçıplak ve ayakkabısız olarak çıktı. Üç yıl boyunca garip ve delil olarak kaldı. Eş'iya, münafık, zalim ve tekelcilere karşı sert ve karşılaştığı her zorbayı yüzüstü bırakacak biçimde dururdu. Güzel bir şiir ve güçlü bir düşünceyle zorbaları kırbaçlardı. Şehir halkını birbirine adil davranmaya davet ediyor yoksa isyanın başlayacağına ve yüzlerinin ters çevrileceğine şehirlerinin lanetli olacağına yapılarının yıkılacağına dikkat çekiyordu.
Kendi dilindeki zalim şehir, işçinin emeğini tekelleştirip zorla aldıktan sonra tanrılarına bolca namaz kılanların şehridir. Zalim şehre seslenerek Eş'iya şöyle diyor:Başındakiler hırsızların ortaklarıdır. Hepsi rüşveti sever. Yetime karşı insaflı davranmıyor ve dul çağrısı onlara yetişmiyor. Daha sonra bunlara seslenerek sefillerin yüzlerini ezenleri tehdit eder şekilde şöyle diyor: Ne acı! Zulüm yasaını takip edene ve zayıfların haklarını tahrif edip yönetimden uzaklaştırmak için zorbalık emirlerini verene, halkın içindeki sefillerin haklarını alıp dulları zenginlik kaynağı haline getirip yetimleri soyanlara ne acıdır.
Daha sonra Eş'iya halkın mallarını tekelleştirip yetinmesini ve miskinleşmesini isteyenlere bakınca oruca ve diğer ibadet farzlarına fazlaca önem verdiklerini gömlektedir. Sesi kulakları çınlatacak şekilde şöyle diyor: Oruç gününüzde meramınızı buluyor ve bütün işçilerinizi seferber ediyorsunuz. Sizler düşmanlık ve kavga için oruç tutuyor nifak için yapıyorsunuz bunu. Sesinizi yükseklerde duymak için oruç tutmayınız. İnsanın kendine anlam verdiği oruç böyle mi olur? Başını eğip kül gibi papaz elbisesini giyerse oruç mu tutmuş olur? Allah'ın kıldığı oruç öyle değil midir: Nifak zincirlerinin kırılması, boyunduruk iplerinin çözülmesi, ezilenlerin serbest bırakılması ve her türlü boyunduruğun kırılması değil midir?
Yoksulun yoksul kalması, zenginin daha da zenginleşmesi için çalışanın ve zayıfları ezenlerin, boyunlarındaki sefillik ve kölelik boyunduruğunu kırmalarını engelleyenlerin orucu, miskin Eş'iyamn dilinde en çirkin nifak ve adiliğin yoludur!...
Eş'iya bu münafıklara ikinci kez döner, ikiyüzlü ve hilekar biçimde bir nevi rüşvet olarak Allah'a yakınlaşmak için namazı ve orucu çok tuttuklarını görünce Allah'ın dilinden şunları söyler: Ellerinizi açtığınız zaman gözümü sizden kaçırıyorum. Bolca namaz kıldığınızda da sizi duymuyorum çünkü elleriniz kanla doludur, insaflı olun, mazluma yardımcı olun, gereksinimleri karşılayın, yetime insaflı davranın, dulu koruyun.
Eş'iya, zayıfları soyan ve emeklerini tekelleştirip onlara miskinliği ve yoksulluğu süsleyen bu zorbaları rüzgarın mutlaka silip süpüreceği toplumun artıklarından başka bir şey değildir diye nitelendirirken ne güzel nitelendirmiş oluyor. Şöyle diyor: Zorbalar rüzgarın götürdüğü hafif saman gibidir.
* * *
Böylece miskin, yetinen mesaj sahipleri ve ardından gelenler, başta maddi gereksinimi karşılayıp yürek faziletlerine yolu açarak insanların ıslah edilmesi olan temel bir gerçek üzerinde birleşiyorlar. Kendileri de mistikleşip yetindilerse bizzat mesajlarının içinde yeterlilik, doyum ve yaşamı bulduklarındandır.
Örenek olarak: İsa, sömürücülerin çirkefliklerini altına alıp kibirliklerini ellerinin hilekarlığıyla birlikte alıp tekelcilik ve zorbalık şeytanıyla birlikte bir dönem yaşayanları yaşamın kızgın kırbaçlarıyla sırtlarına vururken mucizevi cesaret yolunu izlemekteydi. Yok edici bir kasırga ve şiddetli biçimde yere çarpan soğuk bir rüzgar gibi münafıklara karşı hiddetlenip zayıfları vergi ödememeye çağırırken Rum sömürücülerinin ve Çarlarının omzundan tutup sarsmaktaydı. Bu şerefli cesaret münafık ve sömürgecilerin elleri üzerinde onu ölüme itti. Ezilenlerden iki kişi yanına gelip Kudüs'e gittiğinde sağında ve solunda kalmak istediklerini söyleyince, şefkatle onlara bakıp şöyle dedi: Benim içeceğim bardağı siz içebilir misiniz?
Onlara acıyıp sevdiğinden onları yolundan uzaklaştırdı.
* * *
Münafıkların nifaka girip yeıyüzünün zenginliklerini ellerinde tutarak rahatça ondan yararlanmak, insanlara zorbaca hükmedip sefillerin soygun sonuçlarının evlerine gelmesi için İsa'nın bazı sözlerini ve yaşamının bazı bölümlerini yoksulluğu süsleyen bir şekilde yorumladıkları gibi, tarihimizin yöneticileri de, (Emeviler ve ondan sonra gelenler) egemenliğin, etkinliğin, zulüm ve despotizmin devam etmesini istediklerinden, özgürleri köleleştirmelerine, kitleleri sömürmelerine yardımcı olması için hain kuyruklarına insanları zincir ve bağlar içerisine koyacak formüller yaratmalarını istediler. Peygamberler adına teslimiyetçiliği, hizmeti, sessiz kalmayı teşvik eden laflar ürettiler. (12)
Ancak peygamberlerin yaşamlarını iyi bir şekilde inceleyecek olan birisi, onların sürekli biçimde yoksulluğu kınadıklarını ve buna davet eden münafıkları cehenneme attıklarını kavrayabilir. Yoksa yaşadıkları çağın muhafazakarları onlara karşı harekete geçmez, mazlumlar da etraflarında toplanmazdı.
* * *
Eski Arap dahileri, toplumsal sistem ile ferdin eylemleri arasındaki ilişkinin doğasına, insanın eylemleri ile maddi araçlar arasındaki güçlü ve daimi bağın doğasına olan derin kavrayışlarına işaret eden çalışmalarla doludur. Bununla da, ruhi çalışmaları ya da zihinsel çalışmayı maddi durumdan ayırmaya kalkan hurafeyi yok etmek istivorlar. Doğuda, doğu olduğundan beri egemen olan rahatsız edici ve üzerindeki anlatımlar değişse de özünde düşünce durumundaki kanaat tükenmeyen bir hazinedir düşüncesinin ya da kehanet sahiplerinin adlandırdığı gibi geçici olan dünya nimetleri olmadan ruhanilik hurafelerini yok etmek istiyorlar.
Eski Arap dahilerinin bu gerçeği kavradıklarını ve Doğumuzu bugüne kadar yoran rahatsız edici hurafeyi yok etmek için çaba harcadıklarını söylüyorum. Bu, tükenmeyen kanaat hazinesiyle yetinip yoksulluğa davet hurafesidir. Bazı evliya ve kutsalların bildirdiği yoksulluk felsefesinin kızgınlığını harekete geçirdiği gibi birçok beğeniyi de harekete geçirecek kadar yoksulluğa karşı savaşanlar da vardır. Cinayetin sorumlusu toplumun olduğu yerde cinayeti işleyenin aklanmasına çalışıldığı ve işleyenin dışında birisine günah yüklenmesine neden olduğu durumlarda günahın helallaştırıldığı durumlar olduğuna göre, Büyük düşünür Halit Mehmet Halit'in Buradan Başlayalım adlı kitabında ispat ettiği şu olayı kısaca anlatalım:
Hatıb Bin Ebi Bel'a'nın çocukları Mezyene'den (13) bir adamın devesini çaldılar ve suçlarını itiraf ettiler. Sorun Ömer Bin Al-Hattab'a iletildi. Kendini kınamanın bütün unsurlarının tamamlandığı bir suçla karşı karşıya olduğunu gördü. Hiçbir zorlama ya da baskı olmadan bir hırsızlık, hırsız ve itiraf mevcuttu. Nasıl bir hüküm versin?
Ömer sanıkların yüzüne şöyle bir baktı ve Allah'ın şu sözlerini okudu: Allah'ın cezası olarak hırsızın elini kesin ve ellerini kesmek için emir vermeye kalkıştı. Fakat yüzlerini yeniden incelediğinde ne görsün? Bütün kan yüzlerine toplanmış, gözlerinin feri sönmüş, sefalet ve yorgunluğun üzerine çöktüğü cisimler gördü. Bunların efendileri kim? diye sordu. Onu getirin!
Efendileri Abdurrahman Bin Hatib geldiğinde Ömer şöyle dedi: Sizin bunları; Allah'ın haram kıldığını yiyecek olsa dahi helal olacak dereceye kadar aç bırakıp yorduğunu bilmeseydim bunların ellerini kesiyordum. Vallahi seni aç bırakıp hapse düşürecek cezaya çarptırırım!
Daha sonra çalman deve sahibine dönüp sordu: Müzenni senin deven ne kadar eder? Cevap olarak dört yüz dedi. Ömer, sanıkların efendisi Abdurrahman bin Hatib'e dönüp: Git ve buna sekiz yüz ver. Son bir defa fıtnat ve şefkatinden doğan bir bakışla şöyle dedi: Siz ise, gidin.
* * *
Ali’nin, yoksulların gereksinimlerini karşılama konularındaki öyküleri çoktur. Egemenlikteki yasası, bu temel üzerine kurulmuştur. Yeri geldikçe bunlar ayrıntılarıyla anlatılacaktır. Adamın kendisi yoksul ve tutumlu kaldı, ancak insanların yoksullukla yetinen bir yaşam yaşamalarını istemedi. Yoksa elit kesim ve kamu mallarını alanlara karşı almış olduğu tutumları almaz, kendilerinin olmayanı onlardan alıp ihtiyaç sahibi olan eski sahiplerine geri vermezdi.
Al Şa'bi daha çocuk iken Kufe'de onun havuşuna girdi. Ali'yi biri altın biri gümüş iki kömenin başında durup bu malı insanlara bölüştürürken gördüğünü anlatıyor. Sonunda az ya da çok evine hiçbir şey götürmeden gidiyor.
Ancak maldan evine hiçbir şey götürmeyen Ali, her insana şunu söyleyen de kendisidir:
Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyan için çalış.
Ali'nin gözündeki hakkaniyet insanların gereksinimlerini karşılamaktan daha yüce ve daha değerli bir şeye götürmez. Bu konuda da hiçbir yoruma mahal vermeyecek bir sözü vardı: Hakkaniyeti izleyecek olsaydınız bütün yollar açılır ve hiç kimse yoksul kalmazdı.
Şayet cahiliye Araplarına saldırdıysa da onların basit yaşamla yetinen kanaatlarına saldırarak şöyle diyor: Siz Araplar, büyük taşlar arasında yaşıyor, kederi içip katıksız, kuru ekmek yiyorsunuz.
Ali, lezzetli yemeğe, ince elbiseye ve zengin meskene alışmak istemediğini söylüyor. Kendisi bunu ister fakat kendisi bunu bulamayan yeryüzünde çok insan vardır. Bu açıklamasında da ilk etapta yaşam aracını yeterli biçimde insanlara sağlamak istediğine dair açık bir delil mevcuttur. İnsanlar arasında doymayan ve pastada gözü olmayan bulundukça bunların çektiklerini yöneticileri de çekmelidir. Yoksulluk canavarı onların başından giderse onunda başından gitmiş olur. Yoksa yönetimin ve velayetin anlamı nedir? Ali şöyle diyor: Onlarla birlikte çağın zorluklarına katlanmadan bana Müminlerin emiri denmesini kabullenebilir miyim? Böylece Ali açısından çağın zorlukları demek yoksulluğun kötülükleridir.
Kızının Bayram gününde inci gerdanlıkla süslenmesine karşı değil, ancak diğerlerinin kızlarının büyük bir çoğunluğu bu şekilde süslenmeye fırsat bulamıyorlar. Daha önce kızının gerdanlıkla boynunu süslemek isterken gerdanlığı hazineye vermesi için şoyle diyerek: Ya Ebi Talip’in kızı Kendini halktan uzak koyma Muhacir ve taraftarların bütün kadınları bunun gibi bir gerdanlıkla mı süsleniyor?
Nasıl emir verdiğini anlattık ! Bütün kadınlar dedi. Yalnız elit kesimin ya da efendilerin kadınları demedi.
Böylece Ali, toplumun, herkese ekmek, su ve giyim sorunlarını sağlama görevini teslim alınca Sosyalist çizgilere daha yakın bir yöntemle bunu yapmıştır.
Allah'ın insanlara yönelttiği acılı kırbaçların çok olduğunu görünce buradan başlaması çok doğaldır. Hiçbiri bunun kadar korkunç, acılı ve zararlı değildir, ki yoksulluğu kastediyorum. Yoksa, gereksinimin giderilmesi zorunluluğuna olan derin inancı, insanların durumları, eşyanın doğası sorunların başlangıcı ve sonuçlarını doğru biçimde anladığını ortaya çıkaran bu sözler onun olmazdı. Soruyorum bu sözün sahibi kendisi değil midir. Allah kullarını yoksulluktan daha acı bir kırbaçla vurmadı. Bazı mistiklerin süsleyip bilinçli ya da bilinçsizce yanlışlık yapıp kötülük ettikleri ve insanları davet ettiği, Peygamberin ve İmamın insanlar içinde savaş açtıkları Ali taraftarlarının (Şii'lerin) (14) lideri, Emeviler'in yönetim ve politikadaki kurbanları büyük devrimci Ebu Zer Al Gufari'nin savaş açtığı bu yoksulluk değil midir?
Ali, yoksulluğun her tür meziyete karşı çıktığım ve bir çeşit küfür hatta inkar olduğunu kavramıştı. Onun için de yoksullukla her alanda savaşmaya ve ona davet eden herkesi rezil etmeye başladı. Ali'nin mezhebine göre insan fatin (zeki) ise yoksulluk her türlü zekayı susturur. Vatan; dağınık, gelişigüzel, birbirini çekemeyen, sevmeyen vahşi yabancı duygusuna sahip değil de, sadık ve vatanperver insanlar istiyorsa, bu vatanın kendi evlatları arasında yoksul kimseyi bırakmaması gerekir. Çünkü Ali'nin dediği gibi Yoksul kendi vatanında yabancıdır. İnsanın yaşadığı süre içerisinde, ölüm uğradığı en kötü olay ise Ali'nin dediğine göre yoksulluk olmadan ölüm sadece çirkinliktir. Çünkü Yoksulluk en büyük ölümdür.
Ali'nin yoksulluğa ve onu süsleyenlere karşı kaldırmış olduğu bu kutsal kırbaç kötü çöplerin ateş alevinde yandığı gibi onları yiyor ve gözleri önünde çirkin emellerini parçalıyor. Şöyle diyor: Yoksulluk adam olarak önüme çıkacak olsa onu öldürürdüm.
Toplum İbn Ebi Talip'in gözünde bir vücuttur, çelişkileri içinde bulundurmaması gerekir. Sistemi ise hak ve görevlerdeki farklar üzerine kurulmamalıdır. İbn Ebi Talip’in toplumunda birinin çok zenginleşip diğerinin çok yoksullaşması olmaz. Birilerinin çalışıp mükafatları çalışmayanın alması da olmaz. İbn Ebi Talip'in gökyüzüne çok önem vermesi ile birlikte, Allah'ın yeryüzündeki kullarına önem vermediği bir gün dahi olmamıştır. Sorunlarının hiçbirisini önemsememezlik etmezdi. Çünkü mutlak yaratılışın en güzel örnekleridir. Bu da onun insanlara ve varlığa olan genel bakışı ve öyküsünün geceyi libas (Dinlenmek, sükun) için, gündüzü de yaşam için yarattık diyen peygamberin öyküsüyle olan bağından kaynaklanmaktadır.
Buradan ve bu temel üzerine Hz. Ali, topluma yönelip yasalarını canlandırmaya, onun için uğraşıp, iyi ve sağlıklı olmasını istiyordu. Daha sonra da, kendi görüşünü güçlendirmek ve zamanındaki insan kesimleri karşısında olan tutumunu sağlamlaştırmak için nasihat ve kılıcın her birini kendi yerlerine yerleştiriyordu. Sosyal adaletin köklerinin sağlamlaştırılması için özen gösterdiği gibi hiçbir şeye özen göstermiyordu. Velayeti aldıktan sonra, kendisi ayakkabısını dikerken yanına gelip kendisini kutlamak isteyenlere Hakkı gerçekleştirip haksızlığı yok edemeyeceksem ayakkabımın bu tabanı benim yanımda sizin velayetinizden daha iyidir diyen kendisidir.
Ahret için çalışanlar açısından da, onlardan ahretin iyiliklerine, bütün araçlardan önce topluma hizmet aracını kullanarak varmalarını istiyordu. Onun için, İmam, ahretin iyi tarafını isteyenin insanlar arasında doğru çalışarak ömrünü doldurmasını istiyordu. Bunun başında da: İnsan topluluğuna ekmek, su ve giyimin sağlanmasına, kamunun gereksiniminin karşılanmasına ve zalimlere karşı savaşıp mazlumlara yardım edilmesine, daha sonra da insan haklarının ilan edilerek onların savunulmasına katkıda bulunmasıdır.
Hz. Ali, bir defasında dostlarından olan Ala Bin Ziyad Al-Harisi'nin yanma girer. Havuşunun genişliğini görünce, şöyle dedi: Bu dünyada bu geniş havuşu ne edeceksin? Ahrette buna daha fazla gereksinimin olmayacak mı? Evet istersen, bununla Ahrete de gidebilirsin: Misafiri içinde barındırır, akrabalık bağlarını birleştirir, haklan içinde yerlerine yerleştirirden bununla Ahrete de erişebilirsin!
Kemil Bin Ziyad'a oruç ve namazın anlamlan üzerine şöyle diyor: Kemil!.. sorun, namaz kılıp, oruç tutup ve sadaka vermen değildir, tam tersine sorun; namazın temiz bir kalp Allah’ı razı edecek bir eylem, üzerinde ve içinde namaz kıldığın şeye bak, onun yüzünden ve helalından değilse namazın kabul değildir.
Fakih (Bilge) akıl ve insanların hizmetinde ise, bir tek bilge değer olarak bin ibadet edenden daha iyidir. Bir bilge iblis için bin ibadet edenden daha şiddetlidir.
Ahretten önce yeryüzündeki insanların yaşamına ve günlük ekmeğine verdiği önem şu dereceye kadar varmıştır: Kendisi halife iken her gün sabah erkenden kalkıp Kufe'nin çarşılarını gezerek, her çarşının insanlarına ayrı ayrı şunu söyleyecek dereceye varmıştır: Tüccarlar! Allah'a inanın, Satın alanlara yakın olun, iyiliği temel alın, yemin etmeyin, yalandan uzak durun, zulme yaklaşmayın, mazlumlara insaflı davranın, ölçü ve teraziye hakkını verin, insanların eşyalarına az değer vermeyin ve yeryüzünde bozguncu olarak yaşamayın.
Nof Al Bakkali'den naklen, şöyle söylediği anlatılıyor: Müminlerin emirine, Küfe mescidinde namaz kılarken gelerek şöyle dedim: Selamünaleyküm ve rahmetüllahi ve bereketühü ya müminlerin emir i. Cevap olarak Aleyküm selam ve rahmetüllahi ve bereketühü dedi. Bana vaaz ver ya müminlerin emin dedim. Cevaben: insanlara iyilik yap Allah sana iyilik eder dedi. Daha fazla ver ya müminlerin emiri dedim. Cevap olarak: Ya Nof! Kıyamet gününde benimle olmanın sırrı zalimlere yardımcı olmamandır dedi.
İnsana hizmet etmek, gereksiniminin karşılanması ve zulmün yok edilmesi İbn Ebi Talip'in politikasının hareket noktasıdır. Peygamber bir defasında ona bakarak şöyle dedi: Ya Ali Allah yanındaki en iyi süslerle seni süsledi. Zayıfları sevme sevgisini sana vererek onların sana tabi olmalarını onların seni imam olarak görmelerini sağladı.
İMAMDAN ÖNCE
- Komşusu aç iken tok yatan imansızdır.
- Hiçbiriniz elinin emeğinden daha lezzetli bir yemek yememiştir.
- insanlara şükretmeyene Allah şükretmez.
- İnsanlar üç şeyde ortaktır: Su, Nebatat ve Ateş.
- Tekelleştiren hata işlemiştir. Yeryüzündeki bir şeye zulmedeni iki yeryüzünden aslanla kuşatayım.
- Bütün insanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir.
- Arayı bulmak bütün namaz ve oruçlardan daha iyidir.
- Bir saatlik düşünme bin yıllık ibadetten daha iyidir.
- Bütün mahlukat Allah'ın aileleridir. En sevdiği de ailesine en yararlı olanıdır.
- Din muameledir.
- Allah'ın kulları kardeş olun.
- İstese de istemese de insan insanın kardeşidir.
Peygamber
Ali Bin Ebi Talip'in toplum ve sistemi ile insan hakları karşısındaki tutumu üzerine sözün ayrıntılarına geçmeden önce bütün bu sorunlar karşısındaki peygamberin tutumuna ve yaşama bakışına hızlı biçimde göz atmak gerekir.
Peygamber insanların ve toplumun sorunlarıyla eksiksiz biçimde ilgilenmiştir. İslamiyet de, yönlendirme ve yasama olarak genel muameleyi ele aldığı gibi kişisel muameleyi de ele almıştır. İslamiyet toplumdan ve gerektirdiği yasalardan soyutlanmış bir şekilde değildir, İslamiyet'in toplumu önemsemesi öyle bir dereceye vardı ki, her nevi toplumsal hizmeti bir çeşit ibadet olarak görmüştür. Üstelik topluma hizmeti, ibadetin ve iyi imanın gerçek anlamıyla dini vazifelerin yerine getirilmesinden daha üstün olarak görmüştür. Peygamber şöyle diyor: Aranın bulunması bütün oruç ve namazlardan daha iyidir. Aşağıdaki olay İslamiyet'teki bu açık yönelime en iyi delildir. İbn i Abdullah'ın şöyle dediği anlatılır: Peygamber ile birlikte sefere çıkmıştık. Bazılarımız oruç tutuyor bazılarımız ise oruç tutmuyordu. Sıcak bir günde bir yere vardık. Çoğumuz yer sahibinin gölgesini aldık. Bazılarımız eliyle güneşin ışıklarını savmaya çalışıyordu. Oruç bozma vakti geldi, oruç tutmayanlar kalkıp yolculara su verdiler. Bunun üzerine peygamber şöyle dedi: Oruç tutmayanlar bugünkü sevapların hepsini aldılar.
Burada peygamberin, dini vecibelerin yaşama hesabına yerine getirilmesinin hiç uygun olmadığına dair açık bir delili yok mudur?
(9) Arapça'da Gramer kelimesi Nahu'dur. Fiil olarak türediği kelime ise Naha fiili olup izlemek anlamına gelmektedir.
(10) Bu söz Nahj Al Balağa'nın (Olgunluk Çizgisi) değişik yerlerinde mevcuttur.
(11) Muhammed ve İsa, Halit Mehmet Halit S.88
(12) Ehli Beyt” Mehmet Cevat Muğanniye S.141
(13) Meyzene bir şehir ismidir.
(14) Taraftar kelimesinin karşılığı Şii olup Şiilik de bu kökten kaynaklanmaktadır.