25 Ocak 2014

ARMAGEDON TÜRKİYE İSRAİL GİZLİ SAVAŞI






ARMAGEDON TÜRKİYE İSRAİL GİZLİ SAVAŞI

Gül Haçlılar (Rosicrucian'lar)



Gül Haçlılar 
(Rosicrucian'lar)


Christian Rosenkreutz ve Gül-Haç Örgütünün Gizemleri....

Araştırma ve Derleme: Thamos (Geometri)


 

Dante'nin"İlahi-Komedya"sı

"Gizemlerin gözüpek açıklamalarını içeren "İlahi Komedya", Papalığa bir savaş ilanı niteliğindeydi. Tıpkı İncil'in "Apocalypse" (Mahşer) bölümünde olduğu gibi, hıristiyan dogmalarına Kabalacı simge ve sayıları cesurca uygulayarak, bu dogmalarda bulunan tüm mutlak değerleri inkar eden "Johannit" ve "Gnostik" özellikler gösteriyordu. Eserde yeralan doğaüstü dünyalara yolculuklar, "Eleusis" ve "Thebes" Gizemlerine giriş törenlerini andırıyordu... Dante, Cehennem çukurundan, başının ve ayaklarının yerlerini değiştirerek, yani Katolik öğretinin tam tersini uygulayarak kurtuluyor ve Şeytan'ı bir merdiven gibi kullanarak yeniden ışığa doğru yükseliyordu. Faust da, yenilmiş Mephistopheles'in kafasına basarak cennete ulaşmamış mıdır? Tüm bildikleri Cehennem'e sırt çevirmek olan kişiler Cehennem'den kurtulamazlar. Onun zincirlerinden ancak Cehennem'e yüzyüze bakma cesareti sayesinde kurtulabiliriz."  
"Aslında, Dante'nin Cehennem tablosu negatif bir Araf görüntüsündedir. Cennet'i ise, aynı Ezechiel'in "Pentacle"ı gibi, bir haç tarafından bölümlenen Kabala çemberlerinden oluşmaktadır. Bu büyük haçın tam orta yerinde bir gül açmaktadır. Böylece, "İlahi Komedya" ile Gül-Haç üstadlarının büyük simgesi ilk kez herkese sergilenmekte ve kesin bir biçimde açıklanmaktadır." 
"Gül-Haç üstadları için gül, evrensel uyumun canlı ve gelişen bir simgesidir. Bu simge güzellik, yaşam, sevgi ve zevkleri kendinde birleştirir. "Yahudi Abraham'ın Kitabı"nda Flamel, gülü simyacıların Büyük Yapıt'ının simgesi olarak göstermiştir."  
"Gül ve haçı bir araya getirebilmek, yüksek aydınlanma derecelerinin asıl hedefidir."
Albert Pike, Morals and Dogma

"İslam geleneğinde...Cebrail, öğreten ve yönlendiren melek işlevini taşır ve böylece hıristiyan geleneğindeki "Kutsal Ruh" niteliğini de kapsamına alır. "İlahi Komedya"da, diğer niteliklerinin yanısıra, Cennet'in rehberi de Cebrail'dir. İslam geleneğinde de, Cennet'e yükseliş motifi Cebrail ile bağlantılıdır. Dante eserinde, benzer bir çoşku dolu yükselişi, Virgil ve Beatrice'e yakıştırmaktadır."
Robert Eisman and Michael Wise, The Dead Sea Scrolls Uncovered

"Dante'nin sunduğu Cennetin İlahi Gülü'nün parlak görüntüsü ile Galahad'ın tanık olduğu gizemli Grail görüntüsü aynıdır."  
Joseph Campbell, Creative Mythology

 

Gül-Haç Manifestoları  

Paracelsus
"Gül-Haç, eski çağlardan beri aktarılagelen ezoterik bilgeliğe sahip olduğunu ileri süren dünya çapında bir kardeşlik örgütüdür. Örgütün adı, gül ve haçtan oluşan en önemli simgelerinden türetilmiştir. Gül-Haç öğretisi, farklı dinsel inanç ve uygulamaları yansıtan okült unsurlardan oluşur."
"Bazıları, 1541 yılında ölen İsviçreli simyager Paracelsus'un, örgütün gerçek kurucusu olduğunu kabul etmektedirler. Diğerleri, 16. ve 17. yüzyıldaki gelişmelerin örgütün yeniden canlanması olduğunu; aslında Gül-Haç öğretilerinin eski Mısır'da filizlendiğini ve Platon, İsa ve İskenderiyeli Philo gibi, sıradışı din ve felsefe önderlerinin de örgüte üye olduklarını ileri sürerler. Ancak, örgütün tarihini 17. yüzyıldan daha eskiye dayandıracak hiçbir kanıt mevcut değildir."
Encyclopedia Britannica
   
"Kabala'nın bir arketip olarak psikolojik gücü, özgün Gül-Haçlılar tarafından 17.yüzyılda ortaya konulmuştur. Kim oldukları bilinmeyen bu kişiler, ateşli yazılar ve broşürlerle, "görünmez" mevcudiyetlerini ilan etmişlerdir. Bir örgüt olarak varlıkları hiç bir zaman tatmin edici bir biçimde kanıtlanamamıştır. Ancak, varlıklarına olan inanç Avrupa'da bir histeri dalgası yaratmaya yeterli olmuş ve Francis Yates'in belirttiği gibi, 17. yüzyılda düşün, kültür ve politik kurumların gelişiminde hayati bir rol oynamışlardır."
Baigent, Leigh & Lincoln, The Messianic Legacy

"Gül-Haç Kardeşliği Yöneticiler Koleji temsilcileri olan bizler, doğru insanların kalplerinin yöneldiği En Ulu'nun lütfuyla, bu kentte "görünmez" ya da "görünür" olarak bulunuyoruz."
Gül-Haç Duvar İlanı

"Gizli örgütlerin arasında en anlaşılmazı olan Gül-Haç örgütünü incelemek için öncelikle "Fama Fraternitatis" ile işe başlamak gereklidir. Örgütün sözde kuruluş öyküsünü anlatan "Fama" Gül-Haç adını açık ve kesin bir biçimde dile getiren ilk belgedir. Yazarı belli olmayan ilk Almanca el yazısı nüsha 1610 yılında dolaşıma çıkmış ve sonradan bir kaç dile çevrilerek basılmıştır. "Fama"nın ilk basımı 1614 yılında Almanya'da Kassel kentinde yapılmıştır."  
Ancient Wisdom and Secret Sects

"Fama, Gül-Haç örgütünün kurucusu olan ünlü Christian Rosenkreuz'ün gezilerini anlatır. Rosenkreuz'ün 1378 yılında doğduğu ve tam 106 yaşına kadar yaşadığı ileri sürülmektedir."
Encyclopedia Britannica

"Rosenkreuz, görünüşe göre tıpta ve insanları iyileştirmekte büyük hünerler göstermiş ve böylece kentteki bilge kişilerin dikkatini üzerine çekmiş. Bu bilgelerin bilim, matematik ve diğer önemli konulardaki bilgilerinden ilham almış. Genç Rosenkreuz hiç gecikmeden ilk planlarını bir yana bırakmış ve Arap bilgeliğini kaynağından öğrenmeye karar vermiş. Şam bilgeleri onu Damcar adlı bir kente göndermişler. Damcar'ın neresi olduğu bugüne kadar belirlenmemiştir ve bir çok kişi bu kenti mitolojik bir kent olarak kabul etmektedir. Fama'da anlatılanlara göre, Damcar'da bulunan "doğanın gizini bilen" bilge kişiler, bu erken olgunlaşmış genci bir yabancı gibi değil, çoktandır beklenen biri gibi karşılamışlar, matematik, fizik, simya öğretmişler ve aralarında "M Kitabı" diye adlandırılan bir gizli eser de dahil bir çok gizemi göstermişler. Bazılarına göre tam adı "Liber Mundi" (Dünya'nın Kitabı) olan bu hazine, tüm evrenin gizlerini açıklamaktaymış. Genç Rosenkreuz bu kitabı Latince'ye tercüme etmeye karar vermiş; böylece Avrupa'ya dönünce bu gizleri başkaları ile paylaşabilecekmiş."
"Damcar'da geçen üç yıl sonunda, Rosenkreuz Mısır'a geçmiş. Mısır'da doğa tarihi ile efsanevi Mısırlı bilge Hermes Trimegistus'un metafizik eserlerini incelemiş. Daha sonra, Fas'ın Fez kentine gitmiş. Orada da, sihir ile Kabala'yı öğrenmiş."
Ancient Wisdoms and Secret Sects

"Bugünlerde, Rosenkreuz gerçek bir kişi olarak değil, simgesel bir kişi olarak kabul ediliyor. Onun öyküsü örgütün efsanevi kökenini açıklıyor. Fama'ya göre, Rosenkreuz Gizli Bilgeliğe ulaşmış ve Almanya'ya geri dönünce bildiklerini üç öğrencisine aktarmıştır. Öğrencilerinin sayısı bir süre sonra sekize yükselmiştir. Sonradan. bu öğrencilerin her biri değişik bir ülkeye yerleşmiştir."  
Encyclopedia Britannica

"Rosenkreuz 1484 yılında öldü...ve gizli bir mezara gömüldü. Örgütün ilk üyelerinin tümü yaşama veda edince, mezarın yeri unutuldu. Ancak, üçüncü nesilden üstadlar, gizli bir toplantı yeri hazırlarken, mezarı rastlantıyla buldular."  
Daniel Cohen, Masters of the Occult

"Ertesi sabah, kapıyı açtık. Ortaya yedi yüzü ve köşesi olan bir yeraltı mezarı çıktı. Her yüz beş ayak genişliğinde ve sekiz ayak yüksekliğindeydi. Bu mezarda güneş hiçbir zaman ışıldamadığı halde, tavanın ortasında yer alan başka bir güneş her yanı aydınlatıyordu. Mezartaşı yerine pirinç levhalarla kaplı yuvarlak bir altar konulmuştu."
"Mezar odasında bulunan simya kitapları, V. Frederick'i öven yarı politik eserlerdi. Tüm bu olanlar, simyacı bir Protestanlığın uyanış öyküsü olarak etrafa yayıldı... Fama'nın öğreti olarak, Dee'nin "Hieroglyphic Monad" isimli eseri ile benzerliği şaşırtıcıdır. Anlaşılan o ki, Dee'nin bu eseri, Gül-Haç yazılarına model oluşturmuştur."
"...Fama'ya göre, kitapların arasında, ünlü İsviçreli fizikçi ve simyager Paracelsus'un "Vocabularium" adlı yapıtının da bir nüshası vardı. Oysa, gerçek adı Theophrastus Bombast von Hehenheim olan Paracelsus 1493 yılında dünyaya gelmiştir ki, bu tarih Rosenkreuz'ün ölümünden tam on yıl sonradır."
Terence McKenna, The Archaic Revival

"120 Yıl önce Christian Baba'nın arzuladıklarını yerine getirdiklerine inanan kardeşler, mezar odasının kapısını kapatıp mühürlemişler. Artık, tüm dünyanın erdemlerle yenilenmesinin ve çok sayıda yeni üyeye açılmanın zamanı geldiğine dair mesaj aldıklarını biliyorlarmış." 
Fama

Jon Valentin Andrea 
"Christian Rosenkreuz'un Kimyasal Düğünü" adındaki kitap bir yıl sonra Strasbourg'ta ortaya çıktı...Alegorik ayrıntılarla dolu olan öykü, aynı zamanda kozmolojik, simyacı, astrolojik, büyüsel ve hatta şövalyelikle ilgili simgeler ile süslü idi."  
"Öykünün başlangıcında Rosenkreuz bir kutlama törenine hazırlanmaktadır. Ancak, kutlamaya katılana kadar bir çok sınav, deneme ve garip aydınlanma törenlerinden geçmesi gerekir. Tinsel gelişimi simgeleyen bu zorlu sınavların tümünü başarır. Sonunda hedefine ulaşır ve onur konuğu olarak kutlamaya katılır. Böylece "Altın Taş Şövalye Tarikatı"nın üyesi olur. "Altın Taş" simgesi, simyada asal maddelerin altın ve gümüşe dönüştürülmesini sağlayan "Filozof Taşı"na açık bir göndermedir. Eser, "Altın Taş"a ulaşan Rosenkreuz'un asıl amacının tinsel bir değişime ulaşmak olduğunu etraflıca anlatır."
Ancient Wisdom and Secret Sects

"Christian Rosenkreuz'un Kimyasal Düğünü" adlı eserin, Luther'ci bir papaz olan Johann Valentin Andrea tarafından yazıldığı ileri sürülmektedir. Sosyal yaşamda reformlar gerektiğini düşünen Andrea, bu öyküyü yaratmış ve bastırtmıştır. Bir çok kişi, Andrea'nın, hem ezoterik meraklarını, hem de sosyal değişim arzularını birleştiren Gül-Haç örgütünü kurduğunu düşünmektedir."
J. Gordon Melton, Encyclopedic Handbook of Cults in America

"Andrea'nın ateşli bir Luther'ci olması pek ilgi çekicidir. Zira Martin Luther'in armasında bir gül ve bir haç resimleri bulunmaktaydı."  
Arkon Daraul, Secret Societies

Aydınlanma Mağarası - Khunrath

"Gül-Haç görüşlerini ileri süren bir çok başka belge kaleme alınmıştır. Bunların hemen tümü, makrokozmos ile mikrokozmos arasındaki ilişkiyi çözümlediklerini savunmaktadırlar. Robert Fludd'ın da benzer bir eseri vardır. Kepler tarafından, Kabalacı simgeciliği kullanan bir gizemci olarak suçlanan Fludd, yazdıklarını hırçınlıkla savunmuştur. Bu sürtüşmenin hemen ardından, Fludd'ı savunan bir çok Gül-Haç'cı belge yazılmış ve tümü de aynı yayımcı tarafından basılarak dolaşıma çıkarılmıştır."  
"...Bacon, Fludd ve Descartes; bu kişilerin tümünün Gül-Haç'cı oldukları ya da Gül-Haç'çıların peşine düştükleri ileri sürülmüştür."  
Gerry Rose, The Venetian Takeover of England and Its Creation of Freemasonry

"Apology" (Özür) isimli yapıtında Fludd, Gül-Haç'çıları gerçek Hıristiyanlar ve Hermes Trimegistus'un tinsel izleyicileri olarak tanımlamaktadır. Kendisinin de, örgüte üye olmamakla birlikte, bir mürit olarak kabul edilebileceğini söylemiştir. Hatta, Gül-Haç'ın biçimsel bir örgüt olmayıp, aynı tinsel ve felsefi amaçlara sahip kişilerden oluşan bir akım olduğu kanısını benimsemiştir." 
"Fludd, geometri, cebir, aritmetik ve optik dahil olmak üzere tüm matematik bilimlerinde geniş bir reform yapılması gerektiğini ileri sürmüştür. Ayrıca ahlak, politika, hukuk, dinbilimi ve ekonomi alanlarının erdemli kişilerce dikkatle incelenerek, daha uyumlu biçime getirilmelerinin gerekliğini de belirtmiş ve bunun Gül-Haç'çı bir ülkü olduğunu söylemiştir." 
Ancient Wisdom and Secret Sects

Gül Haç Kardeşliğin Görünmez Koleji - Khunrath
"Tüm insanlar, kendilerine hizmet edebilen Cin'lerle kuşatılmıştır. Gül-Haç'çılar cinleri aynalara, yüzüklere ya da taşların içine hapsedebilirler ve gerektiği zaman hizmet etmek üzere özgür bırakırlar. Gül-Haç'çıların bu özelliği, Binbir Gece Masalları ile folklorize edilmiş olan Arap Gizemciliği ile paralellik gösterir." 
Arkon Daraul, Secret Societies

"Eski Kelt tanrıları İrlanda Hıristiyan folklorunda nasıl perilere dönüşmüşse, İran, Mısır, Babil ve Hint tanrıları da, İslam halk inancında cinlere dönüşmüştür." 
Joseph Campbell, The Portable Arabian Nights

"Gül-Haç'çılar, varolan dünyanın sınırlarına bağımlı olmadıklarını ve yalnızca görünürde ulaşılmaz olan Diğer Tarafa gidip geri gelebildiklerini savunmaktadırlar."  
Hargrave Jennings, The Rosicrucians, Their Rites and Mysteries

"Anglia'da bulunan "Societas Rosicruciana"nın üyesi olan Hargrave Jennings, bu rit ve gizemlerin temelde cinsel nitelikli olduklarını vurgulamak için elinden geleni yapmıştır...Gül-Haç felsefesinin dayanağının Tantrik seks olduğu konusunu sürekli işleyen Jennings, bir mason simgesi olan Süleyman Mührünün içiçe geçmiş erkek ve kadın üçgenler biçiminde yaşamı simgelediğini açıklıkla belirtmiştir."    
Filozofların Dağı - Khunrath

İsmaillilik ve Templiyerler


İsmaillilik ve Templiyerler
Yazan Cihangir Gener  (Ezoterik Batıni Doktrinler Tarihi'nden alıntı)

Hasan Sabbah
M.S. 874'den, 1256'ya kadar ortadoğuda İsmailliler son derece etkin olmuşlardı. Güçleri o denli artmıştı ki, 1164 yılında, İsmailli İmamı 2. Hasan, Ramazan ayının ortasında şeriatı kaldırdığını açıklamıştı. Oruç tutmanın yanısıra, namaz kılma ve diğer ibadet zorunluluklarının da kalktığını duyurmuştu. Oğlu, İmam 2. Muhammed de onun sistemini devam ettirdi. İslam dininin öngördüğü zorunlu ibadetlere ancak, Selçuklu yönetiminin, Bağdat hilafeti üzerindeki İsmailli baskısını kaldırması ile geçilebildi.
Selçuklu işgalinden sonra İsmailliğin İran'da önemli bir güç olarak varlığını sürdürmesini mümkün kılan kişi Hasan Sabbah oldu. Aslen İran'lı olan Sabbah, Fatımi devletinin himayesindeki Kahire Batıni okulunda eğitim gördü. 1090 yılında Mısır'dan İran'a döndü ve çevresine topladığı İsmailli müridlerinin yardımı ile, Teberistan'da bulunan Alamut kalesini ele geçirdi.
Alamut'u alan ve, İsmailli müridlerini acımasız birer fedaiye dönüştüren yeni bir sistem uygulayan Sabbah, Abbasi hilafeti ile Selçuklu yönetimini devirmek için girişimlerine başladı. Sabbah, örgüt üyelerine "Assasins" adını verdi. Arapça'da "Bekçiler" yada "Sır Bekçileri" anlamına gelen bu kelime daha sonra, Sünni Müslümanlar tarafından "Haşaş içenler" manasına "Haşhaşiler" olarak saptırılmaya çalışıldı. Fedailerin Sünni yöneticilere karşı giriştikleri suikastlar nedeniyle aynı kelime batı dillerine "Suikastçı" anlamında girdi.
Sabbah'ın sır bekçileri, yeniden doğuş inancı ile, sınırsız itaat koşuluyla yetiştirilmiş birer fedai idiler. Bu nedenle örgütün bir diğer adı da "Fedayiin" oldu. Dönemin Selçuklu Sultanı Melikşah'ın elçisinin gözünü korkutmak için seçilmiş birkaç fedainin kendilerini kale burçlarından aşağı atmaları, ayrıca fedailerin yöneticilere karşı hayatları pahasına giriştikleri suikast eylemleri tüm dünyada büyük yankılar uyandırdı.
Selçuklu yönetimi Hasan Sabbah'ı ve örgütünü yasadışı ilan etti ve Sabbah'ın şehirlerdeki yandaşlarını temizledi. Sabbah'ın en önde gelen düşmanı Vezir Nizamülmülk komutasında bir Selçuklu ordusu Alamut kalesini kuşattıysa da, Nizamülmülk'ün bir fedai tarafından öldürülmesi, bu arada da Sultan Melikşah'ın ölmesi nedeniyle kuşatma kaldırıldı.
Bu karışıklığı iyi değerlendiren Sabbah, İsmailliği tüm İran'da, Suriye'de ve başta Horasan olmak üzere tüm Türk ellerinde yaydı. İsmaillilik, 1124'de Hasan Sabbah ölene kadar gücünün doruklarında varlığını sürdürdü. Sabbah'ın ölümünü fırsat bilen vezir Kaşani, nerede görülürse görülsün tüm Batıni inançlıların öldürülmelerini emretti. Binlerce İsmailli kılıçtan geçirildi. Ancak İsmaillilerin intikamı da büyük oldu ve başta Vezir Kaşani olmak üzere yüzlerce Sünni lider, fedailer tarafından öldürüldü. Fedailerin, tam yok oldukları zannedildiği sırada gerçekleştirdikleri bu eylemler yüzünden Selçuklu sultanı Sancar, İsmailliler ile barış istemek zorunda kaldı. Böylece Batınililik bir mezhep olarak resmen tanındı ve Moğolların Alamut'u almalarına kadar da etkin bir güç olarak varlığını sürdürdü.
İslam dünyasında bu iç savaş sürerken, batıda bambaşka bir girişim ilk meyvalarını veriyordu. Hıristiyan dünyasının ruhani ve siyasi liderleri Papalar, kutsal toprakların kafirlerin elinden kurtarılması için bayrak açmışlardı.
İslamiyetin ortaya çıkışından sonra sürekli yayılması ve doğudan Selçuklular ile Anadolu'ya, batıdan da Murabıtlar ile İspanyâ ya kadar ulaşması, Hıristiyan dünyasında büyük bir endişenin doğmasına yol açtı. Tüm ticaret yolları Müslümanların elindeydi. Hıristiyanlar kendilerini hapsedilmiş, boğulmuş hissediliyorlardı. Nitekim Hıristiyanlar, yoğun çabalar sayesinde Akdeniz'in Müslümanların tekelinden çıkmasını sağladılarsa da,doğu ile ticaret yollarının ellerine geçmemesi yüzünden bambaşka yolları denemek zorunda kaldılar ve gemilerine atlayarak, bilinen dünyanın sınırlarını genişleten ve yepyeni bir çağın başlamasını sağlayan o ünlü keşiflerini gerçekleştirdiler.
10. yüzyılda Avrupa'da feodal derebeyleri çok güçlüydüler ve aralarındaki çatışmalar da dur, durak bilmiyordu. Tüm bu nedenlerle Papalar, uzurıca süredir doğuya sefer düzenlenmesini zaruri görüyorlardı. Bu tür seferler ekonomik hayatın canlanmasını sağlayacak, doğunun zenginlikleri batıya taşınacak ve en önemlisi de Avrupa'daki Hıristiyan çatışmaları çok daha olumlu bir yöne, kutsal toprakların kurtarılması amacına kanalize edilecekti.
Bu yöndeki ilk girişim, Papa II Urbanus'tan geldi. Urbanus aradığı bahaneyi Bizans ile yakaladı. Selçuklu kuvvetleri karşısında aciz kalan Bizans Hıristiyanlarına yardım göndermek için Urbanus propaganda faaliyetlerine başladı.
Urbanus II, doğu Hıristiyanlarına yardıma koşanlara Cenneti vaat ederek, kısa sürede etrafına çok sayıda yandaş toplamayı başardı. Ancak bunların hemen hiçbirisi profesyonel asker değil, işsiz güçsüz takımıydı ve en büyük hayalleri, doğudan yağmalayacakları ile ülkelerine zengin olarak dönmekti.
Alamut Kalesi
Papa, hedefin Kudüs'ü Müslümanların elinden kurtarmak olduğunu ilan etmişti. Papa tarafından birleştirilerek yemin eden ve geri dönene kadar mallarını ve akrabalarını Papalığın himayesi altına sokan Hıristiyanlar, yeminlerinin nişanesi olarak giysilerine haç diktirdiler. Böylece bu kuvvetlere "Haçlılar" denildi.
Müslüman dünyasında Sünni-İsmailli çekişmesinin devam etmesi, Fatımilerin tehlikeli bir düşman olarak tanımlanmamaları ve Büyük Selçuklu İmparatorluğunun dağılmış olmasından · cesaret bulan haçlılar, ilk seferlerine 1095 yılında başladılar. Ancak, ilk gidenler bir ordu bile değildi. Son derece disiplinsiz olan bu öncüler, gerçek niyetlerini göstermek için Müslüman topraklarına girmeyi dahi bekleyemediler. Bizans sınırları içinde yağmaya başladılar. Bu ilk Haçlıların sonları çabuk geldi. Anadolu'ya geçtikleri anda, neredeyse tamamı Türk kuvvetleri tarafından yokedildi. Daha düzenli birlikler, Nornıan kontu Baumond liderliğinde Anadolu'ya yeniden çıktılar. İznik'i aldılar ve Türklerle yaptıkları savaşı kazandılar. Türk kuvvetleri de, çete savaşı sürdürerek Haçlıları sürekli yıprattılar. Haçlılar uzun süren bir kuşatmadan sonra Antakya'yı Selçuklulardan aldılar. Bauemond kenti Bizans'a vermedi ve kendi egemenliğinde saklı tuttu.1099'da Haçlı kuvvetleri Kudüs önüne geldiler. O sıralar Kudüs, Fatımiler'in yönetimi altında bulunuyordu. Kısa süren bir kuşatmadan sonra kenti ele geçiren Hıristiyanlar, kentteki tüm Müslüman ve Yahudileri öldürdüler. Kudüs'de Latin Krallığı kurulduğu ilan edildi. Krallığın başına Baudoin geçti. Baumond ise, Antakya Prensi unvanıyla, kendi prensliğinin başına geçti. Ancak Baumond kısa bir süre sonra Türk kuvvetlerinin eline geçti ve Antakya da yeniden Türklerin oldu. Antakya prensinin kurtarmak için gönderilen kuvvetlerin hepsi Türkler tarafından püskürtüldü.
Türklerle Haçlılar arasındaki mücadele bundan sonra, ancak Haçlıların Anadolu topraklarından geçmeleri sırasında yapılan muharebelerle sınırlı kaldı.
Haçlı seferleri aralıklarla 1270'li yıllara kadar sürdü. Ancak, 1187'de Selahattin Eyyubi'nin Kudüs'ü geri almasından ve Latin Krallığına son vermesinden sonra Haçlıların orta doğuda ancak kısmi başarılar sağlayabildikleri görüldü. Haçlı seferlerinin en başarılı sonucu, Akdeniz ticaretini Müslümanların hegemonyasından kurtarmak oldu. Avrupa'daki ticaret canlanırken, İslam dünyası giderek geriledi.
Haçlılar ile Türklerin daha sonraki karşılaşmaları Osmanlı İmparatorluğu döneminde oldu. Osmanlıların doğu Avrupa'da sürekli topraklar almaları ve Viyana'ya kadar ilerlemeleri Avrupa’yı, kutsal topraklara yönelik heveslerinden tamamen vaz geçirdi ve Hıristiyanlar kendi topraklarını koruyabilmek için Osmanlı ordularına karşı tamamıyla Haçlı zihniyeti ve dayanışması içinde hareket ettiler. Osmanlılara karşı savaşlar, ilk tohumları Kudüs Latin Krallığında atılan dini-askeri Şövalye Tarikatlarının önderliğinde yürütüldü. Bu tarikatlardan Templiyerler 1312 yılında dağıtıldılarsa da, varlığını günümüze kadar sürdüren Rodos Malta "Hospitalier" Şövalyeleri, Osmanlı güçleri ile 18. yüzyıl sonuna kadar mücadele ettiler.Haçlı orduları beraberlerinde, yollarda çeşitli tahkimleri gerçekleştirmek ve nehirler üzerinde köprü inşa etmek üzere manastır dernekleri "Gilde"ler üyelerini götürüyorlardı. Roma lejyonları da, Gildeler'in ana kaynağı olan Collegia inşaat loncaları üyelerini, aynı amaçla birlikte sefere götürürlerdi. Ordunun hareket kabiliyetini çok artıran bu sistem sayesinde Gilde mensupları rahipler, zorlu yolculukları sırasında Bizans'ta Ortodoks Collegialar mensupları ile, Türkler arasında güçlü olan Ahilerle ve son olarak da İsmailli kuruluşu Fütüvve mensuplarıyla karşılaştılar.Bu karşılaşmalar Gilde'lerin, doğudaki Batıni meslek loncaları ile giderek benzeşmelerini sağladı. Bu benzeşmede Gildelere en büyük etkiyi, İsmailliler ile son derece iyi ilişkiler içinde bulunan Templiyer Şövalyeleri yaptı. Templiyerler, emirleri altındaki Gilde mensuplarının bünyelerindeki Ezoterik öğretiyi daha da geliştirmelerini sağladılar. Avrupâ'ya dönen Gilde mensupları da, aynı örgütün Fransâdaki nispeten laik benzeşi olan Confreries'de (kardeşlik) benzeri gelişmelerin oluşmasına neden oldular.
Kaleden Atlayan Fedailer
Templiyer Şövalyeleri 1118 yılında "İsa'nın Fakir Askerleri" adı altında, San Bernardo Di Chiaravalle adlı bir piskopos ve onun yeğeni Şövalye Hugs De Payens tarafından kuruldu. De Payens ve farklı ülkelerden seçilen sekiz Şövalye daha Kutsal Toprakları kafirlerden korumak ve muhtaç kimselere yardım etmek amacıyla 1119 yılında Kudüs'e gittiler.
Kudüs Hıristiyanlar tarafından, Fatımilerin elinden alınmıştı. Ancak Fatımiler bunu büyük bir kayıp olarak görmediler. Aksine, Müslümanlığın, en az Katoliklik kadar tutucu kesimi olan Sünnilerle savaştıkları için, Hıristiyanlarla ittifaka girdiler. Kudüs'ü geri alabilmek için Haçlılarla savaşanlar Sünniler'di çünkü, Kudüs onlar için de kutsal bir şehirdi. Fatımilerin günümüzdeki ardılları olan Dürziler, Mezhebe ait ritüellerde Haçlılarla Batıni Müslümanlar arasındaki dayanışmanın örneklerini göstermektedir. Bu mezhebin bünyesindeki Hıristiyan kökenli bazı inanışların altında da söz konusu işbirliği yatmaktadır.
Selahattin Eyyubi'nin 1171 yılında Fatımi devletine son vermesi, Sünni iktidarla sürekli mücadele içinde olan İsmailliler ile Haçlıların dayanışmasını daha da artırdı. İsmailliler'in en radikal kolu olan Hasan Sabbah fedaileri ile, Haçlıların önde gelenleri Şövalyeler arasında zaman içinde özel bir bağ oluştu.
Kudüs'e gelmelerinden sonra, Kral Baudouin II tarafından Süleyman Mabedini korumakla görevlendirilen ve mabedin yerinde M.S. 540'da Bizans İmparatoru Jüstinyanus tarafından inşa edilmiş bulunan kilisede kendilerine yer verilen "İsâ nın Fakir Askerleri", yeni görevleri nedeniyle isimlerini değiştirdiler ve "Knights Templar" (Mabet Şövalyeleri) adını aldılar. Bir süre sonra bu Şövalyelere ve örgütlerine kısaca "Templiyerler" denilmeye başlandı.
Şövalye De Payens ve beraberindekiler Kudüs'e geldikten kısa bir süre sonra İsmailliler ile karşılaştılar. Gilde mensubu rahiplerden Şövalyeler hakkında bilgi alan ve onların Hıristiyan camiası içindeki en etkili ve bilgili kişiler olduğunu öğrenen Hasan Sabbah, Mabet Şövalyeleri ile görüşmeyi özellikle istedi. Bu isteğin altında, Templiyerler'in eski bir Batıni doktrin mabedini koruma görevini üstlenmeleri ve mabet içinde bazı kaybolmuş sırları açığa çıkarmak için yaptıkları araştırrrıaların da etkisi vardı. Bazı araştırmacılar, De Payens'in amcası olan piskopos Chiaravalle'nin Avrupa'da yaşayan Kabbalacılardan, mabedin temellerinde gömülü olan bazı Ezoterik sırların yerlerini öğrendiğini ve tarikatı da sırf bu sırların bulunması için kurduğunu ve Kudüs'e gönderdiğini öne sürmektedirler. Kimi iddialara göre, aralarında kaybolan bir kutsal kelimenin yazılı olduğu taş levha da dahil olmak üzere, sırların büyük bölümü Şövalyeler tarafından mabedin temelleri arasında ortaya çıkarılmıştır.
Hugs De Payens ve diğer Şövalyeler, davet üzerine, Hasan Sabbah'ı Alamut kalesinde ziyaret ettiler. Burada Sabbah'ın kurduğu sistemi gözleriyle gören Şövalyeler, örgüt ve Batıni doktrin hakkında da ilk ağızdan bilgiler aldılar. Kudüs'e geldikleri sırada Katolik inancın en önde gelen savunucuları arasında yer alan Templiyerler, Hasan Sabbah ve Dailerini tanıdıktan, İsmailli öğretisini derinlemesine inceledikten sonra, Katolik inanç tarzından giderek uzaklaşırlar ve akılcılığı ön plana çıkaran Ezoterik doktrine bağlandılar. Templiyer'lerdeki bu inanç değişikliği, kurdukları güçlü örgüt sayesinde tüm Avrupa'ya yayılırken, Katolik kilisesinin de giderek zayıflamasına yol açtı. İsmaillilerle ilişkileri Templiyerler'in tüm felsefesini değiştirmişti ancak bu ilişki, örgütün sonunu getiren suçlamayı da bünyesinde barındırdı. Templiyerleri yok etmek için bahane ararken Papalık, tarikatı "Müslümanlarla ilişki kurmak ve hatta Müslümanlaşmakla" suçladı.
Templiyerler Hasan Sabbah'dan Ezoterik öğreti ile birlikte bir şeyi daha öğrendiler; gerçek inançlarını saklamayı ve iyi birer Hıristiyan gibi görünmeye devam etmeyi. O kadar ki, 1128 yılında Papa Honarius, gösterdikleri yararlılıklar nedeniyle tarikatın şubelerinin tüm Hıristiyan dünyasında açılmasına izin verdi. Yine Papa, 1139 yılında da Templiyerler'in herhangi bir dünyevi ve dini otoriteye tabi olamayacağını ve sadece Papanın kendisine karşı sorumlu olduklarını açıkladı. Bu izin ile Templiyerler'in üzerinden her türlü şüphe ve dini baskı kalkmış oldu.
Şövalyeler, Hıristiyan görünme zorunluluğu ile Ezoterik inançlarını bir arada tutabilmek için üzerine yemin etmek üzere, Ezoterik bir yapısı bulunan Yohanna İncili'ni seçtiler. Templiyerler'in bu seçimi diğer Şövalye örgütlerini de etkiledi. Her türlü girişimde Templiyerleı'i örnek alan diğer Şövalye örgütleri de aynı İncil üzerine and içmeye başladılar. Öyle ki, Şövalyelik kurumunun bir diğer ünlü mümessili olan ve savaşlarda yaralananlara yaptıkları yardımlardan dolayı kendilerine "Hospitalierler" denilen Şövalyelerin bir diğer adı da, "Sen Jan Şövalyeleri" idi. Daha önce belirtildiği gibi, İsa öğretisinin Ezoterik içeriğini anlatan İncil, Sen Jan tarafından kaleme alınmıştı.
Örgütlenmelerini İsmailli teşkilatı yapısını örnek alarak gerçekleştiren Templiyerler, disiplin, hiyerarşi, tarikatın başkanı olan "Büyük Üstada mutlak bağlılık ve itaat gibi gibi İsmailli uygulamalarını sürdürdüler. Üç dereceli bir inisiyasyon sistemi kurdular. "Mass" adı verilen ayinlerde, Kutsal Ruh'un sembolü olarak kabul ettikleri ekmeğe, kirli olabilecek elleriyle değmemek için eldiven giyen Templiyerlerin önlükleri de koyun postundan yapılmıştı ve beyazdı. Templiyer'lerin yalnızca önlükleri ve eldivenleri değil, tüm giysileri beyazdı. Bu geleneği de İsmailliler'den alan Templiyerler, tek fark olarak, göğüslerinin üzerine Haçlıların sembolü olan kırınızı bir Haç diktirirlerdi.
Tarikata üyeler ketumiyet yemini ederek alınırlardı ve yeminini bozanlar bunu hayatlarıyla öderdi. Şövalyeler birbirlerine "Kardeş" diye hitap ederlerdi. Üç dereceli örgütlenme yapılarında ilk derece sahiplerine, daha yukarı dereceli üyelere hizmet etme zorunluluğu nedeniyle "Serving Brothers" denilirdi. İkinci derecede birer "Chaplaini" olan tarikat üyeleri, Şövalye, "Knight" ünvanını ancak en üst derecede elde edebilirdi.

Templiyerlerin, bayrakları, evrende iyinin ve kötünün bir arada bulunduğunu sembolize etmek amacıyla siyah ve beyaz renklerden oluşmuştu. Templiyerler de, öğreticileri İsmailliler gibi, yüce bir varlığa ve insanın o varlığın bir parçası olduğuna inanıyorlardı. Şövalyelerin en önemli prensibi, herkesi inançlarında özgür bırakarak, kendi inançlarını kimseye zorla kabule çalışmamak olmuştur. Bu durum tarikat ile Katolik kilisesi arasındaki en önemli ayrılıklardan birisi haline geldi.
Templiyerler, tıpkı İsmailliler gibi birbirlerini tanıyabilmek için gizli işaret, parola ve semboller kullandılar. Bu gizlilik daha sonraki yıllarda Papalığın baskılarından kurtulmak için de işe yaradı. Templiyerler ayrıca İsa'nın çarmıha gerildikten sonra öldüğünü, yani onun bir fani olduğunu savunuyorlardı. Onlara göre göğe yükselen şey, İsa'nın tekamül etmiş ruhuydu. Yani Tanrı ile birleşen İlahi Kelamdı.
Templiyerler, Papadan tüm Avrupâ da teşkilatlanma iznini aldıktan sonra, bir çeşit bankerliğe başladılar. Kutsal savaş veya Hac için kutsal topraklara gitmek üzere yola çıkan asker ya da hacılardan paraları, ülkelerindeki Templiyer teşkilatı tarafından alınıyor ve buna karşılık alınan paranın miktarının belirtildiği bir belge veriliyordu. Asker veya hacı, gittiği ülkedeki Templiyer teşkilatına bu belgeyi gösterdiğinde, parasını eksiksiz alıyordu. Sistemin iyi çalışması ve dürüst Şövalyelerin elinde olması, zamanla Templiyerlei e olan güveni iyice artırdı. Bir süre sonra Templiyerler önemli miktarlarda parayı işletmeye başladılar. İşletmecilik, muazzam bir servetin birikmesine ve bu arada da, duvarcı ustalarının üye bulunduğu Masonluk ile diğer mesleki kuruluşların da Şövalyelerin emri altına girmelerine neden oldu.
Güçlü örgüt yapısı ve muazzam servet, büyük bir güçle birlikte endişeyi ve kıskançlığı da beraberinde getirdi. Selahattin Eyyubi'nin 1187 yılında Kudüs'ü ele geçirmesi ve Latin krallığına son vermesi üzerine Templiyerler, diğer Şövalye Tarikatları ile birlikte Kudüs'ü terk etmek zorunda kaldılar. Templiyerler önce Akka'ya, buradan da Kıbrıs'a geçtiler. Bu sırada tarikatın Büyük Üstadı, soylu bir Fransız aileden gelen Jacques De Molay'dı. O sıralar, dönemin Fransa Kralı "Güzel Philip" güç günler yaşıyordu. Maddi sıkıntılarını atlatmak için Templiyerler'den büyük miktarlarda borç almıştı ve geri ödemekte zorlanıyordu. Karşısında maddi açıdan çok kuvvetli ve tüm Avrupa'ya yayılmış bir örgüt olması Kral Philip'i yalnız başına harekete geçmekten alıkoyuyordu. Daha önce de belirtildiği gibi Papalık da Templiyerler'in Katolik kilisesini giderek zayıflattığının farkına varmıştı ve teşkilatı yok etmek için bir fırsat kolluyordu.
Kıbrıs'tan sonra Templiyerler merkez olarak Londra'yı seçtiler. Yöneticilerin çoğunluğu Londra'da olmasına karşın, örgütün Paris kolu son derece güçlüydü. Kentin üçte biri Templiyerler'in kontrolü altındaydı ve Kral Philip'in yargılama yetkisinin dışındaydı. Kuruma bağlı tüm zanaatkarlar, Papalığın kendilerine verdiği haklar doğrultusunda özgür zanaatkarlardı ve krallığın tüm yükümlülüklerinden muaftılar.
Bu duruma bir son vermek isteyen ve bu arada Templiyerler'e olan borcundan da kurtulmak niyetinde bulunan Kral Philip, yoğun bir kulis faaliyeti sonucu 5. Clement'i Papalığa seçtirdi. Templiyerler'in uyguladığı laik sistemin Papalık için ne demek olduğunu iyi bilen ve ayrıca Kral Philip'e borcunu ödemek isteyen Papa Clement, cemiyetin tüm Avrupâ da lavını isteyen bir emirname yayınladı. Papa'nın bu emirnamesini yayınlamasından hemen önce Kral Philip, yeni bir Haçlı seferi düzenleneceği bahanesiyle Templiyerleı'in Büyük Üstadı De Molay'i ve örgütün diğer önde gelenlerini İngiltere'den Fransa'ya davet etti.
De Molay ve 60 Templiyer Şövalyesi, Ekim 1307'de, Philip'in çağrısına uyarak Paris'e gittiler. Philip, onurlarına düzenlediği hir yemek sırasında De Molay ve Şövalyeleri tutuklatırken, Papalık da, halkı onlara karşı kışkırtmak için tüm kiliselerde Templiyerler aleyhine vaazlar verdirtti. Tüm Avrupa'da büyük bir Templicr avı başladı. Örgütün mal varlıklarına ve arazilerine krallıklar tarafından el konurken, taşınabilir hazinelerin bir kısmı. Şövalyelerin bazılarıyla birlikte Rochelle limanından 18 gemi ile hareket etti. Bu gemiler ve Şövalyeler hakkında daha sonra hiçbir bilgi alınamadı.
Papalığın bu tutumu, Templiyerler'le birlikte, onlarla sıkı ilişki içinde olan bir başka kuruluşun, Gildeler'in de sonunu getirdi. Gilde mensubu inşaatçı rahipler, ya rahiplik mesleğini sürdürmek ya da inşaatçılığı seçmek zorunda kaldılar. İnşaatçılığı seçenler Masonlar arasında katılırken, Gildeler de tarihin karanlık sayfalarına gömüldüler.
Takipten sağ kurtulan Şövalyelerin büyük kısmı İskoçya'ya sığındılar. İskoçya Kralı Robert Bruce, kendilerini çok iyi karşıladı. Bu Şövalyeler, artık bir örgüt olarak etkin olamayacaklarının farkındaydılar. Bu nedenle o sıralar kendilerinden sonraki en yaygın Ezoterik içerikli teşkilat olan Masonlara katıldılar. Yalııız İskoçya'da değil, tüm Avrupa'da Mason locaları Templiyer Şövalyelerine kapılarını açtılar. Bu katılma ile localara da büyük bir canlılık geldi. O günden itibaren Masonluk, bir mesleki kuruluş olmanın yanısıra, Ezoterik doktrinin Avrupa'daki uygulayıcısı ve yayıcısı konumuna yükseldi. Bu arada, Şövalyelerin ve Gilde mensubu rahiplerin katılımları neticesinde localarda mesleki çalışmaların yanısıra fikri çalışmalar da ön plana çıkmaya başladı.
Kral Ptıilip ve Papalık tarafından yakalanan Şövalyeler, bir din adamları kurulu tarafından yargılandılar. Onlara, ahlaka aykırı törenler uygulamak, Haç'a hakaret etmek ve Salibi ayaklar altına almak, İsa'nın Tanrılığını reddetmek, Müslümanlarla işbirliğinde bulunmak ve Müslamanlığa yakınlaşnıak, dini yasalardan sapnıak ve sihirbazlık yapmak gibi suçlamalar yöneltildi. Hepsi engizisyon işkencelerinden geçirildi ve itirafları zorla alındı. Örgüt 1312 yılında resmen lavedildi. Taşınmaz malları ve tüm imtiyazları, Katolik kilisesine daha yakın olarak tanınan Sen Jan Şövalyelerine verildi. 1530 yılında Malta Şövalyeleri adını alan bu Şövalyeler, Templiyerler'in mallarını, kendi öı varlıklarına katmaksızın bugüne kadar muhafaza ettiler. De Moley ve tutsak diğer Şövalyeler, yedi yıl süren hapis hayatından sonra, 1314 yılında direklere bağlanarak yakıldılar. Böylece Ezoterik-Batıni doktrinler Müslüman dünyasında Hallac-ı Mansur'dan sonra, aradan yüzyıllar geçmiş olmasına karşın, Hıristiyan dünyasından da yandaşlarını kurban vermiş oldu.
Templiyerler'in başına gelenler, Dante tarafından "İlahi Komedi" adı altında ölümsüzleştirildi. Viyana müzesinde bulunan bir Dante kabartmasının arkasında, "Kutsal Kadoş Tarikatinden İmparatorluk Prensi Templiye Kardeş" ibaresinin bulunması, aradan uzunca bir süre geçmiş olmasına rağmen Templiyer teşkilatının, başka örgütler bünyesinde de olsa, varlığını sürdürmekte olduğunu göstermektedir.
Dante'nin ünlü eserinin Ezoterik yorumuna kısaca bir göz atmak, Templiyerlerin inançları hakkında da bazı fikirler verecektir. Dante'nin İtalya'dan çıkmış olması bir tesadüf değildir. İtalya, Papalığın ve Katolik kilisenin yanısıra Pisagor Enstitüsü'nün, Roma Collegiaları'nın, Gildeler'in vatanıdır. Masonluğun ana kaynağının Collegialar olduğu düşünülürse, bu örgütün doğum yeri de İtalya olarak kabu) edilebilir. Dante'nin Templiyer Şövalyesi ünvanını Masonluk bünyesinde alması, Ezoterik doktrinin ve tarikatın varlığının Masonluk içinde sürdüğünü göstermektedir. 1265 yılında doğan Dante, 1295'de, 30 yaşındayken, doktor ve simyagerlerin çoğunlukta bulunduğu bir locaya üye olmuştur. Dante de, kendisinden önceki tüm Ezoterik inançlılar gibi laiklik taraftarı olmuş ve tüm yaşamını din ile devlet işlerinin ayrılmasına adamıştır. Dante'ye göre Papalık ruhani kudretin, imparatorluk da dünyevi kudretin sahipleridir ve her ikisi de tanı anlamıyla eşittir. Eşit iki kuvvet sahiplerinden kilise devlet işlerine imparator da din işlerine karışmamalıdır.
Dante'nin İlahi Komedi'de bir sembolizma dili kullandığı görülmektedir. Örneğin Cehennem tam Kudüs'ün altındadır. Bu noktadan Dünyanın merkezine uzatılan hatta Araf, Cehennemle tam hizada ancak yeraltında değil, tam tersine bir dağın tepesinde Cennet bulunur. Aynı çizgi gök yüzüne devam ettilirse, Tanrıya ulaşılır.
Dante'nin en çok kullandığı semboller sayısal sembollerdir. Tanrısal teslisi ifade eden 3, bunun karesi 9 ve Pisagor öğretisini hatırlatırcasına mükemmelliğin ifadesi olan 10 sayılarını kullanır üstad. Uhrevi alem, Cennet, Araf ve Cehennem olmak üzere üçe ayrılır. Komedya, bu üç kısımdan oluşur. Her kısımda 33 bölüm vardır. Kitap başlangıçtaki giriş bölümüyle birlikte 100 bölümden ibarettir. Dante, 10'un karesi olan 100. bölümde mükemmeli, yani Tanrıyı görür.
Dante, Cennet bölümünde yedikçe daha çok acıkan bir kurt'u anlatır. Bu kurt Katolik kilisesini remzetmektedir. Üstad, Templiyerlerin ölümüne neden olan Papa 5. Clement'i çoban kılığında bir aç kurt olarak nitelendirir.
Dante, insan ruhlarının Tanrıya yaklaştıkça giderek birer ışığa dönüştüklerini ve Tanrıya ulaşınca da, tarifi mümkün olmayan bu İlahi Nur ile birleştiklerini yazmaktadır. Bu ifade tarzı, ruhun yegane hedefinin Tanrıya ulaşmak olduğunu söyleyen Ezoterik öğretinin o dönemdeki anlatımından başka birşey değildir.
Dante'ye göre, Tanrının bünyesinde varolan üçlü ilahi kudret Hıristiyan teslisini ve İsa'nın hem insan, hem Tanrı oluşunu izah etmektedir. Allah'ın insanı kendi suretinde yaratmış olmasını insanın Tanrısallığına bağlayan Dante, Ezoterik sırlar için Cehennem bölümünde şöyle yazar: "Siz ki, sağlıklı bir akla sahipsiniz. Şu tuhaf mısraların arasında saklanan doktrini kavrayınız"...
Bu noktada şunu da ifade etmek gerekir; Dante, yaşadığı dönemde aydınlar arasında çok yaygın olan "Fedeli D'amore" (Aşk Dostları) edebi akımına da mensuptuı-. Ezoterik içerikli bu akını, diğer benzeri örgütler gibi, başkalarınca anlaşılamayacak gizli bir dile sahipti.Dante, İlalıi Komedi'sinde hakikati aramaktadır. Bunun için üç seyahat yapar. İlk seyahati Cehennemedir ve büyük engellerle doludur. İkinci seyahat, yani Araf seyahati daha kolay ve ümit doludur. Üçüncü seyahat yani Cennet ise, müzik, dans ve ışık eşliğinde yapılan bir seyahattir. Bu seyahatler sırasında Dante'ye Virgil (Akıl), Beatris (Güzellik) ve Sen Bernaı'ın simgelediği İlahi İrade (Kuvvet) rehberlik etmektedir. Seyahatlerinin sonunda Dante İlahi Nura, yani Tanrısal Hakikate kavuşmaktadır.
Dante, düşüncelerini şöyle dile getirmektedir.: "Beni meydana getiren ilahi kudret, en yüce akıl, hikmet ve ilk aşktır"..
Dante'nin gördüğü İlahi Nur bir üçgen şeklindedir. Diğer bir deyişle o, Nurlu Deltayı görmüştür. Deltanın ortasında Dante'nin kendi yansıması, yani insan durmaktadır. İnsan Tanrının bir paçasıdır ve Tanrı insanın içindedir. İnsan kendisini yeterince araştırırsa, içindeki vasıfları geliştirirse, bünyesinde varolan sırlara erecek ve aradığı hakikatin kendisinde bulunduğunu anlayacaktır.
De Moley
Fransa katliamından sonra Templiyerler'in sağ kurtulan üyelerinin Mason localarına dahil olmalarına karşın, Papalık Masonluğa uzunca bir süre için dokunmadı. Onlara tanınan imtiyazları kaldırmadı çünkü, Hıristiyan aleminin kilise ve katedral yapan insanlara ihtiyacı vardı. Masonlar, inşaat yapımı sırlarını büyük bir titizlikle korumuşlardı ve bu sır saklama gelenekleri varlıklarının idamesi için de gerçek sebep oldu. Gildeler'in dağılması da Masonların yaşamaları için bir başka nedendi. Duvarcı ustaları, yaptıkları işin devamlı gezmelerini gerektiren türden bir iş olması nedeniyle her zaman özgür olmuşlardı. Bu gelenek binlerce yıldan bu yana süregelmekteydi ve onların bu özgürce dolaşabilme ve örgütlenme avantajları sayesinde birçok fikir akımı, Masonlar ile tüm Avrupa'ya yayıldı. Bu nedenle örgütün adı "Free Masons" (Hür Duvarcılar) örgütü idi.
Templiyerler'in etkisi sayesinde örgütlenmelerini, İsmailli zanaatkar örgütü Fütüvve'leri örnek alarak gerçekleştiren Mason locaları, sadece birer inşaatçı birliği değil, felsefi konuların da işlendiği birer eğitim ocağı durumundaydılar. Bu vasıtları, Şövalyelerin ve Gilde ınensuplarının aralaı-ına dahil olnıası ile daha da güçlendi. Simya bilmi hakkında ilk bilgilerini, bu bilgileri İsmailliler'den almış olan Templiyerler vasıtasıyla elde eden Masonlar, Kabbala ile de ilişkideydiler. Kabbala okulu mensupları ile kurulan ilişki sonucu Masonlar arasında Simya oldukça ön plana çıktı. Templiyerleı-'in dağılmasından sonra Masonluk, Avrupa'da örgütü bulunan yegane kuruluş olarak kaldı. Masonlaı-'ın o sırada, tüm Avrupa ülkelerinde yaklaşık 9 bin locasının bulunduğu tahmin edilmektedir. Mason localarının büründüğünü yeni hüviyet, asillerin ve entelektüel çevrenin de dikkatini çekti. Örneğin, 1442 yılında İngiltere kralı 5. Henry ve saraydaki pek çok asil, kardeşlik örgütüne üye oldular.
Localarda metafizik, teoloji ve felsefe konuşuluyordu. Ancak ortaçağ Masonları, öğretileri uyarınca Roma kilisesine oldukça uzak bir mesafedeydiler. Dönemin yoğun dini baskıları, Masonların gerçek inançlarını açıkça ortaya koymalarına engel oluyordu. Esasen duvarcı ustaları, kilise ile en yakın oldukları Gilde'ler döneminde dahi, Papalığın tahakkümü altına girmekten özenle kaçınmışlardı. Ortaçağ Masonları'nın gerçek düşüncelerini ortaya koyabilecekleri yegane yer, kendi yarattıkları eserlerdi. Masonlar eserlerinde daima Batıni semboller kullandılar. En büyük eserleri olan katedraller ve kiliselerde dahi, kendi sembollerinin yanısıra, simya sembollerini kullanmaktan çekinmediler. Hatta biraz daha ileri giderek katedralleri, Papalığın resmi tutumuyla alay edercesine, açık saçık denilebilecek türden heykellerle doldurdular.
Masonlar'ın katedrallerde kullandıkları Simya sembollerine bir örnek olarak "VİTRİOL" kelimesini verebiliriz. Vitriol, Latince'de "VisiCa İnteriora Tellus Rectifacando İnveniens Occultam Lapidem" kelimelerinin baş harflerinin birleşimi olan bir kelimedir. "Dünyanın merkezini ziyaret et. Orada gizli taşı (Felsefe Taşını) bulacaksın" anlanıına gelen bu kelimenin Ezoterik açılımı "her insanın hakikati kendi içinde bulacağı" şeklindedir. Kelime, günümüz Masonluğunca da bir sembol olarak kullanılmaktadır. Masonluğa özgü imkanlar, büyük mimarlar ve taş ustalarının yanı sıra, dönemin filozoflarının da çok işine yarıyordu. Yol üstündeki Localarda barınabilme, gerektiğinde ödünç para alınarak bir sonraki Locaya yolculuk etme, sağlıkla ilgili her türlü soruna çare bulma gibi imkanlar, o dönem için bulunamayacak nimetlerdir. Yaşlı ve hasta kardeşlere, dul kalan Mason eşlerine yardım eden bir sandığın bulunması, derneğin sosyal yönünün güçlülüğünü ve giderek Hümanizm akımının ortaya çıkmasında nasıl etkin rol oynadığını göstermektedir.
İstanbul'un 1453'de Türkler tarafından alınması ve Bizans İmparatorluğunun son buluşu ile, birçok Bizanslı İtalya'ya göç etti. Göç edenler arasında bilim adamları ve filozofların yanısıra, Ortodoks Collegia kardeşleri de bulunuyordu. İtalya'daki Mason Localarına katılan bu yeni kardeşler, olayların ivmesinin tırmanmasına neden oldular. Ayrıca, Müslümanların elinde bulunan klasik ticaret yollarına karşı alternatif yolların bulunması, yeni kıtaların keşfi Avrupa'da refahın giderek artmasıyla sonuçlandı. Artan refahla birlikte, insan hakları gibi soyut kavramlar da gündeme geldi.
15. yüzyılda krallar ve giderek imparatorlar, derebeylerine karşı kesin üstünlük kurdular. Bunlar, Hıristiyan alemini kendi tapulu malı gibi görmeye alışmış Papalığa karşı, daha bağımsız olabilmek için girişimlerde bulunmaya başladılar. Ancak, Papalığın elinde çok güçlü bir silah, "Afaroz" tehdidi vardı, Papa, kim olursa olsun, bir kişi ya da kurumu aforoz ettiği anda, bu kişi ya da kurum toplumdan tamamıyla soyutlanıyordu. Aforoz edilen Şarlman, Papa'nın kendisini affetmesi için günlerce kilisenin önünde yalınayak beklemişti.
Ancak bu silahın olur olmaz kullanımı, geri tepmesine yol açtı. Giderek, Papalara tepki olarak milli hisler güçlenmeye başladı. Sonuçta milli kiliseler Papalık karşısına bazı hak iddiaları ile çıktılar. Karmaşa o boyutlara ulaştı ki, bir ara ortaya birbirlerini aforoz eden üç Papanın çıktığı bile oldu.

Öte yandan, 1510 yılında İngiltere'de, ünlü Simyagerlerin bir araya geldikleri "Müneccimler Birliği" kuruldu. Kökenini Kabbalacılardan, Kudüs'den kaçan Şark Şövalyelerinden ve Templiyerler'den alan bu dernek, 1570 yılında Almanya'da "Rose Croix Kardeşleri" cemiyetini kurdu. Rose Croix'ların, Müneccimler Birliği'nin bir yan kolu olarak kurulduğuna dair bir belge, Michel Maier'e ait bir Manüskir'de bulunmaktadır ve halen Leipzig kütüphanesinde muhafaza edilmektedir.
İstanbul'un Türkler tarafından fethinden kısa bir süre sonra, 1460 yılında İtalya'nın Floransa kentinde "Eflatun Akademisi" kuruldu. Marcile Ficin tarafından kurulan bu akademide Hıristiyan felsefesi ile Ezotorik doktrin görüşleri uzlaştırılmaya çalışıldı. Aynı nitelikli çalışmalar diğer İtalyan kentlerine de sıçradı ve Venedik, Cenova, Roma gibi kentlerde yeni akademiler kuruldu. Bu akademilerin araştırmaları sonucunda, manastırların tozlu arşivlerinde yüzyıllardır unutulmuş eski Yunan eserleri gün yüzüne çıkarıldı.
Hermes, Kabbala, Etlatun, kısaca tüm Ezoterik ekollerin bir sentezi olarak kurulan Rose Croix, Eflatun'un etkisiyle, Ezoterik öğreti bünyesindeki akılcılığı ön plana çıkardı. Johan Valentin Andreae, Michael Maier, Francois Bacon, Jacob Boehme ve Robert Fluud gibi düşünürlerin eserleri ile Rose Croix tüm Avrupa'da, özellikle de Alnıanya, İnQiltere ve Fransa'da etkili bir kuruluş haline geldi. Ancak Rose Croix, dünyanın kaderini etkileyen zirveye, Martin Luther ile ulaştı.
İngiliz Müneccimler Birliği bir süre sonra, Simyâ nın giderek önemini kaybetmesi nedeniyle, tüm bilim dallarını kapsayan, "Royal Society"e dönüştü. Çok sayıda İngiliz bilim adamının üye olduğu ve kraliyetin himayesinde olan bu kuruluş, üyelerinin akılcılığı ön planda tutmaları ile ün yapmıştı. Ancak üyeler, bilim ile sezgisel yaklaşımı birleştirmeyi başarmışlardı.
Royal Society'ye üye olmalarının yanısıra birer Rose Croix da olanlardan John Dury, ışığın, yani Tanrının insanın içinde olduğunu yazarken, tüm modern bilimlerin babası olarak tanınan Francois Bocon ile deneysel Fiziğin kurucularından olan Robert 1505 yılında Rose Croix'nın Alman örgütüne üye olan Martin Luther, 1512 yılında Teoloji Doktoru ünvanını aldı ve Roma kilisesine karşı milli Alman kilisesini savunan savaşımına başladı. Tanrıyı sevmeyi ve ona inançla sarılmak gerektiğini savunan Luther, Hıristiyanlıkta hiçbir dogmanın bulunmadığı İsa günlerine dönülmesini ve Tanrıyı her Hıristiyan'ın sezgisi ile bulmasını istiyordu. Roma kilisesine ve Papalığın afaroz etme ile, günahları bağışlama gibi yetkileri bünyesinde toplamış olmasına kızan Luther, özellikle yapılan maddi bağışlar neticesinde insanlara günahlarının affedildiğini gösteren belgeler, cennet anahtarları verilmesini komedi olarak nitelendirdi. Luther, açıkca ifade etmekten çekinmediği bu düşünceleri nedeniyle, 1520 yılında Papa 10. Leo tarafından aforoz edildi. Bu aforoz, Luther'in Roma'ya ve onun kutsama kuramına daha şiddetle saldırmasını sağlayan bir kamçı oldu. İnancı, gözle görülmez ve insanın içinde olan bir duygu olarak nitelendiren Luther, Papalığa karşı girişimlerine hız verdi. Ancak, Alman yöneticileri nezdinde Papalığın Afarozunun büyük önemi vardı ve Luther Almanya’dan kovuldu. Luther, kendisini koruması altına alan Saksonyalı Frederick'in şatosuna sığındı. Alman Teolog burada, şimdiye kadar sadece Latince yayınlanmış olan İncil'i 1522 yılında Almanca’ya çevirdi. Luther, böylece Alman edebiyatına da kendi dilindeki ilk büyük yapıtını kazandırdı. İncil'in Almanca'ya çevrilmesi, Alman halkının kutsal kitabı daha iyi anlamasına ve Lutheı'in öğretisini desteklemelerini sağladı. Luthercilik zamanla tüm Avrupa'ya yayıldı. Protestanlık adını alan Lutherci görüş ile, Katolik kilisesinin toplumlar üzerindeki mutlak tahakkümü kırılmış oldu.
1598 yılında Nantes fermanının imzalanması ile, Fransa’da Katoliklerin yanında Protestanların da yaşayabilecekleri kabul edildi. Öte yandan, coğrafi büyük keşifler ile, dünya nüfusunun büyük bölümünün Hıristiyan olmadığı ortaya çıktı. Bu gerçek, halkın Papalığa olan inancını biraz daha zayıflattı. Bu arada bilimsel ilerlemeler de durmuyordu. Polonyalı bilgin Copernic dünyanın hem güneş etrafında hem kendi etrafında döndüğünü ispat etti. Oysa Katoliklerin İncilinde güneşin dünyanın etrafında döndüğünü yazıyordu..
Boyle, benzeri görüşü içeren eserler kaleme aldılar. Bacon, ünlü eseri "Nova Atlantis"de, Ezoterik doktrinin ön planda tutulduğu yeni bir dünyanın kurulması planları yaparken, Böyle da bu planı gerçekleştireceğini umduğu "Görünmez Kurul"un yaratıcısı oldu. Royal Society üyesi olan İsac Nowton'un, Rose Croix Jacob Boehme'in etkisi altında kalmış olması, bilim dünyasının bu kuruluştan ne denli yararlandığının göstergesidir.
Rose Croix'lar, kendileri gibi Ezoterik doktrinin savunucusu Masonlarla sürekli temas içindeydiler. Zaten büyük bölümü, Mason Lcıcalarının üyeleriydi. Örneğin Londra locaları büyük üstadı Christoper Waren, hem Rose Croix hem de Mason'du. Ayrıca, her iki kuruluşa da üye olan kimyacı ve matematikçi Robert Moray, Royal Society'nin birinci başkanıydı. Rose Croix ile Masonluk prensiplerinin aynılaşmaları, "Hermes'e tapan İngiliz" lakabı verilen Elias Ashmole ile oldu. Sülayman Evi'ni yapmayı kendisine amaç edinen bir dernek kuran Ashmole, bu derneğin Mason lokalinde toplanmasını sağladı. Bu ilişki zaman içinde Masonluğun aynı gayeyi paylaşması noktasına ulaştı ve dernek de Masonluk içinde eridi.Bu arada Rose Croix'lara özellikle kıta Avrupa'sında, başta Cizvitler olmak üzere tüm dini kurumlar şiddetle saldırnıaya başladı. Bu saldırılar 1630 yılına kadar sürdü ve Malineler Konseyi, Rose Croix'yı sihirbazlık ve dini sapkıcılıkla suçlayarak tarikatın kapatılmasını, üyelerinin tutuklanmalarını isteyen bir em'ırname yayınladı. Bu karar üzerine, Templiyerler'in başlarına gelenler kendilerine örnek olan Rose Croix'lar, tıpkı onlar gibi Masonlaı'a katıldılar. İki kuruluşun bunları sonra birlikte hareket ettikleri, 17. yüzyıl ortalarında Henry Adamson tarafından yazılmış şu mısralardan da bellidir:
"Rose Croix kardeşleriyiz biz.
Mason parolasına ve sezgi özelliğini sahibiz.

Tampliyelerin Öyküsü - 5

Tampliyelerin Öyküsü - 5
Bu değerli yazı Thamos'un bir süre önce kapanan son derece bilgilendirici sitesi Ezoterika'da bulunmaktaydı. Onu arşivleyen bir okurumuz tarafından sitemize gönderilmiştir, resimleri hermetics.org'un katkısıdır.   

(1) Afrikanın DerinlikleriTampliye Mirası
"1145 Yılında, alman piskopos Otto von FreiSign, Chronicon adlı tarihinde, çok şaşırtıcı bir yazışmadan söz eder. Papa, o güne dek varlığı hiç bilinmeyen, Hindistan'ın Hıristiyan hükümdarından bir mektup almıştır. Bu kral, mektubunda, "Cennet Irmağı"nın kendi ülkesinde bulunduğunu bildirmektedir. Mektup, aslında Suriye'nin Akdeniz kıyısında bulunan Gebal kentinin piskoposu aracılığıyla Roma'ya kadar ulaştırılmıştır. Hıristiyan hükümdarın adı "Yaşlı John" (Yuhanna) ya da aynı zamanda bir rahip olduğu da ileri sürüldüğü için "Vaiz John" olarak geçer. Dediklerine göre, bebek İsa'yı ziyaret eden Magi'lerden birinin soyundan gelmektedir. İran'ın tüm Müslüman hükümdarlarına boyun eğdirmiş, Dünyanın diğer ucunda, gelişen bir Hıristiyan krallığı kurmuştur."
Graham Hancock, The Sign and the Seal

"Vaazcı Yuhanna" aslında, Havari Yuhanna'nın yozlaştırılmasından başka bir şey değildir. İncil'de bile, Yuhanna'nın hiç bir zaman ölmeyeceği söylentilerinin çıktığı ama bunun doğru olamayacağı yazılıdır. Avrupa'nın Müslüman tehdidiyle yüz yüze geldiği dönemlerde, Bizans tahtına çıkan bir çok imparatorun adı Batıda Yuhanna diye geçer. Bu sadece, yardım umutlarının bir söylenti sayesinde pompalanmasını ifade etmektedir".
Steve Sharper

"Piskopos Otto'nun Vaazcı John'un varlığını ve ülkesinde bulunan Cennet Irmağını açıklamasının üzerinden pek fazla zaman geçmeden, Papa resmi bir bildiri ile Haçlı Seferlerinin yinelenmesi çağrısında bulundu. İki yıl içinde, 1147'de, Alman İmparatoru Conrad, diğer derebeyleri ve bir çok soylu ile birlikte İkinci Haçlı Seferini başlattı.
Haçlıların talihlerinin yükselip alçalmasına uygun olarak, Avrupa'da zaman zaman Vaazcı John hakkında söylentiler belirip kayboluyordu. O dönemin tarihçilerine göre, 1165 yılında, Vaazcı John Bizans İmparatoru, Kutsal Roma İmparatoru ve diğer krallara gönderdiği yeni bir mektupla, pek yakında, orduları ile Kutsal Topraklara ulaşacağını haber veriyordu. Ülkesini yine pek şatafatlı bir tarzda anlatıyor, bu kez sadece Cennet Irmağının değil, aynı zamanda Cennetin Kapılarının da ülkesinde bulunduğundan söz ediyordu."
Graham Hancock, The Sign and the Seal

"Eğer gerçekten büyük gücümün nereden kaynaklandığını merak ediyorsanız, o takdirde kuşkusuz olarak inanın ki, ben Vaazcı John...Gök yüzünün altında yaşayan tüm yaratıklardan daha varlıklı, daha bilge ve daha kuvvetliyim. Yetmiş iki kral bana haraç ödemekte. Yürekten dinine bağlı bir Hıristiyan'ım ve ülkemdeki dindaşlarımı her an korumaktayım...Büyük bir ordu ile gelip, Tanrının mezarını ziyaret etmeye yemin ettim...İsa'nın haçının düşmanlarına da savaş açacağım ve onları acımasızca cezalandıracağım.
Görkemim üç Hindistan'ı tümüyle kaplıyor ve hatta, St. Thomas'ın mezarının bulunduğu uzak Hindistan'a bile yayılıyor. Çölleri aşıyor ve güneşin doğduğu yere, Babil Kulesinin yakınındaki ıssız Babil vadisine kadar uzanıyor..."
Bizans İmparatoru Manuel Comnenus'a gönderilen mektup (1165)

"Vaazcı John neredeydi ? St. Thomas'ın mezarından söz etmesi Hindistan'ı işaret ediyordu. Ancak, orta çağın coğrafya kavramları öylesine geriydi ki, Hindistan Nil nehri yakınlarında sanılıyordu. Bu nedenle, 1177 yılında Papanın Vaazcı John'a yazdığı mektup Habeşistan'a doğru yola çıkıyordu."
Mysteries of the Past

"Kardeşi Lalibela tarafından tahttan indirilene kadar Habeşistan hükümdarı olan Harbay'ın efsanevî Vaazcı John olabileceği sanılıyor."
Graham Hancock, The Sign and the Seal

"Vaazcı John'un mektubunda, kendisine karşı kardeşi ile iş birliği yapan Tampliyeler hakkında bile bir uyarı vardı:
"Sizin soyunuzdan gelen, sizin maiyetinizde bulunan bazı Fransızlar Sarasenler (Müslümanlar) ile iş birliği yapıyorlar. Size yardım edeceklerine inanıp, onlara güveniyorsunuz ama onlar sahtekâr ve hilebazlar...Cesur olun ve dua edin...Sahtekâr Tampliyeler'i öldürmeyi ihmal etmeyin."
Vaazcı John'un çeşitli krallara gönderdiği mektup (1165)

"Wolfram von Eschenback Parzival'de, Grail'i arayanlardan birinin, Rohas'ın ötesine, Afrika'nın derinliklerine yaptığı yolculuğu anlatır. Rohas, Habeşistan'ın en uzak bölgelerinde bir kenttir. 1185 Yılında, Lalibela zaferle girdiği Rohas'ın adını değiştirir, kendi adını verir yeni başkentine...Lalibela, ülkesine geri dönmeden önce, yıllarını Kudüs'te Tampliyeler'le birlikte geçirmiştir. Tampliyeler'in, kayıp Ahit Sandığını gizlediğine inanılan Habeşistan'dan gelen bir soyluya ilgi göstermelerinin nedeni aşikârdır".
Graham Hancock, The Sign and the Seal

"Habeşistan ile Hıristiyan Avrupa arasındaki ilişkiler bir sonraki yüzyılda da devam etmiştir:
"Kurtuluşumuzun 1306. yılında, Habeşistan İmparatoru Wedem Araad, Avignon'da bulunan Papa V. Clement'a otuz kişiden oluşan bir heyet gönderdi."
Giovanni da Carignano (Cenova'lı bir haritacı)

"Habeşistan'da kayalara oyulmuş on bir kilise, Afrika'nın en gelişmiş mimarî yapılarıdır (UNESCO tarafından Dünyanın Harikaları arasında gösterilmişlerdir)...Kiliseler, inşa edilmelerinin üzerinden sekiz yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, bu gün de ibadete açıktır. Bu kiliselerin özellikle belirtilmesi gereken nitelikleri, alışılmış yöntemlerle inşa edilmek yerine, doğrudan kırmızı volkanik kayalara oyulmuş olmalarıdır. Bu nedenle, sadece boyut olarak değil, işçilik ve kavrayış açısından da, insanüstü bir görünümleri vardır.
"...Gerçek niteliklerini anlayabilmek için çok çaba sarf edilmiştir: bazıları derin hendeklerde bulunurken, diğerleri kocaman mağaraların içindedir. Tüm kiliseleri bir birine bağlayan, karmaşık ve hayret verici, bir tüneller, geçitler, galeriler, mezarlardan oluşan bir lâbirent ağı vardır. Ebedi görevlerini yerine getiren rahiplerin uzak ayak sesleri ile yankılanan, loş ve nemli, yosun tutmuş serin duvarları ile bir yer altı dünyası."
"St. Mary kaya kilisesinin tavanında, Davut Yıldızının içine çizilmiş stilize bir haç resmi bulunmaktadır. Bir Hıristiyan mabedi için oldukça şaşırtıcı bir süslemedir bu, ancak Tampliyeler'in en önem verdikleri simgelerden biridir Davut Yıldızı. Bu çizimin altında, kumaş kaplı bir sütun vardır. Rahipler, bu sütunun Lalibela'nın bizzat kendisi tarafından oyulduğunu ve kaya kiliselerinin mimarî gizlerinin içinde saklı olduğunu söylerler."
Graham Hancock, The Sign and the Seal

(2) Portekiz: İsa'nın Şövalyeleri
"Portekiz'de, Tampliyeler kısa süren bir soruşturmadan sonra aklandılar ve yalnızca adlarını "İsa'nın Şövalyeleri" şeklinde değiştirerek, varlıklarını 16. yüzyıla kadar sürdürdüler. Denizcilik alanındaki keşifleri tarihe geçti: Vasco de Gama bir İsa şövalyesiydi, Denizci Prens Henry ise (Dom Enrique) tarikatın Büyük Üstadıydı. Gemilerinde hala Tampliyeler'in kızıl haçı ile desenli yelkenleri kullanıyorlardı. Colomb'un Yeni Dünyayı keşfetmek üzere Atlantik'i aşan üç gemisinde de Tampliye haçları dalgalanıyordu. Zaten Colomb, tarikatın Büyük Üstadının kızıyla evliydi ve kayınpederinin haritalarına ve evraklarına bakma fırsatını bulmuştu."
Baigent & Leigh, The Temple and the Lodge

"...Hakkında geçerli bilgi sahibi olunabilen en önemli ve önde gelen kişi Denizci Prens Henry'dir (Dom Enrique). Tarikatın Büyük Üstadı olan Henry, yaşam öyküsünü kaleme alan Zurara'ya göre, "güçlü duyum ve keskin zekâ sahibi, önemli ve yüce eylemleri başarmak için olağanüstü ihtiraslı bir kişilikti".
"1394 Yılında dünyaya gelen Henry, 1415 yılından itibaren etken olarak denizcilikle uğraşmaya başlamıştı. En büyük ihtirası, kendisinin açıkça itiraf ettiği gibi, Vaazcı John'un ülkesine denizden ulaşabilmekti. Dönemin tarihçileri kadar modern tarihçiler de, yaşamının büyük bölümünü bu amacın ardında geçirdiğinde hemfikirdirler."
"Kendini kozmografi, matematik, astroloji araştırmalarına adamıştı. Çevresi devamlı olarak, gök bilimciler ve Yahudi bilim adamlarıyla doluydu."
Graham Hancock, The Sign and the Seal

"Portekiz'de, İsa'nın Şövalyeleri örgütünün Büyük Üstadı Dom Enrique, "Denizci Prens Enrique" olarak adını duyurdu. En modern denizcilik tekniklerini kullanıyor, maiyetinde coğrafyacılar, gemi yapımcıları, dil uzmanları, Yahudi haritacılar ve Arap kaptanlar bulunduruyordu. Ekip çalışması ile harita yapımı ve denizcilik aygıtlarının, özellikle pusula ve usturlabın geliştirilmesi konusunda çaba harcıyorlardı. Madem Müslümanlar İspanya'yı ele geçirmişlerdi, öyleyse Hıristiyanlar da, Afrika'yı ve sonra da Asya'yı ele geçirmeliydiler. 1425 Yılına gelinceye kadar, örgüt Madeira ve Kanarya adalarını almıştı bile. 1445 Yılında Azorları elde ettiler. Batı Afrika kıyılarının sistemli araştırması 1434 yılında başlatıldı. O çağın en hızlı gemileri olan yeni karaveller tüm bunları olası kılmıştı."
"Enrique'nin yaptığı yolculuklar hakkında bilgimiz pek sınırlıdır. Bunun nedeni, gerçeklerin, tarihi olguların, seyir defterlerinin, haritaların, talimatnamelerin ve tüm raporların örgüt tarafından uygulanan bir gizlilik ilkesinin arkasında kalmış olmasıdır."
Edgar Prestage, The Portugese Pioneers

"Gerçekten de, Enrique'nin zamanında gizliliğe olan bağlılık o denli fazlaydı ki, yapılan çeşitli keşif gezilerinin sonuçları hakkında bilgi açıklamanın cezası ölümdü. Buna rağmen, yine de, Prensin asıl saplantısının Habeşistan'la doğrudan ilişki kurmak olduğu öğrenilmişti. Bunu ancak, Afrika kıtasının etrafını dolaşarak başarabileceğini de anlamıştı, zira Akdeniz'den Mısır'a geçip, oradan da Kızıl Denize açılma çözümü Müslümanların o bölgedeki egemenliği nedeniyle geçersiz duruma gelmişti. Her olasılık göze alınarak, yine de, Batı Afrika kıyılarını keşfe çıkan denizcilere, Vaazcı John'un ülkesine karadan ulaşacak daha kısa bir yolu araştırmaları da tembih edilmişti."
"Enrique'nin yaşamının son yıllarına ait, bazı gizli arşivler ancak yirminci yüzyılda açığa çıkartılabildi. Bu belgeler arasında, Vaazcı John'un bir elçisinin Enrique'nin ölümünden sekiz yıl öncesinde, Lizbon'a geldiğini gösteren bir belge bu arşivlerin arasında bulundu. Bu ziyaretin amacı ve görüşmelerin konusu bilinmiyor. Ancak, bu ziyaretten tam iki yıl sonra, Portekiz kralı V. Alfonso'nun, Habeşistan'ın ruhanî yönetimini İsa'nın Şövalyeleri örgütüne devrettiğini açıklaması bir rastlantı olamaz."
"1487 Yılında, aynı zamanda İsa'nın Şövalyeleri tarikatının Büyük Üstadı olan, o dönemin Portekiz kralı II. John, yardımcılarından Pedro de Covilhan'ı, Akdeniz, Mısır, Kızıl Deniz yolu ile Vaazcı John'a elçi olarak gönderdi. Bir tüccar kimliğine bürünen Covilhan, İskenderiye ve Kahire'den geçerek, Suakin'den bir küçük Arap gemisiyle Aden'e ulaşmayı başardı. Ancak orada, çeşitli engellere takılarak uzun zaman harcamak zorunda kaldı. Ancak 1497 yılında, Habeşistan'a varabildi. İmparator sarayında, önce coşku ile karşılandı fakat, sonra nedeni bilinemeyen bir tatsızlık sonucunda bir tür oda hapsine tâbi tutuldu (Covilhan'ın asıl becerisinin casusluk olduğu biliniyor; daha önce İspanya'da da casus olarak görev yapmıştı).
"1497 Yılında, yine İsa'nın Şövalyelerinden bir denizci, Vasco de Gama Hindistan'a yaptığı keşif gezisinin büyük kısmını Doğu Afrika kıyılarını araştırmaya ayırmıştı. Mozambik'te demir attığı zaman, Vaazcı John'un ülkesinin, çok yakında, kıtanın içlerine doğru biraz kuzeyde bulunduğunu öğrenince, sevinçten ağladığı biliniyor."
"Vaazcı John'un sarayına ulaşabilen ilk resmi Portekiz elçilik heyeti Masawa limanında karaya ayak bastığında yıl 1520 olmuştur. Sekiz ay süren bir kara yolculuğu sonucunda, başkente ulaştıklarında, tahtta 1508 yılından beri oturan kral Lebna Dengel tarafından karşılanırlar."
Graham Hancock, The Sign and the Seal

"Büyük sevinçle İmparator Vaazcı John'un kulübelerini ve çadırlarını gördük"
Portekiz Heyeti (20 Ekim 1520)

"Çadırdan sarayın tam merkezinde, kırmızı döşeli bir bölmede, aslan derisinden giysileri olan savaşçılar tarafından korunan Habeşistan İmparatorunun karşısına çıktılar. Nihayet, aradıklarına ulaşan Portekizliler, ne imparatorun ne de maiyetindekilerin Vaazcı John'dan hiç haberlerinin olmadığını öğrendiler."
Mysteries of the Past

(3) İspanya: "Viva la Muerte"
"İspanya'da, Calatrava, Alcantara ve Santiago'da bulunan Tampliyeler Reconquista'nın (İspanya'nın Müslümanların elinden geri alınması) vurucu gücünü oluşturuyorlardı. Hıristiyan ilerleyişini güçlendiren, Granada ve Cordoba'daki İslâm uygarlığını yok eden onlardı. Hıristiyan halk, Arap akıncıların korkusundan, geniş yaylalara yerleşememişti. Sadece, Tampliyeler'e bağlı çiftliklerde koyun ve sığır sürüleri otlatılabiliyordu. Orta Çağın sonlarına dek, Kastilya yönetimini ele geçirmek isteyen politikacılar Tampliyeler'in gücünü arkalarına almak istediler. İslâma karşı sürdürülen beş yüz yıllık savaşın en yetkin silâhlı gücü onlardı. Ancak, sonları Fransa'da yaşanan örnekten farklı olmadı".
"Tampliyeler'in ortadan kaldırılması ile, İspanyol kardeşler isimlerini "İsa'nın Şövalyeleri" ve "Montesa Kardeşleri" şeklinde değiştirerek varlıklarını sürdürmeyi başardılar. Aslında, bu tarikatlar hakkında etraflıca bilgi sahibi olmadan, İspanya tarihinin büyük bölümünü anlayabilmek olası değildir. Bu tarikatlar Reconquista olgusunun ta kendisidir ve Tercio Extrajero'nun "Viva la Muerte!" (Yaşasın Ölüm) sloganında anlamını bulan İspanyol askeri geleneğinin kurucularıdır. Bu askeri gelenek, müthiş bir kıyıcılıkla, inanılmaz bir centilmenliği birleştirebilmektedir. İşte bu ruh ve Reconquista'nın askeri teknikleri sayesinde, Aztek ve İnkalar dize getirilip, İspanya İmparatorluğunun temelleri atılmıştır. Diğer taraftan, Portekizli tarikatlar, haçlı ruhunu bir kolonizasyon hareketine dönüştürmeyi başararak, Avrupa'yı tüm dünyaya egemen kılmışlardır."
Desmond Seward, The Monks of War

"Tampliye örgütünün dağıtılmasının üzerinden çok zaman geçmeden, açıklaması olanaksız şekilde, Avrupa'nın her tarafında, kesin doğrulukta deniz haritalarının ortaya çıktığı görüldü. Adına "portolan" denilen bu yeni tür haritalar, manastırlarda ve üniversitelerde akademisyenler tarafından etüd edilen "Ptoleme" türü haritalardan çok daha üstündüler. Portolanların çoğunluğu deniz ticareti için pek önemli olan bölgeleri, özellikle Akdeniz'i ve Atlantik okyanusunun kıyılarını göstermekteydiler."
"Portolanların bilinen en eskisi, 1335 tarihini taşıyan, "Opicinis de Canestris" isimli Akdeniz haritasıdır. Bu harita, Philip ve Clement V. tarafından Tampliye örgütünün ortadan kaldırılmasından yaklaşık olarak sadece 20 yıl kadar kısa bir süre sonra, portolanların elden ele dolaşmaya başladığını göstermektedir."
"...Colomb, Palos'tan denize açılırken, bayrak gemisi olan Santa Maria'nın yelkenlerinde Tampliye kocaman bir haçının bulunması bir rastlantı mıdır? Bu yolculuğun sanıldığı gibi, İsabella'nın mücevherleri sayesinde değil de, Yahudileri ve başka sapkın inançlı zengin kişileri bir araya toplayan bir gizli topluluk tarafından finanse edilmiş olması bir rastlantı olabilir mi? Colomb'un 3 Ağustos 1492 günü, tam da Yahudilerin İspanya'yı terk etmeleri gereken son mühletten bir kaç saat önce, demir alması da nasıl bir rastlantı sayılabilir?"
Michael Bradley, Holy Grail Across the Atlantic

(3) İngiltere: 1381 Köylü Ayaklanması
"1381 Yılında, İngiltere'de meydana gelen "Köylü Ayaklanması"ndan önceki son bir kaç yıl süresince, aşağı ruhban sınıfından düş kırıklığına uğramış bir grup rahibin, köyleri tek tek dolaşarak, zenginler aleyhine ve kilisenin yozlaşması hakkında vaazlar verdikleri bilinmektedir. Başkaldırının tam öncesinde, son bir kaç ay içinde de, Orta İngiltere bölgesinde bir çok gizli toplantı düzenlenmiştir. Ayaklanma bastırıldıktan sonra, yakalanan asi elebaşıları, Londra'da bulunan büyük bir gizli örgütün ajanları olduklarını itiraf etmişlerdir."
"Bir başka esrarlı olay ise, bu ayaklanmalar süresince, "St. Jean Hospitalye Şövalyeleri Tarikatının" (Malta Şövalyeleri) bir çok gaddarca saldırının hedefi olmalarıdır. Asiler, Hospitalyeler'e ait mülkleri yakıp yağmalamakla yetinmemişler, tarikatın "Büyük Eğitmeni"ni Londra Kulesinden zorla çıkartıp, Canterbury piskoposu ile birlikte idam etmişlerdir. Kesilen kafalar, çılgın kalabalığın sevinç çığlıkları arasında Londra Köprüsüne asılmıştır. Sonradan, yakalanan bir elebaşına isyanın amacı sorulunca, verdiği yanıt:"Hospitalyeler'in yok edilmesi" olmuştur. Unutulmamalıdır ki, İngiltere'deki bu isyandan tam yetmiş yıl önce, Papa V. Clement, Tampliyeler'in tüm varlıklarının Hospitalyelere devredilmesini emretmişti."
"William the Tyler, Köylü Ayaklanmasının tartışılmaz lideri olarak, esrarengiz bir şekilde ortaya çıkıp, İngiltere tarihine bir bomba gibi düştüğünde, tarih 7 Haziran 1381 Cuma günüydü. Tyler, ortaya çıktığı kadar ani bir biçimde tarih sahnesini terk etti; topu topu sekiz gün sonra, yani 15 Haziran 1381 Cumartesi günü, yakalandı ve kafası kesildi. Bilinen bu sekiz günlük süre dışında, Tyler'in yaşamı hakkında hiç bir bilgi yoktur. Adının bile gerçek olmadığı tahmin edilmektedir, zira masonlukta "tyler" deyimi, loca koruyucusu, muhafız anlamını taşımaktadır."
"William the Tyler tarafından boynu vurdurulan Canterbury piskoposunun yerine geçen ve böylece İngiltere'nin dinsel lideri olan piskopos Courtenay, 1382 baharında, yanı ayaklanmadan bir yıl kadar sonra, isyanı körükleyen bir "Lollard" grubunun varlığını ortaya çıkardı. Onları Oxford'dan sürdü ve bu hareketi tümüyle yok etmeye çalıştı. Ancak, Lollardlar yeraltına inerek, yıkıcı faaliyetlerini tüm ülkeye yayılan bir hücre sistemi ile ve gizli toplantılarla sürdürdüler. Her nasılsa, aristokrasinin bazı üyelerinin, özellikle şövalye sınıfının desteğini elde etmeyi de başarmışlardı."
John J. Robinson, Born in Blood
"14. Yüzyıl başlarında, Oxford üniversitesinde bir ilahiyat profesörü olan John Wycliffe, İngiliz Kilisesinin temel sorununun, sadece latince olduğu için, İncil'in ancak ruhban sınıfı ve soylularca okunmasından kaynaklandığını fark etti. Halk genellikle okuma yazma bilmiyordu. Wycliffe, İncil'in İngilizce'ye çevrilmesi halinde, genel okuma yazma oranının da gelişeceğini düşündü. Bunun üzerine, tercüme çalışmalarını gerçekleştirmek için, "Fakir Vaizler Tarikatı" adında bir örgüt oluşturdu. Bu örgüt, çeviri çalışmaları biter bitmez, yeni İncil'i tüm ülkede okuma bilen herkese dağıtabilmek için kolları sıvadı. Sıradan insanlar, ilk kez olarak, İncil'de neler yazılı olduğunu doğrudan öğrenmek fırsatını buldular. Tüm köylüler, köy meydanlarında ve kiliselerinde toplanarak, "Fakir Vaizlerin" İngilizce İncil okumasını dinlediler."
"Wycliffe'in "Fakir Vaizler Tarikatı"na karşı çıkan tutucu kilise üyeleri, onlara "Lollard" (boş gezenler, tembeller) adını takmıştı. Lollardlar'ın sayısı, sadece köylüler arasında değil, esnaf ve soylular arasında da, hızla yükseldi. Öyle ki, bir Lollard karşıtı "rastladığım her iki kişiden biri Lollard" diyerek, bu gelişmeyi dile getirmiştir."
"Lollardlar öyle bir etki uyandırdılar ki, pek geçmeden kilise Wycliffe'in yazılarını yasakladı. Papa, yargılanması için Roma'ya getirilmesini emretti. Oysa, Wycliffe 1384 yılında, Roma'ya hareket etmeden önce kalp krizinden öldü. 1425 Yılında, Wycliffe'in ölümünden tam kırk bir yıl sonra, Roma Kilisesi hala o denli çileden çıkmış haldeydi ki, Wycliffe'in cesedinin mezarından çıkarılıp, yazmış olduğu 200 kadar kitapla birlikte yakılmasını buyurdu."
W. T. Still, New World Order

(4) İskoçya; İskoç Muhafızlar
"O dönemde (1307 yılında) İskoçya ile İngiltere arasında savaş vardı. Karışıklıklar nedeniyle, yasal önlemlerin alınıp uygulanmasına fırsat bulunamadı. Böylece, Tampliyeler'i ortadan kaldıran Papalık kararnameleri İskoçya'da asla yürürlüğe konulamadı. Teknik olarak, Tampliye örgütü İskoçya'da varlığını kesintisiz sürdürdü."
"16. Yüz yıl sonunda, Hospitalyeler'in düzenlediği listelerde, İskoçya'da tam 519 adet bağımsız Tampliye mülkünün (Terrae Templariae) varlığı belirtilmiştir."
"Bir çok İngiliz ve bilindiği kadarıyla Fransız Tampliye şövalyesi İskoçya'ya sığındı. 1314 Yılında yapılan Bannockburn muharebesine, Robert Bruce'ün yandaşı olarak, önemli bir Tampliye birliği de katılmıştır. Söylentilere göre (söylentileri destekleyen açık kanıtlar da vardır), Tampliye tarikatı İskoçya'daki varlığını 4 yüz yıl daha devam ettirmeyi başarmıştır."
Baigent, Leigh & Lincoln, The Holy Blood and the Holy Grail

"1424 Yılındaki, kanlı Verneuil savaşında, Fransız ordusuna bağlı İskoç birlikleri büyük cesaret ve fedakarlık gösterdiler. Ancak, komutanları John Steward ile birlikte, neredeyse tümüyle yok edilmekten kurtulamadılar. Charles VII tarafından 1445 yılında kurulan yeni Fransız ordusu, her biri 660 kişiden oluşan 15 alaydan meydana gelmekteydi. Bu birliklerin arasında, İskoç Muhafız Alayının (Compagnie des Gendarmes Ecossais) özel bir konumu, askeri bir önceliği vardı. Örneğin, tüm geçit törenlerinde ilk sırayı onlar alıyorlardı. İskoç Alay komutanı da, Fransız Süvarileri Birinci Üstadı unvanına sahipti."
"1474 Yılında, bu İskoç birliğinin sayısı yeniden belirlendi: bir komutan yönetiminde 77 kişi Kraliyet Muhafız Birliğini oluştururken, bir diğer komutan yönetiminde 25 kişi kralın özel korumasını üstlendi. İskoç muhafızların tüm komutan ve subayları, her zaman için ve hiç eksiksiz olarak, St. Michael Tarikatı üyesiydiler. Bu tarikatın bir kolu sonradan İskoçya'da da kuruldu."
"İskoç muhafızlar, aslında tam bir neo-Tampliye kuruluşu olarak, Dizbağı, Yıldız ve Altın Post gibi diğer saf şövalye örgütlerinden çok üstündüler. Muhafızları oluşturan soylular, Tampliye geleneklerinin mirasçısıydı. Bu gelenekleri Fransa'ya geri getirip, iki yüz yıl sonra meyve vermesi için tekrar ekenler onlardı. Guise ve Lorraine hanedanları ile sürdürdükleri yakın ilişkiler de, onları Fransa'nın bir diğer ezoterik geleneğiyle temasa getiriyordu. Bu ezoterik gelenekler, Marie de Guise'in İskoç kralı James V. ile evlenmesi vasıtasıyla, İskoç topraklarında da gelişme zemini bulmuşlardı. Diğer taraftan, Fransa'dan ülkelerine dönen bazı muhafızlar da, bu inançların İskoçya'ya yayılmasını sağladılar. Sonuç olarak, ortaya çıkan amalgam, ilerde doğacak yeni bir örgütün, Masonların çekirdeğini oluşturuyordu."
Baigent, Leigh & Lincoln, The Temple and the Lodge

(5) Batı'ya, Amerika'ya
"Fransa'da, Tampliyeler'in inşa edip kontrol ettikleri yol şebekesinin haritasına bakıldığında, tüm uzun menzilli yolların tek bir noktada kesiştikleri hemen göze çarpar. Bu nokta Atlantik kıyısında bulunan La Rochelle liman kentidir. Bir körfezin içinde yer alan kent, tam bir doğal liman görünümündedir. Savunması da kolaydır. Tarikatın ilk yıllarından itibaren, La Rochelle Tampliyeler'in ilgisini çekmiş, örgütün buraya üslenmesiyle de hızla gelişmiştir. Tampliyeler La Rochelle'de çok sayıda gemiden oluşan bir filo bulundurmaktaydılar. Kuzeye doğru, İngiltere'ye ve Güneye doğru, Akdeniz ve kutsal topraklara yapılan seferlerin başlangıç noktası hep La Rochelle limanı olmuştur. Halbuki, La Rochelle coğrafî konumu açısından, Filistin'e yapılacak seferlerin başlangıç noktası olarak fazlasıyla kuzeyde kalmakta, aynı şekilde, İngiltere yolculukları için de, fazlasıyla güneye düşmektedir. Aslında Britanya adalarına hızlı ve kolay ulaşmak için, kuzey Fransa'da çok daha uygun limanlar bulunmaktadır."
"Bu bakımdan, La Rochelle limanının Tampliyeler için, çok daha özel bir anlamı olması gerekir. Liman kenti, basit bir Tampliye karargâhı olmaktan çok, örgütün taşra merkezi niteliğindedir. Yıllar boyunca, nüfus hızla artmış ve kent dikkati çeken bir gelişme göstermiştir. Eğer, ne güney ve ne de kuzeye yapılan seferlere pek uygun değilse, La Rochelle hangi yöne yapılması düşünülen gemi yolculukları için en müsait konumdadır? Kentin coğrafî konumu nedeniyle bu soruya en akla yakın yanıt olarak şu geliyor: Tampliye gemileri La Rochelle'den yola çıkarak batıya doğru, Amerika kıtasına gidiyorlardı."
"1809 Yılında, Napoleon orduları Roma'yı işgal edince, Vatikan'ın gizli arşivlerinden alınan bazı belgeler Paris'e geri götürüldü. Bu belgeler arasında, Tampliyeler'in yargılanmaları ile ilgili soruşturma tutanakları da vardı. Bunlardan bir tanesi, Nemours bölge karargâhından Jean de Chalons'un itirafları, özellikle dikkat çekiciydi."
Johannes and Peter Fiebag, The Discovery of the Grail

Jean de Chalons
"Baskından önceki gece, 12 Ekim 1307 Perşembe gecesi, Gerard de Villiers komutasında 50 atlının, saman yüklü üç araba ile Paris'ten ayrıldıklarını bizzat gördüm. Arabalara gizlenmiş sandıklarda, örgütün tüm hazinesi vardı. Batıya doğru, denize yöneldiler; tarikatın on sekiz gemisi onları taşımak için kıyıda hazır bekliyordu."

(6) Mason Kardeşler
"Diğer Büyük Üstatlar gibi, Jacques de Molay da, belgeleri imzalarken "Magister Templi" (Tapınak Üstadı) unvanını kullanırdı. Süleyman Tapınağından adını alan bu yeni tapınak, Tampliye üstatlarının öldürülmesi nedeniyle tamamlanamadı. Üstatları sonunda öldüren, ama öldürmeden önce sırlarını alabilmek için işkence eden üç katil vardı. Jubelo, Jubela ve Jubelum (Süleyman Mabedinin mimarı Hiram'ı öldüren katiller) değildi bunlar; bu katiller, IV. Philip, V. Clement ve Hospitalye tarikatıydı."
John J. Robinson, Born in Blood

"Süleyman Mabedini yeniden inşa etmeyi amaçlayan Tampliyeler, kendilerine örnek olarak, Eski Ahit'teki, bir elinde kılıç, bir elinde mala ile çalışan Zorobabel'in savaşçı-duvarcılarını seçmişlerdi."
"Tampliyeler'in en önde gelen simgeleri kılıç ve malaydı. Sonradan, bilindiği gibi, Tampliyeler kendilerini Mason Kardeşliği adı altında gizlediler."
General Albert Pike, Morals and Dogma

"Tampliye şövalyeleri tarikatı, başlangıcından itibaren, Roma'nın tiara'sına (Papanın giydiği başlık) ve kralların taçlarına karşı çıkma davasına kendini adamıştı. Tüm tarikat yöneticileri sapkın kabalacı gnostik inançlara sahiptiler. Zaten, gnostiklerin babası Yuhanna'nın kendisi değil miydi? İsa'nın Kelâm olduğunu reddeden kendi mezhebini korumak için yazdıkları, İncil'in ruhunu tümüyle yanlış anlayıp yorumladığını ortaya koymaktadır. Kaba bir tahminle kökenleri Dionysos işçilerine ya da alman taş ustalarına bağlanabilen Masonlar, işte bu nedenle, İncilci Yuhanna'yı kendilerine pir olarak kabul ederler. Ancak, Roma'nın kuşkularını uyandırmamak için, İncilci Yuhanna'yı Johannit sapkınlığının başı Vaftizci Yuhanna ile bağdaştırarak, kendilerini hem kabalacıların hem de Esseneler'in evlâdı olarak ilân ederler."

Pio Nono, Against Free Masons

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...